21. Yüzyıl İçin 21 Ders : 8 Din




Tanrı artık milletin hizmetinde


Çağdaş ideolojiler, bilim uzmanları ve ulus-devletler henüz insanlığın gele­ceğine dair geçerli bir görüş geliştiremedi. Böyle bir görüş insanlığın dini ge­leneklerinin derin kuyusundan çekip çıkarılabilir mi? Belki de cevap öteden beri Kitabı Mukaddes, Kuran ya da Vedalar'ın sayfalarında duruyordu.

Laik insanlar bu fikri gülünç ya da vahim bulacaktır


Kutsal metinler or­taçağda bir amaca hizmet etmiş olabilir ama yapay zeka, biyomühendislik, küresel ısınma ve siber savaş çağında bize nasıl yol gösterebilirler ki? Ancak laik insanlar azınlıkta. Milyarlarca insan hala evrim teorisinden çok Kuran'a ve Kitabı Mukaddes'e inanıyor. Hindistan'dan tutun da Türkiye ve ABD'ye pek çok farklı ülkede dini akımlar siyaseti şekillendiriyor. Ve Nijerya'dan Fi­lipinlere pek çok yerde dini husumetler çatışmaları tetikliyor.

O halde Hıristiyanlık, İslam ve Hinduizm gibi dinler ne ölçüde geçerli? Karşılaştığımız büyük sorunları çözmeye yardım edebilirler mi? Geleneksel dinlerin 21. yüzyıldaki rolünü anlayabilmek için sorunları üç farklı türe ayır­ mamız gerekiyor:

1. Teknik sorunlar. Örneğin çorak ülkelerdeki çiftçiler küresel ısın­ manın neden olacağı ciddi kuraklıklarla nasıl başa çıkacak?

2. Siyasi sorunlar. Örneğin öncelikle hükümetler küresel ısınmayı önlemek için ne tür tedbirler almalı?

3. Kimlik sorunları. Örneğin dünyanın öbür ucundaki çiftçilerin dertleri beni bağlar mı? Ben sadece kendi kabilemin veya ülkemin insanlarının dertleriyle ilgilensem olmaz mı?

İlerleyen sayfalarda göreceğimiz gibi geleneksel dinler teknik ve siyasi sorunlar açısından büyük ölçüde kifayetsiz. Buna karşın kimliğe dair sorun­larda oldukça yararlı olabilecekken çoğu durumda potansiyel çözüm teşkil etmekten ziyade sorunun büyük kısmını oluşturuyorlar.

Teknik sorunlar: Hıristiyan tarımcılık


Modern zamanlardan önce dinler, tarım gibi dünyevi konulara dair çeşitli sorunları çözmekten sorumluydu. Ne zaman ekilip ne zaman biçileceği ilahi takvimlere göre belirleniyor, yağış miktarını artırmak ve haşerattan korun­mak için ayinler düzenleniyordu. Kuraklıkya da çekirge istilası gibi nedenler­le tarımda kriz yaşandığında tanrıya yalvarsınlar diye din adamlarına baş­vuruluyordu. Tıp da dinin alanına giriyordu. Hemen her peygamber, guru ve şaman şifacılık rolü de üstlenmişti. Dolayısıyla Hz. İsa vaktinin çoğunu hastaları iyileştirmeye, körlerin gözünü açmaya, dilsizleri konuşturmaya ve delileri insaf getirmeye harcıyordu. Eski Mısır'da ya da ortaçağ Avrupa'sın­ da yaşıyorsanız hastalandığınızda büyük ihtimalle doktora değil büyücüye görünüp hastaneye gitmek yerine bilindik bir tapınağı ziyaret ederdiniz.

Son dönemlerde şamanların ve mucize yaratan peygamberlerin yerini biyologlar ve cerrahlar aldı. Şimdi Mısır'da çekirge istilası yaşansa, Mısırlı­lar yine Allah'tan yardım isteyebilir (Neden olmasın?) ama daha güçlü zirai ilaçlar ve böceklere dayanıklı buğday ırkları geliştirmeleri için kimyagerlere, böcek bilimcilere ve genetikçilere başvurmayı da ihmal etmezler. Dindar bir Hindu'nun çocuğu ağır bir kızamığa yakalansa, baba Dhanvantari'ye dualar edip yerel tapınağa çiçekler ve şekerler bırakır ama çocuğunu en yakın has­taneye götürüp doktorların eline teslim ettikten sonra. Şifacıların son kalesi akıl hastalığı bile bütünüyle biliminsanlarının eline geçiyor; üfürükçülüğün yerini nöroloji, cin çıkarmanın yerini Prozac alıyor.

Bilimin zaferi öylesine kapsamlı ki din algımız bile değişti. Dinle tarım ve tıp arasında bir alaka kurmuyoruz. Pek çok yobaz bile toplu bellek yi­timinden mustarip; geleneksel dinlerin bu alanlarda bir hükmü olduğunu unutmayı yeğliyorlar. "Mühendis ve doktorlara başvuruyorsak bundan ne çıkar?" diyor yobazlar. "Bu hiçbir şey ifade etmez. Dinin tarım ve tıpla ne ilgisi var ki?"

Geleneksel dinlerin pek çok kalesi düştü çünkü açıkçası tarım ya da sağ­lık hizmeti alanlarında hiç de iyi değillerdi. Hacı hocaların esas meselesi, en başından beri, ne yağmur yağdırmak ne şifa vermek ne kehanet ne de büyüy­dü. Ezelden beri yaptıkları tek şey yorumlamak. İmam dediğimiz, yağmur duası etmeyi ve kuraklığı sona erdirmeyi bilen kişi değildir. İmam yağmur duasının niye işe yaramadığını ve dualarımızı duymuyor gibi görünse de ne­ den Allah'a inanmayı sürdürmemiz gerektiğini açıklayabilen kişidir.

Fakat dini liderleri, bilim insanlarıyla karşı karşıya kaldıklarında deza­vantajlı konuma düşüren de bu yorumlama yeteneğinin ta kendisidir. İşin kolayına kaçmayı ve delilleri saptırmayı bilim insanları da biliyor ama niha­ yetinde bilimin alametifarikası hataları kabul edip farklı yollar deneyebil­mek. Bu sebeple biliminsanları zamanla daha iyi ekinler ve ilaçlar üretmeyi öğrenirken, rahipler ve gurular sadece daha iyi bahaneler uydurmayı öğreni­ yorlar. Yüzyıllar içinde gerçekten inançlı insanlar bile aradaki farkın ayırdı­na vardı. Bu yüzden de dini otorite teknik alanlardaki hakimiyetini giderek daha çok kaybediyor. Ve yine bu yüzden tüm dünya giderek daha çok tek bir medeniyet haline geliyor. Bir şey gerçekten işliyorsa herkes onu benimser.

Siyasi sorunlar: Müslüman ekonomisi


Bilim kızamık tedavisi gibi teknik sorulara net cevaplar verebilse de bilim in­sanları siyasete ilişkin sorular hakkında büyük anlaşmazlıklara düşüyor. Neredeyse tüm bilim insanları küresel ısınmanın gerçek olduğu konusunda fikir birliği içinde ama bu tehlike karşısında verilecek en iyi ekonomik tepkinin ne olduğuna dair ortak bir kanı yok. Geleneksel dinlerin bu meseleyi çözmemize yardımcı olabileceği anlamına gelmiyor bu elbette. Eski kutsal metinler çağdaş ekonomiye rehberlik edecek nitelikte değil ve örneğin ka­pitalistler ve sosyalistler arasındaki fay hattı gibi ana kırılma noktaları geleneksel dinler arasındaki ayrımlara denk düşmüyor.

İsrail ve İran gibi ülkelerde haham ve ayetullahların hükümetin ekonomi politikası hakkında doğrudan söz sahibi olduğu ve hatta ABD ve Brezilya gibi çok daha laik ülkelerde bile, dini liderlerin vergiden çevre yasalarına pek çok konuda kamuoyunu etkilediği bir gerçek. Fakat daha yakından baktığımızda geleneksel dinlerin çağdaş bilimsel kuramların gölgesinde kaldığını görebili­riz. Ayetullah Ali Hamaney'in İran ekonomisiyle ilgili mühim bir karar ver­mesi gerektiğinde, cevabı Kuran'da bulması mümkün değil çünkü 7. yüzyılda yaşayan Arapların çağdaş sanayi ekonomileri ve küresel finans piyasasının dertleri ve imkanları hakkında bir fikirleri yoktu. Bu yüzden Hamaney ve yaverlerinin çözüm üretmek için Karl Marx'a, Milton Friedman'a, Friedrich Hayek'e ve çağdaş ekonomi bilimine başvurmaları icap ediyor. Hamaney faiz oranlarını artırmaya, vergileri düşürmeye, devlet tekellerini özelleştirmeye ya da uluslararası gümrük anlaşması imzalamaya karar verdikten sonra dini bilgi ve otoritesini uygun görülen bilimsel cevabı şu veya bu Kuran ayetinin kisvesi altında kamuya Allah'ın emriymiş gibi sunmak için kullanabilir. Ama kisve o kadar da önemli değil. Şii İran, Sünni Suudi Arabistan, Yahudi İsrail, Hindu Hindistan ve Hıristiyan ABD'nin ekonomi politikalarını karşılaştırınca ortaya o kadar da büyük farklar çıkmıyor.

19. ve 20. yüzyıllarda Müslüman, Yahudi, Hindu ve Hıristiyan düşünürler çağdaş materyalizm, ruhsuz kapitalizm ve bürokratik devletlerin aşırılıkları­na sövüp sayıyordu. Kendilerine şans tanınsa, modernitenin tüm marazlarını çözüp kendi öğretilerinin ebedi manevi değerleri doğrultusunda bambaşka bir sosyoekonomik sistem kuracaklarını vadediyorlardı. Pekala kendilerine birçok şans tanındı ve çağdaş ekonomi mabedinde yaptıkları elle tutulur tek değişik­ lik yeni bir boya badanayla çatıya koca bir hilal, haç, Yahudi yıldızı ya da Om işareti çakmak oldu.

Yağmur yağdırma meselesinde olduğu gibi, konu ekonomi olduğunda da dini konu dışı bırakan, din alimlerinin metinleri yorumlamadaki katmerli hü­nerleridir. Hamaney hangi ekonomi politikayı uygulamayı seçerse seçsin onu Kuran'la destekleyebilir. Bu şekilde Kuran gerçek bir bilgi kaynağı olmaktan çıkarılıp safi otorite kaynağına dönüştürülüyor. Zor bir ekonomik açmazla karşılaştığınızda Marx ve Hayek'i didik didik okursunuz ve bu metinler eko­nomi sistemini daha iyi anlamanıza, olayları yeni bir açıdan görmenize ve po­tansiyel çözümler düşünmenize yardım eder. Çözüm yolunu bulduktan sonra Kuran'a bakar ve yeterince yaratıcı bir yorumla Hayek ya da Marx'tan çıkardı­ğınız sonucu gerekçelendirebilecek bir sure ararsınız. Diğer metinlerde buldu­ğunuz çözüm ne olursa olsun, iyi bir Kuran alimiyseniz her koşulda bu çözümü gerekçelendirebilirsiniz.

Aynı şey Hıristiyanlık için de geçerli. Bir Hıristiyan aynı rahatlıkla kapi­talist ya da sosyalist olabilir. İsa'nın söylediği bazı şeyler düpedüz komüniz­ mi çağrıştırsa da Soğuk Savaş döneminde ABD'li kapitalistler İsa'nın dağdaki vaazını istiflerini bozmadan okumayı sürdürmüştü. "Hıristiyan ekonomisi", "Müslüman ekonomisi" ya da "Hindu ekonomisi" diye bir şey yoktur.

Kitabı Mukaddes'te, Kuran'da ya da Vedalar'da ekonomiye dair görüşler var elbette ancak bunlar güncel değil. Mahatma Gandhi, Vedalar'ı yorumla­yarak her biri kendi khaddar kumaşını dokuyan, çok az ihraç ve daha da az ithalatla geçinen, kendi kendine yeten tarım topluluklarının oluşturduğu ba­ğımsız bir Hindistan hayal etmişti. Gandhi en ünlü fotoğraflarından birinde kendi elleriyle yün eğiriyordu ve naçizane el çıkrığını Hint ulusal hareketinin sembolü haline getirmişti.1 Ancak bu kırsal görüş çağdaş ekonomi gerçekleriyle uyuşmadığından, Gandhi'nin milyarlarca rupi banknot üzerine basılı ışık saçan imgesinden başka pek bir şey kalmadı ortada.

1. Bernard S. Cohn, Colonialism and Its rms of Knowledge: The British in India(Princeton: Princeton University Press, 1996), s. 148.

Geleneksel dogmalara kıyasla çağdaş ekonomi kuramları o denli isabetli ki, dinle alakalı görünen çatışmaları ekonomi bağlamında açıklamak yaygın bir yöntemken, tersini yapmak kimsenin aklına gelmiyor. Mesela kimileri Ku­zey İrlanda Katolikleri ve Protestanları arasındaki sorunların büyük ölçüde sınıf çatışmasından kaynaklandığını iddia ediyor. Çeşitli tarihsel tesadüfler sonucu Kuzey İrlanda'nın üst sınıf üyeleri çoğunlukla Protestan, alt tabaka da Katolik'ti. Dolayısıyla ilk bakışta İsa'nın fıtratına teolojik bir karşıtlık gibi görü­nen şey, esasen varsıllar ve yoksullar arasında yaşanan tipik bir mücadeleydi. Oysa 197o'lerin Güney Amerika'sında komünist gerillalarla kapitalist toprak sahipleri arasında yaşanan çatışmanın aslında alttan alta Hıristiyan teolojisine dair derin bir anlaşmazlıktan kaynaklandığını öne süren çıkmaz.

O zaman 21. yüzyılın büyük sorularıyla yüzleşirken din ne işe yarayacak? 


Örneğin yapay zekaya insanların hayatlarıyla; hangi okula gideceğinizle, ne­rede çalışacağınızla, kiminle evleneceğinizle ilgili kararlar alma yetkisi verip vermeme sorusunu düşünelim. Müslümanların bu soru karşısındaki tutumu ne olur? Peki ya Yahudilerin? Bu noktada "Müslüman" ya da "Yahudi" tutumu diye bir şey sözkonusu değildir. Büyük ihtimalle insanlık yapay zekaya önemli yetkiler verme taraftarlarıyla buna karşı çıkanlar olarak iki ana cepheye ayrı­lacaktır. Her iki cephede de hem Müslümanlar hem de Yahudiler bulunabilir ve Kuran'la Talmud 'u, hangi tarafı benimsedilerse onu gerekçelendirecek doğ­rultuda, yaratıcı şekillerde yorumlayabilirler.

Tabii ki dini gruplar belli konulardaki görüşlerinde daha katı tutumlar takınıp bunları kutsal, ezeli ve ebedi dogmalarmış kılıfına büründürebilirler. 1970'lerde Latin Amerika'daki teologlar Özgürlük Teolojisi diye bir yaklaşım üretip Che Guevara'nın bir nevi Hz. İsa gibi görülmesine yol açmıştı. Aynı şe­kilde Hz. İsa küresel ısınma tartışmalarına dahil edilerek güncel siyasi tutum­ ları dinin ezeli ilkeleriymiş gibi gösterebilir.

Şimdiden olmaya başlamış bir şey bu. Çevre yasalarına karşıtlık kimi Ame­ rikan Evanjelist papazların ateşli vaazlarına dahil ediliyor. Öte yandan Papa Francis küresel ısınmayla mücadelede Hz. İsa adına ("Laudato si" başlıklı ikin­ ci genelgesinde görüldüğü üzere) başı çekiyor.2 2070'e gelindiğinde çevre soru­nu meselesinde Evanjelist ya da Katolik olmanız belki de büyük fark yaratacak bu yüzden. Evanjelistler karbon salınımına herhangi bir üst sınır getirilmesine karşı çıkarken, Katoliklerin Hz. İsa'nın doğayı korumamız gerektiğini öğütle­ diği inancını taşıyacakları aşikar.

2. "Encyclical Letter Laudato Si' ofthe Holy Father Francis on Care r Our Com­ mon Home", The Holy See, http://w2.vatican.va/content/ ancesco/en/encycli­ cals/documents/papa-francesco_20150524_enciclica-laudato-si.html, 3 Aralık 2017'de erişildi.

Bu fark kullandıkları otomobillerden bile anlaşılacak. Evanjelistler ben­zin içen kocaman arazi araçları kullanırken, dini bütün Katolikler usturup­lu elektrikli araçlarının tamponuna, "Dünya'yı yakan Cehennem'de yanar," çıkartmaları yapıştıracak. Yine de, tavırlarını savunmak için çeşitli İncil ayetleri alıntılasalar da, aralarındaki rkın asıl temsilcisi çağdaş bilim ku­ramları ve siyasi akımlar olacak, İncil değil. Bu açıdan bakıldığında, din gü­ nümüzün büyük siyasi tartışmalarına pek de bir şey katacak gibi durmuyor. Karl Marx'ın da öne sürdüğü gibi, din bir tür kılıftır sadece.

Kimlik sorunları: Kumdaki çizgiler


Yine de Marx dini, güçlü teknolojik ve ekonomik etkenleri gizleyen bir üst­ yapıya indirgeyerek aşırıya kaçmıştı. İslam, Hinduizm ya da Hıristiyanlık çağdaş ekonomik yapı üzerindeki renkli süslemeler olsalar da insanlar bu süslemelerle özdeşleşir ve insanların neyle özdeşleştiği önemli bir tarihsel etkiye sahiptir. İnsanların gücü kitlesel işbirliğine, kitlesel işbirliği de kitle­sel kimlik inşasına bağlıdır ve tüm kitlesel kimlikler, bilimsel gerçekler ya da ekonomik gereksinimler üzerine değil kurmacalar üzerine inşa edilir. 21.yüzyılda insanların Müslümanlarla Yahudiler ya da Ruslarla Polonyalılar diye ayrılması halen dinsel mitlere dayanıyor. Nazilerin ve komünistlerin, insanların kimliğini ırk ve sınıf üzerinden belirleme girişimlerinin tehlikeli birer sözde bilim olduğu ortaya çıktı ve o vakitten beri biliminsanları insan­lar için herhangi bir "doğal" kimlik belirlemekten fazlasıyla imtina ediyor.

Yani 21. yüzyılda dinler yağmur yağdırmıyor, hastalıkları iyileştirmiyor, bomba imal etmiyor olsa da, "biz" kimiz, "onlar" kim, kimi iyileştirip kimi bombalayacağız gibi soruların cevabını belirleme noktasına geldi. 

Daha önce de belirtildiği gibi pratikte Şii İran, Sünni Suudi Arabistan ve Yahudi İsrail arasında şaşırtıcı derecede az fark var. Bunların hepsi bürokratik ulus­ devletleri, aşağı yukarı aynı kapitalist politikaları izliyor, hepsi çocukları ço­cuk felcine karşı aşılıyor ve hepsi bomba yapımı için kimyager ve fizikçilere itimat ediyor. Şii bürokrasisi, Sünni kapitalizmi ya da Yahudi fiziği diye bir şey yok. O halde insanlara emsalsiz olduklarını hissettirmek, onları bir insan güruhuna sadık diğerine düşman belletmek için ne yapacağız?

Din insanlığın akışkan kum zeminine sabit çizgiler çekebilmek için ayin­ler, törenler ve seremonilere başvuruyor. Şiiler, Sünniler ve Ortodoks Yahu­diler farklı kıyafetler kuşanıp farklı dualar ediyor ve farklı yasaklara hürmet ediyor. Bu farklı dini gelenekler çoğunlukla gündelik hayatı güzelliklerle donatıp insanları birbirlerine daha nazik ve yardımsever davranmaya sevk ediyor. Müezzinlerin sesi günde beş vakit pazar yerlerinin, ofislerin ve fab­rikaların gürültüsünü bastırıp Müslümanları dünyevi uğraşların harala gü­relesini bir kenara bırakıp ilahi hakikatle bağlantı kurmaya çağırıyor. Hindu komşuları aynı amaca her gün mantra söyleyerek ve puja'yla erişmeye çalışı­yor. Her hafta Cuma akşamı Yahudi aileler keyif, şükran ve birlikteliği kut­sayan özel bir yemeğe oturuyor. İki gün sonra, pazar sabahı Hıristiyan kilise koroları milyonlarca insanın hayatına umut katıp cemaatin güven ve şefkat bağlarıyla güçlenmesine yardım ediyor.

Bu dinlere ait birtakım geleneklerse dünyayı bir dolu çirkinliğe boğup insanların kaba ve acımasız davranmasına sebep oluyor. Örneğin din kay­naklı kadın düşmanlığı ya da kast ayrımı lehinde sarfedilecek bir söz yok. Ama güzel ya da çirkin tüm bu dini gelenekler birtakım insanları bir araya getirirken komşularından ayrı tutuyor. Dışarıdan bakınca, insanları ayıran dini gelenekler genellikle incir çekirdeğini doldurmaz gibi görünür ve Freud insanların bu tür meseleler hakkındaki saplantılarını "küçük farklılıkların narsisizmi" şeklinde tanımlar.3 Ama hem tarih hem de siyasette küçük fark­lılıklar çok şeyi değiştirir. Dolayısıyla gay ya da lezbiyenseniz İsrail'de mi, İran'da mı yoksa Suudi Arabistan'da mı yaşadığınız gerçek anlamda hayat memat meselesidir. İsrail'de LGBT örgütleri yasalar tarafından korunuyor ve iki kadının evliliğini kutsayacak kimi hahamlar bile var. İran'da gay ve lezbiyenler sistematik işkenceye maruz kalıyor ve hatta kimi zaman infaz ediliyor. Suudi Arabistan'da lezbiyen biri 2018'e kadar araba bile kullanamı­ yordu; bırakın lezbiyen olmayı, sadece kadın olduğu için.

3. İlk olarak Freud tarafından 1930tarihli "Civilization and Its Discontents" adlı yazıda ortaya atılmıştır: Sigmund Freud, Civilization and Its Discontents, çev. Ja­ mes Strachey (New York: W. W. Norton, 1961), s. 61 [Türkçesi: Uygarlığın Huzur­ suzluğu, çev. Haluk Barışcan, (İstanbul: Metis Yayınları, 6 basım, 2018).

Japonya belki de geleneksel dinlerin çağdaş dünyada süregelen güç ve önemine verilecek en iyi örnektir. 1853'te Amerikan donanması Japonya'yı çağdaş dünyaya açılmak durumunda bıraktı. Karşılık olarak Japon hüküme­ ti hızlı ve son derece başarılı bir modernizasyon sürecine girdi. Japonya kısa bir süre içinde bilim, kapitalizm ve Çin'le Rusya'yı yenip Tayvan'la Kore'yi işgal edebilecek ve nihayetinde Pearl Harbor'da Amerikan donanmasını batırıp Uzakdoğu'daki Avrupalı imparatorlukları yok edebilecek seviyede askeri teknolojiyle donatılmış güçlü bir bürokratik devlete dönüştü. Ancak Japonya körü körüne Batı'nın bir kopyası olmaya çalışmamıştı. Kendine has kimliğini korumak ve Japonların bilim, modernite ya da muğlak bir küresel topluluğa değil de Japonya'ya bağlılık duymasını sağlamak konusunda son derece kararlıydı.

Japonya bu doğrultuda, yerel Şinto dinini Japon kimliğinin mihenk taşı belledi. Esasen Japon devleti Şinto dinini yeniden icat etti. Geleneksel Şintoizm her köy ve tapınağın kendi makbul ruhları ve yerel adetlerinin olduğu, çeşitli tanrı, ruh ve hayaletlere animizm çerçevesinde inanılan karman çor­man bir dindi. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Japon devleti Şintoizm'in resmi bir versiyonunu yaratıp insanları çoğu yerel gelenekten caydırdı. Söz konusu "Devlet Şinto'su" Japon seçkinlerin Avrupalı emperya­listlerden öğrendiği oldukça çağdaş millet ve ırk fikirleriyle iç içe geçmişti. Budizm, Konfüçyüsçülük ve feodal samurayların inanç sistemindeki dev­lete sadakati güçlendirebilecek unsurlar da karışıma katıldı. Tüm bunlara ek olarak, Devlet Şinto'sunun en mühim ilkesi doğrudan güneş tanrıçası Amaterasu'nun soyundan geldiği kabul edilen ve yaşayan bir tanrıdan aşağı sayılmayan Japon imparatorunun ilahlaştırılmasıydı.4

4. lan Buruma, Inventing fapan, 1853-1964 (New York: Modern Library, 2003). 

İlk bakışta yeniyle eskinin bu tuhaf karışımı hızlandırılmış modernizas­yon yolunda ilerleyen bir devlet için son derece yersiz bir tercih gibi görünü­ yordu. Yaşayan tanrı? Animizm? Feodal inanç sistemi? Kulağa modern bir sanayileşmiş güçten ziyade Neolitik bir kabile gibi geliyor.

Ama inanılmaz bir şekilde işe yaradı. Japonlar nefes kesen bir hızla modernleşip aynı süreçte devlete fanatik bir bağlılık geliştirdi. Devlet Şin­to'sunun en bilindik başarı sembolü Japonya'nın hassas güdümlü füze üre­ten ve kullanan ilk güç olmasıdır. ABD akıllı bombayı sahaya çıkarmadan onlarca yıl önce ve Nazi Almanya'sı V-2 balistik füzeleri yeni kullanmaya başlarken, Japonya hassas güdümlü füzelerle düzinelerce düşman gemisi batırmıştı. Biz bu füzeleri kamikaze adıyla biliyoruz. Günümüzde hassas güdümlü mühimmat bilgisayarlar tarafından yönlendiriliyor. Kamikaze­ler patlayıcı yüklü sıradan uçaklardı ve geri dönmemeyi göze almış insan pilotlar tarafından yönlendiriliyordu. Bu gönüllülük Devlet Şinto'sunun yarattığı, ölümü göze alarak kendini da etme ruhundan kaynaklanıyor­du. Dolayısıyla kamikazeleri doğuran şey, en son teknoloji ürünüyle en son dini öğretinin bileşimiydi.5

5. Robert Axell, Kamikaze: Japan's Suicide Gods (Londra: Longman, 2002).

Günümüzde pek çok hükümet bilerek ya da bilmeyerek Japon örneğini uyguluyor. Modernitenin evrensel araç ve yapılarını benimserken kendile­rine has millet kimliğini korumak adına geleneksel dinlere başvuruyorlar. Devlet Şinto'sunun rolü daha düşük ya da yüksek dozlarda Rusya'da Orto­doks Hıristiyanlık, Polonya'da Katoliklik, İran'da Şiilik, Suudi Arabistan'da Vahhabilik, İsrail' de Yahudilik tarafından oynanıyor. Bir din ne denli arkaik görünürse görünsün, neredeyse her daim bir nebze yaratıcılık ve yeniden yo­ rumlamayla son teknoloji ürünü cihazlar ve en sofistike çağdaş kurumlarla aynı potada eritilebilir.

Devletler kimi durumlarda kendi kimliklerini desteklemek için yepyeni dinler icat edebilirler. Günümüzde bunun en uç örneği eski Japon kolonisi Kuzey Kore'de görülüyor. Kuzey Kore rejimi vatandaşlarına Juche adında fanatik bir devlet dini aşılıyor. Bu din Marksizm-Leninizm, bazı eski Kore gelenekleri, Kore ırkının eşsiz saflığına dair ırkçı bir inanç ve Kim II-sung'un sülalesinin ilahlaştırılmasından oluşan bir karışım. Kimse Kim ailesinin güneş tanrısından geldiğini iddia etmiyorsa da kendilerine tarihte nere­ deyse hiçbir tanrıya nasip olmamış bir tutkuyla tapılıyor. Belki de Japon İmparatorluğu'nun sonunda nasıl yenik düştüğünü bildiklerinden, Kuzey Kore'nin Juche dini uzunca bir süre nükleer silahları da işin içine katmak­ta, nükleer silah geliştirmeyi büyük fedakarlıklar gerektiren kutsal bir görev saymakta ısrarcıydı.6

6. Charles K. Armstrong, "Familism, Socialism and Political Religion in North Korea", talitarian Movements and Political Religions 6:3 (2005), s. 383-94; Daniel Byman ve Jennifer Lind, "Pyongyang's Survival Strategy: Tools of Authorita­ rian Control in North Korea", International Security 35:1 (20ıo), s. 44-74; Paul French, North Korea: The Paranoid Peninsula, 2. ed. (Londra, New York: Zed Bo­ oks, 2007); Andrei Lankov, The Real North Korea: Life and Politics in the Failed Stalinist Utopia (Ox rd: Ox rd University Press, 2015); Young Whan Kihl, "Staying Power of the Socialist 'Hermit Kingdom'", Hong Nack Kim ve Young Whan Kihl (eds.), North Korea: The Politics of Regime Survival (New York: Rout­ ledge, 2006) içinde, s. 3-36.

Milliyetçiliğin yardakçısı


O halde teknoloji nasıl gelişirse gelişsin dini kimlikler ve ritüellerin yeni tek­ noloji kullanımını etkileyeceğini ve hatta dünyayı birbirine katacak bir gücü elinde tutacağını öngörebiliriz. Son teknoloji ürünü nükleer füzeler pekala ortaçağdan kalma metinler hakkında dogmatik bir tartışmayı karara bağlamak için fırlatılabilir. İnsanlığın gücü kitlesel işbirliğine, kitlesel işbirliği de ortak kurmacalara dayandığı sürece dinler, dinsel gelenek ve görenekler önemini koruyacaktır.

Ne yazık ki bu durum geleneksel dinleri çarenin değil, insanlığın dertle­rinin bir parçası kılıyor. Dinler hala milli kimlikleri temellendirecek ve hatta III. Dünya Savaşı'na sebep verebilecek ölçüde siyasi güç sahibi. Ama küresel sorunları alevlendirmek değil de söndürmek sözkonusu olduğunda sunduk­ları pek bir şey yok gibi görünüyor. Çoğu geleneksel din evrensel değerleri benimseyip kozmik ölçekte geçerlilik iddiasında bulunsa da günümüzde ço­ğunlukla çağdaş milliyetçiliğin yardakçısı rolünde kullanılıyorlar; bu Kuzey Kore'de de, Rusya, İran ya da İsrail'de de böyle. Bu yüzden milli farkları aş­mayı ve nükleer savaş, ekolojik çöküş ve teknolojik sıçrama gibi tehditlere küresel çözümler getirmeyi daha da zorlaştırıyorlar.

Bu nedenle, küresel ısınma ya da nükleer silahlanma konularında Şii imamlar İranlıları, bu meseleleri İran'la sınırlı dar bir çerçevede değerlen­dirmeye, Yahudi hahamlar İsraillileri esas olarak İsrail'in yararını düşün­ meye, Ortodoks rahipler de önce Rusları ve en çok Rusya'nın çıkarlarını göz önüne almaya teşvik ediyorlar. Ne de olsa Tanrı'nın seçilmiş ırkı biziz; bizim milletimizi memnun eden Tanrı'yı da memnun eder. Hiç şüphesiz milliyetçi aşırılıkları reddedip çok daha evrensel bir görüş benimseyen din adamları da var. Ancak maalesef bu tür din adamları pek bir siyasi varlık gösteremiyorlar bugünlerde.

O zaman, aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık bir durumda sıkışıp kalmış bulunuyoruz. 


İnsanlık tek bir medeniyet artık ve nükleer savaş, ekolo­jik çöküş ve teknolojik sıçrama gibi sorunlar sadece küresel düzeyde çözüle­bilir. Öte yandan milliyetçilik ve din, medeniyetimizi rklı ve birbirine düş­man kamplara bölmeyi sürdürüyor. Küresel sorunlarla yerel kimliklerin bu şekilde çarpışması şu günlerde dünyanın en büyük çok kültürlü deneyinin, Avrupa Birliği'nin yakasına yapışan krizde kendini gösteriyor. Evrensel libe­ral değerlere erişme umudu üzerine inşa edilen Avrupa Birliği, entegrasyon ve göç meselelerinin beraberinde getirdiği zorluklar yüzünden dağılmanın eşiğinde ayakta durmaya çalışıyor.












Yorum Gönder

0 Yorumlar