Millî Ezber: Saf Türk - Karışık Öteki



Millî Ezber: Saf Türk - Karışık Öteki 
FUAT DÜNDAR 



Türk milliyetçiliği bir anlamda ötekilerin reddi üzerinde inşa edilmiştir. Ama bu ötekiler, içerdeki ötekilerdir, azınlıklardır, gayri Türkler ve gayrimüslimlerdir. Koca imparatorluğun yıkılmasına müsebbip olanlardır, dış devletleri içişlerine bela edenlerdir, ebed müddet devletin bekasını tehdit eden iç mihraklardır. Türk milliyetçiliğini diğer milliyetçiliklerden farklı kılan işte bu özelliktir. Tek ve dış bir düşman üzerinde şekillenen öteki milliyetçiliklerin aksine Türk milliyetçiliği, sayısal olarak birden fazla “içerdeki ötekiler” üzerinde kendi milliyetçi argümanlarını geliştirmiştir. “Efendisi olduğu milletlerin ihanetlerine karşı” gibi bir söylemle şekillenen Türk milliyetçiliği böylece, bir milliyetçi hareket için gereken “zorunda bırakılma” duygusunu temin etmiş oluyordu. 


Osmanlı’yı yıkan ve bugünkü Cumhuriyet’i de yıkacak tek gücün içerdeki ötekiler olduğuna tetiklenmiş Türk milliyetçiliği, azınlıklarla ilgili her söylemde bu haleti ruhiyeyi gösterecektir. Ötekilere değinen -daha doğrusu değinmek zorunda bırakılan- metinler, Türkçülüğün inşasına harç taşıyan metin olma özelliklerinin yanı sıra, bir başka açıdan da incelenmeye değer bir yanı mevcuttur; farklı kişi ve kurumlar tarafından kaleme alınmış sayısız makale ve kitabın sıradan bir okuması bile bizi, söz konusu metinlerin aslında birbirinin kopyası olduklarını ve geçmişte tek bir merkezden üretilmiş olan politikanın yeniden yazımı oldukları tespitine vardıracaktır. İşte bu makalede yukarda yaptığımız tespitin tarihsel ve ideolojik arkaplanına değinilecek ardından, sayısız Türk bilim insanı tarafından kaleme alınmış sayısız makale ve kitabın ortak yanları tespit edilecektir. Bu arada şunu özellikle belirtmek gerekir ki, bu metinde “azınlık”, “öteki” ve “gayri Türk” kavramları hep aynı grubu, iktidar olan Türk ve Sünnî kimlik dışındaki kimlikleri ifade etmek için kullanılacaktır. 


BİR SORUN OLARAK ÖTEKİLER 



Westfelya Anlaşması sonrası, Osmanlı İmparatorluğu, masa başında toprak kaybetmeye başlıyordu. Çünkü, daha önce savaş meydanlarında belirlenen bir ülkenin kaderi artık uluslararası politikanın yeni argümanları ile belirleniyordu: Nüfus çoğunluğu, anadil, otoktanlık gibi... Burada bir parantez açıp bir tespit yapmak gerekiyor; dış iddialara karşı devlet yeni politikalar üretmek zorunda kalırken bir yandan da gittikçe Batılılaşıyordu. Örneğin “modern” nüfus sayımları aslında Batı’nın iddialarına karşı, nüfusun çoğunluğunu Türk ve Müslümanların oluşturduğunu ispat etmek ihtiyacıyla başvurulmuş bir yöntemdi. Batı; Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan gibi ülkelerin bağımsızlıklarını talep ettiğinde bu halkların yaşadıkları yörelerde çoğunluğu oluşturduklarını, ayrı bir dil, din ve kültüre sahip olduklarını öne sürmüştü. Bağımsızlaşacak devletlerin sınırları ise anadilin konuşulduğu sahayla belirleniyordu. 


İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN ETNİSİTE ARAŞTIRMALARI VE YENİDEN FORMÜLE EDİLEN AZINLIK BAKIŞI 



Batılı devletlerin iddialarına karşı geliştirilmiş savunma tezleri; İttihat ve Terakki’nin karşı karşıya kaldığı benzer sorunlarda başvurduğu temel tezler olacaktı. Özellikle Makedonya’nın kaybından sonra, benzer özelliklere -çok etnili- sahip Anadolu’nun da elden çıkması korkusuna kapılan cemiyet, 1913 yılından itibaren Anadolu’nun etnik dağılımını öğrenmek için Anadolu’nun dört bir yanına yazar ve araştırmacılar gönderdi. “Görevlendirilmiş kişiler” saha araştırmaları sonrası ele aldıkları raporları merkeze ileteceklerdi. Bu raporlar, nüfus verileri ile beraber; İttihatçı hükümetin, 1913-1918 yılları arası Anadolu’da gerçekleştirdiği göç ve iskân politikasının hayata geçirilmesinde etkin olurken, aynı zamanda, bugüne miras kalan resmî ideolojinin azınlıklara ilişkin bakışının dayandığı en temel verilerdir. 


Görevlendirilmiş aydınlar, Anadolu’yu karış karış gezmiş ve etnik topluluklara ait sosyal, kültürel, siyasî araştırmalarını rapor halinde merkeze sunmuşlardı. İttihat’ın Merkez-i Umumîsi Kızılbaş ve Bektaşileri incelemek Üzere Baha Sait Bey’i, Ahileri incelemek üzere Bursalı Mehmet Tahir (Olgun) ve Hasan Fehmi Hopa’yı; Ermenileri incelemek üzere de Esat Uras Bey’i; Aşiretler, Tarikatlar ve Alevileri incelemek üzere Zekeriya Sertel’i, Kürtler ve Türkmenleri incelemek için de Habil Adem’i göndermiştir. Habil Adem bir eserinde Anadolu’da yapılan etnisite araştırmaları sonrası merkeze iletilen çalışmalardan, “Ümmi, İçtimaii, Felsefi Türklük Meselesi”; “Kürt Aşiretlerinin Usul-ü İskanları”; “Arab Aşiretleri Usul-ü İskanları”, “Ermenistan Tarihi ve Ermeniler”; “Anadolu’da gayr-i Sünnî Cemaatler”; “Cenubi Arabistan”, “Bektaşi Tarikatı” ve “Türkiye’de Rum Teşkilat-ı İktisadiyesi”ni sayar. Gerçekten de 1918 yılında ardı ardına, “Türkmen Aşiretleri” ve “Kürtler Tarih-i ve İçtima Tedkik” adlı eserler yayımlanır. Ancak kısa bir süre sonra Birinci Dünya Savaşı sona erer ve İttihatçı iktidar dağıldığı için bu yayınların devamı gelmez.1 


Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosunun azınlıklara yönelik politikasında İttihat ve Terakki’nin verileri temel alınmıştır. Lozan’da özelde Kürtler ve genelde Müslüman azınlıklar üzerine geliştirilen savunma tezleri Orhan Türkdoğan’ın da belirttiği gibi, Rıza Nur ve Ziya Gökalp’in Anadolu genelinde yaptığı araştırmalara dayanmıştır. 


Cumhuriyet sonrası ötekilere karşı sürdürülen asimilasyon politikasının bir gereği olarak yok sayılmışlar ve mecbur olunmadıkça kendilerinden bahsedilmemiştir. Milli bir suskunluk sayacağımız kolektif ruh halini bazı mecburiyetler bozacaktı. Kâh dış politikanın dayattığı gelişmelerden dolayı kâh Kürtlerin dönem dönem gerçekleştirdikleri ayaklanmalardan sonraya tekabül eden azınlıklara ilişkin yayınlar; altmışlarda Kıbrıs sorunu, yetmişlerde Asala eylemleri ve Ermeni Soykırımı yasa tasarıları ile artacaktı. 1980 sonrası ise daha geniş yelpazede karşı karşıya kalınan sorunlar; PKK eylemleri, Kıbrıs, Batı Trakya, Pontus, Ekümenlik ve 12 Adalar meseleleri, Laz kültürü dergisi Ogni ve Gürcü kültür dergisi Çveneburi’nin yayımlanması, Hatay sorunu ve laiklik tartışmaları... Bu sorunları ele alan metinler zorunlu olarak, Kürt, Rum, Ermeni, Laz, Gürcü, Nusayri ve Arap gibi kimliklere ilişkin metinlerin üretimini hızlandıracaktı. 




Ancak, azınlıklar ile ilgili yerli literatürde savunulan görüşler, yararlanılan kaynakçalar ve hatta bazen kurulan cümleler bile birbirlerinin benzeri oldukları rahatça tespit edilebilir. Bu metinler aslında “cut-paste” metinleridir. Gerçekten de gayri Türkler ile ilgili iç literatürün sıradan bir okuması bile bize millî ezberi tespit etmemize yetecektir. Aşağıda genel çerçevesi çizilen millî ezberin hemen hemen tüm azınlıklar ve tüm yazarlar için geçerli olduğunu söylemek gerekir. Tabii ki birkaç aydının resmî ideolojiye, millî ezbere uzak duran incelemeleri olmuştur ama bu gerçekten çok küçük bir sayıya tekabül eder ve pek dolaşımda bulunmayan görüşler olarak kalmışlardır. 


Azınlıklar ile ilgili millî ezberi dillendiren yazarlar çok küçük bir örnek vermek gerekirse, bunlar arasında Prof. M. Fuat Köprülü, Prof. Hasan Reşit Tankut, Hilmi Göktürk, Prof. Faruk Sümer, Prof. A. Nimet Kural, Prof. Ahmed Caferoğlu, Prof. M. Halil Yinanç, Prof. Nazmi Sevgen, Prof. Abdülkadir İnan, Prof. Muharrem Ergin, Doç. Yalçın Küçük, Hayri Başbuğ, Mahmut Goloğlu, Prof. Fahrettin Kırzıoğlu, M. Aktar Kaşgarlı, Osman Özer ve M.Süreyya Şahin sayılabilir. Azınlıkları ele alan literatürün 5 önemli tekrarı, nakaratı şunlardır:2 


1- Azınlıkların karışık, kırma oldukları: “Millî ezber”in en ünlü nakaratı, ele alınan kimliğin aslında var olmadığı, var olsa bile “saf” değil diğer kimliklerin karışımı olduklarıdır: “Bugünkü Kürt tabakası [...] ağırlıklı olarak Türk, Fars, Arap ve azınlık olarak yerli unsurların karışmasıyla oluşmuş yeni bir kimliktir” yönündeki ibarelere Kürtleri konu edinen -dolaylı ya da dolaysız- metinlerin büyük bir kısmında, çok az değiştirilmiş halleriyle rastlayabilirsiniz. 




Aynı şekilde; “Gürcülerin etnik oluşumunda değişik oranlarda yerli Kafkasyalıların, Latinlerin, Yunanlıların, değişik birçok dönemde buraya gelen Türklerin, kısmen Arapların ve İranlıların, Moğolların yer aldıkları” kabul edilir. veya Lazlar, Abhazlar, Adigeler, Gürcüler... topluluklarının etnik oluşumlarına katılan en eski unsurlarından biri İskitler, Alanlar, Hazarlar, Bulgarlar, Kıpçaklar, Sabirler-Türkler olmuştur.” Ya da başka bir metinde; “Çerkez diye bilinen ilk unsurun Türk oymağı olduğu kesindir” gibi ibarelere rastlayabilirsiniz. Aynı mantıkla; “Rum adı altında Anadolu kıyılarında bulunanların hemen hepsinin, Selçuklulardan önce gelerek Hıristiyanlığı kabul etmiş Türkler oldukları”nı öğreniyoruz. 


2- Azınlıkların göçmen oldukları, sonradan geldikleri: Azınlıkları ele alan makalelerin üzerinde en çok durdukları ikinci konu da, Anadolu’da yaşayan gayri Türklerin aslında “yerli-otoktan” olmadıkları sonradan yerleştikleri, nereden geldikleri konusunda ise bir bilgiye sahip olunmadığı yönündeki tezleridir. Bu toplulukların üzerinde yaşadığı sınırları belirli bir toprak parçasından ziyade, yeriyurdu belli olmayan bir topluluk olduğu yani bir anlamda Anadolu’da misafir olduğu anlatılmaya çalışılır. Bahsedilen azınlığın asıl olduğu nerede yaşadığı konusunda çeşitli iddiaların olduğu ve bugün yaşadıkları yere hangi tarihte geldiklerinin “henüz” bir kesinlik kazanmadığı “yerli ve yabancı bilim adamlarına dayanılarak” gösterilir! Bu çalışmalarda, her nedense dipnotlar ve referanslar oldukça karışık ve eksik verilir. Ve sıklıkla da “arkeolojik ve tarihsel verilere dayanılarak” denilip kaynakça geçiştirilir. 


3- Azınlıkların köksüz ve tarihsiz oldukları: Millî ezbere göre Türklük ne kadar çok tarihin derinliklerine uzanıyorsa diğer kimlikler de bir o kadar köksüz ve hamdırlar. Örneğin; “Ermenistan denilen coğrafi bölgede, bugün Ermeni diye adlandırdığımız, ama köklerinin ne olduğunu tam olarak bilmediğimiz bir topluluk yaşamaktadır” yönündeki paragrafa hemen hemen Ermeni Tehciri’ni konu edinen tüm yerli kaynaklarda -farklı ifade kalıplarında- rastlarsınız. Tarihsiz ve köksüz olan sadece Ermeniler değildir, Kafkas halkları da köksüzdür, geçmişleri karanlıktır, “Bu 18 halkın [Kafkas halklarının] her birinin etnik kökenini ayrı ayrı belirlemek mümkün değildir.” 


4- Azınlıklar için ortak ve özgün bir kültürden bahsedilemeyeceği: Azınlıkların aslında farklı ve özgün bir kültüre sahip olmadığı; onlara ait kültürel motiflerin, sembollerin aslında Türk milletine, Orta Asya kültürüne ait olduğu savunulur. 


“Bugün Lazlara özgü bir saz olan kemençe de temel yapısı itibariyle bir kemanedir.” Kemane de Türk halk müziğinin temel sazlarından biri olduğuna göre [...] Bahsi geçen toplumun Türk olması sonucu bilimsel bir sonuç olacaktır! Bazen bu sonuç ifadelendirilir de: “Lazların diğer folklor sazı olan ‘tulum’ ve ‘çifte düdükle’ ilgili araştırmalar bu sazların bölgenin etnik oluşumunda etkin olan Avar Türklerinin enstrümanları olduğunu göstermektedir.” Hem esasında tulum kelimesi de Öztürkçe olduğuna göre, Yunanca’daki Tilimos/Tulumos’un da aslında Türkçe’den geçiş yaptığına göre başka bir kaynak, ispat aramaya gerek kalmaz, “Lazlar şüphesiz Türktür.” 


Azınlıkları Türklere bağlama iddiaları, bazen sadece bir kelime üzerinden bile yapılır. “Süryanilerin bazen Allah’ı Tangri olarak adlandırdıkları” iddiası birazdan Süryanilerin de “Türko-Semitik” kökenden geldiği sonucuyla karşı karşıya bıraktıracaktır bizi. 


5- Özgün bir dilden bahsedilemeyeceği: “Cut-paste” yazarlarının üzerinde durdukları en önemli bir diğer konu da “anadil” meselesidir. Türkiye’deki azınlıklara ilişkin tek verinin nüfus sayımları ile elde edilen “anadil” ve “2. dil” verileri olduğu biliniyor. Anadil ile etnik kimlik arasındaki ilişkinin ehemmiyetinin yanı sıra Müslüman azınlıkların resmî kimlikten ayıran tek özgünlüğün dil olması ve azınlıkların kendi grup bilincini deklere ettiği bir anlamda “sessiz plesibit” olduğu gerçeği hesaba katıldığında, millî ezber metinlerinin bu konuya büyük bir yer ayırmalarını anlamış oluruz. 


Anadolu’daki Türkçe’den ayrı dillerin aslında özgün gramer ve kelime haznesinin olmadığı, çeşitli dillerin karışımından oluştukları, kelime haznesinin büyük bir kısmının Türkçe orijinli olduğu yönünde birçok iddia öne sürülür. “Çerkezce diye bir dilden bahsedilemeyeceği” gibi Ermenice’nin de “o bölgede asırlarca karışan çeşitli toplulukların dillerinin yekdiğeriyle karışımından oluşmuş bir halita” olduğu demeye getirilir. Süryanice’de aslında “Arapça, Türkçe ve antik Siri dilinin karışımı” olduğunu görüyoruz. Ama bu konuda en çok Kürtçe’nin tartışma konusu edildiğini özellikle vurgulamak gerekir. İlginçtir ki hemen hemen Kürtlere değinen her metinde Kürtçe konusunda bazen mizah metinlerini aratmayacak derecede gülünç iddialar öne sürülmüştür. Ama en çok dolaşımda bulunan iddia İttihat ve Terakki’nin 84 yıl önce yayımladığı “Kürtler Tarih-i ve İçtima Tedkik” kitabından ileri sürdüğü bu görüşlerdir; “Petersburg Akademisi tarafından yayımlanan Kürtçe-Rusça-Almanca Lugat’ta 8307 kelime vardır. Bu kelimeler sayısal olarak şöyle sıralanmaktadır. [...] Türkçe 3080, Arap 200, Farisi 1030, Kürtçe 300...” kelimelik bir dil olduğu kanıtlanmış olmaktadır! 


Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kayıpları sırasında karşılaştığı yabancı devletlerin hukuki ve politik iddialarına karşı bir savunma refleksi ile oluşturulan karşı tezler İttihat ve Terakki döneminde daha da derinleştirilmiş ve Cumhuriyet sonrası resmî ideolojinin de temel argümanlarını oluşturacaktı. Azınlıklar üzerine yerli literatürümüzü kısaca bir paragrafla özetlemek mümkündür: Türk ırkı ne kadar arı ise azınlıklar o derece karışmıştır, Türk ne kadar köklüyse azınlık o kadar hamdır, Türkçe ne kadar zengin ve özgün ise azınlık dilleri bir o kadar fakir ve karmaşıktır; Türk yerliyken azınlıklar sonradan gelme ve yeri yurdu belli olmayanlardır; Türk tarihi ışıl ışılken azınlığın tarihi karanlıkta kalmıştır. 




M İ L L İ Y E T Ç İ L İ K DİPNOTLAR 


1 Son iki başlıkta ileri sürülen görüşler için bkz. Fuat Dündar, ‹ttihat ve Terakki’nin Müslümanlar› ‹skân Politikas›, İletişim Yayınları, 2001, İstanbul ve Fuat Dündar, “İttihat ve Terakki’nin Etnisite Araştırmaları”, Toplumsal Tarih, sayı: 91, 2001. 
2 Makalenin bu kısmından sonra bkz. özellikle, Ali Tayyar önder, Hilmi Göktürk, Hayri Başbuğ, Fahrettin Kırzıoğlu, Esat Uras, Kamuran Gürün ve Orhan Türkdoğan’ın eserlerine. 




Yorum Gönder

0 Yorumlar