Türkiye'de Gerici Eylemler
(1923'den Buyana)
Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY
Geçmişten adam hisse koparmış... Ne masal şey! Beşbin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? Tarihi, tekerrür diye tarif ediyorlar;Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?
Mehmet Akif ERSOY
Buradaki yazılarımızda hiç bir kişiyi ve partiyi amaç almadık, zaten hiç bir parti ile ilişkimiz de yoktur; biz sadece, dini duygular sömürücülerinin aldatmacalarından, eylemlerinden örnekler vererek yurt ve ulus bütünlüğümüz için zararlı örgütlere ve onların davranışlarına karşı Türk aydınını uyarmak istedik.
İslâmiyet bir şekil dini değil, ruh ve ahlak dinidir. Türk ulusu bin yıldan artık bir süredir bu dinin içten inamcısı ve onun gerçek koruyucusu olmuştur.
Arap aleminin, türlü çıkarlar uğruna birbirine düşüp Abbasi halifeliğinin çaresiz bir sıkıntıya girdiği anda, İran'ı, Irak'ı, Suriye'yi, Filistin'i ve Anadolu'yu zabt edip güçlü bir İslam birliği kuranlar Selçuklu Türkleridir.
Bütün Avrupa hıristiyanlarının birleşerek bu Selçuklu Türkleri üzerine sekiz kez haçlı orduları sürmelerinin nedeni, islamiyeti koruyan bu tek büyük gücü ortadan kaldırmaktı.
Onaltıncı yüzyıl başlarında Şah İsmail komutasında İran'dan çıkıp, Anadolu'yu ele geçirerek buradaki sünni mezhep yerine şii mezhebini yerleştirmek için yürüyen kızılbaş ordularını da geri püskürten, ağır yenilgiye uğratan gene bir Türk devleti, Osmanlı İmparatorluğudur.
İslamiyet halka gerçek anlamı ile belletildiği zamanlar Türkler ülkeler zabt etmiş, büyük uygarlık atılımlar yapmış, yanlış anlatıldığı, gerçek din bilginlerinden yoksun kalındığı zamanlar din, vicdanlar üzerine bir baskı aleti olarak kullanılmış, din adına türlü cinayetler, şenaatler işlenmiş, bu yüzden de ülke geri kalmış, Türk ulusu birbirine düşman cephelere ayrılmış ve ıstırap çekmiştir.
Türkiye'de ibadet, sadece şekil olarak ele alınır ve namaz ve oruçtan ibaret sanılır. İslamın diğer üç temeli de gerçek anlamı ile anlaşılmaz. Halbuki ibadet, Allah'a tüm kulluk etmektir. Gerçekleştirmek istediği amaç ise kişileri olgun ve iyi insan yapmaktır.
İbadet kelimesi "Abd" kökünden gelir. Abd, kul anlamına gelip birinin hizmetine girmiş kimse demektir. İbadet de, kulluk etmek, Allah'ın emirlerine uymak, yasaklarından sakınmak demektir ki gerçek anlamda kulluk yani ibadet budur.
İbadetin (Tanrı'ya kul olmanın) yani ahlaklı, faydalı ve iyi insan olmanın birçok şartı vardır. Bunların en önemlilerinden biri de namaz ve oruçtur.
Zaten namaz, oruç ve zekât gibi İslam temellerinin amacı, kişiyi iyi insan kılmaktır. Bu tür ibadetler, bunları yerine getireni iyi insan yapamamış, bu kişi namaz kılıp oruç tuttuğu halde iftiradan, yalandan, her çeşit hırsızlıktan, mala, cana, ırza el uzatmaktan kendini koruyamamışsa o namazın ve orucun ona hiç bir faydası yoktur. Bu tür faydasız ibadet, başa bere giyip sakal bırakmak insana bir şey kazandırmaz. İbadetten yani Allah'a kulluktan gaye, başkalarının sevgi ve saygısını kazanmak, iftira ve kötülük etmemek, herkese iyilik ve yardım etmektir.
Bencil çıkarlarımız uğruna herkesi kendimiz gibi düşünmeye zorlamaya hakkımız yoktur; "dinde zorlama yoktur"un anlamı da budur. Herkes istediği gibi düşünmekte ve inanmakta serbesttir; ama hiç kimsenin, başkasının düşünce ve inanç hürriyetine karışmaya, onu kendi gibi düşünmeye zorlamaya, o düşüncenin propagandasını yapmaya hakkı yoktur. Anayasamız bu hürriyeti garanti altına almıştır. Herkes bu hürriyete saygı gösterir ve kişiler ve toplum da bu hakkına sahip çıkarsa yurdumuz huzur ve süküna kavuşur, mutluluk içinde yaşar.
Bu kitabımızda, dini duygular sömürücüsü çıkarcıların kişilere ve topluma yaptıkları, sürdürmeyi planladıklan baskılardan, fırsat buldukça uyguladıkları eylemlerden örnekler verdik. Yurdumuzda dinin doğru ve gerçek anlamı ile anlaşılması ve anlatılması için neler yapılmak gerektiğini kendi düşüncelerimize göre yazdık.
Bu alanda yurdumuza ve ulusumuza ufak bir yardımımız dokunursa kendimizi mutlu sayacağız.
Neşet ÇAĞATAY
GENEL OLARAK TÜRKLERDE DİN KAVRAMI VE ANLAYIŞI
Anadolu Türkleri arasında cereyan eden dini olayların yalnız 1923'den bu yana geçen zamandakilerin anlatılması bile bir kitap konusu olabilecek kadar geniştir. 1923'de ilan edilen cumhuriyet rejimi ile başlayan devir, Anadolu Türkleri için gerçekten yepyeni bir çağın başlangıcı olmuştur. Bu yeni çağda gelişen ve hızlı bir tempo ile birbirini kovalayan sosyal ve dini olayları ve bunların temel nedenlerini kavrayabilmek için bundan önceki devirlere kısaca bir göz atmak kaçınılmaz bir zorunluktur.
Tarihleri Çin kaynaklarına göre M. Ö. bin yıllarına kadar uzanan ve Kuzey Denizi'nden Akdeniz'e, Ege Denizi'ne ve Fransa'nın Orleans şehrine, Rusya ortalarından Arap Yarımadası güneyindeki Hind Okyanusu'na, Balkanlardan kuzey Afrika kıyılarına, Sudan ve Habeşistan'a kadar uzanan bölgelerde küçük büyük devletler kurmuş olan Türkler, zaman zaman birçok dinlere girip çıkmışlardır.
Gerçekten muhtelif Türk devletleri, Totemizme, Şamanizme, Budizme, Mazdeizme, Maniheizme, Yahudi ve Hıristiyan dinlerine, IX. yüzyıldan itibaren de İslam dinine girmişlerdir. Bu durum, Türklerin bir dine körü körüne saplanıp kalmadıklarını, bu hususta fanatik olmayıp toleranslı olduklarını, kendi sosyal ve milli bünyelerine en uygun dini aradıklarını gösterir. Mesela VII. yüzyılda büyük hakanlık, küçük prensliklere bölünmüştü. Bunlar arasında tamamıyla bir din özgürlüğü hüküm sürüyordu. Kuça Hanlığı ahalisi arasında Budizm yayılmıştı, Kaşgar halkı Zerdüşt, Hotan halkı kısmen Zerdüşt, kısmen Buda dininde, Hazer devletinde hükümdar ve bir kısım halk Yahudi, diğer kısmı Hıristiyan, Müslüman ve Şaman dininde idiler. Tarih boyunca bunun daha bir çok misalleri vardır. Türklerin büyük bir kısmı, İslam dinine girinceye kadar Şaman dininde kalmışlardır. Şamanizm, içkili ve kadınlı erkekli karışık olarak yapılan hareketli ve cezbeli merasimleri ile onlara dinamizm ve cesaret kaynağı oluyordu. Hatta onlar başka dinlere girdiklerinde bile Şamanizm'in bazı geleneklerini bırakmadıkları, rakslı, cezbeli, içkili toplantılarının, merasimlerinin tesirinden kurtulamadıkları anlaşılıyor. Yiğitlik ve savaşçılık ruhunu temsil eden gazilik ve kahramanlık anlamına gelen Alplik, Türkler için en büyük şeref rütbesi idi. Bir çok ünlü Türk hükümdar ve komutanlan, islama girdikten sonra da bu Alp ünvanı taşımışlardır. Mesela, Büyük Selçuklu hükümdarı ve Malazgird kahramanı Alp Arslan'ın asıl adı Mehmet olduğu halde kendisi bu güne kadar Alp Arslan olarak anılmıştır. Aykut Alp, Korkut Alp adlarındaki Türk komutanları bu Alp-Gazi ünvanını en büyük şeref ünvanı olarak gururla taşmışlardır.
Türkler, Anadoluya geldiklerinde İslam dininde oldukları halde bu dine göre yasak sayılan içkiyi, raksı, çalgıyı ve şarkı söylemeyi, sünni din adamlarının şiddetle mani olmaya çalışmalarına rağmen yüzlerce yıl devam ettirmişlerdir. XIII. yüzyılın ikinci yarısında Hacı Bektaş'ın teşkilatlandırmaya çalıştığı Bektaşi zümresi bu duruma örnektir. Eğer bu zamana kadar bu tür toplum düzeni mevcut olmasa idi Hacı Bektaş böyle bir şey kuramazdı. Türk milleti milli müzik enstrümanı olan sazdan, halk şiirinden ve şarkıdan ayrı kalamamış, zaten halk arasında çok yaygın olup, Hacı Bektaş'tan itibaren teşkilatlanan Bektaşi tarikat, bayrağı ile, bütün erkanı ile ve şeyhi ile Yeniçeri Teşkilatına yerleşerek, lüzum ve mevcudiyetini isbat etmiştir. Gene XIII. yüzyılın ikinci yarısında raksı ve müziği İslami ibadetin bir parçası halinde bir düzene koyan, Selçuklu sarayının gözdesi Mevlana Celaleddin Rumi' de bu işi ilk kez ortaya atan kişi değildi. Kendisinden önce Harputlu Osman adında birisi aynı işte önderlik yapmıştıki bu da yukardaki ifademizi doğrular.
Türklerde devlet işlerinde hiç bir zaman din adamlarının rolü olmamıştır. Eski milletlerden kalma tarihi belgelerde din adamlarının etki ve baskısını gösteren pek çok misallere raslandığı halde, Orhun Kitabeleri'nde din adamlarının devlet işlerindeki rolünü gösteren bir tek cümle bile yoktur. Bu kitabelerde Şamani din adamı demek olan "Kam" kelimesi bir kez bile geçmez. Halbuki bu kitabelerin yazıldığı yıllarda (M. 732-734), hatta çok daha sonraları, kamların halk içinde millet hayatında önemli rolleri vardı. Mesela M.1069' da yazılan «Kutadgu Bilig» adli eser, hala bu kamların halk yaşantısında rolleri bulunduğunu kayd eder. Bununla birlikte devlet adamları onların devlet işlerine müdahalelerine lüzüm görmüyorlardı.
Anadolu türklerinde devlet şekli teokratik değildi. Selçukluların ilk devirleri ile Osmanlıların kuruluşu sırasında devlet başkanları, beyler arasından demokratik bir sistemle, idare kabiliyetine ve şecaatma göre seçiliyordu. Bu başkanlık sonradan kabiliyet ve şecaatına bakmadan babadan oğula geçmeye başlayıp saltanat ortaya çıkmıştır. Osmanli sultanları 1517'den itibaren halife ünvanınıda alarak bütün islam aleminin dini lideri sayılmağa başlamış fakat onlar, kuvvetli oldukları devirlerde bu ünvana önem vermemişler, halifeliğe ait dini işleri şeyhülislamlara gördürmüşlerdi. İmparatorluk gerilemeğe başladıktan sonra uluslar arası ilişkilerde halifelik görevlerini ileri sürmeye başlamışlardır. Osmanlı İmparatorlarının halifelik hak ve salahiyetlerini iddia ettiklerini gösteren ilk resmi belge 1774 tarihli "Küçük Kaynarca Anlaşması" dır. Bu anlaşmaya göre Osmanlı İmparatorları Kara Deniz kuzeyindeki egemenliklerinden vazgeçtiler ve Kırım Türkleri'nin istiklâlini tanıdılar. Bu anlaşma sırasında Rusya İmparatoriçesi Katerina, Rus Çarlan için Türkiye'de yaşıyan ortodoks hıristiyanların himaye hakkını istedi. Bunun üzerine Osmanlı Sultanları da buna karşılık olmak üzere Kırım müslümanlarının dini bakımdan kendisine tabi kalmalarını ve anlaşmaya, Kırım müslümanları üzerinde halife sıfatı ile dini otoritesinin baki kalacağına, Kırım Yarımadası'ndaki bütün kadıların Osmanlı Sultanı tarafından tayin olunacağına dair bir madde eklenmesini istedi.
Osmanlı sultan-halifelerinin, devleti teokratik bir düzenle yönetmediklerinin bir delili de, devlet yönetiminde şeriat kanunlarından daha genişbir gelenek, görenek kanun ve tüzükleri (kavanin-i örfiyye) sisteminin mevcut oluşudur. Bir çok idari işler bunlarla yürütülüyor, vergiler bunlarla alınıyordu.
Devlet idaresinde durum böyle olmakla birlikte din adamları ile halk arasındaki ilişkiler daha başka idi. Din adamları halkı dünya işlerinden ve menfaatlarından mümkün olduğu kadar uzaklaştırıp âhiret işleri ile meşgul olmaya, az ile kanaata ve fazla kazançlarını sadaka ve zekât olarak elden çıkarmaya teşvik ediyorlardı ki bu sadaka ve zekâtlar mali durumları sadaka verenlerden çok daha iyi olduğu ve dinen, fakir ve muhtaçlara verilmesi gerektiği halde din adamlarına yani kendilerine veriliyordu.
Anadolu Selçukluları'nda siyasi ve askeri kudret önceleri, kabile geleneklerine bağlı atlı nomat teşkilatı elinde idi. Sonradan yavaş yavaş yerleşik hayata geçildikten, devlet idaresi babadan oğula gelen saltanat şekline döndükten sonra muhtelif dini liderler etrafında kümelenen halk toplulukları, Mevlevi-Bektaşi gurupları çekişmesinde olduğu gibi birbirleri ile, Baba İshak isyanında olduğu gibi bazan da devlet idaresi ile çatışma durumuna düşüyorlardı. Osmanlılar zamanındaki halk-din adamı ilişkileri de Selçuklulardakine benzemekle birlikte biraz farklı idi.
fütüvvetname
1923'den önce Osmanlılarda Durumu Düzeltme Çabaları
Osmanlı İmparatorluğu, kuruluşu sırasında, Ahiyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum, Baciyan-ı Rum, Gaziyan-ı Rum adları ile anılan sosyal, dini ve askeri yönleri olan dört kuvvetli ve geniş örgütten faydalanmıştı. İbn-i Batuta'nın uzun ve etraflı tafsilat verdiği Ahiyan-ı Rum örgütünün, yiğitlik ve mertlik tüzüğü diyebileceğimiz "fütüvvetname" adlı teferruatlı ve iyi düzenlenmiş bir tüzüğü vardı. Sonradan Anadolu'da, örneğini bu tüzüklerden alarak gelişen ve kurulan bir çok tarikatlar ortaya çıktı. Bu tarikat şeyhleri ve yakınları, kendilerini Osmanlı sultanına (halifeye) bağlı ve itaatlı tutma karşılığında sultanın zımni desteğini de elinde tutarak cahil halkın dini hislerini ve maddi varlıklarını sömürüyorlardı
Osmanlılarda da bu durum, tarikatların çoğalıp yayıldığı zamanlarda, halkın sırtından bedava yaşamayı âdet ve meslek edinen şeyhlerin ve tekkelerde yerleşen dervişlerin faaliyetleri sonunda halk topluluklarının sık sık sosyal ve idari kurumlarla, hatta zaman zaman devlet otoriteleri ile çatışır hale gelmelerini hazırladı ki bunun etkileri ve yankıları, türlü vesilelerle türlü olaylar halinde Cumhuriyet devrinde de görüldü. Bilhassa XVIII. yüzyıl başlarında imparatorluğun gerilemeye yüz tutmasından sonra devlet daha ziyade askeri sistemdeki ve sivil kurumlardaki bozuklukları düzeltme çabalarına giriştiğinden Anadolu halkının sosyal ve ekonomik durumları ile ilgilenemedi. Zaten bütün imparatorluk ülkelerinin merkezden yönetilmesi sebebi ile İstanbul dışında oturan halkın çektiği sıkıntı ve zorluklardan sarayın haberdar olabilmesi, olsa bile alınacak tedbirlerin, oralardaki çıkarcıların kurduğu barajları aşıp halka ulaşması çok zordu. Eğitimden mahrum halkın cehaleti, bu zorluğu daha ziyade artırıyordu. İşte bilhassa bu devrede din adamları yani imamlar, müftüler ve kadılar vatandaşın manevi duygularını son derecede sömürmeye başladılar. Bunu, sultanların zaman zaman çıkardıkları fermanlardaki ifadelerden açıkça anlıyoruz. Bir misal olmak üzere şu fermana bakınız: (İstanbul Baş Vekalet Arşivi, Mühimme Defterleri No: 78, sayfa. 891-899)
Halkın ıztırap ve şikayetlerinin çoğalması, askeri ve idari sistemin bozuklukları ve bunların sebep olduğu dış yenilgiler, üçüncü Ahmetten (1703-1730) başlayarak Osmanlı Sultanların, durumun ıslahma ve halkı uyandırmak için harekete geçmeye zorladı. Gerçekten, bir toplumun kültür hayatında en önemli faktör olan matbaa, icadından 300 yıl sonra üçüncü Ahmet devrinde Türkiye'ye girebildi.
Birinci Abdülhamit (1774-1789), üçüncü Selim (1789-1807), ikinci Mahmut (1808-1839), birinci Abdülmecit (1839-1861) ve Abdülaziz'in (1861-1876) çalışmaları sonunda, askeri, idari ve ekonomik alanlarda isabetli ve tesirli tedbirler alındı. Beşyüz yıla yakın bir süredir (1363-1826) Osmanlı İmparatorluğu'nun vurucu gücü olarak kıtalar feth etmiş fakat son zamanlarında çok bozulmuş, işe yaramaz, hatta zararlı bir duruma gelmiş bulunan Yeniçeri Ordusu kaldırıldı; madeni paranın yerini kağıt para aldı, vatandaş eğitimi bir devlet görevi olarak ele alınıp yer yer okullar açılmağa başlandı. 1840'da düzene konmaya başlanan şer'i kaideler (1869-1876) "Mecelle" adı altında kodifiye edildi ki bu mecelle bu gün Ürdün'de ve İsrailde'ki müslümanlar arasında kullanılmaktadır.
1831'de "Takvim-i Vakayi" adı altında ilk Türk gazetesi çıkmaya başladı. 23 Aralık 1876 günü ilk Anayasa ilan edildi. Bu yasa gereğince ilk millet meclisi kurulup devlet idaresi monarşiden meşrutiyet şekline getirildi. 1839'da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile muhtelif din ve milletlerden müteşekkil imparatorluk teb'aları arasında hak ve kanun eşitliği temin edildi.
Bütün bunlarla birlikte, tüm yönetim teokrasiye yani şeriat düzenine dayandığından ve Osmanlı Sultanları, aynı zamanda halife yani dini lider olduklarından, imparatorluk sınırları içindeki müslümanların islam dini emirleri yerine getirip getirmedikleri ile ilgileniyorlardı. Mesela bir müslüman namaz kılmazsa, içki içerse, Ramazan ayında oruç tutmazsa, islam dinini bırakırsa veya başka bir dine girerse kadı tarafından takibata uğratılır ve ceza verilirdi. 1776 Anayasası, sultanın keyfi idaresine ilk kez bir sınır çiziyordu; ama gene de demokrasi ve laiklik hususun da bir şey getirmiyordu. Mesela bu anayasanın 3. Maddesinde -Osmanlı Sultanları elinde, sultanlıkla birlikte halifelik vasfının birleştiği; 4. maddesinde ulu sultanın halife sıfatı ile islam dininin hamisi olduğu; 11. maddesinde - islam dininin devlet dini olduğu yazılı idi.
Bir milletin uygarlık yoluna düşebilmesinin ilk şartı din ve vicdan özgürlüğüne sahip olmasıdır.
Bu inanç ve vicdan özgürlüğü Türkiye'ye 1923 den sonra yani Cumhuriyet devrinde girmiştir.
1923'de ilan edilen Cumhuriyet rejiminin getirdikleri
1923 tarihi, Türk milletinin kaderi bakımından çok önemli bir dönüm noktasıdır. Bu tarihte monarşik idare bırakılıp Cumhuriyet rejimine geçilmiş, teokratik düzen bırakılıp laik düzen kabul edilmiş, kısa- cası bin yıldır kader ve kültür birliği yapılan islam dairesinden ayrılınıp batı kültür ve medeniyet dairesine girişilmiştir. Bu, bir milletin tüm bir silkiniş ile bin yıllık bir geçmişi bırakıp kendisine yepyeni bir hayat yolu çizmesidir ki böyle bir örneğe tarih boyunca ender raslamr.
Türk ulusu için en önemli devrim, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi lâikliktir.
Bu önem sadece dinin devlet işlerinden ayrılmasında değil, daha önemlisi, yurttaşa tam bir inanç özgürlüğü tanınmasındadır. Bu bakımdan laikliğin bir toplum tarafından benimsenmesi her şeyden önce o toplumun belli bir aşamaya ulaşmasına bağlıdır.
Türk tarihinde ilk kez ulaşılan ve elde edilen bu önemli devrimler büyük fikir ve devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk tarafından çizilmiş bir plan gereğince gerçekleştirilmiştir. Şöyle ki : Birinci Dünya savaşı sonunda İstanbul ve Anadolu'nun bir çok yerleri işgal edilmiş durumda iken, Osmanlı Sultanına karşı çıkan ve düşmanları yurttan kovmak için Mustafa Kemal komutasında örgütlenen milli kuvvetler 23 Nisan 1920'de Ankara'da parlamentoyu açıp milli bir hükümet kurdular. Bu parlamento 20 Ocak 1921'de bir anayasa çıkardı. Bu anayasada egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olduğu tesbit edildi. Bu maddeye dayanarak 1 Kas ım 1922'de saltanat ortadan kaldırıldı. Bu, Padişahın ve İstanbul Hükûmetinin reddi ve Türkiyenin parlamenter bir rejimle Ankara'dan idare edileceği anlamına geliyordu. Vahdettin 17 Kasım günü bir İngiliz gemisi ile Malta'ya kaçtı. 18 kasım 1922' de halifelik müessesesi devlet idaresinden ayrılıp, Osmanlı Hükümdar sülalesinden Abdülmecit Efendi halife seçildi. Bu, halifeliği, devlet idaresi ile ilgisi olmayan, sadece müslümanların dini lideri durumuna getirmek demekti.
29 Ekim 1923'de Cumhuriyet ilan edildi. 3 Mart 1924'de halifelik müessesesi ortadan kaldırıldı. 24 Mayıs 1924'de demokratik ve laik sistemin esaslarını kapsayan ilk Cumhuriyet anayasası ilan edildi.
1924 yılı Nisan ayında şer'iyye mahkemeleri kaldırılarak öğretim birliği gibi adalet birliği de temin edildi. 1925 Ağustosunda, fes, kalpak, külah vesaire gibi türlü baş giysileri kaldırılarak şapka genel baş giysisi yapıldı. Aynı yılın Kasım ayında, türlü tarikat şeyhleri, dervişler ve bunların taraftarlarının toplanıp halkın dini hislerini sömürerek onların sırtından yaşama yerleri olan tekke ve zaviyeler kapatıldı.
1926 yılında Avrupa devletlerinden alınan Medeni Kanun yürürlüğe girmiş, böylece Türkiye'de birden fazla kadınla evlenme ve istediği zaman kadın boşama, kadınlara mirasta yarım hak tanıma gibi şeriat usulleri kalkmıştır. Gene bu yıl, önceki anayasalarda yer alan "Devletin resmi dini müslümanlıktır" ibaresi kaldırılarak Türkiye Cumhuriyeti tam manas ile laikleşmiştir. Fransada kilisenin tamamiyle devletten ayrılması 9 Ocak 1905 kanunu iledir ki bu kanunun 2. maddesinde "Devlet hiç bir dini tanımaz, hiç bir din adamına maaş vermez, hiç bir dini kuruma maddi yardımda bulunmaz" hükmü yer almıştır.
Türkiye Cumhuriyetinin ikinci Anayasasıolan 1928 Anayasası'nın gerçekten hemen hemen bütün özgürlükleri getirdiği şu maddelerde açıkça görülür:
Madde-68) Her Türk hür doğar, hür yaşar. Hürriyet, başkasına muzir olmayacak her türlü tasarrufta bulunmaktır. Hukuk-u tabiiyeden olan hürriyetin herkes için sınırı, başkalarının hürriyet sınırıdır. Bu sınır ancak kanun ile tesbit ve tayin edilir.
Madde-69) Türkler kanun karşısında eşit ve kayıtsız şartsız kanuna uymakla yükümlüdürler. Her türlü zümre, sınıf, aile ve ferd imtiyazları kaldırılmıştır ve yasaktır.
Madde-70) Şahsi masuniyet, vicdan, düşünce, konuşma, yazma, seyahat, akd, çalışma, mülk edinme ve sahip olma, toplanma, cemiyet, şirket hak ve hürriyetleri Türklerin doğal hukukundandır.
Madde-71) Can, mal, ırz, mesken, her türlü taarruzdan masundur.
Madde-72) Kanunen muayyen olan durum veşekillerden başka bir suretle hiç bir kimse yakalanamaz ve haps edilemez.
Madde-73) İşkence, eziyet, musadere ve angarya yasaktır.
Yukarıdan beri gördüğümüz gibi, Cumhuriyet rejiminden sonra Türk vatandaşına bütün hak ve hürriyetleri verilmiş iken daha ilk zamanlardan başlayarak zaman zaman ve yer yer, fanatik dini hareketler görülmüş, bunlar Türk toplumunun sosyal ve ekonomik yaşantısına etki yapmışlardır. Şimdi bu olayları aşağıdaki plan içinde gözden geçirelim:
Mustafa Kemal Atatürk devri (1920-1938).
İsmet İnönü devri (1938-1950).
Demokrat parti devri (çok partili demokrasiye geçiş: 1950-1960).
Milli Birlik Komitesi (Askerlerin sivil idareye el koyması 27 Mayıs 1960-1962).
Adalet Partisi iktidarıdevri (1965-1971).
1969-1971 arasında A. P. nin aşırı partizanlığa dönüşü ve sonuç.
TÜRKİYE'DE TASSUBUN NEDENLERI
Önce, Türkiye'deki bu dini taassubun genel nedenlerini araştıralım: Bunları, üç büyük sebepte özetleyebiliriz :
1- Sosyo-ekonomik nedenler.
2- Kişisel neden-ler.
3- Dıştan gelen entrikalar, müdahaleler.
Şimdi bunları birer birer inceliyelim:
1- Sosyo-ekonomik nedenler:
Bu nedenin kökleri ta... Osmanlı imparatorluğunun kuruluşu sıralarına kadar çıkar. Bir kere Osmanlılarda halk:
a) bilim adamları,
b) askerler,
c) esnaf ve sanatkârlar,
d) halk (reaya),
e) köle ve cariyeler olmak üzere beş sınıftı.
En geniş ve toplum yaşantısında en etkili olan iki sınıf, yani reaya ve esnaf-sanatkârlar sınıfları arasında bir âhenk kurulamamıştı. Devlet, her sınıfı ayrı bir teşkilat altına alıp bu yolla onları kolayca kontrol etme prensibini benimsemişti. Mesela Avrupada feodal beyler ve kırallar çoğunlukla esnaftan çok, tüccarları destekledikleri halde Osmanlılarda durum tersine olmuş devlet loncaları, tüccarların tekelci davranışlarına karşı korumuştur. Bu nedenle imparatorluk içinde çok geniş bir lonca örgütü kurulmuştur.
İlmiye ve askeri sınıflar, memur sınıfını teşkil ediyordu. Bunlar arasında da bir ahenk yoktu. Bunlar, birbirlerinin yerine göz diktiklerinden ihbar ve şikayetler çok oluyor, bunları aziller ve mal musadereleri takip ediyordu.
Ekonomik hayatın durgunlaştığı 17. yüzyıldan sonra mal musadereleri daha sıklaştı, memurların görev süreleri de kısaltıldı. Bu yüzden memurlar yerlerini para ile, riişvetle aldıklarından halktan zorla para sızdırmalarına girişerek hem reâyâ taifesinin durumunu ağırlaştırdılar hem ticareti baltaladılar. Yüksek memurların ve zengin tüccarların mallarının musaderesi, vakıf tesislerinin artmasına sebep oldu. Vakıflar musadere dışında kaldığından zenginler servetlerini musadereden kurtarmak için onu bir hayır işine vakf ediyorlar bu yolla da vakfın mütevellisi yani kontrolcüsü ve idarecisi tayin ettikleri çoluk çocuklarına daimi bir gelir sağlamış bulunuyorlardı. Devletin bilinçli bir ticaret siyaseti yoktu. Hıristiyan ülkelerinde yapılan fetihler durduğunda hazine, ganimet malları yolu ile beslenmekten yoksun kalınca, devlet borç para alma yoluna gitmeyip ya vergi zammına veya para değerinin düşürülmesine başvuruyordu ki paranın değerini düşürmekle halktan çifte vergi almış oluyordu; çok daha sıkışık duruma düşünce -son zamanlarda olduğu gibi- saraydaki değerli altın ve gümüş eşyayı darphanede erittirip para bastırılıyordu.
İmparatorluk toprakları 60-200 dönüm (15-50 acres) lük çiftliklere ayrılmış olup, bu çiftlikler hiç bölünmezdi. Bunların gelirlerinden eyalet askeri dediğimiz timar ve zaamet sahipleri subaylar maaşları karşılığı tahsisat alırlardı. Bu kimseler aynı zamanda ve dolayısıyla köylerin kontrolörleri idiler. Bunlar halka iyi muamele ettikleri zamanlar toprak gelirleri artmış kötü muamele ettiklerinde gelirler düşmüştür. Öte yandan iç ve dış savaşlar da devletin yakasını bırakmıyordu. İmparatorluğun geniş topraklarında çıkan isyanlar siyasi ve ekonomik buhranlara sebep oluyordu. Bir misal olarak Cumhuriyetten önceki kırk elli yılı ele alırsak bu sürede yalnız Anadoluda 12 ayaklanma olmuşve halk dört büyük savaşa katılmıştır.
Bu sosyo-ekonomik düzensizlikler Osmanlı vatandaşını ekonomik mutluluğa ulaşmaktan alıkoymuş, yoksul kişileri, mademki bu dünyada zevk almaya, mutlu olmaya imkan yoktur o halde hiç olmazsa âhireti bari kazanayım diye dine sarılmaya sevk etmiştir. Halkın çok büyük bir kısmı dini bakımdan da bilinçli olmadığından, çıkarcı softanın ağına, aldatmacasına kolayca düşmüştür. Yani halk, ekonomik ve sosyal düzenin bozukluğu yüzünden dini tahrik ve telkinlere kapılmaya hazır bulunuyordu.
2- Kişisel nedenler:
Kişisel nedenlerin başında cehalet gelir Osmanlı İmparatorluğunda halkın okur yazar oranı çok düşüktü. Her halde % 5-6 dan fazla değildi. Ayrıca ibadet dilinin, halkın konuştuğu dilden gayri bir dil yani arapça oluşu da en büyük olumsuz nedendi.
Kişisel nedenler üç gurupta toplanabilir:
a) dini vakıflardan faydalanmış olanlar,
b) Tekkelerden fay- dalanmış olanlar,
c) Nüfuz ve prestijlerini kayb edenler.
A) Dini vakıflardan faydalanmış olanlar:
Dini vakıflar, bir sosyal ihtiyaç ve hayır kurumları olarak ortaya çıkmışlardır. Aslında Kur'anda ve hadislerde buna dair bir kayıt yoktur. Sırf hayır işi için yapıldığı ve amme işlerinin devletin asil görevleri arasında bulunmadığı sıralarda vakıflar, muhakkak ki çok lüzumlu, faydalı ve önemli bir hayır kurumları idiler. Diğer bir çok hayır kurumları gibi bunlar da, İmparatorluğun son zamanlarında asıl amaçlanndan uzaklaşmış, gittikçe genişliyerek, vakıfları yapanların, yakınlarına kendilerinden sonra sağlam ve garantili bir geçim yolu sağlama aracı durumuna düşmüşlerdi. Bunlar, kuyuların, çeşmelerin, okulların, han ve hamamların, camilerin, türbe, tekke ve zaviyelerin yapım, bakım ve devamlılıklarının temin için, fakirlere yiyecek, giyecek vermek için ilah... gibi türlü gayeler için kuruluyorlardı. Bunların idarecileri, git gide, vakıf gelirlerini asıl amaçlarına harcıyacak yerde kendi ihtiyaçlarına sarf etmeye başladıklarından ve bu gibi amme işlerini bizzat devlet yerine getirdiğinden, T. C. İdaresi bu Vakıfları, "Vakıflar Genel Müdürlüğü" adı ile kurduğu resmi bir teşkilata bağlayıp gelirlerini bu kurum eli ile asıl amaçlarına sarf ettirmeye başladı. Bu Vakıflar Genel Müdürlüğünün kurduğu "Vakıflar Bankası", vakıf gelirlerini işleterek de değerlendirmektedir.
İşte bu vakıf gelirleri yemliği elinden çıkmış olan binlerce kişiden çoğu ve bunların menfi propagandaları ile kulakları dolmuş olanlar, Cumhuriyet rejimine, devrimlere, layisizme karşı cephe almışlardır.
B) Tekkelerden faydalananlar:
Yukarıda da değindiğimiz gibi, tekkeler de, bütün başka yararlı kurumlar gibi, okul, gazete, dergi, radyo, telgraf, telefon gibi bilgi ve kültürü süratle yaymaya yarayan araçların bulunmadığı zamanlarda önemli yapıcı roller oynamışlarken git gide fakir halk sırtından bedava geçinen kimselerin toplandığı birer miskinler karargahı haline gelmişlerdi. Sayıları elliyi geçen bu dini zümre ve tarikatların kendilerine derviş, şeyh veya seyyid -yani peygamber sülalesinden gelme- ünvanını veren kişiler buyruğunda, tekke, zaviyelerde yerleşmiş mensupları, imparatorluk ülkelerinde dal budak salmış olup, adaklar adatmak, kur'an, mevlid ve dua okumak gibi yollarla halktan para, eşya ve mal toplarlar, bunları, çöreklendikleri bu meskenet yuvalannda merasimlerle, zevk ve neşe içinde yerlerdi. Osmanlı imparatorluğunun son devirlerinde en yaygın ve etkili tarikat, nakşibendiye tarikatıdır. İleride de göreceğimiz gibi Cumhuriyetin ilk devirlerinde yapılan devrim hareketlerine karşı bu tarikatın mensuplarının büyük tepkileri, menfi davranışları olmuştur. Bu tarikat mensuplarının yıkıcı faaliyetleri günümüze kadar devam etmiştir ve hala da etmektedir.
Bir taraftan 15-20 yıl içinde yapılan Balkan savaşı, 1. cihan savaşı ve kurtuluş savaşı gibi büyük kanlı savaşlar halkı çökertip yorgun ve yoksul hale getirirken bir taraftan da bu tarikatçıların sömürmesi memleketi iyice harap ediyordu. Cumhuriyet hükümeti bu tarikatları ve tekkeleri de kaldırdı. Bütün yurt düzeyine yayılmış böyle, bedava yaşama imkanları ellerinden alınmış yüz binlerce insan ve bunların yakınları, Cumhuriyetin getirdiği bütün iyi şeylere karşı olacaklardır ve olmuşlardır. Bu tarikatçılar, fakirlik, cehalet ve umutsuzluk nedeni ile her türlü kötü telkine hazır olan Anadolu halkını, ayrıntılarını aşağıda göreceğimiz dini ayaklanmalara sürüklüyorlardı.
C) Prestijlerini kayb edenler:
Osmanlı imparatorluğunda bazı kimseler vardı ki babadan, şeyhten devr aldıkları veya seyyidlik ünvanında olduğu gibi para ile satın aldıkları bir takım lakap ve ünvanları kullanır, bu ünvanlardan bazılarını kullananlara mahsus özel giysileri giyer, bu yüzden halk katında nüfuz ve itibar sahibi olurlardı. Bu ünvanlar : "Şeyhlik, dervişlik, müridlik, dedelik, seyyidlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiblik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, nushacılık, beylik, paşalık, ağalık, hacılık, hafızlık, hocalık, mollalik, beyefendilik, hanımefendilik" idi.
Bu ünvan ve lakapları ve bunların bazılarının özel elbiselerini giyen başgiysilerini kullanan yüz binlerce insan vardı. Hatta bu ünvan ve lakaplardan bazıları, sahiplerine özel bir imtiyaz da veriyordu. Onlar bu hak ve imtiyazlara dayanarak halkın emeğini, hürriyetini, malını, canını istismar ediyorlardı.
Cumhuriyet rejimi, bütün vatandaşları eşit kıldığından bu imtiyazlı zümrelerin çıkarlarını ayrı birer kanunla kaldırdı. Öyle ki devlet bunları, Türk toplumunun çağdaş uygarlık düzeyine erişmesi ve Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğini koruma amacını güder mahiyette saydığından 1961 tarihli Türk anayasasının 153. maddesinde bunlardaki hükümlerin anayasaya aykınlığının ileri sürülemiyeceğini dahi kuvvetle teyit ve tesbit etmiştir. İşte bu kanunlarla ünvanlan ellerinden alınan, özel imtiyazlı elbiseleri giyemeyen yüz binlerce insan, halk katında nüfuzları kırılmış, onlarla aynı seviyeye indirilmiş olduklarından elbette bunlar da, laik ve demokratik devrimlere düşman olacak, halkı bunlar aleyhine körükleyeceklerdi.
3- Dış entrika ve müdahaleler:
Bu faktörü de bir kaç kategoride özetlemek mümkündür:
A- Türk hükümetinin ilerlemesinde gelişip kuvvetlenmesinde kendi çıkarları bakımından sakınca görenler:
Bu kategoriye, İngiltere, Rusya gibi devletler girer. İngiltere Türkiye'nin gelişip güçlenmesinden, o zamanlar elinde bulundurduğu müslüman devletlerinin Türkiye'yi örnek alarak özgürlük hevesine düşeceklerinden, Irak petrollerinin tehlikeye gireceğinden korkmuş bu nedenle Türk halkını dolaylı yollarla ve el altından gericiliğe teşvik faaliyetlerine girişmiştir. Hatta daha ileri giderek devrimlerin baş kahramanı olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü öldürtmek için Mustafa Sagir adındaki, özel olarak yetiştirilmiş casusu yollamıştır. Atatürk, kendisi ile ilk görüşmede bu casusun maksadım anlayıp polise teslim ettirmiş, yapılan mahkemede maksadını itiraf ederek suçu sabit olmuşve idam edilmiştir.
Rusya da, hem Türk topraklarında ve boğazlarda gözü olduğundan hem de komunist rejimini yaymak için Türkiyenin güçlenmesini istemez. O da gericilik ve anarşi hareketlerini büyük ölçüde teşvik etmiştir.
B- Uzun yüzyıllar Türk idaresinde kalıp yeni özgürlüğe kavuşan komşu müslüman devletlerinin kıskançlık hisleri:
Gerçekten, Suudi Arabistan, Mısır, Suriye, Ürdün ve Irak gibi müslüman devletlerde, "Hizb üt-Tahrir", "Rabıtat ül - İslami", "el-Fetih" gibi adlarla kurulmuş bulunan gizli maksatlı teşekküller, Türkiye'deki son gericilik ve anarşi hareketlerinde ön ayak olmuşlardır. Bu davranışların bir sebebi de, bunlardan bir kısmı, zengin maddi kaynaklara sahip oldukları halde geri kalmış durumda olduklarından ve idarecileri, çıkarlarının sürdürülmesini, halklarının cahil kalmasında gördüklerinden, Türkiye' deki çıkarcı-gerici örgütler vasıtası ile Türkiye'yi taassuba ve anarşiye itip kendi halklarına, bakınız 600 yıldır bizi idare edenler de bizden daha ileri değildir diyebilmek arzusudur.
C- Hıristiyanlık gayreti:
Bu durum daha ziyade, Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu ilk sıralarda olmuştur. Arka arkaya girilip çıkılan uzun ve yorucu savaşlardan manen ve maddeten yorgun çıkmış olan Türkiyenin kolayca din değiştirebileceğini, onun da tam zamanı olduğunu düşünen hıristiyan alemi bu hususta büyük gayretler sarfettiler. Bu maksatla incili Türkçeye tercüme ettirip iri puntolarla bastırıp Anadolunun en ücra köşelerine kadar dağıttılar. İstanbul'da, Tarsus'ta, İzmir'de, Talas'ta kolejler açıp Türk çocuklarını buralarda hıristiyan yapmak istediler. Fakat babalıoğullu bir Tanrı inancına dayanan hıristiyanlık, Türk halkınca kabul edilemezdi, bu telakki bugünki Türk mantalitesine uymazdı. Bu, Türk tarihini de bilmemek demekti. Aynı metodu 7. yüzyılda araplar Orta Asya Türklerin asırlarca beyhude yere denediler. Türkler aslında mutaassıp değildir ama başkasının tazyiki ile din değiştirmez. İşte bu yanlış hesapla "Kitab-ı Mukaddes Şirketleri" Türk halkı arasına taassubu yayarak başarı elde etmeye çalıştılar.
Nihayet, buraya kadar sıraladığımız bütün bu sebep ve faktörlerin yanında bir kuvvetlisi de hiç şüphesiz halkın cehaleti ve geri kalmışlığı idi. Cehalet, bilgiye ve yeniliğe düşmandır. Genel bir psikolojik kural olarak cahiller akıl erdiremedikleri şeylere karşı sempati duymazlar. Hatta bazıları böyle şeylere düşman kesilirler; yani cahiller, bilgiye, yeniliğe düşman olduklarından laik ve demokratik düzene karşı çıkan hareketlere katılmış veya onları desteklemişlerdir.
Şimdi, dini olaylar denen bu gericilik akımlarını, siyasal iktidarlar devreleri içinde inceleyelim:
GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK DEVRİ (1920-1938)
Mustafa Kemal Atatürk, Osmanlı imparatorluğunun bir çok yerlerini : Balkanlar, doğu ve güney doğu Anadoluyu, Suriye, Lübnan ve Ürdün bölgelerini gezip dolaşmış, Kuzey Afrikada Derne, Tobruk ve Trablusgarp savaşlarına katılmış, imparatorluğun son devrinde kurulmuş siyasal Partilerle ilgilenmiş, Osmanlı prensi Vandettin ile Almanyaya gidip orada Alman Imparatoru Wilhelm, Mareşal Von Hindenburg ve general Lüdendorf ile görüşmüş, Bulgaristan ataşe militerliğinde bulunmuş bir kişidir. O aynı zamanda çok okuyan, milletinin tarihini, karakterini iyi tanıyan geniş kültürlü ve tarihin ender yetiştirdiği bir büyük insandır.
M. Kemal Atatürk, Türk milletinin talihinin çok kötü olduğu, yurdun bir çok yerlerinin düşman tarafından işgal edilmiş bulunduğu bir zamanda ortaya atılmış, Türk halkıda onun, yurdu kurtarmak, bir çok alanda reformlar başarmak hususunda yaptığı çağırıya koşmuştur. Türk milletinin, onun etrafında top-lanmasının bir nedeni de, yüz yıllardır koruduğu, uğurlarında kan döktüğü, maddi ve manevi her türlü yardım yaptığı araplar tarafından ihanete uğramasıdır. Vehhabilerin yani Mekke şerifi Hüseyinin ve birinci cihan savaşında Suriye, Lübnan, Ürdün ve Irak halkının, işgalcilerle işbirliği yapıp Türk ordularına saldırmaları bunun açık misalleridir. Ayrıca öteden beri ve bugün bile Anadolu köylüsü türk çocuklarını muhtelif arap memleketlerine götürüp bir beyin yıkama ameliyesi ile yetiştirip devrim ve memleket düşmanı olarak geri yolladıklan bir gerçektir (bu hususta önemli bilgi için bak. F. Yavuz. Din eğitimi ve toplumumuz, ss. 48, 164 vd.).
K. Atatürk 1923 yılı 29 Ekiminde ilân edilen Türkiye Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanı olmuş, her dört yılda bir yenilenen milletvekili seçimlerinde yeniden Milletvekili, Meclislerce de Cumhurbaşkanı seçilmiş, öldüğü 10 Kasım 1938 gününe kadar bu göreve devam etmiştir.
Şimdi, Cumhuriyet devrinin laikliğe ve demokrasiye girmiş olmasına rağmen ortaya çıkmış olan, bazıönemli nedenlerini burada özetlediğimiz dini hareketlerin, daha doğrusu taassup ve gericilik hareketlerinin neler olduklarını ve nasıl cereyan ettiklerini gözden geçirelim:
Cumhuriyet rejimine ve onun getirdiği yeniliklere karşı ilk tepkiler
Halifelik müessesi, Cumhuriyetin ilanından sonra bir süre daha devam etti. Bu nedenle dini hisler sömürücüleri işin ve devrimlerin ciddiyetini pek kavrayamadı. 4 Mart 1924'de halifelik bir kanunla kaldırıldı. Bu, her şeyden önce Türkiye Cumhuriyetinin "Dini Demokrasilik ve Laiklik" gibi garip bir özelliğine son verdi; ama bir buhranın patlak vermesine de sebep oldu. Dini hisler sömürücüleri memlekette yer yer olaylar çıkartmaya başladılar. Öte yandan Türkiye dışındaki islam alemi de hilafet müessesesinin kaldırılmasından sonra durumun ne olacağını çözememişti. Esasen arap aleminin büyük bir kısmı Osmanlı imparatorluğunun yıkılması için imparatorluğun düşmanları ile işbirliği etmişlerdi. Hilafet kaldırılınca, dini lider konusunu çözümlemek amacı ile 1926'da Kahire'de ve Mekke'de, 1931'de Kudüs'te, 1932'de Madras'ta, 1945' de Cenevre'de yapılan toplantılar hiç bir sonuca varamadı.
1924 yılı sonlarında "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası", T. B. M. Meclisinin gergin ve elektrikli havası içinde kuruldu. Bu partinin 6. maddesinde "fırka efkâr ve itikadat-ı diniyeye hürmetkardir" prensibi yer almıştı. İşte bu partinin yarattığı atmosfer içinde ilk olaylar başgösterdi. Kurtuluş savaşı sırasında hilâfetçi ayaklanma, Şeyh Said isyanı ile tekrar ortaya çıkmıştı. Nakşibendi tarikat şeyhi Palu'lu Şeyh Said'in teşkilatlandırıp silahlandırdığı kuvvetler 13 /14Şubat 1925 gecesi GENÇ (Bingöl) il merkezini basmış, Mart ayı başlarında Osmaniye ve Ergani İlçelerine girmişlerdi.
Şeyh Said isyanı, ilk bakışta dinsel nitelik arkasında, kürt milliyetçiliğinin ve bir ölçüde de Ingiltere kışkırtmasının izlerini taşır. İngiliz silah fabrikalarından doğuya silah yollandığı, isyanla ilgili İstanbuldaki Şeyh Abdülkadir'in, İngilizlerle müttefik bir kürt kırallığı kurma peşinde olduğu anlaşılmıştır.
Bir dinci tepki olarak ortaya çıkmış olan bu isyan, 17 Kasım 1924'de kurulmuş bulunan "Terakkiperver Cumhuriyet Partisi" tarafından desteklenmişti. Bu sebeple "Ittihat ve terakki fırkası"nın bir devamı da sayılan bu parti, takrir-i sükun kanununa dayanılarak 3 Haziran 1925 de kapatıldı.
Şeyh Said'in tezgâhlayıp teşkilatlandırdığı isyan büyüdü, bastırmak için asker yollandı. Said ve taraftarları tutulup mahkeme edildiler. Şeyh Said ve öteki suçlular mahkum olup asıldılar (29 Haziran 1925).
Bu sırada şapkanın resmi başgiysisi olma konusu yobaz çevrelerin yeniden ayaklanmalarına yol açtı. O zamana kadar Türkiyede fes, sarıklı fes, takke, kalpak, keçe külâh gibi türlü şeyler başa giyiliyordu. Bu acayip kıyafet biçimi, yalnız büyük şehirlerde değil, küçük kasabalardaki aydınları bile rahatsız ediyordu. Meselâ Gerede kasabası Belediyesi, kasabada din adamlarından başka kimsenin, sarık ve yazma sarmamalarını, eski püskü başgiysisi giymemelerini, bu başgiysilerine eski püskü sarık, parça, şal sarmamalarını kararlaştırmış ve buna aykırı davranışları yasaklamıştı.
Bir süre sonra, Bakanlar Kurulu 2 Eylül 1925 gün ve 2413 sayılı bir kararname ile memurların şapka giymelerine karar verdi. T. B. M. Meclisinde tartışmalar olunca konuyu halka duyurma işini bizzat Cumhur Başkanı M. Kemal Atatürk üzerine aldı. 1925 Ağustos sonlarında, başına şapka giymiş olarak, İnebolu, Kastamonu ve Çankırı'ya yaptığı gezilerde özetle şunları söyledi.
"Türkiye medeni olmak zorundadır. Zira medeniyet ateşi karşısında durulamaz, o karşısına çıkanları ateşi ile yakar geçer. Türk halkı aile yaşantısı ile, yaşayış biçimi ile uygar olduğunu göstermek zorundadır. Uygarlık ise iç ve dış görünüşler, biçim ve temel bakımlarından gereklidir. O zamanki acaip kıyafetlerimiz milli midir? Hayır. Milletler arası midir? Hayır. O halde kıyafetsiz bir millet olamaz. Turan (Orta Asya Türk Yurdu) kıyafetini araştırıp yeniden diriltmeye gerek yoktur. Me-deni ve uluslar aras kıyafet, değerli milletimiz için uygun bir giyimdir. Bu giyim biçimini benimseyeceğiz, ayakta ayakkabı ve fotin, bacakta pantalon, yelek, gömlek, kıravat, ceket ve tabiatı ile bunların tamamlayıcısı olmak üzere başta şapka olacak. Şunu açık söylemek isterim, bu giysinin adına şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi işte şapkamız."
Şapka giymeyi kafirlik sayan çıkarcı yobazlar, yer yer karışıklıklar çıkarmaya başladılar. Rize'de ortaya çıkan olaylar bunların en genişidir. Hükûmetin zorla şapka giydireceği, kadınların çarşaflarını açacağı, Kur'anı kaldıracağı yolundaki propagandalar halkı galeyana getirdi, ayaklanan halk 25 Kasım 1925 günü Rize'de olay çıkardı. Hareket, Of ilçesinede yayıldı, kandırılmış köylüler silahlı bir isyan hareketine giriştiler. Nakşibendi tarikatı mensuplarının her zamanki gibi bu olayda da tesiri görüldü. Bu olay, Giresunda da taraftarlar buldu. 28 Kasım 1925 tarihinde şapkanın resmi başgiysisi olduğuna dair kanun çıkınca daha başka yerlerde de olaylar çıkmıştı. Mesela Ocak 1926 ayı içinde bir pazar günü Erzurumda okunan mevluddan sonra hocalar bir yürüyüş yapmışlar ve halk kendilerine katılmıştı. Bu işi tezgâhlayanların mahkeme edilişinde, halkı kışkırtmada "Muhafazai mukaddesat cemiyeti" ile " İslam Taali Cemiyeti" kurucularının rolleri olduğu meydana çıktı.
Maraş ilinde de olay camiden başlatılmış, Ulu Cami'den çıkan bazı kışkırtıcılar, bunlardan Süleyman oğlu Mahmut adında biri, elinde bayrak, "şapka giymiyeceğiz" diye nara atarak yürüyüşe ön ayak olmuştu. Çankırının Çerkeş ilçesi camii kapısına da şapka aleyhtarı bildiriler yapıştırılmıştı. Yukarıda nedenlerini saydığımız çıkarcıların tezgâhladıkları propagandalarla olayların büyümesi üzerine hükûmet kuvvetleri harekete geçti, ayaklanmalar bastırıldı ve hemen Ankarada istiklâl mahkemesi kuruldu.
Gericilik olayları ile ilgili olarak İstanbulda da tutuklamalar yapılmış "Tesettür-ü Şer'i", "Frenk mukallitliği ve Şapka" başlıklı kitapların yazarı İskilipli Atıf Hoca, Tahir el-Mevlevi, yazarlardan Ömer Rıza (Doğrul) ve bazı kitapçılar bunlar arasındadır. Mahkeme bir çok asılma cezası vermiştir ki Atıf Hoca bu asılanlar arasındadır. 6 Mart 1925'de İstanbul'da altı gazete ve bu arada 16 Nisan 1925'de Tanin Gazetesi kapatılmış, 17 Nisanda başyazarı Hüseyin Cahit (Yalçın) tutuklanmış, 22 Nisan 1925'de 635 sayılı kanun değiştirilerek o zamanın ceza kanununda Cumhuriyetin korunmasına dair değişiklikler yapılmış 11 Ağustosta Ahmet Emin (Yalman) tutuklanmış, 15 Haziranda da Lütfi Fikri'nin beraatine karşılık on bir "Tarikat-ı Selasiye" üyesi ölüm cezasına çarptırılmıştır. Bu olağan üstü tedbirler 1927 yılına kadar sürmüş7 Mart 1927'de, istiklal mahkemeleri kaldırılmıştır.
Artık gericilik düşünceleri ortadan kalktı, yurt çıkarlannın fen ve tekniğe yönetmede olduğu anlaşıldı sanıldığı bir sırada yeni olaylar başgösterdi. Esasında islam dini, fikri yargıya ve mantığa dayandığı halde din adamları, bilgi edinmek hususundaki tembellikleri yüzünden gittikçe kapkara bir cahalete düşmüş, dini kural ve görevleri, birer anlamsız şekiller yığım haline getirmişlerdir. Bu hale geldikten sonra yeniliklere yönelme hususunda açılacak gediklerin, verilecek tavizlerin, kurdukları bu gerici çıkar düzenini yıkabileceği korkusu onları birbirine kenetlemiş ve bu kenetlenmiş cahil sözde din adamı zümresi yıllar boyu, yeniliklere akıl erdirmenin ve onları benimsemenin değil, yeniliklerden, mantıkiden, doğrudan kaçmanın, halkı bu fikirlere düşman etmenin tekniğini geliştirmişlerdir. İşte daima bu telkinlerle beslenen kara ruhlu çıkarcı cahil zümre, sayıları az da olsa zehirlerini saçmak için daima fırsat gözetlemişlerdir. Gene cehaletleri yüzünden bir iki yerde, kendileri gibi düşünen bir kaç yüz kişi buldular mı, bekledikleri günün geldiğini sanıp ayaklanırlar.
1930'da bu düşüncedeki kişilerin sebep olduğu yeni bir olay çıktıve hareket Menemen'de başladığın- dan "Menemen Olayı" olarak tarihe geçti.
Menemen Olayı
Bu olay, 22 Aralık 1930'da oldu. İşi, daha önce aralarında tertipleyen altı kişiden Nakşibendi tarikatı mensubu derviş Mehmet ve beş arkadaşı, Menemen yakınında Kese köyüne uğradılar. Burada halka, kendi taraftarlarının İstanbul'u sardığını, 770 bin kişi olduklarını söylediler. Buradan Menemen'e varıp camide sabah namazında derviş Mehmet, Ankara hükümetini atıp, ikinci Abdülhamidin oğlu Selim'i halife ilan edeceğini söyledi. Camiden, üzerinde "İnna fetahna leke fethan mübin" yazılı bayrağı alıp hükümet konağı önüne geldiler. Burada derviş Mehmet kendini Mehdi (kurtarıcı, doğru yola getirici) ilan edip şapkalarını çıkararak kendisi ile birlikte zikre başlamalarını emretti.
Bu sırada ilgililer işi yalın bir olay sanıp küçük bir askeri birlik yollamışlardı. Bu gelen askerlerin başında, asıl mesleki öğretmen olan bir yedek subay bulunuyordu. Adı Kubilay olan bu subay derviş Mehmed'e, teslim olmasını ihtar etmiş, derviş, arkadaşı Şamdan Mehmet'e verdiği bir emirle Kubilay'ın öldürülmesini istemişti. Binden fazla insanın tekbir sesleri arasında öldürülen genç subayın testere ile kesilen başı, bir bayrağın ucuna takılarak halka gösterildi. Şehid subayın kanını içen katil dervişMehmet halka dönüp: "Ey müslümanlar! Halife Abdülmecit sınırda bekliyor, kalkan müslümanlığı kurtaralım"diye bağırdı. Yirmi dakika süren alçakça öldürme olayından sonra gelen jandarma birlikleri isyancılar üzerine ateş açtılar. Cahil yobazlar kendilerine kurşun geçmeyeceğini iddia etmişler ve hükümet kuvvetlerine ateş etmeye başlamışlar bunun sonunda derviş Mehmet ve yardakçıları çarpışma sırasında öldürülmüşlerdir. Sonradan yapılan tahkikat, bu olayın, Şeyh Said isyanında olduğu gibi, Nakşibendi olaylarının bir zinciri olduğunu, tarikat şeyhlerinden Esad efendi, Şeyh Halit ve hoca Saffet'in yönetiminde geliştiğini ortaya çıkarmıştır. Ayrıca bunların memleket dışından da desteklendiği ve yardım gördüğü de tesbit edilmiştir.
Menemen olayı yurt ölçüsünde büyük tepkiler yarattı. 30 Aralıkta olağan üstü bir toplantı yapan Bakanlar Kurulu, olayı bütün yurda duyurmuştur.
Başbakan İsmet Paşa (İnönü) 31 Aralık 1930 da C. H. P. gurubunda yaptığı açıklamada olayın özelliklerini şöyle anlatmıştır : "Hilafeti geri getirmek, teokrasiyi tesis etmek, Türk devriminin getirdiği siyasal ve sosyal düzeni yıkmaktır". Aynı gün Menemen, Manisa, Balıkesir ve Antalya'da yapılan tutuklamalarda ele geçenlerin sayısı 2200'ü bulmuştu. Menemen ve dolaylarında sıkı yönetim ilan edildi. Bu sırada yurdun her tarafında gericiliği, yobazlığı lanetleyen toplantılar yapıldı. 3 Ocak 1931 günü Muğla'lı Mustafa Paşa (Mustafa Muğlalı) başkanlığında Divan-ı Harp Mahkemesi kuruldu.
T. B. M. Meclisinin 1 Ocakta başlayıp devam eden birleşimleri çok heyecanlı oldu. Başbakan İsmet Paşa, olayla ilgili demecinde, Menemen hareketini, tarihi gericilik gelişmelerine bağlayarak: "Bu, yüzlerce yıldan beri dini siyasete alet eden bütün olayların bir tekrandır. Bu zavallılar laikliğe karşı gelerek şeriat istemektedirler. Gerçekte ise çıkarlarını kayb etmişlerdir onu tekrar ele geçirmek istemektedirler, zira din işleri dünya işlerinden ayrılalı yıllar geçmiştir" demiştir.
Divan-ı Harp duruşmaları başladığında bunları halk büyük bir ilgi ile izlemiş, Şeyh Esadın Nakşibendi halifesi sayılması olaya ilgiyi büsbütün artırdı. Mahkeme sonunda 28 kişiye ölüm cezası verildi ve asıldılar; bir çoğu da ağır hapis cezaları ile cezalandırıldı.
Menemen olayı, islamcı cereyanın soysuzlaştırılmasına dayanan çıkarcıların, dini hisler sömürücülerinin tertiplediği bir gericilik hareketidir, Nakşibendi hareketlerinin tipik özelliklerini taşır. Bu hareket önceki olaylara bağlandığı gibi sonraki olaylarıda kendisine bağlar. Bununla birlikte, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan beri cereyan etmiş olan en önemli ve geniş örgütlenmiş gericilik olayıdır.
Bursa'da arapça ezan olayı
Bilindiği gibi ezan, namaz vaktini bildirmek ve bu ödevini camide yapmak isteyenleri çağırmak için tertiplenmişbir sünnettir. Peygamberin kabul etti ği bir namaz vakti haber verme şeklidir. Aslında her islam cemaatinin ezanı, kendi dilinde okuması daha doğru olur. Nitekim onuncu yüzyılda Kuzey Afrikada berberi müslümanlar ezanı uzun yıllar berberce okumuşlar, bu durum islam aleminin hiç bir yerinde en ufak bir tepki görmemiştir. Hal böyle iken gene malum çıkarcı şirketler ezan meselesini çıban başıyapmak istemişlerdir. 1 Şubat 1933 günü ortaya çıkan olay gene bir Nakşibendi tarikat olayıdır ve işi, bu tarikat mensupları tezgahlamışlardır. Bu tarikata mensup Konyalı İbrahim ve arkadaşları o gün öğle namazından sonra Bursa'nın Ulu Camiinden çıkan halka "dinini seven bizimle gelsin" diye bağırmışlar, yanlarına biriken kalabalıkla ayetler okuyarak gürültülü bir yürüyüşle Evkaf Müdürlüğüne gitmişler, müdüre "başka yerlerde arapça ezan okunduğu halde niçin Bursa'da Türkçe okunuyor" diye sormuşlar, müdür, vilayetin emri olduğu cevabını verince kalabalık Vilayet Konağı önüne gitmiş ve kolluk kuvvetleri derhal olay yerine gelerek kalabalığı dağıtmış elebaşıları yakalayıp adalete teslim etmiş, suçlu görülenler cezalandırılmıştır.
Siirt'te Şeyh Halit ve oğlunun Tertipleri
Beşiri ilçesinin Kayıntar köyünde oturan Halit, kendini Nakşibendi şeyhi ilan etmiş etrafına küçük bir toplulukta biriktirmişti. Bu adam, 1935 yılı Aralık ayında müritlerini Eruh ilçesinin bazı köylerine propaganda yapmaya yolladı. Müritler gittikleri yerlerin halkını şeyh Halide tabi olmaya ve onu mehdi olarak tanımaya zorlamışlardı. Halk kendilerine inanmayınca bu kez adam öldürmeye ve yaralarnaya başladılar. Hükümet kuvvetleri bu cahil şakileri derhal yakalayıp mahkemeye vermiş ve yapılan mahkeme sonunda suçlu görülenler cezalandırılmışlardı. Maceranın devamını, şeyh Halidin oğlu şeyh Kuddus üzerine almış, hükümete kızarak dağa çıkmış, şeyhlik ve tarikatçılık hareketlerine orada devam etmiştir. Bu kişi, kolluk kuvvetleri kendisini sıkıştırınca yurttan kaçıp Suriye'ye gitti.
İskilip Olayı
Bu olay 1936 yılı Ocak ayında ortaya çıktı. Bu da gene bir Nakşibendi tarikatı mensubu tarafından tezgahlandı. Kayserili Ahmet Kalaycı adındaki bir kişi, bu tarikatı yaymak amacı ile ortaya atıldı. Bunlar islamın sünni kurallarına da saygılı değildiler. Elebaşılarına göre namaz ve oruç farz değildir. Kendileri 40, 70 ve 90 günlük yeni oruç usulleri icad etmişlerdi. Onlara göre Nakşibendi şeyhi Allah gibidir kendisine tapmak gerekir. Bu hareket de kısa sürede bastırıldı.
Atatürk'ün 10 Kasım 1938 tarihine kadar bu devrede başka bir dini olay görülmedi.
İSMET İNÖNÜ DEVRİ (1938-1950)
Gazi. M. Kemal Atatürk 10 Kasım 1938 günü ölünce, o zaman sadece Millet Vekili bulunan General İsmet Inönü Cumhurbaşkanlığına seçildi ve bu görevde 1950 yılına kadar kaldı. Türkiye, çok partili de- mokrasiye geçişyılıolan 1945 e kadar oldukça sakin günler geçirdi. Bu sükünet, artık dini olayların, gerici akımların sona erdiği manasını taşımıyordu. Türkiye'de, ta Anadolu Selçuklu İmparatorluğu çağından beri, bu gayri samimi, çıkarcı zümreler, hileleri, çıkarcı dolapları anlaşılıp tepelerine vurulduğu zaman sinerler, fırsat bulunca "din elden gidiyor" naraları ile tekrar baş kaldırırlar. Onların beklediği bu fırsatlar çoğu, siyasi karışıklıklar, istikrarsızlıklar sırasında ortaya çıkar. Cumhuriyet devrinde de durum böyle olmuş, partiler çoğalıp oy sömürücülüğü başlayınca bu çıkarcı gerici zümreler saklandıkları yerlerden başlarını kaldırmışlardır. 1924 (Terakki perverler) ve 1930 (Serbest Cumhuriyet Fırkası) denemeleri bunu açıkça göstermiştir.
18 Temmuz 1945 de Milli Kalkınma Partisinin kurulması ile Türkiye'de çok partili demokratik rejim başlamış ve Türkiye'nin hayatına köklü değişimler getirmiştir. Bu tarihe kadar, türlü adlar altında faaliyet gösteren C. H. P. genç Türkiye'nin tek partisi idi. Bu parti, çok partinin gelişine kadar bir çok iyi işler yapmaya çalışmış, halk gözünde bunların bir kısmı iyi bir kısmı kötü görünmüştü. İhmale uğramış bir ülkeyi ve onun halkını kalkındırmak için tutucu çevrelerle savaşarak yapılmış olan devrimci atılımlar, ikinci dünya savaşı dolayısı ile ve bilhassa köyde duyulan mükellefiyetler, liberal ve devletçi iniş çıkışlarla artan ekonomik çıkmazlar, varlık vergisi olayı, devletçilik politikasının uyandırdığı hoşnutsuzluklar başarı atılımını etkiliyordu.
Çok partili rejime girilince, o zaman kurulan Demokrat Parti, bu hoşnutsuzlukları bir ham madde olarak kullanmasını bilmiş böylece geniş cahil halk kitlesini kısa bir zamanda kendine bağlamıştı.
Tek parti zamanında alttan alta işlenmiş olan bu türlü fikir akımları sahipleri, bu arada meşrutiyet islamcılarım değişik şartlar altında devam ettirmek isteyen bir akım da ortaya çıkmıştır. Bu akım, Türk devrim hareketlerinin karşısında yer almış tutucu çevreleri dile getirmiş ve muhalefetin destekleyicisi olmuştur. Bu fikirler iktidarların tereddütlü ve maksath tutumları ile siyasi hayattaki etkilerini git gide artırmışlardır. Bu artma, bilhassa D. P. iktidarının ekonomik buhram içinde, oy toplama politikasının gelişmesi ile oranlı olmuştur.
1945 den 1950 ye yani D. P. nin iktidara gelişine kadar geçen beş yıl içinde Türkiye'de 24 parti kurulmuştur. Bu partilerin büyük bir kısmı iktidara gelebilme hırsı ile, yurt yararlarını ve devrimleri bir yana bırakarak, Anadolunun düşman işgalinde kalışında çekilen ızdırapları unutarak parti tüzüklerinde din, gelenek ve laiklik konularına yer vermiş, bu hususlarda tavizci bir yol tutmuşlardır.
Örneğin 1945'de kurulan D. P. den ayrılan kişiler tarafından 1948'de kurulan Millet Partisi'nin tüzüğü bu hususta açık bir misal teşkil eder. Bu partinin ana programının 7. maddesi "Parti, içtimai nizamın teşekkülünde itikadların, ahlaken, geleneklerin, örf ve âdetin büyük hisselerini tanır. Bunlar sık sık değişmezler ve devletin nüfuzu dışında kahrlar". 8. maddesi: "parti, din müesseselerine ve milli ananelere hürmetkardır" şeklindedir. 12. maddesine göre : Parti laikliği esas itibarı ile kabul etmekle birlikte din işlerinin ayrı bir teşkilat elinde idaresini, bunun muhtar bir teşkilat olmasını istemektedir. Gene bu parti, ayrıca ilk ve orta tedrisata din dersleri konmasını uygun görmektedir. Tüzüklerinde bu fikirlerin yer alması bu partinin siyasi hayata atıldığı zamanki havaya oranla daha islami ve muhafazakar bir görüşün örneğini vermektedir. Ayrıca din işlerinin özgür ve ayrı bir idarenin eline verilmesini istemek, o güne kadar Türkiyede hakim olan laik düzene aykırıdır.
Gene 1945 yılında kurulmuş olan "Milli Kalkınma Partisi", din ve politika alanında "islam birliği- doğu federasyonu" projesinin gerçekleşmesini istemiştir. Bu parti tüzüğünün 19. maddesine göre Milli Eğitim'de her şey ahlak ve milli anane esasına göre ayarlanacaktır.
1946 da kurulmuş bulunan "Sosyal Adalet Partisi", nin, amacı "Dünya müslümanları birliğini desteklemek" olacaktı. Gene aynı yıl içinde kurulmuş bulunan "Çiftçi ve Köylü Partisi"de ananelere bağlılığını belirtmiştir. Gene 1946 da kurulan "Arıtma Koruma Partisi" de dinci bir siyasi parti olduğunu tüzüğünün birinci maddesinde tesbit etmiştir. Gene 1946' da kurulmuşbaşka bir parti "İslam Koruma Partisi" kuruluş dilekçesinde her türlü siyasi faaliyetten uzak ve gayesinin sadece islam dininin kuvvetlenmesi, güç kazanması, dayanışmanın gerçekleştirilmesi olduğu yazılmıştır.
1947'de kurulmuş olan "Türk Muhafazakâr Partisi" de bu devrenin islamcı siyasi davranışlarına örnek olarak gösterilebilir. Partinin programında ve gayelerinde islami esaslar hâkimdir.
1949'da kurulan "Toprak, Emlak ve Serbest Teşebbüs Partisi" de aydın kütle dindarlığını destekleyeceğini, dini cemiyetlerin serbestliğini ve teşkilatlanmasını arzuladığını açık bir muhafazakarlıkla programında göstermiştir.
C. H. P. iktidarı karşısında ilk ana muhalefet partisi olan D. P.'ye gelince. O, bu sırada devrimlerden fedâkârlık etmemesi ve tek parti olması dolayısı ile halk arasında oldukça büyük bir istemeyeni bulunan C. H. P.'ni devirebilmek için dini hisler sömürücülüğü politikasının ilk tohumlarını atmakla meşgul bulunmakta idi. Zaten bu parti 1949'da topladığı ikinci büyük kurultayda bu temayülünü açık seçik göstermiştir.
C. H. P. gayet tabii ki bu yeni partilerin bu niyet ve tamayüllerini görüyor, iktidarda kalabilmek için halkın çok hassas olduğu dini hisler konusunda kendisi de birşeyler yapmak gerektiğini anlamış bulunuyordu. Zaten 1948'den bu yana partiler içinde islamcı guruplar ortaya çıkmış, bunlar dini olayların ortaya çıkmaları ortamını yaratmışlardır. Üzerinde bilhassa durulan noktalar, okullarda din dersleri verilmesi ve imam hatip okulları açılması olmuştur. C. H. P. bu yeni eğilim karşısında oy alabilmek için tavize başlamış bu cümleden olarak 1948 yılında hacca gideceklere döviz müsaadesi verilmiş, vizeleri yapılmıştır. 1946 yılında parti gurubunda kurulmuş olan komisyonun hazırladığı esaslara uygun olarak 1 Şubat
1949 da ilkokul ders programlarına ihtiyari din ders- leri konmuştur. Aynıyılın başında imam hatip kurs- larıaçılmıştır. İlk kez sekiz ilde açılan kurslar sonra- dan imam hatip okullarıhaline getirilmişve bu okullar ileride ilk okuldan sonra yedi yıllık bir tahsil vermek üzere düzenlenmişve sayıları1971 yıh 12 Martında sona eren A. P. Iktidarı zamanında 72 ye çıkarılmıştır. 12 Mart 1971'den sonra bu okulların orta kısımları kaldırılarak bu sayı 42'ye düşmüştür.
Demokrat Partinin iktidara gelişinden önce C. H. P. tarafından 1950 yılının ilk yarısında şu önemli kararlar alındı:
1- Din adamlarının yönetimi, tekrar Diyanet İşleri Başkanlığına bağlandı.
2- C. H. P. Başbakanı M. Semsettin Günaltay, Mecliste, ilâhiyat Fakültesinin açılacağını bildirince Ankara Üniversitesi 7 Ocak 1949 toplantısında bu Fakültenin açılış kararını verdi.
3- 1925 tarihli ve 677 sayılı tekke ve zaviyelerin, türbelerin kapatılmasına dair kanunun 1. maddesi değiştirilerek 30 Mart 1950'de 19 türbenin açılmasına izin verilmiştir.
Bu gelişmeler yeni bir gerici hareketin ortaya çıkmasına sebep oldu.
Saldırgan bir gerici akım olarak Ticanilik
1801 de Fas'ta Ahmet Ticani tarafından kurulmuş olan Ticani tarikatı, 1930'da Türkiye'ye sıçramıştır. Bu tarikatın genel başkanı, Kemal Pilavoğlu adında liseyi bitirmiş bir kişidir. Kendisine müritleri "efendi" ve "hazret" sıfatları vermişlerdir. Tarikatta Pilavoğlu'nu halifeler, müritler ve muhipler takip eder. Ayrıca tarikatın aksiyon adamları olarak fedai ve kahramanları vardır. Şeyhe mutlak bağlılık şarttır. Sır açıklayanlar, şeyh veya halifesi tarafından uzun bir süre konuşmama cezasına çarptırılır ve tayin edilen süre boyunca dilsiz gibi hareket eder. Cumhuriyet rejimi karşısına, silahlı nakşibendilerden sonra 1949 yılında da ticaniler çıkmış ve Ankara'nın Çubuk, Çankırı, Şabanözü ilçelerinde yayılmaya başlamıştır. Tarikatın amacı "Tanrı emirlerini yerine getirip Peygamberin ahlakını temsil etmek" şeklinde özetlenmekle birlikte asıl amacının, teokratik ve tarikatçı bir devlet sistemi kurmak olduğu anlaşılmıştır. Atatürk devrimlerini benimsememek, laikliği şiddetle reddetmek, şeriatı esas almak gibi hareketleri destekleyen fikirler tarikatın temelidir. Bunların inancına göre heykel puttur ve dine göre bunları kırmak gerekir. Türk devrim ve eserleri dinsizlikten başka bir şey değildir. Osmanlı halifeliğini inkar eden Atatürk melundur ve dinsizdir. Devrimler bizi puta tapıcı yapmıştır. Hükümet dinimizi tanımazsa ona isyan etmek haktır. Yer yer Atatürk heykellerinin kırılması 2. VI. 1941 olayları başlamıştır. Ticaniler, 2. 6. 1941 de kabul edilen 4505 No.lu ezanın Türkçe okunmasına dair olan kanunu 1946'da tenkide başlayıp 1949 Şubatında T. B. M. M. nin dinleyiciler locasında bir ticaniye arapça ezan okutmuşlardır. Ticaniler bu tür davranışlarına D. P. iktidarının ilk yıllarında da devam etmişlerdir. K. Pilavoğlu bu hareketleri yüzünden yapılan mahkeme sonunda on beş yıl hapse mahkum, bunun bitiminde de İmroz Adasına sürgün edilmiştir.
DEMOKRAT PARTİ İKTIDARI(1950-1960)
Gericiliğe taviz verme yolu ile iktidarda kalma siyasetini güderek memleketi uçuruma sürükleyen bu partinin başbakanı Adnan Menderes 29 Mayıs 1950 günü T. B. M. M. de okuduğu programında Türk devrimini ele alarak bunların "millete mal olmuş ve olmamış devrimler şeklinde ikiye ayrılabileceğini" söyledi ki bu onun, Türk devrimlerini bir bütün olmaktan çıkardığını, tutmuş tutmamış diyerek devrimlerin bir kısmını ortadan kaldırmağa niyetli olduğunu gösterir.
Ayrıca ezanı tekrar arapçaya çeviren kanun, (16. VI. 1950 gün ve 5665 No.lu) D. P.'ye islamiyetin kurtancısı ünvanını vermiştir. Açılan türbelere bir yenisinin, İstanbul'daki Eyüp Sultan türbesinin eklenmesi de bu yolda atılmış adımlardan biridir.
Bir kısım halk, C. H. P.'ni dinsiz parti olarak nitelemiş böylece Türkiye'nin siyasi hayatında partileri ve kişileri dinli ve dinsiz olmak üzere ayırma eğilimi belirlemiştir.
D. P. nin gericiliğe yüz verme politikası ekonomik başarısızlıkların da bir sonucudur. Devrim aleyhtarı tutumu, hürriyetleri ortadan kaldırırcasına demokrasiyi zedelemesi ona, aydın kütlenin desteğini kaybettirmiştir. Buna karşılık bu partinin gericilere gösterdiği sempati karşılıksız kalmamış"onlar tarafından" dini kurtaran parti vasfım kazanmıştır. Öteki partiler, bu arada Millet Partisi ikinci planda kalmıştır. Sırf tutucu kütleyi temsil etmek üzere kurulmuş olan bir parti, "İslam Demokrat Partisi", bir süre sonra kapatılmıştır. Büyük Doğu Cemiyeti de aynı akıbete uğratılmıştır.
Demokrat Parti iktidarı sırasında dini duyguları sömürme metodu ile T. B. M. Meclisine giren bir kaç gerici Milletvekili, kürsüden şu acaip sözleri söylemeye başlamışlardır: "Türkler bütün savaşları din sayesinde kazanmışlardır. Tanrının ve Kur'anın iradesini bütün olarak kabul etmek gerektir. Türkiye dini korumakla komunizme ve dış tehlikeye karşıda kendini korumuş olacaktır. Din hiçbir zaman gelişimi önleyici değildir. Lâiklik bir züppeliktir. Din yardımı ile sosyal temellerin güçlendirilmesi gereklidir". Başka bir milletvekili cür'etini, islam dininin resmi devlet dini olarak kabul edilmesi için kanun teklifi yapmaya kadar ileri götürmüştür. Fakat teklif Mecliste görüşülmemiştir.
Oy kaygısı ile işe, gericiliğe taviz vermekle başlayan D. P. iktidarının en geniş tarikat hareketi Nurculuktur. D. P. nin gericiliğe müsait iklimi 1957'de Bursa'da meyvesini verdi. 1956-57 yılları içinde, bilhassa, Tavşanlı'dan Bursa'ya yerleşmiş olan bir çok kimse 1957 Temmuzunda Ulu Camide kılınan bir cuma namazını, maksatları için fırsat bilmişlerdir. İçlerinden biri beline kılınç takarak, hutbeye çıkan imama saldırmış, imamı ve bir polisi yaralamış ve minbere çıkarak kendisini mehdi ilan etmiştir. Bu olay şehirde büyük bir panik yaratmış ise de sonunda bastırılmıştır. Olay, nakşibendi hareketlerinin özelliklerini taşımaktadır.
Nurculuk
1875'de Siirt ilinin Nurs köyünde doğmuş olan Said kendi kendine Bediüzzaman lakabım vermiş ve doğduğu köye nisbetle aldığı Nursi soyadını da sonradan, Kur'an da geçen nur kelimelerinden alınmış gibi göstermiştir. Aslında kürt milliyetçiliği ve Atatürk düşmanlığına, ümmetçilik akımı güçlendirerek Türk milliyetçiliğini yok etme yolu ile bir kürt milliyetçiliği yaratıp ileride bir kürt devleti kurma hayaline dayanır. Nurslu Said aynı zamanda 31 Mart vak'ası kahramanlarındandır. Kindar yazıları ile 31 Mart olayının çıkmasına sebep olan Volkan gazetesinin yazarı ve ayrıca ittihad-ı Muhammedi fırkasının kurucularındandır. 1945'lerden başlayarak nurculuk hareketinin elebaşısı sayılmıştır. Eserlerinin bir kısmında Peygamber taklitçisi görünür, kendisine gaipten sesler geldiğini, kuşlarla konuştuğunu, Kur'anda, kendi yaşantısına ve yazdığı şeylere ait haberler bulunduğunu söyleyecek kadar sapık fikirli bir kimsedir. Ne dediğini bilmeyen bir akıl hastasının söz boğuntuları denebilecek anlamsız şeylerle dolu bir kaç eseri vardır. Bir hayli artmış taraftarlarına fazla kitap satarak para kazanmak düşüncesi ile hareket eden çıkarcı müritleri, bn acayip kitapların orasından burasından pasajlar alarak bir araya getirip yeni kitaplar meydana getirme yoluna sapmış ve bu para tuzağı risalelerin sayısını 136' ya çıkarmışlardır ki bunların çoğundan Said Nursi'nin haberi bile yoktur.
Mahiyeti ve amacıbu olan nurculuk, D. P. nin halkın dini hislerini sömürme siyaseti yüzünden, geniş bir hoşgörü atmosferi içinde, serbestçe gelişip yayılmıştır. O zamanın hükümet ileri gelenleri, Emirdağ'da sürgünde olan üstadı ziyaret etmiş, devrin Başbakanı Adnan Menderes 19 Ekim 1958'de bu ilçeye geldiği zaman nurcular kendisini, minareye hilâfet ve saltanatı temsil eden iki tuğrah yeşil bayrak asarak karşılamışlardır. D. P., S. Nursi'yi, kendi yararlarına propagandalarda bulunmak üzere seyahatlara çıkarmışlardır.
Nurculara göre Türkiye Cumhuriyeti, bir askeri istibdad ve sapıklıktır T. C. Hükümeti nasıl kurulmuştur sorusuna nurcuların cevabı şöyledir : "Kur'anla müslümanlığı hiçe sayar bir şekilde savaşarak bize saldırmak için girişilmiş bir zındık hilesidir. Mutlak istibdada Cumhuriyet, mutlak din sapıklığına rejim mutlak sefahata medeniyet, keyfi cebre kanun adı verilerek kurulmuştur." Bu durumda nurculara göre Türkiye devleti, yalnız islam dinine değil, ayrıl zamanda ahlaka da aykırı bir yapıdadır. Türk devleti teokrasiye dayanmalı idi. Nurcuların ödevi, böyle bir teokratik düzeni gerçekleştirmek olacaktır. Bu rejimin hiç olmazsa bazı şartları bugün sağlanmalıdır. Mesela devletin resmi dini islamiyet olmalı, hükümet şeriatın koruyuculuğunu yapmalıdır. Anayasa Kur'an olmalı, devletin idaresi bir bilginler (ulema) heyetine verilmeli, çok kadınla evlenmeye izin verilmelidir.
Nurculara göre sosyal ve siyasal ideallerini geliştirecek yüksek organ "Medreset üz-Zehra" adını verdikleri öğretim müessesesidir. Bu medrese, Kahire'deki "Cami ül-Ezher" in kardeşi olacaktır. Buranın öğretim dilini de şu formüle dayamak istiyorlardı: arapça vacip, kürtçe caiz, Türkçe lazımdır. Onlara göre İstanbul Üniversitesi'nde de bir nurculuk medresesi açılmandır Aslında S. Nursi, bir çok risalesinde, müridler nurcu risalelerini 6 ay okusalar, anlamasalar dahi çağın en büyük âlimi olabileceklerini söyler.
Nurcuların, gayeleri uğrunda hapishanelere düşmeleri bir şereftir. Hapishaneler onlar için medresei Yusufiyedir (Yusuf Peygamberin hapse atılmış olmasını telmihle) Nurcular, hapishanelerde hapisleri de kandırıp kendi tarikatlarına sokmak istediklerinden böyle söylüyorlar çünkü onlar, toplum hayatının bü-tün alanlarına karışarak oraları düzenlemek iddia ve amacındadırlar. D. P. iktidarında Meclise bile milletvekili sokmuşlardı.
S. Nursi 1960'da öldüğü zaman risaleler satışlarından gelen çok para yüzünden şeyhin yerine geçme hususunda nurcu elebaşıları arasında epey mücadele ve bölünmeler oldu. Nurculuk, Yargıtay tarafından, halk arasında bölücülük yaptığı ve zararlı faaliyetlerde bulunduğu için kanun dışı sayılıp mahkûm edilmesine rağmen taraftarları maddi gelir için bir süre daha gizli olarak faaliyette bulunmuşlarsa da bugün çok sönük bir durumdadır.
D P halkın dini hislerini sömürme politikasında son derece ileri giderek gerici zümreye, Türk milletinin büyük kayıplar ve kan dökmeler pahasına elde ettiği devrimleri, demokrasiyi ve laikliği yıkma cür'et ve cesaretini vermesi, yurt sever aydınları, daima uyanık duran Türk ordtısunu harekete geçirdi. Çok partili devreye girdikten sonra maalesef bir sürü oy avcısı kapkaççı bozuk düzen yürütme ve dini hisleri sömürme heveslisi partiler ortaya çıkmış bunlar, gerçek yurtseverler arasında nefret hisleri uyandırmışlardır.
D. P. nin bu acaip tutumu karşısında Üniversite gençliği 555 K parolası (5. ayın 5. günü saat 5 de Kızılay Meydanında toplanma) ile gösteriler yapmaya başladı. Harp Okulu öğrencileri Ankara sokaklarında sessiz yüyüşe geçti.
Türk gençliği, meydanlarda ve Fakültelerde D. P. nin partizan ve bilhassa dini hisleri sömürücü, devrimleri yıkıcı tutumuna karşı sürdürdükleri protestoların hızını artırdılar. Hatta işi, bizzat zamanın Başbakanına karşı eyleme geçmeye kadar ileri götürdüler.
Genel durum, bir sivil ayaklanma ve iç çatışma kertesine yaklaşınca, ordunun içinden, aralarında gizlice Milli Birlik Komitesi adı altında örgütlenen bir subay gurubu çalışmalarını açığa vurdular. Zaten, zamanın "Kara Kuvvetleri Komutanı" Orgeneral Cemal Gürsel, davranışları ile, ordunun işe el atmasının gerekliliğine işaret etmiş bulunuyordu.
Şimdi Cemal Gürsel Kimdi? M. B. Komitesi ne yaptı? gibi soruların cevabım, «M. B. K. Idaresi" başlığı altında görelim:
MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ İDARESİ (1960-1961)
Orgeneral Cemal Gürsel, 7 Aralık 1957'de 3. Ordu müfettişliğine, 25 Ağustos 1958'de Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na atanmıştır. Demokrat Parti iktidarının, bazı aydın çevrelerin hoşnutsuzluk yaratan tutumunu tenkit eden bir mektup yazarak bunu Milli Savunma Bakanlığına gönderdiği için 3 Mayıs 1960'da Bakanlıkça kendisine mecbüri izin verilmiştir.
Emrindeki Kara Kuvvetlerine : (Kara Kuvvetleri Komutanlığından izinli olarak ayrılıyorum. Ordunun ve taşıdığınız üniformanın şerefini koruyun. Şu sıralarda memlekette esen hırslı politika havasının zararlı tesirlerinden kendinizi korumasını biliriz.) Tarzında bir günlük emir göndererek İzmir'e giden Gürsel, Karşıyaka'daki evinde dinlenmeye çekilmiştir.
Bu olaydan 24 gün sonra D. P. iktidarına karşı yapılan "27 Mayıs 1960 hareketi" sonucu Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye'de idareye el koyunca, hemen o sabah İzmir'den uçakla getirtilerek hareketin başına geçirilen Gürsel, 38 üyeden kurulan M. B. K. nin başkanı oldu.
28 Mayıs 1960 günü M. B. Komitesinin 27 No. lu bildirisi ile açıklanan ve üçü asker on dördü sivil kişilerden kurulu M. B. Hükümetine başkan olmuş ve 30 Mayıs 1960 günü bu hükûmetin ilk toplan- tısına başkanlık etmiştir.
13 Kasım 1960'da yayınladığı bir bildiride, devlet başkanı ve Türk Silahlı Kuvvetleri başkomutanı sıfatını kullanarak, M. B. Komitesinin çalışmaları, memleketin yüksek menfaatlarım tehlikeye sokacak bir duruma düştüğünden, M, B. Komitesi üyelerinin istekleri üzerine Gürsel, ilk 38 kişilik M. B. Komitesini lağv etmiş ve 24 kişilik yeni bir M. B. Komitesi kurmuştur.
M. B. Komitesi, ana fikir olarak "Türkiye'yi ve Türk milletini bir bütün olarak ele almak, Atatürk devrimlerine dayalı, tarafsız, faziletli bir idare kurmak" prensibini benimsemiştir. Bu, Türk devrimlerinin arı tohumlarını geliştirmek, durdurulmuş olan gelişmeyi yeniden yürütmek anlamındadır.
M. B. Komitesi hükümetleri bu direktifler kadrosu içinde çalışmalarını programlaştırmışlar ve din problemlerini gerçekçi bir açıdan görmüşlerdir. Atatürk Devrimine dönüş, her şeyden önce din sömürüsüne dayanan oy toplama politikasına son vermek demektir.
1961 genel seçimlerine katılmadan önce partilerin, istismar edilemeyecek belli prensipler üzerinde anlaşmaları için düzenlenmiş olan "yuvarlak masa toplantısı" bu amacı sağlamak isteğinden doğmuştur. 27 Mayıs 1960'dan sonra Milli Birlik Komitesi dini hisler sömürücülüğü politikasına karşı devrimci tutumunu bütün kesinliği ile muhafaza etmiştir. Onların bu davranışı, 27 Mayıs hareketini basit bir hükümet darbesi olmaktan çıkaracak kadar önemlidir. Milli Birlik Komitesi daima yobazlığa, gericiliğe karşı cephe almış, kürtçülük siyasetin dayanan nurculuk hareketlerini ciddiyetle takip etmiştir. Onlar zamanındaki devlet ve hükümet başkanı, mezhep ayrıntılarının doğurabileceği tehlikelere türlü beyanlarla işaret etmiştir.
M. B. K. hükümetinin kararı ile 6 Ocak 1961'de toplanan kurucu meclisin bir kolu olan temsilciler meclisi kanun vecibesini yerine getirerek anayasa komisyonu kurmuştur. Bu komisyonun hazırladığı gerekçede "sosyal demokratik ve laik cumhuriyet prensibi" anayasanın genel prensibi olarak kabul edilmiştir.
İkinci maddesi ile laikliği devletin etnik ve ideolojik prensiplerinden birisi olarak ilan etmiş olan 1961 anayasası din ve vicdan hürriyetini, ferdi hak ve hürriyetler bütününe Şamil teminata bağladıktan sonra laiklik esasına iki bakımdan koruma yoluna girmiştir :
1) 19. maddesi ile din ibadet hürriyetini ilan etmiş din eğitim ve öğretimini fertlerin isteklerine bırakmayı vicdan hürriyetinin tabii bir şartı saymıştır. Bu maddenin 4. fıkrası, din sömürüsünü önlemek amacına dayandırılmıştır. Bu yasak dışına çıkan (din sömürüsüne sapan) kişiler cezalandırılacak, bunu yapan partiler ise temelli kapatılacaktır. Nitekim bu maddeye dayanılarak, T. B. M. Meclisinde sadece üç milletvekili bulunan ve bu sayıyı artırmak amacı ile din istismarına sapan "Milli Nizam Partisi", anayasa mahkemesine kapatılmıştır
2) Türkiye Devletinin laiklik niteliğini koruma amacını güden sekiz eski kanun, 153. maddede sayılmış ve hükümlerinin anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamayacağı ve yorumlanamayacağı bir anayasa kuralı haline getirilmiştir.
Cumhuriyetin ilanmdan beri cereyan eden olaylar da göstermiştir ki, din konuları, ister laik, ister islamcı görüşlerin ifadesi şeklinde olsun, Türkiyede geniş bir kitleyi ilgilendirmekte ve harekete getirmektedir. Türkiye'de nasıl laikliğe kuvvetle inanmış ve onu savunacak bir kitle varsa onu yanlış yorumlayacak ve seçmenler kitlesine yanlış anlatacak çevreler de vardır.
Milli Birlik Komitesi, her türlü istismara kapal ıbir demokratik rejimin tesisini gaye edinmişti: idareyi, normal seçimle gelecek aynı gayedeki bir hükûmete teslim edinceye kadar bütün çabalarını bu amaca yöneltti. Bu komite üyelerinin gayeleri, askeri bir idare kurup iktidarı ele almak değildi. Esasen 27 Mayısta D. P. Hükûmetini işten uzaklaştırıp tüm parlamenterleri Yassıada mahkemelerine gönderdikleri zaman millete, en kısa zamanda yeni bir anayasa ve seçim kanunu hazırlayarak normal seçimlere gidilip gerçek demokrasinin kurulacağına söz vermişlerdi.
Gerçekten, meslek guruplarından, siyasi partilerden (D. P. hariç) Üniversitelerden, öğretmenlerden, belli kontenjanlarla seçilen kişilerden oluşan Kurucu Meclis'in hazırladığı anayasa, 9 Temmuz 1961 günü Türk halk oyuna sunuldu ve 3. 984.558 (hayır) oyuna karşı (oylamaya katılmayanların sayısı3.189.572 idi), 6.374.714 (Evet) oyu ile kabul edildi. Yeni anayasa gereğince 15 Ekim 1961'de yapılan genel seçimler sonucu, M. B. K. ile Gürsel'in ödevi sona ermiş, komite üyeleri anayasaya konmuş bir madde, ile C. Senatosu tabii üyesi olmuşlardır. Gene Kurucu Meclis'ce hazırlanan seçim kanununa göre yapılan seçim sonunda, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, İsmet Inönü'yü Başbakan olarak görevlendirdi ve İnönü'nün kurduğu kabine koalisyon kabinesi oldu. Kısa sürelerle düşen İnönü koalisyon kabineleri üç kez kuruldu ve bunu gene kısa süren Suat Hayri Ürgüplü koalisyon kabinesi takib etti (23. 2. 1965-22. 10. 1965).
1965 Sonbaharında yapılan seçimi A. P. büyük bir ekseriyetle kazanınca A. P. başkam. Süleyman Demirel Başbakanlığa atandı, böylece Adalet Partisi iktidarı ele aldı(27. 10. 1965).
ADALET PARTİSİ İKTİDARİ(27. 10. 1965 - 12 Mart 1971)
Cahil halk tabakası, Demokrat Partiye "Demirkırat Partisi" dediklerinden, kendilerini D. P. nin de- vamı imiş gibi göstermek için kırat ile hiç bir ilgileri yokken "kırat" amblemini kullanan A P , dini hisler sömürüsü başta olmak üzere her davranışı ile D. P.' yi taklide çalıştı. Taassuba, çıkarcı gericiliğe, Atatürk ve devrim düşmanlığına taviz verdi. Bu sebeple bunların iktidarı sırasında D. P. devrindekinden daha açık ve serbestçe gericilik olayları cereyan etti; D. P. zamanında gelişen nurculuk devam ettiği gibi Süleymancılık gibi yeni bir çok akımlar çıkarcı gerici eylemler memlekette at oynattı. Şimdi burada bunlardan kısaca bahs edelim:
1967'de Süleymancılık adı ile yeni bir tarikat çıkmıştır. Bu tarikat, tüm okumaya, hatta imam hatip okullarına, Yüksek İslam Enstitülerine, İlâhiyat Fakültelerine düşmandır. Bunlara göre her türlü bilgi Kur'anda vardır bu itibarla Kur'an kursları tahsili her şey için yeterlidir. Bu kadar bilgiye, uygarlığa gözünü kulağını kapamış bir tarikat elbette menşeini yazımızın başından beri marifetlerini gördüğümüz nakşibendi tarikatından alacaktı. Gerçekten de, kurucusu, eski nakşibendi şeyhi Silistireli Süleyman Hilmi Tunahan'dır. Kendisi öldükten sonra adına izafeten kurduğu tarikata Süleymancılık denmiştir. Lise mezunu olan damadı Kemal Kacar halen Kütahya milletvekilidir. Süleymancılar kendisini tarikatın başı tanımaktadırlar.
Süleymancılar her yerde Kur'an kursu açarak bu yolla halkı sömürme yolunu tutmuşlardır. Bu itibarla müritlerine talimatları "her kardeş, gittiği yerde Kur'an kursu açacak ve en az beş tanesini de açtıracak"tır. Bu yolla memleketin bir çok yerinde bu kurslardan açtırmış ve idaresini ellerine almışlardır. Örgütün merkezi, İstanbul'da "Türkiye Kur'an kursları koruma ve idame ettirme dernekleri federasyonu" dur. Bunların idaresi de şeyh Süleyman efendinin diğer damadı Kamil Denizolgun'dur. Süleymancılar, fırsat buldukça yeşil takke giyen nurculardan farklı görünmek için kara takke giyerler. En faal Süleymancı kuran kursu, Ümraniye'deki kurstur. Buranın idarecisi Hüseyin adında biri idi. Süleymancıların inandıkları ve müritlerine inandırmak istedikleri prensipler şunlardır :
A- Süleyman efendi Peygamber sülalesindendir.
B- S. efendi gelip geçmi şbütün evliyaların efdah ve sonuncusudur. Bütün evliyalar efendi hazretlerinin ruhundan feyz almışlardır.
C- Kıyamet alamet en olan, hadiste geçen güneşin batıdan batmasından murad, efendi hazretlerinin batıda doğup batıda uful etmesidir.
D- Efendi hazretlerine mürit olanlar mehdinin ordusudur. Bu gün deccalin ordusunu imam hatipliler, Yüksek İslam Enstitülüler ile İlahiyat Fakülteliler olduklarını unutmayalım.
E- Efendi hazretleri ölmemiştir, arşa çıkmış, oradan bizleri işaretleri ile idare etmektedir. Kemal ağabeyimizin ve Hüseyin ağabeyimizin işaretleri, onun işaretleridir.
F- Süleymancılardan başkasına selam verirken dikkatli olunuz. Onların selamını"Essamu aleykum Allah belanızı versin" olarak almayı unutmayınız. Biliniz ki, Abdülkadir Geylani hazretleri üstaddan feyz almışve İmam Rabbani'ye, Mektubatı, üstad yazdırmıştır.
Görüldüğü üzere Süleymancıların gayeleri halkı cahil bırakıp daha fazla sömürmektir. Modern tedrisat yapan okullar şöyle dursun, dini tedrisat yapan okulları bile kendine düşman bilmiştir. Böylece dini okulları halkın gözünde küçük düşürüp kendisi dini bilgi veren tek tarikat olarak kalacaktır. 8 Haziran 1969 tarihli Akşam gazetesinin yazdığına göre nurcularla Süleymancılar (iki rakip tarikat) bir aracı vasıtası ile, aralarındaki anlaşmazlıkları gidermeyi hedef tutan bir protokol hazırlamışlar fakat çıkarları çatıştığından imzalama safhasma varamamışlar.
Türkiye'de böyle çıkarcı sapık kimseler zaman zaman tarikat kurmuş ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nın halka, doğru dini bilgiler verdirememesi yüzünden halkı her alanda sömürmüşlerdir. 15-20 yıl önce gene İstanbul'da Rahmi hoca adında biri bir çok mürit yetiştirmiş, bunların bir kısmı parlamentoya girmişlerdir. Gene nakşibendi tarikatı mensubu, Mehmet hoca adındaki biri İstanbul'da yüksek kademedeki kimselere bile sakal bıraktırmaktadır. Hükümetlerin tutumuna göre faaliyetlerini hızlandıran veya yavaşlatan Süleymancılar eyleme de geçmişlerdir. Mesela, Gördes ilçesinin Çiçekli köyü kuran kursu öğrencileri, başlarında takke önlerinde yeşil sancak ile Kalemoğlu köyü ile Sındırgı'nın Kınık köyüne yürüyü şyaptılar. Bu tarikatın Çiçekli köyü imam ve hatibi ve fahri kuran kursu hocası Halid Karabıyık'ın öğrencileri olan köy çocukları, ilâhiler söyleyerek yaptıkları yürüyüşler sırasında, şapka giyenleri kâfir saydıklarından yolda gördükleri şapkalı köylülere saldırarak şapkalarını yakmışlardır. Süleymancılar, Çiçekli köyünde, başka yerlerden de toplayıp getirerek Atatürk ve devrimler aleyhinde beyin yıkama ameliyesine tabi tutmak üzere beş katlıkuran kursu binası yaptırmışlardır. Bu tür çıkarcı gerici örgütler çocuklannıza din öğretiyoruz diye halktan para, kurban derisi, fitre ve zekât toplar, tabii bunun çoğu da yöneticilerin cebine girer. Gördes bölgesinde Süleymancı tekkelerinin idarecisi Gördes müftüsü Tahir Ünal imiş. Manisa yöresinde Süleymancıların, 51'i resmi 30'u gayri resmi 81 kuran kursu varmış (28, 29 Ocak 1970 tarihli Cumhuriyet gazetesi). Isparta ve Burdur yöresinde de nurcuların yönettiği böyle öğrencilerin toplanıp beyin yıkandığı bir çok kuran kursları vardır, bilhassa Sav ve Kuleönü köyleri bunların merkezidir.
Rabıtat ül-Alem il - İslami
Dünya islam birliği anlamına gelen bu ad altındaki kuruluş 1962 yılında Suudi Arabistan kıralı Faysal tarafından kurulmuştur, merkezi Mekke'dedir. Gayesi Türkiye'yi, kendilerinin bile tatbik etmedikleri şeriat kaidelerine tabi bir devlet haline getirmektir. Yüzlerce milyonu bulan bütçesi (Aramco) tarafından temin edilir. Parası bol olan bu kuruluşa Türkiye'den de çıkarcı güruhu gizli olarak katılmıştır. İçlerinde mebuslar, Diyanet işleri teşkilatında çalışanlar, gerici gazete sahip ve yazarları vardır. 1969 yılı hac mevsiminde Mekke'de yapılan bu kuruluşun genel kuruluna, oraya hac için gittiğini söyliyen Diyanet İşleri başkan muavini Yaşar Tunagür ve daha bir çok din görevlisi katılmıştır. R. A. İ. nin Türkiye mümessili, Bugün Gazetesi sahibi ve baş yazarı Şevket Eygi'dir. Bu kişi, öteden beri rejim ve Cumhuriyet idaresi aleyhine yazdığı yazılarından dolayı mahkum olmuşve bu hüküm yargıtayca onandığı halde hacca gitme bahanesiyle yurtdışına kaçmıştır. Kendisi orada R. A. İ tarafından ağırlanmış ve altına son model bir otomobil verilmiştir. Ş. Eygi, Hicazda işini bitirdikten sonra Almanya'daki Türk işçilerinin başına musallat olmak üzere oraya gitmiştir.
Ş. Eygi 1969 daki bu R. A. İ. toplantısında "yakında, uzun zamandır mücadelesini yaptığımız şeriat devletini kurmak için harekete geçeceğiz" şeklinde konuşmuş, oraya hacca giden Tükler arasında acaip propagandalara başlayıp şunları söylemiştir : "camiye gitmeyen herkes komunisttir, siyonisttir, dinsizdir. Mahallenizde ne kadar camiye gitmeyen insan varsa hepsini belleyin. Sizlere, harekete geçme emri verildiği zaman önce bunları öldüreceksiniz. Bu köpekler öldürülünce hareket kolaylaşacak ve amacımıza daha rahat varabileceğiz". Bu toplantıda faal rol oynayan kişilerden biri de gene bir gerici gazete (Hilal) sahip ve yazarı Salih Özcan'dır ki o da rejim ve laiklik aleyhine yazılarından dolayı mahkûm olmuşve mahkümiyeti Yargıtayca onanmıştır. 1-2 Mayıs 1969 tarihli Cumhuriyet gazeteleri, bu örgüte Türkiye'den kimlerin katıldığını, maksatlarını tafsilatı ile anlatmaktadır.
1968-1969 yıllarıiçinde gerici çıkarcı çevreler işi azıtmış, açıkça Atatürkçülük ve rejim aleyhine propaganda yapmaya başlamışlardır. İstanbul'da toplu halde namaz kılıp oradan çıkarak adam öldürme (kanlıpazar), Konya, Kayseri, Eskipazar olayları, 1968 Mayısında Urfa'da başörtülü bir ilkokul öğretmeninin marifetleri, gerici-çıkarcı çevreleri Milli Eğitim müdürü ve Vali ile uğraşmaları, işin çığırından çıktığını, ibretli olayların daha da artacağını göstermekte idiler (22. 26 Ocak 1969 tarihli Cumhuriyet gazeteleri).
İlahiyat Fakültesi Olayları
1968 yılı başlarında, imam-hatip okullarını, yüksek islam enstitülerini, kuran kurslarını ellerine alan, Atatürk devrimlerine, cumhuriyet, demokrasi ve laiklik ilkelerine karşı çıkıp memlekette şeriat kanunlarını hâkim kılmak için çalışan gerici-çıkarcı, dini hisler sömürücüsü malum örgüt, ilahiyat Fakültesini de ele geçirip emellerine hizmet ettirmek için tertipler hazırlamaya başladı. Maşa olarak emellerine alet etmek için Ortadoğu Teknik Üniversitesine devam eden bir kız öğrenci buldular. Onun kaydın oradan sildirip İlahiyat Fakültesine kayd ettirdiler. Bu kız, başını, hizmetçi başı denen sıkmalı bir şekilde örterek sınıfa girmeğe başladı. Otuz yıllık meslek hayatında, bu Fakültede başörtülü kız öğrenci görmemiş bir öğretim üyesi (Profesör) bu kıza "kızım ben hocanım baban sayılırım, bu erkek öğrenciler de kardeşlerin. Biz bir aileyiz bu itibarla burada mahrem, namahrem olamaz. Bizleri mahrem sayıyorsan zaten bu Fakülteye erkekler arasına gelmemen gerekirdi. Dışarda nasıl gezersen gez ona hükümetin karışması lazım beni ilgilendirmez ama burada ya başını aç veya sınıfı terket" der.
Nurcu-çıkarcı örgüt, aradığı fırsatı bulmuştur. Bu öğrencinin imzası ile gerici-çıkarcı gazetelerde o hocaya ve Fakültedeki onun gibi düşünen diğer hocalara yapmadık hakareti bırakmazlar; dinsiz, komünist, mason gibi sıfatları yakıştırırlar. Bu tür iftira ve ithamlar, yalanlar onlarca mubahtır "yalan ve iftirayı gayen uğruna yap, tutmazsa bile iz bırakır" derler.
İmzası altında hocalarına ve Fakültesine hakaretler yağdıran bu kız ve başka bir hocaya hakaret ve iftira eden bir erkek öğrenci Fakülte disiplin kuruluna verilir ve tard edilirler. Bunun üzerine gerici örgüt daha yoğun bir taarruza geçer. Maşa olarak istedikleri şekilde kullanmak için para, elbise ve pardesü verdikleri başka öğrencileri de boykota teşvik ederler, boykot başlar. Tard edilen erkek öğrenciye Fakülte avlusunda çadır kurdururlar. A. P. milletvekillerinden altı kişi, gece gündüz, sık sık bu çadıra ziyarete gelirler. Gelen bu tür gerici çıkarcı ziyaretçileri ağırlamak ve fırıldak çevirmek üzere plan kurmak için çadırların sayısı artırılır bu çadırlarda gece yarılarına, sabahlara kadar toplantı yapılır. Bu kovulmuş, öğrenciyi ziyarete gelen altı milletvekilinden yalnız biri, -ki bu da gerici çevrelerce desteklenerek milletvekili seçilip gelmiştir- diğerleri gelememiştir. Bu altı kişiden biri de, sonra anayasa mahkemesince kapatılan Milli Nizam Partisine girmişti. Bu durum gösteriyor ki büyük halk çoğunluğu bu kabil kimselerin gerçek maksatlarını iyi biliyor ve davranışlarını iyi karşılamıyor. Fakülteden uzaklaştırılan iki öğrenci A. Ü. Senatosuna ve Danıştaya başvurmuş, iki taraf da verilen cezayı yerinde görüp tasdik etmiştir. Gericiler, Fakültedeki sözde boykot lideri maşaları vasıtası ile, sokaktan ve belli çevrelerden topladıkları satılmış kimselerle, kararın verileceği A. Ü. Senatosunun toplandığı Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesine gelmiş, burada Fakülte Dekanını ve bazı senatörleri tekmelemiş ve hakaret etmişlerdir. Senato kararının aleyhlerine olduğunu öğrendikten sonra ilahiyat Fakültesini işgal etmiş iki buçuk aya yakın Fakültede yatıp kalkmışlar, Fakültenin telefonları ile şehirler arası şahsi konuşmalar yapmış, Fakültenin her yerini pislemiş ve camlarını kırmış, bazı odaları silah deposu haline getirmişlerdir. Bir Fakültenin işgali ve devlet mallarının tahribi Türkiye'de ve belki dünyada ilk kez oluyordu. Hükümete yakınlıkları bilinen bazı kişilerin yardımını gördükleri bilinen bu kişiler gece sabahlara kadar sevmedikleri hocaları evlerinde telefonlarla hakaret ve rahatsız etmişlerdir. Kendilerini destekleyen öğretim üyelerini Fakülteye aldılar lehlerinde tezahürat yaptılar, sevmediklerini fakülteye almayıp aleyhlerinde tezahürat yaptılar. İmtihanlarda bilmeden bol numara almalarını temin için keyfi, tüzüğe aykırı usuller tatbik ettirdiler. İşin garibi zamanın Fakülte dekanı bu ahlaksızca olaylar sırasında emniyet kuvvetlerini defalarca çağırdığı halde gelmemişler, öte yandan hükûmet yetkilileri, Üniversite mensupları, Üniversite özerktir diye polisi üniversiteye sokmuyorlar şeklinde beyanat vermişlerdir. İlâhiyat Fakültesi olayı, her yönü ile Türk devrim, fikir ve Üniversite tarihinde kara bir leke olarak kalacaktır.
Bu İlahiyat Fakültesi olaylarında ve sonradan sıçradığı diğer Fakülteler ve öğrenci yurtlarında çıkan olaylarda Milli Türk Talebe Birliğinin çirkin tahrik ve kışkırtmalarının büyük rolü olmuştur. O zaman bu M. T. T. birliğinin başkanı bulunan Atila Özer ve İsmail Kahraman adlarındaki kişiler, S. Nursiye ve Süleyman efendiye rahmet okutacak şekilde gerici telkinlerde bulunmuşlardır. Bunlar zaman zaman İlâhiyat Fakültesine gelip "namaz kılmayan dinsiz hocaları dövün, kovun hakaret edin" demişlerdir. İlâhiyat Fakültesi olaylarının tafsilatı için 1968'de çıkan şu gazetelere bakma : Cumhuriyet gazetesi (17, 18, 22, 27, 28 ve 30 Nisan). Milliyet gazetesi (25, 28, 29, 30 Nisan). Ulus gazetesi (16, 22, 23, 25, 27, 30 Nisan ve 1 Mayıs). 19 Nisan tarihli Ak şam gazete- si, 29 Nisan tarihli Yeni gazete. 23 May ıs 1968 tarihli Cumhuriyet, Akşam ve Ulus, 14 Mayıs 1968 tarihli Milliyet, 3 Ocak 1970 tarihli Ulus gazeteleri ve daha geniş tafsilât için o tarihlerde çıkan haftalık "Meydan" gazeteleri özellikle 1968'de çıkan 171-176 sayılar.
İlâhiyat Fakültesi boykot ve işgalinden sonra Türk üniversiteleri, gerici-ilerici, ülkü birlikçi devrimci gençlikçi gurupları olarak birbirine düşman topluluklar haline gelip birbirleri ile kıyasıya mücadeleye giriştiler. Bütün öğrenci yurtları ayrı ayrı, birbirine düşman guruplar tarafından işgal edildi. Buralar birer silah deposu ve savaş meydanı haline geldiler. T. B. M. Meclisindeki siyasi partiler de bu gençlerin duyduygularını körükleyip sömürdüler. Ankara'da Hacettepe Üniversitesinde, Orta Doğu Teknik Üniversitesinde, Ankara Üniversitesinde, İstanbul'da Teknik Üniversite ve İstanbul Üniversitesinde, İzmir'de Ege Üniversitesinde, bunlara bağlı Fakülte ve yüksek okullarda ve bunların öğrenci yurtlarında kanlı çarpışmalar ve öldürme olayları cereyan etti. Sokaktaki halk da bu guruplara katılınca iş daha da büyüdü. Dinci çıkarcı gruplar, gerici basın, sosyalist fikirli gurupları tahrik etti ve bu kez onlar eyleme geçip bomba, dinamit lokumu, molotof kokteyli ile saldırdılar; evlere saatli bombalar yerleştirmeye, polis noktalarını yaylım ateşine tutmaya başladılar. A. P. iktidarı halkı düşman guruplara ayırtıp birbirine saldırtarak iktidarım sürdürme metodunu uygular görüntüde idi; ama silah ters tepti. Memleketin uçuruma sürüklendiğini gören ordunun sabrı tükendi ve yer yer bunlar arasında tepkiler başladı. Bu tutarsız idare şekline, Genel Kurmay Başkanlığı kuvvet komutanlarının 12 Mart 1971 günkü bildirisi ile son verildi.
Kuvvet Komutanlarının bildirisi
1— Parlamento ve hükümetin süre gelen tutumu, görüş ve icraatı ile yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk'ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma ümidini kamu oyunda yitirmişve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyetinin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.
2—Türk milletinin ve sinesinden çıkan silahlı kuvvetlerinin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek çarelerin partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek ve anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkilap kanunların uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.
3—Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahh Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyetini korumak ve kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır.
Bilgilerinize.
Bu bildiri üzerine Süleyman Demirel başbakanlıktan çekildi. Prof. Nihat Erim C. H. P.'den istifa edip başbakan olarak görevlendirildi (26 Mart 1971). A. P.' den, C. H. P.' den, Milli Güven Partisinden ve Milli Birlik Komitesinden alınan T. Cumhuriyeti tarihinde ilk kez içlerinde bir de kadın bakan bulunan (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı) üyelerle kabine kuruldu. Birinci N. Erim kabinesi, A. P. başkanı S. Demirel'in bir bildirisi üzerine sarsıntı geçirdi (1971 son- baharı), çoğu teknik elemandan kurulu on bir kabine üyesi istifa etti. İkinci Erim kabinesine Üniversiteden üç Profesör alındı. Birinci N. Erim Kabinesi kurulduktan sonra onbir ilde sıkı yönetim ilân edildi. Bu yönetimle kurulan sıkı yönetim mahkemeleri halkın huzurunu bozan, banka soyan, adam kaçıran ve öldürenleri sorguya çekti. Bu mahkemeler halen devam etmektedir.
SONUÇ
Aşırı sol, muhakkak ki bugün insanlık ve toplumlar için en kötü bir akımdır. Kısa sürede kişilerin ve toplumun mutluluğa ulaşacağı vaadleri ile uygulanmaya başlanan Rusya'da bile, aradan yarım yüzyıldan fazla bir zaman geçtiği halde mutluluktan, hürriyetten eser yoktur.
Komunist ülkelerden demokratik ülkelere kaçmaların, sığınmaların hâlâ sürüp gitmekte oluşu, Macaristan, Polonya ve Çekoslovakya halkına yapılan zulüm ve işkence örnekleri, Doğu Almanya halkının batıya geçme arzularını önlemek, seyahat hürriyetlerini kısıtlamak, kaldırmak için dikilen utanç duvarı, bu rejimin nasıl bir aldatmacadan ibaret olduğunu açıkça göstermektedir.
İnsan hayat ve hürriyetini hiçe saydığı halde demokratik ülkelerde hürriyetsizlik propagandaları yaptıran, komunist ülkelerde ise halkı, şiddetli bir baskı altında tutan ve belli bir sınıfın mutluluğunu teminden başka amacı olmadığı görülen komunizm, ailesine, malına, yurduna sıkı sıkıya bağlı Türk halkı katında ancak nefret ve tepki ile karşılanır.
Son zamanlarda yurdumuzda görülen, bu aldatmaca kuklalarının sürdürdüğü şiddet ve huzursuzlukların, Türk halkının ve uyanık ordusunun sağduyusu ve ortak tutumları sayesinde yakında bertaraf edileceği şüphesizdir.
Yurdumuzda bir de, yobaz görünen çıkarcı ve dini hisler sömürücülerinin yönettiği aşırı sağ akımıvardır. Bu akım, gerçek din kurallarını bilmeyen, Diyanet örgütünün ihmali ve çoğu zaman aynı örgüt ile işbirliği halinde görünmesi yüzünden, islâmiyetin doğru kuralları anlatılmayan halk kütlesinin, şekilci taassubu gerçek din sanıp desteklemesi sebebi ile daha da tehlikeli olmaktadır.
Ben bu küçük incelememde ancak son elli altmış yılın aşırı sağ olaylarının en göze çarpan çizgilerini sıraladım. Bunlar dikkatle okununca bu olayların, din elden gidiyor sloganı ve iğrenç bir Atatürk düşmanlığı ile ortaya çıkıp yurdu ve milleti ortaçağ karanlığına itip kendi sömürülerini, çıkarlarını, halk sırtından bedava elde ettikleri yaşantılarını sürdürmek isteyen örgütlerin aralıksız çabaları ürünü olduğu görülür. Ta... Anadolu Selçukluları çağındaki Baba İshak İsyanından, Kanuni Sultan Süleyman devrindeki dini isyanlardan beri sürdürülen "din elden gidiyor" propagandalarının hep bu tür örgütler tarafından düzenlendiğini göstermiş, din hiç bir zaman elden gitmemiş ve gitmiyecektir.
Filistin'de araplar tarafından yönetilen komünist, marksist "el-Fetih" ve kürtçülük ideolojileri gibi daha tehlikeli siyasi akımlar da din perdesine bürünür. Arap birliğine yardımcı olarak kurulan "Rabıtat ül âlem il-islâmi" ve kürtçülük ideolojisini kamufle etmek için örgütlenen nurculuğa göz yuman, hatta yardım eden, ahlaksılığı, çıkarcılığı hoşgören bir yönetim ile işbirliği yapan yobazlık, kötülükleri yüz yılda temizlenemeyecek bölücülük ve şer tohumları ekmiş ve ekmektedir.
Son yıllarda tanık olduğumuz, toplu namazlar, bunların sonucu yürüyüşe geçerek sebep oldukları "kanlıpazar", Kayseri, Konya, Eskipazar olayları ve sanki islamın esası imiş gibi gösterdikleri başörtüsü işinden kopardıkları fırtına ile başlattıkları " İlâhiyat Fakültesi Olayları", İstanbuldaki "Kültür Sarayı"nı yaktırma olayları, bunlarla ilgili olarak basında çıkan yazılardan anlaşıldığı gibi hep, bu örgütlenmiş nurcu, Süleymancı ilaah. gibi toplulukların tertipleri olduğu açıkça görülmüştür.
İşin ilginç yönü, bu olaylar ve kahramanlan o zaman bazı milletvekilleri tarafından T. B. M. Meclisi kürsüsünde açıkça övülmüş, tutumları, eylemleri desteklenmiş, ilâhiyat Fakültesi olayında olduğu gibi, tek tek veya guruplar halinde bu gerici öğrenciler ziyaret edilmiş kendileri, hocaları aleyhine kışkırtılmıştır. Bu kişilerin sözleri, yurtsever, devrimci milletvekillerinin bunlara verdikleri cevaplar, geleceğin Türk fikir tarihi yazarlarının kullanmaları için ibretli örnekler halinde T. B. M. Meclisi zabıtlarında durmaktadır.
İşin acı yönü, yurdumuz ve ulusumuz için çok zararlı olan, kişileri birbirine düşüren, onları düşman cephelere ayıran bu örgütlerin amaçları, tertipledikleri olayların, eylemlerin gerçek nedenleri üzerine ciddi olarak eğilinmiyor.
Kanımca bu konuların nedenlerinin çözümlenmesi ve kötülüklerinin giderilmesi, başta iki örgütün bilinçli, ciddi ve samimi çalışması ile kısa sürede kontrol altına alınabilir 10-15 yılda da kökünden halledilmiş olur. Bu iki örgütün biri, Milli Eğitim Bakanlığı, öteki de Diyanet İşleri Başkanlığıdır.
Bunlardan biri, halkın kültürünü, sağduyusunu, ahlakını belli bir standartta birleştirecek, öteki, gerçek dini, manevi bilgileri verecektir.
Esefle söylemeliyim ki bu gün ne planlı ve her bakan değiştikçe silinip yeni baştan ele alınmayacak sağlam bir Milli Eğitim program ve politikamız vardır, ne de Diyanet İşleri örgütü, kendi üzerine düşen ödev ve görevi yapabilecek eleman ve zihniyete sahiptir.
Bu günki durum tamamı ile, Birinci Cihan Savaşı öncesi Osmanlı devrindeki nitelikte ve görünüştedir. O zaman, Evkaf ve Şer'iyye Nezaretince yönetilen skolastik medrese yöntemleri ile eğitim yapan kurumlar, gelişmekte olan yeni dünya gidişinden, gereklerinden habersiz, dar kalıplara sıkışmış, kendi görüşlerinde olmayan herkesi kâfir, anlayamadıklan her teknik veriye gavur icadı gözü ile bakan bir zümre yetiştiriyor, öte yandan, yeni zihniyetle kurulan, iptidaiye, rüştiye, idadiye ve sultaniye gibi ilk ve orta okullar ve türlü branşlarda modern öğretim uygulayan üniversiteler mantıklı muhakemeli aydın zümreler yetiştiriyor, ayrıca Avrupa'ya yollanan, öğrenimlerini bilimin son verileri ile ve bizden çok ileri gitmiş olan Avrupa toplumunun genel görüşleri ile donanmış öğrenciler de daha başka zihniyette bulunuyorlardı. Bu üç tür fikir, düşünce ve zihniyette olan kişilerden her biri, filin bir tarafına yapışıp onu tarife çalışan körler misali, her olayı kendi görüşlerine göre yorumluyorlar, böylece de yurt çıkarlarını çözümlemek için bir araya gelemiyor, birleşemiyorlardı.
Maalesef bu gün de durum, bir yandan ayrı ayrı kurumlar, örgütler ve Diyanet İşleri Başkanlığı taraflarından yönetilen mahalle mektepleri, nurcu medreseleri, özel kuran kursları, öte yandan, gene bu kurumların el attıkları, etkide bulundukları, Milli Eğitim Bakanliğınca yönetilen imam hatip okulları, Yüksek İslam Enstitüleri, ayrıca da, liseler, teknik ve meslek okulları, Üniversiteler olmak üzere türlü zihniyette adam yetiştirmekte olmaları nedeni ile hemen hemen elli altmış yıl öncekinin aynıdır. Bu ayrı düşüncede yetiştirilen gençler de birbirlerine, yobaz, softa veya komunist, kâfir gözü ile bakmakta ve aralarında, karşıt fikir sahibi cepheler halinde örgütlenmiş bulunmaktadırlar.
Bugün, ayrı düşünceler ve karşıt görüşlerle bir birinin canına kasteden cepheler halinde sokaklara dökülmüş bulunan gençlerin ters davranışları, bu tür örgütlerin çalışmalarının ürünü ve sonucudur. Bu durumun husule gelişinde, soruna ciddi olarak zamanında eğilmediğimiz, aynı amaçta birleşmediğimiz için, ayrı ayrı hepimizin ve devlet yöneticilerinin sorumluluğu vardır. Dâhi Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nın hemen sonunda tehlikeyi görmüş, bu tür karşıt zihniyetteki kişilerin tutumlarına şahit olmuş, gelecek- teki çelişkileri önlemek için "Tevhid-i Tedrisat" yani eğitim birliği kanunu çıkartmış, böylece de, bir birine düşman yurttaşlar halkasının genişlemesini önlemiştir. Bugün de, çıkarcı zararlı örgütlerin, türlü yollarla eğitim sistemini rayından saptınp, kendi çıkarları paralelinde hareket edecek düşünce ve ideolojide adam yetiştirmeye çalıştıkları bir gerçek olduğuna göre, bu tür faaliyetlere devletçe bir son vermenin zamanı gelmiş, hatta geçmek üzeredir bile.
Memleket, devlet kesesinden maaş alan din görevlileri bakımından, temelinde örgütlenmiş, programlı bir kürtçülük yatan nurculukla, nesine imrendikleri bilinmeyen arap hayranlığına, imam-hatip okulları ile yüksek islam enstitüleri mezunlarını bile kâfir sayacak kap kara bir gericiliği ve cahalete dayanan süleymancılık propagandacıları guruplarına ayrılmış durumdadadır.
Bugün camilerde, kutsal törenlerde görevli din adamlarının çoğu, maalesef ya bir şahsı veya bir partiyi ele alıp, kendi çıkarlarına karşı olanların aleyhinde, aynı paralelde olanlarının da lehinde konuşmalar yapmaktadırlar.
Halbuki bunların özel kanunlanna göre, değil camide ve görev sırasında, dışarıda, görev dışında bile bu şekilde siyasetle ve şahsiyatla uğraşmalan şiddetle men edilmiştir. Bunların görevi halkı iki düşman guruba ayırmak değil, ahlaki, insani öğütlerle onları birleşmeye, birbirlerine yardıma çağırıp bu birliği gerçekleştirmektir.
Ayrıca, Diyanet işleri örgütü içinde, "yeminliler" diye bir gurubun mevcut olduğu söylenmektedir. Bunlar, Diyanet işleri teşkilatındaki ilahiyat Fakültesi mezunlarını bertaraf edip her yere Yüksek İslam Enstitüsü mezunlannıyerleştirmek üzere yemin etmişler.
Gene Diyanet işleri örgütündeki bazı imtiyazlı kişiler, dini tedrisat yapan yüksek okullarıyeni bitirdikleri halde dördüncü derecedeki ihtisas kadrolarına tayin edilmekte, bunlarla işbirliği yapmayan ayni kıdem ve tahsil durumundakiler onunci dereceye atanmakta, üstelik yüksek derecelere tayin edilenlerin görevleri Ankara dışında olduğu halde gitmemekte, türlü bahanelerle Ankara'da kalıp merkez teşkilatının istedikleri yönde gitmesine çalışmaktadırlar.
Devlet kesesinden maaş aldığınız halde niçin: kanunlara, nizamlara uymuyor sunuz ? Sorusuna karşılık, hükûmet, şeriat kurallarına göre yönetilmediği için onun emirlerine uygun hareket etmek gerekmez diyen tutum ve davranıştaki insanlara, Tanrıdan korkun, kuldan utanın demekten başka ne kalır?
İlim Yayma Cemiyeti, Kuran kurslarına, imam hatip okulları öğrencilerine yardım edeceğim diye halktan fitre, zekât, sadaka ve kurban derileri toplamaktadır. Bu kuruluşların ihtiyaçları devlet eli ile temin edilmeli.
Kuran kursu ve imam hatip okulları öğrencileri, Ramazan aylarında ve kutsal günlerde köylere, kasabalara bu tür örgütler tarafından, kendi amaçları doğrultusunda propagandalar yaptırmak için gönderilmekte, bunlar eliyle de fitre, zekât, sadaka ve kurban derileri toplatılmaktadır.
Herşeyden önce, insan haysiyet ve ve karını hiçe indiren, kişiliği öldüren bu tür dilencilik, bu çağda yüz kızartıcı bir şeydir. Öte yandan bu tür bir kazanca alışan kişi elde ettiği menfaata göre davranmaya hazır bir duruma gelmiş, şahsi teşebbüs kabiliyeti köreltilmiş, başkasının eline bakan, ondan yardım bekleyen bir kişi haline gelmiş demektir. Şahsi çıkarının herşeyin üstünde görmeye alışmış bencil bir kişiden gerçek yurtseverlik, ulusseverlik beklemek biraz zordur. T. C. Hükûmetlerinin en önce ele alması gerekli husus budur. Bu hususun ihmalinde her geçen dakika, yurda, ulusa büyük zararlara, halkımız arasına daha çok düşmanlık tohumları ekilmesine sebep olacaktır. Esasen onbin köyünde henüz ilkokul ve öğretmen bulunmaması ve seksen küsur öğretmen okuluna karşı yetmiş beş imam hatip okulu açılması ve bu imam hatip okullarının çoğunun da, tutumları yukarıda açıklanan cemiyetlerin yardımına muhtaç ve onların müdahalesine açık bulunması, eğitimimizdeki tutarsızlığı ve dengesizliği gösterir. Sözde imam hatip okullarına ve kuran kurslarına yardım etmek amacı ile kurulmuş derneklerin çoğu, bu yolla bu öğrencilere devrim aleyhtarlığı, Atatürk düşmanlığı, hükümetimize yardım aleyhtarlığı aşılamaktadırlar. Bu gibi kuruluşlar gereği kadar açılmalı ve açılanların bütün ihtiyaçlarını devlet karşılamalı, böylece bu tür derneklerin müdahale ve etkilerine, propagandalar ına son verilmeli.
Diyanet İşleri örgütü özlenen duruma nasıl gelir
Bilindiği gibi bu kurumun bir merkez örgütü bir de taşra örgütü vardır. Merkez örgütü : yayın, örgütlenme, teftiş vesaire gibi yönetim daireleri ile halka verilecek dini, ahlaki bilgileri planlayacak ve bu konularda sorulacak soruları cevaplandıracak, dini yayınları denetleyecek danışma kurulu vardır. Müftilik, vaizlik, imamlık, müezzinlik gibi işler için atanan kişileri içine alan taşra teşkilatının, gerçek amaca yöneltilmesi, danışma ve teftiş kurulu her yönden ehliyetli kişilerden teşekkül ettiği zaman kolaylıkla sağlanabilir.
Esefle söyliyelim ki bir kaç kişi hariç, bu kuruluş, islamın asıl amacını iyi kavramış, pozitif ve sosyal bilimlerle donanmış kişilerden yoksundur. Bu kurumun faaliyetlerine bakılınca bu durum kolayca anlaşılır.
Mesela, son aylarda yayınlanan dergilerinde çıkan yazılardan bazıları beni şaşırttı. Bunların birinde bedel haccı (vekâletle hacca gitme) üzerine bir arabın yazmış olduğu yazının tercümesi yer alıyordu. Bir kere islamda ibadet kişiseldir. İstenen şartları haiz olan kimse ibadetini yani Tanrı'ya karşı kulluğunu kendi yapar. Başkası adına ibadet olmaz, bu nedenle de hayatta veya ölmüşbir kimse adına başkasının hacca gitmesi olamaz. Hz. Peygamberin, hatırını kırmak istemediği bir kişiye özel olarak verdiği bir izin genelleştirilemez. Esasen böyle bir uygulama son zamanlara kadar yapılmamıştır. On on beş kişiden beşer onar bin liradan seksen yüz bin lira toplayıp onlar adına hacca gitme ticareti son yıllarda din bezirganları keşfettikleri bir kazanç yoludur. Bu dini görevini yapamadan ölenler için geride kalanlar bir şey yapmak istiyorlarsa onun adına okul, çeşme, köprü, yol, fakirlere yardım gibi şeyler yaparlarsa çok daha sevap ve yerinde bir iş yapmış olurlar. Hacca kendi gidecekler için bile bir sürü şartlar vardır. Çoluğunun çocuğunun bir yıllık her türlü ihtiyaç giderlerinden başka, hacca gidip gelecek miktarda parası olacak, hısım akrabası, konu komşusu içinde yardıma muhtaç kimse kalmamış olacak. Öyle tarlasını takkasını, malını mülkünü satarak elde edilen veya borç alınan para ile hacı desinler diye hacca gidilmez, gidilse de hac ödevi yerine getirilmiş olmaz. Sonra, gene hacılar, orada bir sürü para verip kestikleri kurbanlar çiğnenerek üst üste yığılıp toprağa gömülmektedir. Bu, açık bir israftır. Israf ise islamda haramdır. Dinen bu kurbanların, Türkiye'ye döndükten sonra kesilmesi caizdir. Diyanet işleri başkanlığı, hem yanlış hem de memleketin milyonlarca döviz tasarrufunu sağlıyacak konuyu halka anlatsa olmaz mi?
Gene bu türden bir işdaha var. O da "ıskat-ı salat" yani bir kimse öldüğünde ölünün evinde toplanıp kuran okuyrak, dua ederek, ölünün, sağlığında yerine getiremediği namaz borçlarının üzerinden kaldırılması bid'atıdır. Hiç öyle şey olur mu? Sağ iken yapılamayan kulluk borcu öldükten sonra para ile ödenir mi? Diyanet işleri başkanlığı dergisinde bedel haccına dair değil bu konulara dair yazılar yer almalı. Bu ana konulara eğilmedikten sonra bu kurumun görevi nedir?
İslamın yüce Peygamberi "güçleştirmeyin, kolaylaştırın", "nefret ettirmeyin (iyi kişileri cennetle) müjdeleyin" diyor. Gerçek din adamının görevi, insanlara, birbirini sevmesini, saymasını, yurduna, ulusuna, devletine bağlı olmasını öğütlemektir. Din adamı anlayışlı, bilgili, hoşgörülü, kin ve nefret duygularındana rınık, güler yüzlü olmalıdır.
İslâmiyeti, kadının başını örttürmek, sakal bırakmak, fes veya bere giymek, sank sarmak, halifelik istemek gibi şekilden ibaret sayan kişiler, islamın güzel ahlak prensiplerini halka aşılıyamaz. Bu çelişkiler ve olumsuz davranışlar cehaletten ve bilgisizlikten doğmaktadır.
Bu arada, islamın emirlerinden ve asıl maksadından habersiz kimselerin kasıtlı olarak zaman zaman üzerinde fırtına kopardıkları, başörtüsü, bere veya fes giyme, sakal bırakma, halifelik isteme gibi şeylerin gerçek mahiyetlerine bir kaç cümle ile değinmek istiyorum :
Fes, bere, sarık özlemcilerinin bu konudaki mantıklarını ve ölçülerini anlamak zordur. Peygamber veya ilk müslümanlardan hiç biri bu başgiysilerini asla giymediler. Güneş sıcağından enselerini, yüzlerini korumak için bu gün çöl araplarının kullandıkları, Anadolu kadınının yaşmağma benzeyen bir şey örtüyorlardı başlarına. Bunun dinle bir ilgisi yoktur. Tamamı ile iklim gereğidir. Bir bez parçasının islamlıkla, gavurlukla ne ilgisi olabilir. Aynı iklimde olan Hindistan'daki erkek ve kadınlar, hangi dinde olurlarsa olsunlar başlarına yaşmak gibi şeyler örterler. Peygamber asla fes giymemiş, bere giymemiş, sarık da sarmamıştır. Fes, Fas bölgesinden Sultan ikinci Mahmut (saltanatı 1808-1839) tarafından, halkı ve askerleri kalpak, keçe külah, takke gibi türlü başgiysilerinin karnaval görünüşünden kurtarmak için alınmış bir şeydir. Tıpkı fes bırakılıp şapka giyilmesi kararlaştırıldığı zaman olduğu gibi bir çok halk, gâvur icadıdır diye feci giymemek istemiş, bu yüzden bir çok idamlar olmuştur.
Sakal işi: gerçekte Hz. Muhammed sakal uzatmamış, sakal kesmiştir. Arap ırkmın da dahil olduğu sami milletlerdeki âdete göre sakal göğse kadar uzatılır. Peygamber, uzayıp yiyecek içeceğe sakal telleri dökülmesin diye, o zaman ustra ve jilet gibi şeyler olmadığından, makasla kısaltılabileceği kadar kısaltmıştır. Sakal hakkında Kur'anda da hadislerde de bir kayıt yoktur. Bu itibarla dinin bir gereği imiş gibi Diyanet İşleri Başkanının sakal bırakmasıda lüzumsuzdur.
Kadınların başörtüsü işine gelince : Kur'anda yer alan bu hükmün sebebi, hür kadınları cariyelerden ayırmaktır. Köle ve cariyeler mal sayıldığından ve başörtüsü zorunluğu olmıyan cariyelere her türlü muamele reva görüldüğünden, hür kadınları bu muameleden korumak için bu örtü emredilmiştir. Eğer bu, kadınları erkeklerin şehvet gözünden saklamak için olsa idi yüzlerini bir peçe ile örtmeleri emredilirdi. Kadının şehvet çekici yerleri saçları değil, yanağı, dudağı ve gözleridir.
Halifelik tutkusuna gelince: Peygamberden sonra onun yerine bir halife atanacağına dair Kur'anda ve hadislerde hiç bir işaret yoktur. Eğer kendisinden sonra halife tayini gerekli olsaydı Peygamber onu bizzat tayin ederdi. Tersine, Peygamberin ölümünden sonra müslümanları idare edecek kişi halk tarafından seçilmiştir. Hz. Ebu Bekir'in, kendi yerine tayin ettiği Hz. Ömer hariç, Osman ve Ali seçimle başa getirilmişlerdir. Zaten Ali'den sonra idare Muaviye'ye geçip halifelik, babadan oğula devredilmek sureti ile saltanat haline gelmiştir. Halifelik müessesesi islami bir müessese olsa idi aynı zamanda ayrı yerlerde üç halife mevcut olmazdı. Bir kez, Mekke'de, Küfe'de ve Şam'da, başka bir kez de Bağdad'da, Mısır'da ve İspanya'da olmak üzere aynı zamanda üç ayrı islam topluluğunu üç ayrı halife yönetmiştir.
Kanunun öngördüğü ilkelere, bu kurumun kuruluş amacına, islam dininin gerçek kurallarına hizmet edecek, her sınıf halkın saygısını çekecek gerçek din adamı nasıl yetiştirilmeli ?
Benim, yıllardır sorumlulara ve ilgililere duyurmaya çalıştığım çıkar yol görüşüm şudur : Önce Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatının ve din eğitimi yapan kurulları dinimizin, toplumumuzun ve yurdumuzun istediği şekilde islah etmeli. Bu ise işi, her yönü ile anlayan işin ruhunu bilen eleman yetiştirme konusudur. Bu itibarla her şeyden önce bu elemanların yetiştirilmesi konusu üzerine eğilmek gerekir.
Kanımca, akademik kariyerden yetişme öğretim üyelerinin eğittiği ilahiyat Fakültesini pekiyi derece ile bitirenler arasından Fakülte Profesörler kurulunca ahlakları, Cumhuriyete ve devrimlere bağlılıkları yönünden aday gösterilecek on on beş kişi, devlet tarafından ikişer veya üçer yıl süre ile, İngiltere, Almanya ve Fransa'dan ikisine gönderilmeli. Daha sonra üç yıl süre ile de arapça konuşulan bir ülkeye mesela Tunus'a yollanmalı. Böylece aday, bu üç ülkede en çok dokuz yıl kalacak bu yolla hem üç dil öğrenecek hem de bu ülkelerin dini ve sosyal durumları hakkında geniş bilgiye sahip olarak dönecek. Bu iş on onbeşyıl sürdürülürse yirmi yıl sonra sağlam bilgilerle yetişmiş enaz yüz eleman elde edilmiş olur. Bunun yarısını başarılı kabul etsek böyle yetişmiş elli altmış kişi Diyanet İşleri teşkilatında danışma kurulunu ve diğer kurulları yönetmeye başladığında, birer otorite olacak bu kişilerin gayreti, memleketteki inanç aykırılıklarına, mezhep ve tarikat akımlarına son verecektir. Çünkü yönetim, sağlam bilgili ve karakterli ve islamiyeti, hurafelerden arınık olarak dosdoğru anlayan kişilerin eline geçince, halka, gerici ve mutaassıp fikirler yerine, doğru ve gerçek dini ve gerçek bilgiler verileceğinden inanç yönünden ikilik kalkacak toplu olarak başka sapık ideolojilerle savaşılabilecektir.
Milli Eğitim Politikası konusu
Yukarıda da değindiğimiz gibi önce Milli Eğitimde, eğitim birliği ilkesi hâkim kılınmalı.
Birinci Cihan Savaşının ve KurtuluşSavaşının acı deneylerinden ders alınarak tesbit edilen Cumhuriyet eğitiminin ilk genel prensipleri şu ana ilkeleri kapsıyordu:
1) Eğitim kurumları bir örgüt tarafından yönetilmelidir.
2) Eğitim programımız ulusumuzun bu günki durumu ile onun sosyal yaşantısının ihtiyacı ile çevrenin şartlarıve yüzyılımızın icapları ile tamamen uygun olmalı.
3) Eğitimde ülkümüz, çocuklarımıza her şeyden önce Türkiye'nin özgürlüğüne, kendi benliğine ve ulusal geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek fikrini vermek olmalıdır.
4) Eğitim yaşıdışında kalan ve eğitim görmeyen yurttaşlarımız askerde, eğitim birlikleri, işyerlerinde halk okulları gibi pratik yollarla eğitimin nimetlerinden faydalandınlmalıdır.
5) Türkiye Cumhuriyetinin amacı, milli, demokratik ve lâik düşünceli yurttaşlar yetiştirmektir. Bunun için de pedagojik yöntemler ve araçlarımız yenileştirilmeli ve islah edilmeli.
6) Eğitimin bütün basamakları, erkekler için olduğu gibi kızlarımız için de tamamen açık olmalı ve eğitimde cinsiyet farklarına göre düzenlenmiş olan bütün usul ve kaideler kaldırılmalıdır.
Bu prensipler aşağı yukarı 1945'e kadar başarıile uygulanmış, gerçekleştirilmiş ve bu uygulama yıllarında halk da rahat ve huzur içinde bulunmuş iken, çok partili devreye geçildikten sonra oy kaygısı nedeni ile din sömürücülerine verilen taviz yüzünden bu günkü acıklı duruma düşülmüştür.
Bu daha kötüye gitme eğiliminde görünen durumun ıslahı çarelerinin başında, her türlü gericilik eylemlerinin, devrim ve Atatürk düşmanlığının tezgahlandığı Kur'an kurslarının tamamen Milli Eğitim Bakanlığı eli ile yürütülmesi bu yapılamıyorsa kapatılması gelir. Ders yılı içinde bunların faaliyette bulunmaları yüzbinlerce çocuğun eğitim görmekten mahrum kalmalarına yol açmaktadır, çünkü bazı kurs öğretmenleri çocuk babalarına, çocuklarını devlet okullarına değil buralara yollamalarını tavsiye etmektedir. Bu itibarla bu kursların faaliyet zamanları yaz aylarına hasredilmeli.
Olumsuz çalışmalarından pek azı basına yansıtıldığı halde bu kadarı bile bunların çoğunda, dini ahlaki bilgi yerine, halkı bir birine düşman etme, sakalın, fesin, sarığın, tarikatçılığın, halifeciliğin gerekliliği, namaz kılmayanların, şapka giyenlerin, başı açık ,kolları açık kadınların kâfir oldukları telkinleri yapıldığı anlaşılmaktadır. Buralarda, Kur'anın yazıldığı, arap harfleri denen aslında arapların kendi icatları olmayan harfler kutsal olarak tanıtılıp, harf kanunu hilafına, bu harflerle okuyup yazma öğretilir. Bu dabû telkini yapanların cahaletini gösterir. Çünkü kuran, bu harflerle yazılı sahifeler halinde gökten yağmadı. Kuran Peygamberin kalbine doğduruldu, komşularından alıp kullanmakta oldukları bu harflerle kaydedildi. Tevrat ve İncil gibi daha önceki kutsal kitaplar süryâni ve arami harflerle yazılmışlardı. Aslında, insanlara bilgi öğretme aracı oluşundan dolayı her yazı kutsaldır. Gene basındaki haberlerden öğrendiğimize göre buralarda vatan ve milliyet duyguları körletilip yerine ümmetçilik ve arap hayranlığı yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Halbuki arap radyoları ve basını, Türkler de dahil, arap olmayan toplumları kendilerinden saymamaktadırlar ve "ey araplar", "ey arap milleti" diye yayın yapmaktadırlar. Bunda haklıdırlar da. Bu gün hiç bir millet diğerine tam dost olamaz. Her milletin kendi çıkarı vardır ve bu çıkar başkalarının çıkarı ile mutlaka çarpışır. Ayrıca Filistinde tezgahladıkları "el-Fetih" örgütü ile Suudi Arabistan'da tezgahlanan "Rabıtat ül-Alem il-İslami" örgütlerinin memleketimizdeki kötü, bozguncu veya gerici eylemleri, acı ibretlerle doludur. Biri komünizm, öteki gericilik metodunu kullanan bu iki örgütün de amacı birdir. İkisi de Türkiye Cumhuriyetini yıkıp yerine, biri komünizmi, öteki şeriatı getirmek istemektedir. Halbuki tam bir şeriat düzeni de komünist rejim de hiç bir arap ülkesinde uygulanmamaktadır.
İslam dini esasları, Kur'an ve diğer islami bilgiler, ilk okulların dördüncü ve beşinci sınıflarında öğretilmeli. Zaten kuran kurslarında hocalık yapanların çoğu doğru dürüst islam temellerini, islamın amaç ve ruhunu bilmezler. İlkokul öğretmenleri, bir yarışma ile ehliyetli kimselere hazırlatılmış kitaplar ile ve pedagojik yöntemleri de uygulayarak daha iyi öğretebilirler. Bu kuran kursları kesin bir çözüme bağlandıktan sonra imam hatip ve yüksek islam enstitüleri, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından tam kontrol altına alınmalı, yatılı kısımlarının masraflarını tamamen devlet ödemeli. Yardım bahanesi ile buralara el atan cemiyetlerin çoğu, çıkarları için masum çocukları türlü gerici, şeriatçı, devrim düşmanı akımlara sürüklemekte böylece bir nesli, toplumun bir kısmına düşman, onlara karşı kin besleyen, hoşgörüsüz bedbaht hale getirmektedirler. Öte yandan, bu cemiyetlere yardımda bulunanlar kendilerinde, buralara el atma hakkı görmekte, bu yardımdan faydalanan gençler de yar-dımı devletten değil de kişilerden aldığı için kendini, onların her isteğine boyun eğme durumunda görmekte böylece şahsiyetini, benliğini kaybetmektedirler.
Bu yardımları yapan dernekler ve kişiler, bu okullarda kendi düşünce ve tutumlanna aykırı bir davranış gördüler mi okul öğretmenlerini tehdit ederler, aleyhlerinde gazetelerde yazı yazdırırlar, bakanlıklara, kalabalık görünsünler diye uzun isim listeleri ile veya ayrı ayrı olmak üzere uydurma adlar altında telgraf çekerek veya çektirerek filan müdürü, filan hocayı istemiyoruz, azl edin, atın gibi tertiplerle devlet otoritelerine baskı yaparlar. Böyle bir durumda Bakanlık ciddi davranıp böylelerinin haddini bildirmezse o öğretmende ve o okulda eğitim gücü ve otoritesinden eser kalmaz, tertipçiler baskıların ve edepsizliklerini artırırlar. Bu gibi olayların canlı ve çok acı örneklerini on yıl kadar önce İstanbul imam hatip okulundaki ve iki yıl önce de Kayseri yüksek islam enstitüsü olaylarında gördük.
Böyle, istemedikleri kişiler hakkında sahte adlarla telgraf çektirme metodu Diyanet işleri taşra örgütü tarafından da sık sık uygulanır.
Milli Eğitim Bakanlığı, yalnız buralarda değil, ana okullarından başlayarak tüm eğitim kurumlarında öğrencileri, yurt ve ulus bünyesine uymayan, ilerlememize zarar veren her türlü sağ ve sol akımlara karşı uyanık tutacak, onların ahlaklı, iyi yurttaşlar olarak yetişmelerini sağlayacak tedbirleri almalı.
Bu konuda en önemli iş, her türlü öğretmen yetiştirecek okulların öğretmenlerinin iyi yetiştirilmesidir. Bütün öğretmen yetiştiren okullara, okudukları okullardaki öğretmenlerinin tavsiye edeceği terbiyeli, çalışkan, ahlaklı kimseler alınmalı. Bunlarm, aynı ruh, heyecan, yurt ve milletseverlik duyguları ile yetişmeleri sağlanmalı. Hatta Üniversitelere asistan alınacak kimselerin, bilgi ve kabiliyetleri ile birlikte ahlaki durumlarına da dikkat edilmeli. Bütün Üniversite hocaları her fırsatta gençlere, memleketimizin geçirdiği felaketler, geri kalışımızın nedenleri hakkında bilgi vermeli, kendileri de onlara iyi örnek olmalıdırlar. Bu işte en büyük sorumluluk, devrim tarihi hocalarına düşer. Devrim, bütün nedenleri açıklanarak milletçe geri kalmışlıktan kurtulup, yeni bir yaşama düzenine giren dünya milletlerinin gidişine ayak uydurma espirisi içinde anlatılmalı. Zaten ulu Atatürk'ün dehası, bu gidişe ayak uydurmanın gerekliliğini anlayıp bu yolda kesin ve ciddi kararlar almasında ve bunları uygulamaya geçmesindedir. Atatürk'e düşmanlık hissi duyanlar ve bu hislerini başkalarına aşılamaya çalışanlar ancak çıkarları, sömürüleri elden gitmiş benciller veya, Kurtuluş Savaşında milli güçlere karşı çıktıklarından vatan haini olarak öldürülenlerin aynı ruhtaki bencil çocukları veya torunlarıdırlar.
Ulusumuzu, özlediğimiz milli birlik ve beraberlik ruhu etrafında toplayacak prensiplere ait ilk sesleniş değerli Milli Eğitim Bakanımız sayın İsmail Arar'dan geldi. 7 Mayıs 1972'de çıkan gazetelerde bu hususta şöyle bir genelgesini okuyarak yüreklerimize su serpildi:
Sayın İsmail Arar genelgesinde, son yıllarda gençlerin ve hatta genellikle aydınlarımızın bir düşünce ve davranış bunalımı içine düştüklerini belirtmiş "aydınlarımız, şu anda çoğunlukta ve bir bakıma Ziya Gökalp gibi bir düşünürün toplayıcı fikir gücünden, Atatürk gibi yapıcı ve milli birlik ruhunu oluşturucu bir otoritenin yol göstericiliğinden uzakta kalma gibi köksüz bir yönelişe sapmış bulunuyorlar" demiş, yapılan menfi propaganda ve yıkıcı tutumlar sonucu ulusumuzun sembolü olan bayrak, sancak ve milli marşımıza karşı saygısızlık derecesine varan davranışların milli vicdanı incitir duruma geldiğini söyleyen bakan, alınacak ilk tedbirleri şöyle sıralamıştır:
"1— Okullarımızda öğretmenlerimizin, en kutsal varlığımız olan bayrağa, sancağa, milli marşımıza, diğer kutsal saydığımız değerlere ve bunların koruyu-cusu ordumuza ve güvenlik kuvvetlerimize karşı, her fırsatta sevgi ve saygıduygusu yaratacak yapıcı telkinlerde bulunmalarının yurtseverlik görevleri olduğunun kendilerine münasip görülecek şekilde topluca anlatılması,2—Mümkünse diğer görevlilerin ve aydınlarımızın da bu konuda göreve çağrılması,3—Bir kelime ile milli birlik ruhunun yeniden canlandırılması için, çevrenin şartlarına göre bir program hazırlanarak uygulamaya geçilmesi ve bu çalışmalar hakkmda bakanlığımıza bilgi verilmesi.4—Türk bayrağının çekilişve indirilişinde yapılacak törenlerde, süs bayrakları ile hususi bayrakların vasıf ve asılmasında, ilgililerin 2994 sayılı kanunla, Türk bayrağı nizamnamesi hükümlerine uymaları konusunda titizlik gösterilmesi, bu konularda öğretmenlerden faydalanılmak sureti ile, bunun bir yönü ile de eğitim meselesi olduğunun hissettirilmesi,5—Milletimizin çağdaş uygarlık seviyesine yükselmede kendisine güvenini, devletine, toprağına bağlılık ruhunu tazeleyen ve milli bütünlüğümüzün gözle görülür şahlanışını sembolize eden gelenekleşmiş mili bayram günlerimizin amacına yaraşır sevgi, inanç ve heyecanla kutlanmasının sağlanması".
Gayet veciz bir şekilde ifade edilmiş olan bu ana prensiplerin uygulanmasının sıkı sıkıya ve ciddiyetle izlenmesini, bunların, asker, sivil, resmi özel yurt ölçüsünde bütün kuruluşlarımızca benimsenmesini, yurdumuzun ve ulusumuzun selameti, mutluluğu vegeleceği bakımlarmdan candan dileriz.
Faydanılan eserler:
Yazının içinde zikredilenlerden başka: 1968-1971 yılları Milliyet, Cumhuriyet, Ulus gazetelerinde çıkan. Prof. İlhan Arsel, Sadi Koçaş, Ahmet Yıldız, Sezai Orkunt, Dr. Z. Ersay, Prof. H. V. Velidedeoğlu, Prof. F. Yavuz, Felek, K. Bisalman, Doç. Çetin Özek. Prof. Arif Akman, Ulunay, Prof. Sadi Irınak'ın yazılarıve Prof. F. Ya- vuz'un, Din Eğitimi ve Toplumumuz, Ankara, 1969; Prof. Tarık Z. Tunaya, islamcılık Cereyam; M. Şahap Tan, Bugün'ün Dervişi (M. Ş. Eygi) kimdir, Is- tanbul, 1970; A. Gözütok, Müslümanlık ve Nurcu- luk. Doç. Dr. Çetin Özek, Türkiye'de Gerici Ak ımlar,İstanbul 1968: Prof. Şerif Mardin, Din ve İdeoloji,Ankara, 1969. Dr. A. N. Yücekök, Türkiyede ÖrgütlenmişDinin Sosyo-Ekonomik Tabanı(1946— 1968) Ankara, 1971.
0 Yorumlar