21. Yüzyıl İçin 21 Ders : 20 Anlam



Hayat bir anlatı değil


Ben kimim? Bu hayatta ne yapmalıyım? Hayatın anlamı ne? İnsanlar ezelden beri bu soruları soruyorlar. Her neslin yeni cevaplara ihtiyacı var çünkü neyi bilip neyi bilmediğimiz durmadan değişiyor. Bilim, Tanrı, siyaset ve din hak­kında bildiklerimizi ve bilmediklerimizi dikkate aldığımızda, günümüzde verebileceğimiz en iyi cevaplar nelerdir?

İnsanlar ne tür cevaplar bekliyorlar? İnsanlar hayatın anlamını sorgu­ladıklarında, hemen her zaman bir hikaye duymayı beklerler. Homo sapiens hikaye anlatan, sayılar ve grafiklerden ziyade hikayeler üzerinden düşünen, evrenin kendisinin de iyi ve kötü karakterle, çatışma ve çözümlerle, doruk noktaları ve mutlu sonlarla dolu bir hikaye gibi işlediğine inanan bir tür. Hayatın anlamını aradığımızda gerçekliğin ne olduğunu ve kendimizin bu kozmik tiyatro oyunundaki rolünü açıklayacak bir hikaye isteriz. Bu rol bizi kendimizden daha büyük bir şeyin parçası yapar, tüm deneyim ve tercihle­rimize anlam katar.

Binlerce yıl boyunca milyarlarca endişeli insana anlatılan popüler hikayelerden biri, hepimizin tüm varlıkları kapsayan ve birbirine bağlayan ebedi bir döngünün parçası olduğunu anlatır. Her varlığın bu döngüde ayırt edici bir işlevi vardır. Hayatın anlamını çözmek kendinize özgü işlevi anla­mak, iyi bir hayat yaşamak da bu işlevi gerçekleştirmek demektir.





Hindu destanı Bhagavad Gita büyük savaşçı prens Arjuna'nın korkunç bir savaşın ortasında kafasındaki kuşkularla nasıl cebelleştiğini anlatır. Karşı orduda arkadaşlarını ve akrabalarını görünce savaşmaya devam edip onları öldürmeye tereddüt eder. İyi ve kötü nedir, bunları kim belirlemiştir ve insan hayatının amacı nedir diye sorgular. Bunun üzerine tanrı Krishna, Arjuna'ya büyük kozmik döngüde her varlığın kendine has bir "dharma'sı", izlemesi ge­reken bir yolu ve yerine getirmesi gereken görevleri olduğunu açıklar. Dhar­ma'nızı gerçekleştirirseniz, yol ne kadar zorlayıcı olursa olsun, iç huzuruna kavuşur, kuşkulardan kurtulursunuz. Dharma'nızın peşinden gitmeyi redde­der ve başka birinin yolunu benimsemeye çalışırsanız ya da hiçbir yolda iler­lemeden dolanıp durursanız, kozmik dengeyi bozarsınız ve ne huzur bulur­sunuz ne de neşe. Yolu izlediğiniz sürece, size özgü bu yolun ne olduğunun bir önemi yok. Çamaşırcılık yoluna baş koymuş bir çamaşırcı kadın, prenslik yolundan sapan bir prensten çok daha üstündür. Hayatın anlamını kavrayan Arjuna bir savaşçı olarak kendi dharma'sını izlemeye koyulur. Arkadaşlarını ve akrabalarını öldürür, ordusuna zafer kazandırır ve Hindu dünyasının en çok sevilip sayılan kahramanlarından biri olur.





1994 yapımı Disney destanı Aslan Kral bu eski hikayeyi, Arjuna'nın yerine Simba'yı koyarak çağdaş seyirciler için yeni bir kılıfa soktu. Simba varlığın anlamını öğrenmek isteyince babası, aslan kral Musa, ona büyük Yaşam Döngüsü'nü anlatır. Mufasa antilopların otları, aslanların antilopları yedi­ğini ve aslan öldüğünde bedenlerinin çözülüp otları beslediğini açıklar. Her hayvan rolünü oynadığını müddetçe hayat nesilden nesile bu şekilde devam eder. Her şey birbiriyle bağlantılı ve herkes birbirine muhtaç, o yüzden tek bir ot bile görevini yerine getirmekte başarısız olursa tüm Yaşam Döngüsü çökebilir. Musa'nın dediğine göre Simba'nın görevi Musa öldükten sonra aslan krallığının başına geçip diğer hayvanların düzenini sağlamaktır.

Fakat Musa kötü kardeşi Scar tarafından öldürülüp vaktinden önce ölünce, genç Simba bu felaketten kendini suçlar ve suçluluk duygusuyla as­lan krallığını terk eder, hükümdarlık kaderini reddeder ve yabani doğaya doğru yol alır. Orada biri firavun resi, diğeri yabani domuz iki kaçkınla daha tanışır ve hep beraber birkaç yıl vurdumduymaz bir şekilde kendi baş­larına takılırlar. Asosyal felsefeleri doğrultusunda her soruna Hakuna mata­ta, takma kafana, diye karşılık verirler.

Ama Simba dharma'sından kaçamaz. Olgunlaştıkça sıkıntısı artar, kim olduğunu ve bu hayatta ne yapması gerektiğini bilemez. Filmin doruk nok­tasında Musa'nın ruhu Simba'ya görünür ve Yaşam Döngüsünü ve asil kimliğini kendisine hatırlatır. Bunun yanı sıra Simba kendi yokluğunda tahta kötü Scar'ın geçtiğini, krallığı kötü bir şekilde yönettiğini ve krallığın uyumsuzluk ve kıtlıktan kırıldığını öğrenir. Simba nihayet kim olduğunu ve ne yapması gerektiğini kavrar. Aslan krallığına geri döner, amcasını öldürür, kral olur ve yeniden uyum ve bolluğu getirir. Film gururlu Simba'nın büyük Yaşam Döngüsünün devam edeceğini garanti eden yeni doğmuş varisini top­ lanan hayvanlara takdim etmesiyle son bulur.

Yaşam Döngüsü kozmik tiyatroyu döngüsel bir anlatı şeklinde sunar. Simba ve Arjuna'ya göre ezelden beri aslanlar antilopları yemiş, savaşçılar savaşmıştır ve bu ebediyen bu şekilde devam edecektir. Sonsuz tekrar olay­ların doğal akışının bu olduğunu ima ederek anlatıya güç katar; Arjuna savaşmayı, Simba kral olmayı reddederse doğa kanunlarına karşı geliyor sayılırlar.

Yaşam Döngüsü anlatısının bir versiyonuna inanırsam, bundan hayatta­ ki görevlerimi belirleyen sabit ve hakiki bir kimliğim olduğu anlamı çıkar. Yıllar boyunca bu kimlikten şüphe edebilir veya habersiz kalabilirim. Ama bir gün, can alıcı bir anda, bunun ne olduğu açığa çıkar, ben de kozmik tiyat­rodaki rolümü kavrarım. Ve daha sonra pek çok sıkıntı ve güçlük çeksem de kuşku ve umutsuzluktan arınmış olurum.





Diğer din ve ideolojiler belli bir başlangıcı, çok uzun sayılamayacak bir ortası ve kesin bir sonu bulunan çizgisel bir kozmik tiyatroya inanır. Örneğin Müslüman anlatısına göre Allah tüm kainatı yaratmış ve kainatın kuralları­nı koymuştur. Sonra da bu kuralları Kuran vasıtasıyla insanlara iletmiştir. Fakat cahil ve habis insanlar Allah'a başkaldırmış ve bu kuralları yıkmaya ya da gizlemeye çalışmıştır. Faziletli ve sadık Müslümanların görevi de bu kurallara uymak ve bu bilgileri yaymaktır. Sonunda Mahşer Günü Allah her bir bireyi davranışlarına göre yargılayacaktır. Erdemli kullarını sonsuza dek mutluluk içinde yaşayacakları cennete gönderecek, günahkarları cehennem ateşine atacaktır.

Bu büyük anlatıya göre hayattaki küçük ama önemli rolüm Allah'ın emirlerine uymak, O'nun kanunlarını yaymak ve isteklerinin yerine gelme­sini sağlamaktır. Müslüman anlatısına inanırsam, hayatın anlamını günde beş vakit namaz kılmakta, yeni camiler yaptırmak için bağışta bulunmakta, mürtet ve kafirlerle mücadele etmekte bulabilirim. El yıkamak, şarap içmek, sevişmek gibi sıradan eylemler bile kozmik anlamlar taşır.

Milliyetçilik de çizgisel bir anlatı izler. Siyonist anlatı Yahudi halkının eski zamanlardaki maceraları ve başarılarıyla başlar, iki bin yıllık sürgün ve zulüm dönemini aktarır, Soykırım ve İsrail devletinin kurulmasıyla doruk noktasına ulaşır ve İsrail'in huzura ve re ha kavuşup tüm dünyanın ahlaki ve manevi kılavuzu haline geleceği günleri dört gözle bekler. Siyonist anlatı­ ya inanırsam, hayatımın amacı İbranicenin saflığını koruyarak, kaybedilmiş Yahudi topraklarını geri alarak ya da belki kendini İsrail'e adayacak yeni bir nesil yetiştirerek Yahudi halkının çıkarlarına hizmet etmek diye düşünürüm. Bu durumda monoton işler bile anlam yüklüdür. Bağımsızlık Günü'nde İsrailli öğrenciler anavatana hizmet eden eylemleri öven popüler bir İbranice şarkı söyler genellikle. Bir çocuk, "İsrail topraklarında bir ev inşa ettim," der, diğeri, "İsrail topraklarına bir ağaç ektim," der, bir üçüncüsü, "İsrail toprak­ larında bir şiir yazdım," der ve şarkı bu şekilde devam ederek hep bir ağızdan söylenen, "İşte bu yüzden İsrail topraklarında evimiz, ağacımız, şiirimiz (ne eklemek isterseniz ekleyebilirsiniz) var," kısmıyla sona erer.





Komünizm de benzer bir anlatıya sahiptir ama etnik köken yerine toplumsal ve ekonomik sınıfa odaklanır. Komünist Manifesto şöyle başlar:

Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir. Özgür insanlarla köleler, patrisyenlerle plebler, baronlar ve serfler, lonca mensubu yurttaşlarla kalfalar, kısacası ezenlerle ezilenler arasında her zaman çelişki vardı, bunlar birbirlerine karşı kah gizli kah açık kesintisiz bir mücadele yürüttüler, her defasında tüm toplumun devrimci bir dönü­şümüyle veya mücadele eden sınıfların beraberce çöküşüyle sonuçlanan bir mücadeleydi bu.'1

Manifesto modern zamanlardaki durumu, "Tüm toplum gitgide iki büyük düşman kampa, birbirinin tam karşısına dikilen iki büyük sını ayrılmak­ tadır: burjuvazi ve proletarya" şeklinde açıklıyor.2 Mücadele proletaryanın zaferiyle sona erecek ve bu tarihin sonuna işaret edecek. Dünya kimsenin mülk sahibi olmadığı ve herkesin bütünüyle özgür ve mutlu yaşadığı bir ko­ münizm cennetine dönecek.

1 Karl Marx ve Friedrich Engels, The Communist Man esto (Londra, New York: Verso, 2012), s. 34-5 [Türkçesi: Komünist Manifesto, çev. Tanıl Bora, (İstanbul:İletişim Yayınları, 2018) s. 52].
2 Age., s. 35.
* Türkçe çevirisi: Komünist Manifesto, çev. Tanıl Bora, İstanbul: İletişim Yayınları, 201 8, s. 52.

Bu komünist anlatıya inanırsam hayatımın amacının coşkulu kitaplar yazarak, grev ve eylemler düzenleyerek ya da belki açgözlü kapitalistlere suikast düzenleyip onların yardakçılarına karşı savaşarak küresel devrimin gerçekleşmesini hızlandırmak olduğuna kanaat getiririm. Bu anlatı Bangla­deş'teki tekstil işçilerini sömüren bir markayı boykot etmek ya da Noel sofra­sında kapitalist domuz kayın pederimle laf dalaşına girişmek gibi ufak hare­ ketlere bile anlam katar.

Hakiki kimliğimi tanımlamayı ve eylemlerimi anlamlandırmayı güden anlatılar silsilesine bakınca, çarpıcı bir şekilde ölçeğin pek bir önem taşıma­dığı fark ediliyor. Simba'nın Yaşam Döngüsü gibi kimi anlatılar sonsuzluğa uzanıyor gibi duruyor. Kim olduğumu ancak tüm kainatı temel alarak bilebilirim. Çoğu milliyetçi ve kavim kökenli mit, bunun yanında çok küçük öl­çekli kalıyor. Siyonizm insanlığın yaklaşık yüzde 0,2'sinin, dünya yüzeyinin yüzde 0,005'inde, oldukça kısa bir zaman dilimi içinde başından geçenleri kutsal kabul ediyor. Siyonist anlatı Çin imparatorluklarına, Yeni Gine kabi­lelerine, Andromeda galaksisine ve Hz. Musa ile Hz. İbrahim'in doğuşun­ dan ve maymunların evrimleşmesinden önce geçen sayısız devre bir anlam atfetmeye yetmiyor.





Bu tür bir miyopluğun çok ciddi yansımaları olabilir. Örneğin İsrailliler­ le Filistinliler arasında barış anlaşması imzalanmasının önündeki en büyük engellerden biri İsrail'in Kudüs şehrini bölmeye yanaşmaması. Bu şehrin "Yahudi halkının ezeli ve ebedi başkenti" olduğunu iddia ediyorlar ve pek tabii sonsuz bir şeyden ödün veremezsiniz.3 Sonsuzlukla kıyaslayınca birkaç insanın ölmesinin ne önemi var? Bu elbette saçmalığın daniskası. Ezel en azından 13,8 milyar yıl; evrenin şu anki yaşı bu. Dünya gezegeni 4,5 milyar yıl önce önce oluşmuş ve insanlar da en azından 2 milyon yıldır var. Buna karşın Kudüs şehri sadece 5000 yıl önce kurulmuş ve Yahudi halkının geç­mişi de olsa olsa 3000 yıl öncesine dayanıyor. Ezeli sınıfına sokulabilecek gibi değil.

3 Raoul Wootlif, "Netanyahu Welcomes Envoy Friedman to 'Jerusalem, Our Eternal Capital'", Times of lsrael, 16 Mayıs 2017, https://www.timesofisrael. com/netanyahu-welcomes-envoy- iedman-to-jerusalem-our-eternal-capital/, 12 Ocak 2018'de erişildi; Peter Beaumont, "Israeli Minister's Jerusalem Dress Proves Controversial in Cannes", Guardian, 18 Mayıs 2017, https://www.thegu­ ardian.com/world/2017/may/18/israeli-minister-miri-regev-jerusalem-dress­ controversial-cannes, 12 Ocak 2018'de erişildi; Lahav Harkov, "New 80-Majo­ rity Jerusalem Bili Has Loophole Enabling City to Be Divided", Jerusalem Post,2 Ocak 2018, http://www.jpost.com/Israel-News/Right-wing-coalition-passes­ law-allowing-Jerusalem-to-be-divided-522627, 12 Ocak 2018'de erişildi.

Ebediyete gelirsek, fizikçiler Dünya gezegeninin bundan yaklaşık 7,5 mil­yar yıl sonra genişleyen Güneş tarafından yutulacağını4 ve evrenimizin en azından 13 milyar yıl daha var olacağını söylüyor. Yahudi halkının, İsrail dev­letinin ya da Kudüs şehrinin, bırakın 13 milyar yıl sonrasını, 13 bin yıl sonra hala var olacağını sahiden düşünen var mı acaba? Siyonizm'in ufku ancak birkaç yüz yıla uzansa da bu çoğu İsraillinin hayal gücünü zorlayıp "ebedi" sınıfına girmeye yetiyor . Ve insanlar " ezeli ve ebedi şehir " adına muhtemelen gelip geçici bir dizi ev için yapmayı reddedecekleri bir sürü dakarlıkta bu­ lunmaya razı geliyorlar.

4 K. P. Schroder ve Robert Connon Smith, "Distant Future of the Sun and Earth Revisited", Monthly Notices ofthe RoyalAstronomicalSociety 386:1 (2008), s. 155-63.

İsrail'de bir genç olarak ben de önceleri milliyetçiliğin vadettiği gibi ken­ dimden büyük bir şeyin parçası olmanın cazibesine kapılmıştım. Kendimi millete vak dersem sonsuza dek milletin kalbinde yaşayacağıma inanmak istiyordum. Ama "sonsuza dek milletin kalbinde yaşamak" ne demek tam olarak idrak edemiyordum. Etkileyici bir tabirdi ama gerçekten ne anlama geliyordu? On üç, on dört yaşlarından hatırladığım bir Anma Günü var. ABD'de Anma Günü genellikle mağazalardaki indirimlerle kutlanan bir şey olsa da İsrail'deki Anma Günü son derece ciddi ve önemli bir etkinlik­ tir. Okullar o gün İsrail'in çeşitli savaşlarında şehit düşen askerleri anmak için törenler düzenler. Öğrenciler beyaz giyinir, şiirler okur, şarkılar söyler, çelenkler bırakıp bayrak sallar. İşte ben de beyazlar içinde törendeydim ve bayrak sallamayla şiir okuma arasında bir an, kendiliğinden, düşümdüm ki ben de büyüdüğümde şehit asker olmak istiyorum. Ne de olsa hayatını İsrail için feda etmiş bir şehit olursam, tüm bu çocuklar benim onuruma da bay­raklar sallayıp şiirler okur.

Ama sonra, "Bir dakika. Öldüğümde bu çocukların gerçekten de benim onuruma şiir okuyacağını nereden bileceğim?" diye düşündüm. Ve kendi ölümümü hayal etmeye çalıştım. Muntazam bir asker mezarlığında, beyaz bir mezar taşının altında yatıp toprağın üstünde okunan şiirleri dinlediğimi canlandırdım gözümde. Ama sonra, "Ölüysem şiirleri duyamam ki çünkü kulağım olmaz, beynim olmaz ve bir şey duyup hissedemem. E ne anladım ben bu işten?" diye düşündüm.

Daha fenası, on üç yaşıma geldiğimde evrenin birkaç milyar yıl yaşında olduğunu ve muhtemelen milyarlarca yıl daha yerinde duracağını biliyor­dum. Gerçekçi olmak gerekirse, İsrail' in onca zaman yerli yerinde durması gibi bir beklentim olabilir miydi? Beyazlar giymiş Homo sapiens çocuklar 200 milyon yıl sonra da onuruma şiirler mi okuyacaktı? Bu işte bir bit ye­niği vardı.

Filistinliyseniz de kendinizden o kadar emin olmayın. Bundan 200 mil­ yon yıl sonra ortada Filistinli de kalmayacak. Hatta çok büyük bir ihtimalle herhangi bir memeli türü de olmayacak. Diğer milliyetçi hareketler de aynı ölçüde dar görüşlü. Sırp milliyetçiliği Jurassic devrinde yaşananları hiç umursamıyor, Koreli milliyetçiler de Asya'nın doğu kıyısındaki o küçük ya­rımadanın, kozmosun büyük resim için gerçekten önem taşıyan tek parçası olduğuna inanıyor.

Elbette daimi Yaşam Döngüsüne kendini vakfeden Simba bile durup aslanların, antilopların ve otların aslında sonsuz olmadığını düşünmüyor. Simba memelilerin evriminden önce kainatın neye benzediğine kafa yormu­yor; insanlar tüm aslanları öldürüp otlakları asfalt ve betonla kaplayınca o çok sevdiği Afrika savanasını nasıl bir kaderin beklediğine de. Bu yüzden Simba'nın hayatı tamamen anlamsızlaşır mı?

Tüm anlatılar yarımdır. Fakat kendime geçerli bir kimlik inşa etmek ve hayatıma anlam katmak için kör noktalardan, iç çelişkilerden azade, tamam­lanmış bir anlatıya ihtiyacım yok esasen. Hayatıma anlam katmak için bir anlatının iki koşulu sağlaması gerek. Öncelikle bana oynayacağım bir rol sunmalı. Yeni Gineli bir kabile üyesinin Siyonizm ya da Sırp milliyetçiliğine inanması pek mümkün değil çünkü bu anlatıların Yeni Gine ve halkıyla hiçbir alakası yok. İnsanlar da film yıldızları gibi sadece kendilerine önemli bir rol verilmiş senaryolardan hoşlanır.

İkincisi, iyi bir anlatının sonsuzluğa uzanması şart değilse de benim uf­kumu aşması gerekir. Anlatı beni kendimden daha büyük bir şeyin içine yer­leştirerek bana bir kimlik sağlar ve hayatımı anlamlandırır. Ancak sözkonu­ su "daha büyük şeye" anlam verenin ne olduğunu merak etmeye başlamam gibi bir tehlike var daima. Hayatımın anlamı proletaryaya ya da Polonya hal­kına yardım etmekse, proletarya ya da Polonya halkını anlamlı kılan tam olarak nedir? Dünyanın koca bir filin sırtında durduğuna inanan adamla ilgili bir öykü vardır. Adama filin neyin üzerinde durduğu sorulunca, dev bir kaplumbağanın üstünde duruyor demiş? Peki ya kaplumbağa? Çok daha büyük bir kaplumbağanın sırtında. Peki ya o, çok daha büyük bir kaplumba­ ğa? Adam daha zla dayanamamış ve, "Boşuna sorma. Oradan sonrası hep kaplumbağa," demiş.





Çoğu başarılı anlatının ucu açıktır. Anlamın nihai olarak nereden geldi­ğini açıklama gereği duymazlar çünkü insanların ilgisini cezbetmek ve bu ilgiyi güvenli bir bölgede tutmak konusunda çok başarılıdırlar. Bu yüzden de dünyanın koca bir filin sırtında durduğunu açıklarken, herhangi bir zorlayı­cı soruyu bertaraf etmek için fil koca kulaklarını salladığında fırtına kopar ve fil öfkeyle titrediğinde yeryüzü depremlerle sarsılır gibi detaylı tasvirler yapmanız gerekir. Yeterince alengirli bir hikaye anlatırsanız kimsenin aklına filin neyin üzerinde durduğunu sormak gelmez. Aynı şekilde milliyetçilik de bizi kahramanlık öyküleriyle büyüler, geçmiş felaketlerden dem vurup ağla­tır ve halkımızın maruz kaldığı haksızlıklara değinerek öfkemizi ateşler. Bu milli destanın içinde öyle bir kayboluruz ki dünyada olan biten her şeyi kendi vatanımıza etkisi üzerinden değerlendiririz ve evvela vatanımızı bu kadar önemli yapan şey nedir diye sormak aklımızdan bile geçmez.

Belli bir anlatıya inandığınızda, onun en ufak ayrıntısıyla bile son derece alakadar olurken kapsamı dışında kalan şeyleri görmezden gelirsiniz. Ken­dini komünizme adamış insanlar devrimin ilk safhalarında sosyal demok­ratlarla işbirliği yapmak mübah mıdır diye saatlerce tartışabilir ama durup Dünya gezegeni üzerindeki memelilerin evrim sürecinde ya da kozmosta or­ ganik hayatın yayılmasında proletaryanın yerine kafa yormazlar pek. Bu tür gereksiz konuşmalar devrim karşıtlığının boşa nefes tüketmesi gibi görülür.

Kimi anlatılar tüm uzay ve zamanı kapsama zahmetine girse de, dikkati kontrol altında tutabilme marifetiyle pek çok başarılı anlatı kapsam açısın­dan çok daha mütevazı kalabilme fırsatı bulur. Hikaye anlatıcılığının can alıcı kurallarından biri şudur ki, bir hikaye dinleyicilerin ufkunu aştıktan sonra nihai kapsamı çok da önemli değildir. İnsanlar bir milyar yıllık tanrı adına gösterecekleri ölümcül fanatikliği bin yıllık millet için de gösterebilir. İnsanların büyük sayılarla arası pek iyi değildir. Çoğu zaman şaşılacak dere­cede azı bile aklımızı başımızdan almaya yeter.

Evren hakkında bildiklerimizi göz önüne alınca, aklı başında bir insa­nın evren ve insan varoluşunun mutlak hakikatinin İsrail, Alman ya da Rus milliyetçiliğinde ya da esasen herhangi bir milliyetçilikte yattığına inanması kesinlikle mümkün görünmüyor. Zamanın, uzayın, Büyük Patlama'nın, ku­antum fiziğinin ve canlıların evriminin neredeyse tamamını hiçe sayan bir anlatı, olsa olsa hakikatin minnacık bir parçasıdır. Ancak insanlar bir şekilde ötesini görmemeyi başarıyorlar.

Aslında tarih boyunca milyarlarca insan hayatlarına anlam katmak için bir millet ya da büyük bir ideolojik harekete dahil olmaları gerektiğine bile inanmamış. "Geride bir şey bırakmayı" ve kişisel hikayelerinin bu yolla ken­dileri öldükten sonra da sürmesini yeterli görmüşler. Geride bırakacağım "şey" tercihen ruhum ya da şahsi özüm. Mevcut bedenim öldükten sonra baş­ka bir bedende yeniden doğarsam, ölüm son sayılmaz. İki bölüm arasındaki boşluktur sadece ve bir bölümde başlayan olaylar dizisi bir sonrakinde devam eder. Çoğu insan bu tür bir kurama, bunu belli bir teolojiyle özdeşleştirmese­ler bile, en azından üstü kapalı bir şekilde inanırlar. Tam teşekküllü bir doğmaya ihtiyaç duymazlar; hikayelerinin ölümden sonra da devam edeceğine dair rahatlatıcı bir hisse gereksinimleri vardır yalnızca. Yaşamın sonu gelmez bir destan olduğuna işaret eden bu kuram son derece cazip ve yaygındır ama iki temel sorundan mustariptir. Birincisi, kişisel hikayemi uzatarak onu daha anlamlı kılmış olmuyorum aslında. Süreyi uzatıyorum, o kadar. Esasen sonu gelmeyen bir doğum ve ölüm döngüsünü benimseyen iki büyük dinin, Hindu­izm ve Budizm' in ortak korkusu tüm bunların beyhudeliğidir. Milyonlarca ve milyonlarcakez yürümeyi öğreniyorum, büyüyorum, kayınvalidemle kavga ediyorum, hastalanıyorum, ölüyorum; sonra bunları tekrar yapıyorum. Ne anlamı var? Önceki hayatlarımda döktüğüm gözyaşlarını biriktirsem, Pasifik Okyanusu'nu doldurur; döktüğüm tüm diş ve saçları toplasam, boyları Hima­ laya Dağları'nı aşar. Ve tüm bunlardan elimde ne kaldı? Hindu ve Budist ra­hiplerin döngünün devamlılığını sağlamaya değil de bu çemberden çıkmanın bir yolunu bulmaya daha çok çaba harcamaları boşuna değil.

Bu kurama ilişkin ikinci sorun, destekleyici kanıt yetersizliği. Önceki ha­ yatı mda ortaçağ döneminde yaşayan bir çiftçi, Neandertal bir avcı, bir Tiranozor [T-rex] ya da bir amip olduğuma dair elimde ne kanıt var (gerçekten milyonlarca hayat yaşadıysam bir aşamada dinozor ve amip olmuş olmalı­yım çünkü insanlar sadece son 2,5 milyon yıldır var)? Gelecekte bir Siborg, bir galaksi kaşifi ve hatta kurbağa olarak yeniden dünyaya geleceğimi kim garanti ediyor? Hayatımı bu vaade bağlamak, evimi hayali bir bankada ge­lecek bir tarihte bozdurulmak üzere yazılmış bir çek karşılığında satmama benziyor biraz.

Bu nedenle kendileri öldükten sonra geride bir ruh ya da hayalet kalaca­ğından şüphe eden insanlar, geride daha elle tutulur bir şey bırakmayı arzu­lar. Bu "elle tutulur şey" iki türden biri olabilir: kültürel ya da biyolojik. Me­sela ardımda bir şiir ya da kıymetli genlerimden bir kısmını bırakabilirim. Hayatımın bir anlamı var çünkü bundan yüz yıl sonra bile insanlar şiirimi okuyacaklar ya da çocuklarım ve torunlarım hayatta olacaklar. Peki onların hayatının anlamı ne? O da onların sorunu, beni ilgilendirmez. Dolayısıyla hayatın anlamı pimi çekilmiş bir elbombası gibi. Elden ele geçirmeyi başa­ rırsanız paçayı sıyırırsınız.

Maalesef "geride bir şey bırakmak" üstüne kurulu bu mütevazı ümit na­diren hayata geçirilebilir. Bir zamanlar var olmuş birçok organizma hiçbir genetik miras bırakmadan yok olup gitti. Neredeyse tüm dinozorlar mese­la. Veya Sapiens üstün çıkınca soyu tükenen Neandertal bir aile. Veya büyü­ kannemin Polonya'daki akrabaları. 1934'te büyükannem Fanny, anne ba­ bası ve iki kız kardeşiyle birlikte İsrail'e göç etmiş kat akrabalarının çoğu Polonya'nın Chmielnik ve Czestochowa kasabalarında kalmış. Birkaç yıl sonra Naziler gelip çocuklar dahil herkesi öldürmüş.

Geriye kültürel miras bırakma girişimleri de daha başarılı sayılmaz. Büyükannemin Polonyalı akrabalarından geriye aile albümündeki birkaç soluk yüzden başka bir şey kalmadı ve doksan altı yaşına gelen büyükannem bile kimin kim olduğunu çıkaramıyor. Bildiğim kadarıyla arkalarında kültürel bir eser bırakmamışlar; ne bir şiir ne de bir günlük var hatta bir alışveriş lis­tesi bile yok. Yahudi halkının ortak mirasında ya da Siyonist harekette payla­rı olduğunu iddia edebilirsiniz ama bunun her birinin şahsi hayatına anlam katması zor. Dahası, hepsinin Yahudi kimliğinden gerçekten hazzettiğini ya da Siyonist hareketi destekleyip desteklemeyeceklerini nereden biliyoruz?

İçlerinden biri komünizmi benimsemiş ve hayatını Sovyetler için ajanlık ya­ parken kaybetmiş olamaz mı? Belki içlerinden birinin en büyük hayali Po­lonya toplumunun arasına karışmaktı; Polonya ordusunda subaylık yaptı ve Katyn katliamında Sovyetler tarafından öldürüldü. Belki bir üçüncüsü radikal bir feministti ve geleneksel her tür dini ve milli kimliği reddediyordu. Geride bir şey bırakmadıkları için kendilerini şu veya bu amaca malzeme yapmak çok kolay; itiraz edemiyorlar nasıl olsa.

Geriye gen ya da şiir gibi elle tutulur bir şey bırakamazsak, dünyayı bir nebze olsun güzelleştirmek yeterli olmaz mı? Birine yardım edebilirsiniz, yar­dım ettiğiniz bu kişi de gidip başka birine yardım eder ve böylece dünyanın iyileştirilmesine katkı sağlar, uzun bir iyilik zincirinin küçük bir halkası olur­sunuz. Belki zor ama parlak bir çocuğa kılavuzluk edersiniz ve bu çocuk dok­tor olup yüzlerce insanın hayatını kurtarır. Ya da yaşlı bir kadının karşıdan karşıya geçmesine yardım eder kadının hayatının bir saatini aydınlatırsınız. Yararlı tarafları olsa da iyilik zinciri biraz şu üst üste duran kaplumbağalar zincirine benzer; anlamın nereden geldiği meçhuldür. Yaşlı bir bilgeye haya­tın anlamı hakkında ne öğrendiği sorulmuş. "Yalla," demiş adam, "bu dünya­ ya başka insanlara yardım etmek için geldiğimi öğrendim. Henüz çözemedi­ğim şey diğer insanların neden burada olduğu."

Ne uzun zincir ne geleceğe bırakılan miras ne de kolektif destanlara ina­ nanların başvurabilecekleri belki de en emin ve en kişisel hikaye aşk. Şimdi ve burada olanın ötesine geçmeye çabalamayan bir hikaye bu. Sayısız aşk şii­ rinin doğruladığı gibi insan aşık olunca tüm kainat sevgilinin kulak memesi­ne, kirpiğine ya da meme ucuna dönüşür. Yanağını çenesine yaslamış duran Juliet'i izleyen Romeo, "Ah, o elde eldiven olsam, Dokunabilsem o yanağa," diye haykırır. Şimdi ve burada tek bir bedene bağlanarak bütün kozmosla bağlantı kurabilirsiniz.

İşin aslı, aşık olduğunuz kişi özünde her gün trende ve süpermarkette görmezden geldiğiniz onlarca insandan farksız bir insandır. Ama size sonsuz görünür ve kendinizi bu sonsuzlukta kaybetmekten mutlu olursunuz. Çeşit­li geleneklerde tasavvuf şairleri, dünyevi aşkla vahdet-i vücud kavramını bir araya getirir ve Tanrı'dan maşuk şeklinde bahsederler. Romantizm şairleri iltifata iltifatla karşılık verircesine, sevgililerinden tanrı şeklinde bahseder. Birine gerçekten aşıksanız hayatın anlamını kafaya takmazsınız.

Peki ya aşık değilseniz? Aşk hikayesine inanıyor ama aşık değilseniz en azından hayatınızın amacını bilirsiniz: gerçek aşkı bulmak. Sayısız filmde izlediğiniz, sayısız kitapta okuduğunuz bir hikaye bu. Bir gün o özel kişiyle tanışıp onun parıldayan gözlerinde sonsuzluğu göreceğinizi, tüm hayatınızın birdenbire anlam kazanacağını ve içinizi kemiren tüm soruların o ismi tekrar tekrar söyleyerek cevaplanacağını bilirsiniz; tıpkı Batı Yakasının Hikayesi'ndeki Tony ya da balkondan aşağı kendisine bakan Juliet'i gören Romeo gibi.


Çatının ağırlığı


İyi bir anlatı bana bir rol vermeli ve ufkumu genişletmeli ama doğru olmasına gerek yok. Bir anlatı baştan sona uydurma olsa da bana bir kimlik kazandı­rıp hayatımın anlam taşıdığını hissetmemi sağlayabilir. Aslında elimizdeki bilimsel verilere göre farklı kültürlerin, dinlerin ve kabilelerin tarih boyunca ürettiği binlerce anlatının hiçbiri doğru değil. Hepsi insan icadı. Hayatın an­lamını sorar ve cevap olarak bir anlatı alırsanız, bilin ki bu yanlış cevap. Ay­rıntıların önemi yok. Herhangi bir anlatı sırfanlatı olduğu için yanlıştır. Evren bir anlatı gibi işlemez, hepsi bu.

Peki insanlar neden bu kurmacalara inanıyor? Sebeplerden biri kişisel kimliklerinin anlatı üzerine kurulu olması. Çok küçük yaşlardan itibaren an­latıya inanmaları öğretiliyor insanlara. Anlatıları, bu tür anlatıların doğru­luklarını sorgulayıp teyit etmek için gerekli zihinsel ve duygusal bağımsızlığı kazanmadan çok önce anne babalarından, öğretmenlerinden, komşuların­dan ve toplumun genelinden duyuyorlar. Zihinleri olgunlaştığında anlatıya o kadar yatırım yapmış oluyorlar ki akıllarını, anlatıdan şüphe etmek yerine anlatıyı akla mantığa uygun hale getirmek için kullanmaları daha muhtemel. Kimlik arayışına çıkan çoğu insan define avına çıkan çocuklara benzer. Bula bula anne babalarının onlar bulsun diye önceden sakladığı şeyleri bulurlar.

İkincisi, sadece kişisel kimliklerimiz değil kolektifkurumlarımız da anla­tı üstüne kurulu. O yüzden anlatıdan kuşku duymak son derece korkutucu. Çoğu toplumda böyle bir şeye kalkışanlar ya sürülür ya da zulme maruz bı­rakılır. Öyle bir şey sözkonusu olmasa da, toplumun çatısını teşkil eden bir şeyi sorgulamak büyük cesaret ister. Zira anlatı gerçekten yanlışsa, tanıdığı­mız bildiğimiz dünyanın tamamı anlamını yitirir. Devlet yasaları, toplumsal normlar, ekonomik kurumlar; hepsi çökebilir.

Çoğu anlatıyı ayakta tutan temellerinin sağlamlığından ziyade çatılarının ağırlığıdır. Hıristiyan anlatısını düşünün. Temeli alabildiğine çürük. Tüm kainatın yaratıcısının iki bin yıl kadar önce Samanyolu'nun bir yerinde kar­bon bazlı bir yaşam formu şeklinde doğduğuna dair ne gibi bir kanıtımız var? Olayın Celile'de cereyan ettiğine ve annesinin bakire olduğuna dair ne tür bir kanıtımız var? Fakat bu anlatı üstüne dünya genelinde koskoca kurumlar kurulmuş ve bunların ağırlığı öyle büyük bir güçle bastırıyor ki anlatı yıkıl­madan duruyor. Anlatının tek bir kelimesi değiştirilmesin diye nice savaşlar çıkmış. Kısa süre önce Hırvatların Sırpları, Sırpların Hırvatları kesip biçme­ sinde kendini belli eden, Batılı Hıristiyanlar ve Doğulu Ortodoks Hıristiyan­lar arasındaki bin yıllık bölünme, Latincede "ve oğuldan" anlamına gelen "filioque" kelimesiyle başlamıştı. Batılı Hıristiyanlar bu kelimeyi Hıristiyan­lığın inanç yeminine eklemek isterken Doğulu Hıristiyanlar buna katiyetle karşı çıkıyordu. (Bu kelimenin eklenmesinin teolojik açıdan nelere tekabül ettiği o kadar örtük ki bunları burada anlamlı bir şekilde açıklamak mümkün değil. Merak ettiyseniz Google'a sorun.)

Kişisel kimlikler ve koskoca toplumsal sistemler bir anlatı üstüne kuru­lunca, ondan kuşku duymak anlatıyı destekleyen delillerden ötürü değil, an­latının çöküşü bireysel ve toplumsal bir felaketi tetikleyeceği için akla gelmez. Tarihte kimi zaman çatı temellerden daha önemlidir.





Hokus pokus ve inanç endüstrisi


Bize anlam ve kimlik sunan tüm anlatılar kurmaca olsa da insanların bunlara inanmaya ihtiyacı var. O halde, bir anlatıya nasıl gerçeklik hissi verilir? İnsan­ların anlatıya niye inanmak istedikleri ortada ama gerçekten nasıl inanıyorlar? Binlerce yıl önce rahipler ve şamanlar cevabı bulmuş bile: ayinler. Ayin soyu­tu somut, kurmacayı gerçek yapan bir sihir gösterisidir. Ayinin özü "Hokus pokus; X, Y'dir!" sihirli sözleridir.5

5 Özellikle bkz. Roy A. Rappaport, Ritual and Religion in the Making ofHumanity(Cambridge: Cambridge University Press, 1999); Graham Harvey, Ritual and Religious Belief: A Reader (New York: Routledge, 2005).

İsa'yı inananların gözünde nasıl gerçek kılarsınız? Komünyon ayininde rahip bir parça ekmek ve bir bardak şarap alır ve ekmeği İsa'nın bedeni, şarabı İsa'nın kanı ilan eder. Bunları yiyip içen inançlılar İsa'yla birlik olurlar. İsa'yı bizzat ağzınızda tatmaktan daha gerçek ne olabilir? Eskiden rahipler bu cesur duyuruyu din, hukuk ve hayatın sırlarının eski dilini konuşarak, Latince ya­parlardı. Rahip toplaşmış çiftçilerin büyülenmiş bakışları önünde bir parça ekmeği havaya kaldırır ve "Hoc est corpus!" (Bu [ İsa'ya ait] bedendir!) diye hay­kırırdı ve ekmeğin İsa'nın bedenine dönüştüğü varsayılırdı. Okuma yazma ve Latince bilmeyen çiftçilerin zihninde "Hoc est corpus!" tabiri, "Hokus pokus!" şeklini almış ve böylece kurbağaları prense, balkabağını at arabasına dönüş­ türen sihirli kelimeler doğmuş.6

6 Hokus pokus sözü üzerine en yaygın yorum bu ama başka yorumlar da var: Leslie K. Arnovick, Written Reliquaries (Amsterdam: John Benjamins Publis­ hing Company, 2006), s. 250, n.30.

Hıristiyanlığın doğuşundan bin yıl önce eski Hindular da aynı hileye başvuruyordu. Brihadaranyaka Upanişad bir atın kurban edilmesini, kozmo­sun tüm anlatısının hayata geçirilmesi şeklinde yorumlar. Metin, "Hokus po­ kus; X, Y' dir!" yapısını takip eder ve şöyle der: "Kurbanlık atın kafası şafak, gözü güneş, yaşamsal gücü hava, açık ağzı Vaisvanara denilen ateş ve bedeni de bir yıldır (...) uzuvları mevsimler, eklemleri tam ve yarım aylar, ayakları günler ve geceler, kemikleri yıldızlar ve eti bulutlardır (...) esnemesi şimşek, titremesi gök gürlemesi, işemesi yağmur ve kişnemesi sestir."7 Böylece zavallı at kozmosa dönüşür.

7 Joseph Campbell, The Hero with a Thousand ces (Londra: Fontana Press, 1993), s. 235.

Mum yakmak, çan çalmak ya da tespih çekmek gibi sıradan eylemlere de­rin dinsel anlamlar katılarak, neredeyse her şey bir ayine dönüştürülebilir. Aynı şey başı öne eğmek, secdeye varmak ya da iki avucu birleştirmek gibi fiziksel hareketler için de geçerlidir. Sih türbanından Müslüman türbanına çeşitli başörtülerine o kadar çok anlam yüklenmiştir ki yüzyıllar boyunca bunlar adına tutkulu mücadeleler verilmiştir.

Yemeğe de besin değerini katbekat aşan manevi değerler yüklenebilir. Örneğin Paskalya yumurtaları yeni hayatı ve İsa'nın dirilişini temsil eder; Yahudilerin Hamursuz bayramında yemesi gereken acı otlar ve mayasız ek­mek, Mısır'daki köleliklerini ve mucizevi kaçışlarını hatırlamalarına hizmet eder. Dünyada bir şeyi sembolize ettiği düşünülmeyen yemek yok gibidir. Mesela Yahudiler, o seneyi tatlı geçirmek için yılbaşında bal yerler; balıklar gibi verimli olmak ve geriye değil de ileriye gidebilmek için balık kafası yer­ler; iyilikleri nar taneleri gibi çoğalsın diye nar yerler.

Benzer ayinler siyasi amaçlar için de kullanılmış. Binlerce yıl boyunca taçlar, tahtlar ve asalar krallıkları ve imparatorlukları temsil etmiş ve "tahtı" ya da "tacı" ele geçirmek için savaşırken milyonlarca insan ölmüştür. Saray­larda en çetrefilli dini ayinleri aratmayacak, ayrıntılı protokoller geliştiril­miştir. Orduda disiplin ve ayin birbirinden ayrılamaz bir ikilidir ve askerler eski Roma'dan günümüze kadar günlerinin çoğunu uygun adım yürüyerek, üstlerini selamlayarak ve postallarını parlatarak geçiriyorlar. Napolyon'un meşhur gözlemine göre askerleri renkli bir kurdele için bile hayatlarını feda etmeye ikna edebilirdi.




Ayinlerin siyasi önemini Konfüçyüs'ten daha iyi anlayan yoktur her­ halde. Konfüçyüs törenlere {li) katı bir şekilde riayet edilmesinin toplumsal uyum ve siyasi istikrarın anahtarı şeklinde değerlendiriyordu. The Book of Rites [Liji - Törenler Kitabı], The Rites ofZhou [Zhou Törenleri] ve The Book of Etiquette and Rites [Görgü Kuralları ve Törenler Kitabı] gibi Konfüçyüsçü klasikler, hangi devlet etkinliğinde hangi törenin yapılacağını en ufak ayrın­tısına; seremonide kullanılacak tören kaplarının sayısı, çalınacak müzik ens­trümanları ve giyilecek cüppelerin rengine kadar kayıt altına almıştır. Çin ne zaman bir krizle sallansa, Konfüçyüsçü alimler suçu hemen törenlerin ihmal edilmesine atmıştır; tıpkı askeri yenilgiden ayakkabılarını cilalamayan sav­ sak askerleri sorumlu tutan bir başçavuş misali.8

8 Xinzhong Yao, An Introduction to Confucianism (Cambridge: Cambridge Uni­ versity Press, 2000), s. 190-9.

Çağdaş Batı'da Konfüçyüsvari ritüel takıntısı genellikle sığlık ve geri ka­falılık olarak yorumlanır. Aslında muhtemelen Konfüçyüs'ün insan doğası­nı derin ve geniş ölçekli bir biçimde anlamış olduğunu kanıtlayan bir şey bu.

Başta Çin ve bunun yanı sıra Çin'in komşusu Kore, Vietnam ve Japonya gibi Konçyüsçü kültürlerin fazlasıyla uzun soluklu toplumsal ve siyasi yapılar üretmesi bir tesadüf olmasa gerek. Hayatın mutlak hakikatini öğrenmek isti­yorsanız, tören ve ayinler büyük engellerdir. Ama Konfüçyüs gibi toplumsal istikrarın ve uyumun peşindeyseniz, hakikat genellikle yükünüz haline gelir ama tören ve ayinler en iyi müttefikleriniz arasında yer alır.

Bu durum eski Çin'de olduğu kadar 21. yüzyılda da geçerlidir. Hokus po­kusun gücü çağdaş endüstriyel dünyamızda sapasağlam duruyor. 2018'de çoğu insan için birbirine çakılmış iki tahta çubuk Tanrı, duvarda asılı renkli bir poster Devrim ve rüzgarda dalgalanan bir kumaş parçası da Millet de­mek. Fransa'yı göremez, duyamazsınız çünkü Fransa sadece hayal dünyanız­dadır ama hiç şüphesiz üç renkli bayrağı görüp, "La Marseillaise" marşını duymak mümkün. Dolayısıyla renkli bir bayrağı sallayıp bir marş söylemek milleti soyut bir anlatıdan elle tutulur bir gerçeğe dönüştürür.




Binlerce yıl önce dindar Hindular pek kıymetli atları kurban ediyormuş; şimdi de pahalı bayraklar imal etmeye yatırım yapıyorlar. Hindistan'ın mil­li bayrağı Tiranga (üç renk) şeklinde anılıyor, çünkü safran, beyaz ve yeşil renklerinde üç çizgiden oluşuyor. 2002 tarihli Hindistan Bayrağı Kanunu'na göre bayrak, "Hindistan halkının umutlarını ve amaçlarını temsil eder. Milli onurumuzun simgesidir. Son elli yıldır, ordu mensupları da dahil pek çok insan üç renkli bayrak tüm şanıyla dalgalanmaya devam etsin diye seve seve canını vermiştir."9 Bayrak kanunu bunun ardından Hindistan'ın ikinci baş­kanı Sarvepalli Radhakrishnan'dan alıntı yapar:

Safran rengi ragat ve çıkar gözetmemeyi simgeler. Liderlerimiz maddi çıkar gözetmemeli ve kendilerini görevlerine adamalıdır. Ortadaki beyaz yönetimimize rehberlik edecek ışık ve hakikat yoludur. Yeşil toprakla iliş­kimizi, bu topraklarda yaşayan tüm diğer canlıların yaşamının bağlı ol­duğu bitkilerle ilişkimizi gösterir. Beyaz kısmın ortasındaki Asoka çarkı, dharma kanunun çarkıdır. Bu bayrak altında çalışan herkesin prensipleri hakikat ya da Satya, dharma ya da erdem olmalıdır.10

9 "Flag Code of India, 2002", Press In rmation Bureau, Government of India, http://pib.nic.in/feature/feyr2002/ pr2002/fo30420021.html, 13 Ağustos 2017'de erişildi.
10 http://pib.nic.in/feature/feyrıoo2/faprıoo2/ 30420021.html.

2017'de Hindistan'ın milliyetçi hükümeti, Hindistan'la Pakistan sınırında­ki Attari'de dünyanın en büyük bayraklarından birini göndere çekti. Bu hesaplı hareketin amacı ne feragat ne de çıkar gözetmekti; amaç Pakistan­lıları kıskandırmaktı. Sözkonusu Tiranga 36 metre uzunluğunda, 24 metre genişliğindeydi ve 110 metrelik bir direğe çekilmişti (Freud bu konuda ne derdi acaba?). Bayrak Pakistan'ın büyük şehirlerinden olan Lahor'dan bile görülebiliyordu. Maalesef güçlü rüzgarlar bayrağı yırtıp durdu ve Hint vergi mükelleflerine külfet yaratacak şekilde milli gururun tekrar tekrar dikilme­si gerekti.11 Hindistan hükümeti neden kısıtlı kaynakları devasa bayraklar dokumaya harcıyor da Delhi'nin varoşlarına kanalizasyon sistemi kurmaya harcamıyor? Çünkü kanalizasyon sistemlerinin aksine bayrak Hindistan'ı gerçek kılıyor.

11 https://www.thenews.eom.pk/latest/195493-Heres-why-Indias-tallest-flag-cannot-be-hoisted-at-Pakistan-border.

Hatta bayrağın ederi ayini daha etkin bir hale getiriyor. Tüm ayinler için­ de en tesirlisi kurban kesmektir çünkü acı dünyadaki en gerçek şeydir. Acı­ya aldırmamak ya da şüpheyle yaklaşmak imkansızdır. İnsanların bir kur­macaya gerçekten inanmasını istiyorsanız, onları bu yolda kurban kesmeye ikna edin. Bir anlatı için acı çekmek, anlatının gerçekliğine ikna olmanıza yeter genellikle. Tanrı öyle emretti diye oruç tutarsanız, çektiğiniz fiziki açlık Tanrı'yı herhangi bir heykel ya da ikonadan daha etkili bir biçimde hissetme­nizi sağlar. Vatan uğruna verilen bir savaşta bacaklarınızı kaybederseniz, kol değnekleriniz ve tekerlekli arabanız milleti herhangi bir şiir ya da marştan daha etkili bir biçimde gerçek kılar. Bu kadar gayriciddi bir düzeyde düşü­nürsek, yüksek kalite İtalyan makarnası almak yerine daha kötü olsa da yerel üretim makarna almak gibi küçük bir ödün vererek süpermarkette bile mil­lete gerçek duygusu katabilirsiniz.

Bu elbette mantıkdışı bir şey. Tanrı ya da millet inancı yüzünden acı çek­meniz inandığınız şeyin doğru olduğunu ispatlamaz. Sadece kolay kandırı­labilir olmanın bedelini ödüyor olamaz mısınız? Ancak çoğu insan enayi­liklerini kabullenmek istemez. Bunun sonucunda bir inanç uğruna ne kadar fedakarlıkta bulunurlarsa inançları da o kadar güçlenir. Kurban vermenin esrarengiz simyası budur. Kurban törenini yöneten rahibin bize bir şey ver­mesi gerekmez; ne yağmur ne para ne de savaşta zafer. Aksine bizden bir şey alması gerekir. Bizi acı verici bir dakarlıkta bulunmaya ikna ettiği an tuza­ğa düşmüşüzdür.




Ticari dünyada da aynı mantık işler. Mesela 10 bin liraya ikinci el bir Fiat araba alsanız, arabaya kusur bulma olasılığınız yüksektir. Ama bir milyon li­raya yepyeni bir Ferrari alırsanız, arabaya durmadan methiyeler düzersiniz; çok iyi olduğundan değil, bu arabaya bu kadar para verdiğinize göre onun dünyanın en muhteşem şeyi olduğuna inanmanız gerektiği için. Aşkta bile Romeo ya da Werther olmaya özenen herkes uğruna fedakarlıkta bulunul­mayan aşkın gerçek aşk olmadığını bilir. Fedakarlığınız sadece sevdiğinize niyetinizin ciddi olduğunu göstermenin bir yolu olmakla kalmaz, gerçekten aşık olduğunuza kendinizi inandırmanıza da yarar. Kadınlar neden sevgi­lilerinin elmas yüzükle gelmesini ister sanıyorsunuz? Aşık böyle büyük bir maddi fedakarlıkta bulunduktan sonra, kendini yaptığına değdiğine ikna etmesi gerekir.

Özveri sadece şehitler için değil, şahitler için de inanılmaz derecede inan­dırıcıdır. Şehitler olmadan ayakta kalabilen pek az tanrı, millet ya da devrim bulunur. İlahi bir kurmacayı, milliyetçi bir miti ya da devrimci bir efsaneyi sorgulamaya kalktığınız an zılgıtı yersiniz: "Ama bu uğurda aziz şehitler ver­ dik! Boş yere mi öldüler yani? Bu kahramanlara enayi mi diyorsun?"




Şii Müslümanlara göre kozmik kurmaca doruk noktasına, Aşure Günü olarak anılan Hicret'ten 61 yıl sonra Muharrem ayının onuncu günü (Mi­ladi takvime göre 10 Ekim 680) erişti. O gün Irak'taki Kerbela'da gaspçı Yezid'in askerleri, Hz. Muhammed'in torununu, Ali'nin oğlu Hüseyin'i ve beraberindekileri katletti. Şiiler için Hüseyin'in şehit düşmesi iyinin kötü­lüğe, ezilenlerin haksızlığa karşı ebedi savaşını sembolize eder. İsa'nın çar­mıha gerilmesini canlandırıp İsa'nın çilesini taklit eden Hıristiyanlar gibi Şiiler de Aşure gününde yaşanan trajediyi canlandırıp Hüseyin'in çilesini taklit ederler. Milyonlarca Şii her sene Kerbela'da Hüseyin'in şehit olduğu yere inşa edilmiş mabede akın ediyor ve dünyanın başka yerlerindeki Şiiler de Aşure gününde ağıt törenleri düzenleyip kimi zaman kendilerini zincir­lerle kamçılıyorlar.

Fakat Aşure'nin önemi tek bir yer ve günle sınırlı değil. Ruhullah Humeyni ve diğer Şii liderlerinin müritlerine sıkça söylediği şeylerden biri şudur: "Her gün Aşure ve her yer Kerbela."12 Dolayısıyla Hüseyin' in Kerbela'da şehit düşmesi her olaya, her yere, her ana anlam katıyor ve en sıradan kararların bile iyiyle kötü arasındaki kozmik mücadeleye bir etkisi bulunduğunun dü­şünülmesi gerekiyor. Bu anlatıyı sorgulayacak olursanız, size hemen Kerbela olayı hatırlatılır; Hüseyin'in şehitliğine gölge düşürmek ya da bunu hafi almaktan daha büyük bir hakaret yoktur.

12 Stephen C. Poulson, Social Movements in Twentieth-Century Iran: Culture, Ide­ology and Mobilizing Frameworks (Lanham: Lexington Books, 2006), s. 44.




Bunun dışında, ortada şehit yoksa ve insanlar kendilerini feda etmeye gö­nüllü değilse, insanları kurbana teşvik eden rahip bu insanların başka birini kurban etmesini sağlayabilir. İntikamcı tanrı Ba'al'a insan kurban edebilir, İsa Mesih'in büyük şanı adına kafirleri kazığa bağlayıp yakabilir, Allah'ın emri diye zina yapan kadınları infaz edebilir ya da siyasi suçluları çalışma kampına yollayabilirsiniz. Bu koşulda, biraz daha farklı bir kurban simya­sının etkisi altına girersiniz. Bir anlatı uğruna kendinize acı çektirdiğinizde ortada iki seçenek vardır: "Ya bu anlatı doğru ya da ben enayinin tekiyim."

Başkalarına acı çektirdiğinizde de iki seçenek vardır: "Ya bu anlatı doğru ya da ben acımasız bir kötü karakterim." Ve enayi olduğumuzu itiraf etmek istemediğimiz gibi kötü karakter olduğumuzu da itiraf etmek istemeyiz. Bu yüzden de anlatının doğruluğuna inanmayı tercih ederiz.




Mart 1839'da, İran'ın Meşhed şehrinde yörenin üfükçülerinden biri, bir çeşit deri hastalığından mustarip Yahudi bir kadına bir köpek öldürüp elle­rini onun kanıyla yıkarsa iyileşeceğini söylemiş. Meşhed kutsal bir Şii şehri ve kadının da bu dehşet verici tedaviyi kutsal Aşure gününde uygulayacağı tutmuş. Şiiler kadının bu yaptığını görmüş ve köpeği Kerbela'daki şehitlerle alay etmek için öldürdüğüne inanmışlar ya da buna inandıklarını iddia et­mişler. Bu akla sığmaz saygısızlığın söylentisi çarçabuk Meşhed sokaklarına yayılmış. Bölge imamının gazına gelen öfkeli kalabalık Yahudi mahallesine dalmış ve sinagogu ateşe verip otuz altı Yahudi'yi oracıkta öldürmüşler. Ha­yatta kalan Yahudilere bir tercih yapmaları şart koşulmuş: ya hemen Müslü­man olun ya da sizi de öldüreceğiz. Bu melun olay, "İran'ın manevi başkenti" Meşhed'in şanına leke sürmemiş.13

13 Houman Sharshar (ed.), The fews of Iran: The History, Religion and Culture of a Community in the Jslamic World (New York: Palgrave Macmillan, 2014), s.52 -5 ; Houman M.Sarshar, fewish Communities of Iran (New York : Encyclop edia lranica Foundation, 2011), s. 158-60.

İnsan kurban etmek deyince aklımıza Kenan ya da Aztek tapınaklarında uygulanan ürkütücü ayinler geliyor ve tektanrıcılığın bu korkunç uygulama­yı yürürlükten kaldırdığına dair yaygın bir kanı var. Aslında tektanrıcı top­luluklar çoktanrılı inanca sahip çoğu topluluğa kıyasla oldukça fazla sayıda insan kurban etmiştir. Hıristiyanlığın ve İslamiyet'in Tanrı adına öldürdüğü insan sayısı Ba'al ya da Huitzilopochtli müritlerinin öldürdüğü insan sayısın­ dan çok daha fazladır. İspanyol istilacıların Aztek ve İnka tanrılarına insan kurban edilmesine son verdiği dönemde, anavatanları İspanya'da Engizis­yon yığınlarca kafiri yakıyordu.

Bir inanç uğruna bir şey da etmek çok farklı şekillere bürünebilir. İşin içinde her daim eli bıçaklı bir rahip ya da kanlı katliamlar yoktur. Mesela Yahudilik, Şahat günü çalışmayı ya da seyahat etmeyi yasaklar ("şabat" ya da "sebt", "durmak" ya da "dinlenmek" anlamına gelir). Şahat, Cuma akşamı gün batımıyla başlar ve Cumartesi günbatımına kadar devam eder. Bu süre zarfında Ortodoks Yahudiler hemen her tür işten uzak durur; bu işlerin arasına klozette otururken tuvalet kağıdı koparmak da dahildir. (En bilgili hahamlar bu konuyu tartışıp tuvalet kağıdı koparmanın Şabat'ı bozacağına kanaat getirmiş; buna istinaden Şahat günü popolarını silmek isteyen Yahu­ diler tuvalet kağıtlarını önceden koparıp hazırlıyor.14)

14 Gersion Appel, The Concise Code offewish Law, 2. baskı, (New York: KTAV Publishing House, 1991), s. 191.

İsrail' deki dindar Yahudiler sık sık laik Yahudileri hatta ateistleri bu tabu­lara biat etmeye zorlamaya çalışır. Ortodoks partiler İsrail siyasetinde baskın geldiğinden, yıllar içinde pek çok kanunu yürürlüğe koymayı başarıp Şahat günlerinde bir sürü etkinliğin yapılmasını yasakladılar. Şahat günü özel araç kullanımını yasaklamayı becerememiş olsalar da, toplu taşımayı yasaklama­yı başardılar. Yurt çapında gösterilen bu fedakarlık en çok toplumun en yok­sul kesimlerini vuruyor çünkü Cumartesi günü işçi sınıfının seyahat edip uzaklarda oturan akrabalarını, arkadaşlarını ve turistik mekanları ziyaret edebileceği tek gün. Zengin bir büyükanne yepyeni arabasına atlayıp başka şehirde yaşayan torunlarını görmeye rahatça gidebiliyor ama fakir büyükan­ ne böyle bir şey yapamıyor çünkü otobüsler ve trenler çalışmıyor.

Dindar partiler yüzlerce vatandaşa böyle zorluklar çektirerek Yahudiliğe olan sarsılmaz inançlarını kanıtlayıp sağlamlaştırıyor. Tek damla kan dökül­mese bile pek çok insanın refahı kurban ediliyor. Yahudilik sadece kurma­ca bir anlatıysa, bir büyükannenin torunlarını görmesini ya da parasız bir öğrencinin sahil kenarında eğlenmeye gitmesini engellemek zalimlik ve taş kalpliliktir. Buna rağmen böyle davranan dindar partiler, Yahudi anlatısına gerçekten inandıklarını hem dünyaya hem de kendilerine kanıtlıyorlar. Yok­sa geçerli hiçbir sebep olmadığı halde insanlara zarar vermenin hoşlarına gittiğini mi sanıyordunuz?




Kurban, anlatıya inancınızı kuvvetlendirmekle kalmaz, ona karşı diğer yükümlülüklerinizi de ikame eder. İnsanlığın harika anlatılarının çoğu, insanların genellikle yerine getiremeyeceği idealler belirlemiştir. Kaç Hı­ristiyan On Emir'e harfiyen itibar edip asla yalan söylemiyor ya da tamah etmiyor? Şimdiye kadar kaç Budist bencillikten tamamen sıyrılabilmiş? Kaç sosyalist canını dişine takıp çalışarak gerçekten ihtiyacı olandan zla parayı reddetmiş?

Bu idealleri tutturamayan insanlar çözümü kurbanda bulur. Vergi kaçı­ran, arada sırada fuhuş yapan ve yaşlı ebeveynlerine kötü davranan bir Hin­du, Ayodhya'daki Bahri Camisi'nin yıkımını destekledi ve hatta onun yerine inşa edilen Hindu tapınağına bağış yaptı diye kendini dini bütün sayabilir. Tıpkı eski zamanlardaki gibi, 21. yüzyılda da insanların anlam arayışı bir dizi dakarlıkla sonuçlanıyor çoğunlukla.


Kimlik portföyü


Eski Mısırlılar, Kenanlılar ve Yunanlar verecekleri kurbanları garantiye alır­lardı. Pek çok tanrı arasından biri işe yaramazsa, ötekinin işe yarayacağını umarlardı. Bu yüzden sabahları güneş tanrısına, öğlenleri toprak tanrısına, akşamları da bir dizi peri ve iblise kurban verirlerdi. Bu da pek değişmemiştir. İnsanların günümüzde inandığı ister Yahveh y a d a Mamon ister Millet ya da Devrim olsun tüm anlatılar ve tanrılar kusurlu, boşluklar ve çelişkilerle doludur. Bu sebeple insanlar tek bir anlatıya inanmaktansa pek çok anlatı ve pek çok kimlik içeren bir port y oluşturuyor ve ihtiyaca göre bunlar ara­ sında geçiş yapıyorlar. Bu tür bilişsel uyumsuzluklara hemen her toplum ve harekette rastlanıyor.




Hükümetin sosyal yardım politikalarına şiddetle karşı çıkan ve Ulusal Tük Birliği'ni canıgönülden destekleyen aşırı sağcı bir Amerikalı, aynı zamanda coşkuyla İsa Mesih'e inanabiliyor bir şekilde. Hz. İsa silah kuşan­maktan ziyade yoksullara yardım etme taraftarı değil miydi? Bunlar bir­ biriyle örtüşmeyen şeyler gibi dursa da insan beyninin bir sürü çekmecesi ve bölmesi var ve kimi nöronlar birbiriyle haberleşmiyor. Aynı şekilde, ge­lecekte bir devrim yaşanacağına belli belirsiz bir inanç besleyen kimi Ber­nie Sanders taraftarları, akıllıca maddi yatırımlar yapmanın önemine de inanıyor. Dünyadaki haksız gelir dağılımı tartışmasından gayet rahat bir şekilde Wall Street'te yaptıkları yatırımların performansından bahsetme­ ye geçebiliyorlar.

Tek kimlikli birine rastlamak neredeyse imkansızdır. Kimse sadece Müs­lüman, sadece İtalyan ya da sadece kapitalist değildir. Ama arada bir natik bir öğreti çıkar ve herkes tek bir anlatıya inanmalı, herkesin tek bir kimliği olmalıdır diye tutturur. Son nesillerin bu tür bir tavır takınan en natik öğ­retisi faşizmdi. Faşizm insanların milliyetçilik dışında bir anlatıya inanma­maları ve milli kimlik dışında bir kimliğe sahip olmamaları konusunda ıs­rarcıydı. Tüm milliyetçiler faşistlere benzemez. Çoğu milliyetçi milletlerinin anlatısına güçlü bir inanç besler, milletlerinin eşsiz ziletlerini ve milletle­rine karşı benzersiz yükümlülüklerini vurgular ama yine de dünyada başka milletlerin olduğunu da kabul ederler. İtalyan milletine özel yükümlülükleri bulunan sadık bir İtalyan vatandaşı olsam da başka kimliklerim de buluna­bilir. Aynı zamanda sosyalist, Katolik, koca, baba, biliminsanı ve vejetaryen olabilirim ve bu kimlikler başka yükümlülükler barındırır. Bazen kimlikle­ rimden bazıları beni farklı yönlere çeker ve kimi yükümlülüklerim birbiriyle çelişir. Ama kim demiş hayat kolay diye?




Faşizm, milliyetçilik kendi hayatını kolaylaştırmak için diğer tüm kim­likleri ve yükümlülükleri reddettiğinde ortaya çıkan şeydir. Son zamanlar­ da faşizmin tam olarak ne ifade ettiği konusunda kafalar son derece karı­şık. İnsanlar hoşlanmadıkları hemen herkese " faşist" sıfatı yakıştırıyor. Bu terim genel amaçlı bir küfre indirgenme tehlikesi taşıyor. Peki gerçekten neyi ifade ediyor faşizm? Özetle, milliyetçilik kendi milletimin eşsiz oldu­ğuna ve milletime karşı belli yükümlülüklerim olduğuna işaret ederken, faşizm milletimin üstün olduğunu ve milletime karşı özel yükümlülükler borçlu olduğumu dikte eder. Koşullar ne olursa olsun, başka bir grup ya da bireyin çıkarlarını kendi milletimin çıkarlarından üstün tutmamalıyım. Milletim saçma bir kazanç için uzaklardaki bir ülkede yaşayan milyonlarca yabancıya zulmetmeye kalksa bile Milletimi desteklemekte tereddüt etme­meliyim. Aksi takdirde, aşağılık bir hain sayılırım. Milletim milyonlarca insanı öldürmemi buyuruyorsa, milyonlarca insanı öldürmeliyim. Mille­tim hakikate ve güzelliğe ihanet etmemi buyuruyorsa, hakikate ve güzelli­ğe ihanet etmeliyim.

Bir faşist sanatı nasıl değerlendirir? Bir faşist izlediği filmin iyi mi kötü mü olduğuna nasıl karar verir? Çok kolay. Tek bir ölçüt var. Milletin çıkarı­na hizmet ediyorsa iyi bir filmdir. Milletin çıkarına hizmet etmiyorsa kötü bir filmdir. Peki bir faşist okulda çocuklara ne öğretileceğine nasıl karar ve­rir? Aynı ölçütü kullanır. Çocuklara milletin çıkarına ne hizmet ediyorsa onu öğretin; hakikatin bir önemi yoktur.15

15 Özellikle bkz.Robert O.Paxton,TheAnatomyofFascism(NewYork:Vintage Books, 2005).

Bu şekilde Millete tapınmak hem pek çok zorlu ikilemi basitleştirdi­ği hem de insanların kendilerini dünyanın en mühim ve en güzel şeyi­ ne, milletlerine ait hissetmesini sağladığı için son derece cazip. II.Dünya Savaşı'nda yaşanan kabuslar ve Soykırım bu doğrultuda düşünmenin se­bep olduğu feci sonuçları göz önüne seriyor. Maalesef insanlar faşizmin il­letlerinden bahsederken üstünkörü davranıyorlar çünkü faşizmi korkunç bir canavar şeklinde resmedip neden bu kadar çekici olduğunu açıklamaya yeltenmiyorlar. Günümüzde insanların kimi zaman farkında olmadan faşist fikirler edinmesi bu durumla ilişkili. İnsanlar, "Bana faşizmin çirkin bir şey olduğu öğretildi ve ben aynaya bakınca çok güzel bir şey görüyorum, o yüz­ den faşist olamam," diye düşünüyorlar.




Hollywood'un Voldemort, Lord Sauron, Dart Vader gibi kötü karakterle­ri çirkin ve kaba resmederken düştüğü gaflete benzer bir durum var ortada. Bu karakterler genellikle en sadık taraftarlarına karşı bile zalim ve edepsiz­dir. Bu tür filmleri izlerken hiç anlayamadığım bir şey var: Voldemort gibi tiksinç bir sürüngenin peşinden kim niye gitsin?

Kötülükle ilgili sorun, onun gerçek hayatta ille de çirkin olmamasıdır. Oldukça güzel görünebilir. Hıristiyanlık bu duruma Hollywood'dan daha hakim olacak ki geleneksel Hıristiyan sanatında Şeytan genellikle iri kı­yım ve kaslı bir ilah şeklinde tasvir edilir. Şeytana uymamak bu yüzden o kadar zordur. Faşizmle başa çıkmanın zorluğu da bundan kaynaklanıyor. Faşist aynasına baktığınızda, hiç de çirkin bir şey görmezsiniz. Almanlar 1930'larda faşist aynasına bakmış ve Almanya'da dünyanın en güzel şeyini görmüşler. Aynısı günümüzde Ruslar ve İsrailliler için geçerli, her ikisi de faşist aynasına baksa, kendi ülkelerini dünyanın en güzel şeyi gibi görürler. Sonra da kendilerini bu güzel birliğin içinde kaybetmek isterler.

"Faşizm" kelimesi Latincede "çubuk demeti" anlamına gelen "fascis" ke­ limesinden gelir. Dünyanın en gaddar ve ölümcül ideolojilerinden birini tanımlamak için pek hafif bir sembol gibi geliyor kulağa. Ama derin ve ha­ bis bir anlam taşıyor. Tek bir çubuk çok zayıftır ve bu çubuğu kolayca kıra­bilirsiniz. Fakat bir sürü çubuğu bir araya toplarsanız bir fascis elde eder­siniz ve bu çubukları kırmak neredeyse imkansızdır. Bundan insanların tek tek bir önem taşımadığı ama birlikten kuvvet doğacağı anlamı çıkıyor.16 Bu yüzden faşistler birliğin çıkarlarını herhangi bir bireyin çıkarlarından üstün tutarlar ve hiçbir çubuğun demetin bütünlüğünü bozmaya yeltenme­ mesini buyururlar.

16 Richard Griffiths, Fascism (Londra, New York: Continuum, 2005), s. 33.

Elbette bir "çubuk demeti" insanın nerede bitip bir diğerinin nerede baş­ladığı meçhul. Neden İtalya'yı dahil olduğum bir çubuk demeti olarak kabul etmeliyim ki? Neden aileme, Floransa şehrine, Toskana bölgesine, Avrupa kıtasına ya da tüm insan türüne dahil olamayayım? Daha yumuşak milli­yetçilik türleri, İtalya'ya karşı özel yükümlülüklerim dışında elbette aileme, Floransa'ya, Avrupa'ya ve tüm insanlığa karşı yükümlülüklerim de olabile­ ceğini söyler. Oysa İtalyan şistler sadece ve sadece İtalya'ya sadakat gös­ termemi talep eder.

Mussolini ve onun faşist partisinin tüm çabalarına rağmen çoğu İtal­yan, İtalya'yı ailelerinden üstün tutmaya o kadar da sıcak bakmıyordu. Nazi propagandası Almanya'da çok daha iyi iş çıkardı ama Hitler bile in­sanların diğer tüm anlatıları unutmasını sağlayamadı. Nazi döneminin en karanlık günlerinde dahi insanlar resmi anlatıya ek olarak kimi anlatıları yedekte tuttular. 1945'te bu durum açıkça ortaya çıktı. Naziler tarafından on iki yıl boyunca beyni yıkanan insanların savaş sonrası hayatlarını anlamlandırmaktan aciz kalması beklenir. Tüm inançlarını tek bir anlatıya bağlayan insanlar bu anlatı yıkılınca ne yapar? Fakat Almanlar inanılmaz bir hızla toparlandılar. Zihinlerinin bir yerlerinde dünyaya dair başka anlatılar duruyordu ve Hitler kafasına kurşunu sıkar sıkmaz Bedin'deki, Hamburg'daki ve Münih'teki insanlar yeni kimlikler benimseyip hayatla­rına yeni anlamlar atfettiler.


Nazi yerel parti liderlerinin (gauleiters) yüzde 20'sinin ve generallerin yaklaşık yüzde 10'unun intihar ettiği doğru.17 Ama demek ki liderlerin yüzde 80'i ve generallerin yüzde 90'ı yaşamaya devam etmekte bir beis görmemiş. İpleri elinde tutan Nazilerin ve hatta SS askerlerinin büyük çoğunluğu ne delirdi ne de intihar etti. Gidip üretken çiftçiler, öğretmenler, doktorlar ve sigortacılar oldular.

17 Christian Goeschel, Suicide in the Third Reich (Ox rd: Ox rd University Press, 2009).




Hatta intihar bile tek bir anlatıya duyulan mutlak inancın kanıtı değildir. 13 Kasım 2015'te IŞİD Paris'te bir dizi intihar saldırısı düzenleyerek 139 kişiyi öldürdü. Aşırı İslamcı grup, saldırıları Fransız Hava Kuvvetlerinin Suriye ve Irak'taki IŞİD savaşçılarını bombalamasının intikamını almak ve Fransa'yı gelecekte bu tür bombardımanlarda bulunmaktan caydırmak adına düzen­lendiğini açıkladı.18 IŞİD aynı açıklamada Fransız Hava Kuvvetleri tarafın­ dan öldürülen Müslümanların şehit olduğunu ve Allah'ın rahmetine kavu­ şup cennete gittiklerini dile getirdi.

18 "Paris attacks: What happened on the night", BBC, 9 Aralık 2015, http://www.bbc.com/news/world-europe-34818994, 13 Ağustos 2017'de erişildi; Anna Cara, "ISIS expresses fury over French airstrikes in Syria; France says they will continue'', CTV News, 14 Kasım 2015, http://www.ctvnews.ca/ world/isis-expresses-fury-over-french-airstrikes-in-syria-france-says-they­ will-continue-1.2658642, 13 Ağustos 2017'de erişildi.

Burada akla yatmayan bir şey var. Fransız kuvvetlerinin öldürdüğü şehit­ler cennete gittiyse, bunda intikam alınacak ne var? Ne için intikam? İnsan­ların cennete gönderilmesinin intikamı mı? Çok sevdiğiniz abinize piyango­dan bir trilyon çıktığını duysanız tepkiniz gidip intikam almak için piyango bayilerini bombalamak mı olurdu? Peki neden Fransız Hava Kuvvetleri bir­ kaç kardeşinizi ebediyen cennete yolladı diye Paris'e kan kusturuyorsunuz? Hatta Fransızları gerçektende Suriye'yi bombalamaktan caydırmayı başar­salardı çok daha feci olurdu. O vakit daha az Müslüman cennete giderdi.

Bunun sonucunda IŞİD'in şehitlerin cennete gittiğine inanmadığını dü­şünebilirsiniz. O yüzden bombalanıp öldürülünce sinirleniyorlar. Ama öyle olsa, neden bazıları Üzerlerine taktıkları bombayı patlatıp kendilerini parça­lara ayırıyor? Her koşulda bunun cevabı, tutarsızlıklar üzerine fazla düşünmeden birbiriyle çelişen iki anlatıya inanmaları. Daha önce de belirtildiği gibi kimi nöronlar birbirine küs.

Fransız Hava Kuvvetleri Suriye ve Irak'taki IŞİD üslerini bombalamadan sekiz yüz yıl önce, başka bir Fransız ordusu, sonraki nesillerin "VII. Haçlı Seferi" olarak adlandıracağı bir harekatla Ortadoğu'yu işgal etti. Kutsal kral IX. Louis komutanlığındaki Haçlılar, Nil Vadisi'ni ele geçirip Mısır'ı Hıristi­ yanlığın siperine dönüştürmek istiyorlardı. Ancak Mansure Muharebesi'nde yenik düştüler ve çoğu Haçlı askeri esir alındı. Jean de Joinville adlı bir Haçlı şövalyesi, daha sonradan kaleme aldığı anılarında, savaş kaybedilip teslim olma kararı alınınca adamlarından birinin, "Bu karara katılmam mümkün değil. Tavsiyem, bırakalım hepimizi öldürsünler, böylece cennete gideriz," dediğini yazmış. Joinville'in bu konudaki kısa ve öz yorumu, "Hiçbirimiz bu tavsiyeye kulak asmadık."19

19 JeandeJoinville,TheLifeofSaintLouisinM.R.B.Shaw(ed.),Chroniclesofthe Crusades (Londra: Penguin, 1963), 243; Jean de Joinville, Vie de saint Louis, ed. Jacques Mon in (Paris, 1995), 319. Bölüm, s. 156.

Joinville tavsiyeyi niye reddettiklerini açıklamıyor. Ne de olsa bu adam­ların Fransa'daki rahat şatolarını bırakıp Ortadoğu'da uzun ve zorlu bir ma­ceraya atılmasının ardında büyük ölçüde ebedi kurtuluş vaadine inanmaları yatıyordu. O zaman neden cennete kavuşmalarına ramak kala Müslümanla­ra esir düşmeyi tercih ettiler? Belli ki Haçlılar kurtuluşa ve cennete tutkuyla inansalar da karar anı geldiğinde riske girmek istememişler.

Helsingör'deki süpermarket


Tarih boyunca insanların neredeyse tümü aynı anda birden fazla anlatıya inanmışlar ve hiçbir zaman bunların hiçbirinin bütünüyle gerçek olduğu­na ikna olmamışlar. Bu tereddüt pek çok dini sarsmış ve o yüzden de dinler, inancı en üstün meziyet diye nitelendirip şüpheyi en kötü günahlardan biri addetmiştir. Sanki kanıtı bulunmayan şeylere inanmak tabiatı gereği iyilik barındırıyormuş gibi. Fakat modern kültürün doğuşuyla işler tersine döndü. İnanç gitgide zihinsel kölelik gibi görülmeye başlanıp şüphe özgürlüğün ön­ koşulu konumuna yükseldi.




William Shakespeare 1599 ila 1602 yıllarında kendi Aslan Kral versiyonunu yani Hamlet'i kaleme aldı. Fakat Simba'nın aksine Hamlet Yaşam Döngüsünü tamamlamaz. Sonuna kadar şüpheci ve çelişkide kalır ve ne hayatın anlamı­nı bulur ne de olmak ya da olmamak konusunda bir karara varır. Bu açıdan Hamlet paradigmatik modern kahramandır. Modernite geçmişten miras ka­ lan anlatı bolluğunu reddetmedi, aksine bunları alıp bir süpermarkete koydu. Modern insan hepsini denemekte, zevkine göre seçip istediklerini birleştir­ mekte özgür.

Bazı insanlar bu kadar özgürlüğü ve belirsizliği kaldıramaz. Faşizm gibi modern totaliter akımlar, muğlak fikirlerle dolu bu süpermarkete şiddetle karşı çıktı ve tek bir anlatıya koşulsuz inanç talebi konusunda geleneksel dinleri bile geride bıraktı. Ama çoğu modern insan süpermarketi sever oldu. Hayatın anlamını ve hangi anlatıya inanacağınızı bilmiyorsanız ne yapar­ sınız? Seçebiliyor olmayı kutsallaştırırsınız. İlelebet süpermarket koridorla­ rında istediğinizi seçme özgürlüğünün gücüyle durur, önünüze dizili ürün­leri incelersiniz ve... bu sahneyi durdurun; ekran kararır ve işte Son. Sonra da jenerik.

Liberal mitolojiye göre bu dev süpermarkette yeterince vakit geçirirseniz, eninde sonunda liberal bir aydınlanma yaşar ve hayatın gerçek anlamının farkına varırsınız. Süpermarketin raflarındaki tüm anlatılar sahte. Hayatın anlamı hazır bir ürün değil. İlahi bir senaryo yok ve dışımdaki hiçbir şey hayatıma anlam katamaz. Özgür tercihlerim ve kendi duygularım doğrultusun­ da ben yüklüyorum her şeye anlamı.




George Lucas'ın yazdığı orta karar bir peri masalı olan Willow filminde, filme adını veren karakter büyük bir büyücü olup varlığın sırlarına hakim olmayı hayal eden sıradan bir cücedir. Bir gün kendisine çırak arayan böy­le bir büyücünün yolu cücenin köyüne düşer. Willow iki hevesli arkadaşıyla beraber büyücüye kendilerini takdim eder ve büyücü bu adayları basit bir sınava tabi tutar. Sağ elini kaldırır, parmaklarını açar ve Yoda benzeri bir sesle, "Dünyayı kontrol etme gücü hangi parmakta?" diye sorar. Her cüce bir parmak seçer ama hepsinin cevabı yanlıştır. Yine de büyücü Willow'da bir şey fark eder ve sonradan, "Parmaklarımı kaldırdığımda içinden geçen ilk şey neydi?" diye sorar ona. "Yalla, aptalca bir şey," der Willow mahcup bir şekil­ de, "kendi parmağımı seçmek geçti içimden". "İşte!" diye bir zafer nidası atar büyücü, "Doğru cevap bul Senin kendine güvenin eksik." Liberal mitoloji bu dersi tekrarlamaktan asla bıkmaz.

İncil'i, Kuran'ı ve Vedalar'ı kendi ellerimizle yazdık ve zihnimizde bu hikayelere güç atfettik. Bu hikayelerin güzelliği su götürmez ama güzellikleri­nin tek kaynağı bizim onları öyle görmemiz. Kudüs, Mekke, Varanasi ve Bodh Gaya kutsal yerler ama bunun tek sebebi insanların oralara gidince deneyimlediği duygular. Evren kendi başına anlamsız bir atom çorbasıdır. Hiçbir şey kendiliğinden güzel, kutsal ya da seksi değildir ama insanların hisleri onları öyle kılar. Kırmızı bir elmayı cezbedici, dışkıyı iğrenç yapan sadece insanın hisleridir. İnsanın hislerini çıkarınca geriye sadece bir tutam molekül kalır.

Kendimizi evrene dair hazır ve nazır bir hikayeye yerleştirerek anlam bul­maya çalışıyoruz ama liberal dünya algısına göre hakikat bunun tam tersi. Evren bana anlam sunmaz. Ben evrene anlam veririm. Kozmik misyonum budur. Sabit bir kadere ya da dharma'ya sahip değilim. Kendimi Simba ya da Arjuna'nın yerinde bulsam, pek tabii krallık tacı için savaşabilirim ama buna mecbur değilim. İster sirke katılırım, ister gidip bir Broadway müzikalinde şarkı söylerim, ister Silikon Vadisi'ne taşınır bir iş kurarım. Kendi dharma'mı kendim yaratmakta özgürüm.

Demek ki liberal anlatı da tüm kozmik anlatılar gibi bir yaradılış anlatı­sıyla başlar. Yaradılışın her an gerçekleştiğini söyler ve yaratıcı da benim. O halde hayatımın amacı ne? Hissederek, düşünerek, algılayarak ve icat ederek yaratmak. İnsanın hissetme, düşünme, arzulama ve icat etme özgürlüğünü kısıtlayan her şey evrenin anlamını kısıtlar. Bu yüzden de bu tür kısıtlama­ lardan kurtulmak en yüce idealdir.

Liberal anlatıya inananlar uygulamada iki emrin ışığında yaşarlar: ya­rat ve özgürlük için savaş. Yaratıcılık kendini şiir yazmakta, cinselliğinizi keşfetmekte, yeni bir uygulama geliştirmekte ya da bilinmeyen bir kimyasal maddeyi keşfetmekte gösterebilir. Özgürlük için savaşmak insanları top­lumsal, biyolojik ve fiziksel baskılardan kurtaran her şeyi içerir; bu, zalim diktatörlere karşı eyleme geçmek ya da kız çocuklarına okuma yazma öğ­retmek de olabilir, kansere çare bulmak ya da uzay gemisi inşa etmek de. Liberal kahramanlar anıtında Rosa Parks ve Pablo Picasso da vardır, Louis Pasteur ve Wright kardeşler de.

Tüm bunlar teoride son derede heyecan verici ve etkileyici geliyor. Ne yazık ki insanların özgürlüğü ve yaratıcılığı liberal anlatının tasavvur ettiği gibi değil. Mevcut bilimsel anlayışa göre, tercih ve yaratılarımızın ardında büyü yok. Bunlar biyokimyasal sinyaller alıp veren milyarlarca nöronun ürünü ve insanları Katolik Kilisesi ya da Sovyetler Birliği'nin boyunduru­ğundan kurtarsanız da seçimleri yine de Engizisyon ve KGB kadar acımasız biyokimyasal algoritmalar tarafından dikte edilecek.

Liberal anlatı ifade özgürlüğünün peşine düşmemi, kendimi gerçekleş­tirmemi salık veriyor. Ama hem "kendim" hem de özgürlük eski zaman ma­ sallarından ödünç alınmış mitolojik yaratıklar. Liberalizm oldukça muğlak bir "özgür irade" anlayışına sahip. İnsanların besbelli bir iradesi var, arzu­ları var ve kimi zaman arzularını gerçekleştirmekte özgürler. "Özgür irade" tabirinden kastedilen arzuladığın şeyi yapma özgürlüğüyse, o zaman evet, insanların özgür iradesi var. Ama "özgür irade" istediğini arzulama özgür­lüğüyse, o zaman hayır, insanların özgür iradesi yok.




Erkeklerden hoşlanıyorsam, fantezilerimi gerçekleştirmekte özgür ola­bilirim ama kadınlardan hoşlanmaya başlamakta özgür değilim. Kimi du­rumlarda cinsel isteklerimi bastırmayı ve hatta "cinsel dönüşüm" terapisi almayı tercih edebilirim ama cinsel yönelimimi değiştirme arzusunun ken­disi, kültürel ya da önyargılar tarafından kışkırtılmış olabilecek nöronla­rımın dayattığı bir şey. Neden biri cinselliğinden utanıp bunu değiştirme gereği duyuyor da bir başkası aynı cinsel arzuları en ufak bir suçluluk duy­gusuna kapılmadan seve seve yaşıyor? Belki ilkinin dinsel duyguları ikinci­ sinden güçlüdür diyebilirsiniz. Ama insanlar güçlü ya da zayıf dinsel duy­gular taşımayı özgürce mi seçiyor? Yine, bir insan her pazar kiliseye giderek bilinçli bir şekilde zayıf dinsel duygularını güçlendirme tercihinde bulunabilir. Ama neden bir insan daha dindar olmaya heves ediyor da bir diğeri ateist kalmaktan gayet mutlu? Bu pek çok kültürel ve genetik eğilimden kay­ naklanabilir ama asla "özgür irade" eseri değil.

Cinsel arzu için geçerli olan şey tüm arzular ve esasen tüm hisler ve düşünceler için geçerlidir. Aklınıza gelen ilk düşünceyi ele alın. Nereden geldi? Önce özgürce bir tercih yapıp sonra mı düşündünüz bunu? Kesin­likle hayır. İnsanın kendini keşfetme süreci önce basit şeylerle başlar ve gittikçe güçleşir. İlk başta, dışımızdaki dünyayı kontrol etmediğimizi fark ederiz. Yağmur yağıp yağmayacağını ben belirlemiyorum. Sonra bedeni­mizde olan biteni kontrol etmediğimizi anlarız. Kan basıncımı ben kontrol etmiyorum. Bunun ardından, beynimize bile hakim olmadığımızı öğreni­riz. Nöronların ne zaman harekete geçeceğini ben belirlemiyorum. Sonuç­ta arzularımızı ve hatta bu arzulara verdiğimiz tepkileri de kontrol etmedi­ ğimizi idrak etmeliyiz.

Bunu fark etmek fikirlerimiz, hislerimiz ve arzularımız konusunda daha az saplantılı hale gelmemize yardım edebilir. Özgür irademiz yok ama ira­demizin zulmünden az da olsa kurtulabiliriz. İnsanlar genellikle arzularına, dünyayı arzuları doğrultusunda kontrol etmeye ve şekillendirmeye çalışa­cak kadar çok önem verirler. İhtiraslarının peşinde Ay'a çıkarlar, savaş çıka­rırlar ve tüm ekosistemin dengesini bozarlar. Arzularımızın özgür seçimle­rin sihirli bir tezahürü olmadığını, daha ziyade (kontrolümüzün tamamen dışındaki kültürel faktörlerin etkisi altında kalmış) biyokimyasal süreçlerin ürünü olduklarını anlarsak, onlarla daha az meşgul olabiliriz. Aklımızda beliri veren fantezileri gerçekleştirmeye çalışmak yerine kendimizi, zihni­mizi ve arzularımızı anlamak daha iyidir.

Kendimizi anlamak için atılması gereken önemli adımlardan biri, "ben­lik" dediğimiz şeyin zihnimizin karmaşık mekanizması tarafından durma­dan üretilen, yenilenen ve yeniden yazılan bir kurmaca olduğunu kabul­ lenmektir. Kafamda kim olduğumu, nereden geldiğimi, nereye gittiğimi ve şimdi ne olduğunu açıklayıp duran bir anlatıcı var. Yaşanan siyasi çalkan­tıları kamuoyuna yutturmaya çalışan hükümet şakşakçıları gibi iç anlatıcı da durmadan bir şeyleri yanlış anlar ama bunu etse etse kırk yılda bir kabul eder. Bayraklar, semboller ve geçit törenleriyle bir millet miti kuran hükü­met gibi içimdeki propaganda makinesi de çoğunlukla gerçekle alakası ol­ mayan değerli anılar ve mühim travmalarla kişisel bir mit kurar.

Facebook ve Instagram çağında, bu mit yaratma sürecini hiç olmadığı kadar iyi gözlemleyebilirsiniz çünkü bu işlemin bir kısmı zihinden çıkarılıp bilgisayara devredildi. İnsanların çevrimiçi mecrada kusursuz bir benlik ya­ratmak için saatlerini harcamalarına, kendi yarattıkları bu şeye bağlanmala­rına ve bunu kendileriyle ilgili gerçeklikle karıştırmalarına tanık olmak çok şaşırtıcı ve korkutucu.20 Bu şekilde trafikte kitlenip kalarak, gereksiz atışma­lara girerek ve gergin sessizlikler yaşayarak geçirilen bir tatil güzel manza­ralar, mükemmel yemekler ve gülen yüzlerden oluşan bir derlemeye dönü­şüyor; deneyimlediğimiz şeylerin yüzde 99'u asla benlik anlatısının parçası haline gelmiyor.

20 Ray Williams, "How Facebook Can Amplify Low Self-Esteem/Narcissism/ Anxiety", Psychology Today, 20 Mayıs 2014, https://www.psychologyto­ day.com/blog/wired-success/201405/how-facebook-can-amplify-low-self­ esteemnarcissismanxiety, 17 Ağustos 2017'de erişildi.

Fiili deneyimlerimiz bedenselken hayali benliğimizin bu denli görsel ol­ması özellikle dikkat çekici. Hayal alemindeyken, zihnimizde ya da bilgisayar ekranında bir sahne canlandırırsınız. Kendinizi tropik bir sahilde, arkanızda mavi deniz ve yüzünüzde koca bir gülümsemeyle, bir elinizde kokteyl, öbür eli­niz sevgilinizin belinde görürsünüz. Cennet. Resimde görünmeyenler bacağı­nızı ısıran sinir bozucu bir sinek, o kötü balık çorbasını içtiğiniz için mideniz­ de oluşan burulma hissi, mahsusçuktan gülmeye çalıştığınız için çenenizde oluşan gerginlik ve mutlu çiftin beş dakika önce yaşadığı çirkin kavga. Keşke toğraftaki insanların toğrafçekilirken ne hissettiğini hissedebilseydik!

Dolayısıyla gerçekten kendinizi anlamak istiyorsanız, Facebook hesabı­nızla ya da içsel benlik anlatınızla özdeşleşmemelisiniz. Onun yerine bede­ninizin ve zihninizin gerçek akışını gözlemlemelisiniz. Göreceksiniz ki dü­şünceler, duygular ve arzular çok da bir sebebi olmadan ve sizden bir komut gelmeden belirip kayboluyor, tıpkı sağdan soldan esip saçınızı başınızı dağı­tan rüzgar gibi. Üstelik nasıl ki rüzgar değilseniz, deneyimlediğiniz düşünce, duygu ve arzular karmaşası da değilsiniz ve bunlara dair geriye dönüp ba­karak anlattığınız sterilize anlatı hiç değilsiniz. Hepsini deneyimliyorsunuz ama kontrol etmiyorsunuz; bunlar sahip olduğunuz şeyler değil ve siz onlar değilsiniz. İnsanlar, "Ben kimim?" diye sorup cevap olarak bir anlatı bekliyor­lar. Kendiniz hakkında bilmeniz gereken ilk şey bir anlatı olmadığınız.

Anlatı yok


Liberalizm kozmik tiyatroyu reddederek radikal bir adım attı ama sonra aynı tiyatroyu insanın içinde yeni baştan yarattı; evrenin bir olay örgüsü yok, o yüzden de olay örgüsü yaratmak biz insanlara kaldı; misyonumuz da, hayatı­mızın anlamı da bu. Liberal çağdan binlerce yıl önce, kadim Budizm öğretisi daha da ileri giderek sadece kozmik tiyatroları değil, insanın kendi yaratısı olan içsel tiyatrosunu da reddetmişti. Evrende anlam yoktur, aynı şekilde in­ san duyguları da bir anlam taşımaz. Hiçbiri müthiş kozmik masalların parçası değiller; belirli bir amacı olmaksızın belirip kaybolan fani titreşimlerden ibaretler. Hakikat bu. Kabul edin.




Brihadaranyaka Upanişad, "Kurbanlık atın kafası şafak, gözü güneş (...) uzuvları mevsimler, eklemleri tam ve yarım aylar, ayakları günler ve gece­ler, kemikleri yıldızlar ve eti bulutlardır," der bize. Bunun aksine temel Bu­dist metinlerinden Mahasatipatthana Sutta, bir insan meditasyon yaptığında bedenini dikkatle izler ve "Bu bedende saçlar, tüyler, tırnaklar, dişler, deri, et, kaslar, kemikler, ilik, böbrek, kalp (...) tükürük, sümük, eklem sıvısı ve sidik," olduğunu fark eder ve, "Böylece bedenini gözlemleyerek oturur (...) Artık anlayışı pekişir: 'Beden bu!'"21 Saçlar, kemikler ya da sidik başka hiç­ bir şeyi temsil etmez. Neyse odur.

Bu metin pasajlar boyunca, meditasyon yapan insan bedeninde ya da zihninde ne gözlemlerse gözlemlesin, bunu olduğu gibi anlar diye açıkla­ maya devam ediyor. Dolayısıyla meditasyon yapan nefes aldığında, "Derin nefes alınca, gerektiği gibi 'derin bir nefes alıyorum,' diye anlar. Sığ nefes alınca, gerektiği gibi, 'Sığ nefes alıyorum,' diye anlar."22 Uzun nefes mevsim­leri temsil etmediği gibi kısa nefes de günleri temsil etmez. Bunlar sadece vücuttaki titreşimlerdir.

21 Mahasatipatthana Sutta, 2. Bölüm, ı. Kısım, ed. Vipassana Research lnstitute (lgatpuri: Vipassana Research Institute, 2006), s. 12-13.
22 Age., s. 5.

Buda evrenin üç temel gerçekliği olduğunu düşündü: her şeyin durma­dan değişmesi, hiçbir şeyin kalıcı bir özünün bulunmaması ve hiçbir şeyin bütünüyle tatmin edici olmaması. Galaksinin, bedeninizin ya da zihninizin en kuytu köşelerini keşfetseniz de hiç değişmeyen, sonsuz bir öz taşıyan ve sizi bütünüyle tatmin eden bir şey asla bulamazsınız.

Acı, insanlar bunun kıymetini bilmediği için ortaya çıkıyor. Bir yerlerde sonsuz bir öz olduğunu ve onu bulup ona bağlanırlarsa bütünüyle tatmin olabileceklerine inanıyorlar. Bu sonsuz öz kimi zaman Tanrı, kimi zaman millet, kimi zaman sahici benlik, kimi zaman da gerçek aşk, ve insanlar ken­dilerini bunu bulmaya ne kadar adarlarsa, bulmayı başaramadıkları için o kadar hüsrana ve mutsuzluğa kapılıyorlar. Daha nası, bu öz sevdası ne kadar büyükse, güttükleri gayeyle aralarına giriyormuş izlenimi uyandıran insanlara, gruplara ya da kurumlara o kadar büyük nefret besliyorlar.




O halde Buda'ya göre hayatta anlam yok ve insanların anlam yaratmaya ihtiyaçları yok. Bunu fark etmeli ve bu sayede bağlandığımız şeyler ve içi boş nomenlerle özdeşleşmek yüzünden çektiğimiz acılardan kurtulmalı­yız. "Ne yapmalıyım?" diye soruyor insanlar ve Buda şöyle bir tavsiye ve­ riyor: "Hiçbir şey yapmayın. Hiç ama hiçbir şey yapmayın." Sorun sürekli bir şey yapmamız. İlla fiziksel düzeyde değil (gözlerimizi kapatıp saatlerce kıpırdamadan durabiliriz), zihinsel düzeyde de harıl harıl hikayeler ve kimlikler yaratıyor, savaşlara giriyor, zaferler kazanıyoruz. Hiçbir şey yap­mamak demek zihnin de hiçbir şey yapmaması ve hiçbir şey yaratmaması demek.

Ne yazık ki bu da çabucak kahramanlık destanına dönüşü veriyor. Göz­leriniz kapalı oturup burun deliklerinizden girip çıkan nefese dikkat kesi­lirken bile bununla ilgili hikayeler oluşturmaya başlayabilirsiniz. "Çok hızlı nefes aldım. Daha sakin nefes alırsam daha sağlıklı olurum" ya da "Nefesi­ mi gözlemleyip hiçbir şey yapmazsam aydınlanır ve dünyanın en bilge ve en mutlu insanı olurum." Sonra destan dallanıp budaklanır ve insanlar sa­dece kendi bağlarından kurtulma yolculuğuna çıkmanın değil başkalarını da aynı şeyi yapmaya ikna etmenin derdine düşerler. Hayatta bir anlamın olmadığını kabullendikten sonra, anlamı bunu başkalarına anlatmakta, inanmayanlarla tartışmakta, şüphecilere ders vermekte, manastır inşası için bağış yapmakta bulurlar, vs. "Anlatı yok" hemen başka bir anlatıya dö­nüşebilir.

Budizmin tarihi, bağlanmamanın önemine, her tür nomenin geçicili­ğine ve boşluğuna inanan insanların nasıl bir ülkenin yönetimi, bir binanın mülkiyeti hatta bir kelimenin anlamı yüzünden didişip kavga edebileceğine dair binlerce örnek barındırır. Ezeli ve ebedi bir Tanrı'nın yüceliğine inan­dığınız için insanlarla kavga etmek hoş olmasa da anlaşılır bir şeydir; tüm fenomenlerin boşluğuna inandığınız için insanlarla kavga etmek gerçekten çok acayip ama son derece insani.

18. yüzyılda hem Burma hem de komşusu Siyam hanedanları Buda'ya bağlılıklarıyla övünüyor ve meşruiyetlerini Budist inanışı korumaktan alıyorlardı. Krallar manastırlara bağış yapar, pagodalar inşa ettirir ve her hafta tüm insanların beş temel ahlaki sorumluluğu (öldürmekten, çalmak­tan, cinsel tacizden, hileden ve sarhoşluktan uzak durmak) üzerine güzel konuşmalar yapan eğitimli rahipleri dinlerlerdi. Yine de bu iki kral yıllar boyunca kıyasıya savaştı. 7 Nisan 1767'de Burma Kralı Hsinbyushin uzun bir kuşatmadan sonra Siyam'ın başkentine akın etti. Muzaffer bölükler ön­lerine geleni öldürdü, malları yağmaladı, kadınlara tecavüz etti ve muhte­ melen orada burada sarhoş oldu. Sonra da şehri ve beraberinde sarayları, manastırları ve pagodaları yakıp yıktı, yanlarına binlerce köle ve arabalar dolusu altın ve mücevher alıp evlerine döndüler.

Kral Hsinbyushin, Budizm'i hafi lan almıyordu. Bu büyük za rden yedi yıl sonra İravadi Nehri boyunca yol aldı ve yol üstündeki önemli pagodalarda ibadet edip Buda'dan ordularına daha çok zafer bahşetmesini dile­ di. Yangon'a vardığında tüm Burma'nın en kutsal mabedi olan Shwedagon Pagoda'sını yeniden inşa ettirip genişletti. Sonra da bu büyütülmüş yapıyı ağırlığınca altınla kaplatıp pagodanın üzerine diktirdiği altın külahı değer­li taşlarla donattı (taşlar Siyam'dan yağmalanmış olabilir). Fırsat bu fırsat, esir Bago kralını, erkek kardeşini ve oğlunu da infaz etti.23

23 G.E. Harvey, History of Burma : From the Earliest Times to IO March 1824 (Londra: Frank Cass & Co. Ltd, 1925), s. 252-60.

1930'larda, Japonya'da insanlar Budist öğretileri milliyetçilik, milita­rizm ve faşizmle birleştirmenin bile yaratıcı yollarını buldular. Nissho Inoue, Ikki Kita ve Tanaka Chigaku gibi radikal Budist düşünürler bencil bağlardan kurtulmak için insanların kendilerini bütünüyle imparatora vakfetmesi, şahsi düşüncelere son vermesi ve sadece millete sadakat gös­termesi gerektiğini iddia ettiler. Bu tür fikirler çeşitli aşırı milliyetçi örgü­tü etkiledi. Bunlardan biri Japonya'nın tutucu siyasi sitemini yıkmak için bir dizi suikast düzenleyen fanatik bir askeri gruptu. Eski maliye bakanı­nı, Mitsui şirketinin genel müdürünü ve en sonunda da Başbakan Inukai Tsuyoshi'yi öldürdüler. Bu sayede Japonya'nın militan bir diktatörlüğe dö­nüşüm süreci hızlandı. Ordu savaşa girince, Budist rahipler ve Zen ustala­rı, insanlara devlet otoritesine kendilerini düşünmeden uymayı öğütleyip savaş için kendilerini feda etmelerini tembihlediler. Öte yandan Budizm'in şiddet uygulamamaya ve merhamete dair öğretileri bir şekilde unutuldu ve Japon birliklerinin Nankin, Manila ya da Seul'deki davranışları üzerinde görünür bir etkisi olmadı.24

24 Brian Daizen Victoria, Zen at War (Lanham: Rowman & Littlefield, 2006); Buruma, Inventing Japan, age.; Stephen S. Large, "Nationalist Extremism in Early Showa Japan: Inoue Nissho and the 'Blood-Pledge Corps Incident', 1932", Modern Asian Studies 35:3 (2001), s. 533-64; W. L. King, Zen and the Way ofthe Sword:Arming the Samurai Psyche (New York: Ox rd University Press, 1993); Danny Orbach, "A Japanese prophet: eschatology and epistemology in the thought of Kita Ikki", fapan Forum 23:3 (2oıı), s. 339-61.

Günümüzde Budist Myanmar insan hakları sicili dünyanın en kötü ül­keleri arasında ve Budist rahip Ashin Wirathu ülkedeki Müslüman karşıtı hareketin başını çekiyor. Sadece Myanmar ve Budizm'i Müslüman müca­hitlerin komplolarından korumayı amaçladığını söylüyor ama verdiği va­azlar ve yazdığı yazılar o kadar kışkırtıcı ki Şubat 2018'de Facebook, nefret söylemi yasağı gerekçesiyle hesabını kaldırdı. 2017'de Guardian gazetesiyle yaptığı bir söyleşide bir sivrisineğe bile şefkat göstermekten bahseden ra­hip, Myanmar askerlerinin Müslüman kadınlara tecavüz ettiği iddiaları gündeme gelince gülüp, "Mümkün değil. Vücutları çok iğrenç," dedi.25

25 "Facebook removes Myanmar monk's page r 'inflammatory posts' abo­ ut Muslims", Scroll.in, 27 Şubat 2018, https://amp.scroll.in/article/870245/ facebook-removes-myanmar-monks-page- r-inflammatory-posts-about­ muslims, 4 Mart 2018'de erişildi; Marella Oppenheim, '"it only takes one terrorist': The Buddhist monk who reviles Myanmar's Muslims", Guardi­ an, 12 Mayıs 2017, https://www.theguardian.com/global-development/2017/ may/12/only-takes-one-terrorist-buddhist-monk-reviles-myanmar-muslims­ rohingya-re gees-ashin-wirathu, 4 Mart 2018'de erişildi. 

Sekiz milyar insan düzenli olarak meditasyona başlasa, dünyaya barış ve ahengin gelme ihtimali çok düşük. İnsanın kendi hakkındaki hakikati gözlemlemesi inanılmaz zor! Bir şekilde çoğu insanı denemeye ikna etseniz de pek çoğumuz hemen karşılaştığımız hakikati çarpıtıp içinde kahraman­lar, hainler ve düşmanlar bulunan bir anlatıya dönüştürürüz ve savaşa git­mek için sağlam bahaneler buluruz.


Gerçeklik testi


Tüm bu anlatılar zihnimizde yarattığımız kurmacalar olsa da umutsuzluğa kapılmaya gerek yok. Gerçeklik yerinde duruyor. Hayal ürünü bir tiyatroda rol alamazsınız ama zaten niye böyle bir şey yapmak isteyesiniz ki? İnsanla­rın karşılaştığı en büyük soru, "Hayatın anlamı nedir?" değil, "Acıdan nasıl kurtulunur?" Tüm kurmacalardan vazgeçtiğinizde, gerçekliği öncekinden çok daha berrak gözlemleyebilirsiniz ve kendiniz ve dünya hakkındaki ha­kikati gerçekten biliyorsanız, hiçbir şey sizi aşağı çekemez. Ama tabii, söy­lemesi kolay.

Biz insanlar dünyayı kurmacalar yaratma ve bunlara inanma yeteneği­miz sayesinde fethettik. Bu sebeple kurmacayla gerçeği birbirinden ayır­mak konusunda oldukça kötüyüz. Bu farkı görmezden gelmek, bizim için bir hayatta kalma meselesi olmuş. Ama yine de aradaki farkı görmek is­terseniz, çekilen acıya bakarak işe başlayabilirsiniz. Çünkü dünyadaki en gerçek şey acıdır.




Karşınıza büyük bir anlatı çıkar ve bunun gerçek mi hayal ürünü mü ol­duğunu anlamak isterseniz, sorulacak kilit sorulardan biri, hikayenin ana kahramanının acı çekip çekemeyeceğidir. Örneğin biri size Polonya halkının hikayesini anlatırsa, durup Polonya acı çekebilir mi diye düşünün. Roman­tizm dönemi şairi ve çağdaş Polonya milliyetçiliğinin babası Adam Micki­ewicz, Polonya'yı "milletlerin Mesih'i" diye adlandırmıştı. Polonya Rusya, Prusya ve Avusturya arasında bölüştürüldükten onlarca yıl sonra ve 1830 Po­lonya ayaklanmasının Ruslar tarafından hunharca bastırılmasının hemen ardından Mickiewicz 1832'de, Polonya'nın çektiği acıların tüm insanlık adına yapılan, İsa Mesih'in fedakarlığına denk bir dakarlık olduğunu ve Mesih gibi Polonya'nın da dirileceğini yazmıştı.

Mickiewicz meşhur bir pasajında şöyle der:

Polonya [Avrupa halklarına] şöyle dedi, "Benden çıkacak her şey özgür ve eşit olacaktır çünkü ben ÖZGÜRLÜGÜM." Ama bunu duyan kralların yü­reğini korku sardı ve Polonya milletini çarmıha gerip onu mezara koyarken şöyle seslendiler, "Özgürlüğü katlettik ve gömdük." Ama haykırışlarına­ nafileydi (...) Çünkü Polonya Millet'i ölmedi (...) Üçüncü Gün, Ruh Bedene dönecek ve Millet dirilip tüm Avrupa halklarını Kölelik'ten kurtaracak.26


 26 Jerzy LukowskieHubertZawadzki,AConciseHistoryofPoland(Cambridge: Cambridge University Press, 2001), s. 163.

Bir millet gerçekten acı çekebilir mi? Bir milletin gözleri, elleri, duyuları, duy­gulanımları ve tutkuları var mı? İğne batırsanız kanar mı? Elbette hayır. Savaşta yenilirse, bir yetkisini kaybeder ve hatta bağımsızlığını kaybeder ama yine de acı, üzüntü ya da başka tür bir cefa çekmez çünkü bir bedeni, bir zih­ni ve herhangi bir hissi yoktur. İşin aslı sadece bir metafordur. Polonya sadece birtakım insanların tasavvurunda acı çekmeye muktedir bir varlıktır. Polon­ya acıya katlanır çünkü bu insanlar ona bedenlerini ödünç vermiştir; sadece Polonya ordusunda askerlik yaparak değil milletin neşe ve üzüntülerini vü­cuda getirerek de. Mayıs 1831'de, Ostroleka Muharebesi'nde Polonyalıların yenik düştüğü haberi Varşova'ya ulaştığında, insanların midesi düğümlendi, insanların yürekleri sızladı, insanların gözlerinden yaşlar aktı.

Tüm bunlar Rus işgalini gerekçelendiremez elbette. Polonyalıların ba­ğımsız bir ülke kurma ve kendi yasalarıyla göreneklerini belirleme hakkını da hakir görmez. Fakat en nihayetinde, gerçekliğin Polonya milletinin anla­tısı olamayacağı anlamına gelir çünkü Polonya'nın varlığı insanların zihin­lerindeki imgelere bağlıdır.

Öte yandan Rus askerlerince soyulan ve tecavüz edilen bir Varşovalı kadı­nın kaderini düşünün. Polonya milletinin metaforik acısının aksine, kadının çektiği acı son derece gerçektir. Bu acıya yol açan insanların Rus milliyetçili­ği, Ortodoks Hıristiyanlık ve maço bir kahramanlık gibi çeşitli kurmacalara duydukları inançlar olabilir; tüm bunlar Rus devlet adamlarını ve askerleri­nin esinlendiği şeyler. Fakat sonuçta yaşanan acı yüzde yüz gerçektir.

Siyasetçiler muammalı konuşmaya başlayınca sakının. Gerçek acıları an­laşılmaz sözlerle sarıp sarmalayıp gizlemeye çalışıyor olabilirler. Özellikle de şu dört kelimeye dikkat edin: fedakarlık, ebediyet, saflık, kefaret. Bunlardan herhangi birini duyarsanız alarm çalmaya başlayın. Hele bir de başındaki liderin mütemadiyen, "Yaptıkları fedakarlık aziz milletimizin saflığını tescil ediyor," gibi cümleler kurduğu bir ülkede yaşıyorsanız, bilin ki başınız bü­yük dertte. Aklınıza mukayyet olmak için her zaman bu içi boş şeyleri gerçek koşullara tercüme edin: ıstırap içinde kıvranarak ağlayan bir asker, dövülüp zalimce muamele gören bir kadın, korkuyla titreyen bir çocuk.

O yüzden evren hakkındaki gerçeği, hayatın anlamını ve kendi kimliğini­zi öğrenmek istiyorsanız, acıyı gözlemleyerek ve acının neye tekabül ettiğini inceleyerek başlamak en iyisi.

Cevap bir anlatı değil.


Yorum Gönder

0 Yorumlar