Bir duayenin ağzından elektriğin serüveni

1959 yılından bu yana elektriğin içinde olan Ahmet Dervişoğlu, yıllardır elektrik ve elektronik konusu üzerine çalışan bir duayen. Yurt içiyle birlikte yurtdışında da çok sayıda araştırma ve öğretim faaliyetleri bulunan Dervişoğlu’nun çalışmaları İngilizce ve Türkçe olarak yayınlandı. Uluslararası düzeyde yaptığı çalışmaları ve yayınlar ile de ödüllendirilen, 9 sene boyunca İTÜ Elektrik Elektronik Fakültesi Dekanı olarak görev yapan Dervişoğlu’nun deneyimleri ve Türkiye’de elektrik elektronik faaliyetleri üzerine konuştuk.


Elektrik ve elektronik mühendisliği Türkiye’de ilk olarak ne zaman uygulanmaya başladı? 

     Uygulamaların, Elektrik enerjisinin üretimi ve dağıtımı. Telefon santrallerinin kurulması ve işletilmesi. Radyo ve televizyon vericilerinin kurulması ve işletilmesi olduğunu kabul edersek, bunların Cumhuriyet ile başladığını söyleyebiliriz. Çünkü, 1923’de kurulu güç 32 MW, telefon abone sayısı 8500 kadardı. Öte yandan, Cumhuriyetten önce telgraf haberleşmesinde önemli ilerleme sağlanmıştı: İlk ticari telgraf haberleşmesi, 1844 yılında Samuel F.B. Morse tarafından Baltimore ile Washington arasında gerçekleştirilmiştir. Bundan 11 yıl sonra, 1855’de, Şumnu ile İstanbul arasında telgraf sistemi hizmete konulmuştur ve Cumhuriyet ilan edildiğinde ülkemizdeki telgraf hattı uzunluğu 13 158 km idi. Cumhuriyetle birlikte, yukarıda sözü geçen üç uygulamada da önemli ilerlemeler sağlandı. Oysa ciddi boyutlarda öğretim ve üretim yıllar sonra başladı.

Öğretim ne zaman başladı? 

     Türkiye dışında, Elektrik Mühendisliği öğretimi 1880’li yıllarda başlamış ve 1884’de Amerika Elektrik Mühendisleri Enstitüsü (American Institute of Electrical Engineers: AIEE) oluşturulmuştur. Türkiye’de ilk Elektrik Mühendisi, 1925 yılında Robert College’den mezun olmuştur. Aynı kurumdan, 1926’da 2, 1927’de 4; 1973 yılında, Boğaziçi Üniversitesine dönüşünceye kadar Robert College’den 314 Elektrik Mühendisi mezun olmuştur. 1926 yılında, İstanbul Üniversitesinde (İÜ) (o zamanki adı Dar-ül Fünun) Fen Fakültesine bağlı olarak MakinaElektrik Enstitüsü kurulmuştur. Bu kurum 4 yılda Makina-Elektrik Mühendisi ünvanlı mezunlar vermiş, sonradan mezunlara Yük. Mühendis ünvanı verilmiştir. Dar-ül Fünun 1933 yılında lağvedildiğinde, MakinaElektrik Enstitüsü, Yüksek Mühendis Mektebi’ne (bu günkü İTÜ) Elektromekanik (EM) Şubesi olarak bağlanmıştır; 1930 yılı girişliler 1934 yılında İstanbul Üniversitesinden mezun olmuş, 1931 yılında girmiş olanlara İTÜ, 5 yıl okuma zorunluluğu getirmiş ve minimum sürede mezun olanlar 1936 yılında Elektromekanik Yük. Mühendisi olarak İTÜ’den mezun olmuşlardır. 1936 yılı mezun sayısı 9’dur. 1937’deki mezun sayısı 18, 1938’deki mezun sayısı 7, 1939’daki mezun sayısı 6’dır. PTT idaresinin mühendis ihtiyacını karşılamak amacıyla, 1935 yılında Yüksek Mühendis mektebinde “Muhabere Şubesi”, 1 Şubat 1938’de, “Elektrik Şubesi” kurulmuştur.

     1946’dan itibaren mezunlar Zayıf Akım ve Kuvvetli Akım mezunu olarak adlandırılmıştır. 1954 sonuna kadar İTÜ’nün verdiği Elektrik Yük. Mühendisi mezunu sayısı 191’dir. Bu tarihe kadar Robert College’in verdiği Elektrik Mühendisi mezunu sayısı 149’dur. İlk Elektrik Mühendislerini 1946 yılında mezun eden Teknik Okul’un (bugünkü Yıldız Teknik Üniversitesi) 1954 yılı sonuna kadar verdiği toplam Elektrik Mühendisi mezunu sayısı ise 114’dür. Buna göre, Dar-ül Fünun’un MakineElektrik Enstitüsü mezunları hariç tutulursa, 1954 yılı sonuna kadarki toplam mezun sayısı, 191+149+114 = 454 olur. Yani Cumhuriyetin ilk 30 yılında mezun olan Elektrik Mühendisi sayısı 500’ün altındadır. Oysa günümüzde bir yılda mezun olanların sayısı 5000’den fazladır. Mezun sayısının artması sevindiricidir. Yeter ki mezunların ortalama kalitesi yeteri kadar yüksek olsun. Bir bölümün kaliteli mezun verebilmesi için nitelikli bir öğretim kadrosuna sahip olması ve öğretim üyesi başına öğrenci sayısının 25’i geçmemesi gerekir. Oysa ülkemizde EE Mühendisliği’nde, Öğretim Üyesi başına öğrenci sayısı 50 mertebesindedir. Günümüzde EE Mühendisleri sadece EE endüstrisinde değil, hemen hemen her endüstri kuruluşunda çalışmaktadırlar. Örneğin, otomotiv endüstrisi, petrol endüstrisi, silah endüstrisi dursa EE endüstrisi devam eder; fakat EE endüstrisi durursa sözü geçen endüstriler de devam edemez. Bunun sonucu olarak EE mühendislerine ihtiyaç artmaktadır.

     Türkiye’de Radyo ve Televizyon Vericilerinin ve Telefon Santrallerinin kurulması nasıl bir seyir izledi? Ülkemizde radyo ve televizyon vericilerinin kurulmasının ilginç bir gelişimi var. Türkiye, radyo yayınlarına başlama bakımından dünyadaki öncü ülkeler arasındadır. Radyo vericilerinin kurulmasına 1926 yılında karar verilmiş, 1927 yılında, uzun dalga bandında yayın yapan iki verici Ankara ve İstanbul’da çalışmaya başlamıştır. Dünyada kamu yayıncılığına 1926 yılında BBC (British Broadcasting Corporation) ile başlanmasından kısa bir süre sonra bu iki vericinin devreye girmesi, Cumhuriyet Türkiye’sinin teknolojik yeniliklere verdiği önemin bir göstergesidir. Radyo yayınlarına ilgi arttığı için Ankara’da 1938 yılında yayına başlayan iki verici kurulmuştur. Bunlardan 120 kW gücündeki uzun dalga vericisi, kurulduğu dönemde dünyada mevcut en güçlü ve Avrupa’da da dinlenen vericilerinden biri olmuştur. 20 kW gücündeki kısa dalga vericisi ise yönsüz anten sistemiyle hem yurt içine hem de komşu ülkelere yayın yapmıştır. 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın başlamış olması nedeniyle İstanbul Radyosu’nun kurulması gecikmiş, 150 kW’lık verici ve stüdyo tesisleri 1949 yılında çalışmaya başlamıştır. Bundan sonra bir durgunluk dönemine girilmiş, diğer ülkelerde radyo yayıncılığı yaygınlaştığı, televizyon yayıncılığı da gelişmeye başladığı halde ülkemizde 1960’lı yıllara kadar bir gelişme olmamıştır. 359 sayılı kanunla kurulan Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (TRT) 1964 yılında çalışmaya başlamıştır. TRT kurulduğunda Ankara ve İstanbul radyoları ile 2 kW gücünde 7 adet il radyosu hizmette idi ve bu radyoların kapsama alanı yüzde 36 idi. TRT’nin kurulması ile yayıncılıkta bir atılım başlatılmış, birinci beş yıllık kalkınma planında ülkenin her yerinde radyo yayınlarının iyi kalitede dinlenebilmesi amaçlanmıştır. Bundan sonra çok sayıda verici kurularak kapsama alanı genişletilmiş ve ikinci beş yıllık kalkınma planında ülkemizin her yerinde en az 2 radyo programının dinlenebilmesi hedef alınmıştır. 1968 yılına kadar TRT radyo yayınlarında Genlik Modülasyonu (GM) kullanılıyordu. Frekans Modülasyonlu (FM) yayına 1968’de 250 W gücünde bir verici ile Ankara’da başlanmıştır. Bundan 12 yıl önce, 1956’da İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) FM yayınlarını başlatmıştır. Dünyada televizyon (TV) yayını 1925 yılında deneysel olarak gerçekleştirildi. 1929’da BBC deneme yayınlarını başlattı. Ticari olarak kullanımı ikinci dünya savaşından sonra yaygınlaşmaya başladı. Ülkemizde ilk kez 1952 yılında İTÜ, İstanbul’da TV yayınları başlattı ve bu sınırlı yayın 1971 yılına kadar sürdü. TRT, TV yayınını, Ankara’da 600 W gücünde bir verici kurarak 31 Ocak 1968 tarihinde başlattı; Avrupa’da ticari amaçlı yayınlar 20 yıl kadar önce başlatılmıştı. Başlangıçta haftada 3 gün yapılan yayın, 1971 yılında haftada 4 güne çıkarıldı.

     1972 yılında TV işaretleri linkler üzerinden nakledilerek İTÜ’nün 1952 yılından beri eğitim amacıyla yayın yaptığı 50 W’lık vericiden İstanbul’a yayın yapılmaya başlandı. Yayın süresi, 1974 yılında haftada 7 güne çıkarıldı. Bundan sonra verici ve aktarıcı istasyonların sayısı hızla artırılarak kapsama alanı genişletildi. Ocak 1982’de renkli yayınlara başlama kararı alındı ve 1 Temmuz 1984’de tamamen renkli yayına geçildi. 1987 sonunda kapsama alanı yüzde 91’e ulaştı. 1993 yılına kadar, Anayasa Madde 133 gereğince, “Radyo ve televizyon istasyonları, ancak Devlet eli ile kurulur ve idareleri tarafsız bir kamu kişiliği halinde düzenlenir” ibaresi mevcuttu. Buna rağmen 1989 yılından itibaren özel TV ve radyolar yayın yapmaya başlamış ve 1993 yılında Anayasanın 133’üncü maddesi, “Radyo ve televizyon istasyonları kurmak ve işletmek kanunla düzenlenecek şartlar çerçevesinde serbesttir” şeklinde değiştirilmiştir.

Peki, üretim ne zaman başladı? 

     Dünyada elektrik enerjisi, telgraf ve telefon haberleşmesi, daha sonra da radyo yayınları yaygın bir şekilde kullanılmaya başladığında bunlarla ilgili endüstri de gelişmeye başladı. 1906 yılında De Forest tarafından triyot tübünün gerçekleştirilmesi ile elektriksel işaretlerin kuvvetlendirilmesi mümkün oldu ve bugün kullanılmakta olanlara benzer elektronik cihazlar geliştirilmeye başlandı. Ülkemizde de elektrik enerjisi, telgraf ve telefon haberleşmesi, daha sonra da radyo yayınları yaygın bir şekilde kullanıldığı, Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre sonra sanayileşme hamlesi başlatıldığı halde 1960’lı yıllara kadar elektrik, elektronik sanayinde çok az bir ilerleme oldu. 1948’lere kadar, kullanılanların yüzde 1 gibi küçük bir kısım üretiliyordu. 1965 yılında PTT Araştırma Laboratuarı’nın (PTT ARLA) kurulması, elektronik sanayinde önemli bir aşama oluşturmuştur. Kuran-portör sistemlerinin geliştirilmesi için kurulmuş olan ARLA’da, kısa süre sonra sistemlerin üretimine de başlanmış, böylece bazı cihazların ithaline son verilmiş, üstelik satın alınanların da oldukça daha düşük fiyata satın alınması mümkün olmuştur. 1983 yılında ARLA, TELETAŞ’a dönüştürülmüş ve belirli konularda, PTT’nin ihtiyaç duyduğu cihazların tümünü karşılayacak hale gelmiştir. 1967’de elektromekanik krosbar telefon santralleri üreterek ülke ihtiyacını karşılamak amacıyla kurulmuş olan NETAŞ, daha başlangıçta kendi araştırma-geliştirme (Ar-Ge) birimini de kurmuş, krosbar santral üretimi yanında küçük kapasiteli elektronik telefon santralleri ve diğer elektronik cihazlar üretmiştir. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı nedeniyle Türkiye’ye ambargo uygulanması, ASELSAN’ın kurulmasının temel sebeplerinden biridir. Başlangıçta ordunun belirli haberleşme sistemlerini üreten ASELSAN, güçlü bir Ar-Ge birimi oluşturmuş ve özgün cihazlar üretmeye başlamıştır. Savunma sistemlerinde elektroniğin payının hızla artması ASELSAN’ın önemini artırmıştır. ASELSAN, güvenli telsiz haberleşme sistemleri, radarlar, optik sistemler, elektronik harp sistemleri gibi ileri teknoloji gerektiren cihazlar üretmektedir. Örneğin Tunçmatik de 1960’ların sonunda, 1969 yılında kurulmuştur. Günümüzde EE Sanayii iki büyük dernekle temsil edilmektedir. 1- Türkiye Elektronik Sanayicileri Derneği, TESİD, www. tesid.org.tr. 1989 yılında kurulmuş olan TESİD her yıl, titiz bir çalışma ürünü olan TESİD Almanak’ını çıkarmaktadır. 2011 yılı Almanığına göre, sektörde 45 000 kişi istihdam edilmektedir ve 2010 yılı ihracatı 5.6 milyar dolardır. 2-Türkiye Elektromekanik Sanayiciler Derneği, EMSAD, www.emsad.org.tr . 1992 yılında kurulmuştur. Sektörde 40.000 kişi istihdam edilmektedir ve yıllık ihracat 10 milyar dolar mertebesindedir.

Sizin o dönemlere dair yaşadığınız tecrübeler nedir? 

     Ben 1935 doğumluyum. 1959 yılında Yüksek Mühendis oldum. Mezun olduğum zaman ortada çok az şey vardı. O gün ile bugün arasındaki fark mukayese edilemez mertebede. 1971 senesinde Türkiye’de her 100 kişiye 1 telefon düşüyordu; yani sıfır gibi bir şey. Buna telefon yoğunluğu deniyor. Bizim kuşağın en önemli özelliklerinden birisi çok farklı teknolojileri art arda yaşamış olması. Cep telefonu sayısı arttıkça ticaretin de artacağı söyleniyordu ve bu bize şaka gibi geliyordu. Şimdi tesisatçı ve benzeri ustalar için ne yazıhaneye ne sekretere ne de sabit telefona ihtiyaç var. Cep telefonu ile istediğiniz an ustaya ulaşıyor ve iş bağlantınızı yapabiliyorsunuz. 1990’lara kadar cep telefonu diye bir şey yoktu; pratik olarak internet de yoktu. Bizim kuşak yokluklarını da varlıklarını da yaşadı. Oysa yeni kuşak bunlarsız bir dünyayı tasavvur dahi edemez. Bununla birlikte transistör 1948 yılında bulundu; entegre devreler 1960’larda üretilmeye başlandı ve ilk mikroişlemci 1972 yılında piyasaya sürüldü. Bunlar olmasaydı ne cep telefonu ne bilgisayar ne de internet olurdu. Bizim kuşak sıfırdan bunların canlı şahidi oldu.

Cep telefonu ile birlikte bir de internetin hayatımıza girme durumu söz konusu. Bunlar hayatımızı nasıl etkiledi? 

     İnternetin gündelik hayatımıza girmesi inanılmaz etki yaptı. İnternet üzerinden ulaştığınız bilgi miktarı sonsuz. Bu müthiş bir şey. Peki bu bilgiler nerede? Bunlar genellikle server (sunucu) tarlalarında saklanıyor. Bütün bilgiler orada. Dünya enerji tüketiminin yüzde 1,5’unu bu sunucular tüketiyor. Gücün 3 kaynağı var: Birincisi kaba kuvvet. En ilkel güç bu. İkincisi servet. Üçüncüsü ve en önemlisi bilgi (Knowledge is power). Bilgi artık herkesin elinin altında. Fizik olarak güçsüz ve servetsiz insanlar bilgileriyle güçlenerek dünyayı önemli ölçüde değiştiriyor. İnternet benim gördüğüm en ciddi olaydır. Hem gündelik hayatımızı etkilemesi hem de gücün paylaşılması açısından. Cep telefonlarının marifetleri de her geçen gün artıyor ve deniliyor ki yakın bir gelecekte insanların üzerinde taşıdıkları en önemli şey cep telefonu olacaktır.

Sizin daha şanslı olduğunuzu söyleyebilir miyiz?.. 

     Her ikisinin de kendine göre avantajları var. Bizim kuşağın avantajı, madalyonun iki yüzünü de görmüş olması. Yeni kuşağın avantajı ise her türlü bilgiye ulaşarak hızlı bir şekilde birikim sağlaması, olgunlaşması. Örneğin; eski tarım toplumlarında yaşlılar değerli birikimlere sahipti ve sözleri önemle dinleniyordu. Şimdi 25 yaşındaki meraklı bir çiftçi eskinin 70 yaşındaki çiftçisinden daha birikimli olabiliyor; her alanda bu geçerli.

Bu imkânlar aynı zamanda bir bağımlılık yaratmıyor mu? 

     Evet böyle bir endişe insanlarda görülüyor. Elektrikler kesilse, ağlar sistemi çökse hayat adeta duracak. Bunun ihtimali çok küçük; yine de diyorlar ki öyle merkezler olsun ki böyle bir durumdan çok az etkilensin. Bu, üzerinde çalışılan bir konu. Ben de, biraz da bu sebeple Gönen’in Akçapınar köyünde bir ev yaptırdım. Köy ekonomisi, nerede ise kendi kendine yeten bir ekonomi. Dolayısıyla orada yaşayanlar dünyada oluşan krizlerden az etkileniyorlar.

Elektriğin bir de öğrenim tarafı var. Bir hoca olarak siz bu konuda neler düşünüyorsunuz? 

     Ben 1954 senesinde İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Fakültesi’ne öğrenci olarak girdim. O zaman bu güne göre çok az okutulacak konu vardı. Dolayısıyla mezunlar, var olan konuların çoğunu biliyor ve bu bilgilerle uzun süre mesleklerini yürütüyorlardı. Şimdi, var olan konuların çok azı okutulabiliyor; edinilen bilgiler de kısa sürede eskiyor. Bu nedenle öğretim tarzının değiştirilmesi gerekiyor: Temel kavramlar öğretilmeli ve öğrenci kendi kendine öğrenme yeteneğini geliştirmelidir. Dokuz yıl dekanlık yaptım. Mezuniyet törenlerinde hep şunu söyledim “Biz burada maymuncuk gibi adam yetiştiriyoruz; mezunlarımız her kapıyı açar”. İster işletmeci ister turizmci olur. Biz burada kafa yapısını, problem çözme yeteneğini, yeni kavramları hızla özümleme yeteneğini geliştiriyoruz. 

Peki, sizce neler yapılması gerekiyor? 

     Ben üniversiteye giren çok sayıda öğrenci ile uğraşıyorum. Üniversite öğretimi demek belirli bir konuda bilgi ve beceri sahibi olmak değildir. Esas amaç ufkunu genişletmek kendi kendine öğrenmeyi öğrenmek ve başka konulara kolayca adapte olabilecek bir kafa yapısı geliştirmek. Üniversite öğretiminin amacı budur. Mezun olduğun bölümün mesleğine mahkûm olmak zorunda değilsin. 

Eklemek istedikleriniz neler? 

     Bir insanın iyi bir ressam olması için mutlaka doğuştan gelen bir yeteneğinin olması gerekir. Ama o yeteneği geliştirmek için de çok çalışması gerekir. Diyorlar ki yetenekli bir öğrencinin piyano virtüözü olması için en az 10.000 saat pratik yapması gerekir; iyi bir futbol kalecisi olmak için de durum aynı. Türkiye için çok önemli bir konu şu: Bir kimsenin öğrenci iken ve mezun olduktan sonra başarılı olması için, konusunda hem yeteneği olacak hem de istekli olacak. Yetmedi: ÇOK ÇALIŞACAK! (Ahmet Dervişoğlu’nun sözü: Günümüz dünyasında en geçerli meziyet düzgün ve etkin çalışmaktır. Çalışmayıp zekası ile idare etmek akılsızlık, işi kurnazlığa dökmek ahlaksızlıktır.) 

Kaynak: Tuncmatik 




Yorum Gönder

0 Yorumlar