21. Yüzyıl İçin 21 Ders : 14 Laiklik







Gölgenizi tanıyın


Laik olmak ne demektir? Laiklik kimi zaman dini reddeden bir şeymiş gibi tanımlanıp laik insanlar da neye inanmayıp ne yapmadıkları üzerinden değerlendirilir. Bu tanım doğrultusunda, laikler hiçbir tanrıya ya da mele­ğe inanmaz, kiliselere ya da camilere gitmez ve dini ritüel ve adetlere katıl­mazlar. Bu açıdan laik dünya boş, nihilist ve ahlakdışı bir şeyler tarafından doldurulmayı bekleyen boş bir kutu.

Bu tür olumsuz bir kimliği üstlenecek insan pek yoktur. Kendilerini laik olarak tanımlayanların laiklik anlayışıysa bambaşkadır. Onlara göre laik­lik şu veya bu dine karşıtlıktan ziyade tutarlı değer yargılarıyla tanımlanan son derece olumlu ve aktif bir dünya görüşüdür. Aslen pek çok laik değer çeşitli dinlerce de tanınıyor. Tüm irfan ve ihsanın kendi tekelinde olduğu­nu düşünen kimi cemaatlerin aksine, laik insanların en temel özelliklerin­ den biri böyle bir iddiada bulunmamalarıdır. Erdem ve bilgeliğin belli bir yer ve zamanda gökten indiğine inanmaz, tüm insanların ortak doğal mira­sı olduğunu düşünürler. Dolayısıyla en azından kimi değerlerin dünyanın çeşitli yerlerindeki toplumlarda aynı şekilde görülmesi ve Müslümanlar, Hıristiyanlar, Hindular ve ateistler tarafından paylaşılması gayet normal.

Dini liderler cemaatlerine genellikle katı bir şekilde ya bu deveyi gü­dersin ya bu diyardan gidersin derler; ya Müslümansındır ya da değilsin­dir. Ve Müslümansan diğer öğretileri tamamen reddetmen gerekir. Oysa laik insanlar çeşitli kimliklerin bir arada bulunmasından rahatsızlık duy­mazlar. Laiklik çerçevesinde, laik etik kurallara bağlı kaldığınız müddetçe Müslüman olsanız da, Allah'a dua etseniz de, helal et tüketip hacca gitseniz de laik toplumun iyi bir üyesi sayılırsınız. Esasen milyonlarca Müslüman, Hıristiyan ve Hindu'nun yanı sıra ateistler tarafından da kabul edilen bu etik kurallar hakikat, merhamet, eşitlik, özgürlük, cesaret ve sorumluluk değerlerini kutsal addeder. Çağdaş bilim ve demokratik kurumlara daya­nak oluşturur.

Tüm ahlak kuralları gibi laik kurallar da toplumsal gerçeklikten ziyade erişilmek istenen idealleri yansıtır. Nasıl ki Hıristiyan toplumlar ve kurum­lar Hıristiyan idealinden sapıyorsa, laik toplum ve kurumlar da laik ideal­lere erişmeyi başaramaz genellikle. Ortaçağda Fransa kendini Hıristiyan olarak tanımlayan bir krallıktı ama Hıristiyan sayılması pek de mümkün olmayan eylemlerden geçilmiyordu (ezilen köylüler şahit). Çağdaş Fransa laiklik iddiası taşıyan bir devlet ama Robespierre günlerinden bu yana öz­gürlüğün tanımını kafasına estiği gibi belirlemekten geri durmadı maale­sef (kadınlar şahit). Fransa ya da başka yerlerdeki laik insanların vicdan ya da ahlaki sorumluluktan yoksun olduğu anlamına gelmez bu. Sadece ideallere ulaşmanın kolay olmadığı anlamına gelir.

Laiklik ideali


Peki laiklik ideali nedir? Laikliğin savunduğu en önemli değer, inanca de­ğil gözlem ve delillere dayalı hakikat. Laikler hakikatin inançla karıştırıl­mamasına çabalıyor. Bir anlatıya büyük bir inançla bağlıysanız bu bize psi­kolojiniz, çocukluğunuz ve beyin yapınız hakkında pek çok şey söyleyebilir ama anlatının doğruluğunu kanıtlamaz (güçlü inançlara çoğunlukla anlatı doğru olmadığında ihtiyaç duyulur).

Ayrıca laikler belli bir grubu, insanı ya da kitabı hakikatin velayeti sadece ama sadece o grup, kişi ya da kitaba aitmişçesine kutsallaştırmaz. Onun yerine kendini farklı şekillerde; silleşmiş kemik kalıntılarında, uzak galaksilere ait görüntülerde, istatistiksel veri tablolarında ya da çeşitli geleneklerden kalma yazıtlarda gösteren hakikati kutsal sayarlar. Hakikati bu şekilde üstlenmek, insanlığın atomu parçalamasına, genomun şi esini çözmesine, evrim sürecinin izini sürmesine ve kendi tarihini anlamasına imkan veren çağdaş bilimin temelinde yatar.

Laik insanların savunduğu bir diğer değer de merhamet. Laik etik, şu veya bu tanrının buyruklarına değil çekilen acıları derinlemesine kavra­maya dayanır. Örneğin laik insanların cinayet işlememe sebebi eski bir kitap tarafından yasaklanmış olması değil öldürmenin duyguları olan can­lılara inanılmaz acılar yaşatmasıdır. Sırf "Tanrı öyle dedi" diye öldürmek­ten sakınan insanların oldukça rahatsız edici ve tehlikeli bir tarafı vardır.

Bu insanları merhamet değil itaat yönlendirir ve bu insanlar tanrılarının kafirleri, cadıları, zina yapanları ya da yabancıları öldürmeyi emrettiğine inanmaya başlarlarsa ne yaparlar kim bilir.

Elbette mutlak ilahi emirler olmadığı için laik etik sık sık zorlu çelişki­lere düşüyor. Bir davranış birine zarar verip başka birine iyi geliyorsa ne olacak? Fakirlere yardım etmek için zenginlerden daha fazla vergi almak etik mi? Zalim bir diktatörü devirmek için kanlı bir savaşa girilir mi? Bir ülke sınırsız sayıda mülteci kabul etmeli mi? Laikler bu tür ikilemlerle kar­şılaştıklarında, "Tanrı ne buyurmuş?" diye sormazlar. Onun yerine, ilgili tüm tarafların duyguları ölçülüp tartılır, geniş ölçekli gözlemler yapılıp olasılıklar değerlendirilir ve mümkün mertebe az zarara yol açacak bir orta yol aranır.

Mesela, cinsellikle ilgili tutumları düşünün. Laik insanlar tecavüz, eş­ cinsellik, hayvanlarla cinsel ilişkiye girilmesi ve ensesti uygun bulup bul­madıklarına nasıl karar verir? Duyguları masaya yatırarak. Tecavüz, ilahi bir emre aykırı olduğundan değil ama insanlara zarar verdiğinden elbette ahlaklı değil. Oysa birbirini seven iki erkek arasındaki ilişkide kimse zarar görmediğinden yasaklanmasına gerek yok.

Peki ya hayvanlarla cinsel ilişki? Eşcinsel evliliğe dair katıldığım pek çok özel ve kamusal tartışmada illa biri çıkıp, "İki erkeğin evlenmesi nor­ malse o zaman neden bir erkekle bir keçinin evlenmesine de izin vermiyo­ruz?" gibi sorular sorar. Laik bakış açısından cevap açık. Sağlıklı ilişkiler duygusal, zihinsel ve hatta manevi derinlik gerektirir. Bu tür bir derinlik taşımayan evlilikler insanı hüsrana uğratır, yalnızlaştırır ve psikolojik açı­dan baltalar. İki erkek hiç şüphesiz birbirinin duygusal, zihinsel ve manevi ihtiyaçlarını karşılayabilir. Keçiler için aynı şey geçerli değil. Evliliği, laik insanlar gibi insanların iyiliğine hizmet eden bir kurum olarak görüyor­sanız böyle acayip bir soru sormayı aklınızdan bile geçirmezsiniz. Ancak evliliği bir tür doğaüstü ritüel sanan insanlar böyle bir soru sorabilir.

Peki ya baba ve kızı arasındaki ilişki? İkisi de insan sonuçta; bunda ne yanlış var? Şöyle ki pek çok psikolojik çalışma bu tür bir ilişkinin çocuğa aşırı derecede ve tedavisi mümkün olmayan zararlar verdiğini gösteriyor. Ayrıca ebeveynin zarar vermeye yönelik eğilimlerini yansıtıyor ve yoğun­laştırıyor. Sapiens'in ruhu evrim sürecinde aile bağlarıyla aşk bağlarının karışmasının iyi sonuçlar vermeyeceği şekilde gelişmiş. Bu yüzden ensest ilişkiye karşı gelmek için Tanrı'ya ya da Eski Ahit'e ihtiyacınız yok; konuya ilişkin psikolojik çalışmaları okumanız yeterli.1

1 Jonathan H. Turner, Incest: Origins of the Taboo (Boulder: Paradigm Publis­ hers, 2005); Robert J. Kelly vd., "Effects of Mother-Son Incest and Positive Perceptions of Sexual Abuse Experiences on the Psychosocial Adjustment of Clinic-Referred Men", Child Abuse & Neglect 26:4 (2002), s. 425-41; Mireille Cyr vd., "Intra milial Sexual Abuse: Brother-Sister Incest Does Not Differ om Father-Daughter and Stepfather-Stepdaughter Jncest", Child Abuse &Neglect 26:9 (2002), s. 957-73; Sandra S. Stroebel, "Father-Daughter Incest: Data from an Anonymous Computerized Survey",fournalofChildSexualAbu­ se 21:2 (2010), s. 176-99.

Laik insanların bilimsel gerçekleri savunmasının altında yatan sebep budur. Dertleri meraklarını gidermek değil dünyadaki acıyı nasıl en iyi şe­kilde azaltabileceklerini öğrenmek. Bilimsel çalışmaların rehberliği olma­ dan merhametimiz kör kalabiliyor.

Hakikati ve merhameti savunmak beraberinde eşitlik ilkesini de sa­vunmayı getirir. Ekonomi ve siyasetle ilgili sorulara dair fikirler rklılık gösterse de laik insanlar özünde tüm önceden belirlenmiş hiyerarşilere kuşkuyla yaklaşır. Kim çekiyor olursa olsun, acı acıdır ve kim bulmuş olur­sa olsun, bilgi bilgidir. Belli bir millet, sınıf ya da cinsiyetin deneyim ya da buluşlarına öncelik tanımak bizi hem duyarsız hem de cahil kılar. Laik insanlar kendi milletlerinin, ülkelerinin ve kültürlerinin eşsizliğinden gu­rur duymasına duyarlar ama "eşsizlik" kavramıyla "üstünlük" kavramını birbirine karıştırmazlar. Dolayısıyla kendi millet ve ülkelerine karşı özel görevlerinin rkında olsalar da bu görevleri ayrıcalıklı saymaz ve insanlığın bütününe karşı görevlerini de sahiplenirler.

Acıyı dindirme ve hakikat arayışını özgürlük olmadan; düşünme, araş­tırma ve tecrübe etme özgürlüğü olmadan sürdüremeyiz. Bu yüzden laikler özgürlüğü savunur ve herhangi bir metnin, kurum ya da liderin doğruyla yanlışı belirlemeye yetkili mutlak bir otorite haline gelmesini istemezler. İn­sanların her daim şüphe etme, tekrar bakma, ikinci bir görüş alma ve farklı bir yol deneme özgürlüğü olmalıdır. Laikler dünyanın evrenin merkezinde hareketsiz durduğunu sorgulayan Galileo Galilei'ye, 1789'da Bastille'e akın edip despot XVI. Louis rejimini deviren halka ve beyaz yolculara ayrılmış otobüs koltuğuna oturma cesareti gösteren Rosa Parks'a hayrandır.

Önyargılarla ve baskıcı rejimlerle savaşmak büyük cesaret ister ama bilgi eksikliğini kabul edip bilinmeze doğru yol almak daha zla cesaret is­tiyor. Laik eğitim, bir şeyi bilmiyorsak cehaletimizi kabul etmekten ve yeni deliller aramaya koyulmaktan korkmamayı öğretir bize. Bir şeyi bildiğimi­zi zannediyorsak bile fikirlerimizi sorgulamaktan ve kendimizi gözden ge­çirmekten kaçınmamalıyız. Çoğu insan bilinmezden korkar ve her soruya karşılık başı sonu belli cevaplar almak ister. Bilinmezlik korkusu elimizi kolumuzu bir zorbadan daha fena bağlayabilir. İnsanlar tarih boyunca bir dizi mutlak cevaba inanmazsak insan toplumlarının sonunun geleceği en­dişesiyle yaşamıştır. Oysa modern tarih, bilmediğini kabul edip zor sorular soran cesur insanlardan oluşan toplumların, herkesin sorgulamadan tek bir gerçeği kabul etmek zorunda olduğu toplumlardan hem daha zengin hem de daha huzurlu olduğunu gözler önüne serdi. Hakikati kaybetmekten korkan insanlar dünyaya pek çok farklı açıdan bakmaya alışık insanlardan daha saldırgandır. Cevaplayamadığınız soruların faydası, sorgulayamadığınız cevapların faydasından fazladır genellikle.

Son olarak, laikler için sorumluluk da çok değerlidir. Dünyayı çekip çeviren, kötüleri cezalandırıp iyileri ödüllendiren ve bizi kıtlık, veba ya da savaştan koruyan ilahi bir güce inanmazlar. O yüzden de biz, etten ve ke­mikten yapılmış ölümlü varlıklar, yaptığımız ya da yapmadığımız şeylerin tüm sorumluluğunu almalıyız. Dünyaya sefalet hakimse, çözüm bulmak bizim görevimiz. Laik insanlar çağdaş toplumların salgın hastalıkları iyi­leştirmek, açları doyurmak ve dünyanın büyük kısmına barış getirmek gibi muazzam başarılarından gurur duyarlar. Bu başarıları herhangi bir ilahi koruyucuya atfetmek yersiz olur; insanların kendi bilgisi ve merhameti sa­yesinde gerçekleştiler. Ancak tam da aynı nedenle, modernitenin soykırım­ dan ekolojik tahribata uzanan suçlarının ve başarısızlıklarının sorumlulu­ğunu da almalıyız. Mucize olsun diye dua edeceğimize yardım etmek için ne yapabiliriz diye sormalıyız.

Laik dünyanın başat değerleridir bunlar. Daha önce de belirtildiği üzere, bu değerlerin hiçbiri laikliğe özgü değildir. Yahudiler de hakikate, Hıristi­yanlar da merhamete, Müslümanlar da eşitliğe, Hindular da sorumluluğa ve daha nicesi nicelerine değer verir. Laik toplum ve kurumlar bu bağlan­tıları kabullenmek ve dindar Yahudileri, Hıristiyanları, Müslümanları ve Hinduları kucaklamaktan mutlu, yeter ki laik ilkelerle dini doktrinler çatış­tığında laiklik ilkeleri gözetilsin. Örneğin laik toplumda kabul görebilmeleri için Ortodoks Yahudilerin Yahudi olmayanları kendileriyle eşit görmesi, Hıristiyanların kafirleri yakmaya kalkışmaması, Müslümanların ifade öz­ gürlüğüne saygı göstermesi ve Hinduların kast sistemine dayalı ayrımcılık­tan vazgeçmesi gerekir.

Buna karşın dindar insanların Tanrı'yı reddetmesi ya da geleneksel ritüellerini ve adetlerini bırakmaları gibi bir beklenti yoktur. Laik dünyada insanların davranışlarına bakılır, ne giyip nasıl dua ettiklerine değil. Bir insan mezhebinin öngördüğü en değişik kıyatleri giyip en alışılagelme­dik dini ritüelleri düzenlediği halde laik değerlere derin bağlılık sergileye­bilir. Dünyada bir dolu Yahudi biliminsanı, Hıristiyan çevreci, Müslüman feminist ve Hindu insan hakları savunucusu var. Bilimsel hakikate, merha­mete, eşitliğe ve özgürlüğe riayet eden herkes laik dünyanın üyesi sayılır ve takkelerini, haçlarını, türbanlarını ya da alın boyalarını çıkarmaları için bir sebep yoktur.

Benzer nedenlerle, laik eğitim çocuklara Tanrı'ya inanmamayı ve dini ayinlere katılmamayı benimseten karşı bir öğreti barındırmaz. Laik eğitimin yaptığı, çocuklara hakikatle inancı ayırmayı, acı çeken tüm varlıklara karşı merhamet duymayı, tüm dünya sakinlerinin bilgeliğine ve deneyimlerine de­ğer vermeyi, bilinmezden korkmadan özgürce düşünebilmeyi ve kendi eylem­lerinin yanı sıra dünyanın sorumluluğunu da üstlenmeyi öğretmektir.

Stalin laik miydi?


Bu yüzden, laikliği ahlaki yükümlülüklerden ya da toplumsal sorumluluklar­dan yoksun diye eleştirmenin bir temeli yoktur. Aslında laiklikle ilgili esas so­run bunun tam tersidir. Muhtemelen laiklik etik çıtasını çok yüksek tutuyor. Çoğu insan böyle iddialı ilkeleri hayata geçiremiyor ve geniş toplumlar ucu açık bir hakikat ve merhamet arayışına dayanılarak yönetilemiyor. Toplumlar, özellikle savaş ya da ekonomik kriz gibi acil durumlarda, neyin hakikat neyin yapılacak en merhametli şey olduğundan emin olamasalar da hızlı ve etkin davranmak zorundadır. Açık seçik talimatlara, akılda kalıcı sloganlara ve teş­vik edici savaş naralarına ihtiyaçları var. Belirsiz varsayımlar adına cepheye as­ker göndermek ve radikal ekonomik reformlar dayatmak zor olduğundan, laik akımlar dogmatik öğretilere dönüşüp durur.

Örneğin Karl Marx ilk başta tüm dinlerin insanları kandırdığını ve ez­diğini söylemiş ve insanları küresel düzenin gerçek doğasını kendi kendi­lerine araştırmaya teşvik etmişti. Bunu takip eden dönemlerde devrimin yarattığı baskı ve savaş Marksizm'i katılaştırdı ve Stalin'in zamanına ge­lindiğinde Sovyet Komünist Partisi'nin resmi düsturu, küresel düzenin sı­radan insanların anlayamayacağı kadar karmaşık olduğu ve bu yüzden de en doğrusunun her daim partinin aklına güvenmek ve milyonlarca masum insanın hapse atılması ve infaz edilmesi durumunda bile parti ne diyorsa onu yapmak olacağı yönündeydi. Çirkin bir tablo gibi gelebilir ama parti­nin ideolojisini belirleyenlerin defalarca açıkladığı gibi devrim pikniğe git­meye benzemiyordu ve omlet yapılmak isteniyorsa birkaç yumurta kırmak gerekiyordu.

Stalin'e laik bir lider denilip denilemeyeceği, işte bu sebeple laikliği nasıl tanımladığımıza bağlıdır. İndirgemeci bir yaklaşımla olumsuz tanımı kul­lanıp, "Laik insanlar Tanrı'ya inanmazlar," dersek o vakit Stalin kesinlikle laikti. Olumlu tanımı kullanıp, "Laik insanlar her tür bilimdışı dogmayı reddeder ve hakikate, merhamete ve özgürlüğe itimat ederler," dersek o za­man Marx laik bir aydındı ama Stalin'in laiklikle uzaktan yakından alakası yoktu. Kendisi tanrıtanımazdı ama aşırı derecede dogmatik Stalinizm dini­nin peygamberiydi.

Stalinizm istisnai bir örnek değildir. Siyasi yelpazenin diğer ucunda, kapi­talizm de son derece açık görüşlü bilimsel bir kuram şeklinde doğmuştu ama zaman içinde bir dogma biçimini aldı. Çoğu kapitalist sahadaki koşulları dik­kate almaksızın, serbest piyasa ve ekonomik büyüme şiarını tekrarlayıp du­ruyor. Modernleşme, sanayileşme ya da özelleştirme sebebiyle zaman zaman ortaya çıkan türlü korkunç sonuçlara rağmen kapitalizme canı gönülden ina­nanlar, bunları "büyüme sancıları" olarak başlarından savıp, her şeyin biraz daha büyümeyle düzeltileceğine söz veriyorlar.

Orta yolcu liberal demokratlar, laikliğin hakikat ve merhamet arayışı­na hep daha sadık oldular ama onlar bile bazen konfor sağlayan dogmalar adına yollarından sapıyorlar. Öyle ki zalim diktatörler ve başarısızlığa uğ­ramış devletlerin harabeleriyle karşı karşıya kaldıklarında laiklerin genel­likle yaptığı şey, kayıtsız şartsız inandıkları harikulade bir ritüel olan genel seçimlere bel bağlamak. Irak, Afganistan ve Kongo gibi yerlerde genel seçim düzenlemenin buraları sihirli bir değnek değmiş gibi Danimarka'nın güneşli birer versiyonuna dönüştüreceğine dair sağlam bir inançla savaşıp milyarlar harcıyorlar. Ve bunu tekrarlanan başarısızlıklara, genel seçim geleneği olan yerlerde bile bu tarz ritüellerin daha ziyade otoriter halkçıları başa geçirme­sine ve ortaya çoğunluk diktatörlüklerinden daha şahane bir şey çıkmama­sına rağmen yapıyorlar. Genel seçimin kerametini sorgulamaya kalkarsanız çalışma kampına gönderilmiyorsunuz belki ama kanızdan aşağı bir kova dogmatik taciz dökülüyor.

Tabii tüm dogmalar aynı ölçüde zararlı değildir. Kimi dinsel inançların insanlığa faydası dokunduğu gibi kimi dogmaların da faydası görülmüştür. Bu durum bilhassa insan hakları doktrini için geçerlidir. Hakların var olduğu tek yer, insanların icat edip birbirine anlattığı hikayeler. Dinsel bağnazlık ve despot hükümetlerle mücadele edilirken, bu hikayeler hikmetinden sual olun­maz bir dogma mertebesine çıkarılmış. İnsanların yaşamaya ya da özgürlüğe doğal bir hakları olmasa da bu anlatıya inanç, otoriter rejimlerin gücüne gem vurmuş, azınlıkları çeşitli belalardan ve milyarlarca insanı en ağır yoksulluk ve şiddet koşullarından korumuş. Bu nedenle insanlığın mutluluğu ve refahı­ na belki de gelmiş geçmiş diğer tüm doktrinlerden daha fazla katkı sağlamış.

Ama bu onun bir dogma olduğunu değiştirmiyor. Bu doğrultuda, Birleş­ miş Milletler'in İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 19. maddesi, "Her ferdin fikir ve fikirlerini açıklamak hürriyetine hakkı vardır," der. Bunu siyasi bir talep şeklinde değerlendirirsek ("Her ferdin fikir ve fikirlerini açıklamak hürriyetine hakkı olmalıdır") akla gayet yatkın geliyor. Ama her bir Sapiens do­ğal olarak "fikir hürriyeti hakkı" sahibidir ve bu yüzden de sansür bir doğa kanunu çiğnemektir gibi bir şeye inanırsak insanlığa ilişkin hakikati kaçırı­rız. Kendinizi "elinden alınamayacak doğal haklara sahip bir birey" olarak ta­nımladığınız sürece esasen kim olduğunuzu bilemez ve toplumunuzla kendi zihninizi ("doğal hak" dediğimiz şeye inancınız dahil) şekillendiren tarihsel etmenleri anlayamazsınız.

Belki 20. yüzyılda, insanlar Hitler ve Stalin'le boğuşurken bu tür bir ce­haletin pek bir ehemmiyeti yoktu. Ama bu, 21. yüzyılda ölümcül bir şeye dö­nüşebilir çünkü artık biyoteknoloji ve yapay zeka insanlığın tanımını değiş­tirmeye talip. Yaşam hakkını savunuyorsak biyoteknolojiyi ölümü alt etmek için mi kullanacağız? Özgürlüğü savunuyorsak algoritmalara gizli arzuları­mızı deşifre edip tatmin etme yetisi mi bahşedeceğiz? Tüm insanlar eşit insan haklarına sahipse insanüstülerin üstün hakları mı olacak? Laik insanlar için "insan hakları" dogmatik bir inanç olarak kaldığı sürece, bu soruları cevapla­ makta zorlanacaklar.

İnsan hakları dogması önceki yüzyıllarda Engizisyon, ancien regime [eski rejim], Naziler ve Ku Klux Klan'a karşı bir silah olarak geliştirilmişti. İnsanüs­ tülerle, robot-insanlarla ve süper zeka bilgisayarlarla başa çıkmaya uygun bir donanıma sahip değil. İnsan hakları hareketleri dinsel önyargılara ve zorba­lara karşı tesirli bir görüş ve savunma hattı geliştirmişse de bu hat bizi aşırı tüketimden ve teknolojik ütopyalardan koruyacak gibi durmuyor.

Gölgeyi tanımak


Laikliği Stalinci dogmacılıkla ya da Batı emperyalizminin ve denetimsiz sana­yileşmenin meyveleriyle karıştırmamak gerek. Ama bunların hiçbir sorumlu­ğu yoktur da denilemez. Laik akımlar ve bilimsel kurumlar insanlığı mükem­ melleştirme ve Dünya gezegeninin hazinelerini türümüze yda sağlamak için kullanma vaadiyle milyarlarca insanı büyülediler. Bu tür vaatler, vebanın ve kıtlıkların üstesinden gelmenin dışında çalışma kamplarına ve eriyen buzulla­ra da yol açtı. Bunun suçlusu temel laik idealleri ve bilimin gerçek bulgularını yanlış anlayıp çarpıtanların suçudur diyebilirsiniz. Kesinlikle haklısınız. Ama bu tüm etkin akımların ortak sorunudur.

Örneğin Hıristiyanlık Engizisyon, Haçlı Seferleri dünya genelinde yerli kültürlerinin baskıya maruz bırakılması ve kadınların yetkisiz kılınması gibi büyük suçların mümessilidir. Hıristiyan biri bu sözlerden alınıp, bu suçların Hıristiyanlığın tamamen yanlış anlaşılması sonucu işlendiğini belirtebilir. Hz. İsa sadece sevgiyi öğütlemiş ve Engizisyon onun öğretilerinin korkunç bir şe­kilde çarpıtılmasına dayandırılmış. Bu açıklamayı kabul edebiliriz ama Hıris­tiyanlığı taşıdığı sorumluluktan bu kadar kolay azat etmek yanlış olur. Engizis­yon ve Haçlı Seferleri'ni dehşetle karşılayan Hıristiyanlar bu felaketleri öylece geride bırakamazlar; kendilerine birtakım zor soruları yöneltmeleri gerekir. Nasıl olmuş da "sevgi dini" saydıkları bu din, öyle bir iki kere de değil, defalar­ca çarpıtılmasına izin vermiş? Tüm suçu Katoliklerin fanatikliğine atan Pro­testanların, İrlanda ya da Kuzey Amerika'daki Protestan sömürgecilerin dav­ranışları hakkında bir kitap okuması tavsiye edilir. Aynı şekilde, Marksistlerin kendilerine Marx'ın öğretilerinin hangi yönünün çalışma kamplarına giden yolu açtığını sorması, biliminsanlarının bilimsel projenin nasıl küresel eko­sistemin dengesini bozduğunu sorgulaması ve özellikle de genetikçilerin Nazi döneminde Darwin'in teorilerinin nasıl saptırıldığını ibret alması gerekir.

Her din, ideoloji ve inancın bir de gölgesi vardır ve hangi öğretinin takipçisi olursanız olun bu gölgeyi tanımanız ve safça, "Bizim başımıza böyle bir şey gelemez," diye avunmaktan kaçınmanız gerekir. Laik bilimin, çoğu geleneksel dine karşı en azından bir büyük avantajı var: kendi gölgesinden korkmuyor ve ilkesel olarak hatalarını ve kör noktalarını kabul etmekten kaçınmıyor. Yüce bir gücün vahiy yoluyla bildirdiği mutlak bir gerçeğe inanıyorsanız, herhangi bir hatayı kabul etmeniz mümkün olmaz, çünkü tüm anlatı boşa çıkar. Ama yanılma payı bulunan insanların hakikat arayışına inanıyorsanız, hataların kabulü oyunun bir parçasıdır.

Dogmatik olmayan laik akımlar biraz da bu yüzden nispeten mütevazı va­atlerde bulunur. Kusurlarının farkında oldukları için kademeli ufak değişik­likler elde etmeyi umar, asgari ücreti üç beş dolar artırmaya, çocuk ölümlerini birazcık da olsa azaltmaya bakarlar. Durmadan imkansızı vadetmek, aşırı öz­ güven sahibi dogmatik ideolojilere özgüdür. Liderleri, sanki kanun koyarak, tapınak inşa ederek ya da bir bölgeyi ele geçirerek tek bir görkemli hareketle tüm dünyayı kurtarabileceklermiş gibi durduk yere "sonsuzluk", "namus" ve "günahlardan arınma" hakkında konuşurlar.

Hayatımızın gelmiş geçmiş en önemli kararlarını almanın eşiğinde, ben şahsen şaşmazlık iddiası taşıyanlardan ziyade cehaletlerini kabul edenlere gü­venmeyi tercih ederim. Dininizin, ideolojinizin ya da dünya görüşünün dünya­yı yönetmesini istiyorsanız soracağım ilk soru şudur: "Dininizin, ideolojinizin ya da dünya görüşünüzün düştüğü en büyük hata neydi? Neyi yanlış anladı?" Ciddi bir şey bulup çıkaramazsanız, kendi adıma size de güvenmem.





Yorum Gönder

0 Yorumlar