Ethika ve Bir Ahlak Arasındaki Fark Üstüne



Gilles Delezu
Fransız Yazar, Filozof


Spinoza kadar hem değerli bulunup hem de aşağılanıp, nefret edilen başka bir filozof yoktur. Bunun nedenleri arasında Spinozacılığın önemli bir kuramsal tezini hatırlatmalıyız; sonsuz sayıda öznitelikleri olan tek bir töz, Deus Sive Natura, tüm yaratıkların sadece bu tözün özniteliklerinin ya da değişikliklerinin kipleri olması, ahlaklı, aşkın ve yaratıcı bir tanrının varlığını reddeden bu tezin tümtanrıcılık ve tanrıtanımazlık ile nasıl birleştirilmiş olduğunu göstermek de yetmeyecektir. Biz, daha çok, Spinozacılığı bir saldırı nedeni yapan pratik tezlerden yola çıkmalıyız. Bu tezler; “bilinç,”  “değerler,” “kederli tutkular” bir üçlü suçlamayı içerir. Bu yön Nietzsche ile olan üç temel benzerliktir. Spinoza’nın yaşamı süresince; maddecilik, ahlaksızlık ve tanrıtanımazlıkla suçlanmasının nedenleridir. 

1-     Bilincin (düşünce adına) bir değersizleştirilmesi; maddeci Spinoza. 

Spinoza filozoflara yeni bir model sunar; beden. O bedeni bir model olarak kurmayı önerir:’ Biz bedenin neler yapabileceğini bilmiyoruz…’ Bu cehalet bildirisi kışkırtıcıdır. Bizler bilinçten ve derecelerinden, istem ve sonuçlarından, bedeni hareketlendirmenin, beden ve tutkulara egemen olmanın binlerce yolundan söz ederiz, ancak biz henüz bedenin neler yapabileceğini bile bilme- mekteyiz.1 Bu bilgi eksikliğiyle, boş bir konuşma içindeyiz. Nietzsche’nin söylediği gibi bizler bilinç önünde şaşkınızdır, fakat “ asıl şaşırtıcı olan bedendir…” 

Spinoza’nın en önemli kuramsal tezlerinden biri paralelizm adıyla bilinir; Paralelizm zihin ve beden arasında her tür gerçek nedenselliği reddettiği gibi, birinin diğerine üstünlüğüne de izin vermez. Spinoza’nın zihnin bedene üstünlüğünü reddetmesi, bundan daha akıllıca olmayan tam tersi durumu, bedenin zihine üsünlüğünü kurmak için değildir. Paralelizmin pratik önemi, bir girişim olarak bilinç aracılığıyla tutkuları egemenlik altına alan ahlaka dayanan geleneksel ilkenin yenilgisi içinde ortaya çıkar. Bedenle birlikte zihnin de çalıştırılmış olduğu ve beden hareket ettirilmedikçe bilincin de çalışmadığı söylenmekteydi. (Ters ilişki kuralı, krş. Descartes, Ruhun Tutkuları 1. ve 2. Madde) Ethika’ya göre, tam tersine, zihindeki bir hareket bedende de zorunlu bir harekettir, ve bedendeki bir tutku zihinde de zorunlu bir tutku yaratır2. Bu dizilerin birinin diğeri üstünde bir ayrıcalığı yoktur. 

Spinoza, bizi, bedeni bir model olarak anlamaya çağırırken ne demek ister? Bu, bedenin kendisi hakkında sahip olduğumuz bilgiyi aştığını ve benzer şekilde düşüncenin de onun hakkındaki  bilincimizi aştığını gösterme sorunudur. Bilinçte, bilincimizi aşan şeyler bedende bilgilerimizi aşan şeylerden daha az değildir. Böylece, olanağı varsa, bilgimizin verili koşullarından ötede duran bedenin gücüne hakim olmak için ve bilincimizi verili koşullar ötesinde ele geçirmek için çalışmamız bir ve aynı tutumdur. Paralel bir tarzda, güçleri karşılaştırabilmek için, bilinci eleyen zihnin gücünü keşfetmek için bedenin gücünün bir bilgisi elde edilmeye çalışılır. Kısaca, beden modeli, Spinoza’ya göre, erimiyle ilişkili olarak düşüncenin değersizleştirilmesine işaret etmez. Asıl daha önemlisi, düşünceyle ilişkisi içinde bilincin bir değersizleştirilmesine işaret eder: Bilinçsizin, düşüncenin bilinçsizinin keşfi, bedenin bilinmeyeni kadar anlamlıdır. 
     
Bilinç, doğal olarak yanılsamanın yeridir. Bilincin doğası öyledir ki, sonuçları kaydeder, fakat nedenler hakkında hiçbir şey bilmez. Nedenlerin düzeni şununla tanımlanır: uzamdaki her cisim, düşüncedeki her fikir ya da zihin, bu cismin tarzlarını, bu fikrin parçalarını kapsayan belirleyici ilişkilerle kurulur. Bir cisim başka bir cisimle ya da bir fikir başka bir fikirle “karşılaştığında” bu iki bağıntı bazen daha güçlü bir bütünü oluşturmak için birleşir, bazen de biri diğerini parçalarının biraradalığını bozarak parçalar. Karmaşık yasalara göre birbirleriyle birlik içinde birleşen ya da birbirlerini dağıtan canlı parça kümeleri beden ve aynı şekilde zihinle ilgili olarak şaşırtıcı bir şeydir.3 Bundan dolayı nedenlerin düzeni, doğanın tamamının sonsuz duyguları olan birleşme ve dağılma düzenidir. Bizler bilinçli varlıklar olarak bu birleşme ve dağılmaların etkileri dışında hiçbir şeyi kavrayamayız; Bir cisim bizimle karşılaştığında ve onunla birleşme içine girdiğinde mutluluğu, bunun tersine bir cisim ya da fikir bizim bütünlüğümüzü tehdit ettiğinde kederi deneyimleriz. Biz sadece vücudumuza ve zihnimize “neler olduğu”nu bir cismin vücudumuz üstünde olan, bir düşüncenin ise düşüncemiz üstünde olan etkisini anlarız. Bu sadece kendi ilişkileri içindeki zihnimiz ve kendi ilişkileri içindeki diğer beden ve zihinler ya da düşünceler ve kendilerine göre bu ilişkilerin birbirleriyle birleşip dağıldığı koşullardır; verili bilgimiz ve bilincimiz düzeni içinde bunların hiçbirini bilmiyoruz. Kısaca, sayesinde şeyleri tanıdığımız ve kendimizin bilincinde olduğumuz koşullar bize sadece upuygun olmayan fikirler, kendi gerçek nedenlerinden ayrılmış sonuçlar olarak karıştırılmış  ve bozulmuş fikirler vermektedir.4 Bu durum, küçük çocukların neden mutlu ya da ilk insanın neden mükemmel olduğunu düşünmenin olanaklı olduğunu gösterir; nedenler ve doğalardan habersiz, olaylar hakkındaki bilince indirgenmiş, sonuçları yaşamaya mahkûm edilmiş, tamamlanmamışlıkları oranında sıkıntılı ve mutsuz, her şeyin kölesidirler. (Tanrıbilim geleneğinin mükemmel ve mutlu Ademi’ne Spinoza kadar sert karşı çıkan olmamıştır.) 

Bilinç kendi sıkıntısını nasıl hafifletir? Adem kendisini nasıl mutlu ve mükemmel hayal edebilir? Bilinç üçlü yanılsama yoluyla sadece sonuçları anladığı için kendi bilgisizliğini, şeylerin düzenini değiştirerek, sonuçları nedenler olarak anlayarak karşılar (son nedenler yanılsaması): Bilinç bir cismin bedenimiz üstündeki sonuçlarını, kendi edimlerinin son nedeni olarak yorumlayacaktır. Böylece, bilinç, kendini ilk neden olarak kabul edip beden üstünde kendi gücünü uyandıracaktır (özgür kararlar yanılsaması) Bilincin kendisini daha fazla, ne ilk neden ne de sonuçları düzenleyen olarak düşünerek, insanın onur ve cezasıyla ölçülü bir dünya hazırlamak için son nedenler ve özgür kararlarla çalışan, anlayış ve istenç ile donatılmış bir tanrı yaratır (tanrıbilimsel yanılsama)5. Bilincin kendisini aldattığını söylemekte yeterli değildir: Bilinç, onu kuran üç yanılsamadan – son nedenler yanılsaması, özgürlük yanılsaması, ve tanrıbilimsel yanılsama – ayırt edilemez. Bilinç, gözümüz açıkken gördüğümüz rüyadır. “Çocuk özgürce süt istediğine inanır; sinirli çocuk özgürce öç almayı ister. Sarhoş biri ise sonra, ayıldığında, pişman olacağı şeyleri zihninin özgür kararıyla söylediğine inanır.”6 

Bilinç için hâlâ bir nedene sahip olmak zorunludur. Spinoza, zaman zaman isteği “itkinin bilinciyle bir arada olan itki” diye tanımlar. Bunun isteğin sadece kavramsal tanımı olduğunu ve bilincin itkiye hiçbir şey katmadığını belirtir. (“Bir şey için çabalamamız, istem duymamız, istememiz ve de arzulamamız O şey iyi olarak bilindiği için değildir; tam tersine, biz bir şey için çabaladığımız, istem duyduğumuz, istediğimiz ve arzu ettiğimiz için onun iyi olduğu düşünürüz.”)7 Böylece isteğin, gerçek ve itkisel süreçte olduğu gibi bilincin kendisiyle başlatıldığı “nedeni" gösteren tanımını bulmalıyız. İtki her şeyin, cismin uzamda, her zihnin ya da her fikrin düşüncede, kendi varlığını sürdürmek için sarf ettiği çabadan (conatus) başka bir şey değildir. Karşılaştığımız nesnelere göre farklı şekilde davranmamıza neden olan çaba yüzünden itkinin her an nesneden kaynaklanan duygulanımlarla belirlendiği söylemeliyiz.. Bu belirleyici duygulanımlar zorunlu olarak itkinin bilincinin nedenidir.8 Bu duygulanımlar daha çok ya da daha az bir yetkinliğe ulaşmamıza neden olan bir hareketten ayrı değildir (neşe ve keder). Bilinç, karşılaşılan şeylerin bizle birleşime girip girmemesine ya da tam tersine bizi yıkma eğiliminde olup olmamasına göre diğer cisim ve fikirlerle ilişkisi içinde işleyen itkinin, değişim ve belirlenimlerinin bir tanığı olarak, daha büyükten daha küçüğe ya da daha küçükten daha büyüğe, bu geçit hakkında sürekli farkındalık olarak görünür. Doğam ile uyuşan nesne, beni, nesneyi ve kendimi içeren daha üstün bir bütünlüğü oluşturmak için belirler. Benimle uyuşmayan nesne, bütünlüğümü parçalar, ve beni alt kümelere ayırır, en uç aşamada, benim kurucu bağımla uyumlu olmayan ilişkilere girer (ölüm). Bilinç güçsüz bir bütünlükten daha üstün bir bütünlüğe doğru ya da tam tersine doğru uzanan bir geçit ya da bu geçidin farkındalığıdır. Bu tamamen geçişlidir fakat Bütün’ün bir özelliği ya da özel bir bütün değildir. Bu sadece bilgisel bir değere sahiptir ve dahası bu bilgi zorunlu olarak karıştırılmış ve çarpıtılmıştır. Nietzsche şunu yazarken yine kararlı bir Spinozacıdır: “Üstün olan edim bilinçsizdir; bilinç genellikle sadece bir bütün kendini daha üstün bir bütüne bırakmak istediğinde ortaya çıkar. Gerçek bilinçlilik gerçekliği bene dışsal olan bu üstün bütün hakkındaki bilinçliliktir. Bilinç, bizim bir işlevi olacağımız bir varlıkla ilişki içinde doğar ve yine bu varlıkla ilişkiye gireceğimiz araçtır.” 

II. Tüm değerlerin, ve özel olarak da iyi ve kötünün değersizleştirilmesi (“iyi” ve “kötü” adına): Ahlak karşıtı Spinoza. 

“...meyvesini yememelisin”: sıkıntılı ve bilgisiz Adem bu sözcükleri bir yasaklamanın ifadesi olarak anlar. Ancak neden söz etmektedirler? Adem yiyecek olursa zehirleneceği bir meyveye. Bu, kendilerine özgü ilişkileri uzlaşmaz olan iki cisim arasındaki karşılaşmanın bir örneğidir. Meyve, zehir olarak rol oynar; Böylece, kendi özüne uymayacak yeni ilişkilere girmek için Adem’in bedeninin (buna paralel olarak meyve fikri O’nun zihin bölümlerini de belirleyecektir) parçalarını belirleyecektir. Adem, nedenler konusunda bilgisiz olduğundan, Tanrının sadece meyveyi sindirmenin doğal sonuçlarını bildirdiği için kendisine ahlaksal olarak bir şeyi yasakladığını düşünür. Spinoza bu noktada kategorik düşünür: kötülük, keder, ölüm başlıkları altında topladığımız tüm olgular bu türdendir; kötü karşılaşmalar, zehirlemeler, zehirlenmeler, bağımlı dağılmalar9. 

Demek ki, her zaman için doğanın ebedi yasalarına göre, kendilerine özgü düzenlerine göre birleşime giren ilişkiler vardır. İyi ya da Kötü değil, iyi ya da kötü vardır. “İyi ve Kötü’nün ötesinde, en azından, iyi ve kötünün ötesinde anlamına gelmez.”10 İyi, bir cismin kendi ilişkilerini, gücünün tamamı ya da bir parçası ile, bizimki ile doğrudan birleştirmesi ve gücümüzü arttırmasıdır. Örneğin bir besin. Bizim için kötü bir cisim, özümüzle uyuşmaz biçimde parçalarımızla ilişkiye girip birleşiyor olsa da, bu zehirin kanımızı bozmasıyla, bedenimizin ilişkilerini bozar. İyi ve kötü ilk ve nesnel olan, fakat bağıl ve özel, doğamızla uyuşan ya da uyuşmayan bir anlama sahiptir. Sonuç olarak, iyi ve kötü, insanın iki tür, iki kip varoluşunu niteleyen öznel ve kipsel olan ikinci bir anlama sahiptir. Güçlenmek, kendi doğası ile uyuşan şeylerle birleşmek için, kendi ilişkilerini, kendi ilişkileriyle uyuşan ilişkilerle birleştirerek gücünü arttırmak için karşılaştığı şeyleri gücü yettikçe düzenlemeye çalışan birey iyi (özgür, akılcı ya da güçlü) olarak adlandırılır. İyilik bir canlılık güç ve güçler birleşimi sorunudur. Rasgele yaşayan, karşılaştığı şeylerin sonuçlarını yaşamaktan rahatsız olmayan fakat her zaman onunla uyuşmayan ve onun güçsüzlüğünü açığa çıkaran sonuçlardan yakınan ve onları suçlayan birey; kötü ya da köle, aciz, aptal olarak adlandırılır. Yoğun bir şiddet ya da az bir suç ile birinin kendini her zaman için kurtaracağı inancıyla, hangi durumda hangi şeylerle karşılaşacağını bilerek, bir insan nasıl olur da iyiden daha çok kötü karşılaşmalar yaşar? Nasıl olur da bir kimse kendi güçsüzlüğünü ve köleliğini, hastalığını, hazımsızlığını ve zehrini her tarafa yayarak kendini suç, başkalarını ise kin yoluyla parçalamaktan alıkoyabilir? Sonuçta, bu kişi kendisiyle karşılaşamaz bile.11 

Bu şekilde, varoluşun içkin tarzların bir tipolojisi olan Etik, varoluşu herzaman aşkın değerlere yükleyen Ahlak ile yer değiştirir. Ahlak, biryargı dizgesi olan Tanrı yargısıdır. Etik yargı dizgesini yıkar. Değerlerin çatışması (İyi-Kötü), varoluş kiplerinin (iyi-kötü) niteliksel farklılığı ile yer değiştirmiştir. Değerlerin yanılsaması bilincin yanılsamasından ayırt edilemez. Çünkü bilinç beklemekle ve sonuçlarla yetinmekle tüm Doğa’yı yanlış anlar. Böylece ahlakileştirmek için ihtiyaç duyulan tek şey anlama hatasına düşmek olacaktır. Şu açıktır ki bir yasanın bize “-melisin/malısın” şeklinde bir ahlaki değer olarak görülmesi için ihtiyacımız olan şey sadece onu yanlış anlamaktır. Üçün kuralını anlamıyorsak, onu bir görev olarak uygular ve ona tutunuruz. Adem kendi bedeninin meyve ile olan ilişkisinin kuralını anlamaz ve böylece Tanrı’nın sözünü bir yasak olarak yorumlar. Ayrıca ahlaki yasanın karıştırılmış biçimi, doğal yasalarını öyle ayarlamıştır ki filozof doğal yasalardan değil sadece ebedi doğruluklardan sözetmelidir: “ ‘Yasa’ kavramının doğal şeylere uygulanması metaforik, yasanın olağan anlamı ise basitçe bir emir olarak görülür...”12 Nietzsche’nin kimya, panzehir ve zehir bilimi vb. hakkında söylediği gibi; ahlaki bir tat bırakacak olan yasa sözcüğünden kuşkulanılmalıdır. 

Ancak, sadece sonuçları yönünden iki alan ayırt etmek olanaklıdır; doğanın ebedi doğrulukları ve kurumların ahlaki yasaları. Bilinç kavramının kendisine bakacak olursak; ahlak yasası bir emredendir; boyun eğmekten başka bir sonucu ve ereği yoktur. Bu boyun eğmek mutlak anlamda zorunlu ve emirlerle meşrulaştırılmış olabilir, fakat sorun bu değildir. Ahlaki ya da toplumsal olsun yasa hiçbir bilgi sağlamaz. Hiçbir şeyi bilinir hale getirmez. Yasa en kötü haliyle, bilginin oluşumunu engeller (despotun yasası). En iyi durumda ise bilgi için hazırlık yapar ve onu olanaklı hale getirir (İbrahim’in ya da İsa’nın yasası). Bu iki uç nokta arasında, yasa, varoluş tarzlarından dolayı bilgi edinmede yetersiz olanlarda bilginin yerini alır (Musa’nın yasası). Fakat her türlü durumda doğanın bir farkı bilgi ve ahlak arasında, emir ve itaat arasında, bilinen ve bilgi ilişkisi arasında daima açımlanır. Spinoza’ya göre tanrıbilimin trajedisi ve onun zararlılığı, sadece spekülatif değildir; bunlar aynı zamanda tanrıbilimin, içimize, doğaları bakımından farklı bu iki düzen arasına yerleştirdiği, pratik karmaşa yüzündendir. En basit şekilde düşünürsek, bu bilgi akılcı bir tarzda geliştirilse ya da akıl tarafından dönüştürülüp tercüme edilse bile tanrıbilim bilginin temelini Kutsal Kitabın oluşturduğunu düşünür; ahlaki olan, yaratan ve aşkın bir tanrı varsayımları buradan çıkar. Bunun içinde, ilerde göreceğimiz gibi, tüm varlıkbilimini saran bir karışıklık vardır; ‘emir’in  anlaşılacak bir şeyle, itaatin bilginin kendisiyle ve ‘Varlık’ın  bir ‘Hüküm’le karıştırıldığı eskiden beri süren bir hatanın tarihi sözkonusudur. Yasa, her zaman değerlerin çatışmasını (İyi-Kötü) belirleyen aşkın durumdur. Bilgi ise varoluş tarzlarının (iyi-kötü) niteliksel farklılıklarını belirleyen içkin güçtür. 

III. Tüm “kederli tutkuların” (neşe uğruna) bir değersizleştirimi: Tanrıtanımaz Spinoza. 

Eğer Ethika ve Ahlak aynı kuralı farklı bir şekilde yorumlasalardı aralarındaki ayrım sadece kuramsal olacaktı. Ancak durum böyle değildir. Spinoza bu çalışmasında bıkıp usanmadan üç tür kişilik olduğunu bildirir. Keder tutkunu adam; kendi iktidarını kurmak için bu kederli tutkulara ihtiyaç duyan ve onları sömüren adam; ve genel olarak insanın durumundan ve insanın tutkularından dolayı kederlenen adam (bu kişi bu tutkulardan nefret ederken, alay da edebilir. Fakat bu alay aslında kötü bir gülüştür).13 Köle, zalim ve papaz..., ahlaksal üçlü. Epicurus ve Lucretius’dan beri zalim ve köleler arasındaki derin ve köklü bağ bundan daha açık bir şekilde gösterilmemişti: “Zalim bir yönetimin üstünlüğü ve sırrı köleleri aldatmak, onları sindiren korkuyu özel din kılığı altında maskelemekte yatar. Böylece insanlar kölelikleri için sanki güvenceleriymiş gibi cesurca savaşacak, kan ve canlarını despotun boş gururu için utanma değil yüce bir o nur duyarak riske atacaklardır”14Bu durum, keder tutkusu isteğin serbestliğini zihnin karışıklığıyla, hırsı batıl inançlarla ilişkilendiren bir karmaşıklık olduğu için olanaklıdır. “Batıl inançların her türlüsünü en heyecanlı şekilde benimseyenler çok dengesizce dışsal avantajları isteyen birine dönüşmekten kurtulamazlar.” Kederli ruhların memnun olması ve çoğalması için bir despota ihtiyaçları olacağı gibi despot da başarılı olmak için kederli ruhlara ihtiyaç duyar. Her dunumda onları bir arada tutan şey yaşam nefreti, Yaşama karşı beslenen kindir. “Ethika,” kendisi için bütün mutluluklarının bir suç olduğu, yıkılmışlık ve iktidarsızlığı tek tutku yapan kin dolu insanların portresini çizer. “İnsan aklını güçlendirmekten çok nasıl kıracağını bilenler kendilerine ve ötekilere karşı acımasızdırlar. Birçok insanın, zihne duydukları tahammülsüzlük, dine duydukları yanlış bir coşkuyla, insanlar arasında değil daha aşağı hayvanlar arasında yaşamayı tercih etmiş olmalarının nedeni budur. Bu tip insanlar büyüklerinin azarlamasına katlanamayıp orduya sığınan gençlere benzerler. Savaşın olumsuzluklarını ve mutlak bir emredenin disiplinini bir evin rahatlığı ve bir babanın azarlamasına tercih ederler; atalarından öç alırken tüm acıları onlara yaşatmak için serbest bırakırlar.15 

Böylece Spinoza’da bir “yaşam” felsefesi olduğunu görüyoruz ; Bu yaşam felsefesi kesin bir şekilde, bizi yaşamdan ayıran şeylerin,  yaşam karşısındaki aşkın değerlerin, bilinç koşullarına ve yanılsamalarına bağlanmış değerlerin toptan bir reddidir. Yaşam İyi ve Kötü, suç ve değer, günah ve kurtuluş kategorileri ile zehirlenmiştir.16 Yaşamı zehirleyen şey suç olarak kişiye geri dönen nefreti içeren nefrettir. Spinoza kederli tutkuların korkunç yayılımlarını adım adım izler. En başta, kederin kendisini sonra nefret, iğrenme, alay, korku, acı, morsus conscientiae, acıma, içerleme, kıskançlık, aşağılama, pişmanlık, öz-aşağılama, utanç, pişmanlık, öfke, öç, ve vahşet... duygularını inceler.17 Spinoza’nın çözümlemesi nefret ve güven içinde bile bunları kölelerin duyguları yapmaya yetecek keder tohumları bulmaya kadar gider.18 “Erdem yerine ödül verilenler özgür insanlar değil köleler”19 olduğu için, doğru bir devlet, vatandaşlarına ödül umudu ya da mal güvencesi değil özgürlük sevgisi sunar. Spinoza kederli tutkunun iyi bir şey barındırdığını düşünenlerden değildir. Spinoza tüm yaşam olumsuzlamalarını, yaşamı kendi adlarına yerdiğimiz tüm değerleri, Nietzsche’den daha önce yerer. Yaşamıyor, sadece yaşamın bir biçimini sürdürüyoruz. Biz sadece ölümden nasıl korunacağımızı düşünebiliyoruz ve yaşamımızın tümü  bir ölüm tapısı. 

Kederli tutkuların bu eleştirisi, duygulanımlar kuramında güçlü bir biçimde köklenir. Birey, her şeyden önce tekil öz, bir güç derecesidir. Karakteristik bir ilişki bu öze, belirli bir duygulanım yetisi de bu güç derecesine karşılık gelir. Dahası, bu ilişki parçaları kapsar. Duygulanım yetisi zorunlu olarak duygularla doldurulmuştur. Böylece hayvanların cins ve türlerin soyut fikirleri ile tanımlanmaları, duygulanım yetisi, “yetenekli” oldukları duygulanımlar ve yetileri ölçüsünde tepki verdikleri heyecanlanmalar ile tanımlanmalarından daha az olmuştur. insanlar ve hayvanları, her durumda, sadece duygulanım yetilerine  göre düşünen “Ethika” bir  etolojiyken cinsler ve türler açısından düşünmek bir “ahlak”ı işaret etmektedir. İnsanın bir etolojisine  göre önce iki tür duygulanım ayırt edilmelidir; duygulandırılan bir bireyin doğasıyla açıklanan edimler ve bu bireyin özünden fışkıran edimler. İkincisi ise başka bir şeyle açıklanan ve bireyin dışından kaynaklanan tutkular. Duygulanım yetisi, etkin duygulanımlar ile doldurulacağı varsayıldığı sürece etken bir güç, tutkularla dolduğu sürece de edilgen bir güç olarak görünecektir. Örneğin, bir birey ya da belirli sınırlar içinde sabit sayılan gücün kendi duygulanım yetisi bu sınırlar içinde sabit kalırken, etkenlik ve edilgenlik gücü birbiriyle ters orantılı olarak çok fark gösterir. 

Sadece edimler ve tutkular arasında değil, iki tür tutku arasında da ayrım yapılmalıdır. Tutkuların doğası, her durumda, edim gücümüzü bizden ayırarak duygulanım yetimizle bağımızı koparır ve duygulanım yetimizi tek başına doldurur. Bedenimizle uyuşmayan dış bir cisimle (örneğin ilişkileri bizim ilişkilerimizle birleşime girmeyen bir nesne) karşılaşma durumu gücümüzü azaltarak ya da sabitleyerek karşı koyan bir cismin gücüne benzer. Bu durumda, edim gücümüz azalır ya da engellenir, ve buna karşılık gelen tutkular kederlerdir. Bunun tersi bir durumda, doğamızla uyuşan, ilişkileri ilişkilerimizle birleşen bir cisimle karşılaştığımızda, onun gücü gücümüze katılır. Bizi duygulandıran tutkular, neşe ile ilgili  olanlarıdır.  Bunlarla edim gücümüz artar ya da gelişir. Bu neşe duygusu dış nedenli olduğundan hala bir tutkudur; Ona sadece biçimsel bir anlamda sahip olmakla, hala edim gücümüzden  ayrıyızdır. Bu edim gücü, her yine de orantılı olarak artmaktadır; böylece, bizi edime ve etkin neşelere layık kılan dönüşüm ve değiştirme noktasına “yaklaşırız.” 

Kederli tutkuların konumunu belirleyen şey, bir bütün olarak bu duygulanımlar kuramıdır. Kederli tutkular, meşrulaştırılmaları nasıl olursa olsun,  edim gücümüzden en çok ayrıldığımız, batıl inançların yapıntıları ve zalimin büyülemelerine kapılarak en çok yabancılaştığımız anlar, gücümüzün en düşük derecesini temsil eden tutkulardır. “Ethika” zorunlu olarak bir neşe ahlakıdır. Tek değerli olan ve bizi edime ve pratiğin mutluluğuna yaklaştıran şey neşedir. Kalıcı olan neşedir. Kederli tutkular çökmeye mahkumdur. 

Bu, “Ethika” nın üç katlı pratik sorunu olacaktır:Ethika: Neşeli tutkuların doruğuna nasıl ulaşılır? Buradan hareketle ilerleyerek (doğa içindeki yerimiz bizi kötü karşılaşmalar ve kederlere mahkûm ediyor görünse de) özgür ve etkin duygulara. (Doğal koşulumuz bizi sadece bedenimiz, zihnimiz ve diğer şeyler hakkında uyumlu olmayan fikirler edinmeye tutsak kılsa da)  Etkin duyguların kaynağı olan, uygun fikirleri oluşturmak nasıl başarılabilir? (Bilincimiz yanılsamalardan ayırt edilemez görünse de) Kendimizin, Tanrı’nın ve şeylerin bilincine nasıl varılır? – Sui et Dei et rerum aeterna quadam necessitate conscius. 

Ethika’nın en önemli kuramları - tözün tekliği, özniteliklerin birliği, içkinlik, evrensel zorunluluk, paralelizmin vb.– bilinç, değerler ve kederli tutkularla ilgili olarak üç pratik tezden ayrı ele alınamazlar “Ethika,” eş zamanlı, iki defa yazılmış bir kitaptır. İlki zihnin tüm incelikleri ile çok önemli spekülatif konular geliştiren, tanımlar, önermeler, tanıtlamalar, ve bağlı açılımların sürekli akışı içinde, diğeri ise, açıklayıcı yan notlar zaman zaman alevlenen diziler içinde yazıldı. İkinci versiyon yüreğin tüm öfkelerini dile getirerek, lanetleme ve serbestleşmenin pratik tezlerini ortaya koyarak, ilkinin altına yerleşir.21 Tüm “Ethika” içkinlikte bir yolculuktur; içkinlik bilinçsizin kendisi ve  keşfidir. Ethik neşe ile spekülatif olumlama birbirine yakından bağlıdır. 

Yorum Gönder

0 Yorumlar