ÖZELLEŞTİRİLEREK SATILAN VATAN TÜRKİYE Bölüm 1



YILMAZ DİKBAŞ VE SATILIK VATAN



Bilirsiniz, evreni ve kendimizi açıklamak için iki yola başvururuz.

Birinci yol, Zeus'un yatak odasından geçer; bu odaya kimler girip çıkmış, Zeus ne hünerler göstermiş, bunların sonucunda hangi göz kamaştırıcı sonuçlar elde edilmiş, öğrenir zavallı ölümlü varlıklar.

İkinci yol dar, çetin, ıssızdır; insanlık tarihi boyunca bir avuç kişi o yolu kullanmıştır. Bunlardan biri, Olympos söylencelerini bir yana bırakıp gönül gözünü sanırım önce kendi içine, sonra evrene çevirmiş olan Demokritos'tur; şimdi artık hemen kimsenin adını ağzına almadığı bu alçakgönüllü bilge: evrendeki her şey, rastlantı ve gerekliliğin ürünüdür, demiş.

Hepimiz bu sözü okurken gereklilik'i kolayca anlayıp açıklarız sanırım; rastlantı'ya gelince işler inanılmaz derece çatallaşır: her birey, her küme, her ulus onu kendine göre yorumlar.

Oysa, evrendeki her şey gerekliliklerin yolaçtığı çok sıkı bağlılık ve bağımlıklar zinciri hâlinde sürüp gidiyor; Demokritos'un rastlantı'sim. Çağdaş doğabilimciler olasılık adını verdiler, çünkü bütün oluşumlar neden-sonuç ikilisinin meyveleri.

Evreni biz oluşturmadığımıza göre, sürüp giden ara oluşumlardaki neden-sonuç ilişkisini her zaman göremiyoruz, göremeyiz de; biz insan ve canlı dünyasındakileri kavrayıp ona göre davranmayı becerelim yeter; kavrayamadıklarımızı da, sömürü düzeninin beklentisi uyarınca, Zeus'un hünerleri sayacak yerde, alçakgönüllüce rastlantı'ya (ya da çağdaş adlandırılmasıyla olasılık'a) yakıştırmak çok daha dürüstçe olur.

Günümüzde de hem gökadalarda olup bitenleri, hem insan dünyasındakileri anlayıp anlatmak isteyen ve Demokritos’un yolunu seçenlerin kaçınılmaz olarak dirimbilim, doğabilim, kimya gibi temel bilimleri çok iyi bilmeleri; ayrıca bütün bu bilimleri birbirine bağlayıp üst bütünsel yoruma ulaşabilmeyi becermeleri gerekiyor, yoksa örneğin tırnağa saplanıp kalırlar, kalırız.

Yılmaz Dikbaş'ı kimya öğrenmeye götüren rastlantı+gereklilik zincirini bilmiyorum; ama yazılarında, yapıtlarında sonucu görüyorum: ünlü ozan-ressam William Blake'in unutulmaz tanımıyla günahtan ve acı çekmekten ürkmeyen bir beyni var.

Gerek ülkemizde, gerek dünyamızda yaşananları, daha doğrusu bir avuç çılgının, bile bile sürdürdükleri beyin yıkama sonucu elde ettikleri uyuşturmadan yaralanarak hepimize yaşattıklarını dupduru, apaçık görüyor, dile getiriyor

Bu yapıtında, 20. ve 21.Yüzyılların sömürgecilerinin, iliklerine işlemiş sömürüyü sürdürebilmek üzere uydurdukları özelleştirme-güzelleştirme fırtınasının yerküreyi nasıl hallaç pamuğu gibi attığını gözümüzün önüne seriyor.

Can gözünü açıp görebilene.

YOKSA, ZATEN ŞU GÜZELİM MAVİ GEZEGENDE İZİMİZ BİLE KALMAYACAK!

 


Bertan Onaran
Çevirmen ve Yazar 
Saygıyla anıyoruz.



SUNUŞ



Bu kitap iki bölümden oluşmaktadır.

Birinci bölümde, 1979-1997 yılları arasında Türkiye ve 55 ülkede özelleştirme uygulamaları ve bunların yalnız ekonomik değil, çok çarpıcı toplumsal sonuçları da ayrıntılarıyla sunulmaktadır.

Soru-cevap biçiminden sunulan birinci bölümü okuyup bitirdiğinizde, özleştirme hakkında Türk halkı'nın yıllarca nasıl bir yalan propagandası altında bırakılmış olduğunu öğrenip üzüleceksiniz. Hele bu yalan propagandayı yapanların başında devletin en yetkili temsilcilerinin bulunmuş olduğunu gördüğünüzde, üzüntünüz öfkeye dönüşecektir…

Türk Halkı, özelleştirme hakkında doğru bilgilendirilmedi. Onu Bilgilendirmekle görevli üniversiteler, sendikalar, meslek odaları, medya, sivil toplum örgütleri ve siyasi partilerin büyük bir çoğunluğu sessiz kaldılar. Yalnız sessiz kalsalar neyse, bu kurum ve kuruluşların bazıları, Türkiye'yi sömürgeleştirme amacı taşıyan özelleştirmeden yana oldular, hatta bayraktarlığını yaptılar...

Birinci bölümde, Washington-IMF-Dünya Bankası yönetiminde uygulanan özelleştirmelerin; Latin Amerika, Afrika, Asya ve Doğu Avrupa Ülkeleri'nde ne tür yıkımlara neden olduğunu tüm çıplaklığıyla görecek, özelleştirme sonunda daha da fakirleşip sefalete sürüklenen bu ülkelerde, yalnız yetişkin kız ve kadınların değil, yüz binlerce küçük çocuğun da acımasız yaşam kavgasında bedenlerini satma, fuhuşa yönelme zorunda kalmış olmalarını sarsılarak okuyacaksınız...

Bu kitabın birinci bölümü, Temmuz 1997'de Kaynak Yayınları tarafından, "Özelleştirme Sömürgeleştirme" adı altında bir kitap olarak yayınlanmıştır. Çok sağlam belgelere, çok saygın kaynaklara dayanılarak yazılmış olan bu kitap çok büyük bir ilgi görmesine rağmen, ne yazık ki birinci baskınının bitişinden sonra ikinci kez basılmadı. Şimdi o kitabı, bu kitabımızın birinci bölümüne yerleştirerek, bugüne kadar çeşitli çevrelerden gelen yoğun ilgi ve isteğe de bir bakıma karşılık vermiş olduğumuzu düşünüyoruz...

Bu kitabın "ikinci bölüm"ünde, Türkiye ve dünyada, 1997-2003 yılları arasında yaşanan Özelleştirme girişimleri ve bunlara karşı verilen soylu savaşımları okuyacaksınız. Bir ülkedeki özelleştirme uygulamalarına, Amerikan Gizli Haber Alma Örgütü CIA'nin nasıl bulaşmış olduğunu görüp şaşıracaksınız...

İkinci bölümde; Amerika, İngiltere, Fransa ve Kanada'da özelleştirmeye karşı hâlâ verilmekte olan savaşımları ilk kez hayretler içinde okuyup öğreneceksiniz...

Halkımıza, "Batı bütün özelleştirmeleri çoktan yapıp bitirdi, bir biz kaldık!" yalanını hiç utanmadan söyleyenler ve bu yalancılara destek veren medya, ikinci bölümde okuyacağınız bilgilerin çoğunu halkımıza duyulmadılar!...

Haziran 2002'de, Amerika'nın tüm eyaletlerinde, özelleştirmeye karşı savaşı örgütleyen, "Amerikan Federasyonu Devlet ve Belediye Çalışanları" (AFCCM) adlı bir örgütün New York'da kurulup eylemlere başladığını, Türkiye'de genel medya haber yapmadı...

Kasım 2001'de, Amerika'nın Philadelphia Kenti'nde, devlet okullarının özelleştirme projesine karşı ayaklanan 1500 kişinin Vali Konağı'nı bastığı da Türkiye medyasında haber olmadı…

24 Haziran 2002 günü, Washington'da kurulu bir örgüt; Eğitim, Sağlık Hizmetleri, düşük Gelirlilerin Oturduğu Konutlar, Sosyal Güvenlik Sistemi ve Su Kaynaklarının özelleştirilmesine karşı 22 sayfalık bir bildiri yayınlaşarak savaşım başlattığını duyurdu. Türk Halkı'nm bu gelişmeden de haberi olmadı…

İngiltere ve Fransa'da işçi sendikalarının özelleştirmeye karşı cephe kurduklarını da ilk kez bu kitabın ikinci bölümünde okuyacaksınız...

2 Ekim 2002 günü Güney Afrika'da 180 bin kişi, 23 Ekim 2002 günü beş milyon nüfuslu El Salvador'da 200 bin kişi, 27 Eylül 2002 günü Meksika'da 50 bin kişi 26 Şubat 2002 günü Güney Kore'de 100 bin işçi, 17 Mart 2000 günü Kosta Rika'da 500 bin kişi, 28 Ekin 2000 günü Bolivya'da 100 bin kişi özelleştirmeye karşı yürüdüler, grev yaptılar.

Peki, bunlar bizim genel medyada haber oldu mu?

Özelleştirmeye karşı bu başkaldırıları, bu kitabın ikinci bölümünde tüm ayrıntılarıyla okuyacaksınız...

ABD Hükümeti her yıl, Kolombiya Ordusu'na bir milyardolar para vermekte ve bunun karşılığı olarak özelleştirme karşıtı sendikacılar öldürülmektedir. Kolombiya'da, 2001 yılında 160 sendikacının, 2002 yılında ise 172 sendikacının, özelleştirmeye karşı oldukları için öldürüldüklerini bizim genel medyaya duyurdu mu?

İkinci bölümde , özellikle Endonezya'daki özelleştirme girişimlerinin ve korkunç sonuçlarının çok dikkatli okunmasını öneriyoruz. Amerikan ve Batı Avrupa Emperyalistleri, Endonezya'yı tek kurşun atmadan ele geçirdiler. Kendileri tek kurşun atmadıkları gibi, Endonezya Ordusu'ndaki hain işbirlikçilerini kullanarak bir milyon Endonezyalı'yi öldürttüler. Bu ibret verici korkunç öykünün tüm iğrenç ayrıntılarını da kitabın ikincibölümünde bulacaksınız...

Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve eski Başbakan Mesut Yılmaz, halkımıza özelleştirme konusunda hep yalan söylediler. Ben onların bu yalanlarını, kendilerine gönderdiğim faks ve iadeli taahhütlü mektuplarla yüzlerine vurdum. Cevaplanmayan bu mektuplarımı da ikinci bölümde okuyacaksınız...

Kitabın ikinci bölümünde Pektim, Tüpraş, Seka, Tekel, Türk Telekom ve Çukobirlik'in, IMF emriyle nasıl yabancılara teslim edilmesinde başrolü oynayan işbirlikçileri yakından tanıyacaksınız. ..

Bu kitap, "Türkiye Teslim Alındı" başlıklı yazımızla son bulmaktadır. Tüm kitabı ve bu son yazıyı okuduktan sonra, eğer sizler de vatanın satıldığı, Türkiye'nin teslim alındığı görüşünde birleşirseniz, hepimiz için sadece tek bir seçenek kalmış olacaktır. Tıpkı 83 yıl önceki Kurtuluş Savaşı'nda olduğu gibi ayaklanmak!

Tüm yurtseverleri, vatanı kurtarmak için ayaklanmaya çağırıyorum!


Yılmaz Dikbaş
15 Eylül 2003, Antalya




BİRİNCİ BÖLÜM
TÜRKİYE VE DÜNYADA ÖZELLEŞTİRME
(1980 -1997)


"Ekonomik hayatımızda tam bağımsızlık. Güzel vatanımızı yoksulluğa, ülkeyi yıkıntıya sürükleyen çeşitli nedenler içinde en kuvvetli ve en önemlisi ekonomi hayatımızda bağımsızlıktan yoksunluğumuzdur..."

"Devletler şimdiye kadar bize şu ve bu meselelerle gösterişli müsaadelerde bulunuyorlar gibi görünüyorlar, ancak ekonomik tutsaklıkta bizi felce uğratıyorlardı. Öteden beri bize bazı şeyleri vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi davranırlar, ama gerçekte ekonomide elimizi kolumuzu bağlarlardı. Bu tutsaklığa katlanan mevkii sahibi kimseler memnundu. Çünkü görünüşte büyük bir bağımsızlık sağlamışlardı. Fakat gerçekte, milleti manen miskinlik çukuruna atmışlardı. Bunlar ekonomik mahkumiyeti anlamayan bedbaht hayvanlardı."

"Fakat artık milletimiz hayat noktasının nerede olduğunu pek güzel anlamıştır..."

Mustafa Kemal Atatürk
16 Mart 1923




SATILIK VATAN
ÖZELLEŞTİRME



Soru: Özelleştirme ne demektir?

Cevap: Ali Püsküllüoğlu'nun Arkadaş Türkçe Sözlük'ünde özelleştirme sözcüğü söyle tanımlanmış:


1) "Bir şeyi özel duruma getirmek yada özel olarak kullanmak.
2) "Kamu malını kişilere satarak iyeliğinden (mülkiyetinden) çıkarmak."

Türkiye'de uygulanmak istenilen özelleştirme ise; Türk Halkı'nın 70 yılda alnının teriyle kazanıp, dişinden tırnağından arttırarak biriktirdiği paralarla kurduğu fabrikaların, açıp işlettiği madenlerin yerli ve yabancı kişi veya kuruluşlara haraç mezat satılması demektir.


Bugün Türkiye'de 256 adet KİT ve bunlara bağlı 4600 dolayında fabrika, tesis bulunmaktadır.

Bu kuruluşların hepsinde her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının bir hissesi bulunmaktadır.

Her vatandaşın cebindeki T.C. Nüfus Cüzdanı, bu kuruluşlarda bir hisseye sahip olduğunu gösteren hisse senedidir.

Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının çok büyük bir çoğunluğunun rızası olmadan, onayı olmadan KİT'leri satmaya kalkmak, mallarını zorla gasp etmek anlamına gelecektir.

KİT'lerin özelleştirilmesini, yani satılıp elden çıkarılmasını isteyenler, bu kuruluşların gerçek sahibi olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına danışmaya gerek duymamışlar, bu konuda bir halk oylaması yapmaya dahi cesaret edememişlerdir.

Soru: Özelleştirme fikri nereden çıktı?

Cevap: Aslında özelleştirme fikri yeni bir fikir değildir. Çok partili parlamenter rejimlerin bulunduğu ülkelerde, başta İngiltere olmak üzere, sağ partiler iktidar olduklarında belli oranda özelleştirme yapmışlar yani devlet işletmelerinin kısıtlı bir bölümünü özel sektöre satmışlardır. Buna karşılık, sol partiler iktidar olduğunda belli oranda devletleştirme uygulanmıştır.

Ancak, 1980 yılında başlayan ve bir kasırga gibi tüm dünyayı saran şekliyle özelleştirme, yeni bir fikirdir.


Yeni şekliyle özelleştirmenin babası Amerika, arası ise İngiltere'dir. 1980'li yılların başında Amerika'da önce Başkan Reagan'ın, sonra Başkan Bush'un yönetimleri ile İngiltere'de Başbakan Margaret Thatcher'in iktidarı işbirliği yaparak, Üçüncü Dünya ülkeleri denilen yoksul ülkelere ve Doğu Bloku'nun yıkılmasından sonra şaşkınlığa uğrayan Rusya, Doğu ve Orta Avrupa ülkelerine özelleştirme saldırısını başlattılar. Amaç, bu ülke halklarının yüzyılların emeğiyle oluşturdukları ekonomik değerleri, yani sanayi kuruluşlarını, yer altı ve yerüstü doğal kaynaklarını, taşınır ve taşınmaz tüm varlıklarını ele geçirmekti.

Özelleştirme saldırısının yönetim ve denetimini, Batı emperyalizminin önü kuruluşları olan IMF ve Dünya Bankası üstlendi.

Özelleştirme yoluyla Batılı emperyalistler hem kendileri gerekli taze kanı bulmuş olacaklar hem de şimdiye kadar karşılarında direnç kaleleri oluşturmuş işçi sendikalarını ve ulusal devletleri yıkmış olacaklardır.

Soru: KİT neye denilir, genel tanımı nasıl yapılır?

Cevap: Mülkiyeti T.C. Devleti'ne, yani T.C. vatandaşlarına ait olan, iktisadi ve ticari alanlarda faaliyet gösteren kuruluşlara KİT denilir. KİT, "Kamu İktisadi Teşebbüsleri" sözcüklerinin baş harflerinden oluşturulan kısaltılmış bir sözcüktür.


Soru: KİT'ler hukuki dayanaklarını hangi kanun ve kararnamelerden almaktadır?

Cevap: Anayasanın 165. maddesi ve 233 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK), KİT'lerin hukuki yapılanm ve ana statülerini belirlemiştir. Ancak, bir de 233 sayılı KHK'nin kapsamına girmeyen KİT'ler de bulunmaktadır.


Soru: 233 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) kapsamına girmeyen KİT'ler hangileridir?

Cevap: 233 Sayılı KHK'nin kapsamına girmeyen KİT'ler şunlardır:


• Atatürk Orman Çiftliği,
• Türkiye Kalkınma Bankası (T.K.B)
• Ereğli Demir Çelik Fabrikası T.A.Ş.
• İller Bankası,
• İller Bankası Genel Müdürlüğü ile il özel idareleri ve belediyelerin sermayelerinin yarısından fazlasına tek başına veya birlikte sahip oldukları iktisadi teşebbüsler.
• Sosyal Sigortalar Kurumu (S.S.K.)
• Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı
• Bağ-Kur
• Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (T.R.T
• Milli Piyango İdaresi.

Soru: Özelleştirme başlamadan önce başlıca KİT’lerimiz hangileriydi?

Cevap: Başlıca KİT'lerimiz şunlardır:


1) Türkiye Demir ve Çelik İşletmeleri (T.D.Ç.İ) Buna bağlı şu fabrikalar:

• Karabük Demir ve Çelik Fabrikası (KARDEMİR)
• İskenderun Demir ve Çelik Fabrikası (İSDEMİR)
• Divriği Madenleri
• Hekimhan Madenleri


2) ETİBANK

Bu kuruluşa bağlı 16 fabrika:

Bandırma Boraks ve Asit Fabrikası, Emet Kolermanit Fabrikası, Ergani Bakır İşletmesi, Halıköy Maden İşletmesi, Keçiborlu kükürtleri işletmesi, küre Bakirli Pirit İşletmesi, Bigadiç Madenleri İşletmesi, Üçköprü Maden İşletmesi, Şarkkromları ve Ferrokrom İşletmesi, kırka Boraks işletmesi, Elektrometalürji Fabrikası Alüminyum Tesisleri, Kestelek Bor Madenleri İşletmeleri, Fosfat İşletmesi, Bursa Volfram Maden İşletmesi, 100. Yıl Gümüş Madeni İşletmesi.


3) Türkiye Petrolleri anonim Ortaklığı (TPAO) Buna bağlı olarak ortaklıklar:

• Botaş Boru Hatları ile Petrol Taşıma A.Ş.
• İGDAŞ İstanbul Gübre Sanayi A.Ş.


4) Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) Buna bağlı beş taşkömürü işletmesi bulunmaktadır:

• Kozlu Taşkömürü İşletmesi.
• Karadon Taşkömürü İşletmesi.
• Armutçuk Taşkömürü İşletmesi. 
• Üzülmez Taşkömürü İşletmesi. 
• Amasra Taşkömürü İşletmesi.


5) Türkiye Kömür İşletmeleri (T.K.İ) Bunabağlı 11 maden ocağı bulunmaktadır.

• Garp Linyitleri İşletmesi.
• Alpagut-Dodurga Linyit İşletmesi.
• Doğu Linyitleri İşletmesi.
• Orta Anadolu Linyitleri İşletmesi.
• Ege Linyitleri İşletmesi.
• Marmara Linyitleri İşletmesi.
• Güneydoğu Anadolu Asfalt ve Linyit işletmesi.
• Afşin - Elbistan Linyitleri İşletmesi.
• Seyitömer Linyitleri İşletmesi.
• Çan Linyitleri İşletmesi.


6) SÜMERBANK

Sümerbank'ın şu illerimizde pamuklu fabrikaları bulunmaktadır:

• Adana, Adıyaman, Antalya (İstanbul) Bakırköy, Bergama, Denizli, Diyarbakır, Ereğli, Eskişehir, Erzincan, İzmir, Kayseri, K.Maraş, Manisa, Malatya, Nazilli, Nevşehir.
• Sümerbank'ın şu yünlü fabrikaları vardır.
Merinos (Bursa), Defterdar (İstanbul), Hereke, Bünyan, Diyarbakır, İsparta, Van.
• Sümerbank'ın Türkiye'nin tüm yörelerine dağıtılmış 468 satış mağazası bulunmaktadır.

7) Türkiye Selüloz ve Kağıt Fabrikaları (SEKA) SEKA'ya bağlı dokuz fabrika bulunmaktadır.

• Afyon, Aksu, Akdeniz, Balıkesir, Çaycuma, Dalaman,Kastamonu, İzmit ve Bolu


8) Türkiye Çimento ve Toprak Sanayi TA.Ş. (ÇİTOSAN) Bu kuruluşlara bağlı 10 fabrika bulunmaktadır.

• Elazığ Altınova Çimento Fabrikası 
• Ergani Çimento Fabrikası
• Kars Çimento Fabrikası
• Van Çimento Fabrikası
• Bozüyük Seramik Fabrikası.
• Filyos Ateş Tuğlası Fabrikası.
• Yarımca Porselen Fabrikası.
• Gümüşhane Çimento Fabrikası.


Bu kuruma bağlı 14 kuruluş bulunmaktadır:

• Silah Sanayi A.Ş
• Çankırı Silah Sanayi A.Ş.
• Elektrik Sayaçları Sanayi A.Ş
.• Elmadağ Barut Sanayi A.Ş
• Ay-Fişek Sanayi A.Ş.
• Antalya Pil Sanayi A.Ş.
• Çelik Çekme Boru Sanayi A.Ş
.• Etimesgut Ağaç Sanayi A.Ş.
• Takım Tezgahları Sanayi A.Ş.
• Türk Motor Sanayi A.Ş.
• Asil çelik Sanayi A.Ş.
• Fişek Sanayi A.Ş.
• Hafif Silah Sanayi A.Ş.


10) Türkiye Gübre Sanayi A.Ş. (TÜGGAŞ) Bu kuruma bağlı dört kuruluş bulunmaktadır:

• Kütahya Gübre Sanayi A.Ş.
• Samsun Gübre Sanayi A.Ş.
• Gemlik Gübre Sanayi A.Ş.
• Elazığ Gübre Sanayi A.Ş.


11) Toprak Mahsulleri Ofisi (T.M.O)

Bu kuruma bağlı iki kuruluş bulunmaktadır:

• Alkoloji Müessesesi
• Aksaray Azmi Mili T.A.Ş

12) Türkiye Elektrik Kumru (TEK)
13) Tütün-Tütün Mamulleri - Tuz ve Alkol İşletmeleri (TEMEL).
14) Posta-Telgraf ve Telefon İşletmeleri (P.T.T)
15) Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (T.C.D.D.)
16) Devlet Hava Meydanları (D.H.M.I)
17) Türk Hava Yolları (T.H.Y)
18) Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş.

19) Türkiye Zirai donatım Kurumu (T.Z.D.K) Bu kuruluşa aşağıdaki kurum bağlıdır: 

• Zirai Aletleri ve Makineleri Fabrikası.

20) Devlet Malzeme Ofisi

Bu kuruma iki kuruluş bağlıdır:

• İzmit İmalat Müessesesi. 
• Basım Müessesesi.

21) Petrokimya Holding A.Ş. (PETKİM)22) Çay İşletmeleri (ÇAYKUR)
23) Tarım İşletmeleri (TİGEM)
24) Türkiye Süt Endüstrisi Kurumu (SEK)25)Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası.
26) Türkiye Emlak Bankası A.Ş.
27) Türkiye Halk Bankası A.Ş.28)Türkiye Gemi Sanayi A.Ş.
29) Türkiye Cumhuriyeti Devlet denizyolları30) Et ve Balık Kurumu (EBK)
31) Yem Sanayi T.A.Ş,


32) Orman Ürünleri Sanayi Kurumu

Bu kuruma bağlı yedi kuruluş bulunmaktadır:

• Antalya orman ürünleri Fabrikası
• Artvin Orman Ürünleri Sanayi Müessesesi
• Ayancık Orman Ürünleri Sanayi Müessesesi
• Bartın orman ürünleri Sanayi Müessesesi
• Bolu Orman ürünleri Sanayi Müessesesi
• Devrik Orman ürünleri Sanayi Müessesesi
• Vezirköprü orman Ürünleri Sanayi Müessesesi

33) Petlas Lastik Sanayi A.Ş.
34) Turban Turizm A.Ş.
35) Türkiye Petrol Rafinerileri A.Ş. (TÜPRAŞ)
36) Deniz İşletmeciliği ve Tankerciliği A.Ş. (DİTAŞ)37) Havaalanları ve Yer Hizmetleri A.Ş. (HAVAS)

Soru: KİT'ler ekonomik faaliyet alanlarına göre kaç gruba ayrılırlar?

Cevap: Türkiye'de KİT'ler, ekonomik faaliyetlerine göre dört grupta sınıflandırılmaktadır:


a) İmalat Kurumları.

Örnek: Sümerbank, SEKA, Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu (M.K.E.K), SEK, Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş.

b) Maden ve Enerji Kurumları

Örnek: ETİBANK, Türkiye Taşkömürü Kurumu (T.T.K), Türkiye Kömür İşletmeleri (T.K.İ), TEK, Türkiye Demir ve Çe-lik İşletmeleri (T.D.Ç.İ)

c)Tarım Kurumları.

Örnek: Toprak Mahsulleri Ofisi (T.M.O), Türkiye Gübre Sanayi A.Ş. 'TÜGSAŞ), Türkiye Zirai Donatım Kurumu (T.Z.D.K), Çay işletmeleri (ÇAYKUR).

d) Mali Kurumlar.

Bu gruba KİT bankaları girmektedir. T.C.Ziraat Bankası, Türkiye Emlak Bankası, Türkiye Halk Bankası, Sümerbank, Etibank ve Denizcilik Bankası.

Soru: KİT'ler yalnız Türkiye'ye özgü kuruluşlar mıdır?

Cevap: Hayır.

KİT'ler gelişmiş ve kapitalist ülkelerde de bulunan kuruluşlardır.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa ikiye bölünmüştü: Bir tarafta, Sovyetler Birliği'nin öncülüğünde başlayan ve Doğu ve Avrupa ülkelerine de dayatılan "buyurgan devletçilik”; diğer tarafta Batı Avrupa ve Baltık ülkeleriyle, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda'da "karma ekonomi" yönetimi.

Karma ekonomiyi uygulayan bu ülkelerde güçlü ve geniş çaplı bir devlet sektörü oluşmuştu. Yani Türkçe'si, güçlü KİT'ler kurulmuştu.

Şurası kesin bilinen bir gerçek: Avrupa'nın savaştan sonra canlanması ve ekonominin 1950'li ve 1960'lı yıllarda hızlı gelişmesi, serbest piyasa ekonomisiyle değil, devlet planlamasıyla yani KİT'lerle sağlanmıştı.

Latin Amerika ülkeleri, Batı'dan gelen "Büyük Ekonomik Bunalım"ın etkilerinden kendilerini 1930-1970 yılları arasında sayılarını giderek artırdıkları KİT'ler sayesinde korumuşlardır.

Serbest girişimciliğin simgeleri olarak gösterilen Japonya ve Güney Kore'nin güçlü ekonomik yapıya sahip olmaları ve kritik aşamalarda bile ekonomik kalkınmalarını sürdürebilmeleri, büyük oranda KİT'ler sayesinde gerçekleşmiştir.

Ünlü Rothschilds Bankası'nın özelleştirme ekibi başkanı ve küresel özelleştirme kampanyasının fikir babası Oliver Letvvin bile bakın nasıl itiraf ediyor.
Devlet sektörü ve özel sektör, çeşitli görünümlerde, ta tarihin başından beri birlikte var olmuşlardır.
Dolayısıyla, devlet sektörünün temel kuruluşları olan KİT'ler yalnız Türkiye'de değil, dünyanın her yanında var olmuşlardır ve var olmayı sürdüreceklerdir.

Soru: Gelişmiş ülkelerde KİT'lerin kuruluş nedenleri nelerdir?

Cevap: Bu nedenleri şöyle sıralayabiliriz:

İdeolojik ve siyasal tercihler, tarihsel nedenler, kaynak dağıtımının düzenlenmesi, istikrar ve ekonomik büyüme modelleri. Sol eğilimli siyasi partilerin devletleştirmeden yana olmalarının ve KİT sistemini güçlendirmelerinin en tipik örneklerine İngiltere ve Fransa'da rastlanmaktadır.

İngiltere'de KİT sisteminin ve genelde kamu sektörünün boyutları İşçi Partisi'nin iktidarda olduğu üç dönemde gerçekleşmiştir:

Clement Attle dönemi (1945-1951), 
Harold Wilson dönemi (1964-1969) ve 
Harold Wilson-James Callaghan dönemi (1974- 1979).

İngiltere'de özellikle İkinci Dünya Savaşı ertesinde geniş kapsamlı bir devletleştirme uygulamasına gidilmiş, daha sonraki dönemlerde gerek ekonomik gerekse siyasal nedenlerden dolayı uygulamanın hızı kesilmiş olmasına rağmen genel hatlarıyla aynı çizgi sürdürülmüştür. Nitekim 1983 yılı sonu itibariyle millileştirilmiş sanayileri de kapsayan (müesseseler hariç) 51 ana kamu kuruluşu bulunmaktadır. Şurası ilginçtir ki; İngiltere'de muhafazakar (sağ) hükümetler devletleştirmeye karşı olmalarına rağmen çelik sektöründe ancak kısmi bir özelleştirme gerçekleştirmişler, kamunun özel sektör üzerindeki sıkı denetimini korumuşlardır.

Soru: Kurtuluş Savaşı sonrası Anadolu'nun ekonomik durumu nasıldı? Kurtuluş Savaşı sonrası Anadolu'nun ekonomik sorularını çözmek için ne yapıldı?

Cevap: Türk ordusu Mustafa Kemal'in liderliğinde 9 Eylül 1922'de İzmir'e girip, Anadolu'nun tamamına düşman işgalinden kurtardığında, ülke yıkım ve sefalet içindeydi. Anadolu’da doğru dürüst bir fabrikaya rastlanmıyordu.

Kaput bezi, şeker ve un bile yurtdışından geliyordu. Doğru dürüst bir eğitim sistemi yoktu. Halkın yüzde 90'ından fazlası okuma-yazma dahi bilmiyordu. Karasabanla tarım yapılıyor, ulaşım kağnıya ve eşek sırtına dayanıyordu.

Ordu terhis olmuş, ancak ordu dışında kalan birçok genç iş bulamamış, dağlarda gezen eşkıya çetelerine katılmıştı.

Kurtuluş Savaşı sonrası yanmış yıkılmış ülkede, yarı aç yarı tok, çoğu okuma yazma dahi bilmeyen Anadolu halkı ile ne yapılacaktı?

Böylesine kötü koşullardaki bir ülke nasıl kalkındırılacaktı? İşte bu çetin sorulara bir yanıt bulmak amacıyla, düşmandan yeni kurtarılmış İzmir'de, İktisat Kongresi toplandı. Kongre Başkanı, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın ünlü komutanlarından Kazım Karabekir Paşa'ydı.

Soru: İzmir İktisat Kongresi'nden nasıl bir ekonomik karar çıktı? Nasıl bir uygulamaya geçildi?

Cevap: Bu kongreden, çoğu kişinin sandığı gibi, ekonomide "Devletçilik" kararı çıkmadı!

İzmir İktisat Kongresi'nden, ülkenin ve halkın liberal ekonomi ile kurtulacağı sonucu çıkartıldı. Bu karar paralel olarak 1923-1933 yılları arasında, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti yabancı tekellere imtiyaz vererek, ülkenin dertlerini çözümlemeyi ve ekonomik gereksinimlerini karşılamayı tercih etti. Örneğin, kibrit üretimi bir yabancı tekele, ülkenin akaryakıt gereksinimini karşılama ise dünyanın en büyük tröstü Standart Oil'e verilmişti. Ayrıca, özel sektörü desteklemek amacıyla da bir "Teşvik-i Sanayi" Kanunu çıkartılmıştı. Bu kanunla, özel sektörünülkede bir sanayi hamlesi yapabileceğine inanılmıştı.

Şimdi, Kongre'de alınan kararlara bir göz atalım: 

Kongrede alınan kararlardan, biri "Misakı İktisadi" (iktisadi anlaşma), diğeri "Çiftçi, tüccar, sanayici ve işçi gruplarıyla ilgili esaslar” olarak adlandırılan iki kısımda toplanmıştır. İlk kısma giren kararlar şunlardır:

• Bütün çabalar, ülkenin ekonomik kalkınmasına yönelecektir.
• Yerli üretimin geliştirilmesine çalışılacaktır.
• Ormancılık ve madencilik geliştirilmelidir.
• Savaşlar yüzünden azalan ve sağlığı bozulan nüfusun sorunları ekonomik gelişmeye yardım edecek şekilde çözümlenecektir.
• Hayvancılığın geliştirilmesine çalışılacaktır.
• Lüks ithalattan kaçınılacaktır.
• Ekonomik gelişmeye katkısı olmak koşuluyla, yabancı sermayeye karşı olunmayacaktır.
• Çalışma özgürlüğü esas kabul edilecek, buna karşılık tekelciliğe izin verilmeyecektir.

İkinci kısımda yer alan ilkeler ise şunlardır:

• Reji İdaresi (o zaman yabancıların elinde bulunan tütün, alkollü içkiler ve diğer mali tekeller) kaldırılacaktır.
• Tütün tarımı ve ticareti serbest olacaktır. İhraç edilecek tütünün işlenmiş olması gerekir. Tütün vergisi, tüketiciden alınacaktır.
• Aşar (tarım ürünlerinden alınan onda bir vergi) kaldırılacak ve yerine uygun bir vergi konulacaktır.
• Ziraat Bankası yeniden düzenlenecektir.
• Demiryolları, limanlar ve diğer ulaşım altyapısı geliştirilecektir.
• Pancar ve kendir üretimi geliştirilecektir.
• Tarımda makineleşmeye gidilmelidir.
• Tarım aletlerinin Türkiye'de yapımı sağlanmalıdır.
• Zeytinburnu, Baruthane, Tophane ve diğer savaş sanayi işletmeleri geliştirilecektir.
• Uygun bir isimle bir "Ticaret Bankası" kurulacak ve hükümet bu bankanın sermayesine katılacaktır.
• "Kambiyo" ve "borsa" düzenlenecek, borsalar millileştirilecek, Maliye, Ekonomi Bakanlıkları bu işleri düzenleme ile görevlendirilecektir.
• Bulunmuş, fakat işletilmeyen madenlerin işler hale getirilmesi için ihaleler açılması işletme hakkının tercihen Türklere verilmesi,
• Kok, antrasit ve zımpara dallarında, korumacı politikanın benimsenmesi.
• Ereğli-Zonguldak, Soma kömür yataklarının iyileştirilmesi.
• Kabotaj (gemi işleşmeciliği) hakkına işlerlik kazandırılması
• Türk armatörlerinin (gemi işletmecilerinin) teşvik edilmesi.
• Gemi-Yapım sanayisinin geliştirilmesi sağlanacaktır.
• Gümrük politikası; ticaret, tarım ve sanayiyi geliştirecekyönde düzenlenecektir.
• İhracat teşvik edilecektir.
• Yeni bir gümrük tarifesi hazırlanacaktır.
• Türkiye içinde gümrüklerin kaldırılması.
• Kara ve Deniz Ticaret Yasaları'nın yeniden düzenlenmesi.
• Ticaret ve Sanayi Odalarının kurulması.
• İç sanayinin dışa karşı gümrükte korunması.
• Sanayi makine ve araç ithalatından gümrük alınmaması.
• Teşvik-i Sanayi Kanunu'nun sanayinin gelişmesine yardımcı olacak şekilde yeniden düzenlenmesi sağlanacaktır.
• Türk sanayi şirketlerinde, sermayenin en az yüzde 75’i Türklerin elinde bulunacaktır.
• Devlet memurları ve askerlerin ihtiyaçlarının iç üretimle karşılanması.
• Sanayicilere kredi vermek üzere, bir sanayi bankasının kurulması.
• İşçilerin çalışma koşullarının düzeltilmesi, madenlerde 6 saatten fazla çalışılmasının ve 18 yaşından küçüklerin çalıştırılmamalarının önerilmesi.
• Asgari ücret miktarlarının her üç ayda bir belirlenmesi sağlanacaktır.

İzmir İktisat Kongresi'nin kararlan, görüldüğü gibi, genel bazı dileklerden oluşmaktadır. Gerçekleştirme yolları, finansman yom ve olanakları öncelik dereceleri saptanmadan ileri sürülmüş olan bul dileklerin, eğilimleri açısından, kalkınmayı özel girişimciliğe dayanarak başaracak, korumacı ve milliyetçi bir ekonomi politikasını öngördüğü görülebilir. Kuşkusuz, devletin de, özel faaliyetleri düzenlemek, korumak, desteklemek veyol göstermek gibi önemli işlevleri olacaktı.

Soru: Türkiye'de "Devletçilik"e ne zaman geçildi, ilk KİT'ler ne zaman kuruldu?

Cevap: Kemalist hükümetler, 1922 yılında İzmir'de yapılan "1. İzmir İktisat Kongresi"nden sonra, Türkiye'de liberal ekonomi sistemini uygulamaya başladılar. Özel sektörü teşvik için bir "Teşvik-i Sanayi" kanunu çıkardılar.

Tüm ümitler özel sektöre ve liberal ekonomi sistemine bağlanmıştı.

Bu süre, 1922-1933 yıllan arasında tam on yıl sürdü. Bu süresonunda ortaya şöyle bir tablo çıkmıştı: Şeker üretimi, on yılda, yüzde 7 oranında düşmüş, yünlü dokuma üretimi, on yılda yüzde 26 oranında düşmüş, ihracat on yılda yüzde 27 oranında düşmüş, ithalat on yılda yüzde 43 oranında düşmüş.

Ülkenin belli başlı sanayi ürünleri 1923-1931 yılları arasında bir yükselme kaydetmediği gibi, 1930-1931 yılları arasında sanayi ürünleri üretimi gerilemişti. Bu tabloya bakan Türkiye'yi yönetenler, ülkenin bir çıkmaza gittiğini görmüşlerdi.

Liberal ekonomi ve özel sektör teşvikleri Türkiye'yi ileriye götürecek atılımı yapmamıştı. Liberal ekonominin göze çarpar bir yarar getirmeyeceği anlaşılmıştı.

Artık, illa özel girişim gelip de yatırım yapsın diye beklenilmeyecekti.

Devlet, ekonomiye girip ülkenin duyduğu her şeyi yapma yolları arayacaktı. İşte bu amaçla, 1933 yılında, ilk "Beş Yıllık Plan 1933-1937" hazırlandı ve bu plana göre ilk şu KİT'ler kuruldu:

• Bakırköy Pamuklu Fabrikası, Kayseri Pamuklu Fabrikası, Ereğli Pamuklu Fabrikası, İğdır İplik Fabrikası.
• Karabük demir-Çelik Fabrikası.
• İzmit Kağıt Fabrikası.
• Bursa Merinos Kamgam İplik ve Dokuma Fabrikası.
• Toprak Sanayi (Kütahya Seramik, Paşabahçe şişe ve Cam).
• Keçiborlu Kükürt Sanayi.
• Gemlik Sun'i İpek Fabrikası, İzmit Süperfosfat Fabrikası, İsparta Gül Yağı Fabrikası.

Soru: 1930 yılında başlayan devletçilik politikasının önemli özellikleri nelerdir?

Cevap: 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir'de toplanan "İktisat Kongresi"nden çıkan tavsiye kararlarında ve 1924 Anayasasında, devletin ekonomiye müdahalesinin kurumlaştırılmasına yer verilmemiştir. Çünkü o dönemde Batı'nın "liberal kapitalizmi" karşısında yer alan Sovyet "komünist" modeli henüz denenmemiş, gelişmekte olan ülkelerin kalkınma-sanayileşme sorunları dünya gündemine gelmemişti. Devlet öncülüğünde sanayileşme ve planlı kalkınma, teorik ve uygulamalı olarak gün-demde yoktu.

Bu nedenle, Cumhuriyet'in ilk yıllarında, özel sektörün öncülüğündeki sanayileşmeye dayanan bir uygulamaya başlanmış, 1913 sayılı Teşvik-i Sanayi kanunu yürürlükte bırakılmış, 1927 yılında özel sanayi ve madencilik yatırımlarını teşvik eden yeni tedbirler alınmıştır.

Atatürk, bu dönemde Alman Nasyonal Sosyalist, İtalyan Faşist ve Sovyetler Birliği'nin Komünist rejimlerini inceleyip reddetmiş ve yepyeni bir devletçi rejimin esaslarını belirlemiştir. 1930'da başlayan devletçilik politikasının üç önemli özelliği şunlardır:

• Devletçilik, geçiş dönemine has ihtiyaçtan doğmuştur.
• Devletçilik politikasının kapsamı, esas olarak sanayinin kurulmasına dayandığından, bu politika kısmen uygulanabilmiştir.
• Devletçilik, ekonominin bütün alanlarını (mali tekeller hariç) özel girişime açık tutmuştur. Kısacası Atatürk tarafından belirlenen devletçilik politikasına göre devletin bazı sanayi kuruluşlarını kurup işletmesi nihai bir amaç değil, geçiş dönemlerine has bir zorunluluk olarak benimsenmemiştir. Milli ekonominin temeli, ilke olarak yine özel girişime dayandırılmıştır.

Soru: ilk KİT'lerin kuruluş yasalarında, bunların ileride özelleştirilmesine olanak tanınmış mıdır?

Cevap: Sümerbank, Türkiye'de kurulan gerçek anlamda ilk KİT'tir. Bu kuruluşun, kuruluş yasasının 11. maddesinde, Sümerbank'ın özelleştirilebileceğine ilişkin hükümler vardır. Ancak burada çok önemli bir noktaya dikkat etmek gereklidir: Her ne kadar özelleştirmeye olanak tanınmışsa da; Sümerbank'ın sahibi olduğu fabrikaların hisselerinden bir miktarının veya tamamının yalnız Türklerin veya Türk kuruluşlarının eline geçmesine olanak tanınmıştır.

3 Haziran 1933 tarih ve 2262 sayılı yasa ile kurulan Sümerbank'ın, kuruluş yasasında bu KİT'in yabancılara peşkeş çekilmesine fırsat vermeyen 11. maddede aynen şöyle denilmektedir:
"Sümerbank'in sahip olduğu şirketlerin hisse senetlerinin yüzde 100'ü banka adına yazılı olacaktır. Hükümetin önerisi üzerine genel kurulunca verilecek karara göre, bu hisse senetle- rinin bir bölümü veya tamamının Türk kişi ve kuruluşlara satılması uygundur."

Soru: Atatürk dönemi, Türkiye'de "Karma Ekonominin uygulandığı bir dönemdi. Yani hem devlet yatırımlar yapıyor hem de özel sektör çalışmalarını sürdürüyordu. Atatürk döneminde ekonomi büyümüş müdür, kalkınma sağlanmış mıdır?

Cevap: Türkiye'nin hem ekonomik olarak büyüdüğü hem de kalkınma sürecine girdiği dönem, bugün din simsarları ve İkinci Cumhuriyetçiler tarafından eleştirilen Atatürk Dönemi olmuştur.

Bir yandan Yıllık Ulusal Gelir hızla artarken, diğer yandan her alanda köktenci değişimler gerçekleştirilmiştir.

Hukuksal, eğitimsel, kuramsal, örgütsel yapı değiştirilmiştir. Türkiye, Atatürk döneminde, ekonomik açıdan, tıpkı bir uçak gibi havalanma, kalkınma aşamasına ulaşmış ise de, Atatürk dönemi sonrasında, 1950'den bu yana, kısa aralıklar bir yana bırakılırsa, süren sağcı yönetimler altında bir türlü sanayi toplumu aşamasına ulaşamamıştır.


Tabloda da açıkça görüldüğü gibi:
• Ulusal gelirin yıllık büyüme hızı, Cumhuriyet tarihinde en yüksek düzeye, Atatürk döneminde çıkmıştır.
• Sanayide büyüme oranı en yüksek düzeye, Atatürk döneminde çıkmıştır.
• Tarımda büyüme oranı en yüksek düzeye, Atatürk döneminde çıkmıştır.
• Cumhuriyet tarihinde enflasyonun en düşük olduğu dönem Atatürk dönemidir. Aslında bu dönemde enflasyon olmamış tam tersine fiyatlarda yüzde 2 düşüş yaşanmıştır.
• Dolara karşı Türk lirasının en güçlü olduğu dönem, Atatürk dönemidir. Bu dönemde Türk lirası, dolara karşı yüzde 1,8 oranında değer kazanmıştır.
Tabloda görülen başka bir gerçek de şudur: Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kötü dönemi, 1991-1994 DYP-SHP dönemi olmuştur.

Soru: KİT'ler yalnız "Devletçiyim" diyen CHP zamanında mı kurulmuştur? Devletçiliğe ve KİT'lere karşı olduğunu söyleyen sağ partiler, Demokrat Parti (DP) ve Adalet Partisi (AP) iktidar olduklarında bu konuda nasıl bir uygulamada bulunmuşlardır?

Cevap: KİT'ler yalnız CHP zamanında kurulmamıştır. Kurulur kurulmaz iktidara aday olan Demokrat Parti (DP), liberal ekonomi taraftarı olduğunu ve iktidara gelir gelmez KİT'leri özelleştireceğini söyleyip duruyordu.


Bir sağ parti olan DP; 1950 yılında iktidara geldi. Ama iktidarları döneminde KİT'ler azalacağına arttı. Mevcut KİT'lere ek olarak, şu KİT'ler DP iktidarı sırasında kuruldu: Türkiye Petrolleri A.Ş., Et ve Balık Kurumu, devlet Malzeme Ofisi vb.

1950'de iktidara KİT'leri tasfiye edeceği sözünü vererek gelen sağcı DP, askeri darbeyle 1960'da yıkıldığında KİT'lerin sayısında azalma değil artış vardı.

1962'de iktidar olan, yine bir sağ partisi Adalet partisi (AP) de mevcut KİT'lere yeni KÎT'ler ekledi: PETKİM, TEK, İskenderun Demir Çelik, Alüminyum Tesisleri bunlan en büyükleridir.

Özetleyecek olursak; KİT'ler ilk kez "devletçiyim" diyen CHP zamanında kurulmuş, ama devletçiliğe karşı ideolojik savaş ilan eden liberal sağ partiler ise onları kaldırmak yerine yemlerini kurmuşlardır.

Bundan çıkan sonuç ise şudur: KİT'ler ne kopyadır, ne de fantezi.

KİT'ler bir ideolojinin değil, Türkiye'nin nesnel koşullarının ürünüdür.

Soru: KİT'lerin "Özelleştirilmesini", yani haraç mezat satılıp elden çıkarılmasını isteyenler KİT'lerde ne gibi kusurlar bulunduğunu iddia ediyorlar?

Cevap: Kökü dışarıdan gelen telkin ve zorlamalarla KİT'leri haraç mezat satmak isteyenler, KİT'lerde şu kusurların bulunduğunu iddia ediyorlar:

• KİT'ler açık veriyorlar ve sürekli zarar ediyorlar.
• KİT'ler tekel yaratıyor.
• KİT'ler geri teknolojiyle çalışıyorlar.
• KİT'lerin kadroları partizanca dolduruluyor.

Soru: KİT'lerin açık verdikleri ve sürekli zarar ettikleri iddiası doğru mudur?

Cevap: KİT'lerin yağmadan mal kaçırır gibi büyük bir aceleyle elden çıkarmaya çalışan Tansu Çiller, her fırsatta, KİT'lerin 80 trilyon lira açık verdiğini söylemektedir.

Oysa, kesin devlet belgelerinden alınmış verilere göre (Resmi Gazete'de yayımlanan belgeler) KİT'lerin 1993 yılı için açıkları 55 trilyon liradır. Çiller, 80 trilyon liralık yük diyerek halkı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni yanıltmak istemektedir.

Kaldı ki; 55 trilyon "yük" , yapay olarak şişirilmiştir!


Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve KİT yöneticileri muhasebe hilesi yaparak, yani muhasebenin temel ilkelerine ve mevzuta aykırı olarak ve sırf KİT'ler olduğundan daha zararlı görülsün diye hesaplama hilesi yapmışlar ve KİT'lerin açıklarını şişirmişlerdir. Bu da yine dışardan ve yasaya uygun olmayan biçimde Dünya Bankası'nın işareti ile olmuştur. Muhasebede doğru yöntemler kullanılarak yapılan hesaplamaya göre, KİT'lerin 1993 yılı açıkları 24 trilyondur. Nerede 24 trilyon venerede 80 trilyon!

Aslında, KİT'ler açık veriyor diye eleştiride bulunmak bilgisizlikten ileri gelmektedir. İster mal üretsin, isterse hizmet üretsin her firma açık verir. Ve Türkiye'de özel firmalar da büyükaçık verirler. Eğer üretim, firmaların sadece kendi öz kaynaklan ile yürütülebilseydi, bankalara ve diğer mali kurumlara gerek kalmazdı. Üretici firmalar yada ticaret firmaları sadece öz kaynaklarını ve birikimlerini değil, aynı zamanda "mevduat" dilenen toplumun birikiminden doğan değer fazlasını da kullanırlar. Bunlar olmadan, kredi almadan özel firmalar ayakta kalamazlar. Yüksek ve sürekli enflasyon nasıl KİT'lerin açıklarını artırmışsa, ülkemizde özel kuruluşların açıklarını da artırmıştır.

Firmalar açık vermezse, bankalar kredi veremeyecekleri için varlık nedenlerini yitirip yok olup giderler! Bankalar açık vermezse halkın "mevduatı" var olamaz. Toplumun birikimi durur!

Bütün bunları düşünmeden, KİT'ler açık veriyor demek ya iktisat bilmemek ya da KİT'lere karşı ideolojik bir saldırı içinde bulunmak demektir.

KİT'lerin sürekli zarar ettiği iddiası da doğru değildir. 1993 yılına kadar KİT'lerin; Devlet Demiryolları ve Türkiye Taşkömürü dışında, zarar edeni yoktu. Hele 1994 yılında zararları rekor düzeye çıkmış PETKİM ve Ereğli Demir Çelik Fabrikaları 1993 yılına kadar problemsiz biçimde çalışmışlardı.


Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 5 Temmuz 1994 tarihin- de, bu konuda şunları söylüyordu:
"KİT'leri 1980 yılında pırıl pırıl bırakmıştık. 1991 yılında iktidarı devraldığımızda tanınmaz halde bulduk... Bu güzelim tesislerin 1987 yılına kadar zararı yoktu."
Otuz yıldan fazladır Türk siyasetinde aktif olarak yer almış, kendi deyimiyle iktidardan "altı kere gitmiş yedi kere gelmiş", sağcı Adalet paıtisi (AP) ve Doğru Yol Partisi (DYP) iktidarlarında Başbakanlık yapmış ve şimdi Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olan Sayın Süleyman Demirel, KİT'lerden güzelim tesisler diye söz ettikten sonra, bu güzelim tesislerin 1987 yılına kadar zarar etmemiş olduğunu vurguluyor.

Soru: KİT'lerin tekel yarattığı iddiası doğru mudur?

Cevap: Türk Halkının öz malı olan KİT'leri, haraç mezat yabancılara peşkeş çekmek için büyük çaba gösterenlerin bir iddiası da, KİT'lerin tekel yaratmış olduğudur. Bu kişilere göre, özelleştirmenin en önemli nedenlerinden birisi, tekelleri kırmak imiş!

Bu kişiler arasında, hükümetin özelleştirme konusundaki başdanışmanı Özer Ertuna da bulunmaktadır.



Diyelim ki; KİT'leri özelleştirdik. "KİT'ler özel sektörüneline geçince, tekel ortadan kalkıyor mu? Elbette, hayır! Sadece tekel el değiştirmiş oluyor! Yani, herhangi bir KİT, devletin elindeki tekel olmaktan çıkıp, özelleştirme sonucu bir özel kişinin veya özel firmanın elindeki tekel durumuna geçmiş oluyor. Görüldüğü gibi, özelleştirmenin tekelleri ortadan kaldıracağı iddiası hemen çürümeye mahkumdur.

Kaldı ki, konunun bir başka yönü daha vardır:

Özelleştirme ile tekelleri ortadan kaldıracağını iddia edenler, bugün Türkiye'de özel sektörün elindeki tekellere ne yapmayı düşünüyorlar acaba? Bugün Türkiye'de özel sektörün sahibi olduğu tekelci firmaların bazıları şunlardır:

• Otomobil üretiminde: Koç (Tofaş,Otosan), Renault.
• Minibüs üretiminde:
Koç firmaları (Otosan, Otokar, Karsan), BMC.
• Buzdolabı üretiminde:
Koç firmaları (Arçelik, Aygaz, Beko), Profilo.
• TV üretiminde:
Beko, Vestel, Telra (Profilo).
• Şofben üretiminde:
Koç (Arçelik, Demirdöküm), Profilo.
• Oto lastiği üretiminde: Good Year, Brisa, Pireli. 
• Otobüs üretiminde: Mercedes-Benz, Otokar.
• Traktör üretiminde: Uzel, Türk Traktör.
• Elektrik süpürgesi üretiminde: Simtel, Arçelik.
• İlaç üretiminde:
Eczacıbaşı, Sandoz, Deva, Turgut Holding, Roche, Bifa.
• Kordbezi üretiminde: Kordsa.
• Kaset üretiminde: Raks.
• Orlon elyaf ve iplik üretiminde: Aksa.
• Polyester iplik üretiminde: Sasa, Sönmez, Polylen, Sifaş.
• Ampul üretiminde: General Electric, Tefken.
• Seramik üretiminde:
Bodur (Çanakkale Seramik, Kalebodur), Toprak.
• Çelik Boru üretiminde: Borusan, Mannesman.
• Akaryakıt üretiminde:Mobil, Shell, BP.
• Boya üretiminde: Marshall, DYO.
• Temizlik kağıdı üretiminde: İpek Kağıt, Toprak Kağıt.
• Tuz üretiminde: Billur Tuz, Salina.
• Ayçiçek yağı üretiminde: Komili,Trakya Yağ, Marsa.
• Margarin üretiminde
Lever, Marsa, Turyağ.
• Bira üretiminde:
Erciyes, (Efes Pilsen), Tuborg.
• Meşrubat üretiminde:Fruko-Tamek, İmsa (Coca Cola)

Yukarıdaki listede görüldüğü gibi, Türkiye'de hemen hemen bütün sanayi üretimi tekellerin elindedir.

Özel sektörün elindeki tekelleri görmezlikten gelen özelleştirme yanlılarının "KİT'ler tekel yaratıyor" suçlaması böylece boşlukta kalmış oluyor.

Soru: KİT'lerin geri teknolojiyle çalıştıkları iddiası doğru mudur? KİT'lerin özelleştirilmesi için bu gerekçe yeterli midir ?

Cevap: Bu iddia aslında doğrudur. Ancak, yalnız KİT'ler değil özel sektör de geri kalmış teknolojiyle çalışıyor. Geri kalmış teknolojiye örnek olarak, sanayimizin en önemli kesimlerinden biri olan tekstil endüstrisine bir göz atalım:Türk Tekstil Endüstrisi, büyük kapasitesine rağmen dünya ihracat pazarlarındaki yerini yitirmek üzeredir. Bunun nedeni, elindeki makinelerin ve dolayısıyla uygulanan teknolojinin eskimekte olmasıdır.

Dünyanın önde gelen pamuk ipliği ihracatçılarından biri olmamıza rağmen "ring-spinning'', yani bilezikli iplik eğirme makinelerinin yüzde 80'i 5 yaşından büyüktür. "Openend spinning", yani açık uç iplik eğirme makinelerinin ise yüzde 52'si 5 yaşından büyüktür. 15 yaşından büyük bilezikli iplik eğirme makinelerinin oranı ise yüzde 78 gibi çok yüksek bir rakamdır. 15 yaşından eski bu makinelerin bugün teknolojik ve ekonomik değerleri kalmamıştır.

Pamuklu dokuma makinelerinde durum daha da kötüdür. Dokuma makinelerinde "mekiksiz" olanlar ileri teknolojiyi temsil etmektedir. Oysa, pamuklu sektöründe bugün 50 bir tezgahın ancak 8 bin tanesi mekiksizdir. Tüm tezgahların yüzde 73'ü 15 yaşından daha eskidir.

Yünlü dokumada da durum aynıdır. Mevcut: 6 bin tezgahın sadece 700'ü mekiksizdir.

Görüldüğü gibi, teknolojinin geri oluşu sorunu Türkiye’de genel bir sorundur.

Bunu sadece KİT'lere yüklemek yalandır, yanlıştır.

Soru: KİT'lerin kadrolarının partizanca doldurulduğu doğru mudur?

Cevap: Particilik yapıldığı doğrudur. Ancak kadroların şişirildiği doğru değildir.

KİT'ler 1980'den beri kadro şişmesini önlemiştir. 41 KİT'te çalışanların 1989-1991 dönemindeki sayılannın nasıl bir seyir gösterdiği aşağıdaki tabloda görülmektedir:


Bu tablodan anlaşılacağı üzere 41 KİT'te çalışanların sayısı 1989 yılında 581 iken, 1991 yılında 563 220'ye inmiştir. Yani,çalışanların sayısı artmamış, azalmıştır. Dolayısıyla, KİT'lerin her iktidarda partizanlarla doldurulduğu iftirası yalanlanmaktadır. KİT'lerde bu dikkatli istihdam politikası 1984'ten beri uygulanmış bir politikadır.

Ancak burada bir noktayı vurgulamak gerekir.

Yukarıdaki rakamlar, KİT'lere gereksiz yere eleman alınmadığını, iddia edildiği gibi kadroların şişirilmediğini kanıtlamaktadır. Fakat, boşalan kadrolara eleman alınırken iktidar yanlısı kişilerin alındığı da bir gerçektir.

İktidarlar, KİT'lere eleman alımlarında kendi yanlılarını tercih etmişlerdir, ama iddia edildiği gibi kadroları şişirmemişlerdir.

Burada, bir başka noktaya da açıklık getirmek gereklidir: KİT'lerin, mevcut yasalara göre, birer yönetim kurulu vardır. İşte bu yönetim kurullarına kişiler atanırken; ekonomi ve ticaret bilen, hukuktan anlayan, yetenekli ve deneyimli kişiler dikkate alınacağına, seçim kaybetmiş ve iktidar partilerine yakın kişilerin atandığı doğrudur. Ne var ki, hem bunların sayıları toplam KİT personel sayılı içinde çok küçük bir orandır, hem de abartıldığı gibi KİT'lerin bunlar tarafından alınan kararlarla yönetildiği doğru değildir.

Soru: Devlet bankalarının özelleştirilmesini isteyenler, bu isteklerinde haklı mıdır?

Cevap: Türkiye'de, Merkez Bankası dışında faaliyette bulunan 67 bankanın 8'i devlet sermayelidir. Geri kalan 59 banka, özel sektör bankalarıdır.

Bu nedenle, önce özel sektör bankalarının durumuna bir atalım:

• İstanbul Bankası, bir özel sektör bankasıydı. Batırıldı. Bankayı batıranlar "köşe" olup, çok yüksek yerlere tırmandılar. Bu bankadaki paralar halkın parasıydı.
• T.Y.T. Bankası, bir özel sektör bankasıydı. Batınldı. Ban kayı batıranlar "ihya" oldu. Bu bankadaki paralar da halkın parasıydı.
• İmpexbank, bir özel sektör bankasıydı. Batınldı. Bankayı batıranlar "deneyimli kapitalistler" olarak başka iş alanların yöneldiler. Uçup giden, halkın parasıydı.
• Marmara Bank, bir özel sektör bankasıydı. Batınldı. Ban kayı batıranlar "sermaye piyasası"nın ünlüleri arasına karıştı. Parasını yatırmış olan halk, sefil oldu.

Günümüzde, özel sektör bankaları, devlet güvencesinde topladığı paralan devlete satarak "avanta kâr" eden kurumlar halinegelmiştir. Özel sektör bankalarının kârlarının önemli bir bölümü, bankacılık hizmetinden değil, devletin ödediği faizlerden kaynaklanmaktadır. Doç. Dr. Öztin Akgüç, "Türkiye'de diğer bilançolar gibi banka bilançoları da gerçeği yansıtmıyor" diyerek, özel sektör bankalarının ne tür hilelere başvurduğunu dile getirmektedir.


Prof. Dr. Korkut Boratav, özel sektör bankalarının elle tutar yanları olmayışını şöyle açıklamaktadır:
"... 1994 yılındaki krizin ana etkenlerinden biri, bazı özel bankaların davranış biçimleridir. Kriz içinde batan bankaların takkeleri düşmüş ve kelleri görünmüştür, ama batmayıp da kurtarılan özel bankaların ne kadar büyük ayıplar içinde olduğunu ancak kulis dedikodularından eve umumiyetle sır olarak saklanan kontrol öğelerindeki sızmalardan duyabiliyoruz."
Mart 1997'de, Batı'nın önemli finans yayınlarında, Türkiye'deki tüm bankaların, "her an batabilecek" bir krizin içinde olduğu duyuruluyordu.

Siz, şimdi şu işe bakın: Türkiye'de sermaye sınıfının en bozuk, en hastalıklı kuruluşları özel sektör bankalarıyken, devlet bankalarının da özelleştirilmesi isteniyor!

Gelin, bir de devlet bankalarının durumuna kısaca göz atalım, bunların nasıl ve kimler tarafından sömürüldüğünü görelim:


Türkiye Kalkınma Bankası (T.K.B), en önemli devlet bankalarından biridir.

Şubat 1997'de öğrendiğimize göre, T.K.B'nin verdiği her 3 lira kredinin 1 lirası batmış!

T.K.B.'nin tahsil edemediği, yani geri alamadığı, toplam 7 trilyon 670 milyar 458 milyon alacağı bulunmaktadır. Bu şu demektir: T.K.B., çeşitli özel sektör firmalanna kredi (yani borç) olarak vermiş olduğu 7,6 trilyon lirayı geri alamıyor! Daha doğrusu bu özel sektör firmaları borçlarını ödemiyorlar, paraların üstüne yatmışlar! Pekiyi, bu kadar parayı alıp da ödemeyenler kimler? 7 trilyon 670 milyar 458 milyon kredinin dökümü şöyle: 6 trilyon 100 milyar kredinin üzerine, 245 turizm firması yatmış!

1 trilyon 500 milyar krediyi de 82 sanayi firması şavullamış! T.K.B, bu firmalardan 148'ini mahkemeye vermiş, 179 firmayı da idari takibe almış.

Pekiyi, bu kredileri alıp da üzerine yatmış kuruluşlar içinde küçük esnaf, sanatkar var mı? Hayır yok!

Trilyonları hortumlamış bu kuruluşlar içinde işçi sendikaları, memur sendikaları, işçi emeklileri dernekleri, meslek odaları, demokratik kitle örgütleri, işçiler, memurlar, emekliler, üniversite öğrencileri var mı? Hayır yok!


T.K.B'yi soyanların hepsi özel sektör kuruluşlarıdır. Pekiyi, T.K.B. bu alacaklarını bir gün toplayabilecek mi? Bu sorunun yanıtı, 1980’li yıllarda yaşamış olduğumuz şu deneyimde yatıyor: Türkiye'de "hırsızlığı ve yolsuzluğu kurumlaştıran bir parti olan ANAP" iktidarında, 256 özel sektör firması, devletin hazinesinden, "hayali ihracat" olarak bilinen bir katakulliyle, bugünün parasıyla 500 trilyondan fazla bir parayı çalmışlardı. Ne bu çalınan paralar geri döndü, ne de çalanlarla ve çaldırtanlara bir şey oldu!

Türkiye'de bankacılık sektörünün içinde bulunduğu bu acıklı duruma, konunun uzmanları şu çözümleri öneriyorlar:

• Türkiye'de bankacılık sektörü beklenen işlevleri gerçekleştirememektedir. Ancak bunun çözümü devlet bankalarının özelleştirilmesi değildir. Bankacılık sektöründe özelleştirme; iddiaların aksine, kaynak kullanımında etkinliği daha da azaltacak, tekelci eğilimleri güçlendirecek, gelir ve servet dağılımındaki dengesizliği arttıracak, bazı sektörlerdeki kredi yetersizliği daha da şiddetlendirecektir.
• Türkiye'de sermaye sınıfının en bozuk, en hastalıklı kuruluşları olan özel sektör bankalarının kamulaştırılması için kampanyaların yürütülmektedir.
• Yalnız kamu bankalarının değil, özel sektör bankalarının yönetimi de özerkleştirilmelidir.

Özerkleştirme; bankaların yönetimini, belli çevrelerin vepartilerin hegemonyasından kurtarmaktır.

• Bankacılık sektörü dünyanın her tarafında denetim ve gözetim altındadır. Devletin bu sektörde bir denetim ve gözetim yetkisi olduğu, hakkı olduğu kabul edilmiştir.

Bu nedenle, bütün bankalar devletin sıkı bir denetimi ve yakın bir gözetimi altında bulundurulmalıdır.

Soru: KİT yöneticileri, ortalama düzey olarak, özel sektör yöneticilerinden daha geride midir?

Cevap: Hayır.

Bugün KİT'lerde, yalnız KİT'lere değil, özel sektöre de üstün bir yönetim düzeyi getirebilecek yetenek ve deneyim sahibi bir insan hazinesi vardır. Bugün, özel sektörün birçok dalında, üst düzey yöneticilerin önemli bir bölümü, KİT'ler tarafından okutulup yetiştirilmiş ve KİT'lerde deneyim kazanmış kişilerdir.

Bir örnek olarak, tekstil endüstrisini de özel sektörü gösterebiliriz.

Hemen hemen tüm büyük tekstil fabrikalarının üst düzey yöneticilerinin büyük bin bölümü bir KİT kuruluşu olan Sümerbank lafından yurtiçi ve yurtdışında eğitilmiş ve sonra Sümerbank’ın çeşitli fabrikalarında deneyim kazanmış kişilerdir. Dolayısıyla, özel sektöre üst düzey yöneticisi yetiştirip veren KİT'lerde bugün çok yetenekli ve deneyimli elemanlar bulunmaktadır.

Soru: KİT'ler vergi kaçırır mı? KİT'ler S.S.K. primi (SosyalSigortalar Primi) kaçırır mı? KİT'lerde kaçak işçi çalışır mı?

Cevap: KİT'ler vergi ve sigorta primi kaçılmazlar, kaçıramazlar. Vergi kaçakçılığı ve prim kaçakçılığı özel sektörde olur.

KİT'ler vergi ve S.S.K. prim borçlarını ödemekte gecikebilirler. Ama özel sektörün vergi ve S.S.K.primi borçlarını ödemekte gecikmesi KİT'lerinden çok daha fazladır.


12 Mayıs 1994 tarihinde, Çalışma Bakanı Moğultay, S.S.K.'nın prim alacaklarını gecikme zammıyla birlikte 15,5 trilyon liraya ulaştığını söylüyor ve alacaklarının dökümünü şöyle veriyordu:
Belediyelerin borca: 6,6 trilyon lira
KİT'lerin borcu: 1,3 trilyon lira
Özel sektörün borcu: 7,6 trilyon lira
Özel sektörün vergi ve sigorta primi kaçırdığının bir diğer kanıtı da şudur: Özel sektörde çalışan işçilerin çoğu asgari ücretle çalışır gösterilir.

Oysa KİT'lerde böyle bir uygulama mümkün değildir. KİT'ler kaçak işçi çalıştırmazlar, çalıştıramazlar. Kaçak işçi, yani, sosyal Sigortalar Kurumu'na kayıt olmamış işçi ancaközel sektörde bulunur.

Soru: KİT'ler hayali ihracat yapar mı?

Cevap: KİT'ler hayali ihracat yapmaz, yapamazlar. Hayali ihracat, özel sektörün becerisidir! 1983/1991 yılları arasında, yani ANAP iktidarları döneminde, 256 özel sektör firması, ha-yali ihracat adı altında, bugünkü kurlara göre, Türk halkının500 trilyon lirasını çalmışlardır.

KİT'lerde çalışan, evine ekmek götürme derdindeki memur ve işçinin vergisinden, alın terinden kesilenler, bu 256 özel sektör hayali ihracatçısının zevkine harcanmıştır. Hiç kimse bunlardan hesap sormamış soramamıştır.


ANAP hükümetlerinde Devlet Bakanı ve Milli Eğitim Bakanı olmuş, hükümet sözcülüğünü yapmış Hasan Celal Güzel, hayali ihracat yoluyla hazineyi yağmalayan ve yağmalatan ANAP'ı şöyle tanımlıyordu:

"ANAP, Türkiye'de yolsuzluk ve hırsızlık düzenini kuran partidir.
ANAP aslında bir siyasi parti değil, bir menfaat şebekesidir."

Türkiye'nin yönetimini ele geçiren "menfaat şebekeleri", hayali ihracat yöntemiyle halkın parasını yağmalayıp, özel sektöre yağmalatmışlardır.

Hiçbir KİT, hayali ihracat rezaletine bulaşmamıştır.

Soru: KİT'ler "zararlıyım" diyerek, bankalara, bazı borçlarının silinmesi konusunda pazarlık edebilir mi?

Cevap: KİT'ler "zarar ediyorum" diyerek bankalara bazı borçların silinmesi konusunda pazarlık edemez. Ama, özel sektör eder.


Özel sektör, pazarlığın ötesinde, bankalara borcunu ödemeye-ceği tehdidini bile yapabilir: 12 Mayıs 1994 tarihinde, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Yalım Erez, Türkiye'nin bir üretim bunalımına girdiğini söyleyerek şöyle tehdit ediyordu:
"Eğer önlem alınmazsa, Haziran sonunda, sanayici bankaya olan kredi borcunu ödemeyecek."

Soru: KİT'lerin başlıca sorunları nelerdir?

Cevap: 1930 yılından beri Türkiye'nin ekonomik kalkınmasında, topluma belirli kalite ve fiyatta mal ve hizmet sunulmasında, bilgi, beceri, ve sermaye birikiminde ve ekonominin ihtiyaç duyduğu nitelikli elemanların yetiştirilmesinde kendilerine düşen görevleri başarıyla yerine getirmiş olan KİT'lerin bugün çeşitli sorunları olduğu bir gerçektir. Ancak, unutulmaması gereken diğer bir gerçek de şudur: Eğer KİT'ler olmasaydı, Türkye bugünkü gelişmişlik düzeyine ulaşamazdı. Aslında KİT'lerin sorunlarını incelerken, KİT'leri birer birer ele alıp değerlendirmek ve her kuruluşun kendisine özgü özelliklerine göre sorunları belirlemek gerekir. Aşağıda, ana başlıklar altında, KİT'lerin genel sorunları özetlenmiştir:


• Çeşitli kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelere (KHK) rağmen, KİT kavramı hakkında yasalar arasında paralellik sağlanamamıştır.
• 1970 yılında KİT'ler, mali hükümler bakımından 657 sayılı Devlet Memuru Kanunu kapsamına alınmış, mevcut yapılar gereksiz yere büyütülmüştür.
• KİT'lerin yeniden yapılanması 1938 yılından bu yana gündeme gelmiş, bu kuruluşların daha verimli çalışmasının imkanlarını araştırmak üzere çok sayıda çalışma yapılmıştır. Fakat uygulama aşamasında başarısız kalınmıştır.
• Yeniden yapılanma çalışmaları sonucunda KİT mevzuatına yapılan yeni düzenlemelerden beklenen sonuçlar alınmamıştır.
• Yönetim Kurullarının oluşumunda işletmecilik deneyimi bulunan kişilerin atanmasına özen gösterilmemiş, kuruluşları yönlendirecek dinamik, uzman kişilerin yönetim kurallarını oluşturması politik nedenlerle engellenmiştir.
• KİT'lerin yönetim kadroları, politik istikrarsızlığa paralel olarak çok hızlı bir şekilde değişmiş, bu durum gerekli öğrenme ve deneyim süresinin her seferinde yeniden başlanmasına yol açarak yönetimde devamlılık ilkesini zedelemiştir.
• KİT yöneticilerinin sık sık değiştirilmesi, uzun vadeli plan yapılmasına ve belirli hedeflere ulaşılmasına engel olmuştur.
• KİT'lerde denetimler hep aradan yıllar geçtikten sonra yapılmış, bu süreç içerisinde öneticiler de değişmiş olduğundan gerçek sorumlular bulunamamıştır. KİT'lerin Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından denetlenmesinde de kâr ve zarar hesaplarının açıklanmasında, yönetim kurullarının aklanıp aklanmamasında da aksamalar olmuştur. Bu durum denetimin güncelliğini ve tekinliğini olumsuz yönde etkilemiştir.
• İbra edilmeyen, yani aklanmayan yönetim kurulları hakkında nasıl bir idari işlem yapılacağı konusu ise yasalarla düzenlenmemiştir.
• Her ne kadar KİT'lerin kuruluşunda "anonim şirket" yapısı ele alınmışsa da; bir anonim şirkette mal sahiplerinin oluştur duğu "genel kurul" ile "denetleme kurulu", KİT'lerin yapısında bulunmamaktadır.

Bu nedenle KİT'ler, anonim şirket modeline uygun olarak çalışamamıştır.

• İş değerlendirmesine dayanan bir ücret sisteminin bulunmayışı, personel giderleri ile üretim arasında sağlıklı bir ilişki kurulmasını önlemektedir. Toplu iş sözleşmelerinde seyyanen (yani herkese aynı miktarda) zam yapılması, ücret artışlarında verimliliğin dikkate alınmaması, ücret dengesini ve prodüktiviteyi (verimliliği) olumsuz yönde etkilemektedir.
• Yasayla öngörüldüğü halde "Kıdem Tazminatı Fonu"nun kurulmamış olması, KİT'lerin parasal sıkıntılara girmesine yol açmaktadır.
• KİT'lerden emekli olan işçilerin yerine yeni eleman alınmasına bütçe yasakları, kararnameler veya başkanlık genelgeleri ile kısıtlamalar getirilmektedir.
• Bu durum, ayrılan nitelikli personelin yerine yeni personel alımını güçleştirmektedir. Ayrıca, ihtiyaç fazlası personelin gerekli yerlere nakli, çeşitli nedenlerle mümkün olamamaktadır.
• Dolayısıyla, süreklilik gerektiren bazı işlerde "müteahhit" aracılığıyla sağlanan işçilerin çalıştırılması ve bazı KİT'lerde geçici işçilerin daimi bir şekilde çalıştırılması, yaygınlaşma eğilimi göstermektedir.
• KİT'lerin birbirinden ve diğer kamu kuruluşlarından olan alacak ve borçlarının zamanında ödenmemesi nedeniyle büyük birikimler olmakta, bu durum bazı KİT'lerin parasal kaynaklarının bağlı kalmasına yol açarak mali durumların olumsuz yönde etkilemektedir.
• Yatırımların öngörülen süreler içinde tamamlanması ve bazı KİT'lerin mali güçlerin üzerinde yatırımlara yönelmesi, yabancı kaynak kullanımlarının artmasına ve yatırım maliyetlerinin yükselmesine yol açmaktadır.
• Toprak Mahsu leri Ofisi (T.M.O.) ve TEKEL gibi bazı KİT'lerin destekleme alımı yapmakla görevlendirilmesi, fakat alımların gerektirdiği finansmanın zamanında sağlanmaması, finansman ihtiyaçlarının ticari banka kredileriyle karşılanması sonucunu doğurmaktadır.Bu durum, kuruluşları mali yönden olumsuz olarak etkilemekte, KİT'leri iç faiz batağına sokmaktadır.
• Büyük miktarlarda alım yapan kuruluşlarda stok alanlarının yetersiz olması; çürüme, bozulma, paslanma gibi nitelik kayıplarına yol açmaktadır.
• KİT'lerin arasında gerekli koordinasyonun bulunmaması, kuruluşlar arasındaki işbirliğini güçleştirmekte ve bir kuruluştaki ihtiyaç fazlası malzemeler, ihtiyacı olan başka bir birimegönderilememektedir.
• KİT'lerde etkin bir stok kontrol sisteminin bulunmayışı, en çok ve en az stok düzeylerinin belirlenmemiş olması, gereğinden fazla alım yapılarak gereğinden fazla stoklamaya neden olmaktadır.
• KİT'lerde araştırma-geliştirmeye yeterli kaynak ayrılmadığından, "üretim planlaması", "kalite kontrol", "sistem analizi" gibi verimi artıracak tekniklere eğilinememiştir. Bunun sonucunda da, hammadde ve malzeme nitelik farkları ile üretim aşamalarındaki uyumsuzluk gibi nedenlerle bazı KİT'lerle ara e son üründe fire, kaçak ve kayıplar ortaya çıkmıştır.
• Bazı KİT'lerin kuruluşunda yapılan fizibilite hataları, kuruluş yeri seçimindeki yanlışlıklar, eski teknolojilerin transferleri, ekonomik getirişi az, ölçekleri optimum kapasitelerin altında olan tesislerle, rekabet gücü zayıf bir üretim yapısının ortaya çıkmasına neden olmuştur.
(Eski teknolojilerin transferi sorunu yalnız KİT'ler için değil, özel sektör için de geçerlidir.)
• KİT tesislerinin büyük bir kısmı; fizik, ekonomik ve tek nolojik bakımından eskimiştir.
(Bu sorun özel sektör için de geçerlidir.)
• KİT'lerin ürünlerinin satış fiyatları genelde kuruluş dışın da belirlenmiş ve bu konuda belirli işletmecilik kurallarına uyulmamıştır. Bu durum, finansman sıkıntısı yaratmıştır.

Soru: KİT'lerin sorunlarına başlıca çözüm önerileri nelerdir?

Cevap:Yalnız KİT'lerin değil, özel sektörün de çok sayıda sorunu bulunmaktadır. Ancak, herhangi bir özel sektör kuruluşunun sorunları var diye, alelacele, haraç mezat yabancılara devri nasıl düşünülmüyorsa, KİT'lerin de sorunları var diye, yağmadan mal kaçırır gibi yabancılara teslim edilmeye kalkışılması kabul edilemez. Özel sektör nasıl sorunların çözüm arayıp buluyorsa KİT'lerin de sorunların çözüm aranıp bulunabilir.

Türk mühendis, ekonomist, hukukçu, teknisyen ve bürokratları KİT'lerin sorunlarına çözümler getirecek yetenek ve deneyime sahiptirler. Türk halkının çıkarı göz önünde tutularak getirilecek çözümler, KİT'lerin ulusal ekonomiye olan katkılarını daha da arttıracaktır.

Aşağıda KİT'lerin sorunlarına genel çözüm önerileri ana başlıklar altında özetlenmiştir:

• Anayasa'nın 165. maddesine uygun olarak, sermayesinin yansından fazlası doğrudan doğruya veya dolaylı olarak kamuya ait olan kamu kuruluş ve ortaklıktan kapsayacak şekilde, Kamu iktisadi Teşebbüsleri yeni baştan tanımlanmalı; bütün KİT’lerin yönetimini, denetimini ve çalışma esaslarını günün şartlarına göre düzenleyecek bir yasal düzenlemeye gidilmelidir.
• KİT'lerin tamamına uygulanmak üzere, kârlılık ve verim-lilik amaçların uygun, yetenek ve eğitimine önem veren personel rejimi uygulanmalıdır.
• Bilimsel yönetimler kullanılarak norm kadrolar belirlenmeli, gerçek personel ihtiyacı saptanmalıdır.
• Personel alımına ilişkin kanun ve kurallar, üretim için gerekli nitelikli eleman ihtiyacını karşılamaya olarak sağlayacak şekilde düzenlenmelidir. Taşeron eleman istihdamından ve daimi kadrolarda geçici işçi çalıştırılmasından kaçınılmalıdır.
• Toplu iş sözleşmelerinde ücret artışları, verimlilikle ilgilendirilerek dengeli bir şekilde yapılmalıdır.
• KİT'ler yeterli öz kaynağı bulmadan yeni yatırımlara gitmemeli, halihazır yatırımlar öngörülen süreler içinde bitirilerek yatırım maliyetlerindeki artışlar en düşük düzeye indirilmelidir.
• Destekleme alımı yapmakla görevlendirilen Et ve Balık Kurumu (EBK), Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO), Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş. gibi KİT'lerin, mali yönden sıkıntıya girmemeleri için, bu alımların finansmanı önceden sağlanmalı ve görev zararları zamanında ödenmelidir.

Sık yönetici değişikliği yapılmasından kaçınılmalıdır. Göreve atamada ve görevden almada başarı derecesi esas olmalıdır; başarı, nesnel temellere göre değerlendirilmelidir.

• KİT Yönetim Kurulları, işletmecilik deneyimi bulunan ve tüm çalışmaları görev aldığı kuruluşa ayırabilecek kişilerden oluşmalıdır.
• KİT'lerin organizasyonları modern yönetim ilkelerin göregerçekleştirilmeli, gerekli olmayan birimler elimine edilerek KİT'ler dinamik bir yapıya kavuşturulmalıdır.
• KİT'ler ihtiyaç duydukları malzemeleri, fiyat ve kalitenin aynı olması koşuluyla, öncelikle diğer KİT'lerden ve yurtiçi firmalardan sağlamaya çalışmalıdır.
• Etkin ve modern stok kontrol sistemleri kurulmalı ve böylece ihtiyaçtan fazla stoklar için para harcanması önlenmelidir.
• Stok alanları genişletilerek fire ve nitelik kayıpları en azdüzeye indirilmelidir.
• Eski teknolojiler atılıp yerine yeni teknolojiler alınmalıdır.
• KİT'ler verim artırıcı çalışmalara ağırlık vermeli, "araştırma ve geliştirmeye" yeterli mali kaynak sağlanmalıdır.

Soru: Başarısız KİT'ler ya kapatılsın ya da "özelleştirilsin" deniliyor. Başarısız özel sektör kuruluşlarına ne yapılıyor?

Cevap: Zarar eden KİT'lerin ya hemen kapatılmasını ya da yok pahasına elden çıkarılmasını isteyenler, bir özel sektör fabrikası zarar edince "Devlet gelsin, kurtarsın!" çığlığı atıyorlar! Hem devletçiliğe karşılar, hem KİT'lere karşılar, fakat kendi kuruluşları zarar edince de devletten yardım bekliyorlar! Ve devlet, başarısızlığa uğramış özel sektörü kurtarıyor. 1980 yılı sonrası, bunun örnekleriyle doludur. İşte bunlardan birkaçı: Güneş Sanayi, Paktaş, Van Yün, İzdaş, Metaş, Asil Çelik.

Devlet, yalnız batık özel sektör kuruluşlarını kurtarmakla kalmıyor, özel sektörün tüm dertlerine duyarlı ve hemen çare arayıcı bir tutum içine giriyor:

Örneğin, pamuk iplikçileri hammadde (pamuk) konusunda sıkıştı; hemen çare bulundu. İhracatçılar sıkıştı ve hemen navlun iadeleri çıktı. Ark Ocak sahipleri sıkıştı: hemen hurda ithalatında 20 dolar destekleme çıktı. Cam kesimi sıkıştı; hemen antidamping vergi kondu. Bankalar sıkıştı; hemen VDMK (Varlığa Dayalı Menkul Değerler) çıktı. Çimentocular sıkıştı; hemen ithal çimentoya fon ayrıldı. İşçilerin, memurların, emekli ve yetimlerin belini büken 5 Nisan Paketi'nin uygulamaya konulmasından sonra "Batıyoruz, kurtarın!" diyen otomotiv sanayine, devlet hemen vergi indirerek yardıma koştu.

Dolayısıyla, eğer Türkiye'de bir devlet kayırması varsa o da özel sektöredir; KİT'lere değil.

Soru: Özel sektör geri kalmış bölgelerde yatırım yapar mı?

Cevap: Özel sektör, Türkiye'nin geri kalmış bölgelerinde yatırım yapmaz.

Özel sektörün son on beş yılda yaptığı sanayi yatırımlarının hemen tamamı İstanbul, Kocaeli ve Sakarya illerinin sınırları içindedir. Özel sektörün son yıllardaki turistik yatak sayısının hemen yarısı İstanbul'da kurulmuştur. Geri kalan yarısı Ankara ve İzmir'in yanı sıra Ege ve Antalya kıyılarında kurulmuştur. Son üç yılda açılan yabancı dev otellerin listesi bile son derece ders vericidir:

Swissotel, Park-SA Oteli, Çırağan Oteli, Mövenpick Ho- tel, Park-SAHilton...

Özel sektör yatırım yaparken, bölgesel dengeleri dikkate almaz. Özel sektör yatırım yaparken sadece çok kazanmayı düşünür. Türkiye'nin Batı bölgesi zenginleşirken Güneydoğu Anadolu'nun giderek yoksullaşması özel sektörü hiç ilgilendirmez. Oysa devlet, KİT'leri kurarken bölgesel dengeleri de düşünür.

Türkiye'de devletçilik ilkesinin altın dönemini yaşadığı 1930-1940 döneminin en önemli özelliği ve üstünlüğü, yatırımların bölgesel dağılımında gösterdiği gerçekçilik ve akıllılıktır.

O dönemin Cumhuriyet Hükümeti, büyük bir ileri görüşlülükle, Türkiye'nin en büyük derdinin "Bölgelerarası Ekonomik Farklılıklar" ve bunun doğuracağı iç göçler olduğunu saptamış ve sanayiyi ülkenin her bölgesine (Iğdır, İsparta, Malatya, Konya Ereğlisi, Kayseri, Nazilli, Kırıkkale) yaymıştır.

Türk özel sektörü Romanya'da, Bulgaristan'da yatırım yapıyor, ama Diyarbakır'da, Mardin'de yatırım yapmıyor.

Türk özel sektörü Polonya'da, Özbekistan'da, Kırgızistan'da yatırım yapıyor, ama Şemdinli'de, Tunceli'de, Elazığ'da yatırım yapmıyor.

Soru: Özel sektörün bazı dev kuruluşları KİT'lerin varlıklarını neye borçludur?

Cevap: Özel sektörün bazı dev kuruluşları KİT'lerin varlığı sayesinde oluşmuştur. Buna iki örnek verelim:

• Bugün, özel kuruluşların neler yapabileceğinin kanıtı gibi gösterilen Arçelik, kuruluş ve büyümesini bir KİT'e, yani Devlet Malzeme Ofisi'ne (DMO) borçludur.

Arçelik, demir-çelikten mamul büro malzemesi üretimi amacıyla kurulmuştur. Koç grubu ile DMO'dur. Arçelik böylece ürettiği her ürüne istediği fiyattan Pazar bulmuş ve bu rahatlıkla büyük kârlar elde ederek palazlanmıştır. Bugün DMO ise "küçük ortak" olarak bırakılmıştır.

• Çanakkale Seramik grubunun başlangıcı da, bir KİT olan Etibânk'la kurulmuş bir ortaklığa dayanır. Bu ortaklık, elektrik ulaşımında kullanılan seramik eşya yapımıyla uğraşacaktı. Tıp kı Arçelik gibi, Pazar derdi olmadan çalıştı ve dev kârlarla bu güne gelen yolu açtı.

Soru: Özel sektör sosyal barışı kurabilmiş midir?

Cevap: Özel sektör sendikal düzende işçi artışını hiçbir zaman içine sindirmiş değildir. Sindiremediği için de sendikaları parçalamak, kıdem tazminatlarında hilelere girmek, işçi çıkartmak ve işten çıkarmayı ucuza getirmek, taşeronlaşmaya gitmek yollanndadır. Bu nedenle, özel sektör, özelleştirdiği yerlerde haksız işçi çıkarmanın yollarını aramaktadır. Bugün özelleştirilen her KİT kuruluşundan insafsızca işçi çıkartılmaktadır. Özelleştirmenin savunucularından, İstanbul Teknik Üniversitesi'nde İktisat İşletme Profesörü Zeyyat Hatipoğlu, ekonomide yaşanan krizi aşmak için bakın neler öneriyor:


• İşçi ve memur ücretleri yüzde 40 oranında azaltılmalıdır.
• Türkiye'de artık sendikalar yok olmak zorundadır, yok ol-malıdırlar.
• Kapitali kıt bir ülkeyiz, tek satacağımız şey emektir.

Sendikaların yok olmasını, ülkede yüzde 40 enflasyon yaşanırken, işçi ve memur ücretlerinin azaltılmasını isteyen bir özel sektör, ülkede barışı kurabilir mi?

Resmen kurma aşamasında olduğu Yeni Demokrasi Hareketi Partisi'nin lideri Cem Boyner, bir taraftan YDH'nin tarihi değiştirmek için Türkiye'de DP'den sonra ortaya çıkmış en büyük halk hareketi olduğunu söylerken, diğer taraftan sahibi olduğu tekstil fabrikalarına sendikayı sokmamış olmakla övünüyor.

Türkiye'nin en büyük "halk hareketi", sendikaları yok ederek, işçinin haklarını çiğneyerek mi başarıya ulaşacak?

Soru: Ülkemizde hammadde ve enerji üretiminde KİT'ler mi, yoksa özel sektör mü öncü olmuştur?

Cevap: KİT'ler kurulduklarında, önce tüketim malları üreterek çalışmaya başlamışlardır. Ama sonra, ülkedeki sanayiye, hammadde ve enerji üreten kuruluşlar olarak ön plana çıkmışlardır. Eğer önce Etibank ve sonra onun görev ve işlevlerini devralan TEK olmasaydı ülkemizde ne sanayi olurdu ne de elektrik veren bugünkü dev santralar ve görkemli enterkonnekte projeler olurdu.

Bunların hiçbiri özel sektör tarafından düşünülemez ve gerçekleşemezdi. 

Türkiye'de; özel sektörün enerji kesiminde kurduğu bir tek tesis (örneğin rafineri, güç santrali) yoktur.

Enerji gibi bir altyapı hizmetlerinin kuruluşu KİT yöntemi sayesinde olmuştur. Bugün özel sektörün kullandığı altyapı hizmetlerinden olan limanlar, deniz taşıması, trenle taşıma, bütün haberleşme hizmetlerinin görülmesi KİT'ler sayesinde oluyor.

Sanayinin hammaddelerinden selüloz, bakır-alüminyum, kereste, büyük kısmıyla demir ve kok, hayvan yemleri, petro-kimya ürünleri KİT'ler ile sağlanıyor. Bunların varlığı olmasaydı, Türkiye'de sanayinin bugünkü düzeye gelmesi herhalde mümkün olamazdı.

Soru: Özel sektör, devlet desteği olmadan ayakta durabilir mi?

Cevap: KİT'lerin ya yok pahasına elden çıkarılıp yabancılara teslim edilmesini isteyen ya da tümüyle kapatılmasını isteyen ve "devletin küçülmesini" savunan özel sektörün büyük kuruluşların büyük bir bölümü bugün devlet desteği ile ayakta durmaktadır.

Özel sektörün büyük bir bölümü devletten “sübvansiyon" yani destek alarak ayakta kalmayı başarmaktadırlar. Bunlardan iki tipik örneği aşağıda veriyoruz:

• Bugün Türkiye'de üretilen yerli otomobillerin rahatça satılabilmesinin en birinci nedeni, devletin yabancı otomobil ithala tından çok yüksek vergi almasıdır.

Bugün bir Doğan marka araba yaklaşık 10 000 dolara satılmaktadır. Oysa aynı fiyata Avrupa'da öyle arabalar vardır ki; Doğan ile kıyas bile edilemez.

Devlet gümrük ve tarife dışı korumalarla Türk özel sektörünün otomobil üreten kesimini ayakta tutmaktadır.

• Demir-çelik sektöründe, hurdadan demir-çelik üretip piya saya satan firmalara devlet, ithal ettikleri her on hurda için 20 dolar sübvansiyon vermektedir.

Devlet desteği verilmezse bu sektör silinir gider.

Soru: Özelleştirmeye karşı olmanın demokrasiye karşı olma anlamına geleceği doğru mudur?

Cevap: İktisat Profesörü Asaf Savaş Akat, 11 Temmuz 1994 tarihli Sabah Gazetesi'nde, "Özelleştirme, Popülizm ve Demokrasi" başlıklı makalesinde şunları söylüyor:

"... özelleştirmeye karşı çıkanların aslında Türkiye'nin demokratikleşmesini engellemeye çalıştıkları sonucu çıkıyor."
İktisat Profesörü Asaf Savaş Akat, böylece "demokrasi"ye yeni bir tanım getirmiş oluyor:
"Demokrat olmak demek, özelleştirmeden yana olmak demektir. Özelleştirmeye karşı olanlar demokrat değildir."
Prof. Asaf Savaş Akat'ın bu tarifine göre, "demokrasinin beşiği" olarak bilinen İngiltere'nin aşağıda adları yazılı başbakanlarının da demokrasiye karşı olduğu sonucu çıkıyor. Zira bu İngiliz başbakanlar, hep özelleştirmeye karşı çıkmışlar ve iktidar dönemlerinde özelleştirmenin tam karşıtı olan "devletleştirme"yi uygulamışlardır:

Clement Attlee (1945-1951
Harold Wilson (1964-1969)
James Callaghan (1974-1979)

Prof. Asaf Savaş Akat'a göre yalnız bu İngiliz başbakanlar değil, bunların hükümetlerinde görev alan tüm bakanlar, parlamentoda bu hükümetlere oy veren tüm milletvekilleri ve bu hükümetleri oylarıyla iktidara getiren milyonlarca İngiliz vatandaşı da meğerse hep demokrasi düşmanıymış! 21 Temmuz 1994 tarihinde İngiliz İşçi Partisi'nin Genel Başkanlığı'na seçilen Tony Blair, başkan olarak yaptığı ilk konuşmada, özelleştirmeye karşı devletleştirmeyi savundu.

İngiltere'de yapılan son kamuoyu yoklamalarına göre, yapılacak ilk genel seçimde, başında Tony Blair'in bulunduğu İşçi Partisi İngiltere'de iktidara gelecek.

Ve Türk İktisat Profesörü Asaf Savaş Akat'a göre, İngiltere'de çok yakın bir zamanda, antidemokratik bir rejim iktidar olacak!

Görüldüğü gibi, özelleştirmeye karşı olmanın demokrasiye karşı olma anlamına geleceği iddiası, baştan sona bir safsatadır. Türk halkının beynini, özelleştirmenin her derde deva bir ilaç olduğu yönünde yıkama çabalarındandır.

Hiçbir gerçeğe dayanmayan, uzaktan yakından bilimselliği olmayan bu tür safsataların, isimleri önünde "İktisat Profesörü" unvanı olan kişilerce üretilmesi ise, Türkiye'nin başka bir dramıdır.

Soru: KİT'ler özelleştirildiği takdirde hangi önemli hizmetler artık yerine getirilemeyecektir. ?

Cevap: KİT'ler özelleştirildiği takdirde, devletin bugüne kadar KİT'ler aracılığıyla yerin getirdiği çok önemli şu hizmetler artık yerine getirilemeyecektir:

-Tarım üreticileri korunamayacaktır:

Bugün başka Amerika olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinde tarım üreticileri devlet yardımı alırlar. Ülkemizde bu amaçla kurulmuş KİT'ler şunlardır:

Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO), her tür tahıl üretimi yapan çiftçilerimizi korur.
Şeker Şirketi; şeker pancarı üretiminin düzenlenmesi yolunda önemli rol oynamış ve şeker pancarı üreticilerini kollayıp korumuştur.
Tekel; tütün ve anason üretimi konusunda devlet politikalarının izlenmesinde önemli bir rol oynamıştır.
Türkiye Zirai Donatım Kurumu, Türkiye Devlet Çiftlikleri, Türkiye Gübre Sanayi, Türk tarım ürünleri üreticilerini kollayan, koruyan ve yardım eden KİT kuruluşlardır.

-Topluma karşı sosyal sorumluluk duyulmayacaktır. KİT’ler, özel sektör gibi yalnız kâr amacıyla hizmet veren kuruluşlar değildir.

KİT'ler, Türk halkına, ayrım yapmadan, bazen zarar etmeyi bile göze alarak hizmet veren kuruluşlardır.

Devlet, halka karşı duyduğu sosyal sorumluluklarının bir bölümünü KİT'ler aracılığıyla yerine getirir. 

Bunu iki örnekle anlatalım:

Bir özel sektör bankası düşünelim. Bir yurttaş, uzak bir ilin uzak bir köyüne bu banka aracılığıyla para havale edecek olsa, bu özel sektör bankası havaleyi kabul etmeyebilir. Ama aynı yurttaş bir Ziraat Bankası'na giderse, bu isteği yerine getirilmek zorundadır. Zira, Ziraat Bankası bir KİT'tir, yani devletin bankasıdır ve devlet en uzak ilinin en uzak köyündeki vatandaşına da hizmet etme sorumluluğu taşır.

• Birer KIT olan T.C. Devlet Demir ve T.C. Devlet Denizyolları, birkaç yolcunun bulunduğu saatlerde (günün çok erken ve çok geç saatlerinde) ve pek az yolcunun bilet aldığı yollarda da, zarar edeceğini bile bile hizmet vermek zorundadır.

Yine bir KİT olan P.T.T.; en sarp ve en uzak köylere, mezralara dahi vatandaşların mektup ve telgrafını taşımak zorundadır

Oysa hiçbir özel sektör kuruluşu, yukarıda sayılan hizmetleri, belirtilen koşullarda verme zorunluluğu asla duymayacaktır.

Devletin, özel sektörü teşvik imkânı kalmayacaktır. Devlet, özel sektörü teşvik eden politikalarını KİT'ler aracılığıyla uygular. Örneğin, Ziraat Bankası çiftçiye; Halk Bankası küçük ve orta sermaye sahibine, ev kadınlarına; Emlak Bankası konut kesimine; Eximbank ihracatçıya; Etibank madenciye; Türkiye Kalkınma Bankası turizmciye; Denizcilik Bankası deniz işletmelerine; ucuz, uzun vadeli ve özel koşullu kredi verir.

Devletin bu hizmetlerine aracılık eden bankalar birer KİT bankasıdır.

Devletin dolaylı vergi toplama imkânı kalmayacaktır. Devlet, dolaylı vergi toplamada bazı KİT'lerden yararlanır. Tekel, devlerin en büyük vergi dairesidir, dev bir KİT'tir. Devlet, ihtiyacı olduğu vergilerin bir bölümünü Tekel ürünlerinin satışın- dan elde eder. Yine bir KİT olan Türkiye Şeker Fabrikaları, "Şeker İstihlak Vergisi" adı altında devlete vergi toplar. Türkiye'deki akaryakıt alım satımı ve üretimi ile uğraşan KİT'ler, topladıkları vergi dolayısıyla bir bedel, komisyon ya da yüzde talep etmeden devletin görevli tahsildarlığını yapmış olurlar.

Bazı stratejik yatırımlar yapılamayacaktır. Bazı stratejik yatırımlar özel kuruluşlara bırakılmadığından bu konularda KİT'ler kurulmuştur. Örnek; ilk silah üretimi KİT'ler tarafından yapıldı. Makine Kimya Endüstrisi Kurumu (M.K.E.K.) gibi kurumlar bünyesinde yapılan üretimin ürünleri, KİT yapısında yapılacak bir işlem sonucu yapılması gerekli stratejik ürünlerdir

Bor, volfram gibi kıymetli madenler Etibank tekelinde kalmak zorundadır. Haşhaş üretimi Toprak Mahsulleri Ofisi (T.M.O.) tekelinde kalmak zorundadır.

Soru: Verim artışında özel sektör mü, yoksa KİT'ler mi öndedir?

Cevap: Verim artışında KİT'ler öndedir.

Son yıllarda devlet eliyle sürekli işlenen KİT'lerin "verimsiz" olduğuna ilişkin iddia, yine bir devlet kuruluşu tarafından çürütülmüştür. Güvenirliğine kimsenin itirazı olmayan Milli Prodüktivite Merkezi'nin (MPM), Devlet İstatistik Enstitüsü'nün (DİE) imalat sanayi yıllık anket sonuçlan üzerinde yaptığı araştırmaya göre, kamunun (yani KİT'lerin) verim artık hızı özel sektörden daha hızlı olmuştur.

Toplam 29 sanayi kolu üzerinde yapılan bu araştırmaya göre, 1987-1990 yılları arasında, kamu sektöründe (yani KİT'lerde) çalışan her işçinin yarattığı katma değer yüzde 28,6 artarken, özel sektördeki artış yüzde 15,9'da kalmıştır. 1987 yılında, kamu sektörünün (yani KİT'lerin) gıda maddeleri sanayiinde çalışan işçiler kişi başına 6,667 dolarlık katma değer yaratırken, bu rakam 1990 yılında 9.216 dolara yükselmiştir.

Aynı dönemde özel sektörün aynı sanayide çalışan işçilerin kişi başına yarattığı katma değer 12 903 dolardan 15 588 dolara yükseldi. Buna göre gıda maddelerinde verim artışı, kamu kesiminde (yani KİT'lerde) yüzde 38,6 olarak gerçekleşirken, özel sektörde verim artışı yüzde 20,8'de kalmıştır. İçkide bu fark daha da artmaktadır. 1987 yılında kamunun (yani KİT'lerin) içki sanayinde kişi başına sağladığı katma değer 34 541 dolar iken, 1990'da 58 888 dolara yükselmiştir. Aynı dönemde özel sektörde kişi başına katma değer 25 072 dolardan 34 623 dolara yükselmiştir. İçki sanayinde verim artışı kamu sektöründe (yani KİT'lerde) yüzde 78,7 olarak gerçekleşirken, özel sektörde yüzde 38'de kalmıştır.

Soru: Yerli özel sektör neden KİT'leri ele geçirmek istiyor?

Cevap: Yerli özel sektörün KİT'leri ele geçirmek istemesinin başlıca nedenleri şunlardır:

• Büyük bir acelelikle KİT'leri elden çıkmaya çalışan hükümet, özelleştirmeye en kârlı KİT'lerin satışıyla başlamıştır.

Zarar ettiği için KİT'lerin elden çıkarılması gerektiğini savunanların, özelleştirmeye neden en kârlı KİT'lerden başlamış olduklarını açıklamaları pek kolay değildir. Zaten yüksek kârla çalışmakta olan KİT'lere özel sektörün alıcı olması çok doğaldır. Nitekim, kârlı kuruluşlar olan çimento fabrikaları satışa çıkarılınca yabancı ve yerli özel sektör tarafından kapış kapış alınmıştır.

• Özelleştirmeye çıkarılan KİT'lerin satış fiyatları, gerçek değerlerinin çok altında tutulmuştur. Dolayısıyla, özel sektör "kelepir" malı kaçırmak istememektedir. Nitekim çimento fabrikaları iki yıllık kârlarına eşit bir fiyatla özel sektöre adeta peşkeş çekilmiştir.

• Hükümet, KİT'leri özel sektöre çok elverişli koşullarla satmaktadır. Öyle ki, bu satışlarda satış bedellerinin tamamı peşin ve nakit ödenmemektedir. Pek azında bedelin tamamı alınmaktadır.

KİT'lerin özel sektöre satışında, iş, taksitle çevrilmektedir. Bir KİT fabrikasını satın alan özel sektör firması, taksitlerini fabrikayı çalıştırarak ödemektedir. Eğer peşin almaya kalksa,büyük bir ihtimalle banka kredisi kullanacak ve bu kredi için de büyük miktarda faiz ödeyecekti.

Böylesine kârlı bir işe kim koşa koşa girmez?

• Bizim özel sektörün KİT'leri ele geçirmek isteyişinin bir nedeni de, çok kârlı bir iş olan arsa spekülasyonudur.

Bizim toplumumuzda sanayin ve sanayicinin en iyi bildiği şey, sanayi değil arsa spekülasyonudur. Özel sektörün birçok firmasının kârları ya repodan ya da kent içinde arsaların en değerli olanlarını kapıp üzerlerinde gökdelenler dikmekten kaynaklanmaktadır.

İstanbul'da Boğaz köprülerinin ayaklarına yakın arsaları kapatmakta ilk iki sırayı, ülkemizin iki büyük holdingi, Koç ve Sabancı Holdingleri almıştır.

İşte, KİT'leri ele geçirmek için fırsat kollayan özel sektör firmalarının gerçek amaçları, bu KİT'leri alıp kârlı hale getirerek ülke ekonomisinde katkıda bulunmak değil, bu KİT'lerin sahip olduğu kıymetli arsaları ele geçirmektir.

Değerli arsalarına şu anda göz dikilen KİT'lere örnek olarak şunları sayabiliriz:


Bakırköy'deki Sümerbank tesisi, Bomonti'deki Tekel tesisi, Bursa'daki Sümerbank Merinos Fabrikası.

Bomonti'deki Tekel tesisi

Bursa'daki Sümerbank Merinos Fabrikası

Soru: Özelleştirme sonucu KİT'ler yerli özel sektörün eline geçerse ortaya ne gibi sonuçlar çıkacaktır?

Cevap: Eğer özelleştirme sonucu KİT'ler bizim özel sektörün eline geçek olursa, ortaya ekonomik ve sosyal açıdan şu sonuçlar çıkacaktır:

• Türkiye'de yatırımlar fiziki olarak azalacaktır. Çünkü ya pılacak harcama, ülke ekonomisi açısından bir yatırım harcaması değil bir transfer harcaması olacaktır.

Elindeki parayı bir KİT'in satın alımı için harcayan özel sektör, aslında ülkede yeni bir üretim tesisi kurmuş olmamaktadır. Yaptığı iş, halihazır mevcut bir üretim tesisini ele geçirmektir. Eğer eldeki o para bu şekilde harcanmasaydı, kuşkusuz,ya bir yeni üretim tesisi kurulacak ya da bir üretim tesisi verimi ve kapasitesi arttırılacak biçimde genişletilecekti.

Böyle olunca, özelleştirme ile fiziki ve gerçek yatırımlar artmayacak, tam tersine eksilecektir.

• İşsizlik azalmayacaktır:

KİT'ler bizim özel sektörün eline geçerse, fiziki anlamda yatırımlar duracağından, en azından eksileceğinden, işsizlik artacaktır.

Ülkemizde işsizliğin azalması için yeni üretim ünitelerine ihtiyaç vardır, yani yeni yatırımlara ihtiyaç vardır.

KİT'leri bizim özel sektör satın aldığı takdirde, işsizliğin azalması değil azması olasılığı vardır. Özel sektör, KİT'lerde fazla işçi çalıştırdığı varsayımına inandığı için, eline geçirdiği KİT'lerde yapacağı ilk iş, işçilere yol vermek olacaktır. Böylece işsizlik de artacaktır.

Soru: Özelleştirme sonucu KİT'ler yabancı firmaların eline geçerse ortaya ne gibi sonuçlar çıkacaktır?

Cevap: Özelleştirme gerçekleşirse, KİT'lerin büyük bir bölümü, çok büyük bir olasılıkla yabancıların eline geçecektir.

Yabancı özel firmaların Türkiye'de göz diktikleri önemli iki alan vardır:


-Telefon ve Telekomünikasyon.
-Türk Hava Yolları.


Eğer bu çok önemli kuruluşlar yabancı özel firmaların eline geçerse aşağıdaki sakıncalar ortaya çıkacaktır:

• Ulusal bağımsızlığımıza gölge düşecektir.

Haberleşme araçlarının (telefon, faks, bilgisayar) ulusal güvenlik açısından önemi tartışılmaz. Zaten özelleştirmeyi en saldırgan bir şekilde savunanlar bile bu görüşe karşı doğrudan çıkış yapamıyorlar. Bu araçlar özelleştirilse bile hisselerin yüzde 51'i devletin elinde kalacak diyorlar. Ama bu sözün nasıl yerine getirileceği bilinmiyor. Kaldı ki, hem yüzde 51 hissesi devlette kalacak diyorlar ve hem de işletme haklarını süresiz şekilde yabancı şirkete verecek düzenlemeler yapıyorlar. Yapılan bu düzenlemeler, Osmanlı döneminin yabancı şirketlerine verilen imtiyazları hatırlatmaktadır.

• Yabancı sermaye aslında ilk gelişinde, işletmeye koyduğu öz sermaye ile bir "artı-sermaye" hareketidir. Bu hep gözlere, sokulur, olayın başka yönlerine bakılmaz. Oysa, yabancı bir firma Türkiye'ye geldiğinde, kendi sermayesinden çok, Türkiye'deki mevcut kaynaklarla çalışır. Bu kaynaklann en önemlisi de banka kredileridir. Türkiye'deki bankaların verdiği krediler aslında Türk halkının birikimleridir, işte, yabancı firma Türkiye'ye geldiğinde bu "ulusal birikimi" kullanacak demektir. Üstelik banka kredileri sınırsız da değildir. Bir yabancı firmanın aldığı banka kredisi, Türk firmalarının alacağı krediyi azaltacak demektir.

Yabancı özel sermaye, Türkiye'de çeşitli imtiyazlar isteyecektir:

Yabancı özel sermaye, KİT'leri satın almak veya ondan hatırı sayılır bir pay almak için mutlaka imtiyazlar, yani ayrıcalıklar isteyecektir.

Telefon konusunda istediği imtiyaz bellidir:

İşletme hakkının tekel halinde kendine devredilmesini istemiştir.

Hükümetçe çıkarılıp Resmi Gazete'de yayımlanan 509 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin üçüncü maddesinde aynen şöyle denilmektedir: "Şirket, sahip olduğu Telekomünikasyon tesislerine ilişkin işletme hakkını belli süre ve şartlarla kısmen veya tamamen yerli veya yabancı sermaye şirketlerine verebilir."

İşletme hakkı demek: bütün sistemin, telefonlarıyla, link hatlarıyla, uydusuyla ve santralarıyla çalıştırılması demektir.

Kimlere devredilecek bu hak?

Yerli ve yabancı şirketlere. Büyük olasılıkla da yabancı şirketlere.

Ne kadar süre için?

Kararlarda "belli süre ve şartlarla" diyor, ama hiçbir şeyi belirlememiş. Sistemin işletilmesi, rahatlıkla elli ya da yüz yıl süreyle bir yabancı şirkete devredilebilir.

Hem de bir tekel olarak.

Yalnız P.T.T. değil, T.H.Y de satılırsa, işte bu tür ayrıcalıklar verilecektir.

Tüm büyük KİT'lerin, örneğin TEK'in blok halinde satılışı gibi yabancı özel şirketlere satışında, bu yabancı şirketler yukarıda belirtilen ayrıcalıklara benzer ayrıcalıkları mutlaka isteyeceklerdir.

Soru: Özelleştirme sonucu KİT'lerin işçilerin eline geçmesine fırsat veriliyor mu?

Cevap: Özelleştirme, Türkiye'nin gündemine girdiği ilk günlerde, KİT'lerin ilk iş olarak işçilere satılması, onlar almazsa başka alıcılar aranması önerilmişti. 1983-1991 ANAP hükümetlerinin ilk düzenlemesi böyle idi. Bu aslında ustaca bir tuzaktı. Halk devletin antiterör uygulamalarından yakınıyordu. Bir "devlet düşmanlığı" o yıllarda daha da yaygındı. Devlet değil, işçiler KİT'lere sahip olursa, yani "devlet küçülürse" daha bir demokrasi gelir fikri ileri sürülüyordu. Aslında bu öneri sa- dece kağıt üzerinde kaldı. ANAP hükümetleri, Defterdar Fabrikası dışında hiçbir tesisi işçilere teklif etmedi. Bu yüzden, Fransızlara yapılan çimento fabrikaları satış işlemini Danıştay iptal etti. Ama hükümet yine de işçilere bir teklifte bulunmadı.

Şimdi o eski metin (bir Yüksek Planlama Kurulu karan idi) değişti. Artık kimse "mülkiyeti tabana yayma"nın adını bile etmiyor. Hatta SEK için bir sendika "en iyi teklifi" verdiği halde hükümet dönüp bakmadı bile... Ama hala bazı sendikalar çalıştırdıkları tesisleri alma niyeti ileri sürüyorlar. Hükümet ise bu önerileri dikkate dahi almıyor.

Soru: Tüm dünyada bugüne kadar kaç KİT özelleştirilmiştir?

Cevap: Tüm dünyada, 1980 yılından 1992 yılına kadar toplam 6.832 KİT özelleştirilmiştir. Bunun ülkelere göre dağılımı şöyledir:

Yukarıdaki tablonun ortaya koyduğu en çarpıcı gerçek şudur:

Türk halkının ve azgelişmiş ülke halklarının inandırılmaya çalışıldığı gibi, yoğun bir özelleştirme, zengin İngiltere ve Batı Avrupa ülkelerinde değil, azgelişmiş Üçüncü Dünya ülkelerinde, Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinde uygulanmış ve kelimenin tam anlamıyla bu ülkeler soyulmuştur.

İçinde dünyanın en zengin yedi ülkesi G7'nin de bulunduğu 25 üyeli OECD ülkelerinde, 1980-1992 yıllan arasında yapılmış olan özelleştirmenin tüm dünyada yapılan toplam özelleştirmeye oranı sadece yüzde ikibuçuktur.

Özelleştirme denilen soygunun sonunda; Güney Amerika ülkelerinin, Afrika ülkelerinin, Asya ülkelerinin, Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinin en değerli kaynakları Batı ülkelerinin eline geçmiştir.

Soru: Özelleştirmede uygulanan yöntemler nelerdir? Ülkeler kendilerine uygun özelleştirme yöntemlerini nasıl belirlemişlerdir?

Cevap: bir ülkede özelleştirme yöntemlerinin hangisinin uygulandığı o ülkenin genel ekonomik şartlarına, sermaye piyasasının durumuna, özelleştirilecek kuruluşun niteliğine, kuruluşun içinde bulunduğu mali şartlara ve özelleştirmenin amaçlarından hangisine ağırlık verileceğine bağlıdır. 

Özelleştirme yapan ülkelerde uygulanan başlıca yöntemler şunlardır:

1) Hisse Senetlerinin Halka Satışı

Hisse senetlerinin halka sunuluşu yöntemiyle özelleştirme, dünyada en yaygın olarak kullanılan yöntemlerden biridir. İngiltere ve Japonya'da yapılan özelleştirmelerde bu yöntem tercih edilmektedir.

İngiltere'de, özelleştirilen kamu kuruluşlarının hisse senetlerihalka sunulurken şöyle bir şart konulmuştur:

İster yerli ister yabancı olsun, hiçbir kişi veya kuruluş toplam hisselerin yüzde 15'inden fazlasına sahip olamaz

2) Blok satış yöntemi

Özelleştirme kapsamına alınmış kamu kuruluşlarının mülkiyetinin bir kısmının veya tümünün gerçek veya tüzel kişilerle kuruluşlara satılması, blok satış yöntemidir.

Bu yöntemle özelleştirme yapan ülkelerin başında Latin Amerika ülkeleri ve Karayipler gelmektedir.

3) Doğrudan Satış Yöntemi

Bu yöntem, KİT'lerin bağlı ortaklarının, müesseselerinin ve küçük işletmelerinin, bir defada gerçek veya tüzel yerli ya da yabancılara "pazarlık" yoluyla satılmasıdır;


Türkiye'de uygulanmak istenin yöntem budur. Sümerbank Holding bu yöntemle özelleştirilmek istenmektedir. Türkiye'nin en büyük KİT'lerinden biri olan Sümerbank Holding'in bünyesinde:

• 32 Fabrika
• 36 Bağlı Ortaklık
• 144 Satış Mağazası
• 17 Bölgesel Yönetim Ünitesi
• 47 Şubeli Banka
• 2 100 000 metrekare kullanılmayan arsa bulunmaktadır. 

Böylesine büyük bir kuruluşu Türkiye'de alacak bir özel sektör kuruluşu bulunmadığına göre, asıl amacın Sümerbank Holding'i yabancılara satmak olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Oysa, Sümerbank'ın yabancılara satılması, 3 Haziran 1933 tarih ve 2262 sayılı Sümerbank yasasının 11. maddesine aykırıdır. Bu maddede aynen şöyle denilmektedir:
"... hisse senetlerinin kısmen veya tamamen Türk kişi ve kuruluşlarına satılması uygundur."
Yani, yabancı kişi ve kuruluşlarına satılması uygun değildir.

Sümerbank Holding; 35620 çalışanı, 525 milyon dolarlık net satışları(1992 yılı), pamuk ipliğinde yüzde 9, pamuklu tekstil ürünlerinde yüzde 16,6, yün ipliğinde yüzde 9, yünlü tekstil ürünlerinde yüzde 8,4, el dokuması halılarda yüzde 1,8, ayakkabı üretiminde yüzde 5,7'lik Pazar payı ile Türkiye ekonomisinde çok önemli bir KİT'tir.

Sümerbank'ı, özelleştirmek isteyenler çok dikkatli olmaz zorundadırlar. Yabancılara satmayı planlayanlar ise en az ikikez düşünmek zorundadırlar.

4) Çalışanlara Satış Yöntemi

Bu yöntemle özelleştirme kapsamına alınan kuruluşlar, öncelikle çalışanlarına devredilmekte veya yönetim kontrolü onlara verilmektedir. İngiltere, Fransa ve İtalya'da bu yöntem tercih edilmektedir.

Özellikle İngiltere'de özelleştirilen kuruluşlarda çalışanların yüzde 90'ı çalıştıkları şirketlere ortak olmuşlardır. Çünkü İngiltere'de hükümet, çalışanlara özelleştirilen şirketlerin hisse senetlerini satın almada destek vermiş ve onları teşvik etmiştir.

Çalışanlar, çalıştıkları şirketlere gerek kendi öz kaynaklarını kullanarak veya borç alarak ortak olabilirler. Ancak, gelişme yolunda olan ülkelerde kişisel tasarruflar düşük olduğu için bu yöntem pek başarılı bir şekilde işlememektedir. Türkiye'de yapılmak istenen özelleştirmelerde bu yöntem düşünülmemektedir. Çalıştıkları şirketlerin özelleştirilmesi sırasında, mülk sahipliğine ve yönetim kontrolüne talip olanlar Kamu Ortaklığı İdaresi'nin (KOİ) engellemeleriyle karşılaşmışlardır.

5) Kiralama (Leasing) Yöntemi

Bu yöntemde, özelleştirilmek istenilen kamu kuruluşu, özel veya tüzel kişilere belirli bir süre için kiralanmaktadır.

Bu yöntem en çok, Afrika (Orta Sahra) ülkelerinde uygulanmaktadır.

6) İşletme Hakkı Devri Yöntemi

Bu tip özelleştirmede, kamu kuruluşunun mülkiyeti yine devlette kalmakta, sadece kuruluşun işletme hakkı özel veya tüzel kişilere belirli bir süre için devredilmektedir.

Bu yöntem de en çok Afrika (Orta Sahra) ülkeleri tarafından tercih edilmiştir.

Soru: Birçok ülkede yapılan özelleştirmelerde, uygulamanın başarılı olmasını sağlamak için hangi koşullara uyulmuştur?

Cevap: 1980 yılından bu yana, 2000'i gelişme yolundaki ülkelerde olmak üzere 6 800 özelleştirme programı uygulamaya konulmuştur.

Dünya Bankası, bu programların büyük bir kısmını desteklemiş ve kaynak aktarmıştır. Ayrıca: UNDP, AID, ABD Inter-American Depelopment Bank, EBRD, OECD gibi uluslararası kuruluşlar da özelleştirme programlarına çeşitli ölçülerde destek vermişlerdir. Özelleştirmenin başarılı olabilmesi için şu temel koşullara uyulması gerekliliği vurgulanmıştır:

* Özelleştirmede başarıya ulaşmak için, kamuoyu mutlaka aydınlatılmalı ve desteği sağlanmalıdır. Oysa Türkiye'de hükümet, kamuoyunu aydınlatmaya hiç gerek duymamıştır, destek sağlamak yerine ise, tek yönlü propaganda ile beyin yıkama yöntemini uygulamış, Türk halkına özelleştirmeyi zorla dayatmış ve halkın baş eğip kabullenmesini istemiştir.
* Özelleştirme, genel ekonomi politikasının bir parçası olmalıdır. Ondan ayrı düşünülmemelidir. Dolayısıyla özelleştirme, ekonomideki "yeniden yapılanma" içinde, ekonomi, maliye ve bütçe politikalarıyla birlikte ele alınmalıdır.
* Özelleştirme, kapsamlı bir "istikrar programı”nın parçası olmalı, toplumsal uzlaşma sağlanmalıdır. Politik iradenin debundan kararlı olması gereklidir. Oysa Türkiye'de hükümet, böyle bir programla ortaya çıkmamıştır. Toplumsal uzlaşma sağlanmamış, bunun gerekliliğine bile inanılmamıştır.
• Özelleştirmede, toplumdaki ilgili bütün çevrelerin gönüllü katılımı ile anlayış ortaklığı başarı için şarttır. Oysa Türkiye'de, hükümet böyle bir katılımı hiç gerekli görmemiştir. Hükümet, ilgili bütün çevrelere, tüm Türk halkına, özelleştirmeyi tek yönlü propaganda ile zorla dayatma yöntemini yeğlemiştir.


Başbakan Tansu Çiller "Ya olacak ya olacak" diye dayatırken, Devlet Bakanı Necmettin Cevheri "Kellemiz gitse de özelleştirme yapılacak" diyerek dayatmayı tehdit boyutlarına çıkarmış ve Kamu Ortaklığı İdaresi (KOİ) Başkanı Tezcan Yaramancı "Anayasa Mahkemesi kararlan bizi bağlamaz" diyerek, özel-leştirmeyi kanunları çiğneme pahasına yapmaya kararlı olduklarını açıklamaktan sakınmamıştır.

Tezcan Yaramancı

• Özelleştirmeye karşı çıkanlar, toplumsal anlaşmanın sağlanması açısından mutlaka ikna edilmelidir. Bu bakımdan halka, özelleştirmenin gerekliliği açıklıkla anlatılmalıdır.

Oysa Türkiye'de, özelleştirmeye karşı çıkanlar en ağır şekilde itham edilmişler, suçlanmışlar ve tehdit edilmişlerdir. İşte bazı örnekler: Bir iktisat profesörümüz, Asaf Savaş Akat, bir gazetede yazdığı yazıda şöyle diyordu:


"... özelleştirmeye karşı çıkanlar aslında Türkiye'nin demokratikleşmesini engellemeye çalışmaktadırlar."
İzmir Anakent Belediye Başkanı Dr. Burhan Özfatura, yine bir gazetede şunları söylüyordu:


"KİT'ler bir hırsızlık yuvasıdır. Özelleştirmeye karşı çıkmak, hırsızlık ve sömürü düzeninin devamını istemektir. Özelleştirmeyi ne pahasına olursa olsun gerçekleştirelim."
Türkiye'nin en büyük iki işvereninden biri olan Sakıp Sabancı, İstanbul Sanayi Odası'nda yapılan ve TV'den de yayımlanan konuşmasında, masayı yumruklaşarak hiddetli bir şekilde şöyle konuşuyordu:


"KİT'ler canavardır, özelleştirmeye karşı çıkan da vatan hainidir."
Açıkça görüldüğü gibi Türkiye'de özelleştirmeyi isteyenler, karşı çıkanlara bir uzlaşma platformu yaratma yerine, tehdit vesindirme yöntemlerini benimseyip uygulamışlardır.

• Özelleştirme sonucunda işsizlik sorunuyla karşılaşmamak için gerekli tedbirler alınmalı, işsizlik sigortası çıkarılmalı, işsiz kalanların yeni işlere yerleştirilebilmesi için eğitim çalışmaları na ağırlık verilmelidir.

Oysa Türkiye'de, hükümet bu önlemlerin hiçbirini almamıştır.

• Kamu tekelleri özelleştirilirken, özel sektör tekellerine sebep olunmamalı, mümkün olduğu ölçüde tekelleşmeden kaçınılmalıdır.

Oysa Türkiye'de, hükümet böyle bir önlem almayı düşünmemiştir.

• Özelleştirme gelirleri borç ödemek için kullanılmalı, gelir ler yeni teknoloji ithali ve yeni yatırımların finansmanına ayrıl malıdır.

Oysa, dönemin Başbakanı Tansu Çiller, özelleştirmeden elde edilecek paraların borç ödemesinde kullanılacağını açıkça söylemiştir.

• Bütün özelleştirmelerde işlemler net ve açık olmalı, kamu oyunda devlet mallarının ucuz bir şekilde belli kesimlere satıldığı yolunda kuşkulara sebebiyet verilmemelidir.

Oysa Türkiye'de kamuoyunda, devlet mallarının yerli ve yabancılara haraç mezat peşkeş çekileceği görüşü çok yaygındır.

Hükümet üyelerinin ve hükümete yakın çevrelerin KİT'leri gerekirse bedava elden çıkarmaya hazır olduğu yolundaki beyanatları kamuoyunun bu konuda duyduğu kuşkuları daha da kuvvetlendirmektedir.

Soru: Türkiye'de özelleştirme uygulamalarının akıl hocalığını kimler yapıyor? Bu işten nasıl bir çıkar sağlıyorlar?

Cevap: Özelleştirme uygulamalarının akıl hocalığını, yabancı danışmanlar yapıyor. Bu yabancı danışman firmalar, özelleştirmenin sözde daha sağlıklı bir zeminde yürütülebilmesine yönelik olarak hukuk, maliye, finansman, pazarlama ve yönetim alanlarında hizmet veriyorlar

Çoğunluğu Amerikan ve İngiliz firmaları olan bu danışmanlık kuruluşlarının bazıları şunlar:

Morgan Guaranty, Chase Manhattan, WRA, Arnold & Porter, T.Chase Inv., Solomon Bros., Price Waterhouse, Mc Kinsey Company. Özelleştirmede danışmanlık yapan bu yabancı kuruluşlara Türkiye, yalnız Aralık 1994 - Haziran 1995 tarihleri arasında yaklaşık 3 milyon dolar ödedi.

Soru: Türkiye'de özelleştirme hangi yöntemlerle halkımıza kabul ettirilmeye uğraşılmaktadır? Bu yöntemler, diğer ülkelerde uygulanan yöntemlere benzemekte midir?

Cevap: 1980'li yılların başında İngiltere'de başlayıp önce Batı Avrupa ülkelerine ve daha sonra tüm dünyaya yayılan özelleştirmede, her ülkede, özelleştirmenin yandaşları olduğu gibi karşıtları da ortaya çıkmıştır.

Özelleştirme yapan İngiltere ve Batı Avrupa ülkelerinde, özelleştirmenin uygulayıcıları, toplumda ilgili bütün çevreleringönüllü katılımı ile anlayış ortaklığını başarının ilk koşulu olarak görmüş ve bu amaçla çok yaygın ve sürekli reklam kampan- yaları yürütmüşlerdir.

Özelleştirmeye karşı olanlar ise; belgelerle, kanıtlarla, araştırmalarla, sağlam rakamlara dayanan istatistiklerle, özelleştirmenin ülkeleri için yararlı olmayacağını sergilemeye çalışmışlardır. Türkiye'de ise özelleştirme; dayanıksız suçlamalarla, gözdağı veren dayatmalarla, kurusıkı tehditlerle, kanunları hiçe sayan küstahça davranışlarla, palavralarla ve yalanlarla halkımıza kabul ettirilmeye çalışılmıştır.

İşte size birkaç örnek:

Suçlamalar:

Sabah Gazetesi'nde, "Özelleştirme, popülizm ve demokrasi" başlıklı yazısında, İktisat Profesörü Asaf Savaş Akat, özelleştirmeye karşı çıkacakları, daha ilk adımda şöyle suçluyordu:
"..Özelleştirmeye karşı çıkanların aslında Türkiye'nin demokratikleşmesini engellemeye çalıştıkları sonucu ortaya çıkıyor."
Yani, şunu söylüyordu: Demokrat olmak demek özelleştirmeden yana olmak demektir. Özelleştirmeye karşı olanlar demokrat değildir!

Bu profesörün suçlamasına göre, "Demokrasinin Beşiği" olarak bilinen İngiltere'de, Başbakan Clement Attlee (1945- 1951), Başbakan Harold Wilson (1964-1969), Başbakan James Callaghan'da (1974-1979) demokrat değillerdi, çünkü bu başbakanların hepsi, iktidar dönemlerinde, özelleştirmenin tam karşıtı olan "devletleştirme"yi uygulamışlardır.

Bugünün İngiliz İşçi Partisi'nde, Önemli bir grup da özelleştirmeye karşı mücadele veriyorlar. İlk yapılacak genel seçimde iktidara gelmelerine kesin gözüyle bakılan İngiliz İşçi Partisi'nin çok sayıda milletvekili ve taraftarları da demek ki demokrat değil!

İzmir Anakent Belediye Başkanı Dr. Burhan Özfatura ise, özelleştirmeye karşı çıkacaklara yapıştırdığı suçlamayı daha da ileri götürüyor:
"KİT'ler bir hırsızlık yuvasıdır. Özelleştirmeye karşı çıkmak, hırsızlık ve sömürü düzeninin devamını istemektir."
Eğer Prof Asaf Savaş Akat ve Dr. Burhan Özfatura, yukarıdaki sözlerini İngiltere veya herhangi bir Avrupa ülkesinde söylemiş olsalardı, özelleştirmeden yana olanlardan dahi asla saygıgörmezlerdi!

Dayatmalar:


DYP-SHP koalisyon hükümetinin Başbakan Tansu Çiller, özelleştirmeyi nasıl uygulayacaklarım kısaca şöyle ilan ediyordu:

"Ya olacak, ya olacak!"

Çiller, bu tavrıyla İngiltere Başbakanı "Demir Lady" Margaret Thatcher'e özendiğini gösteriyordu. Özelleştirme yoluyla işçi sendikalarının da yıkmayı kafasına koymuş olan Thatcher, ülkenin en güçlü sendikası Maden İşçileri Sendikası'nın Genel Başkanı Arthur Scargil'i devletin resmi açık ve gizli kurumlarına şöyle hedef göstermişti:

"İçimizdeki düşman!”

Çiller'in sağ kolu Necmettin Cevheri ise şöyle efeleniyordu:

"Kellemiz gitse de özelleştirme yapılacak!"

Kendisini bir Osmanlı Sadrazamı, Türk halkını da Osmanlı'nın boyunduruğundaki sömürge halkı sanan bu kişinin, Batı Avrupa ülkelerinden birinde devlet bakanı olabileceğini düşünebiliyor musunuz?

Tehditler:


Türkiye'nin en büyük iki işvereninden biri olan Sakıp Sabancı, İstanbul Sanayi Odası'nda yapılan ve televizyondan da yayınlanan konuşmasında, masayı yumruklayarak şöyle haykırıyordu:

"KİT'ler canavardır, özelleştirmeye karşı çıkan da vatan hainidir! "

Sabancı'nın bu sözlerini Avrupa dillerine çevirip, İngiltere ve Batı Avrupa ülkelerindeki yalnız İşçi Sendika Başkanlarına değil, İşverenler Sendikası Başkanlarına da fakslayalım, görün bakın nasıl tepkiler geliyor

Yukarıdaki sözleri bir Avrupalı işadamı söylemiş olsaydı, uzun süre evinden dışarı çıkamazdı!

Kanunsuzluklar:


Ekim 1994'te, özelleştirme işlerini yürütmek üzere kurulmuş Kamu Ortaklığı İdaresi'nin (KOİ) Başkanı Tezcan Yaramancı, Anayasa Mahkemesi'nin oybirliği ile verdiği iptal kararını hiçe sayarak, Ereğli Demir-Çelik fabrikalarının hisselerinin yüzde 51.66'sını, "Kaça satarsanız satın, kabul ediyoruz" kaydıyla bir İngiliz firmasına devrediyordu. Bu kanundışı satışı gerçekleştirmek üzere, hisse senetleri çantasında, İngiltere'ye uçmadan önce havaalanında gazetecilere konuşan Tezcan Yaramancı: "Anayasa Mahkemesi kararları bizi bağlamaz!" diyerek, açıktan meydan okuyordu. Özelleştirmenin öncülüğünü yapmış İngiltere'de böylesine bir kanunsuzluğun olması elbette mümkün değildi. Ancak, aynı İngiltere, 20 Nisan 1996 tarihinde, İstanbul'da, büyük bir törenle, Tezcan Yaramancı'ya İngiltere'nin en önemli unvanlarından birini, "Britanya İmparatorluğu'nun Şeref Kumandanı" unvanını veriyor, madalya takıyordu. 

Değişmez kuraldır:

Efendiler, kendilerine kayıtsız şartsız hizmet eden uşaklarını her zaman ödüllendirirler.


Antalya'da 30 arkadaşımla beraber, hem Antalya'nın yerel gazetelerinde, hem de Cumhuriyet gazetesinde bir suç duyuru ilam veriyor ve Anayasa Mahkemesi kararlarını çiğneyerek, Türk halkının malını bir yabancı kuruluya "kayıtsız şartsız" devreden Tezcan Yaramancı hakkında TC. savcılarına açık suç duyurusunda bulunuyorduk.

Biz, TC. savcılarının harekete geçmesini beklerken, İngilizler Yaramancı'nin göğsüne hizmet madalyasını takmışlardı bile!

Palavralar:

Özelleştirmenin savunuculuğunu yapan medyadaki birçok köşe yazarı; hiçbir bilgiye, araştırmaya, kanıta dayanmayan palavralarla halkımızın beynini tek yönlü yıkamaya çalışmaktadırlar. Bunlardan biri, Sabah Gazetesi'nin köşe yazarı Zeynep Göğüş. 9 Haziran 1996 tarihli yazısında, evinde özelleştirmeyle ilgili "üç raf kitap" bulunduğu martavalıyla önce "hava basıyor" arkasından da, "işkembe-i Kübra"dan atıp tutuyordu.


Özelleştirmeyi, halkımıza "her derde deva"ymış gibi göstermeye çalışıyor, kendisine, yabancı kaynaklardan şunları aktardığımızda ise "sesini" çıkaramıyordu:

"Özelleştirme ile büyük çapta kaynaklar, fakirden zenginlere doğru akmıştır. Dolayısıyla bu ilişkiye, rahatlıkla, Yeni-Sömürgeleşme diyebiliriz" (Social Welfare in Third World Develop- ment, Howard Jones, Macmillan, London, 1996).

"Özelleştirme denilen soygunun sonunda, Güney Amerika ülkelerinin, Afrika ülkelerinin, Asya ülkelerinin en değerli kaynakları Batı ülkelerinin eline geçmiştir." (The Lessons of Expe- rience, World Bank, Washington, April 1992.)

İngiltere'de 1980 Ti yılların başında, İngilizleri özelleştirmeye ısındırmak ve özelleştirilen kuruluşların hisselerinden almaya devam etmek için, büyük bir kampanya yürütülüyor ve hem gazetelerde hem de TV'lerde; "Söyleyin Sid'e, sevimli kapitalizm geliyor", "Söyleyin Sid'e o da artık zengin olacak" sloganları durmadan tekrarlanıyordu.

Oysa, bugün İngiltere'de, gazete başlıkları halka şöyle sesleniyor:

"Söyleyin Sid'e, oyuldu!

"İngiltere'de yapılacak ilk genel seçimlerde, özelleştirmenin öncüsü Muhafazakâr Parti, halkın oylarıyla, büyük farkla, iktidarı sosyal demokrat İşçi Partisi'ne bırakmak zorunda kalacak.” (The Independent, 14 Mayıs 1996)

Özelleştirmenin medyadaki bir diğer savunucusu Ahmet Altan (şu rastlantıya bakın, aynı zamanda 2. Cumhuriyetçi ve antiKemalist!), 13 Haziran 1996 tarihli Yeni Yüzyıl gazetesindeki köşesinde, hiçbir araştırmaya dayanmayan bir palavra sıkıyordu:


"Bütün eski doğu bloku ülkeleri özelleştirmeyi süratle götürürken biz özelleştirmeyi savsakladığımız o an, devletin yapısını değiştirmekte geç kalıp, yenik duruma düştük."
Kendisine, özelleştirme konusunu enine boyuna ve derinlemesine incelemiş, yansız bazı Avrupalı uzmanların aşağıdaki görüşlerini ilettiğimizde ise "tıs" çıkaramıyordu:

"Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşların veya egemen sınıfların hizmetindeki ulusal hükümetlerin empoze ettiği özelleştirme sonunda, çok büyük servetler hiçbir siyasi sorumluluğu bulunmayan, ne olduğu belirsiz kişi ve kuruluşların ellerinde toplanmaktadır."

"Bu durum bugün ortaya şöyle bir gerçek tehlike çıkarmaktadır. Büyük servetleri ellerine geçiren bu uluslarüstü kuruluşlar, sosyal ve ekonomik oluşumların en kritik aşamasında öylesine siyasi sorumsuzluk göstereceklerdir ki, sonunda çok şiddetli bir ayaklanma ile kendilerine geleceklerdir." (in the Public Interest?, Brendan Martin, Zed Books, London, 1993.)

"Yeni Sağ'ın iddialarının tam tersine, dünya ekonomisinde görülen bunalımların nedeni, devlet yönetimi ve kamu sektörlerinden doğan problemlerden çok, sistemin kendi yapısal problemleriydi. Özelleştirme, özel kapitalin isteklerini karşılamak için ortaya çıktı, halka hizmet için değil."

"Bugün açıkça görülmektedir ki, özelleştirme sonucunda ulusal devletler, halklarının çıkarlarını koruyabilme gücünü yitirmişler ve halkların hakları gasp edilmiştir.''

"Finans çevreleriyle Dünya Bankası ve IMF gibi devletler üstü kurumların oluşturduğu ortakların eline geçen güç, giderek uzaktan kumandalı ve daha az sorumlulukla kullanılmaya başlanmıştır. Sonuçta, çoğulcu politik sistemlerle ve demokrasilerde aranan 'halka karşı sorumluluk' ilkesi böylece ortadan kalkmış oldu." (Privatisation ant Public Sector Reform, Bren- dan Martin, London, 1993).

Özelleştirmenin savunucusu Ahmet Atlan, aynı yazının bir diğer bölümünde ise başka bir çam deviriyordu:
"Özelleştirmeyi yapamadığımız için elimizdeki parayı çar çurettik, adalete, sağlığa, eğitime, savunmaya harcamamız gereken paralan yanlış yerlere harcayıp, ülkenin kanatlarını kestik."

Oysa özelleştirme olayını nesnel olarak inceleyen, bu konuda bildiriler, raporlar ve kitaplar yazan bazı Avrupalı uzmanlar ise bu iddianın tam tersine, Üçüncü Dünya ülkelerinde uygulatılan özelleştirme sonucu paraların, sağlık ve öğretim dışı yerlere aktığını söylüyordu:

"Dünya Bankası, özelleştirme programlarını özellikle Üçüncü Dünya ülkelerine dayatıyordu. Bu özelleştirme programları, halkın sağlık ve eğitim hizmetleri için yapılan kamu harcamalarını azaltıp çoğunluğu yabancıların elindeki ithalat firmalarının desteklenmesine ve dış borç ödemelere yönlenmeyi öngörmekteydi. Dünya Bankası ve IMF, özelleştirmenin acı ilacını kalkınmamış ve kalkınmakta olan ülke halklarına yuttururken, tatlı sözler de veriyorlardı:

"Özelleştirme sonunda daha büyük bir servet yaratılmış olacak ve işini kaybetmekte olan fakir halk yığınlarının gelirlerine de bu servetten azar azar damlayacak, kamu hizmetleri yavaş yavaş düzeltecekti."

"Gerçekte ise olan şuydu: Büyük çapta kaynaklar fakirlerden zenginlere doğru akmıştı. Dolayısıyla bu oluşum, 'Yeni Sömürgeleşme olayıydı' (Social Welfare in Third World Development, Howard Jones, Macmillan, London,1996)

Yalanlar:


Avrupa ülkelerinin hiçbirinde, hiçbir gazetenin hiçbir köye yazarı, hiçbir konuda, hiçbir nedenle, "rakamları değiştirerek” yalan haber yazamaz, yazmaz. 5 Temmuz 1996 tarihli Sabah Gazetesi'nde, köşe yazarı Mehmet Barlas, özelleştirme ile ilgili şunları yazıyordu:

"Bundan 56 yıl önce komünist olan Rusya ile Doğu Avrupa ülkeleri, Özelleştirme reformunu yaptılar. Devleti küçülttüler. Şimdi hem büyüyorlar, hem de enflasyon hızları, genellikle yüzde 10'un altında."
Mehmet Barlas, hiç sıkılmadan, resmen yalan yazıyordu! Rusya ve Doğu Avrupa ülkelerinin enflasyon oranlarına hep birlikte bakalım:


Yukarıdaki rakamlar yüzde 10'un altında mı? Yine Mehmet Barlas'a göre, Rusya, özelleştirme reformundan sonra, büyümekteymiş de! İşte bazı gerçeklerin satırbaşları:

• Rusya'da, 1995 yılında, sanayi üretimi, inşaat sektörü, tarım, hayvancılık ve ulaşım gibi tüm ana sektörlerdeki üretim, bir yıl öncesine göre azaldı.
• Rusya'da, 1994x5 yılında, Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) 1994 yılına göre yüzde 4 azaldı.
• 1994 yılında GSMH bir öncekine göre yüzde 12.4 azaldı.
• 1990-1995 yıllarına ait veriler, 1995 yılındaki GSMH'nin 1990 yılına kıyasla yüzde 38 azaldığını göstermektedir.
• Resmi verilere göre, tarım sektöründeki üretim 1995 yılında reel olarak yüzde 8 azalmıştır.
• Rusya'daki işsizlik 1995 yılı boyunca artış göstererek Ocak ayında 1 milyon 963 bin iken Aralık ayında 2 milyon 549 bine yükselmiştir.

Rusya'da gerçek anlamda iş arayan kişilerin 6 milyon civarında olduğu ve bunun çalışabilir işgücünün yüzde 8.2'sine eşdeğer olduğu ifade edilmektedir. Yani, kısacası, Rusya ekonomisi "özelleştirme reformu"ndan sonra büyümemiş tam tersine küçülmüştür ve küçülme devam etmektedir. (Kaynak: 1 Temmuz 1996 tarihli Dünya gazetesi; Doç. Dr. Mustafa Z. Sunu'nun Rusya Devlet İstatistik Kurumu "Goskomstat"m verilerine dayanarak yaptığı araştırma.)

Şimdi bir durup düşünelim:

Suçlamalarla, dayatmalarla, tehditlerle, kanunsuzluklarla, palavralarla ve düpedüz yalanlarla halkımıza kabul ettirilmeye çalışılan özelleştirmenin ülkemiz için yararlı olabileceğine inanmak mümkün mü?

Özelleştirme, genelde, hızla küreselleşen pazardaki uluslar üstü kuruluşların ihtiyaçlarını karşılamak üzere tasarlanmış bir soygun planıdır. Bu soygunun sonunda; Güney Amerika ve Asya ülkelerinin en değerli kaynakları Batı ülkelerinin eline geçmistir. Büyük çapta kaynak kaybına uğrayan bu fakir ülkeler, Batı'nın sömürgeleri durumuna düşmüşlerdir.

Soru: Türkiye'de özelleştirmeye karşı olanlar aynı zamanda özel sektöre de mi karşıdırlar?

Cevap: Türkiye'de özelleştirmeye karşı olanlar, yani devlet-çiliği savunanlar özel sektörün varlığına karşı değiller.

Özel sektörün hiç olmadığı devletçilik, geçmişte, dağılan Sovyetler Birliği'nde Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinde görülmüştü. Bu ülkeler, sosyalist ülkelerdi ve tüm üretim araçları yalnız devletin malıydı.

Oysa, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, ta başlangıcından beri, özel sektöre hiç yer vermeyen, yalnız devletçiliği benimseyen bir süreç asla yaşanmamıştır. Türkiye'de, Cumhuriyet'in ilk gününden beri, "karma ekonomi" benimsenip uygulanmıştır. Karma ekonomi, hem devlet sektörünün hem de özel sektörün aynı anda var olması demektir.

Bugün Türkiye'de özelleştirmeye karşı olanlar, ""karma ekonomi"den yanadırlar. Yani, devlet sektörünün yanında özel sektörün de olmasına karşı değildirler. Karşı oldukları şey, devlet malının, yani halkın malının, özelleştirme adı altında yağma edilmesidir.

Oysa, özelleştirmeden yana olanlar ise, Türkiye'de özel sektörün yanında devlet sektörünün olmasını istemiyorlar! Bu kişiler, "devlet küçülsün, hatta yok olsun!" diyorlar.

Türkiye'de ihracat yolsuzluklarında başrolü oynamış, açılan davalardan zaman aşımı nedeniyle yakayı kurtarmış Yeni Parti Genel Başkanı sağcı Yusuf Bozkurt Özal bile, Türkiye'de uygulanmaya çalışılan özelleştirmeye şu sözlerle karşı çıkıyordu:


"Türkiye'de çok sayıda spekülatör var. Eğer özelleştirme iyi düşünülüp yapılmazsa yağmaya dönüşür. Yolsuzlukları kaldırmak için yapılan özelleştirme büyük yolsuzluklara sebep olur. PTT'nin T'si en son satılacak şeydir. Çünkü monopoldür, özel rekabeti yoktur. Önce özel sektörde rekabeti olanlar satılmalı."

Soru: Çeşitli medya kuruluşlarında, adının önünde "Doktor" ve "Profesör" unvanı bulunan bazı kişiler, demokrasinin kaçınılmaz bir koşulunun özelleştirme olduğunu savunuyorlar. Özelleştirmenin, demokrasi getirmeyeceğini söyleyen Türk bilim adamları var mı?

Cevap: Evet, var. İşte bunlardan ikisinin görüşleri:

Prof. Dr. İzzettin Önder diyor ki:


"Özelleştirmenin, demokrasinin yerleşmesi ve sağlıklı işlemesi açısından olumlu ve önemli katkıları olacağı yolundaki iddialar bir aldatmacadır.
''Özelleştirmenin doğrudan sonuçları olan ekonominin monopolleşmesi, sendikaların çökmesi, bölgesel dengesizliklerin artması demokrasiyi yıpratan mekanizmalardır. Buna karşılık bölgesel dengesizliklerin hafifletilmesi, sendikaların artması, sosyal hakların genişlemesi, örgütlenme, monopollerin yıkılması demokrasiyi artıran mekanizmalardır. Bu bağlamda özelleştirmeye baktığımızda, özelleştirmenin sonucunda işsizlik ve fakirlik artmaktadır. Bunun sonucunda da baskı yöntemleri ve polisiye önlemler gelmektedir."

Doç. Dr. Öztin Akgüç diyor ki:


"Bir kavram kargaşası veya yutturmacası da liberal ekonomi olmadan, devleti küçültmeden, devletin ekonomideki ağırlığı azaltılmadan, demokrasinin, siyasal liberalizmin gerçekleşmeyeceği savıdır. Siyasal rejimin karakterini, siyasal gücün, egemenliğin kimin elinde olduğu belirler. Bu nedenle ekonomik açıdan li-beral olan bir devlet, siyasal açıdan otoriter bir devlet olabilir.
Faşizm veya örtülü faşistlik dünyada sıkça gözlendiği gibi ekonomik liberalizmle bağdaşabilir. Serbest Pazar ekonomisi diye yaftalanan ekonomilerde, ekonomik güç, belirle ellerde toplandığından buralarda gerçek bir demokrasinin olmaması da doğaldır.

Ekonomik gücün belirli ellerde toplanması, sonuçta şekli demokrasi, örtülü bir faşizm getirmektedir."

Soru: Türk toplumunun özelleştirme hakkındaki görüşlerini saptayan kamu araştırmaları yapılmış mıdır? Bu araştırmaların sonuçları ne olmuştur?

Cevap: ANAP, özelleştirmenin ateşli bir savunucusu sağ bir partidir. Başkanlığı ANAP Milletvekili Bülent Akarcalı'nın yaptığı, ANAP'lılar tarafından yönetilen Türk Demokrasi Vakfı, Amerika'da kurulu uluslararası Özel Teşebbüs Merkezi ile işbirliği yaparak "Türkiye'de Özelleştirme" konulu bir araştırma yaptı.


İşte Türk halkının bakışını belirleyen bu araştırmanın sonuçları:

Ekonomide devletçiyiz diyenler: Yüzde 8 Sosyal adaletçi karma ekonomiye inananlar: yüzde 57,7 KİT'lerin görevi bitmedi diyenler: yüzde 57.5 Özelleştirme öncesi yenileme, onarım isteyenler: yüzde 69.4. Çok açık görünmüyor mu?

Büyük bir çoğunluk (yüzde 57,7) sosyal adalet anlayışına dayalı bir karma ekonomiden yana. Halkımızın ezici bir çoğunluğu (yüzde 69.4) KİT'lerin özelleştirilmeden önce yenilenmesini, onarımını istiyor ve tüm beyin yıkamalara rağmen, halkımızın büyük çoğunluğu (yüzde 57.5) "KİT'lerin görevi bitmedi, KİT'lerin satışına hayır!" diyor. Sağcıların yaptırdığı anketlerde bile, halkımızın ezici bir çoğunluğunun KİT'lerin satışına karşı olduğu gerçeği gizlenemiyor.

Soru: Özelleştirmede, Türkiye gibi kalkınmakta olan ülkelere örnek olarak gösterilen Avrupa Birliği ülkelerinde, devlet kuruluşlarına yardım ve yatırım yapılıyor mu?

Cevap: Avrupa Birliği'nde 15 Avrupa ülkesi yer almakta. Bu ülkeler, ekonomilerde önemli yer tutan devlet kuruluşlarına yardım etme konusunda ısrarlı bir tutum sergiliyorlar.

İşte bazı örnekler:

Fransa Hükümeti, ulusal havayolları Air France'ye (Fransız Havayolları) 20 milyar franklık yardımda bulundu. Bu durum, Avrupa Komisyonu tarafından onaylandı. Yine Fransa hükümeti, bir kamu kuruluşu olan bilgisayar üreticisi Bull Group'a 11.1 milyar frank yardımda bulundu ve bu devlet yardımı da Avrupa Birliği tarafından kabul edildi.

Avrupa Birliği ülkeleri, her yıl imalat, ulaşım, tarım ve madencilik gibi sektörlerdeki kamu kuruluşlarına toplam 775 milyar dolar yardım yapıyor.

İtalya'da ise 1988-1990 arasında imalat sanayindeki kamu kuruluşlarına yaptığı yardım yaklaşık 40 milyar dolar.

Almanya'da kamu kuruluşlarına yapılan yardımlar toplam üretimin yüzde 2.4'lük bir kısmını oluşturuyor.

Türkiye'de her şeyin özelleştirilmesi istenilip, "devlet küçül-sün, hatta yok olsun" sloganları atılırken, Avrupa Birliği'nde devlet yardımlarının azaltılması bile sadece bir temenniden ibaret kalıyor.

Soru: Türkiye'de özelleştirmeyi savunanlar, söylemlerini duyururken nasıl bir dil kullanıyorlar? Bu söylemler doğru çıktı mı?

Cevap: Türkiye'de özelleştirmeyi savunanlar, söylemlerini duyururken Türk halkının anlayamayacağı bir dil kullanıyorlar. Tam Türkçe konuşmuyorlar.

İşte bazı örnekler:

• Pektim Genel Müdürü Mehmet Yılmaz, 6 Haziran 1996 tarihli Dünya Gazetesi'nde şöyle bir açıklamada bulunuyordu:


"Özelleştirmede uygun konjonktürü kaçırmayalım." Konjonktür, Türkçe bir sözcük değil. Bu "konjonktür" dediği şey, kaçırdığımız zaman zorda kalacağımız bir tür taşıt aracı mı? Mehmet Yılmaz Türkçe konuşmuyor. Halkımız anlamasın diye!

• Özelleştirme İdaresi Başkanı Uğur Bayar'ın 19 Haziran1996 tarihli Dünya Gazetesi'ndeki açıklaması ise şöyle:


"Özelleştirme için konsensüs şart." Konsensüs her ne kadarsonu "süs"lü bitiyorsa da, Türkçe bir sözcük değil.

Özelleştirme için şart olduğu öne sürülen bu konsensüs acaba ne demek? Yoksa, halkın malını harç mezat satmadan önce bir de allayıp pullamamız yani süslememiz mi gerekiyor?

Şaka bir yana. Uğur Bayar, Türkçe konuşmuyor. Halkın malını yağmalayanlar hiç olmazsa halkın diliyle konuşsalar!

• Amerika'da New York Üniversite'sinde yüksek lisans yapmış olan Uğur Bayar'dan bir dizi inci daha:
"Türkiye felsefi bir açıdan yaklaşarak özelleştirme yapmazsa bu sefer force majör olacak, çok daha acılı olacak!"

Özelleştirmeden önce hepimizin feylesoflaşması gerektiğini anladık. Ya, pekiyi, "force majör" ne demek oluyor? Bu sözcükler Türkçe değil.

Uğur Bayar, Türkçe konuşmamakta direniyor.

Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet halk Partisi'nin Genel Başkanı Baykal, halka konuşurken, "..fragman, bumerang" gibi sözcükleri sıralıyor. Halkın partisinin başı halka, halkın diliyle konuşmuyor; yabancı bir paralıyor.

• Özelleştirmenin, küreselleşmenin yeminli yanlısı Mehmet Barlas, Sabah Gazetesi'ndeki köşesinde, bildiği tüm yabancı sözcükleri sıralıyor, "vizyon, misyon, anakronistik..."

Anadili Türkçe olan halkımız bu Amerikanca sözcüklerden bir şey anlamıyor.

Kendisini "aydın" yerine koyan bu kişiler, ülkenin en önemli sorununu dile getirirken neden Türkçe konuşmuyorlar?

Yoksa, Türkçe konuşurlarsa foyalarının açığa çıkacağından mı çekiniyorlar?

• Hızlı özelleştirmenin en önde gelen savunucusu Türkiye Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD), Ocak 1997’de "Türkiye'nin Demokratikleşme Perspektifleri" başlıklı bir rapor hazırlatıp kamuoyuna duyurdu. Raporu hazırlayan, Anayasa Hukuku uzmanı Prof. Bülent Tanör.


Prof. Bülent Tanör, Galatasaray Lisesi mezunu. 1983-1990 yılları arasında Paris, Dijon ve Cenevre üniversitelerinde dersler vermiş.

Şimdi Prof. Bülent Tanör'ün hazırlamış olduğu raporun adına bir daha göz atalım "Türkiye'nin Demokratikleşme Perspektifleri."

Perspektif, Türkçe bir sözlük değil. Aslı İngilizce-Fransızca olan "perspective"in Türkçe yazılmış şekli. Pekiyi, perspektif nedemek? Görünüm, manzara, açı, görüş açısı, bakış açısı demek. Türkçe'de eşdeğer sözcük görünge.

Prof. Bülent Tanör diyor ki: "TÜSİAD'in entelektüel çevreleri, Türkiye'de iktisadi liberalizmin siyasi liberalizmle tamamlanmaması halinde sakat ve eksik kalacağını düşünüyorlar."

Türkiye'nin sorunlarına çözüm üreten TÜSİAD entelleri ve Prof Bülent Tanör, hazırladıkları rapora Türkçe ad veremiyorlar! Halkın sorunlarına çözün önerileri olduğunu savunanlar halkın diliyle konuşmuyorlar! Halk kendi dilini konuşmayanların raporunu ne yapsın? Osmanlı enteli, Arapça ve Farsça ağırlıklı konuşup yazdıkça kendini kitlelerin üzerinde görürdü. Kurtuluş Savaşı'nın başında, "mandacı" enteli Fransızca sözcükler paralayarak halkın çoğunluğundan farklı olduğunu kanıtlamaya çalışırdı.

Şimdiki entel ise, Amerikanca sözcüklerin arkasına gizlenerek aşağılık duygusundan kurtulmaya çabalıyor. Halkın mallarının peşkeş çekilmesine aracılık yapanların aşağılık duygusundan kurtulması olası mı?

Türkiye'de özelleştirmeyi savunanların, söylemlerinin içeriğine gelince:

Bu konuda da iki örnek sunalım:

• Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ziya Öniş,19 Haziran 1996 tarihli Milliyet Gazetesi'nde görüşlerini şöyle açıklıyor:


"Globalleşme, Türkiye gibi az sayıda yarı sanayileşmiş ülkeye büyük fırsatlar sunuyor: İki şekilde: Bu ülkelere yabancı sermayenin büyük çapta akması imkânı doğuyor. Meksika'ya, oldu. Türkiye'de bekleniyor. Tayland ve Malezya'nm son senelerdeki yüksek büyüme oranları bölgesel işbirliği çerçevesinde yabancı sermaye girişimlerine bağlı."

Prof. Dr. Ziya Öniş, Türkiye'ye örnek olarak Meksika'yı, Tayland'ı ve Malezya'yı gösteriyor.

Globalleşmenin, özelleştirmenin bu ülkelerde nasıl sonuçlar ortaya koyduğunu bu kitapta ayrıntılı olarak okuyacaksınız. Burada sadece satırbaşlarına göz atalım:


Meksika: Dünyada dış borcu en çok olan ülkeler arasında 2. durumda. Dış borç, yıllık ulusal geliri yüzde 40'ı oranında. 24 Aralık 1994 ekonomik bunalımı sonucu işsizlik büyük oranda arttı, çok sayıda özsel şirket iflas etti.


Tayland: Dünyada dış borcu en çok olan ülkeler sıralamasında 8. durumda. 60 milyar dolardan fazla dış borcu olan Tayland'da, IMF'in dayatmasıyla büyük çapta orman kıyımı yapılmış, geçmişte taşımacılıkta kullanılan akarsular kurumuştur.

Tayland'da 200 000 çocuk fuhuş yaparak geçimini sağlamaktadır.


Malezya: 25 milyar dolara yakın dış borcu olan Malezya'da hükümet özelleştirmelerde yabancılara hiçbir güçlük çıkarmamıştır. Özelleştirme ile ilgili bilgileri "devlet sırrı" olarak ilanetmiş, devletin mallarını istediği kişilere, dilediği koşullarda, istediği fiyatlarda satmıştır. 1990 yılına varıldığında, Malezya'da halkın yüzde 17'si yani 3,5 milyon insan fakirlik çizgisinin altında yaşamaktaydı.

Şimdi, durup düşünelim: Yüksek öğrenimini İngiltere’de London School of Economics'te, doktorasını Manchester Üniversitesi'nde yapmış olan, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ziya Öniş, neden bula bula bize Meksika'yı, Tayland'ı, Malezya'yı örnek gösteriyor?


• Özelleştirmede Türkiye Cumhuriyeti 'nin bugüne kadar gerçekleştirdiği en büyük siyasi reformdur. Yolsuzlukların engellenmesi için bir önlem niteliğinde olduğu için de özelleştirme siyasal nitelikte bir reformdur... Hiç kimse özelleştirmeden dolayı zarara uğrayacak değildir. Özelleştirme gelirlerinin toplanacağı fonlar önce işçilerin ödentisinde daha sonra işletmelerin iyileştirilmesinde kullanılacaktır. Bu yöntemi kullanan devletler, örneğin eski Sovyetler ve Doğu Avrupa ülkeleri, Latin Amerika ülkeleri, başta Arjantin olmak üzere bizden ileri giderek ekonomilerini son derece verimli bir biçimde iyileştirdiler. Onlardan geç kaldığımız için ne katar üzülsek yeridir. Ama artık yitirecek bir dakikamız kalmadı."

Özelleştirmenin; Rusya'da, Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinde, başta Arjantin olmak üzere Latin Amerika ülkelerinde nasıl ekonomik ve toplumsal yıkımlara neden olduğunu bu kitapta ayrıntılarıyla okuyacak ve Emre Gönensay'ın göz göre göre yalan söylemiş olduğuna tanık olacaksınız.


Emre Gönensay'ın en büyük yalanlarından biri de, özelleştirme gelirlerinin nerede kullanılacağı hakkında söylediği sözlerdir. Yalnız Türkiye'de değil, Üçüncü Dünya Ülkeleri denilen tüm fakir ülkelerde ve eski sosyalist ülkelerde, özelleştirme gelirleri dış borç ve faizlerini ödemede kullanılmıştır.

Türkiye'de Kolej, İngiltere'de üniversite bitirmiş Emre Gönensay neden halkımızı yanıltmak amacıyla yalanlar söyleyip durmuştur?

Bu bölümde adlarını andığımız kişilerin; Mehmet Yılmaz, Uğur Bayar, Prof Dr. Ziya Öniş, Prof. Dr. Bülent Tanör ve Emre Gönensay'ın özelleştirme yanlısı olmanın dışında bir ortak noktalan daha bulunmaktadır: Bu kişiler Türkiye'de yabancı kolejlerde ve dışarıda İngiliz, Amerikan üniversitelerinde okumuşlardır.


Değerli yazar Atilla İlhan, 12 Aralık 1990 tarihli, "Kolejlerin Fiyaskosu" başlıklı yazısının bir yerinde, Mustafa Kemal Atatürk'ün, ulusal kurtuluşun askeri ve idari kadrosunun Osmanlı Sarayı'nın dudak büktüğü sıradan devlet okullarının mezunlarından oluştuğunu vurguladıktan sonra şöyle der:
".. .sebebi çok basit, yabancı kolejleri bitirenler, haşa huzurdan işbirlikçi'ydi: ya Amerikan Mandası nı savunuyorlar ya da ingiliz Dostları derneği üyesi!
(istisnalar kaideyi bozmaz.
Bugün farklı mıdır?"
Turgut Özal döneminin "prenslerini" hatırlayınız ve bu bölümde adı geçen kişilerin söylediklerini bir daha aklınızdan geçiriniz ve öyle cevap veriniz:

Bugün farklı mıdır?

Yabancı kolejleri bitirenler, Amerikan, İngiliz üniversitelerinden mezun olanlar, haşa huzurdan IMF'nin, Dünya Bankası'nın ve Batı'nın diğer büyük finans kuruluşlarının işbirlikçisi oluyorlar!

İstisnalar kaideyi bozmaz!


Soru: Batılı emperyalistlerle işbirliği içinde olan bazı kişilerin, gazetelerdeki yazılarından ve televizyondaki konuşmalarından etkilenerek karamsarlığa düşmeye gerek var mı?

Cevap: Günümüzün emperyalistleri, "Üçüncü Dünya Ülkeleri" denilen fakir ülkeleri sömürgeleştirmek için ortaya yeni kavramlar atmışlar, yeni yöntemler bulmuşlardır: "Yeni Sağ","Yeni Liberalizm", "Yeni Dünya Düzeni", "Küreselleşme" ve"Özelleştirme".

Kalkınmakta olan ülkelerden bir sayılan Türkiye'nin de ekonomik bağımsızlığı, "özelleştirme" yoluyla elinden alınmak istenmektedir. Bazı gazetelerimizdeki köşe yazarları ve televizyon kanallarının bazılarındaki konuşmacı ve yorumcular da, çoğu zaman gerçekleri saptırarak, yalan söyleyerek ve hatta tehditler savurarak halkımızın bağımsızlık tutkusundan vazgeçmesini istemektedirler.

Onların bu tavırlarına bakıp asla karamsarlığa düşemeyiz. Zira Türk Ulusu, yirminci yüzyılın en büyük bağımsızlık savaşını verirken de bu tür kişiler vardı ve yine aynı söylem ve yöntemlerle ulusumuzun bağımsızlık savaşını engellemeye, kırmaya çalışıyorlardı. İşte yakın tarihimizden örnekler:

17 Mart 1920'de İstanbul meclisi'nin basılıp Milli Mücadele'yi (yani Ulusal Savaşı) destekleyenlerin Malta'ya sürülmesine kadar geçen sürede Kuvayi Milliye karşıtı gazetelerin söylemleri giderek şiddetlenmiştir. Aşağıdaki örnekler, alemdar, Peyam, Peyam-ı Sabah, Ferda (Adana) gibi gazetelerden alınmıştır. Bazıları Refik Halit Karay, Refi Cevad Ulunay, Mümtaz Göztepe, Ahmet Emin gibi yazarların imzasını taşımaktadır:
"Halkın yeniden kan dökmeye zorlanmasına karşıyız."
"Bağımsızlığımızı yalnız başımıza sürdüremeyecek bir durumdayız. Amerikan mandası lafıyla zaman kaybettik. İngiliz mandası istemeliydik."
"Bu millet çete ve eşkıya grubu istemiyor... Kemaliler; Cemaliler istemiyor."
"Bu bitik durumdan yalnız başımıza kurtulmamıza imkân yoktur."
"Millet Paşası'nın blöfü... döndürülen dolaylar, hainler, ahlaksızlar, vatansızlar, alçaklar, kabadayılar, eşkıyalar. Önceden tasarlanmış cinayet işliyorlar."
"Ey Dağ Keçisi (Mustafa Kemal), nedir buhalin? Anadolu'nun halim selim halkını ne için azdırdın?.. Ne yersiniz, adam eti mi? Ne içersiniz, insan kanı mı?"
"Misakı Milli (bağımsız ve bölünmez yurt), ne çirkin, negayrı milli bir kelime... Fırıldak, kaşkariko, dalavere."
"Anadolu, sadece çırasını yakıp, dertlerine bakıp, şehitlerini anarak yaralarını sarmak istiyor."
"Anadolu'da Celaliler gibi türeyen haydutların başı zavallımilleti kana ve ateşe boğuyor. Bir haydut çetesi her türlü rezaleti yapıyor."
"Büyük bir devlet ve millet beş on tane dinsiz ve vatansız çapulcunun yoluna feda edildi."
"Yunanlılara karşı çıkmaz İtilaf devletlerine karşı çıkmaktır."
"Yunan hükümetinin Müslüman halka karşı iyi niyet beslemekte olduğunu Avrupa huzurunda kanıtlamaya çalıştığı bir zamanda bizim kendi milliyetçilerimiz Anadolu Müslümanlarının mal ve canlarına her gün el uzatmaktadırlar."
"Bizim için tek kurtuluş yolu, büyük devletle sadakat dairesinde uzlaşmaktır."
"Kuvayı Milliye'nin (yani, Halk Kurtuluş ordusu'nun) serseri başısı (Mustafa Kemal) Ankara'yı Fransız metresinin yönetimine bıraktı."
"Bağımsızlığımızı elde edebilmek için güçlü bir devletin yardımına muhtacız, o devlet ki İngiltere'dir ve İngiltere olması gerekir. İngiltere bizim elimizden tutmalı ve para harcanması gereken yerleri bize göstererek yaşamaya layık bir güç halinde bizi korumalıdır."
"Yaralı ve pratik bir siyaset yolu aramayarak sadece beklemeyi ve bu sırada bağımsızlık isteriz diye bağırmayı meslek edinenlerle, memleketin sayısız dertlerine pratik çare arayanlar arasındaki fark, bir tarafın teoriler üstüne uzanıp yatmasından ve diğer tarafın büyük maddi ve manevi sorumluluktan korkmayarak ve kaçmayarak pratik yol aramasından ibarettir."
"..Birçokları, bizimle insanlık amacıyla ilgilenecek, sonra kendi kendine çekilecek bir devlet bulunamaz, bu bir hayaldir diyorlar. Biz iddia ediyoruz ki, böyle bir devlet vardır ve Amerika'dır.
Bu örnekler açıkça gösteriyor: Basının bir bölümü, Türk halkını uşaklaştırmak için yoğun bir çaba ve alçakça bir saldırı içindeydi.

Pekiyi, onların halkımızı sömürgeleştirme çabaları karamsarlık yarattı mı; halkımızı sindirebildi mi? Türk halkına uşaklığı önerenlere verilen yanıt çok yalın ve çok Leşindi: "Ya bağımsızlık ya ölüm!" Hem şunu da hiç unutmamamız gerekir: Basının bir bölümü, özellikle İstanbul basını halkımızı Amerika'nın veya İngiltere'nin kucağına iterken, Anadolu basını başkaldırıyordu. İşte, "Ya bağımsızlık, ya ölüm!" ilkesinin ateşli savunuculuğunu yapmış Kemalist gazetelerinin Anadolu'da sayısal dağılımı: Ankara 16, Adana 3, Afyon 1, Amasya 2, Antalya 1, Antep 1, Bolu 3, Mersin 2, Muğla 1, Ordu 2, Samsun 7, Sarıkamış 1, Sivas 4, Silifke 1, Tarsus 1, Trabzon 12, Yozgat 1.

Türkiye'yi ve Türk halkını Amerika veya İngiltere'ye teslim etmek isteyen işbirlikçiler, yalnız basındaki bazı yazarlar değildi. İşbirlikçilerin, teslimiyetçilerin başı, Dolmabahçe Sarayı'nda oturuyordu:


İngiltere Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde 3 Nisan 1919 tarih ve 453 numara ile kayıtlı bir belge bulunmaktadır. Bu belge, yani sözleşme ile son Osmanlı Padişahı Mehmet Vahdettin, yabancılara karşı bağımsızlığını koruması, iç güvenliğini sağlaması için Türkiye'yi onbeş yıl süre ile İngiltere'ye sömürge olarak teklif etmiştir. İngiltere, Osmanlı topraklarında uygun gördüğü her yeri işgal edebilecek, istediği her şeyi yaptıracak, Vahdettin'in kafasına göre böylelikle ülkenin bağımsızlığı ve iç güvenliği korunmuş olacaktı.


İhanetin her türünü görmüş ve çok sayıda işbirlikçiye karşı savaşmış olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, işte bu deneyimleri sonucu Türk Gençliği'ne seslenirken şöyle diyordu:

"...Bütün bu durumlardan daha acı ve daha korkunç olmak üzere, yurdun içinde yönetim başında bulunanlar, aymazlık ve sapkınlık ve üstelik hayınlık içinde bulunabilirler. Dahası, yönetim başında bulunan böyleleri, kişisel çıkarlarını, yurduna girip yayılmış olan dış düşmanların siyasal amaçlarıyla birleştirebilirler. Ulus, yoksulluk ve darlık içinde ezgin ve bitkin düşmüş olabilir.

Ey Türk geleceğinin genç kuşakları! İşte bu ortam ve koşullarda bile ödevin, Türk bağımsızlığını ve Cumhuriyetini kurtarmak! Gereksindiğin güç, damarlarındaki soylu kanda vardır."

Özet: Bugün de, yurdun içinde yönetim başında bulunanlar, aslında sömürgeleştirme olan özelleştirmeyi halkımıza dayatabilirler. Batılı emperyalistlerin medyadaki işbirlikçileri, bağımsızlık isteğimizi kırmak için yalan, yanlış, tehdit dolu yazı ve söylemlerle bizleri sindirmeye çalışabilirler.

Ancak tüm olumsuzluklar halkımızı karamsarlığa düşürmeyecektir.

Yirminci yüzyılın en büyük ve en şanlı bağımsızlık savaşını veren Anadolu Halkı, karşısında oluşan güçlü sömürgeci cepheye rağmen; işçisiyle, çiftçisiyle, esnafıyla, memuruyla, emeklisiyle, gençleriyle, öğrencileriyle, kadınıyla, erkeğiyle sömürgeleşmeyi reddedecektir.

Sömürgecilerin, içimizdeki işbirlikçilerinin tüm çabaları boşadır.

Soru: Türk milletini bugün yaşadığımız "ekmek faciası"nın içine hangi nedenler sürüklemiştir?

Cevap: Bu sorunun cevabını, çiftçi dostu Sadullah Usumi'den dinleyelim:


"Türk milletini bugün yaşadığımız ekmek faciasının içine sürükleyen neden 'özelleştirme kafası'nın yarattığı 'soygun düzeni'dir... 1980 yılından sonra işbaşına gelen asker ve sivil yönetimler, hiçbir zaman Batılı anlamda bir özelleştirmeden yana olmadılar. Kenan Evren'in de, Turgut Ozal'ın da, Tansu Çiller'in de amacı, milyonlarca üretici ve tüketiciyi özel sektörün sömürüsüne karşı koruyan devlet kuruluşlarını yıkmaktı. Böylece 'özelleştirme bahane edilerek' soygun düzeni'ne geçilecekti!..."

"Bu harekete karşı çıkanlar ve 'Bu, özelleştirme değil yağmadır, soygundur' diyenler gericilikle, vatana ihanetle suçlandılar. Özel sektörün büyükleri, özelleştirmeyi eleştiren görüşlerin, gazete ve televizyonlarda yayımlanmasına engel oldular. Bundan yararlanan Çiller de uzun yıllar 60 milyon insanımızı özel sektörün sömürüsüne karşı başarı ile koruyan KİT'leri gözden düşürebilmek için önce tahrip etti. Ardından da 'kara delik' ola- rak ilan etti.

"Ayrıca KİT'ler, bütçeden çiftçiye kaynak aktaran birer kuruluş olarak tanıtılmak istendi. Çiller, sık sık tarıma yapılan desteklerin Türk ekonomisini güç durumda bıraktığını iddia etti. Halbuki KİT'ler, sadece çiftçiyi destekleyen kuruluşlar değildi. Kuruluş amacı hem çiftçiyi hem de tüketiciyi korumaktı. Nitekim SEK, EBK ve Yem Sanayi 30 seneye yakın bir süre hem çiftçiyi korudu, hem de hayvancılığımızı geliştirdi hem de tüke-ticinin kaliteli ve ucuz gıda maddesi yemesine imkan sağladı.

"Bu kuruluşlar, haraç mezat özel sektöre satıldıktan sonra, üretici etini sütünü gerçek değerinin çok altında satmak zorunda bırakıldı.

Buna karşılık, hem fiyatları yüzde 300 civarında bir artış gösterdi. Üreticinin, maliyeti yükselirken geliri düştü. Hayvancılık öldü.. Buna karşılık tüketici de etini sütünü daha pahalıya yemeye başladı. Çünkü rekabet ortamı kalmamıştı. Böylece hem üretici hem de tüketici kaybetti. Özel sektör ise üreticinin hakkı olan trilyonları kasalarına indirdi.

"Aslında bu 3 kuruluşun (SEK, Et ve Balık Kurumu ve Yem Sanayi) bütçeye yükü de yoktu.

"Zararı olmayan veya çok az açık veren SEK, Et Balık Ku-rumu ve Yem Sanayi gibi kuruluşlar kurban edildi.

"Buğday piyasasını şekillendiren kuruluş da Toprak Mahsulleri Ofisi (T.M.O.) idi. Ofis de diğer birçok KİT gibi hem üreticiyi hem de tüketiciyi koruyordu. Bu nedenle buğday ve un ticareti yapanlar, hayâl ettikleri paraları kazanamıyorlardı. Daha çok kazanabilmeleri için T.M.O.'nun devreden çıkması gerekiyordu.

"Özal ve Çiller, özel sektörün bu isteğini yerine getirebilmekiçin çok uğraştılar. Ama bir yöntem bulamadılar. Satamadılar...

"Ama sonuçta işlevini yapamaz hale getirmeye karar verdiler.

"T.M.O., 1980 yılından önce, buğday daha piyasaya çıkmadan bir taban fiyat açıklanıyor ve ardından da alımlara başlıyordu. Tüccar da, buğday alabilmek için ofisin fiyatlarından biraz daha fazlasını vermek zorunda kalıyordu. Kış aylarına doğru da üreticilerden topladığı buğdayları, üzerine az bir kâr koyarak satışa sunuyordu. Bu arada toplayan stokçular da fazla fiyat istemiyorlardı. Böylece, gerek buğday gerekse un piyasasında bir denge sağlanabiliyordu. İşte Turgut Özal ve Tansu Çiller, KİT'leri satarak veya işlevini yapamaz hale getirerek bu dengeleri altüst etti. Hem üreticiyi hem de tüketiciyi özel sektörün insafına terk etti. Şimdi., özel sektör, buğdayı üreticinin elinden ucuza alıyor, ekmeği de tüketiciye pahalıya yediriyor!...

"Eğer T.M.O. piyasa açıldığı zaman yeterli bir fiyat verseydi ve süratli bir alım yapsaydı, bugün depolarında en azından 3 veya 4 milyon ton buğday olurdu. Değirmenciler de stokçuların pahalı satacağı buğdaya muhtaç olmaz, ofisten ucuz fiyata alım yaparlardı. Böylece un ve ekmek fiyatları da füze gibi fırlamazdı. Fırlatmak isteyenler de gerekçe bulamazlardı."



 

Soru: Özelleştirmeye karşı olanların en büyük kaygılarından biri, halkın malı olan KİT'lerin çeşitli bahanelerle çok ucuza satılacağıydı. Onların bu kaygıları doğru çıktı mı?

Cevap: Halkın malı olan KİT'lerin, gerçek dışı nedenler ileri sürülerek yerli ve yabancılara yok pahasına peşkeş çekilmesinin ilk kanıtı, Erdemir'in özelleştirilmesi sırasında ortaya çıktı. Başında Tezcan Yaramancı'nın olduğu Kamu Ortaklığı İdaresi (K.O.İ.), şu gerekçelerle Erdemir'in piyasa değerinin 2 milyar doların altında olduğunu bildirdi;


• Erdemir'in teknolojisi eskidir.
• Erdemir'in 1 milyar dolar borcu vardır.
• Erdemir, dünyadaki benzer kuruluşlarla rekabet edemez.

Erdemir Genel Müdürü Yalçın Amanvermez ise, bu gerekçelerin hiçbirisinin gerçeklerle ilgisi olmadığını şöyle özetliyor.


• Erdemir''in kapasitesinin 2 milyon tondan 3 milyon tona çıkması için başlatılmış olan yatırım da göz önüne alındığında, Erdemir'in değeri 4,5 milyar doların üzerindedir. Ayrıca bu değere, kuruluşa ait liman, 1500 adet villa tipi lojman, 40 milyon dolara yapılan baraj dahil değildir.
• Erdemir'in 1 milyar dolar borcu olduğu doğru değildir. Yatırımlarda kullanılmak üzere uzun vadeli kredilerden 352 milyon dolar, orta vadeli kredilerden 150 milyon dolar olmak üzere 500 milyon dolar civarında borç bulunmaktadır. Bu borçların da karşılığı mevcuttur.
• Erdemir'in teknolojisi eski değildir. Kurulduğu günden bu yana sürekli teknoloji yenilenerek, kaliteli üretim yapılmıştır. Bugün dünyada yassı çelik üretiminde Erdemir ilk sıralarda yer almaktadır.
• Erdemir bugün dev tesisleri ile, Türkiye'nin en büyük en-tegre fabrikaları arasında yer almaktadır. Amerika, Japonya, Güney Kore ve Meksika'ya büyük çaplı ihracat yapılmaktadır. 1993 yılında 80 milyon dolar ihracat, 1994 yılının ilk altı alında 155 milyon dolara çıkmıştır. 1994 yılı sonu ihracat hedefi 200 milyon dolardır.

KOİ Başkanı Tezcan Yaramancı'mn Erdemir'den hiçbir teknik ve mali bilgi almadan açıklamalarda bulunduğu da anlaşılmıştır.

Tezcan Yaramancı'nın, Türk halkının malını başta yabancılar olmak üzere özel sektöre peşkeş çekmek için öne fırlamışlardan bir olduğu ortaya çıkmaktadır.

Erdemir'in yapısını ve dünyadaki yerini çok iyi bilenlerden biri olan. Türkiye Demir Çelik İşletmeleri (T.D.Ç.İ.) eksi Genel Müdürü Dr. Sencer İmer de Erdemir'in pazarlanmasma karşı çıkıyor ve şöyle diyor:


"Yabancılara bir nevi peşkeş çeker gibi satış politikasını ben kabul etmiyorum."
Dr. Sencer İmer, KOİ Başkanı Tezcan Yaramancı'nın söylediklerinin hepsini şöyle çürütüyor:
"Erdemir'in gerçek değeri 6 milyar dolardır. Tesis kesinlikle kâr ediyor. Gayet verimli çalışıyor. Son 7-8 senede yapılan yatırım 2 milyar dolar. 4 milyar dolar da tesislerin değeri."

Soru: KİT'lerin bir özelliği de şudur: KİT'lere de kayıt dışı çalışma söz konusu değildir. Oysa, özel sektörün büyük bir bölümü kayıt dışı ekonominin içindedi Türkiye'de özelleştirme, kayıt dışı ekonomi üzerinde nasıl bir etkide bulunacaktır?

Cevap: Önce ''kayıt dışı ekonomi"nin tanımını yapalım: Kayıt dışı ekonomi demek, yaptığı üretim ve ticaretten devlete vergi vermemek demektir. KİT'ler devlet kuruluşları, kamu kuruluşları olduğundan, devlete vergi vermeleri söz konusu bile değildir.

Devlete vergi vermemek, vergi kaçırmak özel sektörün alışkanlıklarındandır.

Medya "vergi yüzsüzleri" diye tanımlananlar, vergi ermeyen özel sektör kuruluşlarıdır. Türkiye'de özel sektörün hangi boyutlarda vergi kaçakçılığı yaptığını yani kayıt dışı ekonominin boyutlarının ne çapta olduğunu anlamak için şu çarpıcı rakamlara bakalım:

1994 yılı itibariyle, kayıt dışı ekonominin boyutu 2 katrilyon 130 trilyon lira. Vergi kaybı ise 379 trilyon lira. Yani 1994 yılında, günde yaklaşık 1 trilyon lira vergi kaçırılmaktadır. 1996 yılı rakamlarıyla, kayıt dışı ekonominin boyutu 6.7 ile 9.4 katrilyon lira arasında. Oysa 1996 bütçesi 3.3 katrilyon. Yani, kayıt dışı ekonomi, bütçenin 2-3 katı!

Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Osman Altuğ, bugünkü yönetimiyle özelleştirmenin "vergi yüzsüzlerine yarayacağım" ileri sürüyor. Prof. Dr. Osman Altuğ, ekonomideki kayıt dişiliğin giderilmesi halinde özelleştirilmesi düşünülen kamu kuruluşlarının zararlarını giderecek önlemlerin alınabileceğini savunuyor. Özelleştirme için sarf edilmesinin daha akıllıca olduğuna dikkati çeken Altuğ şöyle konuşuyor:


"Bu uygulamalardan sonra insanın aklına ister istemez Özelleştirme, vergi vermeyenler vergi vermemeye devam etsinler diye mi yapılıyor?' sorusu geliyor. Adeta, vergi vermeyenlerden vergi almayalım, kamu finansman açığını vergilerle kapatmayalım, özelleştirmeden sağlayacağımız fonlardan bu açığı kapatmaya çalışalım şeklinde bir politika uygulanıyor. Özelleştirme adeta isteri haline dönüştürülüyor. Vergi yüzsüzlerine gelin deniyor."

Soru: Özelleştirmeyi Türk halkına zorla dayatmak isteyen medyadaki sözcüleri sık sık su yakınmada bulunuyorlar: "Seksenli yıllar Thatcher dönemiydi, özelleştirme tüm kıtalarda eserken, biz hava cereyanında bırakılıp tutulduk, pek kımıldayamadık.” Sanki büyük bir fırsatı kaçırmış olduğumuzu ifade eden bu yakınma doğru mudur?

Cevap: Rakamların diliyle konuşarak, hep beraber gelin bakalım, özelleştirme rüzgârı tüm kıtalarda mı esmiş, yoksa yalnız fakir ülkelerin üzerinden kasırga gibi mi savrulmuş:

Özelleştirmenin başladığı 1980 yılından 1992 yılına kadar bü-tün dünyada toplam 6 832 özelleştirme gerçekleştirildi. Özelleşti- rilen toplam 6 832 kamu kuruluşunun ülkelere dağılımı şöyle:

Doğu Almanya (eski sosyalist ülke) ........................... 4 500
Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri (eski sosyalist blok) .. .805
Güney Amerika Ülkeleri ......................................... 804 
Afrika Ülkeleri........................................................... 373
Asya Ülkeleri ............................................................ 122
Orta Doğu ve Kuzey Afrika Ülkeleri...........................58
Batı Avrupa Ülkeleri, Amerika, Kanada,
Japonya ve Yeni Zelanda ............................................170 
Toplam:.......................................................................832

Bu tablonun ortaya koyduğu çarpıcı gerçek şudur:

Türk halkının ve azgelişmiş ülke halklarının inandırılmaya çalışıldığı gibi özelleştirme, zengin İngiltere ve Batı Avrupa ülkelerinde değil, azgelişmiş ülkelerde ve Doğu-Orta Avrupa ülkelerinde yoğun bir şekilde uygulanmış ve bu ülkeler kelimenin tam anlamıyla soyulmuştur.

Amerika, İngiltere, Kanada, Fransa, Batı Almanya, Japonyave Yeni Zelanda'da, 1980-1992 yılları arasında yapılmış olan toplam özelleştirmenin, tüm dünyada yapılmış olan toplam özelleştirmeye oranı sadece yüzde 2,5 'tur.

Özelleştirme denilen "soygun"un sonunda, Güney Amerika ülkelerinin, Afrika ülkelerinin, Asya ülkelerinin en değerli kaynakları Batı ülkelerinin eline geçmiştir.

Soru: Türkiye'de özelleştirme çalışmalarına önce çimento fabrikalarının satışıyla başlandı. Özelleştirmeden sonra bu fabrikalarda üretim arttı mı, kârlılık arttı mı?

Cevap: 1989-1993 yıllan arasında devletin 14 çimento fabrikası satılarak özelleştirildi. Bunlardan yalnızca İskenderun ve Ankara çimento fabrikaları zarardan kâra geçerken, Afyon, Balıkesir, Şanlıurfa, Trakya ve Söke çimento fabrikaları sonra zarar etmeye başladılar.

Personel yükü nedeniyle zarar ettikleri öne sürülen bu kuruluşlardan 1 500 kişi işten çıkarılırken, söz konusu fabrikaların özelleştirilmesi sonucunda devlet 1993 yılı itibariyle toplam 45/ milyar lira vergi kaybına uğradı.

Kamu ortaklığı İdaresi'nin (KOİ) verilerine göre bu fabrikaların kâr/zarar ve üretim durumları şöyle:

Afyon Çimento Fabrikası

1989'da 3 milyar 437 milyon lira kârda olan kuruluş, özel-leştirildikten sonra 1992'de 1 milyar 266 milyon lira zarar etti. 1989'da 404 bin ton olan üretim 1992'de 2x368 bin tona düştü.

Balıkesir Çimento

Kuruluş 1988'de 3 milyar lira kâr ederken, özelleştirmeden sonra 1992 yılında 7 milyar lira zarar etti. 1989'da 414 bin ton olan üretim 1992'de 383 bin tona düştü.

Söke Çimento

1989'da 1 milyar lira kâr eden kuruluş, özelleştirmeden son-ra 1992 yılında 1 milyar 5 milyon zarar etti. 1989'da 243 binton olan üretim, 1992'de 226 bin tona düştü.

Trakya Çimento


1989'da 6 milyar lira kâr eden kuruluş, özelleştirmeden sonra 1992'de 7 milyar zarar etti. 1989'da 435 bin ton olan üretim, özelleştirmeden sonra1992'de 410 bin tona düştü.

Şanlıurfa Çimento


1993 Şubat'ında satılan kuruluşun, 1992'de 27 milyar kârı, 1993'te 15 milyar zarara dönüştü.


Soru: Karabük'ün hemen kapatılmasını öngören raporu kimler hazırladı? Raporun önerisi neydi?

Cevap: Zamanın Başbakanı Tansu Çiller'in isteği ve Dünya Bankası'nın desteği ile, "Karabük Raporu" yabancı danışmanlık şirketlerine hazırlatıldı. Karabük'ün içte ve dışta rekabet şansı bulunmadığı belirtilen raporun önerisi, çok katı ve keskindi.

"Karabük'ü hemen kapatın!”


Bayrağındaki "altı ok" ilkelerinden biri "devletçilik" olan ve programında özelleştirmenin söze bile edilmeyen SHP'nin genel başkanı Murat Karayalçın bu karara hemen katılıyor, özelleştirmeyi sağcı Çiller'den daha ateşli savunuyor, ancak Türkiye Mimar ve Mühendisler Odası Birliği (TMMOB) belgelere dayanan karşı bir raporla ortaya çıkınca afallıyordu.

Soru: IMF ve Dünya Bankası, KİT'lere neden karşı çıkıyorlar?

Cevap: Türkiye'nin ekonomik bağımsızlığını KİT'ler temsil ediyor da ondan. Bunun böyle olduğunu iyice anlamak için biraz geçmişe doğru gitmemiz gerekiyor.

Türkiye Cumhuriyeti, demokratik bir devrimden doğmuştur, sosyalizm değil demokrasi amaçlıyordu, burası kesin. Ama bağımsız ve özgür bir demokrasiydi amaçladığı. Bu bağımsızlık ve özgürlük idealidir ki, yeni devleti demiryollarından başlayıp ilk sanayi girişimlerine kadar, her alanda bir Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) şebekesine yöneltmişti. KİT'ler bir yerde devletin egemenliğinin ve özgürlüğünün teminatı oluyordu. Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 1933 yılı açılış konuşmasında şöyle diyordu:
"Memleketin temel sanayin kurulması bitmedikçe, her bakımdan gönül rahatlığı duymamıza imkân yoktur. Bu nedenle, memleketin sınai donatımını tamamlamak için bütün çaba vedikkatinizi çekmeyi yerinde buluyorum."
Şimdi, hızla 1977 genel seçimleri öncesine gelelim. Amerikan iş çevrelerinin özel dergisi Executive Intelligence Review Türkiye ile ilgili olarak yayımladığı gizli raporunda şunları diyordu:
"Türk gelişme stratejisinin esası, çabuk bir kamu sanayileşmesine dayanmaktadır. Batılı güçlerin (emperyalist sistem demek istiyor-Y.D.) Türkiye'nin, geleneksem tarım ürünlerinde dayanan bir gelişme stratejisinin benimsenmesi için çaba harcadıkları ya da hiç olmazsa, sanayileşmeyi emek yoğun alanlara kaydırıp yozlaştırmayı gözettikleri anlaşılmaktadır. Türkiye ise, kamu öncülüğünde bir ağır sanayiye yönelmek ve bu şekilde yoksulluk ve geri kalmışlıktan kurtulmak için diretmiştir."
Görüyorsunuz, adamlar ağızlarıyla söylüyor. Kamu öncülüğünde sanayileşme ilkesini bize bıraktırmak, hiç olmazsa yozlaştırmak için çalışmışlar, ama KİT'ler Türk ekonomisinin temel direkleri olmakta direnmişler, bu yüzden de bütün yabancı uzmanların düşmanlığını üstlerine çekmişler.

Gizli raporu okumaya devam edelim:

"...KİT'ler genel anlamda sanayileşmeyi yönlendirmektedirler. Sayıları yüzün üzerindedir, ekonomiye katkıları yaklaşık yüzde ondur. Sanayi kesiminde çalışanların yüzde altısı KİT'lerde çalışmaktadır. Türk fabrikalarında üretilen mallardan yarısı bu kuruluşlardan gelmektedir ve mevcut ağır sanayinin en önemli kısmını bu sektör oluşturmaktadır. Devlet sektörü tam anlamıyla çeliği, petrol rafinelerini, elektriği, gübreyi, kağıdı, demiryollarını, hava ve deniz yollarını, ulaştırmayı tekel halinde elinde bulundurmakta, bunun yanı sıra tekstil, çimento, kömür, şeker, kimya ve makine imalat sanayilerinin de büyük kısmına egemen durumda bulunmaktadır..."
Şu kısacık özet bile gösteriyor ki, Türk ekonomisinin temeli kamu sektörünün elindedir, bağımsızlığını elde tutabilecek de odur. Aynı rapor,. En sonunda baklayı ağzından çıkarıyor:
"...1950'lerden beri IMF; KİT'lerin özel sektöre satılması için çeşitli hükümetler üzerinde sürekli baskılarda bulunmuştur. Neden olarak da Dünya Bankası KİT'lerin ekonomik olmadıklarını ve soysa amaçların üstün geldiğini ileri sürmüştür."
"...Türklerin çelik üretim kapasitelerini artırmak amacında oldukları çok kesin bir biçimde belli olmaktadır. Çünkü plan hedefleri bu sektörde şimdikinden üç kat daha fazla yatırımı öngörmektedir. Amerika, Türkiye'nin çelik sanayini genişletmesinden hoşnut olmadığını belirtmişken, Sovyetler Birliği bu sanayinin kurulabilmesi için Türklere yardımcı olmaktadır. Nitekim 6 milyon ton kapasiteye çıkacak olan İskenderun Tevsi Tesislerinde gene Sovyetler çalışmaktadır. Bunların dışında iki çelik tesisi daha etüt halindedir. Enerji Bakanı, yaptığı konuşmada önümüzdeki beş yıl içinde Türk çelik üretiminin 20 milyon tona varacağını söylemiştir. İtalya ve Almanya'nın 60, Japonya'nın 110, Amerika'nın 120 ve Sovyetler'in 135 milyon ton yıllık çelik ürettikleri göz önünde tutulursa, Türkiye'nin yakın bir gelecekte İtalya ve Almanya ile bu sanayi dalında boy ölçüşmeye kalkışacağı anlaşılmaktadır..."
1977 yılında yazılmış bu gizli raporun yukarıdaki satırlarını okuduktan sonra, Batı emperyalizminin Türkiye'den ne istediği konusunda hiç kuşkusuz kalabilir mi? İstekleri çok açık: Türkiye çelik üretmeyecek. Türkiye'nin yılda 20 milyon ton çeliş üretimini amaçlaması Amerika'yı hoşnut etmiyor. Hele bu işin kamu sektöründe yapılması tüylerini diken diken etmeye yetmektedir.

Çünkü bu taktirde Türkiye kendi kendine yetebilen büyük birdevlet olacaktır, kimseyi de iplemeyecektir. Bunun içindir ki, petro-kimya sanayisi dalındaki hedeflerimize de bozuluyorlar.

Raporu okumaya devam edelim:

"...Bunları yanı sıra petro-kimya, gübre ve kimyasal maddeler alanlarında da Türkiye büyük yatırımlarda bulunmaktadır. Büyük devlet kuruluşlarından biri olan PETKİM; Türkiye’yi petro-kimya ürünleri bakımından kendi kendine yeterli olacak bir hale getirmeye çalışmaktadır... Dünya Bankası ise bu tür tesisleri, Türkiye için, fazla sermaye gerektirdiği gerekçesiyle tavsiye etmemekte, yapılmalarına karşı çıkmaktadır."
Herhalde bu kadar bilgi yeterlidir. Durum apaçık meydandadır. Batı emperyalizmi, Türkiye'nin sadece "Pazar" olarak kalmasını istiyor. Ekonomi alanında Türkiye'yi bağımsızlaştıracak, hele büyütecek girişimlere kesinlikle karşıdır. Yıllardanberi IMF de, Dünya Bankası da Amerika'nın kendisi de Türkiye'yi bu türlü girişimlerden geri bırakmak için bin Türlü yol denemiş, bin türlü baskı yapmışlardır. Artık sıra, son perdenin oynanmasına gelmiştir. Son perde, özelleştirmedir. Özelleştirmenin gerçekleşmesinden sonra IMF'nin, KİT'lerin özel sektöre satılması için 1950'lerden beri çeşitli hükümetler üzerinde yaptığı sürekli bakı, başarıyla sonuçlanmış olacaktır.

Son Durak, sömürgeleşmektir.

Günümüzün Kuvayi Milliyecileri, Atatürkçüler sömürgeleşmeyi kabul edecekler mi?


Soru: Özelleştirmenin sonunda büyük servetler kimlerin elinde toplanacak? Bunun siyasi ve ekonomik sonuçları ne olacaktır?

Cevap: Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşların ve egemen sınıfların hizmetindeki ulusal hükümetlerin zorla dayattığı özelleştirme sonunda, çok büyük servetler (fabrikalar, maden ocakları, gaz ve petrol yatakları, tarım alanları vb.) hiçbir siyasi sorumluluğu bulunmayan ne olduğu belirsiz kişi veya kuruluşların elinde toplanmaktadır.

Bu durum, bugün de ortaya şöyle bir tehlike çıkarmaktadır: Büyük servetleri ellerine geçiren bu uluslar üstü kuruluşlar, toplumsal ve ekonomik oluşumlarda öylesine siyasi sorumsuzluk göstereceklerdir ki; sonunda çok şiddetli bir ayaklanma ile karşılaşıp kendilerine geleceklerdir.
".. Efendiler, hiç kimseden fazla bir şey istemiyoruz. Dünyanın her uygar ulusunun doğal olarak sahip olduğu şeylerden bizi yoksun etmemelidirler ve hakkımızı teslim etmelidirler. Çünkü hakkımız doğaldır, yasaldır ve bize gereklidir. Biz bu haktan vazgeçmeyeceğiz. Ve ne kadar haklı isek, bu hakkımızı savunma ve koruma için de memleketimizin, ulusumuzun yeteneği o kadardır.

Efendiler, görülüyor ki bu kadar kesin ve yüksek bir zaferden sonra bile, bizi barışa kavuşmaktan engelleyen nedenler, doğrudan doğruya ekonomik nedenlerdir, ekonomik düşüncelerdir. Çünkü bu devlet, bu ulus, ekonomik egemenliğini sağlarsa, o kadar güçlü bir temel üzerinde yerleşmiş ve gelişmeye başlamış olacaktır ki, artık bunu yerinden oynatmak mümkün olmayacaktır, işte düşmanlarımızın, gerçek düşmanlarınızın bir tülü rızagösteremedikleri, onaylayamadıkları budur..."

Mustafa Kemal Atatürk
18 Mart 1923


Soru: Özelleştirmenin ortay çıkıp hızla yayılmasında öncülüğü hangi devlet yapmıştır?

Cevap: Özelleştirmenin ortaya çıkıp hızla yayılmasında anahtar rolünü Amerika oynamıştır. Gerçi İngiltere'deki özelleştirme örnekleri önemlidir; ama özelleştirmeyi "Yeni-Liberalizm'in temel bir ilkesi olarak uygulamaya koyan, Dünya Bankası ve IMF'nin etkin gücünü kullanarak dünyaya yayan Amerika’dır.


1980'li yılların, önce Reegan sonra Bush yönetimleri Dünya Bankası'na sürekli baskı yaparak, özelleştirmenin daha ileri boyutlarda ve hızla uygulanmasını dayatıyorlardı. Merkezi Washington'da bulunan, en büyük hissedarı Amerika olan ve başkanı Amerika tarafından tayin edilen Dünya Bankası özelleştirme programlarım özellikle üçüncü Dünya ülkelerine (yani kalkınmamış ve kalkınmakta olan ülkelere) dayatıyordu. Bu özelleştirme programları, halkın sağlık ve eğitim hizmetleri için yapılan kamu harcamalarını azaltıp, çoğunluğu yabancıların elindeki ithalat firmalarının desteklenmesine ve dış borç ödemelerineyönlenmeyi öngörmekteydi.

Dünya Bankası ve IMF, özelleştirmenin acı ilacını kalkınmamış ve kalkınmakta olan ülke halklarına yuttururken, tatlı sözler de veriyorlardı:

Özselleştirme sonunda daha büyük bir servet yaratılmış olacak ve işini kaybetmiş fakir halk yığınlarının gelirlerine de bu servetten azar azar damlayacak, kamu hizmetleri yavaş yavaş düzeltecekti.

Gerçekte ise olan şuydu: Büyük çapta kaynaklar, fakirlerden zenginlere doğru akmıştı. Dolayısıyla bu oluşum, "Yeni Sömürgeleşme" olayıydı.

Soru: Sol görüşlü siyasi partiler devlet ağırlıklı ekonomiyi savunmaktan vazgeçip, tıpkı sağcı partiler gibi özelleştirmeden yana olma modasına katılmadılar mı?

Cevap: Özelleştirme taraftarları aynı zamanda "serbest piyasa ekonomisi"nin de sözcülüğünü yaptığından hep şu öneride bulunurlar.

"Siz pazara ve özel sektöre müdahale etmeyin, bunların kendi dinamikleri her türlü problemi çözer." Ve, örnek olarak da, Japonya ve Güney Kore'yi ekonomide özel sektör girişimciliğinin başarıya ulaşmış olduğu ülkeler olarak gösterirler. Oysa gerçekte, bu ülkelerin ekonomisi büyük çapta devlet yönetimi altındadır ve bu ülkelerin kalkınmasının kritik aşamalarında kamu kuruluşları (yani devletçilik) çok önemli rol oynamışlardır.

1980'lerde, "serbest piyasa ekonomisi"nin faziletlerini öve öve bitiremeyen Amerika ve İngiltere, 1990'ların başında ekonomide "durgunluk" denilen bunalıma saplandığında, Japonya kamu yatırımlarına ve altyapı yatırımlarına 35 milyar dolar harcayarak (yani devletçilik yaparak) bunalımı en hafif şekilde atlatıp düz çıkıyordu. Tüm dünyaya özelleştirmeyi dayatan Amerika'nın başkanı Bill Clinton, seçilir seçilmez, ilk icraat olarak, "işsizlere yeni iş yaratma programı" adı altında büyük çaplı kamu harcamaları yapıyordu. Yani, devletçilik yapıyordu. Yine aynı şekilde, 1992 yılında Tayvan, "Yeni Dünya Düzeni"ne karşı olan tavrını şöyle açıklıyordu:


"Bu yıl cumhuriyet hükümetimiz milyarlarca dolar harcayarak ülkemizdeki yaşam kalitesini yükseltecektir. Altı Yıllık Ulusal Kalkınma planımız uygulanmaya konulmuştur. Yeni yollar, hızlı tren yolları, kırsal kesimi kentlere bağlayan transit yollar, toplu konut yapımları, çevre kirlenmesini önleyecek projeler, yapılmış olan planın çeşitli bölümleridir."
Görüldüğü gibi, gerçek sol görüşlü siyasi partilerin devlet ağırlıklı ekonomiyi (yani devletçiliği) savunmaktan vazgeçmeleri düşünülemez.

Soru: Özelleştirme yanlıları hep şu tezi savunurlar: "Özelleştirme, ideolojik değil ekonomik içeriklidir." Onların bu tezi doğru mudur?

Cevap: Hayır doğru değildir.

Özelleştirme, kapitalist dünyanın, Üçüncü Dünya Ülkeleri denilen kalkınmamış ve kalkınmakta olan fakir ülkelere karşı yaptığı ideolojik bir saldırıdır. Bunu kanıtlayan yüzlerce örnek varadır. Burada iki tanesini sunuyoruz:

Londra'da 1996 yılında, Özelleştirme Yıllığı 1996 adlı bir kitap yayımladı. Kitabın yazarları, özelleştirmede danışmanlık yaparak milyarlar kazanan ünlü Amerikan, İngiliz firmalarının yüksek ücretli danışmanları.

İşte bu kitapta, "dünyanın 100'den fazla ülkede özelleştirme yapıldığı, bunların arasından sayılan hızla azalan komünist ülkelerin de bulunduğu" büyük bir zevkle belirtildikten sonra şöyle deniliyor:
"Bu durum herhalde Che Guevara'yı mezannda ters döndürüyordun"
Bu söylem, ekonomik bir söylem midir?

Bu söylem, ideolojik bir söylemdir.

Özelleştirme, ideolojik bir saldırıdır.

Ekim 1996'da Alman telefon kurumu "Deutcsche Telekom” özelleştirildi. Bu özelleştirmeyi Batılı kapitalist çevreler şöyle seslendiriyorlardı:
"Bu özelleştirme, kutlanmaya değer müthiş bir ideolojik zaferdir.”
Açıkça söylüyorlar: özelleştirme, ideolojik bir saldındır.

".. .artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmaz için; mutlaka Avrupa'dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa'nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi, birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa, hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların nasihatlarıyla, planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir."

Mustafa Kemal Atatürk
6 Mart 1922, Türkiye Büyük Millet Meclisi

Soru: “Kalkınmakta olan ülkeler", IMF ve Dünya Bankasından aldıkları borç parayla neden kalkınmalarını tamamlayıp borçtan kurtulamamışlardır? Borç faizi ödeme yoluyla, "kalkınmakta olan ülkeler"den, IMF, Dünya Bankası ve Batı'nın özel bankalarına akıttıkları servetin boyutları nelerdir?

Cevap: îçinde Türkiye'nin de bulunduğu "kalkınmakta olan ülkeler"in 1980 yılında toplam dış borcu 658 milyar dolar'dı 15 yıl sonra, yani 1994 yılı sonu itibariyle bu miktar bir trilyon dokuzyüzkırkbeş milyar dolara çıkmıştır.

15 yıllık bir sürede, bu ülkelerin kalkınmış olması ve borçlardan kurtulmuş olması gerekmez miydi? Değil borçların temizlenmesi, 15 yıl içerisinde bu ülkelerin borçlan üçe katlanmıştır.

Neden bu ülkeler, ödeye ödeye borçlarını bir türlü temizleyememişler, tam tersine daha büyük bir borç batağına düşmüşlerdir? İşte nedenleri:

• IMF, Dünya Bankası ve bunların kontrollerindeki Batı bankaları, fakir ülkelere borç para verirken, zenginlere uyguladıkları faizin dört katından fazla bir oran uygulamışlardır. Yani adı ister "kalkınmakta olan ülkeler" olsun, ister "Üçüncü Dünya Ülkeleri" olsun, fakir ülkeler daha işin başında, yani borç alırken ütülmüşlerdir.

• IMF, Dünya Bankası ve bunların kontrollerindeki Batı bankaları, fakir ülkelere borç vermeden önce bazı koşulları da yatırlar: Paranın değerini düşür, gümrük duvarlarını indir, ithalatı kolaylaştır, ihracatı arttır, devlet kamu harcamalarını kıs, yatırımları azalt, işçi ve memurları işten çıkar...Bu koşulları yerine getiren ülke, ekonomisinin tamamını dış güçlere teslim etmiştir. İpleri eline geçirenler, ülke ekonomisiyle istediği gibi oynarlar.. Ülke ne kalkınmasını sağlayabilir ne de ekonomide iç dengeleri tutturabilir.

1994 yılı sonu itibariyle toplam 1 trilyon 945 milyar dolar dış borcu olan bu ülkeler, borçlarını faizleriyle birlikte nasıl geri ödüyorlar? İhracattan ve turizmden elde ettikleri dövizlerin bir bölümüyle taksit taksit ödüyorlar. İhracat ve turizmden elde edilen dövizlerin faiziyle birlikte borç ödemelerine giden bölümüne "dış borç ödeme oranı" deniliyor.

1 trilyon 945 milyar dolar dış borcu olan "kalkınmakta olan ülkelerin" ortalama dış borç ödeme oranı, yaklaşık yüzde 40. Yani, bu ülkeler tüm ihracat ve turizmden elde ettikleri döviz gelir-lerinin her yıl ortalama yüzde 40'ı ile dış borç ve faizi taksidini ödüyorlar! Kalkınmakta olan ülkelerden bazılarının dış borç miktarlarına ve "dış borç ödeme oranlarına" bir göz atalım:


Tüm ihracat ve turizm gelirlerinin yüzde 24,4'ünü faiziyle beraber dış borç taksidi ödemelerine harcayan Brezilya'da 1994 yılında enflasyon yüzde 929'du. Arjantin, tüm ihracat ve turizm gelirlerinin yaklaşık yüzde 48'ini dış borç taksidi ve faiz ödemesine yatırıyor. Cezayir, tüm ihracat ve turizm gelirlerinin yaklaşık yüzde 77'sini faiziyle beraber dış borç taksidine veriyor. Türkiye'ye gelince: "Borç yiğidin kamçısıdır!" diye diye sürekli borç altına sokulan Türkiye'nin 1994 yılı sonunda dış borç miktarı 70 milyar dolara çıkmıştı. Enflasyonun yüzde yüzlere ulaştığı Türkiye, her yıl tüm ihracat ve turizm gelirlerinin yüzde 28,3'ünü faiziyle beraber dış borç taksidi için harcayacak.

Pekiyi, bu kadar borçlanmadan sonra Türkiye kalkınmış mı, Türk halkı ekonomik rahatlığa ulaşmış mı? Genç işsizler ordusunun çığ gibi büyüdüğü Türkiye'de, yıllık ulusal gelirin yüzde 80'i nüfusun yüzde 20'sinin cebine gidiyor, geri kalan yüzde 20'sini ise nüfusun yüzde 80'ini paylaşmaya çalışıyor! Türkiye, IMF'den ilk kez 1 Ocak 1961'de borç para istedi. O tarihten 8 Temmuz 1994'e kadar tam 16 kez daha IMF'nin önünde boyun büküp borç para istedi. 33 yıldır IMF'den borç para alarak kalkınmaya çalışan Türkiye kalkınabildi mi? Hani borçlanmayla kalkınılıyordu?

Türkiye'nin ve diğer "kalkınmakta olan ülkeler"in içine düştüğü borç batağına, "borç tuzağı" deniliyor. Bu tuzağa düşenler, bir daha paçayı kurtaramıyorlar. Borç batağının nasıl büyüdüğüne bir daha bakalım: İçinde Türkiye'nin de bulunduğu "kalkınmakta olan ülkeler"in toplam dış borçları şöyle bir gelişme göstermiş:

1980 yılında 658 milyar dolar
1991 yılında 1 trilyon 463 milyar dolar
1994 yılında 1 trilyon 945 milyar dolar

Şimdi sizlere çarpıcı bir tablo daha:

1982-1991 yılları arasında, yani 10 yıllık bir süreçte, "kalkınmakta olan ülkelerden IMF, Dünya Bankası ve bunların kontrollerindeki Batı bankalarına, yalnız borç faizi olarak akıttıkları paralar şöyle:


Fakir ülkeler, borç faizi olarak, Batı emperyalistlerini kasasına, durup dinlenmeden, her dakika yüz bin dolardan fazla para gönderiyor!

Akıllara şu soru gelebilir: Batı'nın finans kurumları (IMF, Dünya Bankası, diğer büyük bankalar) kalkınmakta olan ülkelere verdikleri borcu geri almazlarsa ne oluyor? Geri alamamak söz konusu bile değil! Borç vermeden önce gerekli tüm ipotekleri alıyorlar. Borçlar zamanında ödenmezse, ipotek edilmişmallar, mülkler, madenler, fabrikalar elden gidiyor...

Özelleştirme, IMF ve Dünya Bankası tarafından fakir ülkelere dayatılmış dış borç faizlerini ödeme yoludur. Türkiye dahil tüm borçlu ülkeler, özelleştirme adı altında devlet mallarını satarak elde ettikleri paralan, faiz dahil borç taksidi olarak emperyalist Batı'nın kasalarına akıtmaktadırlar.

Soru: 1980'den beri uygulanmakta olan özelleştirmelerin sonucunda. Kalkınmakta olan ülkelerde devlete ait kuruluşlarınmili servetlerdeki payları büyük çapta azaldı mı?

Cevap: Özelleştirmeyi kalkınmakta olan ülkelere dayatan kurumlann başında gelen Dünya Bankası'nın verilerine göre, bugüne kadar 100'den fazla ülkede özelleştirme uygulanmış. Bunların 75'i kalkınmakta olan ülkeler.

1994 yılında yapılan özelleştirmelerden elde edilen para 64 milyar dolar. 1995 yılında bu rakam 72 milyar dolara çıkmış.

Bu rakamlara bakarak, kalkınmakta olan ülkelerin elinde artık devlet malı kuruş kalmadığı sanılabilir. Oysa gerçek durum hiç de öyle değil! Dünya Bankası'nın yayımladığı "İş Hayatındaki Bürokratlar" adlı raporda, önce bir hayal kırıklığı dile getiriliyor:
"Son on yılda yapılan büyük çaplı özelleştirmelere rağmen, kalkınmakta olan ülkelerde devlet malı kuruluşların milli servetlerdeki payı, dikkate değer derecede azalmamıştır!"
Yazı, bu hayal kırıklığını yeni bir ümide çevirmeye çalışarak son buluyor:

"Özelleştirilecek daha birçok kaynak bizi bekliyor!"

Soru: Özelleştirme sonucu, ulusal kuruluşlar hangi Batı Avrupa ve Amerikan firmalarının eline geçmiştir?

Cevap: Özelleştirme sonucu büyük ulusal kuruluşların Batı Avrupa ve Amerikan Firmalarının eline geçeceği zaten tahmin edilmekteydi.Bu tahmin gerçekleşti. İşte bazı örnekler:

Sosyalist rejimin yıkıldığı Doğu ve Orta Avrupa ülkelerindeki özelleştirmelerde baş alıcılar Amerikan ve Batı Avrupa firmalarıydı.

Ünlü İsviçre firması Nestle ve Alman firması Heinz özelleştirmeler sonucu Doğu ve Orta Avrupa'da yiyecek yazarını ele geçirdiler. Marlboro sigarasının üreticisi ünlü Amerikan firması Philip Morris, özelleştirilen Çekoslovak tütün işletmeleri ve sigara fabrikalarının sahibi oldu.

Ünlü Alman araba firması Volkswagen, Çekoslovakya'daki özelleştirmeler sonucu Skoda ve Baz fabrikalarının hisselerini ele geçirdi. Yine ünlü bir Alman firması olan Siemens, özelleştirilen Çekoslovak firması Skoda'nm bir kısım hisselerini satın aldı. Ünlü Alman araba firması Mercedes, özelleştirme sonucu Çekoslovakya'nın kamyon üretim piyasasını eline geçirdi.

Ünlü Fransız araba firması Renault, özelleştirilen Slovakaraba firması Revoz'un tamamını eline geçirdi. Ünlü İtalyan araba firması Fiat, özelleştirmeden faydalanarak Polonya araba piyasasının büyük bir kısmını ele geçirdi.

Dünya elektrik ampulü üretiminin yüzde 8'ini gerçekleştiren Macaristan firması Tungram, Özelleştirme sonucu ünlü Amerikan firması General Electric'in eline geçti. Hem de sadece 150 milyon dolar gibi çok düşük bir fiyatla.

Ünlü Hollanda-İngiltere firması Ünilever, yalnız Doğu ve orta Avrupa ülkelerinde değil, Üçüncü Dünya Ülkeleri denilen fakir ülkelerde de yapılan özleştirmeler sonucunda birçok ulusal kuruluşu yok pahasına eline geçirmiştir.

Ünlü Amerikan firması Pepsi, Polonya'nın en büyük çikolata ve şekerleme üreticisi Wedel'in 40 hissesini çok düşük bir fiyatla ele geçirdi. Hisselerin yarısına sahip Polonya hükümeti ise, alınan tüm kararlarda Pepsi ile aynı yönde oy kullanmakta ve bunun sonucu, şirketin hisselerine sahip Polonyalılar ise hiçbir yaptırım gücüne sahip bulunmamaktadırlar.

Özelleştirme ile satışa çıkarılan ulusal malları eline geçirmek isteyen Amerikan ve Batı Avrupalı yatırımcıların, özelleştirme yapan ülkede nasıl bir rejim olmasını arzuladıkları Global Investor adlı dergide açıkça dile getirilmekte:
"Hiçbir kambiyo kontrolü olmadan o ülkeye para gönderilebilmeli ve o ülkeden para çıkarılabilmelidir: Yapılacak kârlar serbestçe ülke dışına çıkarılabilmeli, kârlardan gelir vergisi alınmamalı ve yabancı yatırıma kucak açılmalıdır."
İşte bu koşulların tamamını uygulayan Togo'da, bakın özleştirme denilen soygun nasıl gerçekleştirildi: Dünya Bankası'nın emriyle hareket eden Togo hükümeti, iki tekstil fabrikasını özelleştirme yoluyla, Amerika'da kurulu Pen Africa adlı şirkete sattı.

Bu tekstil fabrikalarından birisi, 50 milyon dolar harcanarak henüz beş yıl önce kurulmuştu. Amerikan şirketi, iki tekstil fabrikasını yalnızca 9.3 milyon dolar ödeyerek ele geçirdi. Soyguncular bununla yetinmiyor, şu garantileri de hükümetten alıyordu: Amerikan firması istediği zaman istediği kadar parayı ülkeye sokup çıkarabilecekti. Elde edeceği kârları da istediği gibi ülke dışına çıkarabilecekti. Togo hükümeti, Amerikan şirketinin eline geçen bu iki tekstil firmasının yaptığı üretime benzer üretim yapacak bir fabrika kurmayacak ve kurdurmayacaktı. Özelleştirme, genelde, hızla küreselleşen pazardaki uluslarüstü kuruluşların ihtiyaçlarını karşılamak üzere tasarlanmış bir soygun planıdır. Bu soygunun sonunda, Güney Amerika, Afrika ve Asya ülkelerinin en değerli kaynakları Batı ülkelerinin eline geçmiştir. Büyük çapta kaynak kaybına uğrayan bu fakir ülkeler, Batı'nm sömürgeleri durumuna düşmüşlerdir. Özelleştirme adı altında Amerika ve İngiltere tarafından hazırlanan soygun planı, Doğu Bloku'nun çökmesinden sonra aşkmlığa uğrayan Doğu ve Orta Avrupa ülkelerini de vurdu. Bu ülkeler, daha neyin olup bittiğini anlayamadan, ekonomilerinin en önemli kuruluşlarının Batı Avrupa ve Amerikan şirketlerinin eline geçmiş olduğunu gördüler.

Soru: "Kara para aklama"nın bir yolu olarak özelleştirmeden yararlanılmış mıdır?

Cevap: Evet. Özellikle Rusya ve Doğu-Orta Avrupa ülkelerindeki mafya, karaborsacılar ve totaliter rejimin egemenleri ellerindeki kara parayı, özelleştirilen devlet kuruluşlarını satın alarak aklamışlardır. Çekoslovakya'da yapılan özelleştirmelerin yerli alıcılarının büyük bir bölümünü, halkın "pis para" sahibi dediği mafya ve karaborsacılar oluşturmaktadır.

Benzer gelişme Şili ve Meksika'da görülmüştür. Meksika’da, satılığa çıkarılan devlet kuruluşlarını alabilecek zenginlikte yerli müşteri sayısı zaten çok değildi. Meksika'nın milli gelirinin (GNP) yüzde 22'si, 37 işadamının cebine girmektedir. Özelleştirme sonucu, satılan devlet kuruluşlarının en büyük yerli alıcıları da işte bu 37 zengin işadamı olmuştur.

Şili'de 1975-1979 yıllan arasında 110 banka ve bunlara bağlı kuruluşlar özelleştirildi. Özelleştirmenin yöntemi öyle belirlendi ki; bu bankaları sadece ülkenin halihazır mevcut özel kuruluşları ele geçirsin. Satış fiyatları da bilerek düşük tutulmuştu. Satılığa çıkarılan bankalara talip olan müşteriler hakkında hiçbir araştırma yapılmadı. Sonunda, bu bankalar büyük para babalarının eline geçti.

Şili'deki özelleştirme böylece, konunun uzmanlarının ifadesiyle "tam bir felaketle sonuçlanmıştır". Zira, özelleştirme yöntemiyle devlet tekeline son verilmek istenirken, özel sektör tekeli yaratılmıştır. Özelleştirilen işletmeler, para babası bir avuç kişinin eline geçmiştir.

Soru: Özel mülkiyet, devlet mülkiyetinden daha mı iyidir?

Cevap: özelleştirmenin yayıcısı ve fakir ülkelere dayatıcısı Dünya Bankası'nın 1982x3 yılındaki görüşü şuydu: Tüm diğer etkenler eşit olmak koşuluyla, mülkiyetin kimin elinde oluşu hiç önemli değildir. Asıl önemli olan özellik, yönetimdir.

Bu değerlendirmeden şu sonuç açıkça ortaya çıkmaktaydı: yetenekli yöneticiler tarafından iyi yönetilen bir devlet kuruluşu, beceriksiz yöneticiler tarafından kötü yönetilen bir özel sektör kuruluşundan daha iyidir.

Dünya Bankası bu görüşünü 1992 yılma kadar yayımladığı tüm raporlarda korudu. Ancak, 1992 yılında bu görüşünü değiştirip, "bir işletmenin devletin elinden alınıp özel sektöre verilmesi, o işletmenin ekonomik verimliliğini arttırmaya yeter nedendir" diyerek kestirip attı.


Dünya Bankası artık hiçbir koşulda, devlet sektörünün varlığını hazmedemiyor, kabullenemiyordu. Özelleştirmenin savunucusu ve yayıcısı "Adam Smith Enstitüsü", 1991 yılında Londra'da 5. Yıllık Konferansını "özleştirme" konusuna ayırmıştır. Kürsüdeki konuşmacı özelleştirmenin nimetlerine sayıp döktükten sonra, şöyle kesin bir söylem ortaya koyuyordu: "Özel mülkiyet her zaman devlet mülkiyetinden iyidir." Aslında bu söylemin bu konuşmacının ağzından çıkmasının yadırganacak bir yanı yoktu. Özelleştirmenin propagandasını yaparak büyük para kazananlar elbette böyle konuşacaklardı. Ancak, dinleyiciler arasında bulunan Nijerya özelleştirme Komitesi sözcüsü Bernard Verr dayanamayarak ayağa kalkıp şu soruyu sordu. "Eğer dediğiniz doğruysa, neden İngiltere'de yüzlerce özel şirket iflas edip batıyor?" Sorusuna cevap alamayan Bernard Verr, kürsüdeki konuşmacıya boyunun ölçüsünü veren yorumunu yaptı: "Mülkiyetin kimde oluşunun verimlilikle hiçbir ilgisi yoktur!"

Özel mülkiyetin devlet mülkiyetinden her zaman iyi olduğu söyleyenler, özelleştirmeden kişisel çıkar sağlayanlardır.

Soru: Özelleştirmeyi, "Üçüncü Dünya Ülkeleri” denilen kalkınmamış ve kalkınmakta olan fakir ülkelere dayatan IMF ve Dünya Bankası gibi Amerikan kuruluşları, bu ülkelere vermiş oldukları borç parayı bir silah olarak kullanmışlar mıdır?

Cevap: Önce, fakir ülkelerin içine girmiş olduğu borç batağının boyutlarına kısaca bir göz atalım:

Az kalkınmış ülkelerin 1973 yılında toplam borcu 100 milyar dolar idi. 10 yıldan fazla bu borcun faizini ödeyen bu fakir ülkeler bir de baktılar ki: 1984 yılında borçların toplamı 900 milyar dolara çıkmış! Alacaklı olanlar ise IMF, Dünya Bankası ve bunların kontrollerindeki özel bankalardı.

1974-1984 yılları arasında, milyarlarca dolar para fakir ülkelerden zengin ülkelere pompalanmıştı. Milyarlarca doları zengin ülkelere akıtan ülkelerin kamu sektörleri ise tam bir yıkıma uğramıştı.

17-21 Eylül 1992 tarihlerinde Singapur'da toplanan Kamu Hizmetleri Dünya Kadınlar Konferansı'nda konuşan Bayan Susan George şu şok açıklamayı yapıyordu:
"Fakirlere karşı bir savaş sürdürülmektedir. Zengin ülkeler borçlandırma yöntemiyle, fakir ülkelerden, daha önce silahlı savaşla elde ettikleri parasal haraçları, ucuz hammadde kaynaklarını, üretim araçlarını ve büyük bir gücü elde etmektedir. 1982 yılından bu yana, yani son on yılda, dünyanın fakir ülkeleri, almış oldukları borcun üzerinde, zengin ülkelere 450 milyar dolar ödemişlerdir."
IMF, Dünya Bankası ve diğer Amerikan kuruluşlarının, borçlandırarak fakir ülkeleri nasıl sömürdüklerinin çarpıcı resmidir bu!

Yukarıdaki fotoğrafı, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı'nın (UNDP) 1992 yılındaki raporu, şu sözlerle aynen onaylıyordu:
"Halihazır küresel fırsatların dağılımı, fakir uluslara yetersiz kaynaklar veriyor. Ancak bundan daha kötüsü, 'borç geri ödeme' yöntemiyle bu fakir ulusların çok önemli kaynakları ellerinden alınmaktadır. 1983-1989 yılları arasında, zengin alacaklılar, kalkınmakta olan ülkelerden, vermiş oldukları uzun vadeli borç karşılığı 242 milyar dolar net gelir transfer ettiler."
Fakir ülkeler, aldıkları borcun çok üzerinde paralar ödeme durumuna nasıl düştüler?

Bu sorunun cevabı, kapitalizmin soyguncu yüzünü bir kez dana ortaya koyacaktır:

IMF, Dünya Bankası ve bunların kontrollerindeki Batı bankaları, fakir ülkelere borç para verirken, zenginlere uyguladıkları faizin dört katından fazla bir oran uygulamışlardır.

Yani, zengin uluslar borç alırken yüzde 4 faiz ödemişler, fakir uluslar ise borç alırken net yüzde 17 faiz ödemişler. Bu hayasız soygun, bir diğer gerçeği de gözler önüne sermiştir:

"Serbest Pazar ekonomisi"nin bizleri kandırmaya çalışan taraftarlarının söylediği gibi ortada bir "serbest küresel market" yoktur! Bu, sözde serbest küresel pazar, aslında yalnız zenginlerden yanadır! Amerika Başkanı Bush'un yarattığı "Yeni Dünya Düzeni"ni gerçekleştirmek için uygulamaya konulan özelleştirme, fakir ülkelere dayatılırken borçlulukları bir silah olarak aleyhlerinde kullanılmış mıdır? IMF ve Dünya Bankası, borç verdiği fakir ülkelerin yalnız ekonomilerine değil, içişlerine de el atmış ve bu ülkelerde istedikleri gibi at koşturmuşlardır. Borçlu olduğu için IMF ve Dünya Bankası'nın müdahalelerine boyun eğmek zorunda kalmış fakir ülkelerin başında şunlar gelmekte: Mısır, Ekvator, Kosta Rika, Nikaragua, Jamaika, Panama. IMF ve Dünya Bankası, bu ülkelerde özelleştirmenin boyutlarını ve uygulama yöntemlerini istediği gibi belirlemiş ve uygulatmıştır.

Ek borç isteyen Jamaika hükümetine, 44 devlet kuruluşunu özelleştirme direktifini vermiştir. Oysa, hükümetin istediği borç para zaten bu devlet kuruluşlarının özelleştirmesiyle elde edilecek paraya eşitti!

116 milyon dolar gibi çok az bir borç daha isteyen Nikaragua hükümetine, IMF'nin verdiği direktif çok kesindi: Çok sayıda emniyet müdürü işten atılacak, toprakları ellerinden alınmış Amerikalılara toprakları derhal iade edilecek!

Soru: Türkiye'deki 'En iyi yabancı banka' hangisidir? Bu banka, hangi faaliyetleriyle bu üne kavuşmuştur?

Cevap: Euromoney adlı dergi tarafından Chase Manhattan Bank adlı Amerikan Bankası Türkiye'de üç yıl üst üste (1993- 1996) Türkiye'deki "En iyi yabancı banka" seçilmiştir.


Bu banka, Türkiye'de hem sayı hem hacim olarak en çok yabancı kaynaklı borç para veren bankadır.

Bu banka, Türkiye'de en büyük çaplı özelleştirmelere arcı olmuş bankadır.

Bu banka, Türkiye'yi bir üs olarak kullanıp eski Sovyetler Birliği'ndeki Türki, Cumhuriyetlerle de iş yapmaktadır.

Bu banka, Türkiye'de özellikle metal, maden ve petrol endüstrilerinde uzman olduğunu ilan etmektedir.

Bu banka, hem Özelleştirme Kuruluşu'na hem de çeşitli özelleştirmelere teklif veren kuruluşlara aracılık yapmaktadır.

Tüpraş, Pektim ve Poaş bu bankanın danışmanlık yaptığı kuruluşlardandır.

Kasım 1994'te, iki hafta süren Meclis görüşmelerinden ve birkaç kez Anayasa Mahkemesi'nin görüşü alındıktan sonra T.B.M.M., 4046 sayılı "Özelleştirme Yasası"nı çıkardı. Bu yasaya göre "Özelleştirme İdaresi" kuruldu. Devlet Malı Kuruluşlarının yeniden yapısallaşması ve satışını yönetmek ve Özelleştirme İdaresi'ni yönlendirmek üzere de "Özelleştirme Yüksek Kurul" oluşturuldu. Bu kuruluş, başbakanın başkanlığında; maliye, sanayi ve ticaret bakanlarından oluşmaktaydı.

Chase Manhattan Bankası, Türkiye'de, hem "Özelleştirme İdaresi"nin danışmanlığını hem de içlerinde Tüpraş, Pektim ve Petrol Ofisi gibi büyük kuruluşların bulunduğu çok sayıda dev-let işletmesinin özelleştirilmesinde pey süren, yani pay satın almak isteyen özel-tüzel kişi ve şirketlere danışmanlık yapmıştır."

Yani, Chase Manhattan Bankası, bir alışverişe hem alanın hem de satanın danışmanlığını yapmışta. Böyle bir alışverişte malı satılanın kazıklanacağını görmek için Manhattan kadar kurnaz olmaya gerek yok herhalde!

Chase Manhattan Bank yalnız Türkiye'de değil, tüm dünyada ünlü: 1985 yılında Amerika'nın dokuz büyük bankası, Latin Amerika ülkelerine toplam 50 milyar dolar borç verdi. Bu dokuz büyük bankadan birisi Chase Manhattan idi. Bu dokuz banka 1985 yılında toplam 3,4 milyar dolar kâr etmişlerdi. Belki, bunda ne var, borç vermişler kâr etmişler diyebilirsiniz. Dinleyin devamını öyleyse: Bu dokuz banka, müşterilerinden topladığı mevduatın yüzde 100'ünden fazlasını borç olarak Latin Amerika ülkelerine dağıtmışlar. Bir banka, kasasında olandan fazlasını nasıl borç verir diye soruyorsanız, başvuracağınız adreslerden biri Chase Manhattan Bankası'dır.

Amerika'nın dokuz büyük bankası Latin Amerika Ülkelerindeki yağmaya, tüm bankacılık kurallarını çiğneyerek, balıklama dalmışlardır.

Soru: Borcunu ödemeyen "Üçüncü Dünya Ülkeleri" denilen fakir ülkeler, özelleştirme yoluyla, borçlarına karşılık ulusal servetlerini elden çıkarmak zorunda bırakılmışlar mıdır?

Cevap: IMF, Dünya Bankası ve bunların kontrolündeki özel bankalar 1970'li yıllarda Üçüncü Dünya ülkelerine akıl almaz boyutlarda borç verdiler. 1980'li yıllarda, alacaklarını başka bankalara ve özel kuruluşlara biraz eksiğine sattılar. Borçlu fakir ülke, birden karşısında, elinde kendisine ait borç senedi tutan ikinci bir özel şirketle karşı karşıya geldi. Parası yoktu ki borcunu ödesin. Ya yeni borç bulmak için tekrar IMF ve Dünya Bankası'na başvurdu ya da ulusal servetlerini özelleştirme adı altında alacaklı firmaya satmak zorunda kaldı. Yeniden borç almak için IMF ve Dünya Bankası'na başvuran fakir ülkeye bu kuruluşlar yüksek faizle yeniden borç verdiler. Böylece hem aynı borçludan iki kez kâr etmiş oldular hem de zavallı fakir ülkeye bunu çok büyük bir iyilik yapıyormuş gibi yutturdular. Bu akıl almaz dahiyane plan karşısında hayranlık duymamak mümkün değil!

"Ya borcunu öde ya da malını ver" dayatmasıyla, Üçüncü Dünya Ülkeleri, Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri çok değerli ulusal servetlerini Amerika ve Batı Avrupa'nın şirketlerine kaptırdılar.

Latin Amerika ülkelerinde, özelleştirme sırasında "ya borcunu öde ya da malını ver" tehdidi çok geniş çapta uygulandı. Bu yöntemle Arjantin'in Ulusal Telekomünikasyon Kuruluşu (EN-Tel), Amerikan şirketlerinin eline geçti. Gerçek değeri 5 milyar doların üzerinde olan ENTel'e Amerikalılar 1 milyar dolardan az bir para ödeyerek sahip oldular.

Özelleştirme pazarında iyi iş yapan bir Londra ticaret bankasının özelleştirme uzmanı bile bu soygun karşısında bakın neler söylüyordu:
"Şimdi söyleyeceklerimi kayıt etmemeniz koşuluyla söyleyeceğim. Resmi olarak bu söyleyeceklerimi kesin olarak söylemem: ENTel'in özleştirme teklifi isi bize teklif edildi, ama ben teklifi geri çevirdim. Teklifi geri çevirdiğimi de kimseye söylemedim zira çok kârlı bir isti. Teklifi geri çevirdim, çünkü bu iş yerden göğe kadar pis kokuyordu! Bu pisliğe bulaşmak istemedim!"
"Ya borcunu öde ya da mallarını sat" dayatmasıyla karşı karşıya kalan Şili, Haziran 1985'te devlet mallarını, özelleştirme adı altında satışa çıkardı. Fırsatı değerlendiren Amerika'nın bir büyük bankası, Bankers Trust, Şili'nin en büyük sosyal sigortalar kurumu olan AFT Provida'nın yüzde 42 hissesini ele geçirdi. Yine aynı şekilde, Şili'nin bir dev kuruluşu olan, nitrat üreticisi Soquimish'in ve hidroelektrik işletmesi Pilmaiquen'in büyük çapta hisselerine sahip oldu. Bunlarla yetinmeyen büyük Amerikan bankası Bankers Trust, Şili'deki özelleştirme furyasından yararlanarak, içinde çelik ve enerji üretim fabrikalarının bulunduğu 13 Şili işletmesinde, büyük oranda hisse sahibi oldu.

"Borca karşı mal" verme yöntemi Rusya'da da uygulandı. Batı, vermiş olduğu borçların geri ödenmesi için baskı yapıyordu. Rusya Başkanı Boris Yeistin, G' denilen 7 Zengin ülke'den yardım istedi. Zenginler yardıma hazırladılar, ama bir koşullan vardı:

Rusya'nın zengin maden yatakları Batı'nın işletmesine açılacaktı. Borç içinde kıvranan Yeltsin bu koşulu kabul etti. Borçlanarak yakayı Batı'nın eline kaptıran Rusya'nın bu durumu Latin Amerika ülkelerinden de beterdi. Bu fırsatı çok iyi değer-lendiren Batı Avrupa ve Amerikan şirketleri, kısa zamanda milyarlar kazanmak üzere Rusya pazarına saldırdılar. Aslında Batı, Rusya'nın zengin maden yataklarına çok önceden göz koymuştu. "Ya borcunu öde ya da mallarını sat" baskısına dayanamayan Yeltsin, özelleştirme adı altında kapıyı gözü dönmüş Batı şirketlerine açmıştı.

Yabancı çok uluslu şirketler, eski Sovyetler Birliği'nin çok zengin doğal kaynaklarını, örneğin petrol, kömür, altın ve elmas madenlerini nasıl yağmalayacaklarını düşünürken zevkten göklere uçuyorlardı. Rusya ise, dövize olan şiddetli ihtiyacı nedeniyle, kendisine dayatılacak hemen her koşula razı olacak durumdaydı. Daha 1990'da, devrin Başkanı Gorbaçov, 1 milyar dolar karşılığı, Rusya'nın zengin elmas madenlerinin 5 yıllık işletmesini bir yabancı şirkete devretmişti. Oysa, aynı süreç içinde Rus elmasının satışından en az 5 milyar dolar kâr elde edilebileceği hesaplanmıştı. Son yıllarda, Sibirya'daki bakır madenleri ve Kazakistan'daki petrol yatakları da Batı'nın çok uluslu şirketlerine çok uygun koşullarda teklif edildi. "Ya borcunu öde ya da mallarını sat" dayatmasıyla özelleştirmeye başvuran Peru, devletin elindeyken kâr etmekte olan Condestable adlı bakır madenini gerçek değerinin çok altında bir fiyata yabancılara teslim etmek zorunda kalmıştı. Peru, yine aynı neden ve aynı yöntemlerle, zengin fosfat madenlerinin işletmesini de yabancılara terk etmişti.

"Ya borcunu öde ya da mallarını sat" baskısına dayanamayan Jamaika, özelleştirme adı altında zengin boksit madenlerini; 1992 yılında da Guyana tüm boksit endüstrisini yabancıların eline teslim etmek zorunda kalmışlardı.

Arjantin işçi sendikaları başkanı Gerardo Petrarca, ülkesindeki uygulanan özelleştirmeyi anlatırken, aslında tüm fakir ülkelerin içine düştüğü durumu dile getiriyordu:
"Bize öyle geliyor ki; ülkemiz hatta kıtamız işgal edilmiştir. Özelleştirme adı altında sırtımıza ağır bir yük yüklenmiş, halkımız fakirliğin çamuruna sokulmuştur. Özselleştirme, sömürge-leştirmenin yeni bir şekli olarak ortaya çıkmış ve bizi iki yüzyıl geriye götürmüştür."


Soru: Dünya Bankası'nda çalışmış olup da, özelleştirmenin istenilen hedeflere varmada başarılı olmadığını söyleyen uzman ekonomistler çıktı mı?

Cevap: Ekonomist Perey Mistry, özelleştirmeyi tüm dünyaya yayan ve Üçüncü Dünya ülkeleri denilen fakir ülkelere dayatan Dünya Bankası'nda uzman olarak çalışmıştı.

Perey Mistry ve Oxford Üniversitesi'ndeki iki meslektaşı bir araya geldiler ve üçü Asya'da (Malezya, Sri Lanka, Yeni Gine), ikisi Afrika'da (Kenya, Malavi) ve kişi de Batı Hint Adaları’nda (Jamaika, Trinidad-Tobago) bulunan toplam yeri ülkede uygulanan özelleştirmeleri ayrıntılı olarak incelediler. Daha sonra, bütün bulgularını dört yüz sayfalık bir kitap halinde yayımladılar.

Perey Mistry ve meslektaşlarının en önemli bulguları şunlardır:

*Hem politik hem de ekonomik nedenlerden dolayı özelleştirme, ortaya koyduğu hedeflerden ancak çok azına varabilmiştir. Özelleştirme kısa sürede kaynak yaratmada, yeni canlanan yerli müteşebbisleri cesaretlendirmede ve sermaye piyasasının gelişmesinde istenilen hedeflere varılamamıştır.

*Kalkınmakta olan ülkelerde özelleştirme yolu ile büyük gelişmeler sağlanacağını öne süren hırslı iddiaların dozajları artık azaltılmalıdır.

*Özeıleştirme, özel sektörün kalkınmasını sağlayacak geniş bir stratejik planın ancak mantıklı bir parçası olabilir. Yani, orta vadeli politikalarda sadece yandan destekleyici bir faktör olarak düşünülmeliydi. Kalkınmakta olan ülkelerin acısını çektiği çok sayıda hastalıkların hepsine birden, özelleştirmeyi her derde deva bir ilaç olarak göstermek yanlıştır.

Görüldüğü gibi bir zamanlar Dünya Bankası'da çalışmış uzman bir ekonomist bile, özelleştirmenin "her derde deva ilaç" olarak sunulmasının yanlış olduğunu dile getiriyordu.

Amerika'nın işadamı ve üst düzey yöneticisi yetiştiren ünlü üniversitesi Harvard Business School'da öğretim üyeliği yapan Doç. Dr. John B. Goodman ve Doç. Dr. Gary W. Loverman; Batı Avrupa, Polonya ve Amerika'daki özelleştirmeleri ayrıntılı olarak inceledikten sonra şu yargıya varıyorlardı:
"Bir işletmenin sırf özel sektörün elinde oluşu o işletmenin verimli çalışacağı anlamına gelmez. Asıl temel konu, yöneticilerin nasıl davranacağı, ne tür yöntemler uygulayacağı ve onların davranışlarının nasıl izleneceğidir."
Bu yargıdan çıkan bir sonuç da şu: Demek ki, donanımlı ve yetenekli yöneticiler tarafından çağdaş yöntemlerle yönetilen ve yönetimi izlenebilen bir devlet kuruluşu da çok verimli çalışabilir. Bir işletmenin verimli çalışmasını sağlamak için özelleştirme şart değil.

Soru: Eski sosyalist ülkelerde yapılan özleştirmeler ile kapitalist ülkelerde yapılan özelleştirmeler aynı nitelikte midir?

Cevap: Eski Doğu Avrupa ülkelerindeki KİT'leri, dünyanın kapitalist ülkelerindeki hiçbir kuruluşla karşılaştırmak mümkün değildir. Çünkü sosyalist ülkelerdeki ekonomik yapı tamamen KİT'lere dayanmaktaydı. 1990'lı yılların başında, Sosyalist Blok'taki KİT sayısı, dünyanın hiçbir bölgesinde yoktu. Örneğin Polonya'da 8 000 büyük sanayi kuruluşu; Çekoslovakya, Macaristan ve Yugoslavya'da 2 500'ün üzerinde KİT vardı. Sovyetler Birliği'nde, çöküşten önce 47 000 çok büyük sanayi kuruluşu bulunmaktaydı.

1990 yılında Doğu Bloku'nun yıkılmasından sonra özleştirme, sosyalist ülkeler için yeniden yapılanmada bir temel araç olarak görülmeye başlanmıştır. Ancak bu ülkelerdeki özelleştirmeler, diğer özelleştirmelerden boyut, kapsam, amaç ve yöntem bakımından çok farklıdır:

• Boyutsal farklılık:

Eski sosyalist ülkelerde yapılan özelleştirmeler çok büyük boyutlu ve karmaşıktırlar. Örneğin; Çekoslovakya, Macaristan, Polonya ve Romanya hükümetleri, ellerindeki KİT'lerin yüzde 50'sini, yani yaklaşık 8 000 kuruluş özelleştirmeye karar vermişlerdir. Son bir buçuk yıl içerisinde, eski Doğu Almanya'da özelleştirilen KİT'lerin sayısı, bütün dünyada son 15 yıldaki özelleştirmelerden çok daha fazladır.

• Kapsam farklılığı:

Eski sosyalist ülkelerde yapılan özelleştirme,kapsam bakımından da farklıdır. Çünkü en fakir ve az gelişmiş kapitalist ülkelerde bile, şu veya bu şekilde bir özel sektör vardır ve fiyatlar kıt kaynakların kullanımında yol göstericidir.

Mülkiyet tam veya sınırlı bir şekilde vardır. Oysa eski Sovyetler Birliği ile doğu Avrupa ülkelerinde en az 40 yıldır özel mülkiyet ve fiyat mekanizması yoktur.

• Amaç farklılığı:

Kapitalist ve karma ekonomilerde özelleştirme, ekonomide etkinliği artırmak ve bütçe açıklarını gidermek için yapılır. Oysa, eski sosyalist ülkelerde özelleştirme, ulaşılması hedeflenenbir "sonuç"tur ve sosyalist toplumlardan kapitalist topluma geçmede temel mekanizmadır. Bu ülkelerde temel amaç toplumda geniş ve etkin bir mal sahipliği yaratmaktadır.

Eğer özelleştirme kısa sürede gerçekleştirilemez ve özel mülkiyete geçiş vakit alırsa, bundan tüm toplumun zarar göreceğinden korkulmaktadır. Bu nedenle, "büyük ölçekli" özelleştirme programı, tüm eski sosyalist ülkelerde uygulanmaktadır.

• Yöntem farklılığı:

Eski sosyalist ülkelerde yapılan özelleştirmelerde uygulanan yöntem ise, Batı'dakilerden biraz farklılık göstermektedir. KİT'ler, sermaye şirketi haline getirildikten sonra hisselerinbelli oranları çalışanlarına ve yöneticilere devredilmekte, yardımlaşma fonları oluşturularak, kuruluşlar sermaye şirketine dönüştürülerek hisseleri halka satılmakta veya hisseler kupon karşılığında halka devredilmektedir.

Soru: Dünyadaki kamu kuruluşları, yani devlet malları neden kapitalistlerin iştahını kabarttı? Özelleştirme adı altında, neden devlet mallarına saldırıldı?

Cevap: Dünyadaki kamu kuruluşlarının, yani devlet mallarının kapitalistlerin saldırısına neden uğradığını tama anlayabilmek için "Küresel Ekonomi" nin durumuna kısaca bakmakta fayda vardır.

Dünya ekonomisi son 20/30 yılda büyük çapta küreselleşmiştir.

Pekiyi "kürselleşme" ne demek? Dünyanın diğer bir adı da "küre"dir.

Küreselleşme demek, kapitalizmin, dünya üzerindeki engellerin hemen hemen tümünü yıkıp geçerek, tıpkı bir ahtapotun kolları gibi yerküresinin tamamını sarıp sarmalaması demektir.

Ahtapot ne, kolları kim sorularına somut cevap istiyorsanız, okumaya devam ediniz.

Dünya üretimi son 20-30 yılda üç kat artarken, dünya ticareti dört kat artmıştır. Dünyadaki ticaret bankalarının borç verebilme olanakları ise dünya ticaretinden iki kat daha fazla büyümüştür. Bilgisayar ve uydu ağları, küresel hareketlerin hızlanmasını ve genişlemesini sağlamıştır.

Dünya para piyasaları, bilgisayar ve uydu ağları aracılığıyla, günde 300 milyar dolardan fazla bir parayı dünyanın bir ucun-dan diğer bir ucuna havale etmektedir.

Dünya para piyasalarının yani küresel ekonominin güçlü oyuncuları ise, büyük uluslarüstü kuruluşlardır. Bu kuruluşlar, Dünya Bankası ve IMF tarafından sürekli desteklenmektedirler. Dünya ekonomisinin küreselleşmesi, uluslar arası özelleştirmeyi, başlatan ve yaygınlaştıran gücü oluşturmuştur.

Bir günde, Türkiye'nin yıllık ulusal gelirinin yaklaşık iki katı olan 300 milyar dolan dünyânın bir ucundan diğer ucuna havale eden güç, artık önünde hiçbir engel tanımıyor, hiçbir engel görmek istemiyor.

Pekiyi engel kim, hükümetler mi?


Küresel Ekonomi denilen gücün önünde ulusal hükümetler artık bir engel oluşturmuyor. Bu gücün önündeki tek engel, kamu kuruluşlan yani devlet mallarıdır. Bunların da satılıp özelleştirilmesinden sonra, Küresel Ekonomi denilen ahtapotun önünde artık hiçbir engel kalmayacaktır.

İşte bu nedenle, kapitalizm, yani Küresel Ekonomi, yani ahtapot, bütün gücüyle devlet kuruluşlarına ve bunlan elinden bırakmak istemeyen ulusal devletlere saldırmaktadır.

Uluslarüstü konumda ve devlete benzer yapıda olan Dünya Bankası ve IMF'den başka güç odakları da Küresel Ekonominin içinde yerlerini almışlardır. Bunlar, Amerika, Almanya ve Japonya'nın etrafında oluşan ekonomik bloklardır. Başını Amerika'nın çektiği NAFTA ve Almanya'nın liderliğini yaptığı Avrupa Birliği gibi güçlü kuruluşlar da uluslararası özelleştirme-nin itici güçleri haline gelmişlerdir.

Şimdi sıra, yukanda sözünü ettiğimiz ahtapotu ve kollarını biraz daha yakından tanımaya geldi: Günümüzde tüm dünyada, yabancı yatırımlarının yüzde 80'i ve dünya ticaretinin yüzde 70'i 500 şirketin elindedir. İşte bu 500 şirket tüm dünya gelirinin yüzde 30'unu cebe indirmektedir.

Bu şirketlerin merkezleri Amerika, Batı Avrupa ve Japonya'dadır. Ve elde ettikleri tüm kârlar da yine bu ülkelere dönmektedir. Birçok ülkenin serveti, bu şirketlerden basılannın serveti şanında kuş yemi gibi kalmaktadır. Ulusal sınırlan, ulusal hükümetleri tanımayan bu şirketler, ellerindeki parasal güçle, ulusal devletlerden çok daha güçlü duruma gelmişlerdir. Şimdi iyice anlaşıldı mı, küreselleşmenin ne olduğu! Ulusal devlet görmek istemiyorlar. Ulusal devletler yıkılacak, devlet mallan da özelleştirme denilen yağmalamada bu şirketlerin ellerine geçecek.

Yukarıdaki tabloya bir de şu rakamları ekleyin:


Dünyada 447 dolar milyarderi bulunmakta. Bu 447 kişinin yıllık gelirleri, dünya nüfusunun yansının toplam yıllık gelirinden fazla. Çarpıcı olsun diye biraz daha açalım:

Dünyada 3 milyar insanın bir yıllık toplam geliri, 447 kişinin bir yıllık toplam gelirinden az!

Buyurun küreselleşmeye!

Buyurun özelleşmeye!

Soru: Özelleştirmenin gerçekleştirilmesinde Amerika çeşitliülkelerde çeşitli yöntemler uyguladı. Amerika hangi ülkede "önce vahşice saldır, sonra özelleştir" yöntemini uyguladı ve sonuçları ne oldu?

Cevap: Amerika, önce CIA denilen "Merkezi Haber Alma Teşkilatı"nı kullanarak ve daha sonra Dünya Bankası'nı devreye sokarak Şili'de, "Önce vahşice saldır, sonra özelleştir" yöntemi uyguladı.

1973 yılının başında, Şili'de iktidarda halkın oylarıyla seçilip gelmiş Salvador Ailende hükümeti vardı.

Eylül 1973'e, Şili ordusunun satılmış generalleri Amerika'nın gizli örgütü CIA'nm desteğiyle, Allende'yi vahşi bir darbeyle iktidardan düşürdüler. Şili'nin, çok ülkeye örnek olacak derecede çok yetkin bir Sosyal Sigorta Kurumu ve mali yapısı güçlü bir eğitim sistemi bulunmaktaydı.

Kanlı darbeden daha iki ay geçmeden, Amerika yanlısı faşist darbeci General Pinoşet ve "Şikago Çocukları" denilen CIA ajanları niyetlerini açıkladılar. Bir devlet kurumu olarak, kuruluş tarihi belki de dünyada en eski olan, ama son haliyle İngiltere'deki Ulusal Sağlık Kurumu'nu model olarak almış bulunan, Şili'nin dört başı mamur Sağlık Hizmetleri ortadan kaldırılacaktı!

Darbeciler hızlı bir özelleştirmeye giriştiler. Ülke ekonomisini yıkıyorlar, tekrar yamamaya çalışıyorlardı. Ama devletin sağlık hizmetlerine karşı tam bir yıpratma savaşı yürütüyorlardı. Sağlık hizmetlerine devlet desteğini hemen hemen tamamen kesmişlerdi. O güne kadar devletin elinde olan ilaç üretim ve dağıtım tekeline son verdiler. 1983 yılına gelindiğinde Şili'de tüketilen ilaçların yarısından fazlası özel şirketler tarafından üretilmekteydi.

Şili halkı, darbeden önce, Sosyal Sigortalar Kurumu aracılığıyla ücretsiz muayene oluyor ve gerektiğinde hastanelerde ücretsiz tedavi oluyordu. Darbeciler bu sisteme son verdiler. Halkı, yeni kurulan özel sigorta şirketlerinde sigorta olmaya yönlendirdiler.

Devlet hastanelerinde hizmet vermekte olan doktorlar yavaş yavaş özel hastanelere geçmeye veya kendilerine özel muayenehaneler açmaya başladılar. Özelleştirmenin başlamasından üç yıl sonra, devlet hastanelerinde çalışmakta olan doktorların yarısından fazlası özel sektöre geçmişti.

Şili'nin Ulusal Sağlık Hizmetleri henüz ayaktayken, üniversiteyi yeni bitiren her dört genç doktordan üçü devlet hastanelerinde görev alırken, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesinden sonra her dört genç doktordan üçü özel sektörde görev almaya başlamıştı.

Yeni kurulan özel sağlık sigortası şirketleri sadece zengin tabakaya hizmeti hedeflemişlerdi. Bu kuruluşların müşterileri "zengin, sağlıklı, genç, kentli, kariyer sahibi, bakmakla sorumlu olduğu kişi sayısı az" olan insanlardı. Kırk yaşından küçük ev kadınlarını bile sigortalamaktan kaçınıyorlardı, zira bu kadınlar gebe kalıp sigorta şirketine ek masraflar çıkarabilirdi!

Bu özel sigorta şirketlerinin poliçeleri, ruh hastalıklarını ve diş hastalıklarını da kapsamıyordu... Askeri dikta yönetimindeki Şili, eğitimin ve özelleştirilmesinde dünyada öncülük ediyordu. Askeri darbeden önce Şili'nin ulusal bütçesinin yüzde 20'si ulusal eğitim harcamalarına ayrılmaktaydı. Genç kuşağın eğitimi Şili Devleti için, öncelikler listesinin en başında gelmekteydi. Oysa, Amerikan destekli faşist askeri diktanın ilk hedeflerinden biri, eğitim sistemini yıkmaktı.

Faşist askeri dikta, 100 000 üyesi bulunan Eğitim Emekçileri Sendikası'nın tüm faaliyetlerini yasakladı. Askeri darbeden iki yıl sonra, bütçeden eğitim hizmetleri için ayrılan para, geçmişe göre, yarı yarıya azaltılmıştı,

Faşist askeri diktanın hedefi, devlet okullarıydı. Şili gençlerinin geleneksel hale gelmiş ücretsiz okuma hakları ellerinden alınmaktaydı. Faşist askeri dikta, arkasında Amerika desteği, eğitimi özleştirmekte kararlıydı. Artık parası olanlar okuyabilecekti. Yani zengin çocukları okuyacak, emekçilerin çocukları okuyamayacaktı...

Eğitimin hızla özelleştirilmesi sonucu, tüm okulların en az yüzde 80'i özel sektörün eline geçti. Orta eğitimin aylık ücreti 25 dolardı. İşçilerin bu ücreti ödeyip çocuklarını okutabilmeleri artık imkansızlaşmıştı. Okuma çağındaki işçi çocuklarının en fazla yüzde 40'inin orta eğitim okullarına gidebildiği görülmekteydi. Toplumda okuryazar oranı hızla düşmeye başladı.

Faşist askeri dikta yönetimindeki Şili, "Yeni Sağ"ın politikalarını ve özelleştirmeyi uyguladığı bir deneme tahtasına dönmüştü.

Şili'nin köklü sağlık hizmetlerini ve eğitim sistemini yıkan Amerika destekli faşist askeri diktanın son hedefi, Şili'nin Sosyal Sigortalar Kurumu idi. Şili'nin Sosyal Sigortalar Kurumu 1924 yılında kurulmuştu. Şili, Batı yanmkürede böyle bir kurumu ilk kuran ve sosyal sigorta programını ilk uygulayan devletti.

Amerika destekli faşist askeri dikta Şili'nin bu köklü kurumunu şu aşamalarla yıktı:


Sosyal sigorta prim ödemelerinde işverenin katkısı kaldırıldı! Sakatlık nedeniyle çalışamaz hale gelen işçiye, işverenin tazminat ödemesi kaldırıldı!

İşçilerin faydalandığı sağlık hizmetlerine işverenin katkısı kaldırıldı! İşçi emeklilik maaşlarındaki işveren katkısı kaldırıldı!

Emeklilik Fonları Yönetimi (AFPS) adı altında özel bir şirket kuruldu. Emekli olduğunda emekli maaşı almak isteyen işçilerin AFPS'ye prim ödemeleri kuralı getirdi. AFPS'ye işverenler hiçbir şey ödemeyeceklerdi.

Devletin Sosyal Sigortalar Kurumu ayaktayken işçilerin prim ödemelerindeki payları, kazançlarının yüzde 8'i iken, yeni kurulan bu özel sigorta şirketi AFPS'ye işçiler kazançlarının yüzde 17'sini ödemek zorunda kaldılar.

Artık her işçi, emekli olduğu zaman alacağı emekli maaşını kendisi belirlemek durumundaydı. Çalışırken AFPS'ye ne kadar prim yatırmışsa emekli olduğunda da o kadar emekli maaşı alacaktır.

Faşist generaller ve işverenler işçileri desteksiz ve güvensiz ortada bırakmışlardır...

Devletin sağladığı sağlam Sosyal Sigortalar Kurumunun yıkılmasıyla ortaya çıkan Emeklilik Fonları Yönetimi (AFPS) adı altındaki özel şirketin sahipleri kimlerdi?

AFPS'nin hisselerinin büyük bir bölümü ve şirketin kontrolü, büyük Amerikan bankası Bankers Trust'un elindeydi! Cuntacı generallere büyük çapta kredi açan Bankers Trust, Şili'nin sigorta şirketinin denetimini ele geçirmişti. Amerika'nın, "Öne vahşice saldır, sonra özelleştir" yöntemi Şili'de başarıyla uygulanmıştır...

Soru: Özelleştirmeyi savunanlara göre, özelleştirilen kurumlarda "verimlilik" artacaktı. Onların bu iddiası doğru çıktı mı?

Cevap: Özelleştirilen kurumlarda ayrıntılı araştırmalar yapan batılı ekonomi uzmanlarının görüşüne göre, özelleştirme sonucunda verimlilikte kayda değer bir artış görülmemiştir.

Batı'nın ünlü ekonomistleri şu görüşte birleşiyorlar: Verimliliği artırmak için mülkiyetin devletin elinden alınıp özel sektörlerin eline verilmesi yeterli bir uygulama değildir, hatta verimliliği arttırmak için böyle bir yöntem gerekli bile değildir.

Özelleştirmenin yeminli yanlıları hep devlet işletmelerinin verimsiz çalıştığını söyleyip durmuşlardır.

Bugün dünyanın en verimli çalışan çelik fabrikası Kore'deki Pohang Steel Company'dir ve bu dev kuruluş bir devlet işletmesidir.

Devlet kurumu olup da yüksek verimlilikte çalışan diğer ünlü kuruluşlar arasında, Kenya'daki Çay Geliştirme İşletmeleri, Etiyopya'da Telekomünikasyon işletmeleri, Tanzanya'da Elektrik Üretim ve dağıtım işletmeleri, Sierra Leone'de Su İşletmeleri gösterilebilir.

Özelleştirme, verimliliği arttırmanın tek yolu olarak kabul edilemez.

Leicester üniversitesi'nde ekonomi profesörü olan Peter M. Jackson diyor ki: "Bir aile ata yadigârı gümüşlerini yalnız bir kez satabilir!" Özelleştirmeyi, kendi kişisel çıkarları nedeniyle, halklara "özelleştirme her derde devadır" diye yutturanlar, fakir ülkelerin ekonomik kaynaklarını, yani "ata yadigârı gümüşlerini" ellerinden almışlardır.

Anadolu insanı da, ekonomik durumu çok kötüye gittiğinde, en son çare olarak, en son kaynak olarak karısının kolundaki bilezikleri satar. Bilezikler de gittikten sonra yardım umacağı hiçbir kapı kalmamış demektir.

Türkiye'deki devlet kuruluşları, KİT'ler, yani devletin maden ocakları, fabrikaları ve işletmeleri de Türk halkının atalarından kalma altın bilezikleridir.

Ve her şeye rağmen Türk halkı, bu altın bileziklerini satacak kadar kötü durumda asla değildir.,

Türk halkına altın bileziklerini zorla sattırmaya çalışanlar, Türk halkını sömürgeleştirmek isteyenlerdir.

Soru: Türkiye'de özelleştirme yanlıları hep şunu söyleyip durmuşlardır: Devlet sektörünün ekonomideki payı çok büyüktür. Devlet elini ekonomiden çekmeli ve küçülmelidir. Türkiye'de devlet sektörünün ekonomideki payı gerçekten çok büyük müdür?

Cevap: Bu sorunun cevabını verebilmek için, bazı Batı Avrupa ülkelerindeki devlet sektörünün ekonomideki paylarına bakmak gerekmektedir.


Açıkça görülmektedir ki; Fransa, Avusturya ve İtalya'da devlet sektörünün payı, Türkiye'dekinden daha büyüktür.

Batı Almanya ve İngiltere'de devlet sektörünün ekonomideki payları ise Türkiye'deki devlet sektörünün payına çok yakındır.

Türkiye'de, "Devlet küçülsün!" sloganı atanlar, bilinçli olarak halkımızı aldatmak isteyenlerdir.


Soru: Özelleştirmenin ateşli savunucularının bile saklayamadıkları acı gerçekler nelerdir?

Cevap: Bay Peter Nelson, Sydney Üniversitesi'nden mezun bir ekonomist. Birleşmiş Milletler'de danışman olarak çalışmış ve 32 ülkede danışmanlık hizmetleri vermiş.

Babası "Britanya imparatorluğu Nişanı" ile ödüllendirilmiş olan Peter Nelson'un en büyük arzusu, kalkınmakta olan ülkelerde özelleştirmenin gerçekleşmesi. Peter Nelson'un 1996 yılında yayımlanmış bir kitabı var: "Özelleştirme yöntemleri ve Çılgınlık".

Peter Nelson, özelleştirmenin ateşli savunucusu. Ama bu ateşli savunucu bile, özelleştirmeye karşı olan şu görüşlerini saklamıyor:

• Özelleştirme mülkiyetin tabana yayılmasını sağlamaz.
• Özelleştirme refahın tabana yayılmasını sağlayamaz.
• Özelleştirme işsizliği arttırır.
• Özelleştirme sonucunda, çalışma koşulları kötüleşir.
• Stratejik kaynaklar ve işletmeler yabancıların eline geçer.
• Fiyatlar artar.
• Hükümet ekonomide kontrolü kaybeder.
• Ürünlerin ve hizmetlerin kalitesi düşer.
• İşyerlerinde, işyeri güvenlik standartları düşer.
• Özelleştirilen devlet mallan gerçek değerlerinin çok altın da elden çıkarılır.

Özleştirme yoluyla bir ülkenin stratejik kaynaklarının ve işletmelerinin yabancıların eline geçeceği endişesine karşı Bay Peter Nelson şöyle diyor: "Elbette böyle bir korku vardır! Ama ne yapalım ki; para parayı çeker!"

Özelleştirme ile devlet mallarının elden çıkarılışını, bir ailenin "dededen kalma gümüşlerini" satmasına benzetenlere de Bay Peter Helson'un cevabı hazır: "Ne yapalım; eğer bir kişi hem borçlu hem de açsa, elindeki son değerli şeyleri satmak zorundadır."

Ekonomist Peter Nelson, borcun nasıl ve hangi koşullarda meydana çıkmış olmasıyla ilgilenmiyor. Peter Nelson, özelleştirme danışmanlığı yaparak fakir ülkelerden yüksek kazanç sağlayan ekonomistlerden biri.

Kendi kişisel çıkarları için özelleştirmeyi savunan yerli ve yabancı ekonomistlerden özelleştirmeye karşı olmalarını bekleyemeyiz. Ancak onlar bile, özelleştirmenin neden olduğu yıkımları gözlerden kaçıramıyorlar.

"Ulusun, ulus gençlerinin, çocuklarının sağlıkları, sağlamlıkları, devletin düşünmesi gereken çok önemli bir sağlık işidir. Ulusumuzu güvenlik içinde yaşatmak, sağlığına özen göstermek, olanaklarınızın ölçüsünde toplumsal acılarımıza çö-züm bulmak hükümetimizin görevlerinden biridir."

Mustafa Kemal Atatürk

Soru: Özelleştirme yanlılarının sık sık tekrarladıkları sloganlardan biri de şudur: "Devlet elini sanayiden, ticaretten çeksin. Devlet, halkın sağlık, eğitim ve güvenlik işleriyle uğraşsın.” Özelleştirmeciler, halkın sağlığını devlete bırakmışlar mıdır?

Cevap: Özelleştirrneciler,halkın sağlığını devlete bırakmamışlardır.

IMF ve Dünya Bankası'nın kışkırttığı özelleştirmeciler, dünyanın en fakir ülkelerinde bile sağlık kurumlarına saldırmışlar, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi için çalışmışlardır. Karnını doyuramayacak kadar fakir insanların çoğunlukta bulunduğu ülkelerde bile, devletin hastaneleri ve sağlık kuruluşları özelleştirilip özel sektöre devredilmiştir.

Özelleştirme yanlıları Türkiye'de de aynı tutumu sergilemişler ve sağlık sektörünü hızla özelleştirmek üzere harekete geçmişlerdir.

Türkiye'de son on beş yıl içinde 1044 özel sağlık işletmesi kurulmuştur. Bunların 476'sı İstanbul'da, 159'u İzmir'de, 150'si Ankara'da, 44'ü Antalya'da, 47'si Muğla'da, 31'i ise İçel'dedir.

Görüldüğü gibi, bu özel sağlık işletmelerinin yaklaşık yüzde 90'ı gelir düzeyi yüksek olan illerde kurulmuştur.

Çankırı, Yozgat, Tunceli, Erzincan, Elazığ, Muş, Bitlis, Siirt, Mardin, Ağrı, Kars, Hakkari gibi illerimiz ise özel sağlık işletmecilerinin haritasında yer almıyor.

Özel sektörcülerin İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Muğla e İçel'de özel hastaneler açtıklarını da görüyoruz. Ama bu özel sektörcüler Kars'a, Bingöl'e, Erzincan'a, Muş'a, Ağrı'ya, Van'a, Siirt'e, Mardin'e, Şırnak'a, Hakkari'ye, Bitlis'e özel hastane açmayı düşünmüyorlar.

Elbette düşünemezler. Bu illerimizdeki halkımızın doktora, ilaca, hastaneye verecek paralan olmadığını biliyorlar.

Türkiye'de hükümet, her alanda olduğu gibi sağlık hizmetlerinde de özelleştirmeyi desteklemektedir. Hükümet, IMF'nin direktifleri gereğince, sağlık harcamalarını giderek kısıyor, devletin hastane ve sağlık kuruluşlarını hizmet veremez duruma getiriyor. Özel sektörün bu alanda önünü açıyor.

Türk Tabipler Birliği Genel Sekreteri Doktor Ata Soyer acı acı yakınıyor:


"Kamu sağlık hizmetleri tamamıyla çökertiliyor. İnsanlar sağlık hizmetlerinden yararlanabilmek için daha fazla para ödeyecekler. Gelişmiş bölgelerde gelir düzeyi yüksek olan kesimler, bu hizmetlerden rahatlıkla yararlanırken, yiyecek ekmek bulamayan yoksul kesime, özel sektör kapısını kapatacak, Hükümet, bu gelişmeyi destekliyor. Reform diye ifade edilen buaslında.!"
"Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz. Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz. İlköğretim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur ve Devlet okullarında parasızdır. Devlet, maddi imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin, öğrenimlerini sürdürebilmeleri amacı ile burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapar.

Devlet, durumları sebebiyle özel eğitime ihtiyacı olanları topluma yararlı kılacak tedbirleri alır."

1982 Anayasası, Madde:42

"Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.

Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir. Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi arttırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler."

1982 Anayasası, Madde:56

Soru: Dünya Bankası, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesini yalnız Üçüncü Dünya Ülkeleri'ne mi dayattı?

Cevap: Dünya bankası, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesini yalnız Üçüncü Dünya Ülkeleri denilen fakir ülkelere dayatmakla kalmadı.

Dünya Bankası sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesini, Doğu ve Orta Avrupa ülkelerine dayattı.

Dünya Bankası, özelleştirilmeyi dayattığı Polonya'nın devlet bütçesinin ana hatlarını da belirledi. Eylül 1991'de, Polonya'nın devlet bütçesinin ana hatları Dünya Bankası tarafından şöyle çizilmişti: Sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik harcamaları büyük oranda kesilecek, tüm devlet sübvansiyonları kaldırılacak, kömür fiyatları, yaz ayları hariç, her ay düzenli bir şekilde yüzde 5 artacak. Doğalgaz fiyatı her üç ayda bir yüzde 5 artacak. Merkezi ısıtma ve sıcak su ücretleri ilk bir ay içinde yüzde 33 arttırılacak. Kamu konutlarında oturan ailelerin ödediği kira altı ay sonra iki katına çıkarılacak. Tren bilet ücretleri yüzde 28 artırılacak.

Petrolden alınan vergi arttırılacak. İlaç fiyatları hemen büyük oranda arttırılacak.

Dünya Bankası tarafından dikte ettirilen bütçe uygulamalarından sonra, yalnız Polonya'da değil, tüm Doğu Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan durumu, ünlü İngiliz gazetesi The Guardian 17 Kasım 1992 tarihli sayısında şöyle özetliyordu:
"Yaşam standartlarının çökmesi, temel gıda maddeleri ve yakacak fiyatlarının yukarı fırlaması, kontrol edilemeyen enflasyon nedeniyle bu kış Doğu Avrupa'da yüz binlerce yaşlı insan ölecektir... Sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi, devletin sosyal yardımları tamamen durdurması sonucu birçok ülkede yaklaşık 20 milyon insanın hayatını tehlikeye sokmuştur. Polonya'da giderek artan intiharların daha çok yaşlı kesimden geldiği görülmektedir. Romanya'da aspirin bile sadece zenginlerin alabileceği lüks bir ilaç durumuna gelmiştir. Macaristan'da yaşlan 60'in üstünde olanların sadece on ikide biri yerel yönetimlerden parasal destek görebilmektedir."
Sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesini Üçüncü Dünya Ülkeleri denilen fakir ülkelere Doğu ve Orta Avrupa ülkelerine dayatan Dünya Bankası, Latin Amerika ülkelerinde ise çok daha kurnaz bir plan uyguladı

Dünya Bankası, Bolivya'da adı Prosalud olan paravan birşirket kurdu. Ve işte bu paravan şirket, sağlık hizmetlerinin özelleştirildiği Bolivya'da özel hastaneler kurdu.

Arkasında Dünya Bankası ve Bolivya hükümeti bulunan Prosalud şirketi, özel hastanelerde modern sağlık hizmetleri vermeye başladı. Sonra da dönüp denildi ki, "gördünüz mü, sağlık hizmetleri özelleştirildiği zaman nasıl modernleşiyor!

Elbette buna verilecek akıllı cevap şuydu:

Mademki sizin ileri teknolojiniz ve yöntemleriniz sağlık hizmetlerini modernleştiriyor, aynı uygulamalarınızı devlet hastanelerinde niye yapmadınız?

Dahiyane bir planla Bolivya'nın sağlık hizmetlerini eline geçiren Dünya Bankası'nın marifetleri bu kadar da değil! Özelleştirmeyi Bolivya'ya dayatıp, kurduğu paravan şirketle Bolivya'daözel hastaneler kuran Dünya Bankası bu hastaneleri kurarken devletin malı olan binaları kullandı. Yani devlet malı binalara çöreklendi! Yani ne bu binaları para verip satın aldı ne de kira ödedi.

Dolayısıyla hiçbir sabit yatırım yapmadan kurulmuş olan özel hastaneler çok kârlı kuruluşlar haline geldi. Ve bu, özel sektörün devlet sektörüne üstünlüğü olarak ilân edildi. Dünya Bankası'nın Bolivya'daki sağlık sektörünü ele geçiriş şekli, özelleştirmenin nasıl bir soygun planı olduğunun çok açık bir kanıtıdır.

Soru: Sağlık hizmetleri, Batı Avrupa ülkelerinde de özelleştirildi mi?

Cevap: Sağlık hizmetleri için yapılan kamu harcamalarının giderek azalması ve halkın devlet hastanelerindeki servisin kalitesinden şikayetlerinin artması sonucu Batı Avrupa ülkelerinde özelleştirmeye doğru bir eğilim yarattı. Ancak, Batı Avrupa ülkelerindeki özelleştirmeyi, fakir ülkelerdeki özelleştirme ile aynı tutmamak gerekir. Zira Üçüncü Dünya Ülkeleri denilen fakir ülkelerde ve Latin Amerika ülkelerinde yapılan özelleştirmeler sonucu, devlet denetimindeki sağlık hizmetlerinde yapılan özelleştirmeler sonucu, devlet denetimindeki sağlık hizmetleri yıkıldı ve tüm doktor-hastane hizmetleri özel sektörün eline geçti.

Dünya Bankası'nm fakir ülkelere dayattığı ve bu ülkelerde gerçekleştirdiği sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesini Batı Avrupa'da yapılan özelleştirmelerden ayırmak için, Batı Avrupa'da sağlık hizmetlerinde gerçekleştirilen yapılanmaya "özelleştirme" deyimi yerine "serbestleştirme" sözcüğünü kullanmak daha doğru olacaktır. Batı Avrupa ülkelerinde sağlık hizmetlerinin serbestleştirilmesi çeşitli şekillerde ortaya çıktı. Örneğin, devlet hastaneleri bazı tür testlerin yapılabilmesi için özel laboratuarları kullanmaya başladılar. Yani, devlet hastaneleri, bazı özel laboratuarları taşeron firma olarak araya soktular. Bazı bölgelerde, devlet hastaneleri, yalnız o bölgelerdeki hastaların tedavisi için özel hastaneleri kullandılar. Batı Avrupa ülkelerinde özel doktor hastane hizmetlerine olan gereksinim, halkın bu yerlerde daha kaliteli hizmet alacağına inançla para harcamaya hazır oluşlarından ortaya çıkmadı. Hükümetler, bilinçli olarak sağlık harcamalarına ayrılan parayı bütçelerinde giderek azaltınca halk zorunluolarak özel doktor ve hastanelerin yolunu tuttu.

Bu duruma, en açık bir şekilde İngiltere'de tanık olundu. İngiltere'de sağlık hizmetleri, birçok ülkeye örnek olmuş bir devlet kuruluşu olan Ulusal Sağlık Servisi (NHS) tarafından yürütülmektedir. On altı yıldır iktidarda bulunan Muhafazakâr Parti Hükümeti, sürekli olarak bütçede NHS'ye ayrılan payı düşürmüş, halkı paralı doktor-hastane hizmetlerine adeta itmiştir. Bu uygulamanın nasıl geliştiği, ünlü İngiliz gazetesi The Guardian'ın 24 Ocak 1992 tarihli sayısında şöyle özetleniyordu:
"NHS hastaneleri önünde oluşan uzun hasta kuyruklarını kısaltmak amacıyla hastaların bir özel hastaneye yollanmasına NHS hastanelerinin operatör doktorları karşı çıktılar. Bu operatör doktorların iddiasına göre, hastaneler bu özel hastanede ihtisas kazanmamış, yeterli deneyim sahibi olmayan operatörler tarafından ameliyat edilmektedirler... Yine aynı operatör doktorların iddiasına göre, devlete ait NHS hastanelerinde sıra bekleyen hastalar, onaylan alınmadan sıradan çıkarılmakta ve özel hastanelere yollanmaktadırlar."
Özelleştirmeye benzer "serbestleştirme" sonucu İngiltere hastanelerinde temizlik, yemek pişirme ve çamaşır yıkama hizmetleri özel taşeron firmalara devredildi. Ve bu uygulamadan sonra bu hizmetlerde büyük bir kalite düşüşü yaşandı. Zira 1983 yılından itibaren uygulamaya konulan karar göre, devlet hastaneleri herhangi bir hizmeti bir özel firmaya vermeden önce açık ihaleye çıkarmak ve teklif veren özel firmalar içinde en düşük fiyatı veren firma ile anlaşmak zorundadır.

İngiltere'de sağlık hizmetlerinin devletin elinden çıkıp başka ellere geçmesinden uygulanan bir diğer yöntem de şu oldu: Sağlık hizmetlerinin verilmesinde yardım kurumları devreye sokuldu. Örneğin, devlet hastanelerinde yatmakta olan 1 300 yaşlı hasta, yardım kurumlarını ve bazı vakıflarca desteklenen özel bakımevlerine taşındı.

1992 yılında, Londra'da kurulacak bir çocuk hastanesi için halktan yaklaşık 70 milyon dolar bağış toplandı. Böylece, kurulduğundan bu yana, NHS'nin tarihinde ilk kez, bir hastane kuruluşunda devlet devre dışı kalıyor ve halkın bağışlarına baş- vuruluyordu.

Soru: Sağlık hizmetlerinin, yani doktor ve hastane hizmetlerinin özelleştirildiği ülkelerde ne gibi sonuçlar ortaya çıktı?

Cevap: Dünya Bankası'nın baskılarına dayanamayarak sağlık hizmetlerini özelleştiren ülkelerin başında fakir Afrika ülkeleri gelmektedir.

Mozambik'te sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesinden sonra ortaya çıkan durumu, Sağlık Bakanı Leonardo Simao, Haziran 1992'de şöyle özetliyordu:

"Halkın yüzde 90'ı, doktor-hastane ücreti ödeyemeyecek durumdadır."

Özelleştirmeden sonra, bir doktorun muayenesi 10 dolar olarak belirlenmişti. Oysa, Mozambik'te ortalama aylık ücret 10 dolardan azdı.

Yine Dünya Bankası'nın dayatması sonucu Sağlık hizmetlerinin özelleştirildiği Senegal'de ortaya çıkan durumu, Adaulaya Bathily, raporunda şöyle özetliyordu.

"Fakire sağlık hizmeti yok, zengine sağlık hizmeti çok!"

Genelde 25.000 kişiye bir doktorun düştüğü, hatta bazı yörelerde 160.000 kişiye bir doktorun düştüğü Senegal'de sağlık hizmetlerini özelleştirmenin akıllı, mantıklı ve insaflı bir açıklaması olabilir mi? IMF ve Dünya Bankası, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesini Üçüncü Dünya Ülkelerine dayattı.

Malezya'da özelleştirme öncesi doktorların sadece yüzde 43,2'si özel muayenehanelerinde hizmet verirken, özelleştirmeden sonra bu oran 1990'da yüzde 70'e çıktı. Sri Lanka'da özelleştirme sonrası devlet hastanelerindeki yatak sayısı aynı kalırken, özel hastanelerdeki yatak sayısı iki kat arttı.

Jamaika'da, özelleştirme sonrası devletin sağlık hizmetleri harcamaları yüzde 44 oranında azaldı. Asgari ücretlilere ve hatta işsizlere de sağlık hizmetleri paralı olmuştu.

Üçüncü Dünya ülkelerinde yapılan bir araştırma, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesinden sonra bebek ölümlerinin hızla artmış olduğunu göstermiştir.

Türkiye'de özelleştirmenin yeminli yanlıları sık sık şu sloganı dile getirirler: "Devlet elini ticaretten, sanayiden çeksin! Devletin görevi halka sağlık, eğitim hizmetleri vermek ve güvenliği sağlamaktır!" Oysa, özelleştirme denilen soygunun planlarını yapan IMF, Dünya Bankası ve bunların yan kuruluşları, dünyanın tüm fakir ülkelerinde, çeşitli tehdit mekanizmaları kullanarak, sağlık hizmetlerinin de eğitim hizmetlerinin de özelleştirilmesini dayatmışlardır. Sömürgeleştirmenin tam gerçekleştirilebilmesi için, halkların sağlık ve eğitim hizmetlerini devletin elinden almak şart olmuştur.

Soru: Türkiye'de "kara para aklama"nın yolu olarak özelleştirmelerden yararlanılmış mıdır?

Cevap: Evet.

İçişleri Bakanlığı müfettişleri, kaçakçılıktan sağlanan kara paraların özelleştirme yoluyla aklandığını belirledi. İçişleri Bakanlığı raporunda şöyle denilmekte: "Ekonomide beklenmedik denge bozuklukları meydana getiren kara para, piyasalarda kontrolsüz dolaşarak rant gelirlerinin değişmesine yol açmıştır."

Aile grupları halinde yapılan kaçakçılığın, özellikle büyük kentlerde etkin güç konumuna gelerek, özelleştirmeye çıkarılan devlet mallarının sahibi olma girişiminde bulunduğu, raporda anlatıldı. Buna örnek olarak da, Orman Ürünleri Sanayii'nin (ORÜS) kereste ve parke fabrikalarının özelleştirilmesi gösterilmektedir.

1979'da İsviçre'deki eroin operasyonuyla adını ilk kez duyuran Baş F.S., daha sonra 1981'de İtalya'da, 1984'de İstanbul'da, 1993'te yine İstanbul'da eroin kaçakçılığından tutuklandı.

1995 yılında, 6.5 ton esrarın sahibi olduğu suçlamasıyla yakalanan ve 380 milyar lira kefalet ödeyerek serbest kalan Bay ES., ORÜS fabrikasını satın aldı. ORÜS'ün çalışanları fabrikanın yeni sahibi olarak Bay F.S.'yi bilmelerine rağmen resmi belgelerde F.S.'nin adı geçmiyor. Bay F.S.'nin yeğeni en yüksek iki hisseli ortaklar arasında bulunuyor.

TURBAN'm özelleştirilen bir otelini alan ailenin de uyuşturucu kaçakçılığına bulaştığı İçişleri Bakanlığı yetkililerince belirtildi. Bu ailenin akrabalarından da çok kişinin uyuşturucu kaçakçısı olduğu, polis tarafından yakından biliniyor.

Kayıtlara göre TURBAN otellerinden birini satın alan ailenin de hem eroin kaçakçılığı yaptığı, hem de eroinin hammaddesi olan Asit Anhidrit'i Türkiye'ye kaçak yoldan soktuğu bildiriliyor.

Soru: Özelleştirmenin yapıldığı her ülkede işçi sendikaları özelleştirmeye karşı çıkmışlardır. Türkiye'de işçi sendikalarının özelleştirmeye karşı tutumları ne olmuştur?

Cevap: Türkiye'de üç işçi konfederasyonunun üçü de özelleştirmeye karşı çıkmamıştır. Yani, ne Türk-İş, ne Hak-İş, ne de DSK, açık ve net olarak özelleştirmeye hayır dememişlerdir.

Türk-İş'in politikası şu olmuştur: "Biz özelleştirmeye karşı değiliz, ama bize danışılırsa!" Ayrıca, Türk-İş içinde KİT'lere talip olma eğilimi de ortaya çıkmıştır. Örneğin, Erdemir'e ve Antalya'daki TURBAN tesislerine talip olmuşlardır.

Türk-İş Eğitim Sekreteri Kaya Özdemir, Kapital dergisi'nin Temmuz 1986 sayısında şu açıklamayı yapmaktaydı:


"Sümerbank için gündemde olan özelleştirme modelini olumlu karşılıyoruz. Hisselerin işçilere, çalışanlara satılmasını öngören bu model işçilerin yönetime katılması açısından da bir merhale olacaktır. Hızla değişen bir dünyada yaşıyoruz."
"Bu da müspet düşünmeyi gerektiriyor. Bir şirkete ait payların çalışanlara satılması uluslararası ölçeklere de uygun düşer. Bugün çokuluslu şirketlerin de hisselerini satabileceklerini gö-rüyoruz."
Hak-İş, özselleştirmeye cepheden karşı olduğunu ilan ederek yola çıkmış ama daha sonra başta Et-Balık olmak üzere çeşitli KİT'lere talip olmuştur. 1996'nın başından itibaren de, hızlı özelleştirme yanlılarının saflarına katılmıştır.

Tüm devrimcilerin, demokratların, yurtseverlerin nasıl bir tavır takınacağını merakla bekledikleri DİSK ise, "Özelleştirme çağımızın gereğidir" diyerek tutumunu açıklamıştır.

Üç işçi konfederasyonunun bu tavırlarına rağmen, bunlara bağlı bazı sendikalar özelleştirmeye karşı kesin tavır almışlardır. Bunların başında, ilkeli ve kararlı tutumuyla Harb-İş Sendikası gelmektedir. Harb-İş, kendi iş kolunda özelleştirme gündemde olmamasına rağmen özelleştirmeye karşı çıkmış, Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Merkezi'ni (KİGEM) kurmuş, tüm konfederasyonlara, sendikalara çağrı yapmış, çeşitli engellemelere rağmen kararlı mücadelesini ısrarla ve etkili bir şekilde sürdürmüştür.

Başını Harb-İş'in çektiği özelleştirmeye karşı olan mücadelede, Petrol-İş, Selüloz-İş, Denizciler, Hava-İş, Basın-İş, Deri-İş, Enerji Yapı Yol-Sen adlı sendikalar da yerlerini almışlardır.

Çok güçlü ve saygın tepkiler gösteren bu sendikalar, bugüne kadar sessiz kalmış bazı sendikaları da harekete geçirmeye başlamıştır.

Sendikaların, ancak bıçak kendilerine dayandığı zaman uyandıklarından yakınan Deri İş Genel Mali Sekreteri İbrahim Kızıltan, sendikaların potansiyel gücünü şöyle dile getirmekteydi:
"Eğer sendikalar özelleştirmeye karşı birlikte hareket etmiş olsaydı, Türkiye'de Özelleştirme Yasası'nın çıkması mümkün değildi. Birinci sorumlusu, sendikalardır. Çünkü hükümete güç verdiler. Satılan fabrikalara balıklama atıldılar. Kimin malını, nasıl alıyorsunuz? Siz işveren misiniz, sendika mı?"
Sendikaların, özelleştirilen işyerlerine talip olmalarını kınayan Petrol-İş Genel Sekreteri Bayram Yıldırım, 25 Şubat 1995'te yaptığı bir konuşmada, sendikaların asıl görevlerinin ne olduğunu da vurguluyordu:
"Sendikaların özelleştirilen işyerlerine talip olmaları, var olan siyasi iktidarın, özelleştirmeye karşı toplumsal muhalefeti yok etmek için geçici bir süre uygulamak üzere ortaya attığı bir düşünce. Amaçları o işletmeleri işçiye devretmek değil. Asıl amaçları hedefi şaşırtmak, gelişen toplumsal muhalefeti ortadan kaldırmak."

"Sendikalar bu tor politikalara alet olmamalı. İşyerlerine ta-lip olarak hedefi küçültmemeli. Sendikalara düşen görev, bu işyerlerinin satılmasına engel olmak, asıl sendikal işlevlerini yerine getirmek ve bu hedef etrafında birliği sağlamak."

"Önce KİT'leri bu hale düşüren insanlardan, siyasi iktidardan hesap sorulmalı..."

Görüldüğü gibi, Türkiye'de sendikalar özelleştirme gündeme geldiğinde, özelleştirmeye karşı kesin ve kararlı bir tavır koyamamışlardır. Bazı sendikalar iktidarla uzlaşma noktalan aramış, bazıları kendilerini kurtaracak programlar hazırlanmış, bazıları da sendika fonlarının daha rahat kullanılmasına olarak sağlayacak kârlı yatırım alanları arayışları içine girmiştir.

Yalnız bu sendikalar içinde bir tanesi var ki, özelleştirmeye karşı tavır koyma bir yana, açıkça özelleştirmeden yana olduğunu ilan etmiştir. Bu sendika: Türk-İş'e bağlı Türk Metal Sendikası'dır. Türk Metal Sendikası Genel Başkanı Mustafa Özbek, Türk-İş Başkanlar Kurulu'nda yaptığı konuşmada, özelleştirmeye karşı olmadığını ilan etmişti. Aynı sendikanın Eğitim Müdürü Baki Eroğlu, yalnız özelleştirmeden yana olmakla da kalmayıp, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla ortaya çıkan devletlerin sendikacılarını da gruplar halinde Türkiye'ye davet etmiş ve yabancı sendikacılara özelleştirme dersi vermiştir.

Milyonlarca işçimizi işsiz bırakıp sendikaların kapısına kilit astıracak olan özelleştirmeyi, Baki Eroğlu şöyle savunmaktaydı:
'Türk-İş Başkanlar Kurulu'nda Türk Metal sendikası Genel başkanı Mustafa Özbek özelleştirmeye karşı değilim deyince bazı sendikalar karşı çıkmıştı, şimdi sendikacıların çoğu özelleştirmeden yana oldular, özelleştirme nihayet olacak bir şey."
Bir işçi sendikasının başkan ve yöneticileri nasıl oluyor da özelleştirmeden yana oluyor diye sakın şaşırmayınız.

Özellikle fakir ülkelere özelleştirmeyi dayatan IMF ve Dünya Bankası'nın yerli işbirlikçileri toplumun çeşitli kesimlerinden karşımıza çıkacaklardır.

Soru: Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları'nın (T.C.D.D.) özelleştirilmesinde hangi yabancı danışmanlık firmasıyla anlaşma yapıldı, sonuçlar ne oldu?

Cevap: yalnız Türkiye'de değil. Özelleştirme yapılan tüm Asya, Afrika, Doğu ve Orta Avrupa ve Güney Amerika ülkelerinde genelde, ya Amerika ya da İngiliz danışmanlık firmaları, milyonlarca dolar karşılığı danışmanlık yapmışlardır.

Özelleştirme yapılan bu ülkelerde, IMF ve Dünya Bankası, danışmanlık hizmeti verecek firmayı da belirlemiştir.

Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları'nın (T.C.D.D.) özelleştirilmesinde görevlendirilen Booz-Ailen & Hamilton firması da bir Amerikan firmasıdır.

Bu Amerikan firmasının T.C.D.D.'nin tasfiye edilmesine olanak sağlayan yasa önerisi bile hazırlayacak derecede ileri gitmesine sert tepki gösteren Birleşik Taşımacılık Çalışanlan Sendikası (TBS), yayınladığı raporda eleştirisini şöyle dile getiriyor:
"Yani artık yasalarımızı da yabancı danışmanlık firmaları hazırlıyor: Ulusal egemenliğimize karşı yapılan böyle bir küstahlığı, ‘ ayrak, ezan, Kur'an' sözlerini ağızlarından eksik etmeyen yöneticiler içine sindirebiliyor."
Raporda, Amerikalı firmanın önerilerinin, gerekli yasal düzenleme yapılması beklenmeden T.C.D.D. yöneticileri tarafından uygulanmaya başladığını da belirterek şu örnekleri sıralamakta:

• Emekli olanların yerine personel alınmayarak, personel sayısı hızla azaltılmaktadır. İşler eksik personelle ve bu personelin de aşırı ölçüde çalıştırılmasıyla yapılmaktadır.
• Şimdiye kadar yüzün üzerinde istasyon kapatıldı. Birçok atölye işlevsiz hale getirildi. Atölyede yapılabilecek işler, piyasaya yaptırılmaktadır. Böylece atölyelerin büyük bir bölümü kısa bir süre içinde kapatılacaktır.
• Yedikule Yol Atölyesi kapatıldı. Buranın bir özel şirketeverilmesi söz konusu.
• Sivas Vagon Fabrikası tamamen işlevsiz hale getirildi. Bu-rada neredeyse hiçbir üretim yapılmayarak kapatılmaya zemin hazırlanmaktadır.
• Milyarlarca lira harcanarak Malatya'da kurulan Vagon Bakım Atölyesi hizmete açılmayarak çürümeye terk edildi.
• Trafiğin yoğun olduğu Haydarpaşa-Adapazarı arasında yol bekçileri kaldırıldı. Böylece bu bölgede demiryolu güvenliği tehlikeye atıldı.


BTS raporunda, "Sendikanın, T.C.D.D.'nin Dünya Bankası gibi bir kurumun insafına, Amerika, Japonya gibi emperyalistlerin ellerine teslim edilmesine karşı olduğu" vurgulanarak, dışa bağımlı ulaşım politikalarının terk edilmesi gerektiği bildirilmektedir. Ulaşım politikasının yerli ve yabancı bir avuç sermayedar lehine değil, ülke halkının yararına göre belirlenmesi gerektiği belirtilen raporda, "Bunun için yapılacak ilk iş, demiryollarının yeniden yapılanma çalışmasını Dünya Bankası'nın ve onun bir milyon dolara tuttuğu Amerikan firmasının elinden almaktır" görüşüne yer verilmektedir.

BTS raporunun son bölümünde, bir yurtseverlik görevi ile karşı karşıya bulunulduğu kaydedilerek şöyle denilmekte:
"TC.D.D., günümüzün Düyunu Umumiyesi olan dünya Bankası'nın avuçlarında kıvranıyor. Kurtuluş Savaşı'nda kan dökerek sahip olabildiğimiz demiryollarımız, yabancılar tarafından dağıtılmak isteniyor. Bu yağmaya karşı, ülkemize yapılan bu saldırıya karşı sessiz kalmamalıyız. Gün kimlerin gerçek yurtsever, gerçek ülke ve halk dostu, kimlerin işçi ve çalışan düşmanı, T.C.D.D. düşmanı, işbirlikçi olduğunun görüleceği gündür."

Soru: Et Balık Kurumu'nun (EBK) 12 kombinası 1995 yılında özelleştirildi. Özelleştirilmeden sonra bu kombinalarında üretim ve verimlilik arttı mı?

Cevap: Özelleştirmecilerin göz diktikleri yerlerin başında Et Balık Kurumu (EBK) geliyordu.

1992-1995 arasında tam üç kez ihale yapıldı, bozuldu. Sonunda, Temmuz 1995'te 12 kombinanın satışı gerçekleşti.

Özel sektöre satılan EBK'nin 12 kombinasının toplam arsaları 1.800 dönüm tutmaktaydı.

Satılan 12 kombinanın 75 adet taşıt aracı vardı. Özelleştirme sonunda, EBK'nin 12 kombinasını satın alanlar 1800 dönüm arsa ve 75 taşıt aracının sahibi oldular.

Özelleştirmeyi savunanların ağızlarından düşürmedikleri bir söylem de şuydu: Özel sektörde işletmeler daha verimli çalışır.

Bu iddiaya göre, özelleştirilen 12 kombinada da üretimin, verimliliğinin artmış olması gerekmez mi? Sorunun cevabını, Öz Gıda-İş Sendikası'nın bu konuyla ilgili olması gerekmez mi? Sorunun cevabını, Öz Gıda-İş Sendikası'nın bu konuyla il- gili raporunda buluyoruz.

İşte özelleştirmeden bir yıl sonra EBK'nin 12 kombinasında durum:


Afyon Kombinası: Özelleştirildiği gün 83 işçisi vardı, bugün 14 yılda 1 477 ton üretim yapıyordu. Şimdi üretim sıfır.
Amasya Suluova Kombinası: 136 işçisi vardı, şimdi 37. Yılda 1.884 ton üretim yapıyordu. Şimdi üretim sıfır.
Elazığ Kombinası: 81 işçisi vardı, 8'e indi. Yılda 6 482 ton üretim yapıyordu. Şimdi üretim sıfır.şimdi yedi.
Bayburt Kombinası: 37 işçisi vardı, şimdi yedi. Yılda 306 ton üretim yapıyordu, Şimdi üretim sıfır.
Tatvan Kombinası: 54 işçisi vardı, Şimdi 19. yılda 1.591 ton üretim yapıyordu. Şimdi üretim sıfır.
Kastamonu Kombinası: 75 işçi çalışıyordu, şimdi 3. yılda 945 ton üretim yapıyordu. Şimdi üretim sıfır.
Bursa Kombinası: 121 işçisi vardı, şimdi 38. yılda 9.409 ton üretim yapıyordu. Şimdi üretim sadece 38 ton

Özelleştirme ile ne yapılmış olduğu apaçık ortadadır: Satılan kombinaları alanlar, kombina olarak değil, arazileri için satın almışlardır.

Türkiye'nin ekonomisinde önemli bir yeri olan hayvancılık sektörü katledilmiş, özellikle doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri için önem taşıyan bu sektörün katledilmesiyle bu bölgelerin ekonomisi yıkıma uğratılmıştır.

Avrupa'da en çok devlet teşviği alan sektörlerin başında tarım ve hayvancılık geliyorken, Türkiye'de bilinçli olarak hem tarım hem de hayvancılık sektörü yıkıma uğratılmıştır.

Özelleştirme çığlıklarıyla yola çıkanlar, 1984 yılına kadar et ihraç eden, başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere çevre ülkelerin gereksinimlerini karşılayan Türkiye'yi bugün et ithal eder duruma düşürmüşlerdir.

Soru: Türkiye'de özelleştirmecilerin karşısındaki en büyük ve en güçlü engel nedir?

Cevap: yeni Dünya düzeni'nde (yani kapitalizmin yeni sömürü düzeninde) uluslarüstü sermayenin karşısında kalan tek engel "ulusal devlet"tir. Türkiye'de Atatürkçüler ulusal devletten yanadırlar. Öyleyse, Türkiye'de Atatürk yıkılmadan ulusal devletin yıkılamayacağı da bir gerçektir.

Tüm dünyaya özelleştirmeyi dayatan IMF ve Dünya Bankası'nın arkasındaki Amerika'nın bazı özel servisleri uzun bir süredir Türkiye'de Atatürk ve Kemalizm'i yıkmak için çaba göstermektedirler. CIA'nın İstasyon Şefi Paul Henze, Amerikalı yazar Samuel Huntington, CIA'nın Türkiye ve Ortadoğu masa şeflerinden Graham Fuller sürekli olarak Türkiye'ye dönük, Atatürk ve Kemalizm karşıtı propaganda yapmaktadır. Atatürk'ün artık aşılması gerektiğini, Kemalizm modasının artık geçmiş olduğu fikrini yaymaya çalışmaktadırlar.

Onların bu çabalarına, Türkiye'deki "2. Cumhuriyetçiler" destek olmakta, katkıda bulunmaktadırlar.

Bir taraftan "hızlı özleştirme" ile, bir taraftan da Atatürk-Kemalizm düşmanlığı ile Ulusal Devlet teslim alınmak istenmektedir.

Özelleştirmeye karşı direnen Atatürkçüler, aslında Ulusal Türk Devleti'ni savunuyorlar.

Soru: Halkımızın özelleştirme konusunda bilgilendirilmesinde üniversitelerimiz üzerlerine düşen görevi yerine getirmişler midir?

Cevap: 15 Ekim 1994'te Antalya'da, özelleştirme ile ilgili bir yarışma düzenledik. Bu yarışmanın amacı, halkımızı özelleştirme konusunda bilgilendirmekti.

Yarışmayı, yazılı sınav olarak yapmayı tasarlamıştık. Eli-mizde, içinden sınav sorularını seçeceğimiz kaynak kitaplar olmalıydı. Bu kaynak kitapları, sınava gireceklere de önerebilmeliydik. O tarihte kitapçılarda ancak iki kaynak kitap bulunmaktaydı.


• KİT Gerçeği ve Özelleştirme, Arslan Başer Kafaoğlu.
• Türkiye'de Kamu İktisadi Teşebbüsleri ve Özelleştirme, Prof. Dr. Rıdvan Karluk.

İki kitapla yetinmek istemedik.

1980'de İngiltere'de başlayan ve 1990'dan sonra hızlanarak kasırga gibi tüm azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler üzerinden kasırga gibi geçen özleştirme hakkında üniversitelerimizdebol sayıda kaynak bulunacağına inanarak; Akdeniz üniversitesi, İstanbul üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi, Ortadoğu Teknik Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi rektörlerine şöyle bir mektup yolladık:

"Özelleştirme konusunda bir araştırma yapıyoruz. Ancak kaynak bulmakta güçlük çekiyoruz. Dünyada ve Türkiye'de özelleştirme konusunu esas alarak ha-zırlanmış ve üniversitelerinizce basılmış kaynak yapıt var mıdır? Varsa, bu yapıtlardan elde etmemiz mümkün müdür? Bize yardımcı olursanız sizlere teşekkür borçlu olacağız.” Bazı üniversitelerimiz cevap bile yazmadılar. 

Gelen cevaplar ise gerçekten hayal kinciydi:

"Özelleştirme konusunda üniversitemizce basılmış bir kaynak eser bulunmamaktadır."

Özelleştirme adı altında tüm yerkürenin ekonomik ve sosyal düzeni değiştirilmek isteniyor, ama bizim üniversitelerimiz1994'te bu konuyla ilgilenmiyorlar bile!

Bu durum karşısında, elimizdeki iki kitabı, yarışma sorularının sorulacağı kaynak kitaplar olarak ilan ettik. İlanımızı broşürler ve posterler halinde Antalya' da dağıtmaya başladık.

Yarışmaya, Antalya ili sınırlan içinde yaşayan herkes katılabilecekti. Yarışmada en yüksek puanı alan ilk on kişiye ödüller verilecekti. İlk üç sırayı kazananlar lise ve üniversite öğrencisi olduğu taktirde ayrıca bir yıllık karşılıksız burs kazanmış olacaklardı. Yarışmaya katılımın çok olmasını arzu ediyorduk. Broşürlerimizin dağıtımında ve yarışma haberinin duyurulmasında meslek odalarından ve kitle örgütlerinden de yardım istedik.

Elektrik Mühendisleri Odası, Mimarlar Odası, İnşaat Mü- hendisleri Odası, Makine Mühendisleri Odası, diş Hekimleri Odası, Eczacılar Odası, Ziraat Odası, İşçi Emeklileri Derneği, Hacı Bektaş Veli derneği, Atatürkçü düşünce derneği'ne broşürlerimizi, posterlerimizi gönderdik, üyelerine yarışmayı duyurmalarını ve yarışmaya katılmalarını teşvik etmelerini rica ettik.

Üzülerek söylemek zorundayız. İlgilenmediler. Parasal destek istemiyorduk. "Biz özleştirmeye karşıyız, siz de karşı olun" da demiyorduk! Halkımız, en az iki kitabı okuyarak özelleştirme konusunda bilgilensin istiyorduk. Halkımızın bilgilenmesinde yardımcı olunmasını istiyorduk. Antalya'daki özelleştirme ile ilgili bu girişimimizi, ulusal gazetelerimizin ilerici, sosyal demokrat, demokrat bilinen köşe yazarlarına, siyaset-ekonomi yazarlarına da duyurduk. Tek bir satır dahi yazmadılar...

Halkımızı özleştirme konusunda bilgilendirmek amacıyla düzenlediğimiz yarışmaya, sadece Antalya yerel medyasından Gazete 07, TV-07, Yeni İleri ve ETV destek verdiler. Hem gazetelerinde hem de televizyonlarında, yarışma konusunu haber yaptılar.

Özelleştirme yarışması 15 Ekim 1994 tarihinde Antalya'da 77 kişinin katılımıyla gerçekleşti. Kazananlara ödülleri 29 Ekim 1994 günü, Antalya yerel medyasının da katıldığı bir törenle verildi.

Özelleştirme konusunda, Antalya'da yaşadığımız, yukarıdaki özetini verdiğim deneyimden sonra şu acı gerçeği görmüş bulunuyorum:

Türkiye'de üniversiteler, meslek odaları, demokratik kitle örgütleri, ilerici ve solcular, asıl amacı sömürgeleştirmek olan özelleştirmeye karşı çıkmada çok geç kalmışlardır. Halkımızın sömürgeleşmeye karşı zaten var olan başkaldırma istencini yönlendirmede, kullanmada çok gecikmişlerdir.

Soru: Türkiye'deki sol partilerin özelleştirmeye karşı tavırları ne olmuştur?

Cevap: Dünyada özelleştirme yapılan ülkelerin tümünde, sosyalist partiler, özelleştirmeye karşı kesin ve eylemli tavır koymuşlardır. Bu ülkelerde, sosyal demokrat partilerin de büyük çoğunluğu özelleştirmeye karşı çıkmışlardır.

Türkiye'deki manzara ise farklıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde temsil edilen iki merkez sol parti, CHP ve DSP, özelleştirmeden yanadırlar.

Henüz T.B.M.M.'de temsil edilmeyene kendisini bir merkez-sol partisi olarak tanımlayan Barış Partisi de özleştirmeden yanadır.

Henüz T.B.M.M.'de temsil edilmeyen diğer sol partiler, İşçi Partisi (İP), Özgürlük ve dayanışma Partisi (ÖDP), Emeğin Partisi (EP) ve Sosyalist iktidar Partisi (SİP) özelleştirmeye kesin tavır koymuşlardır.

Şimdi, bu genel manzaranın biraz ayrıntılarına girelim:


Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)


CHP, "Yeni Hedefler Yeni Türkiye" başlıklı parti programında özelleştirme ile ilgili olarak KİT'lerin durumunu ele alıyor ve şöyle diyor:
"...son yılların sanayileşmeyi, reel sektörleri ve kamu ekonomisini dışlayan politikaları sonucu, bu kuruluşlar, yenilenmeyen teknolojileri, politik müdahale ve aşırı istihdam sorunları ile verimliliklerini ve etkinliklerini giderek büyük ölçüde yitirmişlerdi."
Yani CHP, KİT'lerin artık bir işe yaramadığını söyleyip, özelleştirmeden yana tutumları için gerekçeyi bulmuş oluyor.

Altı Ok ilkelerinden birinin "devletçilik" olduğunu hatırlayıp, doğrudan özelleştirmeden yana olmasının biraz ayıp kaçacağını hissederek, ayıbını hafifletici nedenler arıyor ve şöyle buluyor:
"CHP, kamu girişimciliğine veya özelleştirmeye ideolojik olarak bakmamaktadır. CHP için özelleştirme bir amaç değildir. Ülke ekonomisinin koşul ve ihtiyacına, ilgili sektörün ve kuruluşun niteliğine göre kullanılması gereken bir araçtır."
Özelleştirmenin Batı'daki öncüleri avaz avaz "Özelleştirme kutlamaya değer müthiş bir ideolojik zaferdir!" diye naralaratarken, CHP yöneticileri bunun tersini savunarak sosyal demokratları yanlış yönlendirmeye çalışıyorlar. CHP, tıpkı sağ partiler gibi özelleştirmeden yana, hem de "hızlı özelleştirme"den yana olduğunu şöyle dile getiriyor:
"CHP, KİT'lerin özelleştirilmesine, ekonomide ve sanayide yapılanma, rekabeti ve verimliliği artırma, sınai mülkiyeti tabana yayma veya teknolojiyi iyileştirme amaçları ile yaklaşacaktır. CHP, sınırlanan görev alanı dışında kalan tüm KİT ve iştiraklerini hızla özelleştirecektir."
Solculuğa ve Altı Ok'un "devletçilik" ilkesine ters düşerek "hızlı özelleştirme"den yana olduğunu açıklayan CHP, kendisini affettirmek istercesine, özelleştirmenin yasalara ve kurallara uygun yapılmasının takipçisi olacağını programında şöyle belirtiyor:
"CHP, özelleştirmenin hukuksal altyapısını oluşturacak, tüm özelleştirme girişimlerini T.B.M.M. kararma dayandıracak, özelleştirme sürecinin her aşamasında açıklık esas olacak; gerektiğinde referandum yoluna başvuracaktır."
Programına bunları yazan CHP, ne yazık ki bu sözlerine de bağlı kalmamıştır. Özelleştirme girişimlerinin Anayasa'ya aykırı olduğunu söyleyen ve konuyu Anayasa Mahkemesi'ne götüren CHP Milletvekili Mümtaz Soysal'a CHP Genel Başkanı Deniz Baykal sahip çıkmamıştır.

Deniz Baykal için, ilkeli Mümtaz Soysal'in bu girişimleri sıkıntı yaratmaktaydı. Bu sıkıntısını, Mümtaz Soysal'ın yüzüne karşı şöyle dile getiriyordu: Hoca, sen de kafayı Anayasa Mahkemesi'yle bozmuşsun!" İlkeli davranan Mümtaz Soysal CHP'den ayrılınca da, arkasından, "Safraları attık!” demekten çekinmemiştir. Sermayenin, ulusal devletleri ortadan kaldırarak tüm yerküreyi ele geçirme planına "küreselleşme" denilmektedir. Küreselleşmeyi sağlamak için, sermayenin 1980'den beriuyguladığı en etkili yöntem ise "özelleştirme"dir.

Şimdi, bu genel tanımlardan sonra, Türkiye'nin yedinci ekonomik planı olan Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı'nın (1996-2000) giriş bölümünü beraberce okuyalım:
"Demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve liberalizm gibi kavramları ortak değerler olarak önem kazandığı mali finans piyasalarında bilgi ve teknolojinin ülke sınırlarını aştığı günümüzde (küreselleşme süreci) ekonomik ve bir anlamda da siyasal ve kültürel bir küreselleşmeye doğru gidilmektedir. Bu bağlamda ülkelerin diğer ülkelerdeki gelişmelerden soyutlanmış olarak etkin sağlıklı politikalar oluşturmaları mümkün değildir."
Bu kadar uzun lafın kısası şu. "Küreselleşme dışında bir politika geliştiremezsiniz" diyor.

"Ekonomik, siyasal ve kültürel bağımsızlığımızdan artık vazgeçmemiz gerekir" diyor.

Kim diyor?

Sağcı hükümetin yönetimindeki devlet diyor.

Pekiyi, yirminci yüzyılın en büyük bağımsızlık savaşını kazanmış Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu CHP ne diyor?

CHP, yukarıdaki bildirgenin altına imzasını atıyor. "Küreselleşme"den, "özelleştirme"den yana olan CHP, değil bir sol parti olmak, sosyal demokrat bir parti olmak konumundan da uzaklaşıyor. ..


Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP)

Nisan 1993 tarihli "SHP (Sosyal demokrat halkçı Parti) Programı"nın ne "Ana İlkeler" bölümünde ne de “Uygulama Politikaları" bölümünde, özelleştirme sözcüğü bir kez olsun kullanılmamıştır.

Bir önceki programında özelleştirme yerine "özerkleştirme"yi önermiş olan SHP, Nisan 1993 tarihli programında özelleştirmeyi söz konusu dahi etmemiştir. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası sermaye kurumlarının hazırlayıp dayattığı 5 Nisan 1994 İstikrar Paketi'nin altına imzasını koyarak Türk Halkının fakirleşmesine ve yaklaşık bir milyon insanımızın işsiz kalmasına neden olan SHP Genel Başkanı ve o devrin Başbakan Yardımcısı olan Murat Karayalçın, özelleştirmeyi sağcı Başbakan Tansu Çiller'den daha sıcak savunmuş, önerilen her özelleştirmeyi onaylamıştır. Oysa, kendisinden önceki GenelBaşkan Erdal İnönü, özelleştirmenin gerekçesini şu sağlam mantık yaklaşımıyla çürütmüştü:

"Özelleştirmeyi, etkinliği arttırmak için yapıyoruz diyenlere sorum şudur: Eğer bu işletmeler etkin değilse, kâr etmiyor demektir. Zarar eden işletmeleri özel kesim alır mı? Yok eğer işletmeler kâr ediyorsa, demek etkin çalışıyorlar, o zaman da niye özelleştirip bu kârı başkalarına, küçük bir gruba vereceksiniz?Halk bunu anlarsa kabul eder mi?"

Erdal İnönü, KİT'lerin özelleştirilmesine, şu endişelerini dilegetirerek karşı çıkıyordu.

"KİT'leri özelleştirmek istiyorlar. Yasayı da çıkardılar ve bu yolda hızla ilerliyorlar. Hükümet önce kâr eden KİT'leri elden çıkarmak istiyor. Kâr etmeyenleri de kâr eder hale getirdikten sonra özelleştirmeye açacaklar. Bu durumda özelleştirmenin bir anlamı yok. KİT'lerin özelleştirilmesi gerekçesiyle gelir dağılı-mında bozukluk yaratacaklar ve halkın vergileriyle kurulmuş iktisadi işletmeleri küçük bir kesimin kazanç kapısı haline getirecekler. Bunu halka nasıl anlatacaklar merak ediyorum."

Erdal İnönü, bu haklı endişelerini dile getirdikten sonra, özelleştirmeye karşı olan kesin tavrını şöyle ortaya koyuyordu:

"Özelleştirme, Türkiye'nin ekonomik ve toplumsal yapısında, gelecek için ciddi sorunlar doğuracaktır. Biz, bu nedenle KİT'lerin özelleştirilmesine karşıyız ve bu girişimleri halkın oylarıyla durduracağız."



Demokratik Sol Parti (DSP)

Hangi Tarihte basılmış olduğu belli olmayan DSP'nin 150 sayfalık "Demokratik Sol Parti Programı"nda özleştirmeden hiç söz edilmemektedir.

Programın 75. sayfasında "Ekonomide Devlet" arabaşlığı altında şu görüşler savunulmaktadır:

"...Altyapıları ve kamu hizmeti gören kuruluşları devlet elinde tutmak, devletin topluma karşı görevlerini ve ekonomik işlevlerini yerine getirebilmesi bakımından gereklidir. Bunlardan, mülkiyeti veya işletmesi özel sektöre devredilmiş olanlar geri alınacaktır. Önemli doğal kaynaklan devlet işletecektir. Doğrudan savunmayla ilgili sanayiler devlet elinde bulunacaktır.

Ulusa ait olan ve bir çoğu tükenir nitelikte bulunan doğal kaynaklar, kişilerin çıkarlarına ve kısa süreli Pazar koşullarına göre değil, tüm ulusun ve ülkenin yararı ve geleceği gözetilerek işletilmelidir."

Bu satırları okuyanlar, DSP'nin özelleştirmeye de karşı olacağını sanırlar. Oysa tam tersi olmuş, DSP yöneticileri, DSP milletvekilleri ve DSP'nin TBMM'deki Grup Başkan ve vekilleri, Meclis'te yapılan görüşmelerde özelleştirmeden yana olduklarını çok açık bir şekilde ortaya koymuşlardır.

18 Temmuz 1986 tarihinde Bülent Ecevit şunları söylemekteydi:

"Özal iktidarı KİT'leri özelleştirmekle aslında devleti özelleştirmek istiyor. Yabancıları devlete ortak etmek istiyor. Devletin temel işlevleri niteliğindeki hizmetleri gören birçok kuruluş bile yabancılara satılacaktır. Bu tehlikeli bir gidiştir ve hesabı da mutlaka sorulmalıdır.
Bizce tek çözüm, bu işletmelerde çalışanlara hem yetki, hem sorumluluk verilmesidir. Böylece hem verimlilik artacak hem de KİT'ler kâra geçecektir."

1986'da özelleştirmeyi "tehlikeli bir gidiş" olarak gören DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit, on yıl sonra görüşünü değiştiriyor ve özelleştirmecilerin safında yer alıyordu.




Barış Partisi


Demokratik Barış Hareketi olarak ortaya çıkan, daha sonra barış Partisi adını alan bu yeni partinin Temmuz 1996, Ankaratarihli "Barış Projesi"nde özelleştirmeyle ilgili şunlar söylenmektedir.
"...özelleştirmeye, ülkenin ulusal ve uluslar arası rekabet gücünün arttırılmasının bir aracı olarak bakar. Esas ilke, devletin üretim ve bankacılık alanından elini çekmesi, devletin küçültülmesidir...

Öncelikle kamu bankaları ve özel kesimin faaliyet gösterdiği alanlardaki KİT'ler özelleştirilecektir."
Barış Projesi'nde özelleştirmeden yana olduğunu açıkça ortaya koyan Barış Partisi, partinin resmen kuruluşundan sonra ilk açık hava toplantısında, Genel Başkan Prof. Dr. Mehmet Eti'nin ağzından "özelleştirmeden, hem de hızlı özelleştirmeden" yana olduğunu ilân etmiştir.



Emeğin Partisi

Dünya görüşü bilimsel sosyalizm olan Emeğin Partisi'nin 25 Kasım 1996 tarihli "Program ve Tüzük"ünde özelleştirmeye karşı kesin ve kararlı bir tutum sergilenmekte ve özelleştirmenin tam karşıtı olan ekonomik önlemler şöyle dile getirilmektedir:
"Özelleştirme ve işletme tasfiyeleri durdurularak, başta sanayi, dış ticaret, bankacılık, madencilik, tarım, ulaştırma ve haberleşme sektörleri olmak üzere; emperyalistlerin ve işbirlikçilerin elinde bulunan tüm işletmeler ulusallaştırılacak, işçi denetimine ve halkın yönetimine verilecektir."

"Yer altı ve yerüstü zenginlikleri ulusallaştırılacaktır. Tarımda devlet çiftlikleri ve büyük kapitalist işletmeler, işçi denetimi ve halkın yönetimi altındaki kolektif çiftlikler olarak işletilecektir."


Sosyalist İktidar Partisi (Sosyalist Türkiye Partisi)

Şubat 1995'te Gelenek Yayınevi tarafından basılmış olan "Sosyalist Türkiye Partisi Program, Savunma ve Belgeler”de özelleştirme konusu ayrı bir konu olarak ele alınmamışsa da, programın "Ekonomik Yapı” alt başlığında dile getirdiği ilkeler, özelleştirmeye tam karşı kesin politikaları sergilemektedir.

İşte bunlardan bazıları:

* Toprak da dahil olmak üzere bütün üretim araçları, doğal kaynaklar ve yer altı zenginlikleri kamu mülkiyetindedir.
* Bankalar, sigorta şirketleri ve bütün diğer fınans kuruluşları kamulaştılır.
* Dış ticaret devlet tekelindedir.
* Toprakta özel mülkiyetçi ideolojiyi besleyen her tür dinamiğe karşı mücadele edilir.
* Üretim sürecinde ortaya çıkan her tür yabancılaşmaya, özellikle işçi-ürün yabancılaşmasına karşı önlem alınır.

Sosyalist Türkiye Partisi, 30 Kasım 1993 tarihli Anayasa Mahkemesi kararınca kapatılmış, aynı doğrultuda Sosyalist İktidar Partisi kurulmuştur. SİP'in de özelleştirme konusunda STP ile aynı görüşte olduğu bildirilmektedir.

(Sosyalist İktidar Partisi de daha sonra Türkiye Komünist Partisi (TKP) adını aldı.)

Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖDP)

Özgürlük ve dayanışma Partisi'nin basılış tarihi belli olmayan "Program ve Tüzük"ünde özelleştirmeye karşı olan tutum şu çizgilerle dile getirilmektedir:

"Küreselleşme süreci şiddetlendikçe, kamunun iktisadi alandaki varlığına yönelik salardılar artıyor. Özelleştirme baskısı bu sürecin bir ürünü olarak şekilleniyor.

KİT'leri sermaye için ucuza kapatma stratejisi, aynı zamanda emeğin kamu kesimindeki kazanımlannı devreden çıkararak sendikal örgütlenmeyi zayıflatmayı ve sermaye kesiminden alınan vergileri azaltarak bütçe açıklarını bu yolla dengelemeyi hedefliyor. Ancak, Türkiye'nin bu koşullar altında yaşamaya devam edemeyeceği de emeği ile geçinen kitlelerin sermayenin salt kendi ihtiyaçlarına göre şekillenen, toplumun büyük bir bölümünü dışlayan yeni yapılanma arayışlarına katlanamayacağı da ortada."

ÖDP, özelleştirmeye karşı olan tutumunu, Antalya İl Örgütü'nün çıkardığı, Eylül 1996 tarihli Bülten'inde, K.Zeybek'in yazısında şöyle sürdürmektedir:

"Dünya kapitalizminin içine düştüğü bunalımı aşmak için dayatılan özelleştirme on yıldan beri ülkemizin gündemini işgal etmektedir. Özelleştirmenin yoksul halk kesimleri için mantıklı bir açıklaması yoktur, olamaz da."

Geniş yığınların kısmen de olsa sosyal bir yarar sağladığı bukurumlar yok edilerek birilerine peşkeş çekilmektedir."


İşçi Partisi (İP)

Yol gösterici olarak Bilimsel Sosyalizm'i seçen, başka bir ülke veya başka bir parti tarafından yönetilmeyi kesinlikle reddeden, en büyük üretici ve değiştirici gücün emekçi halkın kendisi olduğunu ilan eden İşçi Partisi, Ekim 1995 tarihli Program, Tüzük, Siyaset adlı kitabında özelleştirmeye karşı olan tutumunu çok keskin ve kararlı söylemlerle dile getirmektedir:

"Özelleştirme ve kapatma işbirlikçi sermayenin öne sürdüğügibi ekonomik bir zorunluluk değildir, ancak dünya sermayesine ve işbirlikçilerine yeni kaynaklar aktarmak için zorunludur. IMF ve Dünya Bankası, kendi programını bir bir saptamış ve Çiller Hükümeti aracılığıyla uygulamaya sokmuştur. Emekçi mücadelesi, bu özelleştirme ve kapatma programına karşı çıkmanın ötesinde, toplumun önüne bir çözüm getirmek durumundadır.

İşçi Partisi, emekçi halkın bu ihtiyacını belirleyerek, IMF'nin dayattığı programa karşı halkın çıkış programını ilan etmiştir."

Özelleştirmeye yalnız karşı çıkmakla kalmayan, çözüm önerileri de üreten İşçi Partisi'nin "Kamulaştırma Programı"ndan bazı bölümler şöyle:

• KİT'leri özel sermayeye ikram etmek yerine büyük serma-ye kamulaştırılmalıdır. Böylece halkın ihtiyaçlarına öncelik er-mek ve bununla bağlantılı olarak KİT'leri verimli kılmak için, gerekli kaynak sağlanmalı ve denetim altına alınmalıdır.
• Devletten büyük sermayeye kredi akışı ve destekler durdu-rulmalı, özellikle devletin otomotiv sanayini destek politikasına son verilmeli, kamu kaynakları zenginleri beslemek için değil halkın ihtiyaçları ve KİT'lerin verimli kılınması için, gerekli kaynak sağlanmalı ve denetim altına alınmalıdır.
• Vergi yükünü zengine bindiren ve servetten vergi alan köktenci bir vergi reformuyla yeni kaynaklar sağlanmalıdır.
• Devlet, inşaat ve hizmetleri kendi eliyle yapmalı, böylece büyük müteahhit vurgunlarına, israfa rüşvete giden kaynaklar, kamu kaynağı olarak kalmalıdır.
• Köklü bir toprak reformuyla tarımda gelişmenin önü açılmalı, toprak ağalığına ve tefeciliğe akan kaynaklar köy emekçi- lerinin kaynaklarına dönüştürülmelidir.



KAYNAKÇA


Yabancı Dilde Yazılmış Kitaplar


ANDREWS, John,Pocket Asia, Hamish Hamilton, London, 1994.
BALDSSARI, Mario, PAGANETTO, Luigi and PHEPS, Edmund S., Privatization Processes in Eastern Europe. Theore- tical Foundations and Empirical Results, St. Martin's Pres, New York, London, 1993.
BIANCHI, Patrizio, Puplic and Private Control in Mass Pro- duct Industry: The Cement industry Cases,Martinus Nijhoft Publishers, The Hague/Boston/London, 1982.
BISHOP, Mathew, KAY, John, MAYER, Colin, Privatization and Economic Preformance, Oxford Univercity Pres, 1994.
BLASI, Joseph R., KROUMOVOVA, Maya, KRUSE, Do- uglas, Kremlin Capitalism, Privatizing The Russian Economy, Cornel University Pres, Ithaca & London, 1997.
CAVENDISH, William, ADAM, Christopher and MISTRY, Peray S., adjusting Privatization: Case Studies From Develo- ping Countries, James Currey, London 1992.
COOK, Paul and KIRKPATRICK, Colin, Privatisation in Less Developed Countries, Harvester Wheatsheaf, London, 1988.
COOK, Paul and KIRKPATRICK, Colin, Privatisation Po- bcy and Performance, International Prspectives, Prentice Hall/Harvester Wheatsheaf, 1995.
DALLAS, Roland, Pocket Africa, The Economist Books, London 1995.
EARLE, John S., FRYDMAN, Roman, RAPACZYINSKI, Andrej, Privatization in The Transition to a Market Economy. Studies Of Preconditions and Polices in Eastern Europe, Pinter Puplishers, London, 1993.
ESTRIN, Saul, Privatization in Central and Eastern Europe, Longman, London and New York, 1994.
GEORGE, Susan, A Fate Worse Than Debt., Penguin, Lon- don, 1988.
JACKSON, Peter M.and PRİCA, Catherina M., Pricatisation and Regulation, AReview Of The Issues, Longman, London and new Yark, 1994.
JONES, Howard, Social Welfare in Third World Develop- ment, Macmilan, Hong-Kong, London 1993.
MARTIN, Brendan, In The Public Interect? Privatisation and Puplic Sector reform, Zed Books, London,1993.
MILNE, Seumas, The Enemy Within, The Secret War Aga- inst The Miners, Pan Books, 1994.
NELSON, Peter, Privatization Methods and Madness, Hel- son international (Tanzania) Limited, 1996.
PIRIE, Madsen, Privatization. Theory, Practice and Choice, Wildwood House, 1991.
Pocket Britain in Figures 1997, Profile Books Ltd., London, 1996.
Pocket World in Figures 1997, Profile Books Ltd.,London, 1996.
Privatisation: Learning The Lessons From The UK Experi- ence, Price Waterhouse, London, 1989.
Privatisation Yearbook 1996, Privatisation International, London, 1996.
SAUDERS, Peter, HARRIS, Colin, Privatisation and Popu- lar Capitalism, Open University Pres, Buckingham-Philadelp- hia 1994. The World in 1997, The Economicst Publications, London, 1997.

Yabancı Dilde Yazılmış Makaleler


ABRAMS, Fran, "Labour Threat To Utility Profits" The In- dependent, 10 aralık 1996.
"A Case of teh DTs", The Economist, 23 Ekim 1996.
"Action now to keep elderywarm", Charles Secret, Director, Friendb of the Earth, London, 27 Aralık 1996. 
"Arrivederci Privatisation", The Economist, 21 Aralık 1996.
BILMES, Linda and LINDQUIST, John, "Russia's Healthcare System Faces Collapse", Financal Times, 26 Ağustos 1994.
BLACKHURS, chris, "Sell-offs raised £ 90 bn-but what is thereshow for it?", Independest on Sunday, 19 Ocak 1997.
BROWN, Gordon, "inequalities that Make Us All Poor". The Independent, 12 Şubat 1995.
BROWN, Kevin, "Privatisation tops Major's tour agenda", Financial Times, 17 Eylül 1994.
CLEMENT, Barrie, "Same Logic That Benefits Gas Chief Cut Workers' Pay", The Independent, 16 Aralık 1994.
CLEMENT, Barrie, "Illegal labour takes tool an children's education", The Independent, 14 Ocak 1997.
COWLEW, Andrew, "Too Young To Die", The Economist, The World in 1995.
DEJEVSKY, Mary, "Sell-off row ends unity in France", The Independent, 6 aralık 1996.
ELLIOTT, Dorinda, "Filthy Rich", Newsweek, 19 Aralık1994.
ELLIOTT, Dorinda and LIU, Melinda, "The Russian Mafia Goes global Hostile Takeover", Newsweek, 2 Ekim 1995.
EMMET, Susan, "Rickets, TB and Poor Nutrition: Dickensi- an Diseases Return to Haunt Today's Brition" The Independent,25 Kasım 1996.
FEDARKO, Kevin, "Hot Town, Hard Times", Time, 22 Ağustos 1994.
Sls FREELAND, Chrystia, "Managers Deepen Russia Debt Cri- ", Financial Times, 12 Ağustos 1994
FREELAND, Chrystia, "Russia Aids Ailing Industries with Cheap£l,4bn Loan", Financial Times, 13 Ağustos 1994.
FREELAND, Chrystia, "Russian Debt Crisis Worries World Bank", Financial Times, 23 Ağustos 1994.
FREELAND, Chrystia, "Russian Debt Plan for Promissory Notes", Financial Times, 25 Ağustos 1994.
FREELAND, Chrystia, "Capitalism Exposes The Poverty Gap", Financial Times, 10 Nisan 1995.
"Free To Cheat in Eastern Europe", The Economist, 11 Mart 1995.
"French Privatisation", The Economist, 7 Aralık 1996.
GLEESON, William and FAGAR, Mary, "Bonus will make British Gas chief's pay top £ 1 m" The Independent, 31 Mayıs1995.
GOLDMAN, Antony "Nigerias blurred economic vision" Financial Times, 3 Ocak 1997.
GUMBEL, Andrew "Italian men cling to mamma", Inde- pendent on Sunday, 15 Aralık 1996.
HARRISON, Michael, "Inquiry Into How Public Lost e 300 million On Gravy Train", The Independent, 6 Ocak 1997
HIGGINS, Andrew, Moscow's Dirty War", The Indepen- dent, 3 Mart 1995.
"Japan, Proverty Amid Plenty", The Economist, 21 Aralık1996.
JUDD, Judith, "Have we done our homework on the life of a teenager?" The Intependent, 14 Ocak 1997.
KHANGA, Yelena, "Russians Who Used to Admire America Now Wonder", International Herald Tribune, 24 Ağustos 1994.
LEAN, Geoffery and BALL, Graham, "UK Most Unequal Country in the West", The Independent, 21 Temmuz 1996.
LEAN, Geoffrey, "The richest year-but not for all", Indepen- dent On Sunday, 29 Aralık 1996.
LEATHLEY, Arthur and BASETT, Philip, "Royal Mail may be sold in two years", The Times, 20 Mayıs 1994.
LLOYD, John, "Indebted Russian Enterprises Fail to Pay Workers", Financial Times, 1 Ağustos 1994.
LLOYD, John, "Russian Bosses Get Rich As Workers Go Unpaid", Financial Times, 16 Eylül 1994.
MARK, Imogen,"Drought scorhes Chile's Faith in private enterprice" Financial Times, 17 Ocak 1997.
"Output, Demand and Jobs", The Economist, 21 Aralık 1996.
PARKER, Ian, "The Feel-Bad Factor", Independent on Sun- day, 18 Aralık 1994.
PARRY, Richard Lloyd, "Korea bows to the will of Kim" In- dependent on Sunday, 19 Ocak 1997.
PILLING, David, "Argentina paralysed by Strike Over Eco- nomy Policy", Financial Times, 9 Ağustos 1996.
PLENDER, John, "An accidental revolution", Financial Ti- mes, 17 Ocak 1997.
REA, Hamish Mc, "Why Soros is biting the hand that fed him", Independent on Sunday, 19 Ocak 1997.
REISS; Charles and SHAW, David, "Labour in Robin Hood Daids on Utilities", Evening Stendard, London, 9 Aralık 1996.
ROSE David, "Action now to keep the elderly warm", The Independent, 27 Aralık 1996.
ROUTLEGDE, Paul, "Privatised Power Bosses Give Themselves £72 72 m in Shares", The Independent, 12 Şubat 1995.
ROUTLEGDE, Paul, "Tories to sell off the Tube", Indepen- dent on Sunday, 12 Ocak 1997.
"Russia's Mafia-more Crime than Prushment", The Econo- mist, 9 Temmuz 1994.
"Russian Soldiers Sell Blood" The Independent, 17 Aralık 1996.
SMITH, Geri with GREEN, Paula L., "Will Argentina Stay the Course", Business Week, lOEkim 1994.
STANLEY, Allesandra, "In Russia, a Breakdown on the ro- ad to Capitalism", International Herald Tribune, 25 Ağustos1994.
"Strikes Spread in South Korea" The Independent, 30 Aralık 1996.
TIMMINS, Nicholas, "A Powerful indictment of the Eighti- es", The Independent, 10 Şubat 1995.
"Thatcherizm Laid to Rest", Independent on Sunday, 11 Aralık 1994.
THORNHILL, John, "Russia Seeks More Time To Repay its £ 51 bn Debt", Financial Times, 27-28 Ağustos 1994.
THORNHILL, John, "Russian PM Warn on Debts", Finan- cial Times, 28 Ağustos 1994.
"To Have and Have Not", Independent on Sunday, 12 Şubat 1995.
TYRELL, Bob and RUBENSTEIN, Tracy, "A Nation Both Richer and More Insecure", The Independent, 26 Ocak 1995.
USBORNE, David, "Capitalism threatens freedom, says So- ros", The Independent, New York, 17 Ocak 1997.
WALKER, David, "Why Sid could never win" The Indepen- dent, 14 Mayıs 1996.
WISE, Peter, "Portugal agrees economic pack to create jobs", Financial Times, 3 Ocak 1997 Financial

Türkçe Kitaplar


İLHAN, Atilla, Hangi Atatürk, Bilgi Yayınevi, Ağustos 1996.
İYİLER, Orhan Yeni dünya Gerçeği, Ceylan Yayınları, Ey- lül 1996.
KAFAOĞLU, Arslan Baser, Kit Gerçeği ve Özelleştirme, Alan yayıncılık, Şubat 1994.
KARLUK, Prof. Dr. S. Rıdvan, Türkiye'de Kamu iktisadi teşebbüsleri ve Özelleştirme, Esbank, Yayınları, İstanbul, 1994
KOLOĞLU, Orhan, Türk Basını-Kuvayi Milliye'den Günü- müze, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1993.
Söylev, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, günümüz diline çevirip basıma hazırlayan Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu,Nutuk, c, 1-2, Çağdaş Yayınları, Şubat 1991.


Türkçe makaleler


AKAT, Asaf Savaş "Özelleştirme, Popülizm ve Demokrasi”, Sabah, 11 Temmuz 1994.
AKGÜÇ, Öztin, "Özelleştirmeye Karşı Olmak", Cumhuriyet 16 Ekim 1994.
AKGÜÇ, Öztin, "İhanet Girişimi", Cumhuriyet, 30 Ekim 1994.
AKGÜÇ, Öztin, "Özelleştirmeye karşı Kamulaştırma",Cumhuriyet, 4 Haziran 1995.
AKGÜÇ, Öztin, "Özelleştirmenin Foyası", Cumhuriyet, 1 Eylül 1995.
AKSAKOĞLU, Prof. Dr. Gazanfer, "Sağlık Bakanlığı'nı Özelleştirme Girişimleri", Cumhuriyet, 27 Temmuz 1995.
ALDOĞAN, Seyit, "Sağlık Sektöründe Özelleştirme Karşıtı Grev", Evrensel, 18 Haziran 1996.
ALTAN, Ahmet, "O an...", Yeni Yüzyıl, 13 Haziran 1996.
BALBAY, Mustafa, "Bir Özelleştirme Örneği", Cumhuriyet, 28 Eylül 1996.
DUYAR, Doğan, "Fuhuş, Açlık, Şiddet", Aydınlık, 18 Ağustos l996.
GÜNGÖR, Tevfik, "Bu Kriz Sadece Otomotivi Mi Vurdu?” Olayların İçinden, Dünya, 9 Haziran 1994.
KARDÜZ, Ali Rıza, "Özelleştirme Yanlısı Sadece EBK'yi Değ il Hem Hazin ey i v e Hem Hay vancılığı Yıktı", Sabah, 4Temmuz 1996.
"KİT'ler Kim Vurduya Gitti",Milliyet, 3 Kasım 1994.
"Kredileri Geri Ödemeyiz”, Cumhuriyet, 12 Mayıs 1994.
SARIDOĞAN, Neşe, "Sağlıkta Özelleştirme Tam Gaz", Nokta, 16- 22 Haziran 1996.
SELÇUK, İlhan, "KİT'leri Kim Kundakladı", Cumhuriyet, 26 Eylül1994.
SOM Deniz, "Sevgili Yurdumun Bütün Tersaneleri", Cumhuriyet, 1Kasım 1995.
SONER, Şükran, "Bunlardan Her Şey Beklenir", Cumhuriyet, 1Kasım 1994.
SOYSAL, Mümtaz, "Soygun”, Hürriyet, 3 Mayıs 1994.
SOYSAL, Mümtaz, “Peşkeşin Vebali", Hürriyet, 8 Mart 1995.
"S.S.K'nm Alacağı 15.5 TrilyonLira", Milliyet, 12 Mayıs 1994.
TOKER, Metin, "Özelleştirme Denilen Potansiyel Vurgun Tuzağı",Milliyet, 25 Ekim 1994.
"Özal'ı Aşmak Zorundayız", Sabah, 5 Ağustos 1994.
ÖZKAN, Yusuf, "Yağmaya Sessiz Kalınmasın", Cumhuriyet, 4Kasım 1996.
UÇKAN, Gürhan, "Çocukları Sömürmek Geleceği Sömürmektir",Cumhuriyet, 28 Ağustos 1996.

Yorum Gönder

0 Yorumlar