Türkiye’ye Yönelik Örtülü İstila (Modern Bir Kavimler Göçü)





SUNUŞ

Irak'ın kuzeyinde oluşmuş bulunan Barzanistan, Suriye, Türkiye ve İran'da dört parça ile bunların birleşmesinden oluşacak Kürdistan... Suriye'nin kuzeyinde ve bizim güneyimizde kurulacak bir Sünnî Arap devleti ve Türkiye'den geriye ne kalırsa o... Öyle ya, burada yalnız Kürt ve Arap yok, daha neler var neler. Ve hepsinin "birleşmesi" ile nur topu gibi bir federasyon, üstüne bir de Hilafet eklenirse tadından yenmez. Hedef bu!


Özdağ, Kaçınılmaz Çöküş- AKP’nin Dörtlü Krizi kitabında Hilâfet Devleti için döşenen taşların dördünü ele alıyordu: 
1) Ekonomik kriz; 
2) Devlet krizi: Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin temel taşlarının tek tek sökülmesi; 
3) Millî Birlik Krizi: Her gün tıpa tıp kendileri gibi düşünmeyenlere akıl almaz hakaretler yağdırma, “burada yalnız Türk yok” diye her fırsatta haykırma, tıpa tıp onlar gibi düşünmeyeni dinsiz ilan etme, halkın yüzde ellisine terörist, çukur deme ve nihayet; 
4) Suriyeli sığınmacılar krizi.
Uzaktan bakıldığında birbirinden ayrı imiş gibi görünen bu dörtlü, aslında Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinde taş üstüne taş komama stratejisinin adımlarıdır. Ekonomik kriz bunlardan ayrı diye düşünülebilir; değildir. O da yıkım operasyonuna kaynak sağlamak için yapılmış harcamaların sonucudur.

Stratejik Göç Mühendisliği işte bu dörtlü harekâtın dördüncüsünü, Suriyeli sığınmacıları ele alıyor. Bütün indikatörler Suriyelilerin Türkiye'de temelli kalacağına ve hızla çoğalacağına işaret ediyor. Önümüzdeki on yıllarda kucağımızda nüfusumuzun yüzde onunun üstünde bir kitle bulacağımızı gösteriyor. Kimlik krizi içinde bir kitle... Teröristlerin, mafyanın cirit attığı, iç savaş fünyesi görevi üstlenmiş bir kitle.

Israrla kimliği, yani Türkiye'nin millî birliği reddedildi. Anayasanın amir hükmüne rağmen Türkiye Türklerin değildir, burada şu var, bu var diye yıllarca haykırıldı. Türkiye buna, "Hayır, biz Türk’üz, Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağıyla bağlı herkes Türk’tür" cevabını verince... Anlaşılan terbiye edici ithalata girişildi. İçerde üretilemeyen azınlık yurt dışından ithal edildi.


Basınımızda BOP haritası diye popüler olan Amerikan Yarbayı Ralph Peters'in "Kan Sınırları" haritasını bilirsiniz. Yazı Amerikan Silahlı Kuvvetler Dergisi'nin 1 Haziran 2006 tarihli sayısında çıkmıştı. Ancak pek azımız yazının metnini okudu. Yazıda Yarbay Peters keyifle şöyle buyuruyordu: "Ah, ve size 5000 yıllık tarihten başka bir küçük gerçek: Etnik temizlik işgörür." Keyifle tabi, ne de olsa herif Texas veya California'ya Meksikalıların yerleştirilip oraların Amerikanlardan temizlenmesinden değil, Türkiye'nin Sevrvari parçalanmasından söz ediyor.

Önce Irak, sonra da Suriye'de olup bitenler ve en sonunda Türkiye'ye akan milyonlar, ABD veya AB'yi pek rahatsız etmiyor. Onlar ancak kendi ülkelerine şu veya bu şekilde gelmiş birkaç bine ifrit oluyor. Bizim karşılaştığımız ise tam da budur: Etnik temizlik. Suriyeli yerinden yurdundan ediliyor. Bu insanlık suçu şüphesiz. Bir taşla iki kuş: Hem Suriye'nin kuzeyi Araplardan hem de Türkiye'nin güneyi Türklerden temizleniyor. Birinciye PKK, ikinciye de bizim sığınmacılar yerleşiyor: Göç Mühendisliği! İki kuş daha vuruluyor: Yarbay Peters da bizim hilafet kulisimiz de mutlu!

Şimdi göğsümüzü gere gere Türkiye Türklerin değil diyebiliriz. Burada şüphesiz Arap da var artık. 1071'de başlayan sıkıcı Türk egemenliğine ortak geldi. Hayırlı olsun!

Özdağ, pek az kalemin yazdığını yazmaya cesaret etmekte: Bu, millî egemenliğimize yönelmiş bir saldırıdır. Bir iç harp bombasının fünyesidir.

Eline, aklına sağlık sevgili Ümit Özdağ hocam. İnşallah birkaç göz daha açılır.


Prof. Dr. İskender Öksüz


2. BASKIYA ÖNSÖZ

Başta Suriyeli sığınmacılar olmak üzere Afganistan, Irak, İran ve dünyanın değişik ülkelerinden Türkiye’ye akan göç Türkiye’yi dünyanın en fazla sığınmacısının bulunduğu ülke haline getirmiş durumda. Mevcut göç hareketinin Türkiye’nin millî kimliğini, millî güvenliğini, Türk milletinin ekonomik refahını ve sınır bölgelerinde demografik yapıyı değiştirerek Türkiye’nin geleceğini ağır tehdit altına almış olmasına rağmen konu Türk siyaseti, basını, akademisi ve aydınların gündeminde yer almıyor. Türkiye’de istisna- lar dışında siyaset, basın, akademi ve aydınlar sanki Türkiye dünyanın en fazla sığınmacısının bulunduğu ülke değilmiş gibi davranıyorlar. AKP iktidarı ise halkın Suriyeli sığınmacılar başta olmak üzere sığınmacılara karşı tepkisini ortaya koymasını engellemek için her türlü bilgi karartması ve baskıyı yapıyor. Konuyu gündemde tutma çabasına girenlere karşı iktidarın psikolojik savaş mekanizmasının unsurları “ırkçı” suçlaması ile saldırılara başlıyorlar. Oysa, Suriyelilerin vatanlarına dönmesini isteyenler Suriyelilerin Türkiye’nin dostu olarak vatanlarına dönmelerini ve böylece emperyalizmin Suriye ve Türkiye’ye kazdığı tuzağa her iki ülkenin de düşmesini engellemek istiyorlar.

Türk halkı ise siyasetin, basının, akademinin ve aydınların büyük sessizliğine rağmen ezici bir çoğunlukla Suriyeli sığınmacılar başta olmak üzere sığınmacıların vatanlarına dönmelerini istiyorlar. İktidarın Türk milletini manipüle etme çabaları başarılı olamıyor. Türk halkı Suriyeli sığınmacılar üzerinden Türkiye’ye yönelik gerçekleştirilen stratejik göç mühendisliğini binlerce yıldan buyana devleti yaşayan bir millet olarak anlamış durumda.

İlk baskısı Kripto Yayınlarından Şubat 2020’de çıkan bu kitabın ikinci ve genişletilmiş baskısında yeni yayınlanan veri ve rakamlar ışığında ilk baskıda açıkladığımız bazı verileri gözden geçirerek düzelttik. Özellikle Cumhurbaşkanlığının finansmanı ile Hacettepe Üniversitesi tarafından yapılan nüfus araştırması ortaya durumun düşünüldüğünden de vahim olduğu gerçeğini çıkarmıştır. Türk Milleti son 1000 senede dördüncü kez Anadolu’da varlığını tehdit eden bir gelişme ile karşı karşıya. Emperyalizm, Ortadoğu’da büyük Kürdistan kurmak amacı ile onlarca yıldır sürdürdüğü bir jeopolitik ve demografik yeniden yapılandırma projesi ile Irak, Suriye, İran ve Türkiye’yi bölme çalışmalarını sürdürmektedir. Irak’ın kuzeyine bir federe Kürdistan yerleştirilmiştir. Şimdi sıra Suriye’nin kuzeyinde PKK/YPG’nin denetiminde bir Kürdistan’ın oluşturulmasıdır. Bunu İran’da PJAK’a verilecek destek ve İran’ın parçalanması süreci izleyecektir. Dördüncü sırada ise Türkiye yer almaktadır. Türkiye’de Türk-Kürt, laik-anti laik, alevi- sunni tahrikleri tutmamıştır. Ancak Suriyeli sığınmacılar üzerinden çıkarılacak bir iç karışıklık üzerinden Türkiye bir iç savaşa sürüklenmek istenmektedir. Türk Milleti emperyalizmin kurduğu tuzağı görmektedir ve bozacaktır.


Prof. Dr. Ümit Özdağ, Eylül 2020



GİRİŞ

Gemilerin ve uçakların değil, ancak güçsüz milletlerin ve zayıflayan devletlerin yok olduğu Bermuda Şeytan Üçgeni olan Anadolu’da egemenlik kurmak ve sürmek kolay değildir. Türk milleti, Anadolu’da egemenliğini tesis ettiği 1071 sonrasında sayısız tehlikeler atlatmıştır.

Türk milleti, 1071 sonrasında Anadolu’daki egemenliğinin muhafazası için Asya, Avrupa ve Afrika’da üç kıtada bazen eş zamanlı olarak birçok savaş vermiştir. Anadolu’nun vatan olması ve vatan kalması kolay olmamıştır. Türklüğün Anadolu’daki tarihini Sümerler ile başlamıştır. İskit Türklerinin ve Hunların da Anadolu’ya girdikleri bilinmektedir. Daha sonra, M.S. 4, 5 ve 6. yüzyıllarda Türkleri, Anadolu’da Balkanlar’dan ve Kafkaslar’dan gelip yerleştirilen bir kavim olarak görürüz. Bizans ile iş birliği yapan bu grupların birçoğu Hristiyanlaşmışlardır. Abbasi ordusundaki Türk hassa birliklerinin de Tarsus’dan başlayıp Erzurum’a kadar uzanan hat üzerine yerleştikleri bilinmektedir. Özellikle 9. yüzyılda bu bölgelerdeki Türk nüfusu artmış, Eskişehir’e kadar uzanan hatta birçok kent, geçici olarak Türkler tarafından ele geçirilmiştir.

Güneydoğu ve Doğu Anadolu’daki Türk askerî varlığına Bizans, ancak 928-964 arasında son vermiş; Erzurum’dan Adana’ya kadar olan bölge, Bizans orduları tarafından geri alınmıştır. Bu bölgedeki Türklerin yenildikleri dönemde, 100.000 atlı çıkardığı bilinmektedir yani Türklerin 1071 öncesinde de Anadolu’daki sayıları küçümsenecek bir ölçüde değildir.


Selçukluların ilk Anadolu seferini, 1015-1016’da Çağrı Bey gerçekleştirmiştir. Daha sonraki yıllarda Selçuklular, Anadolu’nun sınırlarını, özellikle de Güney Kafkasya’yı denetim altına almışlardır. 18 Eylül 1049’da Kutalmış Bey’in kazandığı Pasin Muharebesi, askerî açıdan, Malazgirt’ten daha az önemli değildir ve Bizans 100.000 esir vermiştir. 1054’te Tuğrul Bey, 1055’te Yakuti Bey Anadolu’ya tekrar girmiş; 1058’de Malatya’yı almışlardır. Selçuklular, 1059’da Urfa’yı kuşatıp aynı yıl Sivas’ı almış; 60’lı yıllarda Anadolu’ya birçok kez giren Afşin ise 1068’de Sakarya Nehri kıyısına ulaşmış ve yine Afşin komutasındaki Türk ordusu, 1070’te Denizli’ye girmiştir.


Özetle Türkler Anadolu’ya aniden, 1071 yılında Malazgirt’te gelmemişlerdir. Anadolu’da hem tarihsel ve etnik bir derinliğe sahiplerdir hem de bu coğrafyada hâkim siyasi ve askerî güçlerle, 1071 öncesindeki 50 yıl içinde değişik boyutlarda mücadele etmişlerdir. 1071’de gerçekleşen Malazgirt Meydan Muharebesi ve zaferi sonrasında Anadolu hızla Türkleşmeye başlamıştır. Selçuklu tarihi ve Türklerin Anadolu’ya yerleşimi konusunun en büyük uzmanı Prof. Dr. Osman Turan ise bu konuda şöyle demektedir: 
“Gerçekten tarihinde birçok kavim ve medeniyetlere sahne olan Anadolu’nun etnik siması, 1071’den sonra, öyle sür’atle bir değişikliğe uğradı ki bu büyük muhaceret ve iskân hareketi araştırılmadığı ve anlaşılamadığı için Türkleşme hadisesi bir muamma halinde kalmış ve çok defa yerli halkların toptan ihtida veya imhasına atfolunmuştur. İhtida ve karşılıklı nüfus zayiatlarımevzuu olmakla beraber büyük muhacereti ve etnik değişmeleri itibara alamayan bu tahmini görüşlere artık bir ehemmiyet verilemez.” demektedir. 1
1 Osman Turan, “Islamisation dans la Turqui du Moyen-Age”, Studia Isla- mica X (1959), s. 137-159’dan nakleden Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, Ötüken Yayınları, 8. Baskı, 2003, s. 277-278.

Türklerin Anadolu’ya ulaştığı tarihte Anadolu’nun nüfusu, Colin McEvedy, Anadolu’nun nüfusunun 737’de 5 milyon civarında olduğunu kaydetmektedir. 1346’da yani Türklerin Anadolu’ya gelmesinden 265 sene sonra ise bu nüfus 7 milyon civarındadır.2 1000’li yıllarda Anadolu nüfusunun salgın hastalıklar neticesinde 4 ile 5 milyon arasında olması muhtemeldir.

2 Colin McEvedy, The New Penguin Atlas of Medieval History, 1992, s. 39 ve 87.

Anadolu’ya gelen Türkmen nüfusu ise kitleseldir. Çağdaş Süryani, Gürcü ve Bizans kaynakları Türkmenlerin Anadolu’ya kitleler hâlinde girdiklerini, girenlerin sadece ordular değil; kadın, çocuk, genç ve yaşlı unsurlarıyla birlikte tümden bir halk olduğunu anlatmaktadır. Üstelik Anadolu’ya Türkistan-İran coğrafyasından Türkmen nüfus akışı, 11. yüzyılda gelen ilk dalga ile kesilmemiş, ikinci büyük dalga da Moğol baskısı ile 13. yüzyılda gerçekleşmiş ve 16. yüzyıla kadar yine dalgalar hâlinde sürmüştür.3 Kanuni Sultan Süleyman dönemi sonrasında bile Türkistan’dan Anadolu’ya nüfus akışını sürdürmek için Sokullu’nun İdil Nehri ile Don Nehri’ni birbirine bağlayacak bir kanal açma girişiminde bulunması, Türk devlet hafızasında Türkistan’dan nüfus akışının stratejik öneminin varlığını sürdürdüğünü göstermektedir.

3 Adnan Menderes Kaya, Avşar Türkmenleri, Geçit Yayınları, Haziran 2004, s. 21.

Malazgirt Savaşı sonrasında Türk ilerlemesi çok hızlı olmuştur. 1074’te Alaşehir’i ele geçiren Selçuklu ordusu 3 Nisan 1078’de İzmit ve Kocaeli’ni fethetmiş- tir. Süleyman Şah, İznik’ten Boğaziçi’ne kadar olan alanı kontrol etmeye başlamıştır. Bizans-Selçuklu hududu yapılan görüşmeler sonucunda Kartal- Maltepe’deki Dragos Çayı olarak belirlenmiştir. Yani İstanbul’un Fatih tarafından fethedilmesinden 375 sene önce Türklüğün sınırları İstanbul surlarına dayanmıştır.

Bu arada çağdaş kaynaklar Rumların Doğu ve Orta Anadolu’yu boşaltarak Balkanlar’a ve Batı Anadolu’ya kaçtıklarını, Türklerin tamamen boşalmış Doğu ve Orta Anadolu’yu iskân ettiklerini kaydetmektedirler.4 Ermeniler ise Doğu Toroslar ve Kilikya bölgesine göçmüşlerdir. Çağdaş bir Ermeni tarihçisi durumu şöyle anlatmaktadır: 
“1080 yılı Martına doğru Okyanus denizi berisinde (Anadolu’da) bütün Hıristiyan memleketleri Türklerin istilasına uğramış ve hiçbir vilayet bundan kurtulamamıştı… Birçok vilayetler boşaldı, artık bir şark milleti mevcut değildir.”5 
Batılı kaynaklarda artık İç Anadolu’ya “Turkquia, Turkia” denirken Batı Anadolu ve sahil şeridine “Romania” (Romalıların ülkesi) denmektedir.6

4 Osman Turan, age, s. 278-279.
5 age, s. 279.
6 age, s. 352.


1094’te görünürde Kudüs’ü ele geçirmek ancak aslında Anadolu’da Türk ilerlemesine ve hâkimiyetine son vermek amacı ile ilk Haçlı Seferi başlamıştır. 600 bin zırhlı şövalye ve nizami birlik karşısında dayanamayan I. Kılıçarslan komutasındaki 60 bin Türk atlısı İznik’ten ve Batı Anadolu’dan geri çekilmeye başlamışlardır. Geride kalan Türkmen aşiretleri ise Haçlılar tarafından yok edilmiştir. Haçlı ordusu Kılıçarslan’ın gerçekleştirdiği gerilla savaşı sonunda büyük kayıplar verdi ise de Anadolu’yu aşmıştır.

Birinci Haçlı Seferi’nin sonucunda Bizans, Hristiyanların nüfus yoğunluğuna hâlâ sahip olduğu Batı Anadolu’yu tekrar ele geçirmiştir. Ermeniler ise nüfus üstünlüğüne sahip oldukları Kilikya’da Ermeni Krallığı’nı kurmuşlardır. Haçlılar da Antakya, Kudüs, Akka ve Urfa’da Katolik prenslikler oluşturmuşlardır.

Ancak Anadolu’nun geri kalan kısımlarında, Karadeniz Bölgesi hariç, nüfus üstünlüğü Türklerde olduğu için Hristiyan orduları ilerleme sağlayamamıştır. Karadeniz’i 1071’in hemen sonrasında fetheden Selçuklular bu bölgeye nüfus aktaramadıkları için 1075’te T. Gabras, bu bölgeyi Türklerden geri almış ve bir Rum dukalığı kurmuştur.7

7 age, s. 286.

Üstelik Anadolu üzerindeki Türk hâkimiyeti Büyük Selçuklular ile Anadolu Selçukluları arasındaki gerilimlerden, Türklerin beyliklere bölünmesinden dolayı politik ve askerî olarak zayıflamış olsa da sahip olunan nüfus üstünlüğü, özellikle İç ve Doğu Anadolu’nun Türklerin elinden alınmasını imkânsız kılmıştır.

Türkleri Batı Anadolu’dan çıkaran İmparator Alexis’ten sonra, onları Orta ve Doğu Anadolu’dan da çıkarmak isteyen İmparator Yuannis, Danişmentlilerin başkenti Niksar’ı büyük bir ordu ile muhasara etti ise de başarılı olamayarak geri dönmüştür (1140). İmparator Manuel Kommenos ise 1147’de Konya’yı fethetmeyi denemiş, başaramadığı gibi dönüş yolunda Türkmenlerin uyguladığı gerilla savaşı neticesinde perişan olmuştur.

Özetle 1071 sonrasında gerçekleşen birinci dalga sonucunda Türkler, Doğu ve İç Anadolu’yu, yerleşik nüfusun boşalttığı yerleri, doldurmuşlardır. Öyle ki 1173 yılında Ankara metropoliti, çevrede kilisesini ayakta tutacak Hristiyan kalmadığı gerekçesi ile Amasra’ya atanmak için başvuruda bulunmuştur.8

8 age, s. 352.


Türklüğün Anadolu’da tutunması 1116-1155 arasında 40 yıl hüküm süren Sultan I. Mesut döneminde gerçekleşmiş ve oğlu Sultan II. Kılıçarslan’ın 1176’da 100 bin kişilik Bizans ordusunu Miriyokefalon Savaşı’nda ezmesi ile kesinleşmiştir. Bir tarihçi şöyle demektedir: 
“26 Ağustos 1071 Malazgirt zaferi yeni yurt arayan Türk milletine bir müjde idi. 17 Eylül 1176 Miriyokefalon Savaşı ise Anadolu’yu ilelebet Türklere yurt yapan bir zaferdir.” 
Ancak bu zafer sonrasında da Anadolu’nun Türkleşmesi devam etmiştir.

İkinci Türk göç dalgası, Moğol baskısı ile birincisinden çok daha yoğun olarak gelmiştir. Daha 1260’tan önce sadece Denizli, Kastamonu ve Kütahya Afyonkarahisar çevresine yerleşen Türkmen nüfusunun 3 milyon olduğu çağdaş kaynaklar tarafından (330 bin çadır) ileri sürülmektedir.9 Bu ikinci göç ile birlikte Türkmenler Batı Anadolu’ya doğru göçe başlamışlardır. Bu sefer Batı Anadolu’da Türkmenlerin ilerlediği yerlerde boşalma görülmüştür. Menderes Havzası’nda sadece halkın değil, papazların bile kaçtığı çağdaş kayıtlarda anılmaktadır.10

9 age, s. 300.
10 age, s. 300.


Batı Karadeniz’deki Türk etnik ilerlemesi de bu ikinci göç ile yakından ilgilidir. Samsun’dan itibaren Oğuz/Çepni boyu bölgeyi Türkleştirmiştir. 1302’de artık Türkmenler Giresun’a ilerlemiş ve beylikler kurmaya başlamışlardır. Nüfus üstünlüğü Türklere geçmekle birlikte Rumlaşmış/Rum nüfus varlığını uzun asırlar sürdürmüştür. Osman Turan, 13 ve 14. yüzyılda Batı Anadolu’daki Türk nüfus kesafetinin İç Anadolu’yu aştığını belirtmektedir. Özetle Anadolu’nun Türkleşmesi kolay olmamıştır. Türk milleti bir yandan Anadolu’yu Türkleştirirken bir yandan da sürekli savaşmıştır. Anadolu’nun Türkleşmesi sonrasında Anadolu’daki egemenliğimizin savunulması için Türk milleti batıda Viyana surlarından doğuda Tebriz’e, kuzeyde Rus ve Ukran steplerinden güneyde siyah Afrika’ya kadar inen geniş bir coğrafyada savaşmıştır. 1683’te gerçekleşen 2. Viyana Kuşatması sonrasında Türk ordusunun ve milletinin üç kıtadan başlayan geri çekilişi 238 sene sürmüş, ancak 1921’de Sakarya’da durdurulmuştur.


İstiklal Harbi, sadece Yunan ordusu ile Türk ordu- su arasında bir çatışma değil, Türk milleti ile Hristiyan Batı arasında 1071’den beri devam eden hesaplaşmanın son hamlesidir. Onun için şair, “Rabb’im isterse, sular büklüm büklüm burulur / Sırtına Sakarya’nın Türk tarihi vurulur” demektedir. Sakarya’da, Avrupa’nın tarihî kinini taşıyan Yunan ordusu; Mustafa Kemal’in şahsında Atilla’ya, Murat Hüdavendigar’a, Yıldırım Beyazıt’a, Kanuni’ye saldırmıştır. Sakarya’da Sırp Sındığı, Kosova, Niğbolu, Mohaç, Prut, Plevne zaferleri ve bir dizi de mağlubiyet vardır. Sakarya hepsinin toplu hesaplaşmasıdır.

238 sene süren geri çekiliş, sadece Türk ordusunun değil Türk milletinin de geri çekilişidir. En batıdaki Türk kenti olan Budin’in, Nazlı Budin’in (şimdi nedense Budapeşte diyoruz) 2 Eylül 1686’da 167 sene süren Türk egemenliğinden sonra düşmesi ile Türk milleti de geri çekilmeye başlamıştır. Çekilenin sadece Türk ordusu değil, Türk milleti olduğunu Nazlı Budin için yazılan ağıttan anlarız: 

“Çeşmelerde abdest alınmaz oldu. 
Camilerde namaz kılınmaz oldu. 
Mamur olan yerler hep harap oldu. 
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i.
Budin’in içinde uzun çarşısı, 
Orta yerinde Sultan Ahmet camiisi, 
Kabe suretine benzer yapısı, 
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i. 
Kıble tarafından üç top atıldı. 
Perşembe günüydü güneş tutuldu. 
Cuma günü idi, Budin alındı. 
Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i.” 


Prof. Dr. Özcan Yeniçeri, her Türk aydınının, her Türk milliyetçisinin okuması gereken bu geri çekilişin hikâyesini anlattığı “Türk Kimliği ve Travma-Türklerin 3 Büyük Suçu, 3 Büyük Bozgun” kitabında “Budin’in acısı ancak asırlar sonra düşman sürüleri Edirne önlerinde, Selimiye Camii’nde görüldüğü zaman silindi.” demektedir.11

11 Özcan Yeniçeri, Türk Kimliği ve Travma-Türklerin 3 Büyük Suçu, 3 Büyük Bozgun, Kripto Yayınları, Ankara, 2014.


Türk milletinin geri çekilişi 19. yüzyılın başında kitlesel bir nitelik kazanmıştır. Bu sadece bir geri çekiliş değil, aynı zamanda 1922’ye kadar sürecek tarihin en uzun soykırımının tarihidir. Amerikalı tarihçi Justin McCarthy, “Ölüm ve Sürgün” adlı her Türk’ün başucu kitabı olması gereken kitabında 1812’de başlayan Yunan ayaklanmasından 1922’ye kadar Balkanlar ve Kafkaslar’dan 5 milyon Türk’ün ve Müslüman’ın Anadolu’ya göç ettiğini, 4,5 milyon Türk ve Müslüman’ın öldürüldüğünü kaydetmektedir.12 Bir diğer ifade ile Balkanlar ve Kafkaslarda Türk milletine yönelik büyük bir etnik temizlik gerçekleştirilmiştir. Ülkelerin, bölgelerin ve şehirlerin Türk kimlikleri yok edilmiştir. Bu soykırım sürecinde yalnızca Türklerin hayatına kastedilmemiş, Türklerin bıraktığı mimari eserler de bu tahribattan nasibini almıştır. Bir başka örnekte, İran ile Rusya arasında imzalanan Türkmençayı Anlaşması sonrasında, önceden Türk bölgesi olan Revan, Rus ordusu tarafından Türksüzleştirilmiş, Osmanlı İmparatorluğu, Rus Çarlığı veİran'dan Ermeni nüfusu nakli ile bugün ki Ermenistan’ın başkenti olan Erivan oluşturulmuştur.

12 Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, (Çev. Bilge Umar), 3. Baskı İnkilap Yayınları, İstanbul, 1998. Kafkaslarda gerçekleştirilen soykırım konusunda bkz. Hüseyin Adıgüzel, Kafkasya'da Türk Soykırımı, İstanbul 2012

Harita 1.1: 1912’de Balkanlardaki Osmanlı Toprakları13

13 age, s. 144.

Balkanlar’dan adım adım geri çekilme devam ederken yas türküleri devam etmektedir. 

“Belgrat’ın etrafının barusu, 
İçine ekerler mısır darısı, 
Onun ağlaşıyor kızı karısı, 
Aman imdat diye ağlar Belgrat, 
Hazreti Ali de Düldül’e bindi, 
Şol dolu hendekler kan ile doldu, 
Aman imdat diye ağlar Belgrat 
Yüreğimde can kalmadı üzüldü, 
Urum’dan Acem'den imdatçi geldi, 
Aman imdat diye ağlar Belgrat.”

Fotoğraf 1.1: Hendekleri kan dolan Belgrad Kalesi14

14 Weibel, B. Belgrad, 2012.

13 bin Türkçe kelimenin olduğu Sırpçada o günlerde söylenen bir Sırp sözü şöyledir: 
“Adriyatik’ten İran’a kadar tek bir Türk bacağı kalmayacak.”
Anadolu’dan Türk milletinin sökülmesi için sürdürülen savaş nihayet 1918 sonrasında Anadolu’nun içine taşınmıştır. Anadolu’nun Türk kimliğini muhafaza etmek için savaşları sadece Türk ordusu değil, bazen Türk halkı, çıplak elleri ile vermiştir. Ermeni çetecilere karşı mücadele eden kahramanlar... Pontus çetelerini dağıtan yiğitler... Antep, Gazi olmuştur. Urfa, Şanlı... Maraş ise kahramanca mücadele etmiştir.

Türk milletine yönelik etnik temizlik çevre coğrafyalarda 20. Yüzyılın ikinci yarısında ve 21. Yüzyılın başında da devam etmiştir. Balkan Türklüğü Yugoslavya’dan ve Bulgaristan’dan sistematik olarak göçe zorlanarak tahliye edilmiştir. 1980’li yıllarda Bulgaristan Türklüğü Türklüğünden vazgeçmeye zorlanmış ve büyük bir bölümü de zorla göç ettirilmiştir. 2000’li yıllarda ise Türklere yönelik etnik temizlik Orta Doğu’ya taşınmıştır. 2003’te ABD’nin Irak’ı işgali ile birlikte Kerkük’ün Türkmen kimliğinin tasfiye edilmesi amacı ile Kerkük nüfus dairesinin yakılması akabinde başlayan süreç, Kerkük’e nüfus nakli yöntemiyle demografik yapısının değiştirilmesi çabası ile sonuçlanmıştır. Bunu, Türkmen kenti Telafer’in Türkmen dokusunun, uzun ve kademeli bir savaş ile tahrip edilmesi izlemiştir.15 Özetle, etnik temizlik ile Türk yurtlarının Türk milletinin elinden alınması Türk Milleti için uzak geçmiş değil, ne yazık ki yaşanan gerçektir.

15 Ümit Özdağ, Telafer, Bir Türkmen Kentinin Amerikan Ordusu ve Peş- mergelere Karşı Direnişi, Fark Yayınları, Ankara 2008


1978’de temelleri atılan ve 1984 sonrasında tırmanan PKK terörü ile mücadele de Anadolu’nun emperyalist saldırılara karşı savunulması sürecinin bir parçasıdır. En nihayetinde yaşadığımız coğrafya kolay vatan olmamıştır ve onu vatan olarak muhafaza et- mek için her gün mücadele etmemiz gerekmektedir.

Buna rağmen bugün Anadolu’ya yönelik sessiz bir istila gerçekleşirken ve bu sessiz istila Türk Milletinin parası ile finanse edilirken, Türk Milleti kızgınlık ile süreci izlemekle yetinmektedir. Bu kitabın konusu Anadolu’ya yönelik stratejik bir göç mühendisliği ile Türkiye’nin demografik yapısının değiştirilmesi projesini ortaya koymaktır.


ANADOLU’DA GEÇEN 1000 YILDA ÜÇ BÜYÜK TEHDİT

1071 ile 1922 arasındaki mücadele esnasında Türk milleti, Anadolu’daki varlığına ve hukukuna yönelik 3 büyük tehdit ile karşılaşmıştır. Bunlardan birincisi, yukarıda kısa tarihi anlatılan Haçlı Seferleridir. Haçlı Seferleri, Türk milletini Anadolu’dan İran platosuna sürmeyi hedeflemekteydi.

İkinci büyük tehdit, 1402’de iki Türk ordusunun ve iki Türk hakanının dünya egemenliği için karşı karşıya geldikleri Ankara Savaşı sonrasında Batı Türk Devleti olan Osmanlı Devleti’nin Fetret Devri’ne girmesine neden olmuştur. Eğer bu dönemde birleşik Haçlı saldırısı düzenlenebilseydi Türk milletinin sadece Rumeli’ndeki değil, Anadolu’daki egemenliği de tehdit altında kalabilirdi.

Türk milletinin 1071 sonrasında yaşadığı üçüncü büyük tehdit, 1918 Mondros Mütarekesi-Sevr Antlaşması ile ortaya çıkan durumdur. 1917’de Kudüs’e giren İngiliz ordusu, son Haçlı Seferi’ni başarıyla bitirmiştir. Bir sene sonra, İngiliz Başbakanı, savaşın nihai hedefini açıklamıştır: "Türkler geldikleri yere, Asya’nın derinliklerine gideceklerdir." Türklerin Anadolu’da kalmasına da izin verilmeyecektir. Çünkü 19. yüzyıl Avrupa’sı; Anadolu’nun, Avrupa’nın bir parçası olduğunu arkeolojik bulgularla birlikte, Rum ve Ermenilerin buradaki varlığı vasıtasıyla da hatırlamıştır.


Osmanlı Devleti’nin yenilgiyi kabul ettiği tarihte, yani 1918’de Türk orduları, Misak-ı Millî sınırlarına çekilmişlerdir. 30 Ekim 1918’de Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda imzalanan Mondros Mütarekesi, imzalandığı zaman ordumuzun çizdiği sınır; bugünkü Suriye sınırımızın 150 kilometre güneyi ve Irak’ta, Musul, Kerkük, Erbil, Süleymaniye ve Dohuk’u kapsamaktadır ve bu bölgeler Anadolu’nun bir parçasıdır. İngiliz ordusu, Musul vilayetini ateşkes anlaşmasından sonra işgal etmiştir.

Artık son sığınak olarak düşünülen Anadolu’nun da Türkler için güvenli bir yer olduğunu söylemek mümkün değildir. 1919 yılında, dünya Müslümanlarının ancak %2,5’i, 300 milyonun 10 milyonu, yani Sakarya ile Aras nehirleri arasında yaşayan Türkler özgürdür.


23 Haziran 1919’da İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika, Yunanistan, Japonya, ve Sırbistan ortak bir bildiri yayınlayarak şöyle derler: 
“Türk milleti, yabancı soyları yönetme yetisinden yoksundur. Tarih boyunca hangi ülke Türklerin eline geçtiyse o ülke maddi ve kültürel geriliğe gömülmüş, hangi ülke Türklerin elinden kurtulduysa o ülke maddi ve kültürel bakımdan yükselmiştir. Tarihi boyunca Türkler, ellerine geçirdikleri ülkeleri geliştirmemiş, yıkmıştır. Çünkü Türklerde geliştirme yetisi yoktur, yalnız yıkmayı bilirler. Türkler bozuk ah- laklı entrikacı bir ulustur. Bu gerekçeyle, topraklarını parçalayacak ve Türkleri biz yöneteceğiz.”16
16 Cengiz Özakıncı, Nomos ve Aydın, Bellek Yayını, İstanbul, 1995, s.414.

Mustafa Kemal Paşa, işte böyle bir noktada Türk milletini, bu millete dayatılmaya çalışılan yok oluşu engellemek için savaşa devam etmeye davet etmiştir. Dünyanın çok büyük bir bölümünün Batı emperyalizminin doğrudan tahakkümü altına girdiği, Türklerin ve Müslümanların çok büyük çoğunluğunun egemenlik ve bağımsızlıklarını yitirdikleri, Anadolu Türklerinin ise birleşik Batı dünyası karşısında 1071’den 1918’e kadar süren bir savaştan sonra güçlerini tükettikleri bir noktada Mustafa Kemal Paşa, Türk milletini savaşa devam etmeye davet ve ikna etmiştir.


Hatırlamakta yarar var, Mustafa Kemal Paşa 1917’de Türk-Alman-Avusturya İttifakının savaşı kaybettiğini görmüştür. Paşa bu tespitini uzun bir mektup ile ve yetkilerini aşarak 20 Eylül 1917’de Talat Paşa, Enver Paşa ve İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkezi Umumi üyelerine bildirmiştir.17 Mustafa Kemal Paşa’nın bu mektubu yazdığı günlerden itibaren Birinci Dünya Savaşı sonrasında başlaması mukadder görünen Türk İstiklal Savaşı’nı planladığı anlaşılıyor. İstiklal Harbi resmen 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkması ile başlamıştır. Ancak, Mustafa Kemal Paşa İstiklal Harbinin ilk emrini 13 Kasım 1918’de Adana’dan İstanbul'a geldiği zaman Haydarpaşa Garı’nda vermiştir. Esasen Mustafa Kemal Paşa Mondros Mütarekesi’ni de kabul etmemiş ve 30 Ekim - 8 Kasım arasında Sadrazam İzzet Paşa ile Mustafa Kemal Paşa arasında sert yazışmalar olmuştur. Mustafa Kemal, İngilizlere İskenderun’a çıkamayacaklarını, çıkarlarsa ateş emri vereceğini açıklamıştır. Bunun üzerine İstanbul Hükümeti Mustafa Kemal Paşa’yı görevden almış ve İstanbul’a çağırmıştır. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a 13 Kasım 1918’de Müttefik işgal donanmasının İstanbul Boğazı’na demirlediği gün gelmiştir. Bundan sonrasını Kerem Çalışkan’dan okuyalım: 
Mustafa Kemal Paşa 13 Kasım’da Haydarpaşa Garı’nda trenden iner. Tren ve peron, cepheden gelen subay ve askerlerle doludur. Mustafa Kemal’i tanıyan ve trenden inişini izleyen bir çavuş, gür bir sesle perondaki askerlere komut verir:

-Dikkat, gelen Mustafa Kemal Paşa’dır, selam durrr!

Haydarpaşa Garı’ndaki tüm subay ve askerler bir anda yerinde çakılır, hazır ola geçip askerce selam verirler. Mustafa Kemal Paşa yavaş adımlar ile çavuşun karşısına yürür, durur ve sorar:

-Nerede beraberdik?

-Çanakkale!

Mustafa Kemal çavuşa şöyle der:

-Emir geçir, herkes köyüne, memleketine silahı ile gitsin, bir şekilde silahını götürsün...

“Emir geçirmek” askeri bir terimdir. Emrin yüksek sesle değil, yavaşça kulaktan kulağa sessizce tekrarlanması demektir. Çavuş emri geçirir, peron bir anda boşalır. Yüzlerce asker silahı ile birlikte ortadan kaybolur, memleketine doğru yola koyulur. Mondros Teslimiyet Anlaşması’nın öngördüğü Türk ordusunun tüm silahlarını teslim etmesi şartının aksine Mustafa Kemal, daha İstanbul’a indiği ilk anda, ilk emrini vermiştir: “Silahları vermeyin...”

17 Her Türk aydının okuması gereken bu mektup ve hikayesi için Kerem Çalışkan, Mustafa Kemal’in İsyan Muhtırası-20 Eylül 1917, Remzi Kitapevi, Ankara 2017


Bu şekilde başlayan Türk İstiklal Savaşı, “Ordular, ilk hedefiniz Akdenizdir. İleri!” emri ile sona ermiştir.

Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde İstiklal Harbi’ni veren Türk milleti, Anadolu üzerindeki egemenliğine son vermek isteyen emperyalizmi yenmiş ve Türk topraklarından atmıştır.

Sonuç olarak Türk milleti varlık ve hukukuna yönelen bu üç büyük tehdidi aşarak Anadolu’da egemenliğini sürdürmeye devam etmiştir. 1071-1922 arasında kesintisiz 851 sene devam eden savaşlardan sonra, harap bir ülke ve muzaffer ancak bitkin bir halk, Türk halkı, kendisi için yeni Ergenekon olan Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde yaralarını sarma mücadelesine başlamıştır.


STRATEJİK GÖÇ MÜHENDİSLİĞİ

-Türkiye’ye yönelik örtülü istila- 
Orta Doğu’da sınırların tekrar çizilmesi

1071 sonrasında yaşanan bu üç büyük tehditten sonra Türk milletinin Anadolu’daki millî kimlik, kültür ve egemenliğine yönelik en büyük dördüncü tehdit, modern bir kavimler göçü şeklinde 2011-2020 arasında ülkemize gelen kayıtlı-kayıtsız 5,3 milyon Suriyeli sığınmacıdan kaynaklanmaktadır. Kavimler Göçü olarak adlandırılan olay, MS 4. yüzyılda Hun Türklerinin iklim değişikliği nedeni ile havaların soğuması, Avar ve Çin baskısı gibi sebeplerle batıya doğru hareket ederek, önce Ostragotları, sonra Alanları, Vizigotları ve nihayet Cermen kavimlerini Orta ve Batı Avrupa’ya, Roma İmparatorluğu topraklarına itmeleri sürecidir. Kavimler Göçü ile Roma İmparatorluğu önce parçalanmış, sonrasında da Batı Roma çöküşe geçmiştir. Hunların Avrupa’nın içine ittiği kavimler, modern Avrupa’nın etnik-millî örgütlenme ve devlet dokusunu oluşturmuşlardır.

Bugün de Orta Doğu’dan Anadolu’ya yönelik olarak benzer bir kavimler hareketi gerçekleşmektedir. Sığınmacılar meselesi ile ilgili yapmamız gereken ilk tespit Türkiye’deki Suriyeli sığınmacılar ile ilgili İçİşleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü rakamlarının güvenilir olmadığı gerçeğidir. Rakamların güvenilmezliğini ortaya koyan en çarpıcı gerçek, İstanbul’da yaşayan Suriyelilerin gerçek sayısı konusunda Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün yaptığı karartmadır. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü 5 Nisan 2019’da Suriyeli sığınmacı sayısını 555.951 olarak açıklamıştır. Öte yandan Mayıs 2019 yerel seçimlerinden önce AKP İstanbul Belediye Başkan adayı Binali Yıldırım İstanbul’da 700 bin Suriyeli sığınmacının yaşadığını açıklamıştır.18 Yıldırım’ın açıkladığı rakam\ Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün açıkladığından 150 bin daha fazladır. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü\ Nisan 2020’de İstanbul’da yaşayan Suriyeli sayısının 549 bin olduğunu ileri sürmüştür. Birleşmiş Milletler Uluslararası Göç Örgütü ise Haziran-Temmuz 2019’da İstanbul’da 960 mahallede yaptığı araştırma neticesinde İstanbul’da yaşayan Suriyeli sığınmacı sayısını 963 bin olduğunu tespit etmiştir.19 Özetle, İstanbul’da Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün iddia ettiğinden 414 bin daha fazla Suriyeli olduğu anlaşılmaktadır. Bundan dolayı şimdiye değin vatandaşlık verilenler ile birlikte 3,9 milyon Suriyeli rakamı Türkiye’deki gerçek Suriyeli sığınmacı sayısını temsil etmemektedir. 1,4 milyon kadar da kayıtsız Suriyeli ülkemizde yaşamaktadır.

18 Hürriyet, 26 Mart 2019, Ertuğrul Özkök, “700 bin Suriyeli ile ilgili şu sözü- mü manşet yapın”
19 İstanbul’da Suriyeli Sığınmacılara Yönelik Tutumlar, İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü, Haziran 2020 s. 10 ve Yasemin Çirkin, Türkiye’deki Peşaver-Tehdi Altındaki Sınır İllerimizde Örtülü İstila, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Ankara 2020

Türkiye’nin omuzlarındaki yük sadece Suriyeli sığınmacılardan ibaret değildir. Ülkemiz tahminen 400 bin Afgan, 113 bin Iraklı ve İranlı göçmene de ev sahipliği yapmaktadır.20 Resmi rakamlara göre Türkiye’de 170 bin civarında Afgan, bir başka ülkeye iltica amacı ile bulunmakta ve 2015-2019 arasında Türkiye’ye yasadışı yollardan giren 500 bine yakın Afgan’ın polis tarafından gözaltına alındığı ileri sürülmektedir. 2019’da 201 bin, 2018’de 100 bin, 2017’de 50 bin Afgan polis tarafından yakalanmış ve bir bölümü ülkelerine yollanmışlardır.21

20 T.C. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, Güncel Veriler
21 Umar Farooq, As America Shuts Its Doors, Afghan Refugees Are Stuck in Turkey, https://foreignpolicy.com/2020/01/24/trump-asylum-afghan- refugees-helped-us-troops-stuck-limbo-turkey/

Yasemin Çirkin bu konuda şöyle demektedir: 


“Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün verdiği rakamlar nasıl Suriyeliler konusunda güvenilir değil ise diğer gruplar konusunda da değildir. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü Suriyeli sığınmacılar dışında Türkiye’de 1 milyon 400 bin değişik uluslardan insanın varlığından bahsetmektedir. Oysa, Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal İşler Organizasyonu 2019 raporuna göre Türkiye’de yaşayan sığınmacı sayısı 5 milyon 700 bindir. Diğer bir ifade ile eğer Türkiye’de Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün ileri sürdüğü gibi 3 milyon 583 bin Suriyeli varsa Suriyeli olmayan sığınmacı ve diğer statüdeki yabancı sayısı 1 milyon 400 bin değil, 2 milyon 117 bindir. Esasen Birleşmiş Milletler Uluslararası Göç Örgütü Haziran-Temmuz 2019 raporuna göre sadece İstanbul’da 126.163 Afgan olduğuna göre Türkiye’de en az 400 bin Afgan olması şaşırtıcı olma- yacaktır.”22

22 Yasemin Çirkin, Türkiye’deki Peşaver-Tehdit Altındaki Sınır İllerimizde Örtülü İstila, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Ankara 2020

Özetle, 2019 yılı sonu itibarı ile Türkiye’de toplam 7,5 milyon civarında sığınmacı bulunmaktadır. Bu rakam, Türkiye nüfusunun %8,6’sına eşittir. 2011 sonrasında izlenen hatalı Suriye ve sığınmacılar politikası neticesinde Türkiye, dünyada en fazla sığınmacının yaşadığı ülke konumuna gelmiştir.

Orta Doğu ve Batı Asya’nın kavimleri, Küçük Asya’nın Türk kimliğini 1000 sene sonra ortadan kaldıracak şekilde stratejik göç mühendisliği ile harekete geçirilmiştir. Bu konuda çalışmalar yapan Kelly M.Greenhill, stratejik göç mühendisliğini şöyle tanımlamaktadır: 
“Stratejik göç mühendisliği tabiri, devletler ya da devlet dışı aktörler tarafından, belli bir bölgede yaşayan nüfusun güçlendirilmesi, zayıflatılması ya da muhtevasının değiştirilmesini sağlayan yollarla, askerî ve siyasi amaçlar dâhilinde kasti şekilde yaratılmış iç ve dış göçleri ifade ediyor... Mühendislik eseri göçleri yaratan araçlar, tehditten askerî güç kullanımına, kazanç vaadinden finansal teşviklere, hatta normalde kapalı olan sınırların açılıp basitçe geçişin kolaylaştırılmasına uzanan geniş bir skalayı kapsıyor.”23

23 Kelly M Greenhill, Bir Savaş Silahı Olarak Stratejik Göç Mühendisliği, Journal of Civil Wars, 2008. https://www.tandfonline.com/doi/abs/10.1080/13698240701835425

Suriye’den Türkiye’ye gerçekleşen ve kalıcı olması hedeflenen göçü, neden stratejik göç mühendisliği ürünü olarak görüyoruz? Çünkü bugün bakıldığında Türkiye’nin de büyük bir göç dalgası ile karşı karşıya kalacağının bazı çevreler tarafından bilindiği anlaşılmaktadır. Ancak önemli olan nokta şudur ki; bilinen sadece küresel ısınma ve ona bağlı göçler değildir. Nedir bildiğimiz diğer şeyler? Bu sorunun cevabını bulmak için biraz daha geriye gitmemiz gerekiyor. Çünkü Batı dünyası stratejik planlamaları çok uzun vadeli yapmakta ve sonra bunları zamana yayarak, uygun dönemler oluşturarak ya da uygun dönemler oluştuğu zaman ortaya çıkan fırsatları değerlendirerek yaşama geçirmektedir.



Lewis Planı - Orta Doğu’nun Lübnanlaştırılması

1974 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra Arap ülkeleri, ilk kez birlikte hareket ederek İsrail’i destekleyen Batı ülkelerine karşı petrol ambargosu başlatmışlardır. Bu ambargo üzerine dönemin Amerikan Millî Güvenlik danışmanı Henry Kissinger, ünlü tarihçi Bernard Lewis’ten Abbasilerden sonra ilk kez ortak millî bilinç ile hareket eden Arapların nasıl ayrıştırılabileceğini araştırmasını istemiştir. B. Lewis’in değişik akademik çalışmalar ve toplantılardan sonra yaptığı öneri, Arap millî devletlerinin Osmanlı Dönemi’nde olduğu gibi etnisite ve mezhepler merkezli olarak bölünmesi olmuştur. Bu, bir anlamda bütün Orta Doğu ülkelerinin Lübnan gibi etnisite ve mezhep zemininde siyasal açıdan ayrıştırılarak yeniden yapılandırılması anlamına geliyordu.


Kivunim Dergisi - Irak’ın 3’e, Suriye’nin 4’e Bölünmesi

Lewis’in bu çalışmalarının üzerine 1982’de Dünya Siyonist Örgütü’nün yayın organı Kivunim (Yönler) dergisinin Şubat 1982 tarihli 14. sayısında gazeteci ve eski bir İsrailli diplomat olan Oded Yinon’un “Irak ve Suriye’nin bölünmesi gerektiği” tezi eklenmiştir. Yinon, Irak’ın Osmanlı Dönemi’nde olduğu gibi Basra (Şii), Bağdat (Sünni), Musul (Kürt) şeklinde üçe; Suriye’nin ise Akdeniz kıyısında bir Nusayri devleti, Şam’da bir Sünni Arap devleti, Halep’te iseŞam’dakine rakip bir Sünni Arap devleti ve son olarak da Durzi devleti şeklinde dörde bölünmesi gerektiğini savunmuştur. 24

24 Israel Shakak, The Zionist Plan for the Middle East içinde Oded Yinon,A Strategy for Israel in the Nineteen Eighties



Siyonizmin Gizli Tarihi

Yinon’un makalesine atıfta bulunan Ralph Schoenman, “Siyonizm’in Gizli Tarihi” adlı eserinde şöyle demektedir: 
“Irak devletini parçalamak, bir işlemi çözmeye benzemez. İsrail, parçalanmanın ardından kurulacak uydu devletlerin sayılarını, nerede kurulacaklarını ve kimlerin üzerinde egemen olacaklarını kararlaştırmıştır.”25 

25 Ralph Schoenman, “Siyonizm’in Gizli Tarihi”, (Çev . A ydın Pesen), Kardelen Yayınları, İstanbul 1992, s. 118 ayrıca 114-115 ‘de Lübnan ve Suriye’nin bölünmesine bak.

Yinon’un makalesini Kudüs Amerikan Girişimcilik Enstitüsü’nün raporu izlemiştir. Raporda, “Orta Doğu’da ulusalcılık ve ulusal kimlik yok edilmeli, bunun için de Orta Doğu Osmanlılaştırılmalıdır. Böylece, bölgede Batı çıkarlarına karşı çıkabilecek bir ulusal güç ve direnç kalmayacak, sistemler rahatlıkla işleyecektir.” denmektedir.


Türk Gazeteci - Amerikalı Albaylar, 1991

1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgali sonrasında ABD’nin müdahalesi ile Irak’ın bölünme süreci başlamıştır. Ancak daha ilk aşamada bölünmesi planlananın sadece Irak olmadığı anlaşılmaktadır. Gazeteci Güneri Cıvaoğlu, 1991’de Suudi Arabistan’da Türk büyükelçisinin aldığı randevu ile iki Amerikalı subay ile görüştüğü zaman kendisine, ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra Amerikan ordusunun bırakacağı silahlara sahip olacak olan Kürtlerin Türkiye’den toprak isteyeceğini, Türkiye’nin ya bu toprakları vereceğini ya da savaşacağını ifade etmişlerdir.26

26 Milliyet, 22 Haziran 2010, Güneri Cıvaoğlu, “Amerikalı yarbay.”


Lewis Planı 2.0, 1992

B. Lewis, 1992 senesinde Foreign Affairs dergisinde yaptığı analizde ilk planını âdeta güncellemiştir ve çok önemli iki tespit yapmaktadır: Birinci tespit, Orta Doğu’nun geleceğini tahlil ederken, Arap ülkelerinin Irak’a karşı birleşerek savaşmasının Arap milliyetçiliğine ağır bir darbe vurduğunu ve bundan sonra Orta Doğu’da tek çekici seçeneğin İslami kökten dincilik olduğudur. İkinci tespit ise Orta Doğu’nun Lübnanlaşabileceği tespitidir.27 Tabii, Lewis sadece analiz yapmamakta, aynı zamanda politika önermektedir. Gerçekten 1991 sonrasında Orta Doğu’nun Lewis’in dediği gibi Lübnanlaşması, yani mezhep ve etnisite eksenli parçalanması süreci başlamıştır. Millî-üniter devlet olan Irak, işgalden sonra etnik merkezli federal bir devlet yapılanmasına dönüştürülmüştür. Devlet kurumu da Lübnan’da olduğu gibi etnik merkezli bir örgütlenmeye tâbi tutulmuştur. CumhurbaşkanıKürt, Başbakan Sünni Arap, Dış İşleri Bakanı Şii Arap, Genelkurmay Başkanı Kürt olacaktır.

27 Bernard Lewis, “Rethinking the Middle East”, Foreign Affairs, Fall 1992.



Neo-Con Bölünme Çağrısı, 1996

1996’da David Wurmser, Yinon’un görüşlerini Washington ve Kudüs merkezli ve İsrail yanlısı bir düşünce kuruluşu olan “The Institute for Advanced Strategic and Political Studies”de yaparak 2000’lere taşımıştır.28 David Wurmser tarafından kaleme alınan ve Richard Perle, Eric Wallberg, James Colbert, Charles Fairbanks Jr, Douglas Feith, Robert Loewenberg, ve Meyrav Wurmser’in imzaladığı “A Clean Break: A New Strategy for Securing The Realm” adlı çalışma ile yeni İsrail başbakanı seçilen Netanyahu’dan ve Amerikan başkanından Orta Doğu’nun parçalanması sürecini hızlandırması talep edilmiştir.

28 Richard Perle tarafından kaleme alındığı bilinen bu çok önemli çalışmayıDouglas Feith David Wurmser’in kaleme aldığını ve kendileri ile yazım sırasında görüş alışverişinde bulunduğunu kaydetmektedir.




11 Eylül Sonrası - 7 Ülkenin Bölünmesi Kararı, 2001

11 Eylül sonrasında ortaya çıkan durum, Amerikan Yönetimine onlarca yıldan buyana altyapını hazırladığı bölünme projesi için istediği atılımı yapma fırsatı vermiştir. 1997-2000 arasında NATO’nun Avrupa Birlikleri komutanı olarak görev yapmış ve Kosova Operasyonu’nu yönetmiş olan Orgeneral Wesley Clark, Pentagon’da görev dönüşü katıldığı bir toplantıyı anlatır: 

“Kasım 2001’de Pentagon’a geri döndüğüm zaman yüksek rütbeli bir kurmay subay ile sohbet etme fırsatı buldum. Evet, hâlâ Irak’a karşı bir operasyon için iz sürüyorduk söylediğine göre. Ancak daha fazlası da vardı. Bu beş yıllık bir planın parçası olarak konuşulmuştu ve toplam yedi ülke söz konusuydu. Irak ile başlanacak, sonra Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan gelecekti. Evet, diye düşündüm, bu onların ‘bataklığı kurutmak’ diye konuştuklarında kastettikleri şeydi. Aynı zamanda bir Soğuk Savaş yaklaşımının da kanıtıydı. Terörizmin bir devlet sponsoru olması gerekirdi. Ve bu devlete saldırmak daha etkili olurdu.”29 

 29 Wesley K Clark, “Winning Modern Wars-Iraq, Terrorism and The Ame- rican Empire”, 2004, s. 130.

Amerikalı Orgeneral’in saydığı 7 ülkeden Irak parçalanmıştır. Sudan’dan Güney Sudan ayrılmıştır. Libya, iç savaşta parçalanmış vaziyettedir. Suriye iç savaş ile parçalanmaya direnmekle beraber, Türkiye’nin hatalı politikaları bu ülkenin parçalanması sürecini gündemde tutmaktadır. Org. Clark’ın listesine göre sırada Lübnan, İran ve Somali vardır. Ancak asıl soru şudur, sadece bu üç ülke mi vardır sırada?


2001 senesinde MHP milletvekili olan Meral Akşener, dönemin Dışişleri Bakanı’nın ricası ile eski İçişleri Bakanı kimliğinden ötürü Avrupa Parlamentosu’nda küresel ısınma ve göç konulu bir toplantıya Türkiye’yi temsilen katılmıştır. Toplantıda Avrupalıların savunduğu görüş “Dünyanın değişik yerlerinden gelip bir kısmı Türkiye üzerinden Avrupa’ya gelen göçü Türkiye’de durduralım. Türkiye durdursun ve geri yollasın” şeklinde belirginleşmiştir. Akşener’in “Kim maliyetleri karşılayacak?” sorusuna ise Avrupalılar cevap vermemeyi tercih etmişlerdir.


Hayır, sırada Türkiye’nin de olduğu anlaşılmaktadır. Emekli olmadan önce son görevi Amerikan Savunma Bakanlığı İstihbarat Müdür Yardımcılığı olan Yarbay Ralph Peters tarafından yayımlanan yarı resmî nitelikli Armed Forces Journal adlı dergide 2006 Haziran’ında yayımlanan “Blood Borders - How a Better Middle East Would Look” adlı makalede Orta Doğu’da mevcut sınırları radikal bir şekilde tasfiye eden ve yeni sınırlar öneren bir harita yayımlanmıştır. Peters, makalesinde Türkiye’nin bölünmesi ile kurulacak Kürdistan’ın Bulgaristan ile Japonya arasındaki en Batı yanlısı ülke olacağını belirtmektedir.30 Diğer bir ifade ile Batı emperyalizminin BatıAsya veya Orta Doğu’daki ajanı olacağını söylemektedir. Makale sadece burada kalmamış, Napoli’de NATO Koleji’nde Türk subaylarının da bulunduğu bir toplantıda gösterilmiş, diplomatik kriz çıkmıştır.

30 Makalenin Türkçesi için bkz. http://entellektuel.s4.bizhat.com/entellektuel- post-6179.html.


Türkiye-Suriye Sınırından Mayınların Temizlenmesi, 2007-2013

Türkiye, Suriye sınırının kontrol altına alınabilmesi ve özellikle de kaçakçılığa mâni olabilmek ve suçluların sınırı kolayca geçebilmesini önlemek için 1954 yılında 510 km uzunluğundaki bir bölümüne yer yer 350-400 m genişliğinde bir bant şeklinde 615.419 anti personel mayını döşemişti. Bu mayınlı arazinin tamamı kuş bakışı yaklaşık 22 bin hektardı (220.000 km2). PKK terör örgütünün Suriye’den çıkarılmasından sonra mayınlı arazinin temizlenip tarıma açılması gündeme geldi. Öte yandan da Türkiye Ottawa Sözleşmesi’ne 25 Eylül 2003’te katılmış, anlaşma 1 Mart 2004’te yürürlüğe girmiştir. Böylelikle Türkiye, 1 Mart 2014’e kadar tüm mayınları temizleme yükümlülüğü altına girmiştir. 2007-2013 arasında sınırımızdaki mayınlar aşamalı olarak temizlendi. Hatta temizleme ihalesinin 49 yıllık kullanım karşılığı birİsrail firmasına verilmesi düşünüldü. Kamuoyu tep- kisi bu adımın atılmasını engelledi. Temizlenen sınır bölgesinden sığınmacılar ve selefi cihatçı örgütler geçti ve geçiyor. Bir süre sonra mayınların yerine duvar örüldü. Bu arada mayınların temizlenmesinin masrafını ve duvarın parasını Türk milleti ödedi.


Mayınların sökülmesi politikası, K.M. Greenhill’in stratejik göç mühendisliğini tanımlarken ifade ettiği: “…, hatta normalde kapalı olan sınırların açılıp basitçe geçişin kolaylaştırılması...” cümlelerini anımsatmaktadır. Gerçekten mayınlar sökülmeden önce Türkiye-Suriye sınırını geçmek çok zor ve riskli iken mayınların sökülmesinden sonra bu bölge, sadece sığınmacılar için değil, dünyanın dört bir yanından gelen teröristler için de kolay bir geçiş güzergâhı haline gelmiştir.

Öte yandan daha 2011 sonu gibi çok erken bir tarihte Avrupa Birliği “Demokrasi ve İnsan Hakları Avrupa Aracı Programı” tarafından finanse edilen Ankara, İzmir, Van, Erzurum, Gaziantep, Kırklareli ve Kayseri’de yapılan “Askıdaki Yaşamlar ve Algıdaki Yaşamlar Projesi Araştırma Raporu” hazırlanmıştır. Projenin adı, sanki içeriğinin anlaşılmaması için seçilmiş gibidir. Oysa projenin amacı, Türk halkının sığınmacı ve mültecilere karşı tavrının tespit edilmesidir. Raporun ilk cümlesi “Türkiye son 20 yıl içinde küresel göç bağlamında önemli bir aktör hâline geldi.” şeklindedir. 2011 sonu itibarı ile Türkiye’deki Suriyeli sığınmacı sayısı ancak 10 bindir. Aslında rapor, 2011 sonrasında yapılacak olanlara bir hazırlık niteliği taşımaktadır.




Amerikan Ulusal İstihbarat Teşkilatı 2012 Raporu

15 Aralık 2012 tarihli Yeniçağ gazetesindeki köşemde şöyle yazmıştım: 
“Amerikan istihbarat teşkilatı Ulusal İstihbarat Konseyi tarafından hazırlanan ve 10 Aralık 2012’de yayınlanan 2030 Genel Eğilimler Raporu’nda Türkiye’nin toprak bütünlüğünün tehdit altında olduğu ve 2030’a kadar Türkiye’nin bölünebileceği ileri sürüldü. Ulusal İstihbarat Konseyi yetkilisi Mathew Burrows, Suriye’deki olayların bölgeye ya- yılmasının sonuçları olduğunu belirterek, Türkiye’nin bundan etkilenen ülkelerin başında geldiğini söyledi. İlginç olan Ulusal İstihbarat Konseyi’nin bu açıklamasından kısa bir süre önce Washington’da önemli isimlerden benzer uyarıların gelmiş olmasıdır. Bir süre önce Bush döneminde Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Dışişleri Bakanlığı yapan ve 2004’te Orta Doğu’da 22 ülkenin sınırlarının tekrar çizileceğini açıklayan Condoleezza Rize, “Suriye İç Savaşı, bildiğimiz anlamda Orta Doğu’nun bölünüş hikâyesinde son perde olabilir. Mısır ve İran’ın uzun ve devamlıbir tarihleri, güçlü ulusal kimlikleri var. Hâlâ büyük ölçüde asimile edilmemiş bir durumda olan ve Ankara’nın güvenmediği, bağımsız bir millet olma umudu besleyen Kürtlerin merkezinde yer aldığı mesele dışında Türkiye de öyle. Bu yüzden Türkiye de Suriye’deki savaşa çekiliyor” diyerek, Türkiye’nin bölüneceğini ima etmiştir. Ondan çok kısa bir süre önce de ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi M. Abromowitz de 2014’ün Türkiye için kritik yıl olduğunu, Suriye Kürtlerinin Türkiye üzerindeki baskısının artacağını ileri sürmüştür.”
Bütün bu 1974’ten 2011’e kadar gelişen olaylar zinciri göstermektedir ki, Orta Doğu’da Birinci Dünya Savaşı sonrasında çizilen ve 2. Dünya Savaşı sonrasında İsrail’in kurulmasından sonra tekrardan çizilen sınırların, şimdi hem İsrail’in güvenliğini kesin olarak sağlamak hem de ABD’nin bölgeye etki etmesini kolaylaştırmak amacı ile tekrar çizilmesi hedeflenmektedir. Başlangıç aşamasında Soğuk Savaş’ın da etkisi ile Türkiye’yi doğrudan hedef almayan jeopolitik tasarımların Türkiye’nin toprak bütünlüğünü de hedef aldığı görülmektedir.

Peki, nasıl?


TÜRKİYE’YE YÖNELİK STRATEJİK GÖÇ MÜHENDİSLİĞİNİN AMACI NEDİR?

Suriye İç Savaşı ve bu savaş sonrasında Suriye’nin kuzeyine yerleştirilmeye çalışılan PKK terör örgütü kontrolündeki bir Kürdistan, stratejik göç mühendisliğinin ilk hedefidir. Bu hedef, B. Lewis’in 1974’te başlayan Orta Doğu’nun Lübnanlaşması; Oded Yinon’un Irak’ın 3’e, Suriye’nin 4’e bölünmesi projelerinin Soğuk Savaş sonrası dünyaya taşınmasıdır. PKK kontrolündeki Kürdistan daha sonra Türkiye’de çıkarılacak bir iç savaşa müdahale için sıçrama noktası olacaktır.

Stratejik göç mühendisliğinin ikinci hedefi de Türkiye’de iç savaş çıkararak Türkiye’den de bir Kürdistan çıkarmaktır. Ancak Türkiye’de sosyolojik olarak tek bir millet, yani Türk milleti olduğu için Türk-Kürt veya Alevi-Sünni üzerinden iç savaş çıkarmak mümkün görünmemektedir. İç savaş için bir dış “patlayıcı fünyeye” ihtiyaç vardır. Bu patlayıcı fünyenin Anadolu’ya yabancı, ikinci bir millet olarak getirilen Suriyeli Araplar olması tasarlanmıştır. Her ne kadar çok farklı bir din bilimsel, sosyolojik, tarihi kategori olan Ensar-Muhacir ilişkisini siyasal bir masala dönüştürerek Türk halkının önüne koyanlar, Suriyelilerin suça karışma oranının Türklerin suça karışma oranından daha az olduğu iddia etseler de durum öyle değildir. Uluslararası Kriz Grubu tarafından açıklanan rakamlara göre sadece 2017 yılında Suriyeliler ile Türk vatandaşları arasında 181 şiddet olayı gerçekleşmiş ve 35 kişi hayatını kaybetmiştir.31 Öte yandan 2011’den Haziran 2020’ye kadar Suriyelilere yönelik toplam 141 toplu saldırı ve şiddet eylemi gerçekleşmiştir.32 Bunlar, ısrarla dikkat çektiğimiz ateşlenmek istenen içi savaşın uzaktan gelen ayak sesleridir.

31 International Crisis Group, Turkey’s Syrian Refugees: Defusing Metropolitician Tensions, Europe Report, No. 248 (Brussels: International Crisis Group 2018)
32 İstanbul’da Suriyeli Sığınmacılara Yönelik Tutumlar, Haziran 2020,İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü, İstanbul 2020, s.10


Tekrar edelim, bu modern kavimler göçü, Türkiye’nin Türk milleti ve Türk kültürüne dayanan demografik yapısını tehdit edecek bir süreci tetiklemiştir. Bu demografik istila ve değişim sürecini istatistik biliminden istifade ederek gelecek projeksiyonu ile daha da açık görebiliriz. Vatandaşlık verilenler de dahil olmak üzere Türkiye’de en az 3,9 milyon kayıtlı Suriyeli Arap vardır. Unutmayalım ki Türk devleti, Osmanlı İmparatorluğu döneminde dahi yüzlerce yıl Arap tebasının kitleler hâlinde Anadolu’ya yerleşmesine asla izin vermemiştir. Osmanlı devleti, Irak ve Suriye coğrafyasında yaşayan Şammar Aşiretinin Anadolu’ya girmesini engellemek ve Araplar arası kavgalara son vermek ve hacca giden hacı adaylarının yolda soyulmasını engellemek amacı ile 17. Yüzyılda Türkmen aşiretlerini Rakka’ya zorunlu iskâna tabi tutmuştur. Oysa bugün Anadolu’da Suriyeli Araplar AKP’nin millî intihar niteliği taşıyan politikası neticesinde hızla artan yeni bir millet olarak varlık bulma yolundadır.



Türkiye’de Suriyeli Nüfusu Nasıl Artacak? 
Tarihin Tekerleğini Büyük Nüfus Hareketleri Çevirir

Türkiye’de Suriyeli nüfusu hızla artıyor. Suriyeli kadınların doğum oranları 5.3 gibi dünyadaki en yüksek oranlardan birisidir. Türkiye’de halen küçük çaplı bir ortalama Avrupa ülkesi büyüklüğünde Suriyeli nüfusu var ve 500 bin civarında çocuk bugüne kadar Türkiye’de doğdu, doğmaya da devam ediyor. İnanılması zor, ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin Suriyeli sığınmacılara yönelik politikaları Suriyelilerin artışını adeta teşvik ediyor. “Yabancılara Yönelik Sosyal Uyum Programı” kapsamında 18 yaşından küçük 3 ve daha fazla çocuğu olan ailelere ekonomik yardım yapılması Suriyelileri yardım için çocuk yapmaya sevk ediyor. Bu gidişle Suriyeli ve diğer yabancı nüfuslar hızla artmaya devam edecek.



2020 - 3,9 Milyon Suriyeli Sığınmacı

Türk vatandaşlığı verilenlerle birlikte kayıtlı 3 milyon 900 bin Suriyeli, Türkiye nüfusunun %4,6’sını teşkil ediyor. Bugün Türkiye’deki yaklaşık 22 kişiden biri kayıtlı Suriyeli sığınmacıdır.

2040 – 3,9 Milyon Suriyeli Sığınmacı 11,3 milyona Yaklaşacaktır

Türk vatandaşlığı verilenler ile birlikte kayıtlı 3 milyon 900 bin Suriyeli Türkiye’de kalır ise Cumhurbaşkanlığı tarafından Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Merkezine yaptırılan araştırmanın ortaya koyduğu 5.3 ortalama doğurganlık hızı üzerinden hesaplandığında 2040 yılında bu sayı 11 milyon 300 bini aşacaktır.33 Bu sayı, 2040 yılındaki Türkiye nüfusunun yaklaşık %12,15’ini teşkil edecek. 

2040 yılında Türkiye’deki her 9 kişiden biri Suriyeli sığınmacı olacak.

33 http://www.hips.hacettepe.edu.tr/tnsa2018/rapor/2018_TNSA_Suriye_ Orneklemi_OzetRapor.pdf



2020 – 5,3 Milyon Kayıtlı/Kayıtsız Suriyeli Sığınmacı

Kayıtlı ve kayıtsız toplam 5,3 milyon Suriyeli, Türkiye nüfusunun %6,4’ünü teşkil ediyor. Bugün Türkiye’deki her 16 kişiden biri kayıtlı veya kayıtsız Suriyeli sığınmacıdır.



2040 – 5,3 Milyon Suriyeli Sığınmacı Sayısı 15,3 Milyona Yükselecek

Kayıtlı veya kayıtsız 5,3 milyon Suriyeli sığınmacı Türkiye’de kalırsa 2040 yılında Türkiye’deki Suriyeli Arap kökenli insan sayısı (ve muhtemelen ne yazık ki Türk vatandaşı) yaklaşık 15 milyon 300 bin seviyesine ulaşacaktır. Bu sayı, 2040 yılında Türkiye nüfusunun yaklaşık %14,12’sini oluşturacaktır. 

2040 yılında Türkiye’deki her 7 kişiden biri Suriyeli sığınmacı kökenli Türk vatandaşı olacak.



Türkiye’de Suriyeli sığınmacıların doğum yolu ile nüfus artışı daha şimdiden başlamıştır. Mülkiye Başmüfettişi Mahmut Esen bu konuda şu tespiti yapmaktadır: 
“2018 yılında 291 bin 290 kişinin geri dönüşlere ve T.C. vatandaşlığına geçişlere karşın ülkemizdeki Suriyelilerin sayısı bir önceki yıla göre 187 bin 175 kişi arttı.”34 

 34 Sözcü, 30 Eylül 2019, Saygı ÖZTÜRK, “Suriyelilerin sayısı azalmıyor, artıyor”. https://www.sozcu.com.tr/2019/gundem/suriyelilerin-sayisi- azalmiyor-artiyor-5360612/

Özetle, eğer Suriyeli sığınmacıların vatanlarına dönmesi emperyalizm ve yerli iş birlikçileri tarafından engellenir, Türkiye’de kalması sağlanır ve Türk vatandaşlığı verilir ise Türkiye’de belirli bölgelerde yoğunlaşmış ikinci bir millet yaşamaya başlayacaktır. Üstelik Suriyeli sığınmacıların ağırlıklıolarak Suriye ile sınırdaş olan bölgelerimizde yaşadığıgöz önünde tutulur ise ortaya çıkaracağı jeopolitik parçalanma riski çok açık görünecektir. Suriyeli sığınmacılara vatandaşlık verilerek Türkiye’de kalmaları durumunda Türkiye’nin millî birliğini ve toprak bütünlüğünü muhafaza etmesi ağır tehdit altına girecektir.



2020 – 7,5 Milyon Toplam Sığınmacı

Türkiye, hâlen İran üzerinden devam etmekte olan Afgan göçü dışında Suriye-Irak-İran üzerinden önümüzdeki on yıllarda gelecek yeni bir göç dalgası tehdidi ile karşı karşıyadır. Suriyeli sığınmacıların dışın- da Türkiye’ye yönelik göçün ana unsurlarını Afganlar, Iraklılar ve İranlılar oluşturmaktadır.

Türkiye de Suriyeliler dışında diğer ülkelerden gelen sığınmacıları da hesaba katacak olursak yaklaşık 7,5 milyon sığınmacı bulunmaktadır. Bu da nüfusun yaklaşık %9’una tekabül etmektedir. 

Yani bugün Türkiye’de her 11 kişiden biri sığınmacıdır.

2040 – 7,5 Milyon Sığınmacı 21,6 Milyona Yükselecek

Tüm bu sığınmacılar Türkiye’de kaldıkları takdirde ve gelecek 20 yılda Türkiye’ye yeni sığınmacı akını olmadığı takdirde 2040 yılında sığınmacıların toplam nüfusları 20 milyonu aşacaktır. Suriyeliler dışındaki grupların doğum oranı Suriyeliler kadar yüksek değildir. Bundan dolayı net bir rakam tespiti mümkün değildir ancak yine de deyişle 2040 yılındaki Türkiye nüfusunun %20’den fazlası sığınmacılardan oluşacağı görülmektedir. Yani 2040 yılında yaklaşık her 5 kişiden biri sığınmacı kökenli olacaktır.



Türkiye’ye Afgan Göçü

Son yıllarda Türkiye’ye büyük bir Afgan göçü gerçekleşiyor. 2020 başı itibariyle Türkiye’de yasal olarak bulunan 170 bini iltica etmek için bekleyen dışında 400 bin yasadışı yollarla göç etmiş Afgan olduğu tahmin ediliyor. Türkiye bir yandan da Afganları sınır dışı etmektedir. 2014’de 12.248, 2015’de 35.923, 2016’da 31.360, 2017’de 45.259, 2018’de 100.841, 2019’da 201.437 ve 2020’nin ilk 9 ayında 32.590 Afgan, Türkiye’den sınır dışı edilmiştir. Afganların çoğu kırsal alanda çiftliklerde yaşıyor ve çalışıyorlar. Bir aile 2000 TL gibi bir maaş karşılığında çalışıyor. Afgan göçünün iki kaynağı var: Birinci kaynak İran, ikinci kaynak ise Afganistan. İran’a kaçan 900 bin Afgan’ın bir bölümü sınırı Iğdır ve Van’da yürüyerek geçerek Türkiye’ye giriyor. İran, ekonomik ambargonun etkileri altında ezilirken Afgan sorunundan kurtulmak için Afganları Türkiye’ye yönlendiriyor.

Türkiye tarafında da ne yazık ki etkin bir mücadele gerçekleştirilmiyor. Türkiye’ye vize alan Afganlar ise Kabil’de yerleşik bir çetenin 5000 dolara temin ettiği vizeler ile Türkiye vizesi alarak giriyorlar ülkemize.

Afganistanlılar Türkiye’ye gelen en fakir ve eğitimsiz grup. Bir çoğunda Hepatit-B, tüberküloz çok yaygın. Sivas’ta bir Afgan’da cüzzam bile tespit edildi. Afganlar çok büyük bir sağlık tehdidi oluşturuyorlar. 2 sene sonra Türkiye’de ortaya çıkacak büyük sağlık sorunlarını uluslararası kuruluşlar bekliyorlar. Afganların Türkiye için oluşturduğu bir diğer tehdit de beraberlerinde başta eroin maddesi olmak üzere uyuşturucu getirmeleri. Ve Türkiye artık uyuşturucuda transit ülke olmaktan çıkıyor, bir hedef ülke ve pazar haline geliyor.


Devam etmekte olan Afgan göçünün arkasında ABD’nin Kabil Büyükelçisi olduğunu Süleyman Soylu “Sadece Suriye değil, aslında bir problemimiz daha var, bu da Afganistan kaynaklı düzensiz bir göçtür. Şunu açık ve net söyleyeyim: Burada Amerika net bir oyunla karşı karşıyadır. Amerika’nın Afganistan’daki Büyükelçisi kimdir? 15 Temmuz darbesindeki Büyükelçidir. Peki, afyon üretimi en çok ne zaman artmıştır? O, oraya gittikten sonra. Peki, bir soru daha: Afganis- tan kaynaklı düzensiz göç ne zaman artmıştır? O adam oraya gittikten sonra” ifadesi ile açıklamıştır.35

35 T24, 16 Kasım 2018, https://t24.com.tr/haber/soyludan-eski-abd- buyukelcisi-john-bassa-suclama-afganistandaki-afyon-uretimi-o-gidince- artti,750036


Küresel Isınma ve Göçlerin Türkiye’ye Etkisi

İklim, dünya tarihi boyunca köklü değişikliklere dünyanın güneş etrafındaki dönüşü sırasında yörüngesindeki eğilim değişikliğin bir sonucu olarak uğramıştır. Bu değişiklikler neticesinde ortaya çıkan havanın soğuması veya ısınması, insanlık tarihi üzerinde büyük etkilere yol açmıştır. Yukarıda da dikkat çektiğimiz gibi MS 4. yüzyılda başlayan Kavimler Göçü’nün bir nedeni de soğuyan havanının Hunlar ile birlikte Asya ve Doğu Avrupa kavimlerini Roma İmparatorluğu topraklarına itmesi olmuştur. Ancak iklim değişiklikleri sadece doğal nedenler ile olmamaktadır. İnsanların gerçekleştirdiği değişik üretim ve tüketim faaliyetleri sonucunda doğal iklim değişiklilerinin ötesinde küresel atmosferin bileşiminin bozulması ile gerçekleşen iklim değişikliği, insanlığı bugün yaşanan küresel ısınma ile karşı karşıya getirmiştir. Küresel ısınma da beraberinde seller, fırtınalar, tayfunlar, hortumlara, yağışların azalmasıyla orta ve uzun vadede kuraklığa, çölleşmeye, buzulların erimesiyle deniz seviyesinde yükselmeye ve deniz kenarındaki yaşam alanlarını sular altında bırakacak yükselmelere neden olacaktır.


Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli, daha 1990 yılında iklim değişikliğinin büyük göçleri tetikleyeceğini açıklamıştır.36 Pentagon’un 1997’de hazırladığı, 2007’de güncellediği 2014’te TSK ile paylaştığı bir raporda ise Prof. Dr. Hasan Köni’nin ifadesiyle şu cümleler yer almaktadır: 

36 Merve Suzan Ilık Bilben, Uluslararası Politika ve Güvenlik TartışmalarıEkseninde İklim Değişikliği Kaynaklı Göçlere Genel Bakış, yayınlanmamış tebliği, Ankara, 2019.

“İklim değişikliği nedeniyle buzlar eriyor. Yeni ticaret yolları açılıyor. İklim değişikliği ABD’nin güvenliğine tesir ediyor. Doğu Akdeniz (İtalya’nın altından İran, Afganistan’a kadar Türkiye dâhil) kuraklaşacak. 46 ülke zor duruma düşecek. Güneyden yukarı doğru büyük göçler yaşanacak. Bizim yapacağımız rejim değişiklikleri de bu göçlere çarpan etkisi yapacaktır.” demektedir.37 
37 Prof. Dr. Hasan Köni, İstanbul, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, “Tarihçiler Geleceği Konuşuyor” konulu Panel Tebliği, Kasım 2019.

Anılan belgede öngörülen Amerikan müdahaleleri çarpan etkisi yapmıştır. ABD askeri müdahaleleri sonucunda Afganistan, Irak, Pakistan, Yemen, Somali, Filipinler ve Suriye’de 37 milyon insan mülteci konumuna düşmüştür.38

38 David Vine, Cala Coffmann, Catalina Khoury, Madisaon Lovasz, Helen Bush, Rachael Leduc ve Jennifer Walkup. Creating Refugees: Displacement Caused by the United States’ Post- 9/11Wars


Üstelik küresel ısınma yeni göçler için zemin hazırlarken sadece Türkiye’deki Suriyeli nüfusu değil, dünya nüfusu ve özellikle komşu ülkelerin nüfusu hızla artmaktadır. 2030 yılına kadar dünya nüfusu 750 milyon artacaktır. Irak, Suriye ve İran’ın nüfusları 2030’a kadar 25 milyon, 2050’ye kadar 65 milyon artacaktır. Mısır’ın nüfusu ise 2050’ye kadar 53 milyon artacaktır. Öte yandan Avrupa’da nüfus 2030’a kadar 6 milyon, 2050’ye kadar 33 milyon azalacaktır. Özetle, Avrupa’nın yeni işgücüne ihtiyacı olacaktır.


Aynı süreçte Orta Doğu’da nüfus artarken, küresel ısınma neticesinde bir yandan sahil kıyısındaki İskenderiye gibi kentler Akdeniz’in suları altında kalır- ken diğer yandan tatlı su kaynakları azalacaktır. 21. yüzyılın sonuna kadar bu eğilim devam ederse Dicle ve Fırat havzaları kuruyacaktır. Sonuç olarak nüfus artışı, küresel ısınma, azalan tarımsal üretim ve azalan tatlı su kaynakları iklim mültecilerini artıracaktır. Dolayısıyla kıt kaynaklar için çatışmalar da artacaktır. Bu çatışmalardan kaçanların bir bölümü ise Anadolu’ya yönelecektir. Mithat Arman Karasu, önümüzdeki 30 yılda Irak, Ürdün, İsrail, Lübnan ve Suriye’de yeraltı sularının azalacağını; artan nüfus, azalan gıda üretimi ve su kaynaklarının kurumasının yeni çatış- maları tahrik edeceğini ifade etmektedir.39

39 Mithat Arman Karasu, Suriye’de İç Savaşın Kökenleri, Çağdaş Yerel Yönetimler, Cilt 26, Sayı: 3, Temmuz 2017

Özetle Türkiye, 21. yüzyılın ortalarına doğru eğer daha önce dışarından Suriyeli Araplar üzerinde yapılacak bir kışkırtma ile ağır bir iç çatışmaya sürüklenmez ise yeni ve büyük bir sığınmacı dalgası ile karşılaşacaktır. Avrupa iş piyasasına erişmek amacıyla Orta Doğu’dan Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden bir kısmı Avrupa’ya uzanacak yeni göç dalgasının büyük bir bölümü yine Avrupa’ya giremeden Türkiye’de kalacaktır. 21. Yüzyılda başlayan ve küresel ısınmanın daha şimdiden etkili olduğu göç dalgaları ABD ve Avrupa Birliği’nin 20. Yüzyılın ikinci yarısında uyguladığı göç politikalarını değiştirmesine neden olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında mülteci hukukunun şekillenmesinde, Yahudi soykırımının bütün boyutları ile ortaya çıkması sonrasında savaş öncesinde Yahudilerin Almanya’dan kaçmasına yardımcı olmamamın vermiş olduğu utanç belirleyici olmuştur. Bu utanç ile hareket eden Batı dünyası, liberal bir mülteci hukuku hazırlamıştır. Ancak 21. Yüzyılda küresel ısınma ve korona virüs salgını sonrasında ortaya çıkan gelişmeler, ABD ve AB’yi liberal mülteci hukukunu tasfiye etmeye yönlendirmiştir. ABD, Latin Amerika’dan gelen göçü durdurmak amacı ile Meksika sınırına duvar örerken, Avrupa Birliği mülteciler hukukunu ve uygulamalarını sertleştirmeye başlamıştır. 2019’da Avrupa Birliği Mülteciler Komiserliği’ne atanan Ursula vor der Leyen, görev dağılımında göç konusunu “Avrupalı Yaşam Biçimini Korumak” adı verilen dosyaya dahil etmiştir.40

40 The End of AsylumA Pillar of the Liberal Order Is Collapsing—but Does Anyone Care?, By Nanjala Nyabola https://www.foreignaffairs.com/articles/2019-10-10/end-asylum

Ancak 2050’lere gelmeden önce küresel ısınmanın bugün yaşananlara neden olduğu anlaşılmaktadır. Suriye İç Savaşı’nı Arap Baharı tetiklemiştir. Ancak asıl somut nedenlerden en önemlisi, Suriye’de iç savaş öncesindeki 7 yılın küresel ısınma sonucunda kurak geçmesi, tarım üretiminin ve gıda fiyatlarının düşmesi olmuştur.

Orta Doğu’nun Lübnanlaştırılması, Büyük Kürdistan’ın kurulması, küresel ısınma ve onun hazırladığı sosyal ortamın dış istihbarat müdahalelerini tetiklemesi ile Suriye İç Savaşı’nın çıkması ve bu süreçte Türkiye’ye yönlenen/yönlendirilen göçler ile Türkiye’nin demografik yapısının bozulması; birlikte değerlendirilmesi gereken bir sürecin parçalarıdır.

Yeni beklenen göçler; iklim değişikliği sonucunda ortaya çıkan küresel ısınma, söz konusu komşularımızda yaşanan nüfus patlaması ve Avrupa Birliği ülkelerinde yaşanan nüfus azalması ile yakından ilgilidir.



SURİYELİLEŞEN TÜRK KENTLERİ

Yaşadığımız stratejik göç mühendisliği ürünü olan modern kavimler göçü neticesinde Türkiye’nin Türk kimliği ağır baskı altına girmiştir. Önümüzdeki yıllarda birçok kentimizde Türkler azınlığa düşecektir. Üstelik bu kentlerimizin büyük bir bölümü jeopolitik olarak çok hassas olan sınır bölgemizdedir. Adeta, PKK’nın Suriye’nin kuzeyinde yaptığı etnik temizlik ile Suriye’nin kuzeyi “Arapsızlaşırken”, Türkiye’nin güneydoğu hattı ise gelen Suriyeli Arap nüfusun baskısı ile Türksüzleşmektedir.

Daha bugünden Kilis’te Türkler azınlıkta, Suriyeliler çoğunluktadır. Ve Kilis’te Suriyeli nüfusu artarken Türk nüfusu azalmaktadır. Kilis’te Suriyeliler Türklere:

Devlet buraları bize verdi, siz buradan gideceksiniz.” demektedir. 

Kilis’e Suriye’den Arap nüfus gelmeye devam ederken Kilisli Türkler ise Kilis’i her geçen gün daha büyük nüfuslarla terk etmektedir. Âdeta Anadolu’da örtülü bir istila gerçekleşmektedir. Kilis valiliği polislere Arapça kursları verirken şehir merkezinde Suriyeli mafya bozuntuları polise kabadayılık yapabilmektedir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, resmî internet sitesine koyduğu 1/100.000 ölçekli Kilis yerleşim planında Suriyelilerin Kilis’te ilanihaye kalacağı üzerinden planlama yapmıştır.

Hatay’da Suriyeliler resmî rakamlara göre Türk nüfusunun yaklaşık %27’sini oluşturmaktadırlar. 

Ancak kayıtsız Suriyeliler ile birlikte Hatay’da 2019 yılı itibarı ile nüfusun %35’ine yaklaşan bir Arap nüfus söz konusudur. 

Reyhanlı’da Suriyeli nüfusu Türk nüfusunu geçmiştir. Hatay ticaretinin büyük bir bölümü Suriyelilerin eline geçmiştir. 

“Bir gün Hatay bizim olacak” düşüncesi her Suriyelide mevcuttur.

2019 sonu itibarı ile kayıtlı ve kayıtsızlar üzerinden Suriyelilerin yoğun olarak yaşadığı Şanlıurfa, Gaziantep, Kilis, Hatay, Adana ve Mersin illerimizin nüfuslarının 20 yıllık yakın gelecekte nasıl şekilleneceğine bakalım. Ancak bu illerimizde gelecek 20 yılda gerçekleşecek demografik değişimi incelemeden önce Temmuz 1915’de Kahire’deki İngiliz Genel Valisi Sir Henry McMahon ile Şerif Hüseyin arasında yapılan görüşmelerde Şerif Hüseyin’in kurulacak Arap imparatorluğunun sınırlarının Mersin, Adana, Birecik, Urfa, Mardin üzerinden İran sınırına kadar olan Türkiye topraklarını da kapsaması gerektiğini ileri sürdüğünü hatırlamakta yarar vardır.41 Mersin-Adana-Hatay-Birecik-Urfa-Mardin hattı talebi Arap hafızasından hiç silinmemiştir. Bundan dolayı bugün Hatay’da Suriyeli bir kadın öğretmen Suriyeli Arap öğrencilere 

“Gülek Boğazına kadar bizim. Bir kalacağız burada. Türkler gidecek” diyebilmektedir. 

Özetle Suriyeli sığınmacılar meselesi bazılarının ortaya koymak istedikleri gibi bir insani yardım konusu değil, demografik dönüşüm sonucunda Türkiye’nin Kürdistan’a ve Suriyeli Araplara toprak kaybı projesidir.

41 Deniz Doğru, I. Dünya Harbi Sırasında Şerif Hüseyin’in Siyasi Faali- yetleri, Sosyal Bilimler Dergisi 57



Gaziantep

Gaziantep’te kayıtlı 450 bin Suriyeli yaşıyor. Gaziantep’in Türk nüfusu ise 2 milyon 69 bin 364’tür. Suriyeli Arap nüfusun il nüfusuna oranı %21,7’dir. 2040 yılında Gaziantep’te Suriyeli Arap sayısı 1.298.700’e ulaşacak. Bu sayının Türk il nüfusuna oranı yaklaşık %33 olacak. Üstelik bu sayıya Gaziantep’te yaşayan 150 bin civarında olduğu tahmin edilen kayıtsız olanlar dâhil değildir. Gaziantep’te kayıtlı-kayıtsız 600 bin Suriyeli yaşamaktadır. 600 bin Suriyelinin Gaziantep’te kalması durumunda 2040 yılında Gaziantep’te Suriyeli sayısı 1 milyon 875 bine ulaşacak ve Gaziantep nüfusunun %42’sini Suriyeliler oluşturacaktır.

Suriyelilere vatandaşlık verilerek Türkiye’de kalmaları sağlanır ise Fransız ordusu ve Ermeni çetelerine direnen Gaziantep stratejik göç mühendisliği ile sür- dürülen sessiz istilaya dayanamayacaktır. Sonuç, emperyalizmin kışkırtması ile çıkarılacak bir iç çatışmada bir zamanlar Türk kenti olan Halep’in kaderini paylaşmak istemeyecek olan Gaziantep’in Türk kimliğini korumak için tekrar direnmesi olacak. Gaziantep adeta ikinci kez “Gazi” olmaya zorlanmaktadır. Ve bu gelecek adeta görünmektedir. Halep’in son belediye başkanı olan Maan Chibli 2012 sonunda ülkesini terk ederek Gaziantep’e yerleşmiştir. Dostu olan Gaziantep Büyükşehir Belediye başkanı Asım Güzelbey kendisine danışmanlık vermiştir. Bir süre Gaziantep’te kalan eski Halep Belediye Başkanı Gaziantep’e geldikten sanırım 1,5 sene sonra Gaziantep’i terk etmiştir. Chibli, Gaziantep’ten ayrılırken, “Gaziantep bozuluyor, Halep’e benziyor, burası artık güvenli değil” demiştir. Türkiye’yi yöneten aklın bu tespit üzerinde düşünmesi gerekir ve ona göre önlem alması gerekirken, yaptığı şey bu durumu yazan Gaziantep’in önde gelen gazetecisi Ökkeş Özekşi’yi “halkı kin ve nefret duyguları ile kışkırtmak” suçlaması ile Terörle Mücadele şubesinde sorguya çağırmak olmuştur.




Hatay

Hatay’da kayıtlı 435.530 Suriyeli yaşamaktadır. Bu sayının 1.625.855 olan il nüfusuna oranı %27’dir. 2040 yılında Hatay’da Suriyeli Arap sığınmacı sayısıyaklaşık 1 milyon 256 bine ulaşacak. Bugünden Reyhanlı’da Suriyeli sığınmacı nüfusu, Türk nüfusu geçmiş durumdadır. Yakın bir tarihte başka ilçelerde de Suriyeli sığınmacıların nüfusu Türkleri geçecektir. 2040’ta Suriyeli sığınmacı kökenli Arap sayısının Hatay nüfusuna oranı yaklaşık %37,8 olacaktır. Üstelik bu sayıya 200 bine yakın olduğu tahmin edilen kayıtsız Suriyeli nüfus dâhil değildir. Bu sayıya göre he- saplandığında 2040 yılında bölgedeki kayıtlı ve kayıtsız Suriyeli sayısının 1 milyon 834 bine çıkacağı ve Hatay nüfusunun %47’sini teşkil edeceği 2040 yılında Hatay’da yaklaşık her 2 kişiden 1’i kayıtlı ya da kayıtsız Suriyeli olacağını göstermektedir.

1939’da Hatay Türkiye’ye katıldığından bu yana Türkiye’ye katılımı kabul etmeyen Suriye, Hatay’ı “sancak” diye nitelendirmiş ve Hatay’da sürekli istikrarsızlaştırıcı faaliyetlerde bulunmuştur. Türkiye Cumhuriyeti ise Hatay’a sürekli farklı bir önem vermiştir. Bu kadar önemli bir noktada nüfus dengesinin Türkler lehine bu kadar köklü şekilde değişmesinin kabul edilmesi mümkün değildir. 

“Hatay, Suriye’nindir.” 

sloganı ile yetişmiş Suriyeli sığınmacıların yarın Türk vatandaşlığı alsalar dahi bir gün Suriye’ye bağlanmak istemeyeceklerini kimse garanti edemez. Esasen yukarıda da dikkat çektiğimiz gibi Hatay’da sığınmacı öğrencilere ders veren Suriyeli kadın öğretmen çekinmeden 

“Gülek Boğazı’na kadar Arap topraklarıdır. Biz dönmeyeceğiz. Türkler gidecek” 

derken gelecekte neler olacağının haberini vermektedir. Daha bugünden birçok Suriyeli sığınmacının 

“Hatay, bir gün muhakkak bizim olacak”

dediği Hatay sokaklarında konuşulmaktadır.

Hatay’dan Suriyelilerin söylediği gibi ne yazık ki Türk göçü başlamıştır. Gazeteci Fatih Ertürk, Hatay’ın merkez ilçesi olan Antakya’dan Suriyelilerin gelişinden sonra 30 bin Antakyalı Akdeniz sahiline göç etmişlerdir. Özetle, Hatay’ın Suriyelileşmesi başlamıştır.42

42 Fatih Ertürk, Hatay’ın Geleceği Suriyelilerin Elinde mi?, Antakya Gazetesi, 28 Eylül 2020





Şanlıurfa

Bugün Şanlıurfa’da kayıtlı 420.664 Suriyeli sığınmacı yaşamaktadır. Suriyeli sığınmacı sayısının il nüfusuna oranı %20,3’tür. Daha şimdiden Akçakale’de Suriyeli sığınmacı nüfusu Türk nüfusunu geçmiştir. 2040 yılında Şanlıurfa’da yaşayacak olan Suriyeli sığınmacı sayısı yaklaşık 1 milyon 214 bine ulaşacak. Suriyeli Arapların il nüfusuna oranı yaklaşık %28,7 olacaktır. Ancak Şanlıurfa’da kayıtsız 250 bine yakın Suriyeli yaşamaktadır. Ve toplam Suriyeli nüfusu 700 bin civarındadır. 2040’ta ise 1 milyon 962 bine yükselecek olan Suriyeli nüfusu kent nüfusunun yaklaşık %40’ını oluşturacaktır.




Adana

Bugün Adana’da kayıtlı 249.143 Suriyeli sığınmacıyaşıyor. Bu sayı Adana’nın Türk il nüfusuna oranı%11,13’tür. Suriyeli sığınmacıların kalması durumunda 2040 yılında Adana’daki Suriyeli Arap sayısı yaklaşık 719.020’ye ulaşacak ve Adana’daki Suriyeliler, Adana’nın yaklaşık %21,5’ini oluşturacaktır. Ancak Adana Büyükşehir Belediye Başkanlığı Adana’da kayıtsız 110 bin Suriyeli olduğunu belirtmektedir. Özetle, Adana’daki gerçek Suriyeli sayısı 359 bindir. 2040’ta ise 1 milyon 36 bine, yani nüfusun %28,2’sine ulaşacaktır. Yani 2040 yılında Adana’da her 10 kişinden 3’ü Suriyeli sığınmacı olacaktır. Şerif Hüseyin’in Adana, Mersin, Şanlıurfa ve Mardin’e göz diktiği düşünülür ise Adana’ya yönelik Arap algısının hızla eksen değiştirip Kilis ve Hatay’da olduğu gibi işgalci bir nitelik kazanması şaşırtıcı olmaz.43 Daha bugünden Adana kent merkezinde Suriyeli işgali altına giren bölgeler vardır.

43 W.F. Abboushi, The Angry Arabs, Philadelphia, 1974, s. 103’ten nakledenİlhan Arsel, Arap Milliyetçiliği ve Türkler, İstanbul 1977, s. 220-221




Mersin

Mersin’de kayıtlı 215.736 Suriyeli yaşıyor. Bu sayının il nüfusuna oranı %11,7’dir. Suriyeli sığınmacıların Türkiye’de kalması durumunda 2040 yılında Mersin’de yaklaşık Suriyeli sığınmacı sayısı 622.614’e ulaşacak. Bu sayının ise Mersin nüfusuna oranı yaklaşık %20,2 olacak. Ancak Mersin’de kayıtsız 200 bin Suriyeli var ve toplam Suriyeli nüfusu 415 bin. Yani 2040’ta Mersin’de Suriyeli Arap nüfusu 1 milyon 197 bine çıkacaktır. Bu da Mersin nüfusunun %32,8’ine tekabül edecektir.

Tekrar altını çizelim; hâlen ülkemiz bir savaş aracı olarak kullanılan stratejik göç mühendisliği sonucunda gizli bir istila ile karşı karşıyadır. Stratejik göç mühendisliği sonucunda ülkemiz ordular tarafından işgal edilip, sonrasında işgal eden ordunun sahibi olan millet ülkemize gelip yerleşmemektedir. Gerçekleştirilen stratejik göç mühendisliği ile ordular, terör örgütleri, istihbarat servisleri tarafından harekete geçirilerek Türkiye’ye sokulan, girmeye teşvik edilen milyonlarca Suriyeli, Afgan, Iraklı, İranlı ile Türkiye’nin demografik yapısı tahrip edilmekte, politik, ekonomik, kültürel istikrarsızlık çıkararak dış müdahale ve jeopolitik parçalanmaya uygun hâle getirilmek istenmektedir.



KAVİMLER GÖÇÜNÜN ORTAYA ÇIKARDIĞI DEMOGRAFİK DEĞİŞİMİN STRATEJİK SONUÇLARI

Sınırları belli olan spesifik bir coğrafyada yoğunlaşan nüfus hareketinin ortaya stratejik sonuçlar çıkarmaması mümkün değildir. Suriye başta olmak üzere Orta Doğu ve Asya’dan gelen kavimler göçü nitelikli göç hareketleri gibi, Türkiye’deki sığınmacıların doğum yolu ile ortaya çıkacak büyük bir nüfus artışının; demografik değişimin yanı sıra politik, ekonomik, kültürel ve stratejik sonuçları olacaktır. Şimdi, yaşanan demografik değişiminin Türkiye için stratejik sonuçlarını sıralayalım.
a) Afganistan’dan 6,5 milyon sığınmacı kabul ederek ekonomik, sosyal, kültürel, politik dengeleri bozulan; Hindistan ile sürdürdüğü rekabetten kopan ve Belucistan üzerinden parçalanma tehdidi yaşayan Pakistan’ın yaşadıklarına benzer bir süreci Türkiye’nin de yaşayacağı açıktır. Kavimler göçünün oluşturduğu ekonomik, toplumsal, kültürel, politik ve jeopolitik baskı altında kalan ülkemiz sürekli istikrarsızlık ortamına sürüklenecektir. Türkiye, azgelişmişlik ve orta gelir tuzağından asla kurtulamayacaktır. İç bünyesi zayıflayacağı için dış müdahalelere açık hâle gelecektir.

b) İçinde 10-13 milyon arası Suriyeli olan istikrarsız Türkiye, AB’den tamamen ve nihai olarak kopacaktır. Türkiye’nin bir gün teorik olarak bile Avrupa Birliği tam üyesi olma ihtimali tamamen ortadan kalkacaktır.

c) Türkiye; Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu alt kıtaları arasında Avrupa ve Asya’yı bağlayan bir köprü iken politik, kültürel ve ekonomik olarak Orta Doğululaşacaktır. Hâli hazırda Gaziantep–Kilis–Hatay hattında biten Orta Doğu coğrafyasının Batı sınırları, 20 sene sonra daha da Batıya doğru kayacak ve Edirne–Kırklareli hattına taşınacaktır.

d) Irak, 1991 ve 2003’te yapılan iki müdahale sonunda yeniden düzenlenmiş ve kuzeyine federe bir Kürdistan yerleştirilmiştir. 2011’de ise Suriye Arap Cumhuriyeti iç savaşa sürüklenmiştir ve bugün Suriye’nin kuzeyine PKK kontrolünde bir Kürdistan yerleştirme çalışmaları devam etmektedir. Bu iki parçanın kurumsallaşması ve Suriye iç savaşının yatışması sonrasında sıra Türkiye’nin stratejik göç mühendisliği ile hazırlandığı iç çatışmaya sürüklenmesine gelecektir. Türkiye, sosyolojik açıdan bir millet bütünlüğü gösterdiği için; Türk-Kürt veya Alevi-Sünni ekseni üzerinden bir iç çatışma çıkarma girişimleri başarısız olmuştur. Ancak stratejik göç mühendisliği ile Anadolu’ya aktarılan blok hâlindeki bir Arap nüfusu üzerinden ülkemizde bir düşük yoğunluklu çatışma, diğer bir ifade ile iç savaş sosyolojisi oluşturulmaktadır. Ülkemiz bir etnik cehenneme dönüştürülmek istenmektedir.
Yukarıda ortaya koyduğumuz stratejik sonuçların dışında hâlen yaşanan ve bahsettiğimiz stratejik sonuçları besleyen süreçler de modern kavimler göçü neticesinde yaşanmaktadır. Türkiye, Suriyeli sığınmacılar başta olmak üzere maruz kaldığı Afgan, Iraklı, İranlı ve Afrikalı göçü neticesinde çok boyutlu, ağır tehditlerle karşı karşıyadır.

Bu alt süreçler çerçevesinde yaşananlar; Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinin en ağır ekonomik krizine sürüklenmesi, ülkemizde Türkiye’ye çok ağır bedeller ödeten ve önümüzdeki süreçte daha ağır bedeller ödetebilecek Selefi terör örgütleri ağının yayılması, çok güçlü insan kaynaklarına sahip Arap mafyasının oluşması, Türkiye’den toprak talep edecek Arap milliyetçi örgütlerinin kurulması, Arap istihbarat servislerinin Suriyeli Araplardan yapacakları devşirmeler ile ülkemizi arka bahçelerine çevirme çabaları, millî kimliğimizin ayrılmaz parçası olan Hanefi-Maturidi ve Alevi-Bektaşi kimliğin Selefiliğin ağır baskısı altında kalması sonuçlarını ortaya çıkarmıştır. Suriyeli nüfusun baskısı altında kalan eğitim sistemimiz gün geçtikçe gerilemekte, sağlık sistemimiz ise omzuna binen aşırı yük yüzünden sendelemektedir. Aşağıda bu süreçler kısa şekilde incelenmiştir.

Suriyeli Sığınmacılar ve Ekonomik Kriz

1999 depremi, nasıl Türkiye’yi ağır bir ekonomik krize sürükleyen tetikleyici neden olmuş ise; Suriyeli sığınmacılar da, Türk ekonomisine hesaplanabilir maliyeti 51.1 milyar doları aşan bir ekonomik yükle, zaten emin adımlarla krize sürüklenen AKP ekonomisinin çok daha ağır ve hızlı bir şekilde Cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik krizine girmesine neden olmuşlardır. Ancak Suriyeli sığınmacıların ekonomiye olan etkisi, 1999 depremi gibi bir seferlik değildir. Zira Türkiye’de kalmaya devam ettikleri sürece Suriyelilerin ekonomi üzerindeki olumsuz baskısı azalmayacak, artmaya devam edecektir.


Dönemin Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın Aralık 2017’de yaptığı açıklamaya göre bir Suriyelinin Türkiye’ye maliyetinin 301,5 dolar olduğunu açıklamıştır. 2011-2019 arasında kayıtlı Suriyeliler üzerinden hesaplandığı zaman harcanan rakam 58,2 milyar dolardır. Bu dönemde Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler’den gelen ve kullanılan fon miktarı 7,1 milyar dolardır. Özetle, 2011-2019 arası Türkiye’nin bütçesinden 51,1 milyar dolar çıkmıştır. Suriyeli sığınmacıların kayıtdışı istihdamından dolayı Türkiye, 8,5 milyar dolar vergi kaybına uğramıştır. Özetle, Türkiye’nin kaybı, 59,6 milyar dolardır. Ancak tüm kayıp bununla da sınırlı değildir.44

44 Mehmet Alagöz, Geçici Korunan Suriyelilerin Türk Ekonomisine Etkileri, Şubat 2020, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü-Özel Rapor, Ankara

59,6 milyar dolar maliyetin içinde, Türkiye’nin Suriye’de gerçekleştirdiği askerî harekât bölgelerinde yaşamaya devam eden 3 milyon Suriyeli için yaptığı harcamalar yoktur. Özgür Suriye Ordusu için yaptığı harcamalar yoktur. Askeri operasyonların maliyeti yoktur. Türk esnafın uğradığı zarar yoktur. Bunlar ile birlikte hesaplandığı zaman, Suriye macerasının Türk milletine maliyeti 80 milyar dolara dayanmaktadır.

Türkiye, dünyada en fazla sığınmacının olduğu, GSMH’sine göre sığınmacılar için en fazla para harcayan ülkedir. İktidar bu ölçüsüz harcamayı fakir Türk halkının omuzlarına yüklemektedir. Aylık geliri 852 TL’nin altında olan yurttaş sayısı 8,6 milyon iken ve 11,5 milyon Türk vatandaşı sosyal güvenlik sisteminin dışında yaşarken; Suriyeli sığınmacılar için harcanan parayı izah etmek mümkün değildir. Türkiye, ağır borçlu bir ülkedir. Borç almak için dünyada en fazla faizi ödemek zorunda olan ülkedir. Türkiye, millî gelirinin %60’ı kadar dış borç ile ekonomiyi çevirmek zorunda kalan bir ülkedir. Ülkemizde 2002’den bu yana imalat sanayi küçülmekte, Türkiye üretimden kopmaktadır. Köylerimiz boşalmakta, tarım ve hayvancılık tahrip edilmektedir. Buna rağmen 2002’den bu yana artan bir lüks, israf ve dış borç; ülke kaynaklarıyla finanse edilmiştir. Fabrikalar değil, yabancı ürünlerin satıldığı AVMler, AKP ekonomisinin karakteristik özelliğidir. Özetle dış borç, iç tüketim, israf ve yolsuzluk kıskacındaki Türk ekonomisinin üzerine bir de sığınmacıların oluşturduğu ağır ekonomik yük binmiştir.


Türkiye, Suriyeliler için harcanan 51.1 ve diğer harcamalar ile birlikte 80 milyar doları bulan miktar ile neler yapılabilirdi? Bu konuda birçok şey söylemek mümkündür. Örneğin Suriyeli sığınmacılar için bu kadar büyük harcamalar yapılmasaydı; 2015, 2016, 2017 ve 2018’de bütçe açığı vermeyecektik. Suriyeliler için harcadığımız parayı da borç alarak harcadık. Eğer bu parayı harcamasaydık, yılda 3 milyar dolar daha az borç faizi ödeyecektik. Veya 80 milyar dolar harcamasaydık, maliyeti 3 milyar dolardan 26 adet Osmangazi Köprüsü yapabilirdik.

Suriye politikasının ve Suriyeli sığınmacıların Türkiye’ye maliyeti sadece sığınmacılar için yapılan ekonomik harcama ile sınırlı değildir. Türkiye-Suriye sınırında 2015 yılında Rus savaş uçağının düşürülmesi krizi sonrasında başlayan ekonomik savaşın toplam maliyeti, hesaplanabilir kalemlerle birlikte Türkiye için en az 13 milyar dolar olmuştur. Meyve-sebze ve gıda ürünleri ihracatında 500 milyon dolar45, inşaat sektörü büyük bir kriz sonucunda 3 milyar dolar46, turizm sektöründe yaşanan kriz sonucunda 9,4 milyar dolar kayıp yaşanmıştır. Buna ek olarak borsadaki değer kaybı ve ani kur yükselişi gibi diğer kalemler de vardır. Sonuç olarak AKP’nin yanlış Suriye ve Suriyeli sığınmacılar politikalarının doğrudan ve dolaylı maliyeti 93 milyar doları aşmıştır.

45 https://www.haberler.com/yas-meyve-sebzede-rusya-krizinin-faturasi- 503-8995812-haberi/
46 https://www.ekonomist.com.tr/soylesi/ucak-krizi-yuzunden-3-milyar- dolar-kaybettik.html

Özetle, Suriyeli sığınmacıların Türk ekonomisi üzerinde oluşturduğu baskı, Türkiye’yi tarihinin en ağır ekonomik krizine sürükleyen önemli bir etken olduğu gibi, bundan sonra da ekonomimizin ayağında pranga olmaya devam edecektir.

Suriyeliler sadece mali harcamalara neden olmamakta, aynı zamanda Türk işçisinin elinden işlerini de almaktadır. Üstelik Suriye’den Türkiye’ye gelen kitlelerin çok büyük bir bölümü sosyoekonomik olarak düşük eğitim ve gelir düzeyine sahip insanlardan oluşmaktadır. Suriye’de profesyonel bir meslek sahibi olanların oranı tüm sığınmacıların ancak yüzde 5’i kadardır.47

47 Mithat Arman Karasu, Göç ve Uyum Sorunu, Fırat Üniversitesi İİBF, Uluslararası 11. Kamu Yönetimi Sempozyumu, 28-30 Eylül 2017, Elazığ



Suriyeliler başta olmak üzere Türkiye’de bulunan birçok sığınmacının iç savaştan canını kurtarmak için Türkiye’ye geldiği yalanı artık tahammül edilir olmaktan çıkmıştır. Muhammed Ayesh adlı bir Arap gazeteci şöyle demektedir: 
“Türkiye’ye hayatlarını iyileştirmek ve daha güzel bir gelecek inşa etmek amacı ile gelen onbinlerce genç Arap (korona salgını nedeni ile) gelir kaybına uğradılar.”48 

 48 https://www.middleeasteye.net/news/arabic-press-review-arab- businesses-turkey-facing-crisis-after-coronavirus-outbreak

Görüldüğü gibi amaç canını kurtarmak değil, ekonomik mülteci olmaktır. Kendi halkına yeterli iş yaratamayan Türk ekonomisi, bir de Arap göçü altında ezilmekte, Türk insanı işini kaybetmektedir. 2016-2019 arasında 132.497 Suriyeliye çalışma izni verilmiştir.49 Bunun haricinde kayıt dışı çalışan Suriyeli sığınmacı sayısının 1 milyon olduğu tahmin edilmekle birlikte net olarak bilinmemektedir. 7 milyon işsizin olduğu Türkiye’de Suriyeliler, asgari ücretin altında çalışmayı kabul etmekte, dolayısıyla Türk işçisi işinden olmakta veya hiç iş bulamamaktadır. İşsizliğin çıldırttığı ve intihara sürüklediği gençlerimiz var. Genç öğretmen Merve Çavdar, 25 yaşında bir genç öğretmen adayıydı. İşsizlikten intihar etti. Onun gibi 42 öğretmen adayı 2016/17 yıllarında hayatlarına işsizlikten ötürü son verdiler. Gençlerimiz işsizlik pençesinde kıvranırken, işsizlik nedeni ile intiharlar, hatta toplu intiharlar gerçekle-şirken, Suriyelilere iş sahası oluşturulması için çalışmalar yapılmakta, finansman sağlanmaktadır.

49 https://www.atlanticcouncil.org/blogs/turkeysource/how-to-maximize- syrian-refugee-economic-inclusion-in-turkey/

Suriyeli öğretmenlere AB fonları ile iş sağlanırken, tıpkı Merve gibi öğretmen olan bir başka genç kızımız sosyal medyada şöyle yazmaktadır: 

“Bıktım her gün ağlamaktan kendimi kahretmekten. Her okulun önünden geçişimde boğazıma oturan o yumruğa çare var mı? Topluca intihar eden o ailelerin geri gelmesine çare var mı? Bu satırları yazarken bile ağlıyorum. Bu memleket biz gençler için bunca işsizlik ve pahalılık içinde yaşamaya çalıştığımız bir cehennemden farksız. Suriyelilere verilen değerin yarısı kadar değerimiz yok. Necip Fazıl’ın bununla ilgili çok güzel bir sözü var diyor ki: Kendi öz yurdumda garibim kendi öz yurdumda parya! Gerçekten de kendi öz yurdumuzda paryadan bir farkımız yok! Buna kim dur diyecek kim!”
Suriyelilerin kitlesel göçü sonrasında başta Şanlıurfa, Gaziantep, Kilis, Hatay, Adana ve Mersin olmak üzere birçok kentimizde kiralar artmıştır. Küçük bir grubu oluşturan ev sahipleri bundan kârlı çıkarken çoğunlukta olan dar gelirli Türkler ise kira artışlarından zarar görmüşlerdir. Zarar gören sadece vatandaş değil, devlet de olmuştur. Suriyeli kiracılar kiralarını banka üzerinden yatırmadıkları için kira gelirlerinde vergi kaybı oluşmuştur.50

50 Mithat Arman Karasu, Türkiye’ye Yönelik Göçler, Suriyeli SığınmacıGöçü ve Etkileri, Paradoks Ekonomi, Sosyoloji ve Politika Dergisi, Cilt 14, Sayı, s. 34.

Özetle, Türkiye’nin demografik yapısını değiştirerek Türkiye’yi bir iç savaş ortamına sürükleyen ve dış müdahaleye açık konuma getiren bir süreç yaşanmakta ve bu örtülü istilanın bedeli Türk halkına ödetilmektedir. Bütün dünya tarihi boyunca hiçbir devlet, varlığını tehdit edecek böyle bir gelişmenin önünü açmamıştır. Üstelik Türk halkı tarafından ekonomik bedeli ödetilen örtülü istila devam ederken; bu örtülü istilaya, yapılan stratejik göç mühendisliğine dikkat çekenlere yönelik olarak en ağır, alçakça ve ahmakça saldırılar kafasını ve ruhunu emperyalizme bilerek veya bilinçsiz şekilde kiraya vermiş küçük bir çevre tarafından gerçekleştirilmektedir. Bu saldırıların asıl amacı Türk halkının uyanmasını engellemeye çalışmaktır.




Büyüyen ve Güçlenen Suriye Mafyası

Suriyeli sığınmacıların gelişinden sonra Türkiye’de bir Suriye mafyası oluşmaya başlamıştır. Her ne kadar kamuoyuna Suriyeliler arasında suç oranlarının düşük olduğunu açıklasa da, açıklanan rakamlar ancak Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin gerçek sayısı veya Türk vatandaşlığı verilen Suriyeliler ile ilgili rakamlar kadar gerçektir. Yani, karartılmış rakamlardır. Esasında Türk halkı da bu rakamlara inanmamaktadır. Yapılan araştırmalarda Suriyelilerin yoğun olarak yerleştiği illerimizde hırsızlık, fuhuş, gasp ve kamu mallarına zarar verme suçlarının arttığına Türk halkının inandığı görülmektedir. Şanlıurfa’da halkın yüzde 56,3’ü, Kilis’te yüzde 77,5’i böyle düşünmektedir.51 Halkın bu konudaki yargısı çarptırılmış verilere değil, günlük hayattaki gerçek gözlemlere dayanmaktadır.

51 Mithat Arman Karasu, Türkiye’ye Yönelik Göçler, Suriyeli SığınmacıGöçü ve Etkileri, Paradoks Ekonomi, Sosyoloji ve Politika Dergisi, Cilt 14, Sayı, s. 33.; Şanlıurfa’da vatandaşın Suriyeliler ve suç olgusu konusunda algısı için bkz. Mithat Arman Karasu, “Suç Korkusu, Göç ve Suriyeli Sı-ğınmacılar: Şanlıurfa Örneği”, Uluslararası Yönetim Akademisi Dergisi, 2018, Cilt 1, Sayı 3, s.332-347


Üstelik Doç. Dr. Mithat Arman Karasu’nun tespit ettiği gibi asıl önemli olan husus, Suriyelilerin halen işledikleri suçlardan çok suç işlemek için oluşturdukları potansiyeldir. İşsiz, eğitimsiz, umutsuz, Türk toplumu ile herhangi bir bağı olmayan ve kimlik krizi yaşayan, iç savaş depresyonu geçiren genç Suriyeliler için Suriye mafyası ideal bir iş alanı olacaktır. Suriyelilerin Türkiye’ye aidiyet duygusu yok. Aidiyet duygusu olmaması Suriyeli sığınmacılarda kaygı bozukluğuna ve depresyona yol açıyor. Aidiyet duygusu olmayan şahıslar yaşadıkları travmayı başkasına travma yaşatarak aşmaya çalışıyorlar. Böyle bir sosyal- psikolojik zemin gerek Suriye mafyası gerekse terör örgütleri için ideal bir eleman devşirme alanı sunuyor. Kendi aralarında Arapçanın alt lehçelerini konuşarak teknik takipten kaçmaya çalışacak olan Arap mafyası, önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin başındaki önemli bir dert olacaktır. Suriye mafyası özellikle uyuşturucu ve fuhuş sektörlerinde etkinlik kazanmaya başlamıştır. Özetle El Salvodor iç savaşından kaçanlar nasıl ABD’de Mara Salvarucha adlı çok büyük bir mafya kurdular ise, Türkiye’de de çok büyük bir Suriye mafyası kurulmaktadır. Suriye mafyasısadece sınır illerimizde değil, başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerimizde de örgütlenmiştir.




Selefi Terör Örgütleri Türkiye’de Sosyal Zemin Buluyor

Dönemin AKP’li Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun Musul Başkonsolosluğumuzu basan terör örgütü IŞİD hakkında baskından birkaç gün önce 

“IŞİD dediğimiz yapı radikal, terörize gibi bir yapı olarak görülebilir. Ama oraya katılanlar arasında Türkler, Araplar, Kürtler vardır. Oradaki yapı, daha önceki hoşnutsuzluklar öfkeler büyük bir cephede geniş bir reaksiyon doğurdu.” dediği hâlâ akıllardadır.
Bu dönemde Selefi cihatçı örgütlerin Türkiye’de örgütlenmeleri, para ve diğer lojistik hizmetler için merkez oluşturmaları hız kazanarak, belirtilen örgütler Türkiye’de ki altyapılarını bu süreçte kurmuşlardır. IŞİD, kendisine gösterilen bütün müsamahaya rağmen Türkiye’ye defalarca saldırmıştır. İŞİD terör örgütü; 2015-2016 arasında 11 ay içinde Suruç’ta 34, Ankara’da 102, İstanbul Sultan Ahmet’te 10, İstanbul Beyoğlu’nda 5, Gaziantep’te 53 ve İstanbul’da Atatürk Hava Limanı’nda 36 kişiyi katletmiştir.52 2019’da “Türkiye Vilayeti” programını yani Türkiye’ye yönelik yeni saldırı politikasını ilan eden IŞİD, Suriyeli sığınmacılar üzerinden ülkemizde örgütlenme ve terör eylemleri stratejisini sürdürmektedir ve önümüzdeki dönemde de sürdürmesi muhtemeldir. Eylül 2019’da Gaziantep’te jandarma tarafından yakalanan canlı bombanın Suriyeli sığınmacı çıkması tesadüf değildir. Yukarıda bahsettiğimiz Suriyeli sığınmacılar arasında yetişen gençlik içinde mafya için uygun eleman devşirme ortamı, ne yazık ki IŞİD ve benzeri terör örgütleri için de mevcuttur. Belçika’nın başkenti Brüksel’in Molenbeek semti işsizliğin, eğitim seviyesinin düşüklüğünün, uyuşturucu kullanımının yaygın olduğu bir göçmen semtidir. Belçika’dan IŞİD’e katılan 553 teröristin 472’si Molenbeek mahallesinden katılmıştır. Şimdi ise Türkiye’nin birçok kentinde Suriyelilerin hâkim unsur olduğu Molenbeek mahalleleri büyümektedir.53 

52 Selefi cihatçı örgütlerin oluşturduğu tehdit için bkz. Mithat Arman Kara- su, Türkiye’ye Yönelik Göçler, Suriyeli Sığınmacı Göçü ve Etkileri, Paradoks Ekonomi, Sosyoloji ve Politika Dergisi, Cilt 14, Sayı, s. 32 vd.
53 Mithat Arman Karasu, Türkiye’de Suriyeli Sığınmacıların Neden Oldu-ğu Güvenlik Riskleri, Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 36, Sayı 2, 2018, s.51-73


Cübbeli Ahmet, Suriye’den gelen selefi grupların Türkiye’de örgütlenmelerinin ve silahlanmalarının oluşturduğu tehdidi gündeme taşıyarak, söz konusu tehdidin sadece bu satırların yazarı tarafından dile getirilmediğini göstermektedir. Türkiye, adeta kendisini havaya uçuracak sosyal mayın tarlasını kendi eli ile kendi içine döşemektedir. Yarın bu gibi olaylar daha da sıklaşınca hiçbir siyasetçinin veya güvenlik bürokratının “Ben bilmiyordum, çok şaşırdım” demeye hakkı olmayacaktır. Zira bütün bu gelişmeler, hepimizin gözü önünde gerçekleşmektedir.



Arap Milliyetçi Örgütlerinin Kurulması

Suriyelilerin Türkiye’de kalması durumunda Türkiye’den etnik haklar talep eden Suriyeli Arap milliyetçisi örgütler ortaya çıkacaktır. Esasen bu örgütlerin ilk adımlarının atılmaya başlandığını görmekteyiz.

Suriye’de iç savaş bittikten sonra Şam’da hangi hükûmet iktidarda olursa olsun, AKP hükûmetinin 2011-2019 arasındaki politikalarının intikamını almak için Suriyeliler arasında Arap milliyetçiliğini kışkırtacak, Türkiye’yi istikrarsızlaştırarak Türkiye’den toprak koparmaya çalışacaktır. Sınır illerimizde oluşmakta olan ve neredeyse yarısını Suriyelilerin oluşturacağı nüfus yapısı, Şam’daki iktidarları Türkiye’nin iç işlerine karışmak, hatta bu bölgeyi Türkiye’den koparmak için teşvik edecektir. Şam’ın 1939’dan bu yana Hatay’ın Türkiye’ye ilhakını kabul etmediği ve resmi haritalarından Hatay’ı “Sancak” adı ile kendi sınırları içinde gösterdiği göz önünde tutulmalıdır. Sınırımızdaki nüfus yapısının ne kadar önemli olduğu Hatay’ın Türkiye’ye plesibit ile katılmasından da anlaşılması gereken bir husustur.

Türkiye Arap İstihbarat Servislerinin Arka Bahçesi Olmamalıdır

Suriyeli sığınmacılar arasında Suriye istihbarat servisinin elemanları olduğunu biliyoruz ancak ne kadar olduğunu bilmiyoruz. Bu elemanların Türkiye’de hâlen sadece izlemede, yani pasif durumda oldukları kesin. Ancak zamanı geldiğinde başka eylemlere imza atacakları da şüphesiz. Sadece Suriye istihbaratı değil, diğer Arap ülkelerinin istihbarat servisleri de Suriyeliler arasından eleman devşirmeye başladılar. Türkiye, Arap istihbarat servislerinin cüretkâr operasyonlarının alanı hâline gelmeye başladı. İşte, Suudi istihbaratının Türkiye’de bir gazeteciyi öldürmesi bunun en açık örneğidir.

Suriye istihbaratı Türkiye’de örtülü operasyon ve yıkıcı faaliyet konusunda deneyimlidir. Şam’ın Türkiye’de örtülü operasyonlar konusunda PKK’yı kullanarak ülkemize verdiği zararlar bilinmektedir. Bölücü Kürtçü terörizm ve Marksist eylem grupları içinde örgütlenen Suriye istihbaratının Türk vatandaşı Suriyeli Arap milliyetçileri içinde örgütlenmesi zor olmayacaktır. 

Hanefi-Maturidi ve Alevi-Bektaşi Çizgiden Selefi Çizgiye Kayış

Suriyeli sığınmacıların gelişi ve Suriye iç savaşı sırasında Selefi örgütlere Türkiye’de sağlanan kolaylıklar Hanefi-Maturidi ve Alevi-Bektaşi çizgilere karşı sözde “cihatçı” Selefi çizginin ülkemize sızmasına ve gelişmesine neden olmaktadır. Yapılan araştırmalar selefiliğin Türkiye’de hızla yayıldığını göstermektedir. Suriye iç savaşı sonrasında sadece Türkiye’de değil, Almanya’da bile selefilik Suriye kaynaklı olarak güçlenme kaydetmiştir.54 Avrupa’yı dahi etkileyen selefi gelişim ne yazık ki Türkiye’de de etkili bir gelişim süreci içerisindedir. İçişleri Bakanlığı’nın yaptırdığı araştırmalar selefiliğin yayılma hızını göstermektedir.

54 https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/alman-istihbarati-duyurdu-hic- bu-kadar-kalabalik-olmamislardi-1750658

Devlet, bu tehlikeli sürecin farkındadır ve izlemektedir. Ancak güvenlik ve istihbarat bürokrasisi sosyolojik süreçleri izler, ancak tamamen durduramaz. Sözde “cihatçı” selefilik; tekfirci, aşırıcı, İslam kültür ve uygarlığı düşmanı, vatansız, kozmopolit ve emperyalizm tarafından kullanılmaya müsait yozlaşmış bir anlayıştır. Bu anlayışın Türk halkı arasında yaygınlaşması Türk millî kimliğine ağır zarar verecektir.



Kalitesi Düşen Eğitim Sistemi ve Çocuklarımızın Geleceğinin Çalınması

Milyonlarca Suriyeli çocuk, zaten ağır sıkıntıları olan Türk eğitim sistemi üzerinde ilave ağır sorunlar ortaya çıkarmaya başlamıştır. Suriyeli sığınmacıların yer aldığı sınıflarda dil zorluğu çeken çocuklardan dolayı sınıfın genel eğitim seviyesi düşmektedir. Suriyeli öğrencilerin sayısının fazla olduğu okullarda çeteler oluşmaktadır. Türk veliler çocuklarını okullara sokmak için binlerce lira harcarken Suriyeli çocuklar aynı okullara sınavsız girmektedir.



Sağlık Sistemi Üzerinde Ağır Yük

Suriyeli sığınmacılar Türkiye’de kamu sağlığı ve sağlık sistemi üzerinde çok ağır bir baskı oluşturmuşlardır. AKP iktidarı, Suriyelilerin gerçek sayılarını, vatandaşlık verilen Suriyelilerin gerçek sayılarını, suça karışan Suriyelilerin sayılarını gizlediği gibi; Suriyelilerin kamu sağlığı ve sağlık sistemi üzerinde oluşturduğu yükü karartmak için de çabalamaktadır. Koronavirüs salgını sırasında Suriyeliler arasında enfekte vakaya rastlanmadığı iddiası, akla ve hayatın gerçeklerine aykırı şekilde ileri sürülmüştür.

Suriyelilerin gelmesi ile birlikte, disiplinli bir şekilde yıllardır sürdürülmüş aşı ve diğer kamu sağlığı politikaları neticesinde Türkiye’de ortadan kalkmış veya yok olma noktasına gelmiş bazı hastalıkların dirildiği gözlemlenmektedir. Yapılması gereken sığınmacıların bulaşıcı hastalık taşıyıp taşımadığının kontrolundan sonra sınırı geçmesine izin verilmesi iken böyle bir kontrol yapılmadan milyonlarca insanın Türkiye’ye girmesine izin verilmiştir. Bunun neticesinde Türkiye’de mikrobik hastalıklarda artış yaşanmıştır.55

55 Prof. Dr. Atilla Bitigen, Suriyeli Sığınmacılar ve Türk Sağlık Sistemi,www.21yyte.org

Suriyelilerin ve Afganların gelişinden sonra son 30 yılda Türkiye’de ilk kez verem hastalığının artması ile neticelenmiştir. Keza 2005’te binde 5’e düşen tüberküloz yüzde 3,6’ya çıkmıştır. Binde 2’ye düşen suçiçeği hastalığı daha 2015’te yüzde 4’e çıkmıştır. Yok edilen El Ayak hastalığı 10 binde 1’den yüzde 2’ye çıkmıştır.56 2011 öncesinde 11 olan kızamık vakıası göç sonrasında 1000’i geçmiştir. Gaziantep’te yok edilmiş olan şark çıbanı ve çocuk felci tekrar ortaya çıkmıştır.57 Suriyeli sığınmacıların Türkiye’de kamu sağlığı üzerindeki en olumsuz etkilerinden birisi 30 yıl içinde inşa edilen Türk demografik aşı haritasını değiştirmesidir. Aşısız bir şekilde Türkiye’ye gelen 1,5 milyondan fazla çocuk, Türk çocuklarını da enfeksi- yonlara açık hale getirmiştir.

56 https://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/rahmi-turan/doktorun- cigligi-947480/
57 Mithat Arman Karasu, Türkiye’ye Yönelik Göçler, Suriyeli SığınmacıGöçü ve Etkileri, Paradoks Ekonomi, Sosyoloji ve Politika Dergisi, Cilt 14, Sayı, s. 32 vd.


Ayrıca bedava sağlık hizmetlerinden istifade eden Suriyeliler, sağlık sistemi üzerinde çok büyük bir yük oluşturmaktadır. Türk vatandaşlarının para ödediği hizmeti, Suriyelilerin yıllardan bu yana bedava alması kabul edilebilir değildir. Bedava sağlık hizmetlerini kapsamında tüp bebek tedavisi bile vardır. Üstelik Suriyeli hastaların “Ben Türk değilim. Suriyeliyim. Bana bekletmeden bakacaksın. Sıra falan beklemem.” şeklindeki saldırganlığı veya Türkçe bilmediği için annesinin hastalığını anlatamayan hasta yakınının Türk doktora “Sen Arapça öğren.” demesi, yan çıktılardır. Öte yandan Türkiye’de kaybolan çocuk hastalıkları da Suriyeli göçü sonrasında tekrar ortaya çıkmıştır. Yıllar içinde oluşan aşı sistemi ne yazık ki dağılmıştır. Üstelik bütün Suriyeliler Türk hastanelerinde tedavi olmamaktadır. Suriyelilerin yoğun olduğu 30 ilde 179 adet Suriyeli hastalara bakan sağlık merkezi açılmıştır.58

58 https://www.atlanticcouncil.org/blogs/turkeysource/how-to-maximize- syrian-refugee-economic-inclusion-in-turkey/

Sonuç olarak bütün bu süreçler, Türkiye’yi bir batağa sürüklemektedir. Türkiye’nin bu batağa batmasını engellemesinin tek yolu, Suriyeli sığınmacıların vatanlarına dönmelerinin sağlanmasıdır. Türk milleti de vatanını bir başka milletle paylaşmak istememekte, Suriyelilerin vatanlarına dönmesini talep etmektedir.


TÜRK HALKINA YÖNELİK PSİKOLOJİK OPERASYON VE YALANLAR

Bütün bu gelişmelere büyük tepki gösteren Türk halkının yüzde 90’a yakın bölümü Suriyelilerin ülkelerine dönmelerini istemektedir. Üstelik Türk halkı, Suriyeli sığınmacılar konusunda 2011’den bu yana ağır bir psikolojik operasyona maruz kalmıştır. Türk halkının AKP’nin Suriye’ye ve Suriyeli sığınmacı politikasını eleştirmemesi için yoğun bir psikolojik operasyon ile beyni yıkanmak istenmiştir. Başarısız kalan bu operasyon, 2019’dan itibaren eksen değiştirerek devam etmektedir. Suriyeli sığınmacılar konusunda 2011 sonrasında söylenen yalanları şu başlıklar altında toplamak mümkündür:



Türk Halkına Söylenen Yalanlar: Savaştan Kaçan Kadınları ve Çocukları Koruyoruz

Gerçekten öyle mi? Resmî rakamlara göre Türkiye’de yaşayan Suriyeli sığınmacılar içerisinde 1 milyon 983 bin erkek, 1 milyon 676 bin kadın var. Yani erkekler kadınlardan 307 bin daha fazla. 50 yaş üzeri erkekler sadece 207 bin kişi. Türkiye’deki en kalabalık Suriyeli yaş ortalaması 19-34 yaş grubu. Kadınları ve çocukları kabul edelim, ancak büyük bir bölümü askerlik çağında olan erkeklerin “Kadınları ve çocukları koruyoruz.” söyleminin ardına gizlenmesi mümkün değil.


Türk çocukları Suriye’de savaşırken Suriyeli gençler Fatih’te bodybuilding yapıyor, Sultan Ahmet’te nargile içiyor. AKP’nin Suriyeli sığınmacılar politikası sadece kadın ve çocukları korumuyor. Dolaylı olarak Gaziantep’te askerden yeni dönen ve kardeşini evlerinin önünde döven bir grup Suriyeliye müdahale eden Necati Bağcı’yı önce omuzundan rambo bıçağı ile bıçaklayıp yere düşüren, sonra yerde gırtlağından bıçaklayan Suriyeli katilleri de İstanbul’da Fatih’te gün ortasında sadece kendilerine güldüğünü iddia ettikleri için 16 yaşındaki İsmail Bayar’ı kaburgalarını kırarak kalbinden bıçaklayarak öldüren Suriyeli alçaklarıda, çocuklara tecavüz eden Suriyeli sapıkları da, uyuşturucu kaçakçısı Suriyelileri de, kadın satan Suriyelileri de koruyor. Özetle “Kadın ve çocukları koruyoruz.” sloganı gerçeğin sadece küçük bir bölü- müdür ve arkasındaki büyük yalanı gizleyemez.


İkinci Büyük Yalan: Suriye’de Savaş Devam Ediyor

Suriye’de savaş Suriye hükûmetinin ülkenin büyük bölümlerini kontrol altına alması ile İdlib bölgesine sıkıştı. Türk ordusu burada bulunmasa, Suriye ordusu İdlib’i de kısa sürede ele geçirecek güçte. Çatışma olmamakla beraber Suriye ordusunun denetimi dışına olan diğer bölge, PKK/YPG’nin ABD desteği ile işgal ettiği Fırat’ın doğusu. Suriye ordusunun İdlib sonrasındaki hedefi Fırat’ın doğusu olacak. Bu bölgeye Türk Ordusunun Ekim 2019’da yaptığı müdahale ile PKK’istan komplosu ağır darbe almış, dengeler yeniden oluşma sürecine girmiştir. Ancak Suriye’nin Esad’ın kontrolündeki çok büyük bölümünde istikrar sağlanmış ve hayat normal akışına dönmüş durumdadır. Halep’in yeniden inşası büyük bir hızla ilerlemektedir. Şam, Hama ve Humus’ta hayat normale dönmüştür. Özetle bu bölgelerden gelen Suriyeli sığınmacılar evlerine dönebilirler. Zaten bayram tatillerini Suriye’de geçirip bayram sonrasında Türkiye’ye geri dönen Suriyeliler, Suriye’ye dönülebileceğinin en açık kanıtıdır.

Üçüncü Büyük Yalan: Ensar-Muhacir Felsefesini Yaşıyoruz

2011’den bu yana AKP yönetimi Suriyeli sığınmacılara açık kapı politikasını ensar-muhacir anlatısı üzerinden inşa etmektedir. Suriye’den gelen kavimler göçünü ensar-muhacir örneğine dayandırarak anlatmak, halkın dinî duygularını istismar etmekten başka bir şey değildir. Mekke’den Medine’ye Hz. Peygamberimizin Hicret’i gerçekleştiğinde Mekke’nin nüfusu 25 bin, Medine’nin nüfusu 12 bin civarında idi. Göç edenlerin sayısı ise 180 civarındaydı. Bu örnekle Su- riyeli göçünü sayısal anlamda bir tutmak mantık dışıdır.

Üstelik göç edenler Medine’ye yerleşmek ve orada kalıcı olmak istemediler. Amaçları Mekke’nin fethi oldu. Ensar-muhacir izahını yapanlar, muhacirlerin Suriye’ye dönmesine de yardımcı olmak zorundadır.




Dördüncü Büyük Yalan: Mültecilerin Yüzde 80’i Dönmez

Türk milletinin Suriyeli sığınmacılar konusunda direncini kırmak amacı ile başta hükûmet ve AB destekli psikolojik savaş unsurlarından olmak üzere sürekli “Mültecilerin yüzde 80’i geri dönmez, Suriyeliler de kalacaklardır.” yalanını söylemektedirler. Örneğin Şeref Malkoç, Ocak 2017’de “Ne kadar teşvik edersek edelim, Suriyelilerin %80’i kalacak” demiştir. Şeref Malkoç, Eylül 2018’de “Büyük devlet olmak için büyük nüfusa ihtiyaç var. Suriyeliler Türkiye için büyük fırsata dönüşebilir.” demiştir. 


Tarım eski Bakanı Fakıbaba, “Bizim şu an 3,5 milyon Suriye’den gelen misafirimiz var, kendileri gitse bile biz onları göndermeyeceğiz, bizim ihtiyacımız var.” demiştir. Aralık 2018’de Süleyman Soylu, “Benim ülkemde 380 bin Suriyeli çocuk doğdu. Keşke doğar doğmaz vatandaşlık verseydik. Meclis yardım ederse veririz.” demiştir. Oysa Türkiye 380 bin kişiye vatandaşlık verdiği zaman anne-baba ve kardeşleri ile 2 milyon 200 bin kişiye vatandaşlık verilecektir. Özetle AKP, Türk milletini Suriyeli sığınmacıların kalmasına alıştırmak için çaba sarf etmektedir.


Nitekim, 2018’de İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından uzun süre kamuoyundan gizlenen ve CHP 26. Dönem milletvekili Mustafa Balbay tarafından kamuoyuna açıklanan “UYUM STRATEJİ BELGESİ ve ULUSAL EYLEM PLANI” Suriyelilere Türkiye’de vatandaşlık verilerek kalmasını sağlamak üzere hazırlık yapıldığını ve bunun için uygun zamanın beklendiğini ortaya koymuştur. Anılan belge Birleşmiş Milletler tarafından yapılan benzer belgelerden motomot ve kötü bir tercüme belgelerdir.

Uyum Strateji Belgesi ve Ulusal Eylem Planı adlı belge, Suriyelilerin Türkiye’de kalması amacıyla Türk milletinin psikolojik operasyon ile ikna edilmesi planıdır. 5,4 milyon Suriyeli sığınmacı, Afganlar, Iraklılar, İranlılar vs. milliyetlerden milyonlarca insan için Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün resmi bir devlet belgesinde kullandığı kavram “GÖÇMEN” kavramı olmuştur. Bu kavram bilinçli olarak seçilmiştir. Amaç, Türk halkının bilinçaltına yönelik sübliminal mesaj vermektir. “Bu insanlar Türkiye’ye göçtüler, yerleştiler, iş bitti artık onlar göçmen” mesajı ile Türk Milletinin durumu kabullenmesi istenmektedir. Oysa uluslararası anlaşmalarda tanımlanmış bir “GÖÇMEN” kavramı yoktur. Türk hukukunda göçmen, 5543 sayılı yasada: “Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı olup, yerleşmek amacıyla tek başına veya toplu halde Türkiye’ye gelip bu kanun gereğince kabul olunanlardır” şeklinde tanımlanmıştır.

6 başlık hâlinde hazırlanan Uyum Strateji Belgesi ve Ulusal Eylem Planı ile Suriyelilerin ülkelerine dönmelerini arzu eden Türk milletini, nasıl Suriyelilerin kalmasına ikna edilecekleri planlanmıştır.
Stratejik Öncelik 1-Toplumsal Uyum, Stratejik Amaç 1,
Hedefler
-Göçmenlere yönelik toplumsal kabul düzeyini güçlendirmek,
-Göçmenlere yönelik olarak toplumsal kabulü ar- tırmak için gerekli tedbirlerin alınması.”
Bu bürokrasi tercümesinin Türkçesi, “Türk milleti istemiyor. Milleti aldatmak için çalışmalar yapmalıyız” demektir. 
2. Stratejik Amaç ise “yerel halk ile göçmenlerin bir arada yaşamalarının desteklenmesi” imiş. 
Yerel halk ile kasıt Türk milletidir. Belgenin ortaya çıkması üzerine suçüstü yakalandığı hissi ile açıklama yapan Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, belgeyi açıklayan bu satırların yazarını tehdit etmek amacıyla şu açıklamayı yapmıştır:
Uyum Strateji Belgesi ve Ulusal Eylem Planı Sadece Suriyeliler İçin Hazırlanmamıştır.

Uyum Strateji Belgesi ve Ulusal Eylem Planı gizli bir belge değildir.

İlgili kamu kurum ve kuruluşları ve göç alanında çalışan akademisyenlerin katkılarıyla hazırlanmış, Göç Kurulu toplantılarında defalarca tartışılarak kabul edilmiş ve ilgili kurum ve kuruluşlarla paylaşılmıştır.

Bu belge Suriyeliler için hazırlanmamıştır.

Ülkemizde, 180 binin üzerinde yabancı öğrenci, çok sayıda uluslararası şirket çalışanı, yabancı, Irak Türkmenlerinden Uygur Türklerine kadar gönül coğrafyamızdan gelmiş çok sayıda sığınmacı bulunmaktadır. Belge, bu yabancıların ülkemizde bulundukları süre içerisinde hak ve yükümlülükleri konusunda bilgilendirilmeleri, kamu kuruluşlarımız arasında koordinasyonun sağlanması, kamu hizmetlerinin planlanması amacıyla bütüncül bir göç politikasının parçası olarak hazırlanmıştır.

Kamuoyunu yanlış yönlendirdiğiniz ve kurumumuzla ilgili ithamlarınız sebebiyle hakkınızda yine suç duyurusunda bulunulacaktır.” 
Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün bu kısa tehdidinde bile çelişkiler var. Önce “bu belge sadece Suriyeliler için hazırlanmamıştır” denmiş, hemen aşağısında da “bu belge Suriyeliler için hazırlanmamıştır” denilmiştir.

Genel Müdürlük, bu belgeyi “180 binin üzerinde yabancı öğrenci, çok sayıda uluslararası şirket çalışanı yabancı, Irak Türkmenlerinden Uygur Türkleri” için hazırladığını söylemektedir ancak belgede Suriyeliler 9 kez, Iraklılar 1 kez, Afganlar 1 kez, İran 1 kez, Somali 1 kez geçerken Türkmen ve Uygurlardan hiç bahsedilmemiştir.

Oysa İçişleri Bakanlığı ve Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün yapması gereken, Türk milletini geçici sığınmacıların Türkiye’de kalmasını kabullenmeye ikna etmek değil, Suriyelilerin geri dönüşünü planlamaktır.

Bu dört psikolojik operasyon, sözde gerekçesi olan Türk Milletini ikna etme konusunda başarısız olmuştur. AKP, Suriyeli sığınmacılar konusunda büyük bir dezenformasyon çalışması yapmasına ve karşıt görüşleri sansürlemesine rağmen Türk halkı hangi partiye oy verirse versin, Suriyeli sığınmacıların ülkesine dönmesi talebini çok güçlü bir şekilde gündeme getirmiştir. Türk halkının bu talebinin siyasal sonuçları ise kez 31 Mart yerel seçimleri ile 23 Haziran İstanbul tekrar seçimlerinde ortaya çıkmıştır. Artık iktidar gündeme yeni psikolojik harekât tezleri sunmaktadır. Bu tezlerden ikisi oldukça ön plana çıkmaktadır.



Beşinci Büyük Yalan: Suriyelileri Güvenli Bölgeye Taşıyacağız

Suriye’de PKK-PYD bölgesine yapılacak askerî operasyonun gerekçelerinden birisi olarak oluşturulacak bölgeye Türkiye’den bir veya iki milyon Suriyeli sığınmacıyı taşıma projesi gösteriliyor. Diğer bir ifade ile önce askerî harekât sonra TOKİ harekâtı planlanıyor. İktidar, Suriyeli sığınmacılar politikasının halk tarafından büyük tepki aldığını görüyor. AKP, Suriyeli sığınmacılar politikasından dolayı sürekli oy kaybediyor. İktidarı yönetenler ise Suriyeli sığınmacıları, Suriye ile kapsamlı bir anlaşma yaparak geri yollamak yerine algı operasyonları ile durumu idare etmeye çalışıyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda Suriyeli sığınmacıları güvenli bölge diye adlandırılan bölgeye taşıma niyeti olduğunu açıklamıştır. Erdoğan, “Niyetimiz, ilk etapta 30 kilometre derinliğinde ve 480 kilometre uzunluğunda bir barış koridoru tesis ederek uluslararası toplumun desteğiyle burada 2 milyon Suriyelinin iskânını sağlamaktır.” açıklamasını yapmıştır. Erdoğan’ın planı Suriye’nin kuzeyinde Türkiye sınırında oluşturulacak güvenli bölgede 1 milyon Suriyeli nüfusun yerleştirileceği 5 bin nüfuslu 140 adet köy ile 30 bin nüfuslu 10 ilçeden oluşan yerleşim alanı oluşturulmasını öngörmektedir. Her bir ilçede 6 bin konut olmak üzere toplam 200 bin konut inşa edilecekmiş. 2 milyon kişilik yerleşimin inşaat maliyeti yaklaşık 302 milyar TL tutuyor. Bugünkü kur üzerinden 53 milyar dolardan bahsediyoruz. Bu parayı yabancı fonlar verecekmiş. Böyle bir projenin gerçekleşmesi ise imkânsız gözükmektedir.



Altıncı Büyük Yalan: Suriyelileri Zorla Döndüremeyiz

Türk milletine söylenen bir diğer yalan ise “Suriyelileri geri döndüremeyiz.” yalanıdır. Âdeta Türk devleti ve milleti çaresizliğe mahkûm edilmek istenmektedir. Sanki “Türk milleti ve devleti hiçbir şey yapamaz” yargısı kabullenilmek zorundadır. Oysa Türkiye, Suriyelileri uluslararası hukuka ve millî hukuka göre geri yollayabilir. Suriyeliler Türkiye’de geçici sığınmacı statüsündedir. Geçici Koruma Yönetmeliği’nin 8. Maddesinin 1. Fıkra’sının (a-g) arasındaki bentleri; özellikle de “e” bendi “millî güvenlik, kamu düzeni veya kamu güvenliği açısından tehlike oluşturduğu değerlendirilenlerin” geri yollanabileceğini kaydetmektedir. Bu maddeye dayanarak bütün Suriyeli sığınmacılar geri yollanabilir.

Aynı yönetmeliğin 11. Maddesi “Bakanlık geçici koruma kararının sona erdirilmesi için Bakanlar Kuruluna teklifte bulunur. Geçici koruma Bakanlar Kurulunun kararıyla a) Geçici korumayı tamamen durdurarak geçici korunanların ülkelerine dönmesi”; Aynı yönetmeliğin 14. Maddesi “Bakanlar Kurulu’nun geçici korumanın sona erdirilmesi kararını müteakip, geçici korunanların Türkiye’den çıkış yapması esastır”;
Madde 15: Bakanlar Kurulu millî güvenliği, kamu düzenini, kamu güvenliğini veya kamu sağlığını tehdit edebilecek şartların oluşması durumunda uygulanmakta olan geçici koruma tedbirlerinin sınırlandırılmasına ya da süreli veya süresiz durdurulmasına karar verebilir” ifadelerini içermektedir.
Sonuç olarak Türkiye, Suriye’de savaşın bittiğine karar verdiği an Suriyeli sığınmacıların geçici koruma statüsüne son verebilir. Bu durumda Suriyelilere sağlanan bütün ekonomik ve sosyal imkânlara son verilecektir. Türkiye’de kalmasının hukuki niteliği ortadan kalkan Suriyeliler için geri dönüş, yasalarımıza göre zorunlu olacaktır. Kendilerine yapılan ödemeler durdurulan, bedava sağlık hizmetleri kesilen Suriyeli sığınmacılar için geri dönüş zorunlu hâle gelecektir. Suriyeli sığınmacıları kaçak olarak çalıştıran işverenlere ağır para cezaları kesilir ise kaçak işçilik ile gelir elde etme imkânı da ortadan kalkacaktır. Böylece Türkiye’de kalmanın maddi altyapısını yitiren sığınmacılar, yurtlarına daha hızlı döneceklerdir. Tabii, Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönmeleri için Suriye yönetimi ile görüşülmeli ve geri dönüşün eş güdümü sağlanmalıdır.



Yedinci Yalan: Suriyeliler Türkiye’ye Entegre Olacaklar

Kendi halkınıza söylediğiniz yalan, tarihte söylenmiş en büyük yalanlardandır. Bugün de Türk halkına tarihin büyük yalanlarından birisi söylenmektedir. Bu yalan, Suriyelilerin Türkiye’ye entegre olacağı yalanıdır. Ve şimdi bu yalan Türk milletine kabul ettirilebilmek için anlatılmaya başlanmıştır. Nasıl mı? “Ay’da petrol var.” yalanı nasıl anlatıldı ise. Şimdi bakalım nasıl olduğuna.
Ay’da petrol bulunduğuna dair bir haber okursanız derhâl bunun yalan olduğunu düşünün. Çünkü petrol oluşması için bitkilerin fosilleşmesi gerekmektedir. Ay’da ise bitki yoktur. Öyleyse Ay’da petrol olmaz. Bu çok açık bir gerçekken siz eğer insanların Ay’da petrol olduğuna inanmalarını sağlamak istiyorsanız bunu yapabilirsiniz. Bunun için gereken doğru teknikleri uygulamanızdır.

Öncelikle bazı “uzmanlar” Ay hakkında bildiklerimizin yeterli olmadığını, Ay’daki doğal kaynakların Dünya’daki doğal kaynak sıkıntısı için bir çare olacağı konusunda makaleler yazmalı, haberler yapmalı, bazı sempozyumlar düzenlenmelidir. Böylece hedef alınan kamuoyu, “Ay-doğal kaynak ikilisi” konusu hakkında zihinsel bir hazırlık içine girecektir. Artık “ön propaganda” dediğimiz dönemi arkamızda bırakabiliriz. Kamuoyu, ikinci adımı atmamız için olgunlaşmıştır.

İkinci aşamada, sanayideki gelişmenin dünyanın her yanına yayılması sonucunda petrol kaynaklarının küresel talebi karşılamadığı doğrultusunda yayınlar, televizyon konuşmaları, bilimsel makaleler yoğunlaştırılmalıdır. İnsanlar, yarın dünya petrol kaynaklarının tükenebileceği ve arabalarını kullanamaz, evlerini ısıtamaz ve işlerini yapamaz hâle gireceklerini düşünmeye başlamalı; gizli bir korku ruhlarını sarmalıdır. Bu noktada Ay’da petrol bulunması ihtimalinin yüksek olduğu “bilimsel öngörü” ve tartışmalarını, her türlü aracı kullanarak kamuoyuna taşımalıyız. Bu yapılırken tabii ki karşı çıkanlar, “Ay’da petrol olmasının mümkün olmadığını” söyleyenler olacaktır. Ay’da petrol olduğuna inanmayanların, görüşlerini kamuoyu ile paylaşmaları rahatsız edicidir. “Ay’da petrol olamaz” diyen bilim insanları ve politikacıların görüşlerinin “yetersiz”, “bilimsel değil” “ilerlemenin karşısında” şeklinde kamuoyu önünde küçük düşürülmesi için çalışılmalıdır. Hatta “Ay’da petrol olamaz” diyenlere, basın-yayın organlarında ambargo uygulanmalıdır. Bu görüşü savunanlardan birisi televizyona davet edilir ise “Ay’da petrol var” diyen beş bilim insanı (!) ile birlikte çıkarılıp ezilmelidir. Onların bu görüşlerini mümkün olduğu kadar az dile getirmeleri sağlanmalı, bu sırada “Yazık işte, böyleleri de var. Ne yapalım? Onlar da sonunda gerçeği görecekler.” şeklinde davranılmalı, âdeta onlara acınmalıdır. Bunların Ay’da petrol bulunmasından zarar görecek çevrelere mensup oldukları ileri sürülmelidir.

Aynı süreçte, değişik basın ve yayın organlarında Ay yüzeyinde petrol benzeri bir maddenin bulunduğuna dair düzenli haberler yayınlanabilir. Kamuoyu, Ay’da petrol olduğu görüşüne alıştırılmalıdır. Bu süreçte bazı bilim insanlarına “Ay’daki petrolü araştırmaları için” geniş mali fonlar oluşturulmalıdır. Bu bilim insanlarının yaptıkları “ihtiyatlı-ihtiyatsız” açıklamalar basında abartılarak yer almalıdır. Enerji sektöründen emekli olan ve Ay’da petrol olduğunu savunanların desteğinin alınması önemlidir. Bunların Ay’da petrol olduğuna gerçekten inanmaları da gerekmez. Yeterince mali kaynak aktarıldığında bir süre sonra savunduklarına inanacaklardır.

Bu arada Ay’da petrol olduğu görüşü popülerleştirilmelidir. Bu çerçevede “Ay’da Petrolü Sevenler Derneği” kurulabilir. Tişörtler yapılmalıdır. Sevilen bazı markalarla Ay’da petrol var görüşü bir araya getirilmelidir. Örneğin reklam filmlerinde Ay’a inen astronotlar, uzay araçlarına benzin koyarken Cola içebilirler. Televizyon dizileri ile gizli anlaşmalar yapılarak, “Ay’da petrol olduğu tezi” ilgili ilgisiz, film senaryolarının içine monte edileceği gibi, sadece Ay’da petrol olduğunu ispat eden film ve diziler çekilebilir. Ay’da petrol olduğu görüşünün ders kitaplarına da konma- sı hususunda baskılar oluşturulabilir.

Ay’da petrol olduğunu savunanlar basında birbirlerine atıfta bulunarak tezlerinin doğruluğunu “kanıtlarken” Ay’da bulunan petrolün Dünya ekonomisine yapacağı katkıların hayatı nasıl ucuzlatacağı, üretimin ucuzlaması ile gelirlerin artacağı, küresel bir refah döneminin başlayacağına dair ekonomik araştırmalar yayınlanmalıdır. Bu araştırmaların basın ve televizyonlarda tartışılması sağlanmalıdır. Ay’da petrol ve zenginlik kavramları insanların beynine kazınmalıdır. Öyle bir zemin hazırlanmalıdır ki birileri “Ay’da petrol yok” dediğinde insanlar onlara ceplerinden para çalmış gibi tepki göstersinler.

Halkın Ay’da petrol olup olmadığı konusunda ne düşündüğü ile ilgili olarak kamuoyu araştırmaları yapılmalıdır. Bu araştırmalarda deneklere “Ay’da petrol bulunursa iyi olur mu?” sorusu sorulmalı ve “Evet, olur” diyenlerin, Ay’da petrol bulunduğuna inandıkları tekrar tekrar açıklanmalı, bu konuda “Halkın %90’ı Ay’da petrol olduğuna inanıyor” şeklinde bilimsel kamuoyu yoklamaları yayınlanmalıdır.

Üniversitelere verilecek fonlarla üniversite öğrenci- lerinin bu konuda yazacakları makaleler ile ilgili yarışmalar düzenlenmelidir. Ay’da petrol olduğunu ileri sürenler mali olarak ödüllendirilmelidir. Onlar bu görüşlerinde samimi olmasalar dahi bir süre sonra bu görüşe inanmak ve hatta Ay’da petrol olduğunun keskin savunucuları olmak zorunda kalacaklardır. Aksi hâlde vicdanları kendilerini rahatsız edecektir. Böylece tezimizin en ateşli savunucuları ortaya çıkacaktır.

Aslında halkın çoğunluğu bütün çabamıza rağmen bize inanmayacaktır, ama kimse de bize karşı örgütlü bir direnişi temsil edemeyecektir. Aydınların büyük bir kısmı bize inanmayacaktır, ama toplum içinde yaptıkları açıklamalarda “Ay’da petrol bulunur ise çok iyi olur” diyeceklerdir. Artık sonuca vardığımızı söyleyebiliriz.

Kurulacak psikolojik baskı ile “Ay’da petrol olduğuna inanmayanlar”, bu görüşlerini açıklamaktan korkar hâle getirilmelidirler. Kendilerini yalnız hissetmeli, kendilerinden başka herkesin “Ay’da petrol olduğuna” inandığını zannetmelidirler. Hatta Ay’da petrol olduğuna aslında inanmayanların bir kısmı, “Tamam, Ay’da petrol var. Ancak arayacak isek bunu onurumuzla arayalım” dedikleri noktada “Ay’da petrol var” tezi kazanmıştır. Artık, karşımızda doğru dürüst kimse kalmamıştır.59

59 Ay’da Petrol Var bölümünü Özcan Yeniçeri ile yazdığımız “Ermeni Psi- kolojik Operasyonu” adlı kitaptan aldım.

Bugün Türkiye’de Suriyeli sığınmacılar ile ilgili “Ay’da Petrol Var” operasyonu yapılmaktadır. AKP propaganda mekanizması bu operasyonu sürdürmektedir. Avrupa Birliği kaynakları bu operasyona ayrılmıştır. İngiliz Büyükelçiliği bu operasyonu sürdürmektedir. Özetle Suriyelilerin Türkiye ve Türk toplumuna entegre edilebileceği yalanı söylenmektedir.
Entegrasyonun birçok tanımı ve birçok boyutu vardır. Ancak en basit anlatımı ile entegrasyon bir kişi veya topluluğun bir başka toplum ile kültürel olarak benzeşmesi, katıldığı toplumun toplumsal değerlerini benimsemesidir. Entegrasyon diğer bir ifadeyle etnik kimliğini sürdürmekle beraber hâkim kültürü benimsemektir. Bu süreçte entegre olan toplum sayısına ve kültürel değerlerinin özelliğine göre entegre olduğu toplumu da köklü şekilde etkileyebilir.

Suriyeli Araplar, Türk kültürüne entegre olacaklar mıdır? Hayır, olmayacaklardır, çünkü entegrasyonu engelleyen birçok dinamik mevcuttur. Birinci dinamik, coğrafi dinamiktir. Suriye ile Türkiye’nin sınırdaş olmaları, Türkiye’deki Suriyelilerin Suriye ile çok yoğun bir bağ içinde olmaları sonucu doğuracaktır. Suriye ile devam edecek olan yoğun etkileşim Türk toplumuna, kültürüne entegrasyonu engelleyecektir. İkinci engelleyici husus, Suriye Arap millî devlet formatında eğitilen ve seçkin Arap (kavm-i necip) olduğuna inanan kitlelerin alt kültür olarak gördükleri Türk kültürünü benimsemeyi reddetmeleridir. Suriyeliler etnik bir kimlik değil, güçlü bir millî kimlik taşımaktadırlar. Etnik kimlikler daha kolay entegre veya asimile edilebilir. Ancak millî kimliklerin entegre edilmesi çok mümkün değildir. Suriyeliler daha çok Türk kültürünü dönüştürmeye çalışacaklardır. Türkiye’de Arap olan her şeyi İslam zanneden kitlelerin olması Suriyelileri bu konuda daha da cesaretlendirecektir. Bu durum kültürel çatışmaları ateşleyecektir. Üçüncü husus, sayısal büyüklüktür. Bu ölçüde büyük ve büyüyen sayı, Arapları entegrasyona değil aksine ayrışmaya teşvik edecektir. Kültürel üstünlük inancı ile sayısal büyüklük bir araya gelince entegrasyon mümkün olmaktan çıkacaktır. Üstelik Arapların Türkiye’de belirli coğrafyalarda yoğunlaşmaları, entegrasyonu daha da imkânsız hâle getirecektir.

Suriyeli sığınmacıların Türkiye ve Türk milletine karşı tutumları da tepki doludur. Sığınmacıların önemli bir bölümü ülkelerinin iç savaşa sürüklenmesinden Esad gibi Türkiye’yi de sorumlu tutmaktadır. Bundan dolayı Türkiye’ye karşı içlerinde bir hınç, intikam duygusu ile yaşamaktadır. Gaziantep’te bir Türk esnafın yanında çalışan 18 yaşlarında bir Suriyeli genç kız patronuna aniden “İnşallah bizim başımıza gelen bir gün sizin başınıza da gelir” diyerek beddua etmiştir.

Üstelik entegrasyon süreçleri Araplar arasında da- hi başarısız olurken bir Arap toplumunun Türk toplumuna entegre olması saf bir hayaldir. Ürdün’e kabul edilen Filistinli Araplar Ürdün’e entegre olmak yerine Ürdün’de iktidarı ele geçirmeye çalışmışlardır. Sonuç, 1970 yazında Ürdün’de iç savaş çıkması olmuştur. Filistinliler bulundukları hiçbir Arap ülkesine gerçekten entegre olmaz iken Suriyeli Arapların Türk toplumuna entegre olmasını beklemek gerçekten saflıktır.

Bütün bunların ötesinde kendimize sormamız gereken soru, Suriyeli Arapların Türk vatandaşlığı verilince Türkiye’yi bizim gibi sevip sevmeyecekleridir. Türkiye-Suriye futbol maçında hangi takımı tutacaklardır? Gururla Türk bayrağı asacaklar mıdır? Bu ülke için savaşmaya hazır olacaklar mıdır? Kendilerini Türk tarihinin bir parçası hissedecekler midir? Çocukları askerde şehit olursa “Vatan sağ olsun” diyecekler midir? Vatandaş olmak böyle bir şeydir. Özetle entegrasyon, bir hayaldir. Ve sonucu Türkiye için etnik cehennem olacaktır.



Sekizinci Yalan: Beşar Esad Suriyelileri Geri Almaz

İşbirlikçi lobinin ortaya attığı yeni propaganda ise Suriyeli sığınmacıları Beşar Esad’ın kabul etmeyeceğidir. Bu iddia büyük bir yalandır. Sadece Beşar Esad değil,  Esad’ın müttefikleri olan Rusya, İran ve Hizbullah’ta Suriyeli sığınmacıların Suriye’ye dönmesi projesinin desteklemektedirler. 2018 yılında Esad’ın Suriye kırsalında kontrolü ele geçirmesi sonrasında Türkiye ve diğer Orta Doğu ülkelerinde bulunan Suriyeli sığınmacılar Suriye’ye dönebilmesi için bir koordinasyon merkezi kurulmuştur. 16 Eylül 2019’da Ankara’da Erdoğan, Putin ve Ruhani Suriyeli sığınmacıların ikamet ettikleri yerlere güvenli ve gönüllü olarak geri dönüşü gerektiğini açıklamışlarıdır. Ayrıca 30 Ekim 2019’da Cenevre’de Türk, Rus, ve İran Dışişleri Bakanları tarafından açıklanan ortak bildiride Suriye Arap Cumhuriyeti’nin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü teyit ederek “Sığınmacıların ve ülke içindeki yerlerinden edilmiş kişilerin ön şart ve ayrımcılık olmaksızın Suriye’de ki orijinal ikamet yerlerine güvenli ve gönüllü olarak geri dönmelerini kolaylaştırmak için ülke genelinde tüm Suriyelilere resmi yardımın arttırılması için daha kapsamlı yerleşim sürecinin devam etmesinin yanı sıra Suriyeli taraflar arasında itimat ve güven inşasını” vurgulamışlardır.


Beşar Esad’ın ve ondan sonra Şam’da iktidara gelecek kişinin Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruyabilmek için nüfusa ihtiyacı vardır. Bugün Beşar Esad’ın kontrol ettiği 9 milyon ile Suriye’nin toprak bütünlüğünü müdafaa etmesi mümkün değildir. Sonuç olarak Beşar Esad’ın, Suriyeli sığınmacıları Suriye’ye kabul etmeyeceği bir fikir efsanesi bile değil, bir yalandır.


KİMLER SURİYELİLER TÜRKİYE’DE KALSIN İSTİYOR?

Türk halkı Suriyelilerin geri dönmesini talep ederken Suriyelilerin Türkiye’de kalması için büyük çaba harcayanlar da vardır. Kimdir bunlar? Ve neden Suriyeli sığınmacıların Türkiye’de kalmasını talep etmektedirler? Suriyelilerin Türkiye’de kalmasını isteyenlerin gerekçeleri arasında benzerlikler olduğu gibi farklılıklar da vardır.

ABD, Suriyeli Sığınmacıların Türkiye’de Kalmasını İstiyor

Latin Amerikalıların ve Meksikalıların ABD’ye gelmesini engellemek için ABD-Meksika sınırına Pentagon bütçesinden proje iptal ederek kaynak aktarıp duvar inşa eden Trump Yönetimi, Suriyeli sığınmacıların Türkiye’de kalmasını istemektedir. Erdoğan’ın Kasım 2019’da gerçekleştirdiği Washington ziyaretinde Trump, Erdoğan’a “Suriyeli sığınmacıların Türk vatandaşlığına alınıp alınmayacağını” sormuştur.60 Ancak Suriyelilerin Türkiye’de kalmasını sadece Trump Yönetimi değil, ABD devleti de talep etmektedir. Bu isteğin bir Amerikan devlet talebi olduğunun kanıtı Amerikan Hava Kuvvetlerinin sponsorluğu ile çalışan dünyanın en büyük stratejik araştırma merkezi olan ve Amerikan devletinin stratejik karar alma sürecine bilgi üreten RAND düşünce kuruluşu tarafından savunulmasıdır. RAND resmî bir kurumdur. RAND, kısa bir süre için yayınladığı 330 sayfalık “Herkes İçin Fırsat-Suriyeli Mülteciler” başlıklı raporunda Suriyelilerin Türkiye için (ayrıca Ürdün ve Lübnan için de) ekonomik fırsatlar olacağını ifade etmektedir.61 ABD’nin, sığınmacıların Türkiye’de kalmasını istemesinin esas nedeni Suriye’nin kuzeyinde ABD destekli kurulan PKK’istan’ın kurulmasının Suriyeliler Türkiye’de kaldıkları zaman çok daha kolay olacağı gerçeğidir. Arapların ülkelerine dönmeleri durumunda PKK’ın gasbetmeye çalıştığı topraklarda Arap nüfusu çoğunluğu oluşturacak ve PKK’istan politikası zora girecektir.

60 https://www.yenisafak.com/gundem/cumhurbaskani-erdogan-abd- ziyareti-donusunde-konustu-suriye-petrolu-yeniden-imar-icin-kullanilmali- 3514314
61 Opportunities for All, Mutually Beneficial Opportunities for Syrians and Host Countries in Middle Eastern Labor Markets by Krishna B. Ku- mar, Shelly Culbertson, Louay Constant, Shanthi Nataraj, Fatih Unlu, Kathryn E. Bouskill, Joy S. Moini, Katherine Costello, Gursel Rafig oglu Aliyev, Fadia Afashe https://www.rand.org/pubs/research_reports/RR2653.html


Avrupa Birliği’nin Politik Miyopluğu


Her ne kadar 28 Avrupa Birliği ülkesinde toplam 1 milyon Suriyeli sığınmacı olsa da Avrupa sığınmacılar- dan çok derinden etkilenmiştir. Suriyeli sığınmacıların AB ülkelerine dağılımı şu şekildedir:



Tablodan da görüldüğü gibi hiçbir Avrupa Birliği üyesi ülkede durum Türkiye’de olduğu gibi trajik değildir. Çünkü Avrupa Birliği üyeleri Suriyeli sığınmacıları alırken rasyonel bir politika izlemişlerdir. Ekonomisi üzerinde yük oluşturmayacak, aksine katkıda bulunacak nitelikte olanları almaya gayret etmişlerdir. Buna rağmen Suriyeli sığınmacıların alınmasına karşı olan Avrupa kamuoyu sert tepki göstermiş, birçok AB ülkesinde Brüksel karşıtı milliyetçi partiler büyük oy yükselmesi kaydetmiştir. Bundan ötürü AB ağır bir politik sarsıntı yaşamıştır.62 AB’nin mevcut politikası Suriyeli sığınmacıların Türkiye’de kalması üzerine kuruludur. AB, Suriyeli sığınmacıların Türkiye’de kalması için propaganda yapan kişi ve grupları fonlamakta, Türk halkına psikolojik operasyon yürütmektedir. AB ülkeleri kendi ülkelerinin halklarının Suriyeli sığınmacıları kabul etmeyecek kadar akıllı, Türk halkının ise saf olduğunu düşünmektedir. Avrupa Birliği’nin Suriyeli sığınmacılar için Türkiye’ye sağladığı fon (2,9 Milyar Avro) 2014-2020 döneminde Yunanistan’a sağladığı miktar ile aynıdır. Oysa Yunanistan’da Suriyeli sığınmacıların sayısı Türkiye ile kıyas bile edilemez. Avrupa Konseyi tarafından Eylül 2020’de hazırlanan ve Avrupa Birliği ülkelerinin yeni göç planını ortaya koyan “Yeni Göç ve İltica Planı” adlı plan ile Avrupa Birliği ülkeleri Birliğe yönelik göç akımlarına karşı daha sert ve engelleyici önlemler almaya karar verirken, Türkiye’yi de göçmen deposu ülke olarak görme politikasını sürdürmekte kararlı olduklarını göstermişlerdir.63 Aslında Suriyelilerin Türkiye’de kalması durumunda Türkiye, Orta Doğu ile Avrupa arasında köprü olmaktan çıkacak, Orta Doğululaşacak ve Orta Doğu’nun sınırları, Gaziantep’ten Edirne’ye taşınacaktır. Bu ise bundan sonraki ilk jeopolitik sarsıntının sonuçları ile AB’nin doğrudan karşılaşacağı anlamına gelmektedir. Politik miyop olan Brüksel, bu gerçeği görmemekte; zamanı değil günü kurtarmaya çalışmaktadır.

62 Ivan Krastev, After Europe, Pennsylvania University Press, ABD 2017
63 Evrensel Gazetesi, 28 Eylül 2020, “AB’nin mültecilerle savaşı:10 soruda yeni göç ve iltica planı


İsrail’in Güvenliği Irak’ın ve Suriye’nin Bölünmesine Bağlıdır


İsrail, millî güvenliği için Orta Doğu’da kendisine dost bir Kürdistan’ın kurulmasını, kurulduğu günden beri hedeflemektedir. Bu amaçla Irak’ın üçe, Suriye’nin dörde bölünmesi bir İsrail-Amerikan planı olarak 1970’lerin sonu 1980’lerin başından itibaren gündemdedir. Irak, 1991-2003 süreci sonunda Şii, Sünni ve Kürt olarak üçe ayrılmıştır. 2011’de ise Suriye iç savaşı ile Suriye’nin parçalanması süreci başlamıştır. Suriye’nin kuzeyinde kurulacak PKK destekli bir Kürdistan, Suriye’yi zayıf düşüreceği için İsrail tarafından güçlü bir şekilde desteklenmektedir. İsrail, Esad’ın zayıf düşmesi için 2011 sonrasında yaralanan IŞİD militanlarının tedavisi dâhil olmak üzere Esad karşıtlarına büyük destek vermiştir. Şimdi PKK’istan’ın kurulmasının kolaylaşması için Suriyelilerin Türkiye’de kalmasını İsrail de istemektedir.

Suriyelilerin Türkiye’de kalmasını isteyenler sadece devletler değildir. Terör örgütleri de Suriyeli sığınmacıların Türkiye’de kalmasını istemektedir. PKK veİŞİD bu örgütlerin başında gelmektedir.



PKK-PYD Terör Örgütü

PKK, Suriye’nin kuzeyinde Amerikan desteği ile kurmaya çalıştığı bölgeden Arapları ve Türkmenleri sürerek etnik temizlik yapmıştır. Çünkü bu bölgede Kürtler azınlıktadır. Kürtler içinde de PKK destekçileri diğer Kürtlere baskı yaparak kontrolü muhafaza edebilmektedir. PKK’nın burada kontrolü sürdürebilmesi, etnik temizlik sonucunda Türkiye’ye kaçan Suriyeli Arapların ve Türkmenlerin geri dönmemesine bağlıdır. Bundan dolayı HDP ısrarla Suriyelilerin Türkiye’de kalmasını destekleyen açıklamalar yapmaktadır. Ancak HDP tabanı bu konuda PKK ve HDP’den ayrışmakta ve Suriyelilerin Suriye’ye dön- mesini çok güçlü şekilde talep etmektedir.

Harita 2.1: Suriye’den Türkiye’ye göç ve Suriye kuzeyine kurulmak istenen PKK’istan64

64 Ümit Özdağ, Kaçınılmaz Çöküş-AKP Rejimin Dörtlü Krizi, Destek Ya- yınları, İstanbul, 2019.

IŞİD ve Sözde Cihatçı Selefi Örgütler de Sığınmacılar Kalsın İstemektedir

IŞİD başta olmak üzere cihatçı Selefi örgütler Türkiye’deki Suriyeli sığınmacıları Suriye mafyası ile aynı nedenler ile kendileri için bir eleman devşirme deposu olarak görmektedir. IŞİD’in önümüzdeki kısa dönemde yapacağını duyurduğu terör eylemlerinin ötesinde orta vadede Türkiye’nin istikrarsızlaştırılması sürecinde çok önemli bir işlevi emperyalizm adına yerine getirecektir.



Türkiye’de Selefi ve Radikal İslamcı Gruplar

Suriyeli sığınmacıların kalması konusunda baskıoluşturan, lobi yapan grupların başında millî kimliği olmayan, Türk millî kimliğine düşman olan Selefi ve radikal İslamcı gruplar ön plana çıkmaktadır. Bu grupların “kırmızı çizgileri” Suriyeli sığınmacıların Suriye’ye dönmemeleridir. Bu gruplar Türk kimliğini, Arap kitleler ile sentezleyerek ümmetleşme sürecini başlatacaklarına inanmaktadırlar.


Basında Sığınmacılar Propagandası

İktidara yakınlığıyla anılan gazetelerden Yeni Şafak’ın 7 Temmuz 2017 tarihli sayısında Mehmet Şeker “Suriyeliler Suriye’ye dönsün” diyenler için şöyle yazmaktadır: “Bütün bunlar yeterli delildir ama yine de tatmin olmayanlar, Çanakkale Harbi sırasında memleketin dört bir yanından koşup gelen ve orada savaşırken toprağa düşen aziz şehitlerimizin mezar taşlarına baksınlar. (En fazla şehidin Halep’ten olduğunu görürler.) Ondan sonra Halep’ten, Şam’dan gelenlere itiraz etsinler. “Suriyeliler problem” öyle mi? Esas problem, - deyyusun eniği olarak- onu söyleyendir.”65

65 https://www.yenisafak.com/yazarlar/mehmetseker/esas-problem- sensin-2038844

Aynı Mehmet Şeker, Suriye’de 28 Şubat 2020’de 34 askerimiz bir hava bombardımanında şehit olmasıyla birlikte, iktidar tarafından “sınır kapıları açmak zorunda kalacağız” sözlerinin ardından onbinlerce Suriyelinin gayri insanı koşullarda sınırlara yığılmasıyla 13 Mart 2020’de şöyle yazmıştır: “Avrupa’ya ulaşmaya çalışanların durumu ise içler acısı. Yunanistan’ı aşsalar bile sonraki sınırlar dikilecek karşılarına ve daha fazla zulme maruz kalacaklar. Çünkü o kapılar çok kalın, çok yüksek, çok insafsız. En iyisi biz onları uçaklara doldurup havadan paraşütle indirelim istedikleri ülkelere.”66

66 https://www.yenisafak.com/yazarlar/mehmetseker/sinirlar- zorluyorsa-parasutle-indirelim-2054542

Özetle, Suriyeliler vatanlarına dönmesini isteyenlere “deyyusun eniği...” diyebilen bir “kalem”, iktidarın sözleri üzerine Suriyeliler sınıra yığılınca “paraşütle atalım” diyebilmektedir.

Oysa emperyalizmin tuzağına düşerek Suriyelilerin vatanlarına dönmelerine muhalefet edenlere rağmen aklını yitirmemiş olan siyasal İslamî gelenek mensupları tehlikenin büyüklüğünü görmektedir.

Türkiye’nin Suriye’deki iç savaşa müdahil olmasının Türkiye’ye kurulmuş bir tuzak olduğunu gören Sezai Karakoç Türkiye’yi şöyle uyarmıştır: “Şimdi Batı bize diyor ki, ‘Suriye'de kötü bir yönetim var. Orada halk ile devlet arasında problem var, masum insanlar ölüyor. Bu işi siz halledin, siz çözün, insanların ölümünü seyir mi edeceksiniz?' Şüphesiz Müslümanlar asla seyir etmez, ama bu meselenin çözümü silahla olmaz. O yönetimi uyaracak olan kılıç değil kalemdir. Çünkü kılıç ile girdiğiniz takdirde halk ile karşı karşıya gelecek ve siz yine masumları öldürmek zorunda kalacaksınız. Aynı o devletin yaptığını siz yapmış olacaksınız. İşte bu size kurulmuş bir tuzaktır. Çözümün sadece silah ve kılıç olduğu doğru değildir. Daima ondan daha güçlü olan bir çözüm vardır ve o çözüm fi- kirdir. Kılıç dahi fikrin emrindedir. Aksi halde zarar verir.

Bugün Türkiye çok büyük bir tehdit ile karşı karşı- yadır. Şimdiye kadar Müslümanların başına gelen zu- lümlerde hiçbir zaman Batı Türkiye'ye 'gel sen buna karış' dememişti. Tam tersine kendisi işgal ettikten sonra, 'gel bize destek gücü ver' demişti. Afganistan'da Bosna'da böyle oldu. Katliamlar olurken bizi sokmadı- lar, katliamlar oldu, bitti kendileri girdiler ve destek için çağırdılar.”67 Keza Yeni Şafak yazarlarından Hasan Öztürk Suriyeli sığınmacıların Türkiye için yaşamsal bir tehdit olduğunu ve ülkelerine dönmeleri gerektiğini savunmuştur.68

67 http://www.islamianaliz.com/h/78229/musluman-kamuoyunu-boyle- uyarmisti-sezai-karakocun-suriye-hakkindaki-o-sozleri
68 https://www.yenisafak.com/yazarlar/hasanozturk/suriyelilerin- entegrasyonu-ya-da-nolacak-bizim-suriyeliler-mevzuu-2047717

Çanakkale’de en çok şehidin Halep’ten gelen askerler arasından verildiği iddiası da doğru değildir. Anılan tarihte Halep ağırlıklı olarak Türklerin yaşadığı bir kent olmakla beraber Halep’ten Çanakkale’ye gelen asker sayısı 544’tür. Hama’dan 189, Şam’dan 91 asker gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında askere alınanlar genellikle askere alındıkları illere yakın olan cephelere yollanmışlardır. Bundan dolayıSuriye’den Çanakkale’ye katılan asker sayısı azdır.

AKP’nin Suriyeliler ve Suriye Politikası Nedir?

AKP’nin Suriyeli sığınmacılar hakkındaki genel politikası Suriyelilerin Türkiye’de kalarak Türk vatandaşı olmalarının istendiği yönündedir. AKP, Suriyeli sığınmacılar politikasından dolayı kendi seçmeninde büyük tepki görmesine ve oy kaybetmesine rağmen Suriyelilere vatandaşlık verme politikasını ısrarla sürdürmektedir. Suriyeli sığınmacıların büyük bir ekonomik yük oluşturması ve bundan dolayı İstanbul başta olmak üzere yerel seçimlerde oy kaybetmesi dahi Suriyeli sığınmacılar politikasında geri adım atmaya zorlayamamıştır.

Suriyelilere vatandaşlık verme politikasının “Suriyelilere vatandaşlık vermekten başka şans yok.”,“Gitmek istiyorlar ama gitmiyorlar, ne yapsınlar…” şeklinde açıklamalarla izah edilmesi mümkün değildir. Suriyeliler politikasını dinî duygular ile “ensar-muhacir” zemininde izah etmek de mümkün olmamaktadır. Öyle olsaydı Müslüman ve Türk kimliklerinden vazgeçmeyi reddettikleri için Bulgaristan’dan kovulan Türklere karşı ensar tavrı alınması gerekirdi. Oysa Erdoğan Bulgaristan’dan gelen Türklerin gelmesini kabul eden dönemin hükûmetini çok ağır şekilde eleştirerek “Tamam, güzel, gelin diyorsun ama bak Ahmet, Mehmet, asgari ücrete talim ediyor. Ülke insanı aç; kadınını satıyor, kızını satıyor, çalıştırıyor. Sen bunlara çözüm bulamamışken gelin diyorsun.”demiştir.

Bulgaristan’dan Türklerin gelmesi eleştirilirken, Suriyelilerin Türkiye’de kalmasına yönelik politikalar daha 2016 gibi erken bir tarihte başlamıştır. Hürriyet gazetesinden Hacer Boyacıoğlu, İçişleri Bakanlığı Nüfus İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından 7 bakanlık ve 14 destek kurumu ile birlikte “Türkiye’deki Suriyelilere Yönelik Politikalar ve Stratejiler İçin Çerçeve Belgesi” hazırlanmıştır. Belge ile Suriyelilere vatandaşlık verilmesi için 8 ana ölçüt üzerinde çalışılmış, Türk vatandaşlığı tanımının değiştirilmesi üzerinde durulmuştur.

2017 yılı içinde ise yine İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından “Uyum Strateji Belgesi Ulusal Eylem Planı, 2018-2023” adlı çalışma hazırlanıp uygulamaya konmuştur. Bu belgenin amacı Türk halkını Suriyelilere vatandaşlık verilmesine ikna çalışmalarını koordine etmektir. Esasen belgenin ilk stratejik hedefi, “Göçmenlere yönelik toplumsal kabul düzeyinin güçlendirilmesi” olarak açıklanmıştır. Bir süre Suriyelilerin bir bölümünün Suriye’nin kuzeyindeki güvenli bölgeye yollanması projesi ile halkın Suriyeli sığınmacılara yönelik tepkisi göğüslendikten sonra 12 Aralık 2019’da Erdoğan,“110 bin Suriyeliye vatandaşlık verdik. Diğerleri için de vatandaşlık sürecini daha da artırma konumundayız. Niye? Çünkü bu insanlar ülkemde kaçak göçek yaşamasın. Herhangi bir kurumda, kuruluşta rahatlıkla işini bulsun, çalışsın.” diyerek Suriyelilere vatandaşlık verme politikasıyla ilgili açıklamada bulunmuştur.

Suriyelilerin Suriye’ye Dönmesini İstemek Suriyeli Düşmanlığı veya Irkçılık Mıdır?

Değişik nedenler ile Suriyelilerin Türkiye’de kalması projesine destek olan sayıca az ancak sesleri yüksek olan propaganda grupları, Suriyelilerin vatanlarına dönmelerini isteyenleri Suriyeli düşmanlığı ve ırkçılık ile suçlamaktadır. Oysa Suriyelilerin vatanlarına dönmelerini istemek Suriyeli düşmanlığı değil, duruş itibariyle Suriyelilere gerçek dostluk göstermektir. İnsanların en temel insan hakkı yaşam hakkıdır ve bu yaşam ile kastedilen, sürgünde yaşamdan ziyade kendi vatanında yaşamdır. Oysa bugün Suriyeliler emperyalizm tarafından tezgahlanan bir iç savaş sonucunda hem ülkelerinden başka ülkelere hem de Suriye içinde göçe zorlanmaktadır. Orta Doğu’ya “büyük Kürdistan” yerleştirmek amacı ile Irak-Suriye-İran ve Türkiye’nin bölünmesi projesinin engellenmesi amacı ile Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönmelerini ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü isteyenlere “Suriyeli düşmanı” veya “ırkçı” diyerek saldıranlar, emperyalist projenin bilinçli ve bilinçsiz sözcüleridir.


TÜRK MİLLİYETÇİLERİ, VATANSEVERLER, ATATÜRKÇÜLER SURİYELİ SIĞINMACILAR
KONUSUNDA NE YAPIYORLAR?

Ankara’da Bağlariçi diye bir semt vardır. Birçok Ankaralı bile bu semtin varlığından haberdar değildir. Peki, Ryan Gingeras’ı tanır mısınız?


Gingeras Amerikan Deniz Harp Akademisinde Türkiye konusunda uzman bir tarihçi. Osmanlı Devleti’nin çöküş ve Cumhuriyet’in kuruluş dönemi ile ilgili kitapları var. “Eroin, Organize Suç ve Modern Türkiye’nin Oluşumu” adlı kitabı Türkiye’de yasak yayınmış. Gerek askerî okulda hocalık yapması gerek üzerinde çalıştığı konular istihbarat çevreleri ile en azından bilgi alışverişi içinde olduğunu gösteriyor. Gingeras, Ankara’nın Bağlariçi semtindeki Suriyeli sığınmacılardan hareket ederek Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunu incelemiş. Mayıs 2016’da şu tespiti yapmıştır. “Bağlariçi’nde yaşanan sorunlar, Türkiye’nin gelecek on yıllarda karşısına çıkacak derin bir yaşamsal krizi yaşayacağını gösteriyor.”69 Bu tespit ne yazık ki doğru.

69 Ryan Gingeras, Can Turkey Asssimilate Its Refugees?, Lessons from His- tory, May 24, 2016

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, İstiklal Harbi’mizin kazanıldığı 1922 sonrasında yaşadığı en ağır tehdit sürecinden geçiyor. 2002’den bu yana iktidarda olan AKP Türkiye’yi çoklu bir kriz süreci içine sokmuştur. Bu krizleri, 
1) Devlet Krizi, 
2) Millî Birlik Krizi, 
3) Ekonomik Kriz ve 
4) Suriyeli Sığınmacılar Krizi olarak dört başlık altında toplamak mümkündür.

 


Devlet Krizi

MÖ 220’den başlayarak kayıtlı olan büyük bir tarih geleneğine sahip olan Türkiye Cumhuriyeti, AKP tarafından bir devlet krizine sürüklenmiştir. Yaşanan devlet krizinin temel nedenleri şu başlıklar altında toplanabilir:
1) Devleti yönetmek değil, fethetmek ve âdeta kuruluş esaslarından uzaklaştırarak, devleti millî- üniter-laik devletten federal-ümmet devletine dönüştürme amacı ile 2002’den bu yana politikalar üretilmesi.

2) Bu politikaları üreten iktidar kadrolarının beslendiği ideolojik temellerinin, Mısır’da İngiliz kolonyalizmine sözde karşı çıkan ancak İngiliz istihbaratı tarafından Arap milliyetçiliğini parçalamak üzere desteklenen ve devleti düşman olarak gören Müslüman Kardeşler ideolojisinin izleri taşıdığı için devletin kurumsal yapısını hep yenilmesi ve dönüştürülmesi gereken düşman olarak görmeleri.

3) Devleti fethetmek ve dönüştürmek için ittifaklara açık olmak. Örneklemek gerekirse bu ittifakları Ankara’ya karşı Brüksel, Türk devletine karşı Avrupa Birliği bürokrasisi ile yapmıştır. Türkiye’ye karşı Avrupa Birliği ile yapılan ittifak, AKP tarafından “Ankara’nın şerrinden Brüksel’in şefaatine sığınmak” şeklinde izah edilmiştir. Avrupa Birliği’nin şefaatini elde etmek için “Kıbrıs adasının jeopolitik önemi kalmadı, 50 sene süren sorun olur mu?” diyerek, KKTC için verilen mücadele görmezden gelinerek Annan Planı’nın kabul edilmesi istenmiştir. Eğer Rumlar anlaşmayı kabul etseydi bugün KKTC yok olmuştu ve Türkiye, Doğu Akdeniz’de yoktu.

4) Bir terör ve casusluk örgütü olan FETÖ ile “vesayet” adını verdikleri Türk devlet bürokrasisine karşı sınırsız iş birliği yapılmış, bu iş birliği sonucunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti dünya devletler tarihinde bir devlete yönelik gerçekleşen en büyük casusluk operasyonuna maruz kalmış, sırrı olmayan bir devlete dönüşmüştür.

5) Diğer terör örgütü PKK ile Oslo’da pazarlıklar yapılıp İmralı’da Öcalan ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti için anayasa hazırlanmak istenmiştir.

6) Devlette liyakat ilkesi en gerekli işlerde bile terk edilerek devlet, cemaat ve tarikatlar arasında âdeta pay edilmiş; sınırsız biat, uzmanlık ve bilginin yerini almıştır. MİT, TBMM Darbe Araştırma Komisyonuna “atamalarda liyakat ilkesine” dikkat edilmelidir raporu yollamak zorunda kalmıştır.

7) Valiler ve kaymakamlar, devletin değil iktidar partisinin valisi ve kaymakamı olmuşlar, eylemleri sadece iktidarı desteklemekle sınırlı olmamış, muhalefete yönelik aktif baskı ve dışlama politikaları içine girdikleri de görülmüştür.

8) FETÖ olayından ders çıkarmayan iktidar, 15 Temmuz FETÖ’cü darbe girişiminden sonra Türk ordusunu parti ordusuna dönüştürme çabası içine girmiştir.

9) Ankara’da Rus Büyükelçisi polis kılığında bir terörist tarafından öldürülmüştür. Bu teröristten devlet kadroları içine daha ne kadar gizlenmiş unsur vardır ve ne zaman hangi eylemi gerçekleştirebilirler bilinmemektedir. FETÖ ile mücadele, kişisel intikam alma duygusuna dayanan bir mücadeleye dönüştüğü için, sistemli ve uzun vadeli bir mücadele söz konusu olamamıştır. Bu nedenle FETÖ tehdidi varlığını sürdürmektedir.

10) Bütün bunların üzerine kuvvetler ayrılığını ortadan kaldıran, her şeyin tek adamın kararına bağlı olduğu otoriter bir başkanlık sistemi inşa edilmeye başlanmıştır. Bu siyasal sistemin karar alma süreçleri etkin çalışmamaktadır. Bakanlıkların geleneği ortadan kalkmış, TBMM’nin etkinliği ve milletvekillerinin halkın taleplerini hükûmete aktarmaları süreci kesilmiştir.

11) Devlet millî-üniter-laik devlet yapısından federal-ümmet-hilafet yapılanmasına doğru sürüklenmektedir.
Bütün bu süreçlerin devlet sistemini 1922’den bu yana hiç olmadığı kadar zayıflattığı görülmektedir. Devletin taşıyıcı kolonları olan kurumlar zayıflamış, kırılgan bir yapıya dönüşmüştür. Özetle, Türkiye hâlen sürdürülmesi mümkün olmayan bir devlet kri- zini yaşamaktadır.




Millî Birlik Krizi

Türkiye ağır bir millî birlik krizi yaşamaktadır. Ülkemizde -araştırmaların gösterdiği gibi- toplumsal ayrışma, tehlikeli bir aşamaya ulaşmıştır. Bu ayrışma 2002’den bu yana sürdürülen, sırası ile kontrollü gerilim-gerilim-düşmanlaştırma aşamalarından geçen politikalarının sonucudur. AKP’nin merkezinde olduğu iktidar bloğuna oy verenler “millet”i oluştururken, vermeyenler “zillet” olarak nitelendirilmektedir.

Sadece Türkiye’de üniversite ve araştırma kuruluşlarının değil, Batılı stratejik araştırma merkezlerinin yaptığı araştırmalar Türkiye’de iç barışın korkutucu oranda tehdit altında olduğunu göstermektedir. 2018’de Türkiye; Sudan, İsrail Batı Şeria, Kongo, Suriye, Myammar, Pakistan, Irak, Güney Sudan ile birlikte en kırılgan 10 ülke arasına girmiştir.

Oysa Anadolu, gemileri ve uçakları değil ancak milletleri ve devletleri yutan bir “Bermuda Şeytan Üçgeni”dir. Anadolu’da Türklerden önce hüküm süren milletlerin en kabadayısı 300 sene hüküm sürmüştür. 1071’de Anadolu’ya tekrar geldik. 1000. seneyi dolduracağız. Ve bu 1000 sene hiç kolay geçmeli. Anadolu’da yaşayabilmek için Atatürk’ün “iç cephe” diye tanımladığı millî birliğimizin çok güçlü olması gerekiyor. AKP’nin politikalarının “iç cepheyi” zayıflattığı gözükmektedir. Irak parçalandı. Suriye iç savaşta. Türkiye’ye doğru çok sert bir darbe yaklaşmaktadır. Bu dalgayı göğüslemek için millî birliğimize çok büyük ihtiyacımız varken millî birlik krizi yaşamamız oldukça düşündürücüdür.




Ekonomik Çöküş

Devlet ve millî birlik krizine Cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik krizi eşlik ediyor. 2002-2019 arasında uygulanan ekonomik politikaların özeti “beton- israf-soygun ekonomisi” başlığı altında özetlenebilir. AKP propaganda mekanizmasının manipülasyonlarına rağmen Türkiye 2002-2018 arasında 1960’dan bu yana en düşük büyüme sürecinden geçmiştir. 2002- 2018 arasında büyüme oranı %4,4’tür. Bu oran 2002-2007 arasında %6,9’dur. 2009-2018 arasında %3,6’ya düşmüştür.

AKP iktidarı döneminde Türkiye üretimden kopmuştur. İmalat sanayi küçülmüş; 2002 ‘de ekonominin %22’sini oluştururken, 2019’da %15’e kadar küçülmüştür. Tarım ve hayvancılık 2002’den bu yana küçülmektedir. Türk ekonomisi 2019 itibarı ile dünyadaki en kırılgan beş ekonomiden birisidir. 2002’de dünyanın en büyük 16. ekonomisi olan Türk ekonomisi 2019’da 19. ile 20. sıra arasında sallanmaktadır. İktidar, ekonomi üzerindeki denetimini büyük ölçüde yitirmiş görünmektedir. Hiçbir üretime dayalı ekonomiyi ayağa kaldırma programı olmadan değişik krediler ile iç tüketimi artırarak günü kurtarma süreçleri devam etmektedir. Bu arada Türkiye’nin son varlıkları Türkiye Varlık Fonunda toplanmış, modern bir Duyun-u Umumiye zemini oluşmuştur. İşsizlik açlık boyutuna çıkmış, sosyal protesto toplu intiharlar ile yapılmaya başlanmıştır. Devlet, millî birlik ve ekonomik krizlerin ezici ağırlığı Türkiye’nin üzerine çökerken 2011’den bu yana devam eden, ülkemizin Türk kimliğini tehdit eden bu kavimler göçü tehdidi karşısında Türk milliyetçilerinin, vatanseverlerin, Atatürkçülerin özetle Türk milletinin millî refleksinin belkemiğini oluşturan bu kitlelerin çok daha etkili bir fikrî, siyasi, kültürel etkin karşı duruş içinde olmaları tarihî bir zorunluluk, millî bir görevdir.

Türk milliyetçileri, vatanseverler, Atatürkçüler AKP hükûmetinin yanlış Suriye politikasına karşı daha sert ve sonuç alıcı bir tavır geliştirecek, Türkiye’yi felakete sürükleyen bu politikalara karşı Türk milletinin karşı çıkışını yönlendirecektir.

Türk milliyetçileri milyonlarca Suriyeli, Afgan, Iraklı ve İranlı sığınmacı Türkiye’ye girerken daha sert şekilde tepki göstermeli ve kamuoyunu bu kavimler göçünün sonuçları konusunda daha sert uyarmalıydı. 2011-2019 arasındaki yılları Türk milliyetçileri bu anlamda büyük ölçüde boşuna harcamışlardır. Ancak iş işten geçmiş değildir. Önümüzdeki süreçte Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönmelerinin sağlanması için Türk milletinin demokratik tepkisini yönlendirmek için yapılabilecek çok şey vardır.

Türk milliyetçileri çalıştaylar düzenlemeli, paneller ve konferanslarda bir araya gelmeli, imza toplamalı, kitaplar çıkarmalı ve konunun Türk milletinin yaşamsal çıkarları için önemini her düzlemde en kararlı şekilde savunmalıdır.

Türk milliyetçileri, vatanseverler, Atatürkçüler modern bir kavimler göçü karakteri ile Anadolu’nun Türk kaderini ve kimliğini değiştirecek, bu ülkeyi bir iç savaşa sürükleyecek olan bu büyük tehdidi tarihin çöplüğüne atacak tek güçtür.

Türk milliyetçileri “Devlet Türkiye’nin parçalanmasına izin vermez, elbet bir gün dönerler.” şeklinde saf bir düşünceye inanılmayacağını bilmektedir.

Çünkü Türk milliyetçileri artık Türk milletinin menfaatlerini savunan bir devlet kurumu olmadığını en iyi bilenlerdir. AKP iktidarı ise Suriyeli sığınmacıların Türkiye’ye yerleşmesi üzerine planlarını yapmış, adım adım uygulamaktadır. Bir yandan kamuoyunun tepkisini azaltmak için “Geri dönecekler.”, “Güvenli bölgeye gidecekler.” açıklamaları yapılmakta, fakat diğer yandan Suriyelileri Türkiye’de kalıcı hâle getirecek adımlar atılmaktadır.

Özetle, Türk milliyetçileri Suriyeli, sığınmacılar konusunda sistemli bir mücadele, etkin bir karşı duruş, AKP’nin Türkiye’nin demografik yapısını tahrip etmeye yönelik bu politikasına karşı eylemli karşı çıkış içinde olmalıdır. Eylemli karşı çıkış; vurup kırmak, yakıp dökmek, Suriyeli sığınmacılara düşmanlık yapmak değildir. Eylemli karşı çıkış, AKP rejimini demokratik baskı altına alacak her türlü demokratik eylemdir. İmza kampanyaları düzenlemek, paneller, konferanslar, çalıştaylar düzenlemek, bildiriler dağıtmaktır.

Son 1000 yılda Türk milletinin karşılaştığı en büyük dört tehditten birisi olan kavimler göçü ile Türkiye’nin bir iç savaş ile parçalanmaya sürüklenmesi projesi karşısında Türk milliyetçilerinin, vatanseverlerin, Atatürkçülerin susması beklenemez.

Süreç, çok açık bir şekilde Anadolu’nun sessiz istilası şeklinde ilerlerken Türk milliyetçileri bu istilayı seyrederler ise dudaklarından düşürmedikleri, zihinlerinden çıkarmadıkları söylediği Turan türkülerinin, Türk birliği hayallerinin aslında ciddi bir politik anlamı olmayacağını bilirler. Çünkü Anadolu’da Türk milletinin kayıtsız ve şartsız, tartışmasız egemenliği olmadığı sürece Türk Dünyasında bir birlikten söz etmek mümkün değildir.

Türk milliyetçileri, hiç vakit kaybetmeden Suriyeli sığınmacıların yurtlarına dönüşü konusunu politik gündemlerinin tartışmasız birinci maddesi hâline getirmek zorundadırlar.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin toprak bütünlüğü, Türk milletinin Anadolu’daki egemenliğinin devam etmesi bu mücadelenin başarısına ve Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönmelerine bağlıdır. Her kim “Suriyeliler artık dönmez.” diyerek umutsuzluk aşılıyor ise ya emperyalizmin ajanıdır ya da bilmeden emperyalizme hizmet ediyordur.

Kimse bize “Başka çare yok, Suriyeliler kalacak.” yalanını söylemesin. Uluslararası hukuk ve millî hukuk sistemimiz Suriyeli sığınmacılara sağlanan geçici koruma statüsünün Suriye’de savaşın bitmesi ile Türkiye Cumhuriyeti tarafından sonlandırılabileceğini kabul etmektedir. Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönmeleri Türkiye için asıl beka meselesidir.


Türkiye’nin demografik, millî kültürel dokusunun bozulması, Türk millî ve üniter devletinin sona ermesi ve Anadolu’da Türk devletinin parçalanması süreçlerini tetikleyecek bir kavimler göçü karşında politik tavır koymayan bir Türk milliyetçiliği esasen Türk milliyetçiliği olamaz. Bugün Suriyelilerin vatanlarına geri dönüşü konusunda aktif ve etkili tavır ortaya koymayan Türk milliyetçileri Türk milliyetçiliğini temsil edemezler.
1918 Kasım’ı sonrasında Anadolu’ya geçmeden veya İstanbul’dan Millî Mücadele’ye yardım etmeden Türk milliyetçiliğini temsil etmek, parçası olmak, Türk milliyetçisi olmak nasıl mümkün değildi ise bugün de Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönmeleri için etkin, eylemli politik mücadele etmeden Türk milliyetçisi olmak mümkün değildir. Prof. Dr. İskender Öksüz hocamız,


“Boş Zamanlarımda Milliyetçilik Yaparım…” başlıklı makalesinde şöyle diyor: “Boş zamanlarımda milliyetçilik yaparım. Bu tutum, günümüz milliyetçilerinin çoğunluğunun davranışını özetliyor. Sağ olsunlar, katkı sağlıyorlar. Soru şu: Katkı yeterli mi? Yoksa daha ötesi mi gerekiyor?” Doğrusunu söylemek gerekir ise İskender Hoca içinden geçtiğimiz süreçte Türk milliyetçilerinin temel zaafını yakalamış. Türk milliyetçiliğini boş zamanlarımızda yapıyoruz. Diğer zamanlarda ise daha önemli işlerimiz var. Oysa İskender Hoca’nın dediği gibi Türk milliyetçiliği adanmışlık gerektiriyor. Hoca şöyle diyor: “Türklük, kendini ona adayanlar sayesinde yaşıyor. Müdafaayı Hukuk, Kuvayı Milliye ve Millî Mücadele, daha sonraki Atsız neslinin kahramanları, nihayet 1968-1980’in gençleri ve o kadar da genç olmayanları, hep o adanışın insanlarıdır. Bu adanma asırlarca geriye uzanıyor. Bilge Kaan, Bengü Taşa kazımış: ‘... Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Kardeşim Köl Tigin ile iki şad ile ölesiye, bitesiye {çalışıp} kazandım.’ Bu cümleler katkının değil adanışın ifadesidir. Millî Mücadele’nin umdesi de aynı adanışı söyler: Ya istiklal ya ölüm!”
Bugün, içinden geçtiğimiz dönemde, Türk milliyetçileri olarak Türk milleti ile birlikte Türkiye’nin sessiz ve örtülü bir istila ile karşı karşıya olduğunu görüyoruz, görmekle yetinmiyor, bu sessiz istilanın bedelini Türk milletinin kasasından ödüyoruz. Oysa bugün Türk milliyetçisi olmak demek, emperyalist bir proje olan stratejik göç mühendisliğine karşı mücadele etmek demektir. Suriyelilerin Suriye’ye, vatanlarına dönebilmelerinin şartlarının oluşturulması için politik mücadele vermek, Türk milliyetçisi olmanın temelini oluşturmaktadır.


250 bin dolara Türk vatandaşlığı satılırken Türk vatanından ve Türk ruhundan bir parçanın satılmadığını mı düşünüyorsunuz?

Türk milliyetçilerinin, 

“Canımızdır, kanımızdır,
Her şeyimiz bu vatan,
Bastığın yeri tanı,
Altında Türk’tür yatan,
Atalardan bize kalan emanettir bu vatan,
Susuz kalsa sularız kanımızla” 
diyerek 10 asırdır Anadolu topraklarını kanları ile sulayıp vatanlaştırdıktan sonra 250 bin dolara satarak mı paylaşmayı kabul edeceğiz?

Her 250 bin dolar veren ile Anadolu’ya tekrar girişimizi sağlayan Malazgirt Meydan Muharabesi’nin hangi anısını paylaşacağız?

Veya 1176’da Sultan II. Kılıçarslan’ın komutasında 100 bin kişilik Bizans ordusunu Miriyokefalon’da yenerek Anadolu’yu ilelebet Türklere yurt yapan bir zaferin hangi anısında ortak olacağız?

Ankara Savaşı’nda Yıldırım’ın yenilmesinin hüznünü, buna rağmen Emir Timur’a duyduğumuz saygıyı 250 bin dolar ile satın almak mümkün olacak mı? 250 bin dolar ile Varna, Mohaç, Nazlı Budin’i kaybedişimiz, Rumeli ve Kafkasya’dan göçlerin anılarısatın alınabilecek mi?

Çanakkale Muharebeleri, Filistin Cephesi, Allahuekber Dağlarının hüznü duyulabilecek mi?

250 bin dolara Sakarya ayağa kalkacak mı, İzmir’in dağlarında çiçekler açacak mı?

Anadolu gayrimenkul değil vatandır!

Tarihin en zor vatanlaşan, uğruna en fazla bedel ödenen, ödenmeye devam edilen coğrafyasıdır. Bu coğrafyada vatandaş olmak kendi vatanı için savaşmayanların, canım dönmek istemiyor diyenlerin işi değildir, olamaz.

Her Türk milliyetçisi kendisine şu soruyu sormalıdır: “Ben bir Türk milliyetçisi olarak, vatansever olarak, Atatürkçü olarak Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönmeleri için ne yapabilirim?

Öncelikle her Türk milliyetçisi Suriyeli sığınmacılar başta olmak üzere sığınmacıların Türkiye’de kalması durumunda ülkemizin demografik yapısının Türk milletinin Anadolu üzerindeki hukukunu ve ülkemizin toprak bütünlüğünü muhafaza etmeye imkân vermeyecek şekilde değişeceğini anlamalı ve etkili bir şekilde her platformda anlatmaya başlamalıdır. Son Suriyeli sığınmacı ve diğer sığınmacılar Türkiye sınırları dışına çıkana kadar, kesintisiz şekilde, sığınmacıların ülkelerine dönüşünün mücadelesi verilmelidir.



TÜRK MİLLİYETÇİLERİ, VATANSEVERLER, ATATÜRKÇÜLER NE YAPMALIDIR?

1) Türk milliyetçileri, vatanseverler, Atatürkçüler Suriyeli sığınmacılar meselesini sürekli gündemde tutmalıdır. Türkiye’ye karşı kurulmuş olan bu tuzağı her fırsatta ve her yerde anlatmalıdır. Çünkü emperyalizm ve yerli işbirlikçileri Türk halkını aldatmak, uyutmak ve alıştırmak için her yolu kullanmaktadır. Bu yoğun propagandaya karşı izlenecek tek yol karşı propaganda ile Türk halkını uyandırma, millî bilinci yüksek tutmak için Suriyeli sığınmacılar üzerinden ülkemize kurulan emperyalist komployu deşifre etmektir. Propaganda zihinleri ve yürekleri işgal etmek için yapılan bir savaştır. Türk milliyetçileri, yurt- severler, Atatürkçüler karşı propaganda ile Türk Milleti’nin zihninin ve yüreğinin işgalini engelleyecektir. Bazılar bu satırların yazarına şu soruyu soruyorlar: “Hocam, neden sürekli Suriyeli sığınmacılar konusu üzerine duruyorsunuz. Üzerinde duracak başka konu yok mu?” Bu sorunun cevabı çok açık. Türkiye’nin elbette birçok sorunu var. İstanbul’da yaklaşan deprem büyük bir millî güvenlik sorunu. Terör Türkiye için büyük bir tehdit. Türk dış ve güvenlik politikasının kötü yönetilmesi millî güvenliğimizi tehdit ediyor ve ben bu konular üzerinde de konuşuyorum. Ancak bu konular üzerinde konuşan birçok kişi var. Oysa Suriyeli sığınmacılar üzerinden gerçekleştirilen etnik temizlik ve stratejik göç mühendisliği ile Suriye’nin kuzeyinde bir PKKistan yerleştirilerek ve Türkiye’nin bir iç savaşa sürüklenmek için örtülü bir istila ile demografik değişime uğrayışını benim dışında anlatan kimse yok. Üstelik emperyalizm, yerli işbirlikçileri ve iktidar partisi Türk kamuoyunun Suriyeli sığınmacılar konusunda tepkisiz kalması için bir yandan konun tartışılmasını engellemek, diğer yandan da değişik değişik psikolojik operasyonlar ile Türk halkını ikna etmeye çalışmaktadır. Böyle bir ortamda da ben ısrarla, sürekli tekrar tekrar Suriyeli sığınmacılar üzerinden oynanmak istenen oyunun Türk halkına anlattım ve bundan sonrada anlatmaya devam edeceğim. Çünkü bu çalışmalar sonucunda Türk Milleti’nin çok önemli bir bölümü zaten ülkesine dönmelerini talep ettiği Suriyeli sığınmacılar üzerinden emperyalizmin Türkiye’ye kurduğu tuzağın büyüklüğünü anlamıştır.

2) Suriyeli sığınmacılar aracılığı ile Türkiye’nin sosyolojik yapısını millet sosyolojisinden ümmet sosyolojisine dönüştürmek isteyen ve oy kaynağı olarak gördüğü için onlara vatandaşlık vermek isteyen AKP iktidarı sürekli baskı altında tutulmalıdır. Suriyeli sığınmacılar konusu AKP’nin aşil topuğudur. AKP yöneticileri AKP seçmeninin de Suriyelilerin geri dönmesini istediklerini bilmektedir. Bundan dolayı Suriyeli sığınmacılar meselesinin tartışılmasını istememektedir. Oysa demokratik her toplumda toplumun geleceğini ilgilendiren bu çapta bir konu, kapsamlı şekilde tartışılır. Suriyeli sığınmacılara vatandaşlık verilmesinin yaratacağı sonuçların neler olacağını topluma anlatmanın yolu konuyu gündemde tutmaktır. Bu arada AKP’ye oy veren, destek veren seçmenler de AKP yöneticilerine Suriyelilerin vatanlarına dönmeleri konusundaki taleplerini çok daha güçlü şekilde gündeme getirmelidirler.

3) AKP’nin açık kapı politikasını terk etmesi ve sınırlarımızda güvenliğin artırılması için kamuoyu oluşturulmalıdır.

4) Suriyeli sığınmacılar meselesinin gerçek niteliğinin büyük Kürdistan projesinin Suriye ayağının gerçekleştirilmesi olduğu Türk halkına her vesile ile tekrar tekrar anlatılmalıdır.

5) Türk halkına şimdiye değin Suriyeli sığınmacılar için harcanan 80 milyar dolar harcanmasaydı, Rusya krizinden dolayı ek maliyetler çıkmasaydı Türkiye’nin sürüklendiği büyük ekonomik krize bu kadar erken ve derin sürüklenmeyeceği hatırlatılmalıdır.

6) Suriyelilere her an geçici olduklarını, misafir olduklarını hatırlatmalıyız. Allah kimsenin başına Suriyelilerin başına gelen türden bir felaket vermesin. Ancak bu felaketin çözümü, Türkiye’yi ve onları başka bir felakete sürükleyecek emperyalist bir projenin parçası yapmak değil, vatanlarına dönmelerini sağlayarak emperyalizmin kurduğu projeyi tarihe gömmek olmalıdır.

7) Suriyeli sığınmacılar konusunda toplumsal/siyasal tepkiyi canlı tutmalıyız. Sığınmacıların Türkiye’de kalmasını sağlamaya yönelik psikolojik atmosferi sağlamak amacı ile Türk halkına yönelik gerçekleştirilen psikolojik operasyonların etkisini bilgi harekâtı ile kırmalıyız.

8) Sığınmacılar/mülteciler üzerinden para kazanan akademisyenler ve sözde STÖ’leri Türk halkına teşhir etmeliyiz. Bu kişi ve kuruluşlar emperyalizmin yerli iş birlikçileri, Türk milletinin düşmanlarıdır.

9) Suriyeli sığınmacıların vatanlarına dönmeleri için yapılacak çalışmalara milliyetçi vatanperver sivil toplum örgütleri daha etkin katılmalıdır. STÖ’ler Suriyeli sığınmacılar konusunda çalıştaylar, konferanslar ve paneller düzenlemelidir.

10) Suriyeli sığınmacılar konusunu geniş kitlelerin daha kolay anlamasını sağlamak için sanal âlemi çok daha etkili ve sistemli şekilde değerlendirmeliyiz. Yapılması gereken kızgınlık, öfke ve nefret uyandırıcı çalışmalar değil, aksine bilgilendirici ve ikna edici çalışmalar olmalıdır. Suriyeli sığınmacılar ile ilgili araştırma yapmak isteyenlerin kolay araştırma yapabileceği bilgi kaynakları oluşturulmalıdır. TED Talks, videolar, araştırma siteleri konuyu halka izah etmek açısından çok önemli olacaktır.

11) AKP iktidarı, Suriyeli sığınmacılar konusunun tartışılmasını engellemek için konuyu gündeme getirenleri Suriyeli düşmanı olmakla, ırkçılıkla suçlamaktadır. Oysa Suriyelilere ayrılmak zorunda kaldıkları vatanlarını geri vererek emperyalizmin kazdığı tuzağı bozmak iste- yenler Suriyelilerin gerçek dostlarıdır.

Türkiye Türktür, Türk kalacaktır.

Çünkü Türk milliyetçileri emperyalizmin stratejik göç mühendisliği ile Türk ve Suriye halklarına kurduğu tuzağı bozacaktır.

Nazlı Budin, Belgrad, Selanik veya Halep için yazdığımız ağıtları asla Gaziantep, Şanlıurfa, Hatay veya Kilis için yazmayacağız.

Geçtiğimiz 1000 yılda burada, Anadolu’da idik.

Gelecek 1000 yılda da burada olacağız.

Hiçbir göç mühendisliğinin, hiçbir emperyalist projenin Türkiye’nin Türk kimliğini yok etmesine izin vermeyeceğiz.






Yorum Gönder

0 Yorumlar