Bireysel ve Toplumsal Dışlanma Pratiği: Önyargı ve Ayrımcılık
ARAŞTIRMA MAKALESİ
Dr. Mehtap ERDOĞAN
mehtap.ktu@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümü
Prof. Dr. Celalettin VATANDAŞ
cvatandas@nku.edu.tr
Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji
ÖZ
Farklı olaylarda önyargıya maruz kalan insan bundan yakınmakta ancak
bilinçli ya da bilinçsiz yakındığı olayın işleyeni olmaktan vazgeçememiştir.
Birey kendisine yapılan önyargılı tutumlarda; kendisine haklılık payı
çıkarmış; yapılan davranışı bir şekilde yapana iade etmiştir. Bu da yaşamda
bir kısır döngüye dönüşmüştür. Bireysel ve toplumsal bir durum olan
önyargı ve ayrımcılık çalışmanın konusunu oluşturmaktadır. Bu çalışmanın
amacı önyargı ve ayrımcılık olgusunun kavramsal ve kuramsal çerçevesini
incelemektir. Günlük hayatımızda, bireysel ve toplumsal durumlarda her an
karşımıza çıkabilen cinsiyet, yaş, ırk, din, bedensel görünüm gibi faktörleri
referans alan önyargılar çoğu zaman adeta kanıksandığı için bir sorun olarak
da görülmeyebilmektedir. Hâlbuki önyargılar toplumsal uyumu da tehdit
eder duruma gelebilmektedir. Dolayısıyla önyargı konusu gündemde olan
ve gelecektede öznesini değişerek var olan bir kavram olarak karşımıza
çıkacaktır. Bu araştırmada, önyargı Türkiye bağlamında ele alınmıştır.
Ülkemizin farklı etnik yapı, farklı dinlerden oluşması bazen bu tür olaylara
sahne olmasına neden olmaktadır. Bu çalışma ile önyargının ne olduğu ve
nasıl oluştuğu, tutumlara etkisi ve kalıp yargı ile olan farkı ayrıntılı şekilde
incelendi. Araştırma, konu bağlamında yapılmış bilimsel/akademik
araştırmaların bulguları inceleyerek örneklendirilmeye çalışılmıştır. Bu
bulgular sonucunca önyargının daha çok etnik kökene, yaşlı insanlara,
engelli bireylere ve cinsiyetçiliğe dayalı olarak yapıldığı ortaya çıkmıştır.
Giriş
Önyargı ve ayrımcılık toplumsal yaşam içerisinde sıkça karşılaşılan bazı olgusal
durumlardır. Farklı alanlarda, farklı görünümlerde ortaya çıkabilmektedir. Bu konuda tarihi
malzeme pek çoktur. İnsanlık tarihi birçok önyargı ve ayrımcılık olaylarına sahne olmuştur:
cinsiyet, ırk, inanç ayrımı gibi. Farklı olaylarda ayrımcılığa ya da önyargıya maruz kalan insan
bundan yakınmakta ancak bilinçli ya da bilinçsiz yakındığı olayın işleyeni olmaktan
vazgeçememiştir. İnsan ben-sen, biz-siz ayrımını koymuş; kendi özelliklerini taşımayan birey
ya da gruplara bakış açısını belirleyerek bu olayların süregelmesine neden olmuştur. Birey
kendisine yapılan ayrımcı ya da önyargı gibi tutumlarda; kendisine haklılık payı çıkarmış;
yapılan davranışı bir şekilde yapana iade etmiştir. Bu da yaşamda bir kısır döngüye
dönüşmüştür.
Ayrımcılık ve önyargı genellikle birbiri ardına görülmekte ya da karıştırılarak birbirleri
yerine kullanılmaktadır. Ancak her iki kavramda farklı durumlara işaret etmektedir. Önyargı
kelimeden de anlaşılacağı gibi “önceden yargıya” varmaktır. Söz konusu burada bireyin eylemi
değil, zihindeki düşüncedir. Zihinde varolan düşünce olumlu ya da olumsuz olabilir. Bireyler
önyargıya genellikle olumsuz anlam yüklemekte; ancak kavram her iki özellikte de
bulunabilmektedir. Ayrımcılık ise; olumsuz önyargının davranışa dönüşmesidir. Ancak her
olumsuz önyargıda davranışa dönüşmez. Ayrımcılık farklı görünümlerde ortaya çıkmaktadır;
bu bazen önyargı sahibi olduğu kişiden uzak durmaktan başlar, onu yok etmeye kadar
gidebilmektedir. Bu durumu ortaya çıkaran unsurlar bireyin kültürel çevresi, ekonomik yapısı,
aldığı eğitim ve en önemlisi ailedir.
Çalışmanın amacı önyargı ve ayrımcılık olgusunun kavramsal ve kuramsal çerçevesini
incelemektir. Bu çalışmada bireysel ve toplumsal dışlanma pratiği olan önyargı ve ayrımcılık
kavramları, konu bağlamında yapılmış bilimsel/akademik araştırmaların bulguları üzerinden
gerçekleştirilmiştir.
Tutum, Önyargı ve Kalıp Yargı
Önyargı, özellikle sosyal psikolojide yer alan; bireysel, grupsal ve toplumsal yönü
bulunan bir kavramdır. Önyargının kullanıldığı alana göre tanımı değişmektedir. Önyargı en
kısa anlamıyla; birey, grup ya da toplumun yeteri kadar bilgi sahibi olmadığı ya da yanlış bilgi
edinerek karşı tarafa (bilgi-grup-toplum) takındığı olumlu-olumsuz tutumlardır. Dolayısıyla ön
yargı bir tutumdur. Tutum kelimesinin etimolojisine bakıldığında Latince’de harekete hazır
anlamına gelmektedir. Tutumların davranışları etkilediği varsayılmaktadır. Pozitivizmin
egemen olduğu dönemde ortaya çıkan diğer bütün bilimler gibi sosyoloji ve psikolojinin
içinden yeni bir disiplin olarak çıkan sosyal psikoloji; tutumların davranışların yegâne
belirleyicisi olduğu, tutumları öngörmenin davranışları öngörmek ve kontrol edebilmek olduğu
ileri sürülerek tutum bilimi olarak tanımlanmıştır (Küçüker, 2007:11).
Tutum, en genel manada bireyi belli insanlar, nesneler ve durumlar karşısında belli
davranışlar göstermeye iten öğrenilmiş eğilim olarak tanımlanmaktadır (Demirel, 2001:125).
Ülgen’e (1995:97) göre ise; tutum öğrenme ile kazanılan, bireyin davranışlarına yön veren,
karar verme sürecinde yanlılığa neden olan bir olgudur. Bir obje ya da bir olaya karşı
geliştirdiğimiz tutum, eğer olumlu ise, onunla ilgili kararlarımızın olumlu olma olasılığı; eğer
tutumumuz olumsuzsa onunla ilgili kararlarımızın olumsuz olma olasılığı vardır. Bir bireyin
tutumları gözle görülemez fakat onun davranışlarına bakarak bir objeye ilişkin tutumu hakkında
fikir sahibi olunabilir (Tavşancıl, 2002:67).
Esasen sosyal psikologlar arasında tutumun ne olduğu hakkında oldukça farklı görüşler
vardır; tanımlar bir merkezde toplanmamaktadır. Bundan hareket eden Berkowitz, 30 farklı
tutum tanımı belirleyerek bunları 3 grupta toplamıştır (Berkowitz, 1980:275):
− Tutum, bir değerlendirme ya da duygusal tepkilerdir.
− Tutum, bir insanın bir objeye ya da konuya karşı istekliliği ya da isteksizliğidir.
− Son olarak tutum, bilişin etkili ve sürekli çalışan bir parçasının seçkin bir
topluluğudur. Böylece, bir bireyin tutumu onun bir obje ya da konuyu nasıl anlayacağının,
hissedeceğinin ve davranacağının bir birleşimi olur.
Tutum türü olarak anlam kazanan önyargı sosyal yaşantımızda birçok alanda karşımıza
çıkmaktadır. Önyargının varlığının toplumsal düzlemde genişliğini ifade eden birçok tanımdan
birisi Budak’a aittir: “Irk, etnik, din, cinsiyet, meslek, eğitim düzeyi vb. ile tanımlanan bir
grubun üyelerine yönelik çoğunlukla olumsuz düşmanca bir değerlendirme ve tutumdur”
(Budak, 2000:572). Tutumlar önyargıyı meydana getiren sebeplerdendir. Tutumlar oldukça
organize olmuş uzun süreli duygu, inanç ve davranış eğilimleridir. Bu eğilimler diğer insanları,
grupları, fikirleri, ülkenin diğer yönlerini ya da nesneleri konu edinir (Cüceloğlu, 1999:521).
Turhan, (1983:316) tutumların oluşumunda grubun etkisinin önemini çokça vurgulamıştır.
Önyargı, sıklıkla kalıpyargı (stereotipler) ile karıştırılır. Önyargı ve kalıpyargı
birbirinden farklı, ama birbirini tamamlayan iki kavramdır. Her ikisi de sosyal gerçekliği
kabaca şematize etmeye yarayan sürecin birer öğesidir. Kalıpyargı da önyargı da insanın
gerçekliğe ilişkin sosyal ve zihinsel temsillerini biçimlendirme işlevi görür. Kalıpyargılar,
belirli bir objeye ya da gruba ilişkin bilgi boşluklarını dolduran, böylece onlar hakkında karar
vermeyi kolaylaştıran, önceden oluşturulmuş birtakım izlenimler, atıflar bütünü olarak
zihnimizde oluşturduğumuz imgelerdir. Bu imgeler tıpkı dış dünyadaki objelerin gerçek
özellikleri gibi rol oynarlar (Göregenli, 2012: 23). Kavramı ilk kez kullanan Lipmann’a
(1922) göre kalıpyargılar, sosyal sınıfları betimleyen beyindeki resimlerdir. Belirli bir grubu
sevmediğini dile getirmek bir önyargıyken, o grubu sevmeme gerekçesi olarak dillendirilen,
grup üyelerine yüklenmiş özellikler birer kalıpyargıdır. Kalıpyargılar bir grubun üyelerine
atfedilen, aşırı genellenmiş inançlardır. Kadınlar matematikten anlamaz, Sarışınlar aptaldır,
Soğuk ülkenin insanı soğuk olur gibi ifadeler kalıpyargıya örnek olarak verilebilir.
Kağıtçıbaşı’na (1999:124) göre kalıplaşmış tutumlar belirli gruplar hakkında sahip olduğumuz
bilgilerin özetidir. Az bildiğimiz bir grup hakkında tutum geliştirmek için başkalarından
duyduğumuz, okuduğumuz bilgileri bir araya getiririz. Böylece geliştirdiğimiz kalıp halindeki
tutum bize o grup hakkındaki kestirme yoldan bir fikir, bir bilgi verir.
Kalıpyargılar açık ve kapalı yargılar olarak sınıflandırılmaktadır. Bu ayırıma göre bazı
okulların veya bir okulda bazı derslerin sadece bir cinse uygun görülmesi; örneğin ev ekonomisi
derslerinin kızlar, iş ve teknik eğitimi derslerinin erkekler için olması açık kalıp yargılardır.
Kapalı kalıp yargılar ise bazı davranışların veya özelliklerin belli bir cinse özgü kabul
edilmesidir. Örneğin, kızların “güzelliği, zarifliği, uysallığı” ile övülmesi, “pasif, bağımlı,
heyecanlı, duygusal, sübjektif, fedakâr ve verici” olarak tanımlanması, “çalışkanlık, başarılı
olma, korkusuzluk, aktiflik, hükmetme, sertlik, doğru düşünme, objektiflik” vb. özelliklerin
erkeklere özgü sayılması gibi (Külahçı,1989: 148).
Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı gibi önyargılarda kişisellik, kalıp yargıda ise
toplumsallık vardır. Ancak önyargı ile kalıp yargı arasındaki sınır akışkan ve belirsizdir.
Kısaca; önyargılar çeşitli nedenlerden dolayı topluma mal olduklarında ortaya kalıp yargı
çıkmaktadır. Önyargı bireyin herhangi bir kişi ya da nesne hakkındaki şablonu, kalıp yargı ise
grubun ya da toplumun şablonudur.
Tutum, Önyargı ve Kalıp Yargıya İlişkin Teoriler
Bu başlık altında incelenen teoriler esasında kişilerin davranışlarını açıklayan
teorilerdir. Davranışları açıklama amacında olan teorilerden biri sosyo kültürel yaklaşımdır.
Sosyo-kültürel teori öğrenme sürecinde bireyi aktif bir bileşen olarak ele alan kuramlardan
birisidir. Laura, Vygotsky’nin ileri bilinç düzeyindeki davranışların kökenini bireyin dış dünya
ile kurduğu sosyal ilişki ağında aradığını belirtir (Aylar, 2012:768). Birey bu ilişki ağında
çevrenin sadece bir ürünü değil, aynı zamanda çevrenin şekillenmesinde, yaratılmasında aktif
olan bir öznedir. Bu diyalektik ilişki içerisinde birey öğrenmenin aktif bir bileşeni olarak ele
alınmaktadır. Örneğin çocuk için öğrenme etkinliği yakınındaki insanlar ve içerisinde yer aldığı
sosyal gerçeklikte başlar. Kazandıkları kavramların, fikirlerin, olguların, becerilerin ve tutumların
kaynağı bu sosyal çevredir (Senemoğlu, 2004).
İnsan davranışlarını açıklayan diğer bir yaklaşım ise psikodinamik yaklaşımdır. İnsan
davranışlarının anlaşılmasına yönelik dinamik yaklaşımlar ile ilgili çalışmaların başlangıcına
ait izleri 19. Yüzyılda bulabilmeye başlıyoruz. Freud’dan önce Schopenhauer, Nietzche,
Hartman gibi pek çok filozof ve hekimin çalışmalarında psikanalitik düşüncenin izlerini
görmek mümkün olduğu gibi Freud’dan önce bilinç ötesi (bilinçaltı) kavramından söz eden pek
çok bilim adamı olduğu bilinmektedir. Freud ise o döneme değin birikmiş olan bu bilgilerden
yola çıkarak dinamik psikiyatriyi (psikolojiyi) oluşturmuştur (Alper, 2003: 10). Freud’un öne
sürdüğü dinamik yaklaşıma göre yüzeyde görünen belirti, bulgu, bozukluklara değil (ancak
bunlar gözardı edilmeden) onların altında yatan olaylara bakmak gerekir. Freud psikodinamik
ve psikanalitik terimlerini bilinçaltı psikolojisinin temel alanı olarak gördüğü yaklaşımı
adlandırmak üzere aynı anlamda kullanmıştır. Zira psikanalitik yaklaşım, gözlenen normal veya
anormal insan davranışlarının önemli bir bölümünün bilinçaltı süreçlerin etkisinde olduğunu,
bu nedenle bu davranışların anlaşılabilmesi için bilinçaltının anlaşılmaya çalışılması gerektiğini
savunur (Kesken, 2011:3501). Psikodinamik yaklaşım önyargıyı tarihsel, sosyo-kültürel ve
durumsal özellikleri göz önüne almaksızın, insan doğası ile ilgili açıklamalardan hareketle ele
alır.
Oteriteryen kişilik kuramları bu çalışma bağlamında incelenen bir diğer kuramdır.
Otoriterlik, katılık, belirsizliğe tolerans gösterememe, bilişsel olarak kapanma ihtiyacı gibi
özellikler genellikle önyargıyla birlikte ortaya çıkmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden
yıllarda ise Frankfurt Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün üyeleri Horkheimer, Marcuse, Adorno
ve Fromm, Nazizmi bir kişilik özelliği olarak kavramsallaştırmışlardır. Theodor Adorno ve
meslektaşları, yürüttükleri çalışmalarda bireyin, diktatörlerin ilkelerine olan itaatini bir kişilik
özelliği olarak betimlemişlerdir. Otoritaryen kişilik araştırmalarının çıkış noktasını II. Dünya
savaşı sırasında, özellikle Almanya’da Yahudilere karşı sürdürülmüş olan etnik soykırımın ve
Nasyonal faşist eylemlerin temelinde rol oynayan faktörler ve bu tür hareketlerin
dinamiklerinin incelenmesi oluşturmuştur. Otoriteryen kişilik kuramında, büyük ölçüde
psikoanalitik yaklaşımın etkisiyle, çocuklukta içinde yaşanılan aile ortamında-özellikle babanın
otorite figürü olduğu ailelerle – karşı fikirlerini söylemesine izin verilmemiş kişilerin, bu
engellemelerin daha sonra ki yıllarda dış gruplara öfke ve düşmanlık şeklinde kendini
gösterdiği fikri temel alınır. Araştırmacılar, kalıplaşmış düşünce tarzının etnik merkezci
(etnosantrisizm) yaklaşımları da içerdiğini ve saldırganlığa temel oluşturduğunu
vurgulamışlardır. Önyargının sadece belirli bir grupla kurulan ilişkiden değil, genel bir zihinsel
yapıdan kaynaklandığını ileri sürmüşler ve bunu ‘etnosentrizm’ olarak adlandırmışlardır.
Etnosentrizm, ‘kendi grubunu merkezde görüp, diğer bütün şeylerin ona bakılarak ölçülüp
biçildiğini düşünen’ bir bakış açısı olarak tanımlanabilir. Etnosantrik yaklaşım, kendini
beğenmişlik ve gururla beslenip, kendini, kendi dışındaki her şeyden olumlu anlamda farklı ve
üstün görmektir.
Otoriterlik ve önyargı, dogmatik kafa yapısının alt gölgeleri olarak görülebilir.
Otoriterlik; buyruklar, katı düzenlemeler, kesinlikler, ayrıntılar, belirginlikler, denetimler, basit
genellemeler, kolay çözümler, birlik ve beraberlik dünyasıdır. Bu dünyada, kuşkulara, sanatsal
coşkulara, kişisel ve kurumsal özelliklere yer yoktur. Tek-biçimlilik, tek-düzelilik, tek-ruhluluk
kişiyi ezer, geçer (Alkan,1983:133).
Önyargıyı, bireyin bilinçdışındaki belirli dinamiklerin bir sonucu olarak gören ve analiz
eden kuramlara psikodinamik kuramlar denir. Bu kuramlardan biri engellenme-saldırganlık
kuramı ve günah keçisi anlayışıdır. Çeşitli faktörlerden kaynaklanan engellemeler sonucunda
kişiler, toplumdaki bazı gruplara karşı önyargılar oluşturur ve saldırgan davranışlar gösterirler.
Çocukluk dönemi boyunca aile içinde engellemeler yaşamış kişi, yetişkinlik yıllarında azınlık
gruplarına karşı şiddet gösterebilir. Özellikle, ekonomik açıdan sıkıntılar yaşayan toplumlarda,
toplum içindeki belli gruplar sıkıntının sorumlusu olarak görülür. Bu durum günah keçisi
kavramı ile de ifade edilmektedir (Harlak; 2000: 25). Günah keçisi olayı, otoriter kişilik
konusunda yer alan yansıtmadan başka bir şey değildir. Kişiler kendilerinde bulunmasından
korktukları nitelikleri, günahları, bastırılmış duyguları, otoriteye karşı ikircikli tutumları
sonucunda biriken düşmanlıkları, kendilerine karşı duydukları nefreti, kendilerinde
varolduğunu sezinledikleri saldırganlık eğilimleri ve denetleyemeyeceklerinden korktukları
cinsel dürtüleri dış gruplara yansıtırlar (Alkan; 1983: 134).
Son olarak davranışları açıklayan bir diğer kuram saldırganlık kuramıdır. Bir grup
psikolog tarafından ortaya atılan engellenme saldırganlık kuramı, saldırgan davranışın daima
engellenme1
sonucu ortaya çıktığını iddia etmektedir. Bu kurama göre kişi amacına ulaştığında
bir enerji boşaltımı gerçekleştiremez ise saldırganlık dürtüsü harekete geçer. Saldırganlık,
engellenmeyi yaratan kaynağa yöneltilemiyorsa, yapılacak tek şey, saldırganlığı başka bir
hedefe yöneltmektir. Bu, kişi ya da eşya olabilir. Yeni hedef, herhangi bir misilleme korkusu
duyulmadan saldırılacak, yani görece güçsüz ve meşru bir hedef olmalıdır.
Ayrımcılık ve Çeşitleri
Ayrımcılık; sosyal psikolojide etnik köken, cinsiyet, sosyo-ekonomik statü, yaş,
ideoloji, fiziksel özür vb. gibi etkenlere dayanan bir önyargı temelinde hareket etme; bu tür
etkenlerden ötürü belli bireylerin veya grupların belli kaynaklara ulaşmasını kısıtlamadır
(Budak, 2000:102). Yaygın kullanımda basitçe “adil olmayan davranışlar” anlamına gelen bu
kavram, sosyolojide en yaygın biçimde etnik ve ırkçı ilişkileri kuramları bağlamında
kullanılmaktadır. İlk sosyologlar (William G. Summer ve Franklin H. Giddens gibi) ayrımcılığı
etnosentrizmin bir ifadesi, başka bir deyişle “benzer olmayanlardan hoşlanmama” ya işaret eder
bir kültürel fenomen olarak görmüşlerdir (Marshall, 1999: 50-51).
Ayrımcılık, bir grubun üye veya üyelerine, sadece o gruba karşı sahip olunan olumsuz
tutumlar sebebiyle ortaya çıkan olumsuz davranışları ifade etmektedir. Yani bir Kürt’ü yalnızca
Kürt olduğu için birçok haktan yoksun bırakmak, sosyo-ekonomik durumu düşük olan bireylere
devlet dairelerinde zorluk çıkarmak, Alevi ya da Sünni olduğu için işe almamak gibi davranışlar
ayrımcılığa örnektir. Ayrımcılık birey, grup ya da topluma karşı haksız ya da olumsuz
davranışlara işaret etmektedir. Ayrımcılığın temelinde olumsuz önyargı vardır; ancak bazı
durumlarda önyargı olmadan da ayrımcılık görülebilmektedir. Olumsuz önyargı sahibi olan
kişiler her zaman bu tutumlarını davranışa dönüştüremezler. Olumsuz önyargının davranışa
dönüşmesinin birçok sebebi vardır; ayrımcılık yapılmaması yönündeki toplum baskısı, bu tür
davranışı yapmaya fırsat bulunmaması ya da yapılacak davranışın sonuçlarından çekinilmesi
olabilir.
Ayrımcılığı açıklarken farklı kavramlardan söz edilmektedir. Bu kavramlar
etnosentrizm, ırkçılık gibi ayrımcılığın farklı görünümlerindendir. Etnosentrizm; kişinin kendi
kültürünü, dinini, etnik grubunu üstün görme, bu arada dış grupları küçük görme ve aşağılama
eğilimidir. Etnosantrik davranışın bir özelliği, dış grupları reddetmenin genel bir nitelik
taşımasıdır. Etnosantrik eğilimli kişi, parçası olmadığı grubu olumsuz olarak görme
eğilimindedir ve insanları ilk olarak parçası oldukları gruplara göre değerlendirir. Etnosantrik kişinin bir diğer özelliği, tartışmanın bağlamına göre, dış grup tanımını değiştirmesidir. Duruma
göre, dış gruplar dinsizler, komünistler, zenciler ya da herhangi bir dinsel grup olabilir (Alkan,
1983:109).
Irkçılık, etnosentrik tutumun bir uzantısıdır. Irkçılık, genel olarak “kişinin diğer-bazı- ırkların kendinden daha aşağıda olduğuna dair inancı” olarak tanımlanmaktadır. Irk sözcüğü,
gerçekte insan grupları arasındaki farklılıklara işaret ettiği halde, uzun süreden beri etnik veya
kültürel gruplarla ilgili olarak kullanılmaktadır. Böyle bir kullanımın bir karıştırmanın sonucu
olduğu, ırk gruplarının kalıtımsal bağlara, etnik grupların ise sosyal ve kültürel bağlara işaret
ettiği belirtilmektedir (Harlak, 2000:34).
Ayrımcılık günlük yaşantımızda maalesef sık rastladığımız olgudur. Cinsiyetinden,
yaşından, etnik kökeninden dolayı işe alınmama, fiziksel özründen ötürü eğitimden daha az
faydalanma ya da arkadaş çevresinde hor görülme, yakınlık kurulmak istenmeme cinsel
tercihinden dolayı toplum dışına atılma gibi örnekler ayrımcılığın toplumsal düzlemde
somutlaşmış halidir. Burada ayrımcılığın çeşitleri ele alınacaktır. Ele alınacak ayrımcılık
çeşitleri sırasıyla cinsiyet ayrımcılığı, ırk ve etnik ayrımcılık, dinsel ayrımcılık ve fiziksel
görünüm ayrımcılığıdır.
Cinsiyete dayalı ayrımcılık, toplumun hemen her kesiminde yer alan kişi ve kurumların
yanında anne-babaların, yakın akraba ve komşuların kız çocuklarına küçük yaşlardan itibaren
erkek çocuklara olduğundan farklı yaklaşmaları ile başlamaktadır (Acar vd., 1996: 6) Mesela,
kız çocuklarının herhangi bir sebepten dolayı ağlamalarına göz yumulurken, aynı davranışı
gösteren erkek çocuğununki bastırılır, kabul görmez. Oyuncak tercihinde de ayrımcılık göze
çarpmaktadır. Kız çocukların bebeklerle oynamaları teşvik edilirken, erkek çocukların araba,
tüfek, tabanca gibi oyuncaklarla oynamaları uygun görülmektedir.
Cinsiyete dayalı ayrımcılık kadın ve erkeklere uygun görülen rollerde de kendisini
göstermektedir. Genelde erkekler evin dışında ve evin geçimini sağlayan, para kazanan; kadın
ise ev işlerini yapan, aileye bakan kişi olarak görülmektedir (Külahçı, 1989: 49). Cinsiyete
dayalı ayrımcılıkta ilk olarak; kadının ev içi çalışması değerlendirme dışı tutulmakta ya da eksik
değerlendirilmektedir. İkincisi, kadın ücretli olarak ev dışında çalışsa bile ev işleri ile ilgili
yükümlülükleri sürmektedir. Üçüncüsü, iş gücü piyasalarına erkek çalışanlardan çok sonra
giren kadın çalışanlar, bu alanda kendileri için tanımlanmış işleri yapmak durumunda
bırakılmışlardır. Böylece “kadın işi”, “erkek işi” ayrımı ortaya çıkmıştır (Acar, Ayata, Varoğlu,
1999: 6). Çalışma yaşamında cinsiyete dayalı ayrımcılığın ortaya çıktığı temel alanlar, sırasıyla:
1) Mesleklere yönlendirme 2) İşe eleman alımı ve 3) Örgütlerdeki tutum, davranış ve
değerlendirmeler başlıkları altında toplanabilir.
Irk ve etnik ayrımcılık çoğu zaman ayrı, bazen de aynı ayrımcılık kategorisinde
değerlendirilmektedir. Böylesi bir karıştırmanın nedeni de ırk ve etnik kavramlarının kişilerce
farklı tanımlanmasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenden ötürü ırk ve etnik ayrımcılığa
geçmeden önce ırk, etnik, azınlık kavramları üzerinde durmak gerekmektedir. Güvenç’e göre
(1999: 62-63), ırk diye bilinen biyolojik olgu, belli genetik özelliklerin belli toplum gruplarında
yoğunlaşması anlamına gelir. Irklar arasında çeşitli özelliklerin dağılımında derece farkı vardır.
Irklar aynı türün (insan türünün) alt gruplarıdır. Görünüş bakımından farklı olan ırklar genetik
bakımından akrabadırlar.
Azınlık grupları ve etnik azınlıklar bazı yazarlarca aynı anlamda (Giddens, 2000:225),
bazılarında ise faklı anlamda (Türkdoğan, 1999:104-108) kullanılmıştır.
Azınlık grupları (ya da
etnik azınlıklar) sosyolojide yaygın olarak kullanılırlar. Sosyolojide, bir azınlık grubun üyeleri,
nüfusun çoğunluğuna göre dezavantajlıdırlar ve bir grup dayanışmasına, birbirlerine ait olma
duygusuna sahiptirler. Önyargı ve ayrımcılıkla deneyimi, ortak bağlılık ve çıkar duygularını
güçlendirmektedir. Azınlık grupları genellikle fiziksel ve toplumsal olarak toplumun
genelinden yalıtılmışlardır. Bunlar belirli semtlerde, ülkede ki belirli kentlerde ya da bölgelerde
yoğunlaşma eğilimi gösterirler. Çoğunluğa dâhil olanlarla, azınlık grubun üyeleri ya da değişik azınlık grupları arasındaki evlilikler oldukça azdır ve azınlıklar içindeki evlilikler kimi zaman,
kendi kültürel kimliklerini canlı tutmak için endogamiyi (grup içindeki evlilik) özendirirler
(Giddens,2000: 225-226). Konu bağlamında Şehnaz Işık’ın (2012) araştırması da örnek olarak
hatırlanabilir. Işık, Cumhuriyet Üniversitesi öğrencileri üzerinde gerçekleştirdiği araştırması ile
Almanlar hakkındaki görüş ve kanaatleri tespit etmiştir. Araştırmanın bulgularına göre
öğrencilerin Almanları ‘akıllı’ ve ‘disiplinli’bulma oranı yüksektir (Işık, 2012: 170-175).
Bu bağlamda Uygun’un yine üniversite öğrencileri ile gerçekleştirdiği araştırma da
örnek olarak dikkate alınabilir. Araştırma, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ile sınırlıdır.
Üniversitenin farklı birimlerinde okuyan 282 öğrenci örneklem olarak seçilmiştir. Gençlerin
Alevî, Kürt, Çingene ve Türk kimlikleri hakkındaki görüşleri, toplumsal sorunların temelinde
yatan nedenler hakkında bilgi vermektedir (Uygun, 2006: 9-14). Farklı uluslara, toplumlara ve
kesimlere ilişkin değerlendirmeler esasen öteki algısıyla ilgilidir. Bugün sosyal bilimlerde
önemli ve öncelikli bir konu haline gelmiş olan öteki kavramı bu çalışma kapsamında
değerlendirilmemiştir.
Ülkemiz bilindiği üzere karmaşık bir toplumsal yapıya sahiptir. Birçok etnik yapıyı
yüzyıllardır bir arada barındırmaktadır. Son yıllarda Türk-Kürt ayrılığı meselesi hakkında
hâlihazırda dondurulmuş bir süreç yaşansa da bu konuda birçok kişi farklı yaklaşımlarda
bulunmaktadır. “Güney Doğu Anadolu’nun Sorunları Nelerdir: bir Alan Çalışması” başlıklı
makalesinde Ayhan Mutlu (Türkdoğan, 1999: 81-91) bu bölge insanının gerçek meselesinin
ekonomik nitelikli olduğunu ve uzun yıllar “Devlet İhmali” nedeniyle bu bölge insanının
hâlihazırda devletten yatırım yapmasını beklediğini ortaya koymuştur. Ona göre bu bölgemizin
sorunu kimlik sorunu (Türk-Kürt) değil, açlık ve işsizlik sorunudur. Etnik gruplara yönelik
özellikle batıda üç noktada ayrıcalık görülür: eğitim, iş alanı ve yerleşimde (Bir zencinin eğitim,
iş alanı ve yerleşimden, bir beyaz gibi faydalanamaması, bu alanlarda onlara kota konulması
gibi). Mutlu’ya göre ülkemizdeki etnik yapılara bu türden hiçbir etnik ayrımcılık yapılmamıştır.
Etnik kültürün (Kürt’ün) göreceği bir meslek, oturacağı bir yer, okuyacağı bir eğitim kurumu
toplum tarafında önceden belirlenmiş değildir.
Tarihte en çok karşılaşılan dinsel hoşgörüsüzlük türü, kişilerin ve toplumların
kendileriyle aynı dinden olmayanlara karşı gösterdiği hoşgörüsüzlük türüdür. Bu
hoşgörüsüzlük türünün tarihsel zemini, genellikle dinlerin doğma ve benimsenme süreçleri
içinde yaşanan olaylarla yakından bağlantılıdır. Yani, bu hoşgörüsüzlük türünün, bir dinin
herhangi bir topluluk tarafından benimsenme süreci içinde, başka dinlerden olanlarla yaşanılan
çatışmalardan ötürü, başka dinler konusunda topluluğun hafızasına, kolektif hafızaya yerleşen
ve kendini sarsılmaz önyargılar şeklinde açığa vuran nefret duygularıyla ilişkisi vardır
(Yürüşen, 1996: 25).
Din üzerinden yapılan ayrımcılık ülkemizde oldukça önemli bir sorundur. Anadolu
topraklarında binlerce yıl farklı dini kimlikler bir arada yaşamıştır. Günümüzde ise devletin bir
dini hukuki metinlerde tanınmasa bile halkın büyük bir çoğunluğunun İslam dinini benimsediği
bilinmektedir. Farklı dini gruplara ayrımsız bir şekilde davranmak ve dini gruplara eşit
muamele etmekle görevli olan, günümüzde kamu otoritesidir.
Türkiye’de dinsel ayrımcılığın çoğu zaman maalesef bizzat devlet tarafından, bazen de
devletin göz yumması ile bazı toplum kesimleri tarafından gerçekleştirildiğini ve bu anlamda
yakın dönem tarihimizin dinsel ayrımcılığın bol bol örnekleriyle karşılaşılabilen bir tarih
kesitini oluşturduğunu görüyoruz. Bu noktada hatırlanabilecek il örneklerden birisi Müslüman
olmayan kesimlere yönelik ayrımcılıktır. Varlık vergisi ve sonrasında yaşananlar ise yakın
dönem tarihimizde bir kara leke olarak durmaktadır. Müslüman olmayan kesimlere yönelik
ayrımcılık ile ilgili olarak 6-7 Eylül olayları da hatırlanması gereken önemli örneklerden
birisidir.
Ayrımcılık denilince ilk akla gelen ırk, din-mezhep ve cinsiyet ayrımcılığıdır.
Engellilere yönelik ayrımcılık ise son dönemlerde literatüre girmiştir. Engelli insanlar görünümlerinin normal insanlardan farklı olmasından dolayı farklı tutumlarla
karşılaşabilmektedirler. İlkokul öğrencilerinin zihinsel engelli yaşıtlarına karşı tutumu adlı
araştırma da Aksütoğlu (1997) bu konuya değinmiştir. Araştırmada, kaynaştırma eğitiminde
bulunan öğrencilerin zihinsel engelli yaşıtlarına karşı tutumlarının, bu eğitimde
bulunmayanlardan daha olumsuz olduğu görülmüştür. Yani, engelli olan ve olmayan
öğrencilerin birlikte eğitim almalarının tutumları olumsuz yönde etkilediği söylenebilmektedir.
Günümüzde kaynaştırma eğitimlerinin önemi vurgulanmaktadır. Fakat bu eğitimlerde
eğiticilerin de tutumu çok önemlidir. Engellilerin maruz kaldığı dışlanma pratikleri hakkında
bir başka çalışma da Altuntaş ve Doğanay (2017)’a aittir. Yapılan bu çalışmada engelli
kadınların, kadın ve engelli olmaktan dolayı çifte baskı ile karşılaştıkları ve bu baskıdan dolayı
çoklu dışlanma süreçleri yaşadıkları tespit edilmiştir.
Bedensel görünüm ve durumla ilgili ayrımcılıklar özellikle çok kültürlü toplumlarda
kıyafet, genellikle, en ateşli ve uzun tartışmalara neden olan kavramlardan biridir. Kültürel
kimliğin kesin ve görünür bir simgesi olan kıyafet bireyler için çok önemlidir; aynı zamanda
aynı sebeple de geniş toplum içinde her türlü korkunun sebebi de olmaktadır (Parekh, 2005:
310). Çünkü kıyafet mensup oldukları grupların bir tür simgesidir de. Bizler genelde
varolduğumuz grubun kültürel kalıplarıyla yaşarız. Bu kültürel kalıplar içinde kıyafet, saç
biçimleri de vardır. Hoşgörüsüzlüğün olduğu bir toplumda çoğunluğun altında azınlıklar
sürdürdükleri bu tür yaşam biçimleriyle zaman zaman ezilmektedirler. Başörtüsü, sakal
uzatmaya getirilen yasaklar bu türden ayrımcılığa girmektedir.
Sonuç ve Tartışma
Önyargı, bu araştırmada da açığa çıktığı gibi insanın bilmediği, tanımadığı kişi, grup,
toplum ya da nesnelere karşı takındığı tutumlardır. Bireyler bilmediklerine karşı her zaman
tedirgin yaklaşır, ona alışması zor olur. Bu yüzden de insanlar tanıdıkları bildikleri ile
yetinmeye çalışır, hayatında farklılık istemez; çünkü her yenilik hayatında bir farklılığı ve uyum
sürecini gerektirir. Oysa insanlar herhangi bir şey hakkında hemen fikir sahibi olmak isterler.
Bu yüzden de çevreden bilgi edinirler. Asıl bilgi kaynağı ile iletişim kurmazlar ve çoğu zaman
yanlış bilgi edinerek önyargıya sahip olurlar.
Bir toplumda çoğunluğun bir grup ya da millet hakkında sahip olduğu genel yargılara
stereotipleme demiştik. Ulaşılan araştırmalardan elde edilen verilere göre de ülkemizde grup ve
toplumlara ilişkin stereotiplemeler olduğunu gördük. Toplumumuzun yaygın adetlerinde
büyüklere saygı olmasına rağmen; TV’de ve çevremizde yaşlı insanların bunak, cahil, pinti vb.
olarak sıkça görüldüğü de bir gerçektir. Zihinsel engellilere karşı olumsuz tutumları ortadan
kaldırmak için yapılan bir eğitim programında da görülmüştür ki; bu eğitim olumsuz tutumu
daha da çok pekiştirmektedir. Sebepleri farklı da olsa, genel olarak engellilere önyargılı
yaklaşılmaktadır.
Toplumda birçok kişi önyargı ve stereotipleme ayrımını bilmemektedir. Açıklandığı
gibi önyargı bizim kişisel ilişkilerimizde daha çok ortaya çıkan bireysel, tek kişi ya da nesne
hakkında ki olumlu-olumsuz tutumumuzdur. Yani Ayşe hakkındaki olumlu- olumsuz
düşüncelerimiz (güzel, akıllı, kısa vb.) önyargı; Ayşe’nin mensup olduğu gruba ilişkin (mesela
Lazlık) düşüncelerimiz stereotiplemedir. Günlük ilişkilerimizde, arkadaş çevremizde mesela
şöyle bir cümleyi sıkça duyabiliriz: Ahmet çok tembel, günü gününe yaşıyor, yarını hiç
düşünmüyor. Çingene değil mi, başka ne beklenir!” ya da Ayşe komşu; iyi, hoş ama çok pis,
geleli kaç sene oldu, Arap özelliğini hala yitirmemiş! gibi. Görüldüğü gibi kişi bazında ki
değerlendirmeler aslında onların bağlı oldukları gruplara ilişkin stereotiplemelere göndermede
bulunabilmektedir.
Önyargı, aslında kelime olarak ta olumsuz anlam taşımaktadır. Bu yüzden de kişiler ben
önyargılı değilimdir derler. Oysa her insanın diğer insanlar, gruplar, toplumlar ya da nesneler hakkında birtakım değerlendirmeleri vardır, olmak zorundadır da. Çünkü biz insanlar
dünyadaki her şeyle (konu olanla) birebir, iletişim kurarak onun hakkında bilgi edinemeyiz. Bu
nedenle bazı şeyler hakkında sadece bir fikrimiz ve değerlendirmemiz olacaktır. Ancak burada
değerlendirmemizin dozu önemlidir. Her şeyin aşırısı zarar gibi bir deyimden yola çıkarak,
düşünce ve tutumlarımızın olumsuz ve aşırısı zarar getirebilir; ayrımcılığa neden olabilir.
Ayrımcılık araştırmada açıklandığı gibi; olumsuz önyargının davranışa dönüşmesidir.
Bu bulgular sonucunca önyargının ve ayrımcılığın daha çok etnik kökene, yaşlı insanlara,
engelli bireylere ve cinsiyetçiliğe dayalı olarak yapıldığı söylenebilir. Bu nedenle, özellikle
dezavantajlı grupların önyargı ve ayrımcılığa maruz kaldığı göz önünde bulundurulmalı ve
ayrımcılığa karşı pozitif ayrımcılık gibi politikalarla karşılık verilmelidir.
İnsan ve Sosyal Bilimler Dergisi
0 Yorumlar