Kimi kültürler diğerlerinden daha mı iyi?
Küreselleşme gezegenimizdeki kültürel rkları büyük ölçüde azaltmış olsa da yabancılarla karşılaşmayı ve onların değişik huylarından rahatsızlık duymayı da o ölçüde kolaylaştırdı. Anglosakson İngiltere'yle Hindistan'ın Pala İmparatorluğu arasındaki fark, çağdaş Birleşik Krallık'la çağdaş Hindistan arasındaki farktan fersah fersah fazlaydı ancak Kral Büyük Alfred dönemin de Londra'dan Delhi'ye direk uçuş sağlayan bir British Airways yoktu.
İş, güvenlik ve daha iyi bir gelecek arayışıyla gittikçe daha çok insan gittikçe daha çok sınırı geçmeye başlayınca, yabancılarla karşı karşıya kalma, asimile etme ve dışlama gibi gereklilikler daha katı dönemlerde şekillenmiş siyasi sistemler ve ortak kimliklerde gerginliğe yol açtı. Bu sorun en keskin şekilde Avrupa'da cereyan ediyor. Avrupa Birliği Fransız, Alman, İspanyol ve Yunanlar arasındaki kültürel farkların ötesine geçme umuduyla kurulmuştu. Aynı birlik Avrupalılarla Afrika ve Ortadoğu'dan gelen göçmenler arasındaki farklılıkları barındıramadığı için dağılabilir. İşin ilginç tarafı, bu kadar göçmeni Avrupa'ya çeken de bizzat Avrupa'nın zengin bir çokkültürlü sistem yaratmadaki başarısıydı. Suriyelilerin Suudi Arabistan, İran, Rusya ya da Japonya yerine Almanya'ya göç etmeyi tercih etme nedeni Almanya'nın diğer olası istikametlerden daha yakın ya da daha zengin olması değil göçmenleri karşılama ve içine alma konularında daha iyi bir sicile sahip olmasıdır.
Yükselen mülteci ve göçmen dalgası Avrupalılar arasında farklı tepkilere yol açıp Avrupa'nın kimliği ve geleceği hakkında tatsız tartışmaları tetikliyor. Bazı Avrupalılar Avrupa'nın kapılarını sıkıca kapamasını talep ediyor: Bu insanlar Avrupa'nın çokkültürlü ve toleranslı ideallerine ihanet mi edi yorlar yoksa sadece bir felaketi önlemek adına akıllıca önlemler mi almaya çalışıyorlar? Bazıları da kapıların daha da açılmasını savunuyor: Bu insanlar Avrupa'nın temel değerlerine sadıklar mı yoksa Avrupa'nın sırtına gerçekleşmesi imkansız beklentiler yükledikleri için suçlular mı? Göçle ilgili bu tartışma genellikle kimsenin birbirini dinlemediği bir ağız dalaşına dönüşüyor. Konuya açıklık getirmek için göç meselesini üç temel durum ya da koşul doğrultusunda ele almak fayda sağlayabilir:
1. Koşul: Ev sahibi ülke göçmenleri kabul eder.
2. Koşul: Karşılığında göçmenler geldikleri ülkenin en azından temel normlarını ve değerlerini kabul etmek durumundadırlar; bu durum kendi geleneksel norm ve değerlerinden bazılarını bırakmalarını gerektirse de.
3.Koşul: Göçmenler yeterli ölçüde asimile olurlarsa zaman içinde geldikleri ülkenin eşit ve asli üyeleri sayılırlar. "Onlar" sıfatından kurtulup "biz" haline gelirler.
Bu koşullar, her bir koşulun ne ifade ettiğine dair üç ayrı tartışma doğuru yor. Dördüncü bir tartışma da bu koşulların sağlanması hakkında. İnsanlar göç hakkında tartışırken bu dört ayrı tartışma birbirine girdiği için kimse ne üzerine tartışıldığını anlayamıyor. O yüzden her birini tek tek ele almak en doğrusu.
1. Tartışma:
Göç meselesinin ilk maddesi sadece ev sahibi ülkenin göçmenleri kabul ettiğini ifade ediyor. Peki bu bir görev gibi mi, yoksa lütuf gibi mi anlaşılacak? Ev sahibi ülke gelen herkese kapılarını açmak zorunda mı, yoksa istediğini seçme veya göç alımını toptan durdurma hakkı var mı? Göç taraftarları, ülkelerinin ahlaken sadece mültecilerin değil yoksulluk çeken ülkelerden iş ve daha iyi bir gelecek arayışıyla gelenlerin de kabul edilmesiyle yükümlü olduğunu düşünüyor gibi. Bilhassa böyle küresel bir dünyada tüm insanların tüm diğer insanlara karşı ahlaki yükümlülükleri vardır ve bu yükümlüklerden kaçanlar bencil hatta ırkçıdır.
Ayrıca çoğu göçmenlik taraftarı göçü tamamen engellemenin imkansız olduğunu ve ne kadar duvar ve çit çekersek çekelim çaresiz insanların içeri sızmanın bir yolunu bulacağını vurguluyor. Bu yüzden insan ticareti, yasadışı işçiler ve resmi belgesi bulunmayan çocuklardan oluşan büyük bir yeraltı dünyası yaratmaktansa göçü yasallaştırmak ve konuyla resmen ilgi lenmek daha iyi.
Göç karşıtları buna cevap olarak yeterli güç kullanırsanız göçü tamamen engelleyebileceğinizi ve belki vahşi infazlardan kaçan mülteci durumları dışında kimseye kapınızı açmak zorunda olmadığınızı söyleyerek karşılık veriyor. Türkiye'nin sınırı geçmek isteyen Suriyeli mültecilere izin vermek gibi ahlaki bir zorunluluğu olabilir. Fakat bu mülteciler daha sonra İsveç'e geçmeye çalışırsa İsveç bunu kabul etmeye mecbur değil. İş ve refah arayan göçmenlere gelince, alınıp alınmamak ya da hangi koşullarda alınacakları tamamen ev sahibi ülkenin bileceği bir şey.
Göçmenlik karşıtları her insan topluluğunun en temel haklarından birinin kendini her tür (ister ordu ister göç yoluyla) işgalden korumak olduğunu vurguluyor. İsveçliler varsıl bir liberal demokrasi kurabilmek için çok çalışıp türlü fedakarlıklarda bulundular ve Suriyeliler aynısını başaramadıysa bunun suçlusu İsveçliler değil. İsveçli seçmenler herhangi bir sebeple daha fazla Suriyeli göçmen istemezse, göçmenleri geri çevirme hakları var. Ve bazı göçmenleri kabul ederlerse, bunu zorunluluktan değil lütfettikleri için yaptıkları kesinlikle bilinmeli. Yani İsveç'e girmesine izin verilen göçmenler, kendi memleketlerindeymiş gibi bir dizi taleple geleceklerine, sağlanan imkanlara son derece minnettar olmalılar.
Dahası göçmenlik karşıtları, bir ülke istediği göçmenlik politikasını uygulayabilir ve isterse sadece sicil ya da mesleki becerileri değil din gibi konuları da inceleme altına alabilir diyorlar. İsrail gibi bir ülke sadece Yahudileri kabul ederse, Polonya gibi bir ülke Ortadoğu'dan gelenleri sadece Hıristiyan olmak şartıyla alırsa, bu nahoş bir durum olur ama tercih gayet tabii İsrailli ve Polonyalı seçmenlere kalmış.
İşleri karıştıran şu ki, çoğu durumda insanlar ne yardan geçmek istiyor ne serden. Birçok ülke yabancıların enerji, beceri ve ucuz işgücünden faydalanmak için yasadışı göçe göz yumuyor ve hatta geçici süreli yabancı işçi alımına gidiyor. Ancak aynı ülkeler sonrasında göçmen istemediklerini söyleyip bu insanlara yasal bir statü tanımayı reddediyorlar. Uzun vadede bu yaklaşım Katar ve pek çok diğer Körfez ülkesinde olduğu gibi üst sınıfların güçsüz yabancıları istismar ettiği hiyerarşik bir toplum yapısına sebep olabilir.
Bu tartışma karara bağlanmadıkça, bunu takip eden tüm soruları cevaplamak son derece güç. Göç taraftarları insanların istekleri doğrultusunda başka bir ülkeye göç etme hakkı ve ev sahibi ülkenin bu insanları kabul etme yükümlülüğü taşıdığını düşündüğünden, göç hakkı ihlal edilince ve ülkeler kabul yükümlülüklerini yerine getirmekten geri durunca manevi öfke nöbetlerine girerek tepki veriyorlar. Bu tür bir bakış açısını göç karşıtlarının aklı almıyor. Onlara göre göçmenlik bir ayrıcalık, kabul de lütuf. Başkalarının ülkelerine girmesine izin vermiyorlar diye insanları ırkçılık ya da faşistlikle suçlamak da neyin nesi?
Göçmenlerin girişine izin vermek bir görev değil de bir lütuf olsa bile göçmenler yerleştikten sonra ev sahibi ülke zaman içinde bu insanlara ve onların çocuklarına karşı bir sürü yükümlülük altına giriyor elbette. O yüzden günümüzde ABD'de görülen Yahudi karşıtlığı, "Büyük büyükanneni 1910'da bu ülkeye alarak lütufta bulunduğumuz için şimdi sana istediğimiz gibi davranırız," diyerek gerekçelendirilemez.
2. Tartışma:
Göç meselesinin ikinci maddesi, kabul edilen göçmenlerin ye rel kültüre asimile olma zorunluluğu bulunduğunu öne sürüyor. Peki bu asimilasyonun sınırı ne olacak? Göçmenler ataerkil bir toplumdan liberal bir topluma gittiklerinde minist olmak zorundalar mı? Son derece dindar bir toplumdan geldikleri halde laik bir dünya görüşü edinmeleri mi gereki yor? Geleneksel kıya tlerini ve yemekle ilgili tabularını değiştirmeleri mi lazım? Göçmenlik karşıtları çıtayı yüksek tutarken göç taraftarları çok daha aşağılara çekiyor.
Göçmen alımını savunanlar, Avrupa'nın zaten inanılmaz çeşitlilikte bir yer olduğunu ve yerel halkın da çeşitli fikir, alışkanlık ve değer barındırdı ğını öne sürüyor. Avrupa'yı canlı ve güçlü kılan şey bu. Göçmenler neden az sayıda Avrupalının gerçekten itimat ettiği hayali bir Avrupalı kimliği ne bağlı kalmaya zorlansın? Çoğu İngiliz vatandaşı kiliseye bile gitmezken İngiltere'ye göç eden Müslümanları Hıristiyanlığı benimsemeye mi zorla yacağız? Pencap'tan gelen göçmenler baharatlı soslarını bırakıp kızarmış patates ve balıkla Yorkshire pudingi yemeye mi başlasın? Avrupa'nın bir takım temel değerleri varsa, bunlar hoşgörü ve özgürlüğe dayalı liberal de ğerlerdir. Bu doğrultuda, Avrupalıların göçmenlere de hoşgörü göstermesi ve başkalarının özgürlüklerine ve haklarına zarar vermemek suretiyle bu insanlara geleneklerini sürdürme özgürlüğü tanıması icap eder.
Göçmen alımına karşı gelenler hoşgörü ve özgürlüğün Avrupa'nın en önemli değerleri olduğunda hemfikir ve çoğu göçmen grubunu, bilhassa da Müslüman ülkelerden gelenleri hoşgörüsüzlükle, kadın, eşcinsel ve Yahudi düşmanlığıyla suçluyorlar. Avrupa tam da hoşgörüye değer verdiği için bu kadar hoşgörüsüz insanı kabul edemez. Hoşgörülü bir toplum küçük bir hoşgörüsüz azınlıkla başa çıkabilir ama bu tür uç görüşlülerin sayısı belli bir eşiği aşarsa tüm toplum yapısı değişir. Avrupa çok fazla Ortadoğulu göçmen alırsa, sonunda Ortadoğu'dan farkı kalmaz.
Diğer göçmen karşıtları daha da ileri gidiyor. Milli bir topluluğu oluş turan şeyin birbirine hoşgörüyle yaklaşan insanlardan çok daha öte bir şey olduğunu öne sürüyorlar. Dolayısıyla göçmenlerin Avrupa'nın hoşgörü esas larına uyması yetmez. İngiliz, Alman ya da İsveç kültürünün kendine has rklı öğelerine de uyum sağlamaları gerek. Yerel kültür bu insanları içine alarak zaten büyük bir risk ve masraf altına giriyor. Bir de kendini ateşe at masına lüzum yok. Bütünlüklü bir asimilasyon talep etmek, nihayetinde tam bir eşitlik sunan kültürün hakkı. Göçmenlerin İngiliz, Alman ve İsveç kültürlerinin birtakım cinslikleriyle sorunu varsa başka yere gitsinler.
Bu tartışmanın iki kilit meselesi, göçmenlerin hoşgörüsüzlüğü ve Avrupa kimliği hakkında ortak kanılar bulunmaması. Göçmenler gerçekten de onulmaz bir hoşgörüsüzlük içindeyse, şimdi göçmen alımını savunan pek çok liberal Avrupalı er ya da geç fikrini değiştirip göçmenlere kıyasıya karşı çıkabilir. Ama çoğu göçmen liberalse ve din, cinsiyet ve siyaset konularında açık görüşlü bir tavır sergilerse göçmen alımına karşı en geçerli savlardan bazıları sarsılmış olur.
Böyle bir durumda bile Avrupa milletlerinin kendilerine has kimlikleri ne ilişkin sorunun ucu açık kalıyor. Hoşgörü evrensel bir değer. Fransa'ya gelen tüm göçmenlerin kabul etmesi gereken Fransa'ya özgü normlar ve de ğerler, Danimarka'ya gelen göçmenlerin kucaklaması gereken Danimarka'ya özgü normlar ve değerler var mı? Avrupalılar bu sorunun cevabı konusunda amansız bir ayrılığa düştükleri müddetçe net bir göçmen politikası gelişti rilmesi zor. Fakat Avrupalılar kim olduklarına karar verirlerse, 500 milyon Avrupalının bir milyon göçmeni sindirmesi de kovması da işten bile değil.
3. Tartışma:
Göç meselesinin üçüncü maddesi, göçmenler gerçekten de asi mile olmak için canı gönülden çaba sarfeder ve özellikle de hoşgörü ilkesini benimserlerse göç ettikleri ülkenin görevi onlara birinci sınıf vatandaş mua melesi yapmaktır diyor. Peki göçmenlerin toplumun gerçek bir parçası haline gelmesi için ne kadar süre geçmesi gerek? Cezayir'den gelen ilk nesil göçmen ler aradan yirmi yıl geçmesine rağmen tamamen Fransız muamelesi görmü yorsa duruma içerlemeliler mi? Peki ya dedeleri, nineleri 197o'lerde Fransa'ya gelmiş üçüncü nesil göçmenler?
Göçmenlik taraftarları hızlı bir kabul sürecinden yana tavır sergilerken göçmenlik karşıtları daha uzun bir geçiş sürecinden yana. Göç taraftarlarına göre üçüncü nesil göçmenler eşit vatandaş kabul edilip bu doğrultuda muamele görmüyorsa, ev sahibi ülke görevini yerine getirmiyor demektir ve bu durum gerginliğe, düşmanlığa hatta şiddete yol açtığında bunun tek suçlusu o ülkenin ayrımcı tavrıdır. Göç karşıtlarına göre böyle abartılı beklentiler sorunun büyük bir kısmını oluşturuyor. Göçmenler sabırlı olmalı. Dedeleriniz buraya sadece kırk yıl önce geldi ve hala yerli halk muamelesi görmüyorsunuz diye sokaklara dökülüyorsanız sınavı geçemediniz demektir.
Bu tartışmanın kökeninde yatan sorun kişisel zaman ölçeğiyle kolektif zaman ölçeği arasındaki rk. İnsan toplulukları açısından bakınca kırk yıl kısa bir zaman. Otuz kırk yıl içinde toplumun yabancı grupları bütünüyle özümsemesini beklemek güç. Roma İmparatorluğu, halilikler, Çin impara torlukları ve ABD gibi daha önce yabancıları bünyesine almış medeniyetle rin böyle bir dönüşümü tamamlaması otuz kırk yıl değil yüzyıllar sürmüş.
Fakat kişisel açıdan bakınca kırk yıl sittinsene gibi gelebilir. Dedesi, ninesi Fransa'ya göçtükten yirmi yıl sonra doğmuş bir genç için Cezayir'den Marsilya'ya yolculuk çok eski bir hikayedir. Kendisi de tüm arkadaşları gibi Fransa'da doğmuştur, Arapça değil Fransızca konuşuyordur ve Cezayir'e adımını bile atmamıştır. Ev diye bildiği tek yer Fransa'dır. Şimdi nasıl oluyor da burası senin evin değil diyor, hiç yaşamamış olduğu bir yere "geri dönmesi" gerektiğini söylüyorlar?
Avustralya'dan getirilmiş bir okaliptüs tohumunun Fransa'da ekilmesine benziyor durum. Ekolojik açıdan okaliptüs ağaçları işgalcidir ve botanikçile rin bu ağaçları Avrupa'nın yerel ağacı sınıfına sokabilmesi için birkaç nesil yetişmesi gerekir. Ama ağaç kendini Fransız sayar. Fransız suyuyla sulan mazsa ölür. Sökmeye çalışırsanız tıpkı yerel meşe ve çamlar gibi onun da Fransa toprağına kök saldığını görürsünüz.
4. Tartışma:
Göç meselesinin doğru tanımı hakkındaki tüm bu anlaşmaz lıkların üzerine esas soru, bu mekanizmanın işleyip işlemediği. İki taraf da yükümlülüklerini yerine getiriyor mu?
Göçmenlerin kabul edilmesini istemeyen taraf, göçmenlerin ikinci koşulu yerine getirmediğini iddia ediyor. Asimile olmak için gerçekten çaba göstermiyorlar ve çoğu hoşgörüsüz ve ayrımcı dünya görüşlerini koruyor. Dolayısıyla geldikleri ülkenin üçüncü koşulu sağlamak (göçmenlere birinci sınıf vatandaş muamelesi yapmak) gibi bir zorunluluğu yok ve birinci koşulu (göçmenleri kabul etmeyi) yeni baştan değerlendirmek için geçerli sebepleri var. Belli bir kültürden gelen insanlar göç koşullarını yerine getirmeye gönülsüz davranmayı mütemadiyen sürdürüyorsa, neden bu gruba dahil daha çok insan kabul edilip daha büyük sorunlara yol açılsın?
Göçmenleri destekleyen taraf bu argümana, esasen ülkelerin üzerine düşeni yapmadığını söyleyerek cevap veriyor. Göçmenlerin büyük bir çoğunluğu asimile olmaya ellerinden geldiğince gayret etse de ev sahibi topluluk bunu zorlaştırıyor ve daha da fenası, başarıyla asimile olmuş göçmenlerin ikinci ve üçüncü nesilleri bile hala ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyor. Tabii her iki tarafın da üzerine düşeni yapmayıp kısır döngü içinde birbirle rinin kuşkularını ve kinlerini kamçılaması da mümkün.
Sözkonusu üç koşulun neye tekabül ettiği açıklığa kavuşturulmadan bu üçüncü tartışma karara bağlanamaz. Özümseme yükümlülük mü lütuf mu, göçmenlerin ne ölçüde asimile olması gerekir ve göçmenlerin geldiği ülke ne kadar sürede kendilerine eşit birer vatandaş gibi davranmalıdır bilmeden tarafların yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğini tartamayız. Başka bir sorun da hesap sormakla ilgili.
Göç meselesini değerlendirirken her iki taraf da uyumluluktan ziyade ihlallere ağırlık veriyor.
Yasalara saygılı bir milyon göçmenin yüz kadarı terörist gruplara katılıp geldiği ülkeye saldırdığında, göçmenlerin anlaşmanın gereklerini yerine getirdiğini mi yoksa ihlal ettiğini mi varsaymalı? Üçüncü nesil bir göçmen binlerce kez rahatça dolaştığı sokakta kırk yılın başı ırkçının teki tarafından sözlü saldırıya uğradığında, yerel halk göçmenleri benimsiyor mu reddediyor mu sayılmalı?
Ancak tüm bu tartışmaların altında kültürden ne anladığımıza dair çok daha temel bir soru yatıyor. Göçmen meselesini tüm kültürlerin özünde eşit olduğu varsayımıyla mı ele alıyoruz? Yoksa kimi kültürlerin diğerlerin den daha üstün olduğunu mu düşünüyoruz? Bir milyon Suriyeli mülteciyi alıp almamayı tartışırken, Almanların kendi kültürlerinin Suriyelilerin kültüründen daha iyi olduğunu düşünmeleri herhangi bir şekilde gerekçe lendirilebilir mi?
lrkçılıktan kültürcülüğe geçiş
Avrupalılar yüz yıl önce kimi ırkların, bilhassa beyaz ırkın, doğası gereği diğer ırklardan üstün olduğuna kesin gözüyle bakıyordu. 1945 sonrası bu tarz görüşler giderek daha çok kınanmaya başlandı. Irkçılık sadece ahlaken rezil değil bilimsel açıdan da asılsız bulunuyordu. Fen bilimleriyle uğraşanlar, özellikle de genetikçiler Avrupalı, Afrikalı, Çin ve Amerikan yerlileri arasındaki biyolojik rkların göz ardı edilebilir düzeyde olduğuna dair oldukça sağlam kanıtlar ortaya koydu.
Ancak aynı zaman zarfında antropologlar, sosyologlar, tarihçiler, davranış bilimciler hatta beyin üzerine çalışan biliminsanları, insan kültürleri arasındaki bariz farklara dair bol miktarda veri topladı. Nitekim tüm insan kültürleri özünde aynıysa antropolog ve tarihçilere ne diye ihtiyaç duyalım? Ne diye afaki farkları çalışmaya kaynak ayıralım? En azından Güney Pasifik ve Kalahari Çölü'nde düzenlenen pahalı saha çalışmalarını finanse etmeyi bırakıp, Oxford ya da Boston'daki insanları incelemekle yetinmemiz gerekir. Kültürel farklar önemsizse Harvard'daki lisans öğrencileriyle ilgili keşfettiklerimiz Kalahari'nin avcı toplayıcı insanları için de geçerli olacaktır.
İnsanların çoğu, düşünüp taşınınca, cinsel törelerden tutun da siyasi adetlere pek çok alanda, insan kültürleri arasında kaydadeğer rklar bulunduğu sonucuna varır. O zaman bu rkları nasıl ele alacağız? Kültürel izafi yeti savunanlar, rk olmasının hiyerarşi olacağı anlamına gelmeyeceğini ve asla bir kültürü diğerinden üstün tutmamamız gerektiğini ifade ediyorlar. İnsanlar değişik şekillerde düşünüp davranabilirler ama bu çeşitliliği bağ rımıza basıp tüm inanç ve göreneklere eşit değer atfetmeliyiz. Maalesef bu tür açık görüşlü tutumlar hakikat karşısında ayakta kalamıyor. İnsanların çeşitliliği, mesele yeme içme ve şiir sözkonusu olduğunda şahane bir şey ama kimse cadı diye insanların yakılmasını, bebek katlini ya da köleliği, Coca Cola kolonyalizmi ve kapitalizmden korunması gereken büyüleyici insan davranışları sınıfına sokamaz.
Ya da farklı kültürlerin yabancıları, göçmenleri ve mültecileri nasıl karşı ladığını düşünün. Her kültürün başkalarını kabul etme ölçüsü rklı. 21. yüzyılın başında Alman kültürü göçmenleri Suudi Arabistan kültüründen daha sıcak karşılıyor. Bir Müslümanın Almanya'ya göç etmesi Hıristiyan birinin Suudi Arabistan'a göç etmesinden çok daha kolay. Hatta Suriyeli Müslüman bir mültecinin Almanya'ya göç etmesi muhtemelen Suudi Arabistan'a göç etmesinden daha kolay ve 2011'den bu yana Almanya, Suudi Arabistan'dan çok daha zla Suriyeli mülteci kabul etti.1 Aynı şekilde deliller, 21. yüzyılın başında Kali rniya'daki kültürün göçmenlere Japonya'dakinden çok daha sıcak baktığını gösteriyor. Bu doğrultuda yabancılara hoşgörü göstermek ve göçmenleri kucaklamak iyi bir şeydir diye düşünüyorsanız, en azından bu konu dahilinde, Alman kültürünün Suudi Arabistan kültüründen üstün, Kaliforniya kültürünün Japon kültüründen daha iyi olduğunu da düşünmeniz gerekmez mi?
1. "Global Trends: Forced Displacement in 2016", UNHCR, http://www.unhcr. org/5943e8a34.pdf, il Ocak 2018'de erişildi.
Ayrıca iki kültürel norm teoride eşit sayılsa bile, göç gibi uygulamalı bir bağlamda, göç edilen ülkenin kültürünün daha iyi olduğunu düşünmek gerekçelendirilebilir. Bir ülkenin koşullarına uygun düşen norm ve değerler, başka koşullarda o kadar iyi işlemeyebilir. Somut bir örneği mercek altına alalım. Yerleşmiş önyargıların tuzağına düşmemek için iki ülke kurgulayalım. Birinin adı Soğukistan, diğerininki Sıcakya olsun. Bu iki ülkenin pek çok kültürel farkı var. İnsan ilişkileri ve bireylerarası çatışmalar konusun da da tutumları farklı. Soğukistanlılara küçüklüklerinden itibaren okulda, işyerinde ve hatta aile içinde biriyle anlaşmazlığa düştüklerinde bile, en iyisinin duygularını bastırmak olduğu öğütlenmiş. Bağırıp çağırmaktan, öfke emareleri göstermekten ya da diğer insanlara meydan okumaktan kaçınmak gerek; öfkeyle kalkan zararla oturur. En doğrusu insanın duygularıyla başa çıkıp ortamın yatışmasını beklemesi. Bu süre zarfında sözkonusu kişiyle iletişim kurmamalı, karşılaşmak kaçınılmazsa mesafeli ama nazik davranıp hassas konulara hiç girilmemeli.
Sıcakyalılarsa tam tersine çocukluklarından itibaren çatışmaları dışa vurmayı öğrenmiş. Kendinizi bir anlaşmazlığın ortasında bulursanız konuyu havada bırakıp duygularınızı bastırmayın. İlk fırsatta içinizi dökün. Sinirlenmek, bağırıp çağırmak ve tam olarak ne hissettiğinizi karşınızdakine göstermek normaldir. Meseleler ancak böyle, dürüst ve doğrudan davranarak beraberce çözülür. Yıllarca sürebilecek bir anlaşmazlığa yol açmaktansa bir gün bağırıp çağırarak konuyu çözebilirsiniz ve karşılıklı meydan okumak hiçbir zaman hoş olmasa da sonrasında herkes çok daha iyi hisseder.
Bu iki yöntemin de olumlu ve olumsuz tarafları var ve hangisinin daha iyi olduğunu söylemek zor. Peki ya Sıcakyalı biri Soğukistan'a göç eder ve bir Soğukistan şirketinde çalışmaya başlarsa?
Sıcakyalı ne zaman diğer çalışanlarla anlaşmazlığa düşse, dikkatleri soruna yoğunlaştırıp meselenin çabucak hallolmasına yarayacağını düşün düğünden, masaları yumruklayıp avazı çıktığı kadar bağırıyor. Yıllar sonra üst düzey bir pozisyon boşalıyor. Sıcakyalı gerekli tüm vasıflara sahip olsa da patron Soğukistanlı bir çalışanı terfi ediyor. Niye diye sorulduğunda, "Evet, Sıcakyalının pek çok yeteneği var ama insan ilişkileri çok sorunlu. Çabuk sinirleniyor, gereksiz yere gerginlik yaratıyor ve şirket kültürümüzü zedeliyor," diye açıklıyor. Bu değerlendirmeden Soğukistan'a göç eden diğer Sıcakyalılar da payına düşeni alıyor. Çoğu ancak düşük mevkilerde çalışa biliyor ya da iş bile bulamıyor çünkü yöneticiler Sıcakyalıların çabuk sinir lenen ve sorun çıkaran insanlar olduğunu varsayıyor. Sıcakyalılar bir türlü üst düzey mevkilere çıkamadıkları için Soğukistan'ın kurumsal kültürünü değiştirmeleri zor.
Aynı şey Sıcakya'ya göç eden Soğukistanlıların da başına geliyor. Sıcakya'da bir şirkette çalışmaya başlayan bir Soğukistanlı kısa sürede burnu büyük ya da soğuk nevale diye nam salıyor ve doğru dürüst arka daş edinemiyor. İnsanlar kendisini samimiyetsiz buluyor ve temel insan ilişkisi becerilerinden yoksun olduğunu düşünüyorlar. Asla üst düzey bir pozisyona gelemiyor ve bu yüzden de şirket kültürünü değiştirme fırsatı yakalayamıyor. Sıcakya müdürleri, çoğu Soğukistanlının samimiyetsiz ya da utangaç olduğu sonucuna varıyor ve müşterilerle iletişim ya da diğer ça lışanlarla yakın işbirliği gerektiren pozisyonlara Soğukistan'dan gelenleri almayı tercih etmiyorlar.
Bu iki durum da düpedüz ırkçılık gibi görünebilir. Ama burada sözko nusu olan ırkçılık değil "kültürcülük"tür. İnsanlar cephenin başka bir alana kaydığını fark etmeden geleneksel ırkçılığa karşı kahramanca savaşmayı sürdürüyor. Geleneksel ırkçılık sönüp gidiyor ama dünya artık "kültürcülük" taslayanlarla dolup taşıyor.
Geleneksel ırkçılık sırtını biyoloji kuramlarına dayamıştı. 1890'larda ya da 1930'larda Birleşik Krallık, Avustralya ve ABD gibi ülkelerde yaşayanlar kalıtsal bir biyolojik unsurun Afrikalı ve Çinli insanları yapı itibarıyla Avrupalılardan daha az zeki, daha az girişken ve daha az ahlaklı yaptığına inanıyorlardı. Sorun kanlarındaydı. Bu tarz görüşler hem siyasi arenada saygı görüyor hem de bilimsel altyapıyla destekleniyordu. Oysa günümüzde pek çok insan ırkçı beyanlarda bulunsa da bu görüşler hiçbir bilimsel altyapıya sahip değil ve öyle bir siyasi saygı da görmüyor; tabii kültürel terimlerle başka bir şekilde ifade edilmedilerse. Siyahlar genlerinin niteliği düşük olduğu için suç işlemeye eğilimlidir deme modası geçti; artık işlevsiz altkültürlerden geldikleri için suç işlemeye meyilliler demek moda.
Örneğin ABD'de kimi parti ve liderler ayrımcı politikaları açıkça destek leyip sık sık Afrika ve Latin kökenli Amerikalılar ve Müslümanlar hakkında atıp tutuyorlar ama DNA'larında bir sorun var demiyorlar. Sıkıntının kaynağı olarak kültürleri gösteriyorlar. Dolayısıyla Başkan Trump Haiti, El Sal vador ve kimi Afrika ülkelerine "bok çukuru" yakıştırması yaparken, belli ki bu yerlerin kültürleriyle ilgili görüşünü beyan ediyor, genetik yapılarına dair bir şey söylemiyordu.2 Trump başka bir seferinde ABD'ye göç eden Meksikalılar hakkında şu şekilde konuşmuştu: "Meksika bize insan gönderdiğinde en iyileri göndermiyor. Bir sürü sorunu olan insanlar gönderiyor ve bu so runlar buraya taşınıyor. Uyuşturucu getiriyorlar. Suç getiriyorlar. Tecavüzcü bunlar. Sanıyorum bir kısmı da iyi insandır." Bu çok yakışıksız bir iddia ama biyolojik açıdan değil sosyolojik açıdan yakışıksız. Trump Meksikalı kanı iyilikten nasibini almamıştır demiyor; iyi Meksikalılar Rio Grande'nin güneyinde kalıyor diyor sadece.3
2. Lauren Gambini, "Trump Pans Immigration Proposal as Bringing People from 'Shithole Countries"', Guardian, 12 Ocak 2018, https://www.theguardian.com/ us-news/2018/jan/ıı/trump-pans-immigration-proposal-as-bringing-people from-shithole-countries, il Şubat 2018'de erişildi.
3. Tal Kopan, "What Donald Trump Has Said about Mexico and Vice Versa", CNN, 31 Ağustos 2016, https://edition.cnn.com/2016/08/31/politics/donald trump-mexico-statements/index.html, 28 Şubat 2018'de erişildi.
Tartışmanın odağında yine de insan bedeni; Latin Amerikalı bedeni, Afrikalı bedeni, Çinli bedeni var. Ten rengi pek bir mühim. Derinizde fazlaca melanin pigmentiyle New York sokaklarında dolanıyorsanız, nereye gidiyor olursanız olun, polis size şüpheyle yaklaşır. Ama hem Başkan Trump hem de Başkan Obama gibiler ten renginin önemini kültürel ve tarihsel bağlam da ifade eder. Polisin ten renginize şüpheyle yaklaşmasının altında yatan gerekçe biyolojik değil tarihseldir. Tahminen Obama ve benzerleri, polisin önyargısının kölelik gibi olumsuz tarihsel hatalardan kaynaklandığını açık layacaktır. Trump ve benzerleriyse siyahların suç işlemesini, beyaz liberal ler ve siyah toplulukların yaptığı tarihsel hataların olumsuz mirası olarak görecektir. Her iki koşulda da Delhi'den gelmiş Amerikan tarihinden bihaber bir turist bile olsanız bu tarihin yol açtığı sonuçların vebalini çekmek zorunda kalırsınız.
Biyolojiden kültüre geçiş, anlamsız bir teknik dil değişikliği değil. Uygulamaya etki eden kimi iyi kimi kötü sonuçlar doğuran kapsamlı bir geçiş. Öncelikle, kültür biyolojiden daha kolay şekillendirilebilir. Bu bir yandan günümüzde kültürcülük yapanların geleneksel ırkçılardan daha hoşgörülü olabileceği anlamına geliyor; "ötekiler" kültürümüzü benimserse onları ken dimizle bir tutarız diye düşünebilirler. Öte yandan, bunun sonucunda "ötekiler" asimile olmaya çok daha zla zorlanabilir ve başarı gösteremezlerse çok daha sert eleştirilere maruz kalabilirler.
Koyu tenli bir insanı ten rengini açmıyor diye suçlayamazsınız ama insanlar Afrikalıları ya da Müslümanları Batı kültürünün norm ve değerlerini benimsemiyorlar diye suçlayabilirler ve suçluyorlar da. Böyle suçlamaların ille de geçerli bir sebebi olması gerekir anlamına gelmez bu. Çoğu durumda hakim kültürü benimsemek için pek fazla sebep yoktur ve çoğu başka durumda da gerçekleşmesi neredeyse imkansız bir hedeftir bu. Yoksulluğun kol gezdiği varoşlardan gelen Afrika kökenli Amerikalılar, hegemonyacı Amerikan kültürüne uyum sağlayabilmek için ne kadar gayretet seler de öncelikle kurumsal ayrımcılığa maruz kalabilir, sonra da yeterince çaba sarfetmemekle suçlanarak çektikleri sıkıntının tek suçlusu kendileriymiş konumuna düşürülebilirler.
Biyolojiden bahsetmekle kültürden bahsetmek arasındaki kilit farklar dan biri de Soğukistan'la Sıcakya örneğinde olduğu gibi geleneksel ırkçı bağnazlığının aksine kültürcülük savlarının ara sıra akla yatkın gelebilmesidir. Sıcakyalılarla Soğukistanlıların gerçekten de insan ilişkilerinin farklı tarzlarda kendini gösterdiği farklı kültürleri var. İnsan ilişkilerinin pek çok iş dalında önem taşıdığını düşünürsek, Sıcakyalı bir şirketin Soğukistanlıları kendi kültürel mirasları doğrultusunda davrandıkları için cezalandırması ahlaken yanlış mıdır?
Antropologlar, sosyologlar ve tarihçiler bu konuda ciddi kaygılar taşıyorlar. Bir yandan tüm bu söylem tehlikeli ölçüde ırkçılığa yakın duruyor. Öte yandan kültürcülüğün ırkçılığa kıyasla çok daha sağlam bir bilimsel altyapısı var ve özellikle beşeri bilimler ve sosyal bilimler alanlarında çalışanlar kültürel rkların varlığını ve önemini reddedemezler.
Elbette bazı kültürcü savları kabul etsek de hepsini kabul etmek zorun da değiliz. Çoğu kültürcü sav üç ortak kusurdan mustariptir. Birincisi, kül türcüler genellikle yerel üstünlüğü nesnel üstünlükle karıştırırlar. Dolayısıyla Sıcakya yerelinde çatışmaları Sıcakya usulü karara bağlama yöntemi, Soğukistan yönteminden pekala üstün olabilir. Bu durumda Sıcakya'da aliyet gösteren Sıcakya şirketi, Soğukistanlı göçmenlerin orantısız biçimde cezalandırılmasına yol açacak şekilde, içe kapanık çalışanlara ayrımcılık yapmakta haklı sebeplere sahiptir. Fakat bu Sıcakya yönteminin nesnel üstünlüğe sahip olduğu anlamına gelmez. Sıcakyalılar Soğukyalılardan bazı şeyler öğrenebilir ve durum değişirse, örneğin Sıcakyalı şirket küreselleşip rklı ülkelerde şube açarsa, çeşitlilik birdenbire kıymete binebilir.
İkincisi, net bir ölçüt, zaman ve yer tanımladığınızda kültürcü savlar ampirik açıdan doğru olabilir. Ama insanlar beklenmedik bir sıklıkla çok fazla genel kültürcü iddialarda bulunurlar ve bunlar da hiçbir şey ifade etmez. Dolayısıyla, "Soğukistan kültürü Sıcakya kültürüne oranla ulu orta öfke patlamalarına karşı daha az hoşgörülüdür," demek mantıklı bir iddia olabilirken, "Müslüman kültürü aşırı hoşgörüsüz," demek hiç de mantıklı değildir. İkinci iddia oldukça muğlaktır. "Hoşgörüsüz" derken neyi kaste diyoruz. Kime ya da neye karşı? Bir kültür, dini azınlıklara ve sıradışı siyasi görüşlere karşı hoşgörüsüzken obezlere ve yaşlılara karşı son derece hoşgörülü olabilir. Ayrıca "Müslüman kültürü" derken neyi kastediyoruz? 7. yüzyıl Arap Yarımadası'ndan mı bahsediyoruz? 16. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu'ndan mı? 21. yüzyılın başındaki Pakistan'dan mı? Son olarak, ölçütümüz ne? Dini azınlıklara hoşgörüyle bakacaksak ve 16. yüzyılın Osmanlı İmparatorluğu'yla 16. yüzyıl Batı Avrupa'sını kıyaslarsak Müslüman kültürün inanılmaz hoşgörülü olduğu sonucuna varırız. Taliban yönetimindeki Afganistan'la çağdaş Danimarka'yı kıyaslarsak bambaşka bir sonuca varırız.
Ama kültürcü savların en büyük sorunu, istatiksel bir yapıya sahip olmalarına rağmen sık sık bireylere ayrımcılık yapmak için kullanılıyor olmalarıdır. Sıcakya yerlisi biriyle Soğukistanlı bir göçmen Sıcakya'daki bir şirkette açılan aynı pozisyona başvurduğunda yönetici, "Soğukistanlılar soğuk ve çekingendir," diye Sıcakyalıyı işe almayı seçebilir. Bu istatiksel olarak doğru olsa bile belki sözkonusu Soğukistanlı, Sıcakyalı adaydan daha sıcakkanlı ve girişkendir. Kültür önemlidir ama insanlar aynı zamanda genleri ve kişisel geçmişleri doğrultusunda da şekillenir. Bireyler genellikle istatiksel kalıpları yıkarlar. Şirketin donuk insanları değil de girişkenleri tercih etmesi anlaşılır bir şey ama Soğukistanlıları değil de Sıcakyalıları tercih etmesi mantıklı değil.
Ancak tüm bunlar kültürcülüğü tamamen geçersiz kılmak yerine bir takım kültürcü savları yola getiriyor. Bilimsel bir temeli bulunmayan bir önyargıdan ibaret ırkçılığın aksine, kültürcü savlar bazen oldukça doğru görünür. İstatistiklere bakar ve Sıcakyalı şirketlerin yüksek mevkilerde çok az Soğukistanlı istihdam ettiğini görürsek bunun sebebi ırkçı ayrımcılıktan ziyade akıllıca verilmiş bir karar olabilir. Soğukistanlı göçmenler bu duruma içerleyip Sıcakya'nın göçmenlik şartlarını yerine getirmediğini iddia etmeli mi? Sıcakya şirketleri "pozitif ayrımcılık" yaparak Sıcakya'nın asabi iş kültü rünü yatıştırma umuduyla daha çok Soğukistanlıyı yönetici konumuna mı getirmeli? Belki de suç yerel kültüre uyum sağlamayı başaramayan Soğukis tanlılarındır ve Soğukistanlıların çocuklarına Sıcakya norm ve değerleri aşı lamak için daha çok ve daha etkili çaba sarfetmemiz gerekiyordur.
Kurmaca aleminden gerçek dünyaya dönersek, Avrupa'da cereyan eden göç tartışmasının hayırla şer arasındaki, sağı solu belli bir savaş olmanın çok uzağında kaldığını görürüz. Tüm göçmenlik karşıtlarına "faşist" yaftası yapıştırmak da tüm göçmenlik taraftarlarının "kültürel intihara" meyilli olduğu sonucuna varmak da doğru olmaz. Bu yüzden göçmenlik meselesi pazarlık edilemez ahlaki bir buyruk hakkında ödün verilmeden sürdürülen bir mücadele şeklinde yürütülmemeli. Standart demokratik prosedürlerle karara bağlanması gereken iki meşru siyasi duruş arasındaki bir tartışmadır bu.
Şimdilik Avrupa'nın, değerlerini paylaşmayan insanlar tarafından sarsılmadan kapılarını yabancılara açık tutabilmesini sağlayacak bir orta yol bulup bulamayacağı meçhul. Avrupa böyle bir yol bulabilirse belki bu formül küresel ölçekte de uygulanabilir. Fakat Avrupa projesi başarısız olursa bu özgürlük ve hoşgörü gibi liberal değerlere inancın dünyanın kültürel çatışmalarını çözmeye ve insanlığı nükleer savaş, ekolojik çöküş ve teknolojik sıçrama karşısında birleştirmeye yetmediğinin göstergesi olur. Yunanlar ve Almanlar ortak bir kadere rıza gösteremiyor ve 500 milyon varsıl Avrupalı birkaç milyon yoksul mülteciyi bünyesinde barındıramıyorsa, insanlığın küresel medeniyeti sarıp sarmalayan çok daha yoğun çatışmaların altından kalkmakta nasıl bir şansı olabilir ki?
Avrupa ve dünyanın tamamıyla daha iyi bütünleşmek ve sınırlarla zihinleri açık tutmakta yardımcı olabilecek şeylerden biri de terörizm kaynaklı histerinin şiddetini azaltmak. Avrupa'nın özgürlük ve hoşgörü alanlarındaki deneyinin abartılı bir terör korkusu sebebiyle dağılması büyük bir talihsizlik olur. Bu durum teröristlerin amaçlarına ulaşmasını sağlamakla kalmaz, bu bir avuç natiğin eline insanlığın geleceği hakkında çok ama çok büyük bir söz hakkı verir. Terörizm insanlığın marjinal ve zayıf bir kesiminin silahı. Peki nasıl oldu da böylesi bir şey küresel siyasete yön verir hale geldi?
0 Yorumlar