ÖNSÖZ
Bu kitabın ilk basımı 1974 yılında yapılmıştı; aradan 34 yıl geçmiş. İkinci basım 1977, üçüncü basım 1982 yılında yapıldı. Bu, dördüncü basım oluyor.
İleride anlatılacağı gibi kitap, aslında, 1973 yılı Aralık ayında Londra Üniversitesi’ne sunulan ve 1974 yılı Ocak ayında kabul edilen doktora tezimin1 kısaltılarak Türkçeye çevrilmiş biçimidir. Akademik zorunluluklardan kaynaklanan ritüel nitelikli pasajların çıkartılmasını bir tarafa bırakırsak esas kısaltma, o günün modasına uyarak yazılan 32 sayfalık 5. bölümün kitaptan tamamen çıkartılmasıdır. Sözü edilen bölüm, Fogel-Fishlow tarzı bir “sosyal tasarruf” hesaplamasının İzmir-Aydın Demiryolu’na nasıl uygulanabileceğini gösteriyordu. Kitabın varsayılan okuyucu kitlesinin niteliği göz önünde tutularak, çok fazla olmasa da matematik formüller içeren o bölüm tümüyle çıkartıldı. Kitabın başına kısa bir bölüm eklenerek çalışmanın emperyalizm bağlamındaki yeri belirtilmeye çalışıldı.
1 Orhan Kurmus, “The Role of British Capital in the Economic Development of Western Anatolia, 18501913”, Unpublished Ph.D. thesis, (includes maps and bibliography), University of London, ff. 336, 1974.
Prof. Dr. Oya Köymen |
Tez’in kitap haline getirilmesi süreci zor ve zahmetli oldu. Tezi yazarken, daha sonraları bir kitap halinde yayımlamayı düşünmemiştim. Benim bildiğim doktora tezleri, sunuldukları üniversitelerin kütüphanelerinde, dışarıya çıkartılamayan ve sadece referans olarak başvurulabilen kaynaklardı. Daktilo ile beş kopya yazılır (evet, o zaman daktilo vardı), ciltlenir ve üniversiteye teslim edilirdi. Eğer tez bir ABD üniversitesinde yazılmışsa ve siz o tezi mutlaka okumak ihtiyacındaysanız, tezin fotokopiye benzer bir teknikle çoğaltılmış bir kopyasını bedeli karşılığında elde etmeniz mümkündü. ABD üniversitelerinin dışında böyle bir kolaylık yoktu. Hele Londra Üniversitesi’nde hiç yoktu; şimdi bile olduğunu sanmıyorum.
Türkiye’ye döndükten sonra tezi ilk okuyan kişi ODTÜ Ekonomi Bölümü öğretim üyesi Oya Köymen oldu. ODTÜ öğrencisiyken Oya benim hocamdı; şimdi de hocam ve arkadaşım. Günlerce dil dökerek tezimi neden kitap haline getirmem gerektiğini anlatmaya çalıştı. Ben başıma gelecekleri tahmin ederek direndikçe eşi Orhan Silier, o soğuk ve karşı çıkılamaz mantığı ile, Oya’nın eksik bıraktığı veya duygusallığı nedeniyle tam olarak ifade edemediği nedenleri sıralıyor, bunun neden benim boynumun borcu olduğunu bıkmadan usanmadan tekrarlıyordu. Herkesin bir direnme kapasitesi vardır; benimkinin sınırlarına galiba iki hafta içinde ulaştık ve ben direnişimi sona erdirdim.
Üniversitede iki ders veren (bu dersleri hazırlamak için öğrencilerinden çok daha fazla çalışan) ve bir ODTÜ geleneği olarak haftada üç saat öğrencilerine danışmanlık yapan bir kişi olarak nasıl vakit bulup da tezimi yayımlanır hale getireceğimi düşünürken Oya, “Sen gel, bizim eve yerleş; burada rahatsız edilmezsin, çalışman kolay olur” dedi. İlk önce bunun gerçekten beni rahatlatmak için yapılan bir öneri olduğunu düşündüm. Öyle ya, kendi küçücük evimde 20 aylık oğlum Sinan ve ikinci çocuğumuz Zeynep’e hamileliğinin son aylarında bulunan eşim İnci ile birlikte yaşarken kitap yazmanın çok kolay olmayacağını düşünmüş olmalıydı. İnci, bizim fakültenin İşletme Bölümü öğretim üyesi olarak okula geri döndüğünü sanmış ama bunda yanıldığını görmüştü. Biz daha İngiltere’de iken, rektör Tarık Somer’in talimatı, dekan Güngör Tunç ve bölüm başkanı Dolun Öksoy’un işbirliği ile işten çıkarılmıştı. Bir taraftan üniversiteye karşı açtığı dava ile uğraşıyor diğer taraftan benim yok mertebesinde olan maaşıma katkı yapmak için bir pazar araştırması şirketinde çalışıyor, kalan vaktinde de benim ilgisizliğim ve kitap yazma merakım nedeniyle bir ucundan tutamadığım ev işlerini görüyor, Sinan’a annelik yapıyordu. Zor bir durumdu. Böyle bir ortamda kitap yazmak mümkün değildi. Oya’nın teklifini hemen kabul edip onların evine taşındım.
Daha sonraları Oya’lar çıktıktan sonra kiracı olarak bizim girdiğimiz bu evde bana bir oda verildi. Okuldan dönüp Sinan’ı beş-on dakika gördükten sonra hemen Oya’lara koşuyor, aralıksız çalışmaya başlıyordum. Ders notlarımı hazırlamak ve gözden geçirmek, uyumak için kendi evime geceyarısını epey geçe dönebiliyordum.
Oya ise okuldan döner dönmez soluğu benim odamda alıyor, yazdıklarımı okuyor, düzeltiyor, eleştiriyor, yol gösteriyordu. O zaman farkına vardım ki onların evine taşınma önerisi, aslında, inzibati bir tedbirdi. Gözaltında tutulmam ve denetlenmem bu yolla çok kolay hale gelmişti. Bu nedenle, Oya’ya büyük teşekkür borçluyum. O olmadan bu kitap yazılamazdı.
Kitabın ilk yayımlanmasından bu yana geçen 33 yıl içinde, kitapla ve daha sonra yayımladığım makalelerle ilgili olarak beni kıvrandıran, üzen, hayrete düşüren birçok olaya tanık oldum. Kitaptan uzun pasajları, hatta sayfaları, hem de benim oturum başkanlığı yaptığım bilimsel toplantılarda sundukları tebliğlere alan, ama bilimsel dürüstlüğün en temel gereklerinden bir tanesini bir kenara bırakarak referans vermeyen tarih profesörleri gördüm. Ne iktisatçı, ne tarihçi ne de iktisat tarihçisi olan, ama benim yazdıklarımı 24 yıl sonra yeniden keşfederek kitap yazan ve bunları ilk kez kendisinin ileri sürdüğünü söyleyen sosyoloji profesörleri oldu. Bazıları kitabın adından ürkmüş olacaklar ki 19. yüzyıl İzmir’i ve Ege Bölgesi üzerine yazdıkları kitaplar ve makalelerde kitaptan tek bir kelimeyle bile söz etmediler. Bir akademisyen olarak, kimsenin kimsenin çalışmasına referans vermesi gibi bir gereklilik olmadığının farkındayım. Ne var ki, alçakgönüllülüğü bir tarafa bırakarak, kitabın o dönem ve o bölge için temel referans kaynaklarından birisi, belki de en önemlisi olduğuna inanıyorum. Bir başka akademisyen grubu ise korkularını biraz yenerek çalışmalarında kitaptan alıntılar yaptılar ama referans olarak tezimi gösterdiler. Dipnotlarda gösterdikleri sayfa numaraları ise hep kitaba aitti.
Kitap, Türkiye’de olduğu kadar birçok yabancı ülke (özellikle ABD) üniversitesinde okuma listelerine girdi. Birçok kitap ve makalede temel kaynak olarak gösterildi. Dünyanın birçok büyük kütüphanesinde bulunuyor. Çok sayıda üyesi olan ve dini konulara hasredilen bir internet sitesinde mutlaka okunması gereken 126 temel kaynak listesinde 59. sıraya konulmuş. Bir bakanlığımızın resmi web sitesinde kitaptan upuzun bir pasaj var ama nereden alındığı yazılmamış. Kamu arazilerinin yabancılara satışına karşı girişilen kampanyada, özellikle milliyetçi web sitelerinde kitaptan sayfalar dolusu alıntılar yapıldı, tablolar yayımlandı. (Bu milliyetçi siteler birçok akademisyenden çok daha dürüst davrandı, kaynak belirttiler.) Bunlar bana kıvanç veriyor. Yazdıklarının okunduğunun bilinmesi insanı mutlu ediyor.
*
* *
Orhan Kurmuş |
ODTÜ’de uzun süre öğretmenlik yaptım. Verdiğim dersler arasında “Türkiye İktisat Tarihi” en çok öğrencinin kaydolduğu dersti. Her ne hikmetse kitabımı okuma listesine hiç koymadım. Herhalde, öğrencilerin kitabı keşfedip okuyacaklarını varsayıyordum. Bu varsayımın ne kadar gerçekçi olduğunu hâlâ bilmiyorum.
Kitabın dördüncü basımını yapmak için birkaç yayınevi teklifte bulundu. Oya, daha önce kendi kitaplarından birisini yayımlamış olan Yordam Kitap’ı neden tercih etmem gerektiğini uzun uzun anlattı, ben de kabul ettim. Ama, ilk basımdan bu yana geçen uzun zaman aralığında bu konuda neler olup bittiğini anlatan bir önsöz yazmam gerektiğini hissediyordum. Oya buna şiddetle karşı çıktı. Böyle bir uğraşa girmenin hem kitabın basımını çok geciktireceğini hem de en az kitap kadar uzun bir önsöz yazılmasını gerektireceğini söyledi. Hak verdim. Bu nedenle de kapsamlı bir önsöz yerine tezimin nasıl ve hangi koşullar altında yazıldığını anlatan bir bölüm yazmaya karar verdim. Genç, daha 23 yaşına yeni girmiş, bir asistanın doktora yapmak üzere gittiği İngiltere’de başından geçenler diye özetlenebilecek bu bölümün okunmaması kitabın bütünlüğünü bozmuyor. Merak ederseniz okuyun.
Son olarak internet konusunda bazı şeyler söylemek istiyorum. Rahatlıkla iddia edebilirim ki, tezin yazıldığı sırada internet diye bir kolaylık mevcut olsaydı tezin araştırmaya ayrılan süresi çok daha kısa olurdu. İnternet olmadığı için 3,5 yıl sürdü. O zaman tüm çabalarıma rağmen erişemediğim birçok kaynağa şimdi çok kolaylıkla ulaşabiliyorum. Birkaç örnek vereyim: Alsancak, Bayraklı, Turan, Buca ve Bornova’da oturan Levanten ailelerin evlerinin resimleri, hatta mimari planlarını; bu ailelerin çoğunun ayrıntılı soy kütüklerini, bazılarının fotoğraflarını, yağlıboya portrelerini bu satırları yazmaya başladığım sırada sadece 5-6 saatlik bir araştırmayla internette buldum. Tez yazılırken bu soy kütükleri elimde olsaydı İngiltere’nin İzmir Konsolosluk Mahkemesi dosyalarını bambaşka bir gözle inceleyebileceğimi şimdi anlıyorum. Barker ailesi arşivlerinin Exeter Üniversitesi’nde olduğunu; Whittall ailesi arşivlerinin ise Oxford Üniversitesi, St.Antony’s College, Middle East Centre’da olduğunu internetten öğrendim. Oriental Carpet Manufacturers şirketinin önemli kişilerinden A.Cecil Edwards ile ilgili ayrıntılı bilgiler de internette var. Issigonis fabrikasının resimleri; Giraud ailesinin kuru incir ve üzüm ticareti faaliyetleri ile ilgili resimli broşürleri internette hemen bulunabilecek kaynaklar arasında.
İnternetin sağladığı birçok kaynak arasında beni en çok heyecanlandıran iki resim oldu. Bunlardan birincisi David Hall McKewan’in İzmir-Aydın Demiryolunun yapımını gösteren suluboya tablosudur. Bugünkü İzmir-Aydın otoyolunun Belevi mevkiindeki Selatin Tüneli’nin olduğu yerde açılmaya çalışılan 10 metre derinliğindeki yarmanın yapımını gösterdiğini sandığım bu tablo 1860 yılında yapılmış. McKewan daha önce, 1859 yılında, yine İzmir Aydın Demiryolu konulu bir tablo daha yapmış; internette bu tablo hakkında da bilgi var ama resmini görebilmek için tablonun şimdiki sahibi olan sanat galerisine para vermeniz gerekiyor.
Son olarak internet konusunda bazı şeyler söylemek istiyorum. Rahatlıkla iddia edebilirim ki, tezin yazıldığı sırada internet diye bir kolaylık mevcut olsaydı tezin araştırmaya ayrılan süresi çok daha kısa olurdu. İnternet olmadığı için 3,5 yıl sürdü. O zaman tüm çabalarıma rağmen erişemediğim birçok kaynağa şimdi çok kolaylıkla ulaşabiliyorum. Birkaç örnek vereyim: Alsancak, Bayraklı, Turan, Buca ve Bornova’da oturan Levanten ailelerin evlerinin resimleri, hatta mimari planlarını; bu ailelerin çoğunun ayrıntılı soy kütüklerini, bazılarının fotoğraflarını, yağlıboya portrelerini bu satırları yazmaya başladığım sırada sadece 5-6 saatlik bir araştırmayla internette buldum. Tez yazılırken bu soy kütükleri elimde olsaydı İngiltere’nin İzmir Konsolosluk Mahkemesi dosyalarını bambaşka bir gözle inceleyebileceğimi şimdi anlıyorum. Barker ailesi arşivlerinin Exeter Üniversitesi’nde olduğunu; Whittall ailesi arşivlerinin ise Oxford Üniversitesi, St.Antony’s College, Middle East Centre’da olduğunu internetten öğrendim. Oriental Carpet Manufacturers şirketinin önemli kişilerinden A.Cecil Edwards ile ilgili ayrıntılı bilgiler de internette var. Issigonis fabrikasının resimleri; Giraud ailesinin kuru incir ve üzüm ticareti faaliyetleri ile ilgili resimli broşürleri internette hemen bulunabilecek kaynaklar arasında.
İnternetin sağladığı birçok kaynak arasında beni en çok heyecanlandıran iki resim oldu. Bunlardan birincisi David Hall McKewan’in İzmir-Aydın Demiryolunun yapımını gösteren suluboya tablosudur. Bugünkü İzmir-Aydın otoyolunun Belevi mevkiindeki Selatin Tüneli’nin olduğu yerde açılmaya çalışılan 10 metre derinliğindeki yarmanın yapımını gösterdiğini sandığım bu tablo 1860 yılında yapılmış. McKewan daha önce, 1859 yılında, yine İzmir Aydın Demiryolu konulu bir tablo daha yapmış; internette bu tablo hakkında da bilgi var ama resmini görebilmek için tablonun şimdiki sahibi olan sanat galerisine para vermeniz gerekiyor.
Tezin yazımına bir yarar sağlamayacak olsa da, sırf merak ettiğim için, İzmir Aydın Demiryolunda çalışan lokomotif ve vagonların resimlerini yıllarca arayıp başarısız olmuştum. Tren yolu güzergâhının ve istasyonların o dönemlerdeki resimleri de çok merak ettiğim konular arasındaydı. İnternette bu istasyonların bazılarının resimleri var. Ama bu tür resimler arasında en heyecan verici olanı, Garratt yapımı 4-4-0 bir lokomotif. Üzerinde, Osmanlı Demiryolu Şirketi’nin İngilizce yazımındaki kelimelerin baş harfleri (O.R.C.) ve eski harflerle 225 sayısı var. Telif konusu oldukları için lokomotifin resmini ve McKewan’ın tablosunu kitabın bu basımına koyamadım.
1966 yılı sonbaharında ODTÜ İdari İlimler Fakültesi üçüncü sınıfına kayıt yaptırırken önemli bir karar vermek zorundaydım. O zamanki uygulamaya göre öğrenciler ilk iki yılı ortak olarak okur, üçüncü sınıfa geçince de hangi dalda öğretim yapmak istiyorsa o bölüme kaydını yaptırırdı. Liseden daha yeni mezun olmuş, neyin ne olduğunun farkında bile olmayan bir öğrencinin daha ilk yıldan bölüm seçmesi gibi garip bir uygulama o zaman yoktu. Her nereden aklıma esmişse, lise yıllarında iken kendime diplomatlık mesleğini seçmiştim. ODTÜ giriş sınavını kazandıktan sonra (o zaman ODTÜ kendi giriş sınavını yapardı) bu amacıma uygun olarak Kamu Yönetimi bölümünün benim için en uygun tercih olacağı düşüncesindeydim. Dışişleri Bakanlığı sınavlarını kazananların hep Galatasaray ve Mülkiye mezunu olmaları beni zerre kadar rahatsız etmiyordu. Öyle ya, her işin bir ilki vardı; ben de ilk ODTÜ mezunu diplomat olacaktım.
*
* *
ODTÜ Ekonomi ve İstatistik Bölümü
Ama kaydımı Ekonomi ve İstatistik Bölümü’ne yaptırdım. Bu kararı vermemde etken olan iki neden vardı. Birincisi, ilk iki yıl boyunca okuduğumuz dersler arasında iktisat ve iktisat tarihi beni çok sarmıştı. Her ne kadar istatistik derslerinden ancak geçer bir not almışsam da cesaretim kırılmamıştı. İkinci sınıfta istatistik derslerini Edward Thornton adlı İrlandalı bir profesör verirdi. Son derece zevkli bir dersti; ama sınavlar öyle değildi. Sınav sorularını anlayabilirsek çözmek çok zor olmuyordu. Ne var ki asıl sorun, soruları anlayabilmekteydi. Her iki dönemde de 25-30 arası bir ortalamayla geçer not olan C’yi zar zor alabilmiştim. (Diğer derslerde C alabilmek için 70 ortalama gerekiyordu). İktisat dersleri için durum farklıydı. Birinci ve ikinci sınıfta James Land ve Fikret Görün’den aldığımız giriş niteliğindeki dersler çok ilgimi çekmiş, Edwin Cohn’dan aldığım Avrupa İktisat Tarihi dersine kelimenin tam anlamıyla bayılmıştım. James Land kelimeleri yayan güney aksanıyla konuşan bir Amerikalıydı. Derste söylediklerini anlamakta güçlük çekiyor, sınıftaki kolej kökenli öğrencilerin sürekli sorular sormalarını, yorumlar yapmalarını gıptayla izliyordum. O dönemlerin ünlü ders kitabı olan P. A. Samuelson’ın Economics’ini kullanıyorduk. Dersler bittikten sonra hemen kütüphaneye koşuyor, James Land’in o gün anlattıklarını bir de ders kitabından okuyordum. Neoklasik okulun bu ünlü temsilcisinin kitabı (çok kullanılmaktan parçalara ayrılmış olarak hâlâ saklarım) bana çok şey öğretti.2 Lisede cebir ve geometri derslerinden her yıl bütünlemeye kalarak geçen bir öğrenciydim. Bu nedenle olsa gerek, birinci sınıftaki matematik dersinde oldukça zorlanmış ama ikinci sınıfta William Lucas adlı kızıl saçlı, iriyarı Amerikalı profesörden aldığım Matematiksel İktisada Giriş dersini pek sevmiştim. Sayfalarca okuyarak anlamaya çalıştığımız bir konunun ikinci dereceden bir türev alarak iki satırda anlatılabilmesi beni etkilemişti. İktisat giderek hoşuma gitmeye başlamıştı.
2 Biz kitabın 5. basımını okuyorduk. 1982 yılında birinci sınıflara “İktisada Giriş” dersi verirken kitabın 11. basımını kullanıyordum.
İkinci neden, bir yıl önce ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü’ne kaydımı yaptırmış olmamdı. O zamanki üniversitelerin birçoğunda var olan ve Fikir Kulübü genel adıyla bilinen topluluklar arasında adında “Sosyalist” kelimesi olan ilk ve tek kulüp buydu. Eğer yanılmıyorsam, o günden bu yana adında “Sosyalist” kelimesi olan başka bir kulüp hiçbir üniversitemizde hiçbir zaman olmadı. Üyeler çeşitli sol görüşlere sahiptiler ama ortak noktaları emperyalizme karşı ve emekten yana olmaktı. SFK üyelerinin çoğunu, ODTÜ İngilizce Hazırlık Okulu’nun açılmasıyla birlikte o zamana dek ODTÜ’nün egemen unsuru olan TED Koleji, Robert Kolej ve Tarsus Amerikan Koleji’nin mezunlarının yanı sıra, Anadolu’nun uzak köşelerindeki liselerden mezun olan gençlerden ODTÜ’ye girme fırsatı elde eden “halk” çocukları oluşturuyordu. Aramızda kolej mezunları yok değildi; ama çoğunluk kolejli olmayanlardaydı. Sosyalist olmanın diplomat olmaya engel olmadığını biliyordum. Bildiğim bir başka şey ise bir sosyalistin, ağzıyla kuş tutsa bile, diplomasi mesleğine kabul edilmeyeceğiydi.
Ekonomi ve İstatistik Bölümü üçüncü sınıfına 11’i kız 11’i erkek 22 öğrenci olarak başladık ve 1968 yılında aynı 22 kişi olarak bitirdik. Bölümde öğrenci olarak geçirdiğim iki yılın hayatımda önemli değişiklikler yaptığına inanıyorum. Aradan geçen neredeyse 40 yıl içinde ODTÜ’deki öğrencilik yıllarımı düşünmek ve değerlendirmek fırsatı bulduğumu sanıyorum. Bu “Önsöz”ü hayat hikayemin bir parçasını okuyucuya aktarmak için bir araç gibi kullanmak niyetim yok. Ama 1960’ların ikinci yarısında ODTÜ’deki yaşam ve akademik atmosferin insanlara neler kattığının çok iyi bilinmediğini; o dönemde ve 12 Eylül darbesine kadar geçen zamanda ODTÜ’de okuyan ve mezun olanların Türkiye’nin toplumsal tarihinde nasıl bir yere sahip olduklarının hemen hemen hiçbir bilimsel araştırmaya konu olmadığını görmek ODTÜ’ye tutkuyla bağlı bir insan olarak beni üzüyor.
Andre Martens |
Üçüncü ve dördüncü sınıfta ders aldığımız öğretmenler arasında birkaçını anlatmadan geçemeyeceğim. Bunlardan birincisi OECD’nin ODTÜ’ye yardım programı çerçevesinde Türkiye’ye gelmiş olan Andre Martens idi. Belçikalıydı ve ünlü çizgi roman kahramanı Tenten’e şaşılacak derecede benzerdi. Martens’den önce doğrusal programlama sonra da dinamik programlama derslerini aldık. Dersini büyük bir heyecanla anlatır, bazen kendini tutamaz koşar adımlarla tahtanın bir ucundan öbür ucuna gider, ispatladığı teoremin altını tebeşirle iki kez çizer, sonra da tahtanın herhangi bir yerine bir nokta koyardı. Bunu o kadar şiddetle yapardı ki her seferinde tebeşir kırılırdı. Verdiği dersler aslında yöneylem araştırması bilim dalının programında olmalıydı ama o dönemde ODTÜ’de bu bölüm henüz kurulmamıştı. Dolayısıyla, konuya yakınlık duyan başka bölüm öğrencileri de bu derse dinleyici olarak katılırlardı. Hanri Çerniyak bu öğrencilerden biriydi. Matematik Bölümü’nde okuyordu ve SFK üyesiydi. Hanri, Robert Kolej mezunu tek SFK üyemizdi.
Ömer İnanç, iki dönemlik İktisadi Düşünce Tarihi dersini verirdi. Kızların çok yakışıklı bulduğu, uzun boylu, esmer, hırpani giyinen ve çok sevilen bir kişiydi. Daktilosu başında İngilizceden Fransızcaya çeviri yapabilecek kadar her iki dile de hâkimdi. SFK ve TİP üyesiydi. Birinci dönem dersinin önemli bir bölümü Marx’a ayrılmıştı. Kapital’i ilk kez onun dersinde ders kitabı olarak okuduk. Derslerinden birinde, yüzünden hiç eksik olmayan o alaycı gülümsemesiyle, Kapital’in ilk basımının çok sayıda basit aritmetik yanlışı içerdiğini söyleyince sınıfta çoğunluğu oluşturan solcu öğrenciler olarak hep birlikte ayağa kalkarak itiraz etmiş, bunun mümkün olamayacağını, Marx’ın yanlış yapmayacağını iddia etmiştik. Ömer İnanç, yine gülümseyerek, yanlışları teker teker göstermeye başladı. Suspus olup yerimize oturduk. Ömer İnanç, genç yaşta öldü; intihar ettiği söylendi ama birçok kişi gibi ben de intihar ettiğine inanmadım. Dünya görüşümün biçimlenmesinde önemli bir rol oynadı.
Yalçın Küçük, dördüncü sınıflara ilk dönemde Ekonomik Büyüme, ikinci dönemde Ekonomik Planlama derslerini verirdi. DPT’de daire başkanlığı yapmış; kendisini yargılayan bir sıkıyönetim yargıcının kelimeleriyle “Şeytana pabucu ters giydirecek kadar zeki” bir insandı. Solcu öğrenciler kendisini çok sever, solcu olmayanlar ise kötü İngilizce telaffuzu ve çok alçak sesle sanki mırıldanır gibi ders anlattığı için hep eleştirirlerdi. Yalçın Küçük’ten çok şey öğrendim.
Attila Sönmez, üçüncü sınıflara Türkiye Ekonomisinin Yapısı, dördüncü sınıflara ise Kamu Maliyesi dersleri verirdi. Lisans öğrenimini ve doktorasını Fransa’da yapmıştı. O da Yalçın Küçük gibi DPT kökenliydi. Türkiye Ekonomisinin Yapısı dersi fakültenin en popüler dersiydi. Bizim bölüm için zorunlu olan bu ders, diğer bölümler için seçimliydi. Üçüncü sınıf dersleri en çok 25-30 kişilik sınıflarda yapılırken bu ders fakültenin amfisinde yapılır, yer bulamayanlar merdivenlere oturur veya amfinin en arkasında ayakta durarak ders dinlerlerdi. Dersi alanlar arasında Sosyoloji, Şehir ve Bölge Planlama hatta Mühendislik bölümleri öğrencileri de olurdu. Amfinin ilk 2-3 sırası mutlaka kızlarla dolardı. Attila Sönmez bize ülkemizin ekonomik yapısını öğretmekle kalmadı, bir sosyal bilimcinin ve özellikle bir iktisatçının bir ülke ekonomisini analiz ederken hangi yol ve yöntemleri kullanabileceğini de öğretti.
Oya Köymen, doktorasını yeni bitirmiş, çiçeği burnunda genç bir kadındı. Dördüncü sınıflara iktisat tarihi dersi verirdi. Attila Sönmez gibi onun dersi de dünyayı daha iyi anlamak isteyen diğer bölüm öğrencilerinin ilgi odağıydı. Sovyet deneyimi, iki dünya savaşı arasında Avrupa’daki ekonomik ve sosyal gelişmeler, 1929 bunalımı Oya’nın dersinin en zevkli bölümleriydi.
Tüm derslerimizde zorunlu ders kitaplarımızın yanı sıra (derslerin çoğunda birden fazla ders kitabı kullanılırdı) uzun bir okuma listesindeki makalelerden de sorumluyduk. Bu makaleler hep bilimsel dergilerde yayımlandığı ve bu dergilerin kütüphanede sadece bir tek kopyası olduğu için her makale kötü bir fotokopi yöntemiyle çoğaltılır, kütüphanenin “Reserve” denilen bölümüne konulurdu. ODTÜ’yü diğer üniversitelerden ayıran en önemli özelliklerden birisi de buydu. Bu okuma listeleri sayesinde iktisat literatüründeki klasik makaleleri okumak zorunda olduğumuz gibi en yeni kaynaklara da ulaşabiliyorduk. Özellikle yeni makalelerin hepsini anladığımızı söyleyemem. Her ne kadar diğer üniversitelerdeki iktisat öğrencilerine göre çok daha ileri düzeyde matematik biliyor idiysek de bazı makaleleri anlamamız mümkün olmuyordu. Bu konudaki yakınmalarımız hep aynı cümleyle yanıtlanırdı: “Anlamanız şart değil; iktisatçılar nelerle uğraşıyor göresiniz diye o makale okuma listesine konuldu.”
Böyle bir ortamda yetişmenin bize aşıladığı birçok iyi nitelik olduğunu düşünüyorum. Bunların arasında herhalde en önemlisi, bize sunulan her şeyi olduğu gibi kabul etmememiz, mutlaka sorgulamamız gerektiğiydi. Bunun doğal sonucu olarak bilgiye ulaşmanın yollarını arayıp bulmayı öğrendik. Alanımızda en son ortaya çıkan bilgilerle donatılmış olduğumuzu biliyor, kendimize çok güveniyorduk. Bunun kötü yönlerinden birisi, diğer üniversitelerdeki iktisat öğrenimini küçümsemek biçiminde ortaya çıktı. Diğer taraftan, her gün gazetelerde, televizyonlarda boy gösteren, ülkemizin ve dünyanın ekonomik durumu hakkında her şeyi bilen ama talep eğrisi üzerindeki hareketi talep eğrisinin kaymasından ayırt edemeyen, stok ve akım değişkenler arasındaki farkı bilmeyen iktisatçıların varlığı ara sıra “Acaba haklı mıydık?” sorusunu sormama engel olamıyor.
Kim Kimdir?
Bölüme birlikte kayıt yaptırıp birlikte mezun olduğumuz 22 kişiden 11’i doktora yaptı ve çeşitli üniversitelerde öğretim üyesi oldu. Hâlâ emekli olmadılarsa Ali Akarca’nın University of Illinois’de; Savaş Özatalay’ın Widener University’de; Erdal Gürkan’ın Hacettepe Üniversitesi’nde; Gülden Enön Berkman’ın ODTÜ’de; Seyhan Say Erdoğdu’nun SBF’de olmaları gerekiyor. Halime Şamgul Hacettepe Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde profesör iken vefat etti. Tercan Baysan doktorasından sonra uzun yıllar ODTÜ’de çalıştı; şimdi Dünya Bankası’nda. Ali Arslan Gürkan, ODTÜ’de çalıştıktan sonra ayrıldı, şimdi Roma’da FAO’da çalışıyor. Vural Akışık Berkeley’de matematik doktorası yaptı; 1976’ya kadar ODTÜ’deydi, sonra iş hayatına atıldı. Aysıt Tansel ODTÜ’de ekonometri profesörü. Diğer sınıf arkadaşlarımızdan Handan Tezmen bir İtalyan kontuyla evlenerek kontes Handan del Pozzo oldu. Galiba Cenevre’de yaşıyor. Emine Olgun IMF’de üst düzey yönetici oldu. Önder Yücer son olarak UNDP’nin Lesotho Daimi Temsilcisiydi.
Mezun olduktan hemen sonra, açılan asistanlık sınavına başvurdum. Sınavı Ali Akarca, Aysıt Tansel, Tercan Baysan ve Seyhan Say Erdoğdu ile birlikte kazandım. SFK’den sonra TİP’e de üye olduğum için dünya görüşümü özgür bir akademik ortamda ifade edebileceğimi düşünüyordum. Haksız da çıkmadım. Her türlü çalkantı ve bunalıma rağmen, YÖK düzeninin başlamasına kadar geçen sürede ODTÜ hem öğrenciler hem öğretim üyeleri için akademik özgürlüğün en geniş anlamda yaşandığı üniversite oldu.
SFK, TİP ve ODTÜ
Kim Kimdir?
Bölüme birlikte kayıt yaptırıp birlikte mezun olduğumuz 22 kişiden 11’i doktora yaptı ve çeşitli üniversitelerde öğretim üyesi oldu. Hâlâ emekli olmadılarsa Ali Akarca’nın University of Illinois’de; Savaş Özatalay’ın Widener University’de; Erdal Gürkan’ın Hacettepe Üniversitesi’nde; Gülden Enön Berkman’ın ODTÜ’de; Seyhan Say Erdoğdu’nun SBF’de olmaları gerekiyor. Halime Şamgul Hacettepe Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde profesör iken vefat etti. Tercan Baysan doktorasından sonra uzun yıllar ODTÜ’de çalıştı; şimdi Dünya Bankası’nda. Ali Arslan Gürkan, ODTÜ’de çalıştıktan sonra ayrıldı, şimdi Roma’da FAO’da çalışıyor. Vural Akışık Berkeley’de matematik doktorası yaptı; 1976’ya kadar ODTÜ’deydi, sonra iş hayatına atıldı. Aysıt Tansel ODTÜ’de ekonometri profesörü. Diğer sınıf arkadaşlarımızdan Handan Tezmen bir İtalyan kontuyla evlenerek kontes Handan del Pozzo oldu. Galiba Cenevre’de yaşıyor. Emine Olgun IMF’de üst düzey yönetici oldu. Önder Yücer son olarak UNDP’nin Lesotho Daimi Temsilcisiydi.
Mezun olduktan hemen sonra, açılan asistanlık sınavına başvurdum. Sınavı Ali Akarca, Aysıt Tansel, Tercan Baysan ve Seyhan Say Erdoğdu ile birlikte kazandım. SFK’den sonra TİP’e de üye olduğum için dünya görüşümü özgür bir akademik ortamda ifade edebileceğimi düşünüyordum. Haksız da çıkmadım. Her türlü çalkantı ve bunalıma rağmen, YÖK düzeninin başlamasına kadar geçen sürede ODTÜ hem öğrenciler hem öğretim üyeleri için akademik özgürlüğün en geniş anlamda yaşandığı üniversite oldu.
SFK, TİP ve ODTÜ
ODTÜ Öğrenci Birliği seçimlerini 1965 yılından başlayarak üç yıl arka arkaya “Toplumcu Grup” kazanmıştı. SFK içinde TİP üyelerinin belirli bir ağırlığı olsa da hiçbir zaman çoğunluğa ulaşamadıkları için, yönetim kurulunda zaman zaman temsil edilmelerine rağmen, öğrenci birliği yönetimine giremiyorlardı. Toplumcu Grup 1968 ve 1969 seçimlerini Sosyal Demokrasi Derneği’nin desteklediği “Ortanın Solu Grubu”na karşı kaybetti.3 1965’ten sonra çok sayıda boykot ve işgale sahne olan ODTÜ tüm dünyada ve özellikle Fransa’da önemli boyutlara ulaşan öğrenci hareketlerinin ardından büyük bir hareketlilik kazanmıştı. Vietnam savaşı nedeniyle zaten ABD karşıtı duygularla dolu olan ODTÜ öğrencileri bu antiemperyalist tutumlarının doğal sonucu olarak “Milli Petrol”, “Yabancı Sermayeye Hayır” gibi yurtsever girişimlerin de başını çekiyorlardı. (Şimdilerde yurtseverlikten söz etmek neredeyse milliyetçilik ve hatta faşistlik ile eşanlamlı olarak algılanıyor. Nereden nereye gelmişiz...)
Hem SFK hem TİP üyesi olarak bir taraftan okulumdaki SFK etkinliklerine katılırken diğer taraftan ve çok daha ağırlıklı olarak TİP’te çalışıyordum. Parti’nin Gölbaşı dolayındaki köylerde çalışmalar yapması için görevlendirdiği birimin üyesiydim. Birimin başkanı Ömer İnanç idi. Atilla Keskin ve adını şimdi hatırlayamadığım bir taksi şoförü ve ben diğer üyelerdik. Cumartesi günleri sabah erkenden Sıhhiye’deki taksi durağında buluşur, şoför üyenin siyah renkli ve çok eski taksisine biner, Gölbaşı köylerine yollanırdık. Yaptığımız iş aslında çok basit bir propaganda faaliyeti idi. TİP’i tanıtmaya çalışır, köylülere kendi gelecekleri ve toplumun bir bütün olarak kurtulabilmesi için TİP’e sahip çıkmaları gerektiğini anlatırdık. Çok verimli sonuçlar aldığımızı söyleyemem. Belki de bu nedenle Atilla Keskin bu işten en çok sıkılan üyemizdi.
Parti’nin NATO karşıtı kampanyası için gecekondu mahallelerinde ve çevre ilçelerde bildiri dağıtmak, ara sıra esnaftan dayak yemek veya karakola çekilmek ile sonuçlansa da bize parti görevimizi hakkıyla yerine getirdiğimizi hissettirir, bundan hem mutluluk hem kıvanç duyardık. Bugün bile hatırladıkça kahkahalarla güldüğüm bir olayı anlatmadan geçemeyeceğim. Parti bildirisi dağıtmak üzere gittiğimiz Kızılcahamam’da esnafın sert tepkisiyle karşılaşıp esaslı bir dayak yiyeceğimiz sırada polisler bizi karakola götürdü. Yeşilçam filmlerindekine benzer yaşlı ve babacan bir komiser bizi karşısına dizdi ve kim olduğumuzu anlamak için sorular sormaya başladı. İlk cevap veren Cem Eroğul idi (şimdi SBF’de anayasa profesörü). Cem SBF’de asistan olduğunu söyledi. Ben ODTÜ’de asistan olduğumu, Orhan Silier ODTÜ öğrencisi olduğunu söyledi. Sıra Osman Sakalsız’a gelince o göğsünü gere gere işçi olduğunu söyledi. Komiser hiç beklemediğimiz bir biçimde yaradana sığınıp Osman’a şiddetli bir tokat aşketti. Ne olduğunu anlamamıştık ama komiser hemen tokatın gerekçesini açıkladı: “Bunlar okumuş yazmış insanlar, isterlerse sosyalist olurlar; sen işçisin, sosyalistlik senin neyine?”
Parti’nin Çankaya ilçe örgütünde eğitim toplantılarına katılmak, Bilim Kurulu’nda çalışmak, fakültedeki sempatizan öğretim üyelerinden bağış toplamak görevlerim arasındaydı. Partili ODTÜ’lüleri en çok meşgul eden konu, TİP politikalarının karşıtı olarak örgütlenen sol gruplara, özellikle de MDD’ci diye bilinen Milli Demokratik Devrim taraftarlarına karşı “ideolojik” mücadele vermekti. İdeolojik mücadelenin temelini Türkiye’nin belirli bir kapitalist aşamaya ulaşmış olduğu, dolayısıyla da sosyalistlerin temel hedefinin sosyalist devrimi gerçekleştirmek olduğu yönündeki Parti tezini savunmak oluşturuyordu. Bu mücadelenin bir başka yönü ise 1968 yılında Fransa’daki öğrenci kalkışmasının okulumuza da yansımış olan ve Herbert Marcuse’ci diye tanımladığımız biçimine karşı çıkmaktı. Parti denetiminde olmayan öğrenci hareketlerinin de devrime giden yolları açabileceğini ileri süren bu görüşü şiddetle eleştiriyor, esas belirleyici unsurun her zaman parti olduğunu savunuyorduk.
ODTÜ tarihinin en önemli iki öğrenci hareketi 1969 yılında oldu. Vietnam savaşında ABD’nin “pasifikasyon” politikasının baş mimarı olan Robert Komer’in otomobilinin yakılması bunlardan birincisiydi. Komer, Harvard’dan mezun olduktan sonra 1947 yılında CIA’ya katılmıştı. Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin sivil mensuplarının belirlenmesi ve “nötralize” edilmesini amaçlayan program, Komer’in yönetimindeki “Phoenix Operasyonu” çerçevesinde yürütülüyordu. Köy köy dolaşan Amerikan askerleri köylüleri zorlayarak, ölümle korkutarak Ulusal Kurtuluş Cephesi mensupları hakkında bilgi topluyor daha sonra da bunları “nötralize” ediyordu. Komer’in kendi ifadesine göre bu yolla öldürülen sivillerin sayısı 20.587 idi.4 Türkiye’de “Vietnam Kasabı” diye adlandırılan Komer’in Kasım ayında ABD büyükelçisi olarak Ankara’ya atanması büyük bir öfke yaratmıştı. Komer’in geleceği uçağı karşılamak ve protesto gösterisi yapmak üzere “et arabası” tabir edilen garip şekilli servis otobüslerine doluşarak Esenboğa’ya giden ODTÜ öğrencileri, Komer’in uçağının pistin ücra bir köşesine indirilmesi ve protestolara hedef olmadan kaçırılması, otobüsler dolusu ODTÜ’lüler tarafından takip edilse bile arada en az yarım saatlik bir mesafe olması nedeniyle yetişilememesi üzerine elleri boş dönmüş ve çok öfkelenmişlerdi. Üniversiteyi ziyaret etmek için iki kez Rektör Kemal Kurdaş’ı arayan ancak kibarca reddedilen Komer üçüncü girişiminde başarılı olmuş ve 6 Ocak günü öğle yemeğine davet edilmişti. Türkiye’de Amerikan karşıtlığının en yüksek olduğu okula kötü namlı bir büyükelçinin neredeyse zorla kendisini davet ettirmesi ve bu davetin okulun en kalabalık olduğu saatlere rastlaması öğrenciler tarafından büyük bir kışkırtma olarak algılandı. Rektörlük önünde park eden Cadillac marka makam otomobili öğrenciler tarafından ters çevrilerek yakıldı.5 Bu eylemin sadece ODTÜ tarihinde değil ülkemizin tarihinde de çok önemli bir yeri olduğuna inanıyorum.
İkinci önemli eylem ise 1 Nisan günü AP hükümetini protesto etmek için başlatılan boykotun 7 Nisan günü Mimarlık Fakültesi’nin, 8 Nisan günü de rektörlüğün işgal edilmesiyle sonuçlanmasıdır. Öğrenciler beş gün süreyle işgali sürdürerek üniversiteyi fiilen yönettiler. Mimarlık Fakültesi öğrencisi Ahmet Sönmez öğrenciler tarafından rektör seçildi ve beş gün rektörlük koltuğunda oturdu. İşgale katılanlar arasında benim gibi asistan olan Ergin Günçe ve Metin Durgut’u hatırlıyorum. SFK üyelerinin tümü işgale katılmıştı. 13 Nisan günü sabaha karşı düzenlenen ortak bir polis-jandarma baskınıyla öğrenciler rektörlükten çıkarıldı ve tutuklandı. Rektörlüğün işgali, daha sonraki yıllarda öğrencilerin üniversite yönetiminde sınırlı bir biçimde de olsa söz sahibi olmaları sonucuna yol açtığı için önemli bir olaydı.
O günlerden aklımda kalan ve önemli olduğuna inandığım bir ayrıntı, o hengâme, boykotlar, işgaller, mitingler, ağır dersler, sınavlar arasında bile ODTÜ öğrencilerinin ne yapıp edip kültürel faaliyetler için vakit yaratmalarıydı. Öğrencilerin birçoğu haftada bir Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın veya Fransız Kültür Merkezi’nin klasik müzik konserlerine gider; sinemaları en az bir-iki kez izler, açık oturumlara, şiir matinelerine katılırdı.
ODTÜ öğrencilerinin çok politize olduğu; sırf bu nedenle sık sık boykota gittikleri yolunda yanlış bir düşünceyi de düzeltmek isterim. Politik amaçlı boykotlar tabii ki yapılıyordu ama boykotların birçoğu öğrencilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi amacıyla oluyordu. Kafeterya yemeklerinin kalitesinin iyileştirilmesi ve fiyatların ucuzlatılması için defalarca boykota gidildiğini hatırlıyorum. İlk boykot ise, 1965 yılında kız öğrencilerin yurdunda ütü tahtası olmaması, öğrencilerin ısrarlı taleplerine rağmen yönetimin ütü tahtası vermeyi reddetmesi nedeniyle yapılmıştı.
3 Bu konuda Nermin Fenmen ve Levent Tosun tarafından hazırlanan güzel bir görsel çalışma için bkz.
Parti’nin NATO karşıtı kampanyası için gecekondu mahallelerinde ve çevre ilçelerde bildiri dağıtmak, ara sıra esnaftan dayak yemek veya karakola çekilmek ile sonuçlansa da bize parti görevimizi hakkıyla yerine getirdiğimizi hissettirir, bundan hem mutluluk hem kıvanç duyardık. Bugün bile hatırladıkça kahkahalarla güldüğüm bir olayı anlatmadan geçemeyeceğim. Parti bildirisi dağıtmak üzere gittiğimiz Kızılcahamam’da esnafın sert tepkisiyle karşılaşıp esaslı bir dayak yiyeceğimiz sırada polisler bizi karakola götürdü. Yeşilçam filmlerindekine benzer yaşlı ve babacan bir komiser bizi karşısına dizdi ve kim olduğumuzu anlamak için sorular sormaya başladı. İlk cevap veren Cem Eroğul idi (şimdi SBF’de anayasa profesörü). Cem SBF’de asistan olduğunu söyledi. Ben ODTÜ’de asistan olduğumu, Orhan Silier ODTÜ öğrencisi olduğunu söyledi. Sıra Osman Sakalsız’a gelince o göğsünü gere gere işçi olduğunu söyledi. Komiser hiç beklemediğimiz bir biçimde yaradana sığınıp Osman’a şiddetli bir tokat aşketti. Ne olduğunu anlamamıştık ama komiser hemen tokatın gerekçesini açıkladı: “Bunlar okumuş yazmış insanlar, isterlerse sosyalist olurlar; sen işçisin, sosyalistlik senin neyine?”
Parti’nin Çankaya ilçe örgütünde eğitim toplantılarına katılmak, Bilim Kurulu’nda çalışmak, fakültedeki sempatizan öğretim üyelerinden bağış toplamak görevlerim arasındaydı. Partili ODTÜ’lüleri en çok meşgul eden konu, TİP politikalarının karşıtı olarak örgütlenen sol gruplara, özellikle de MDD’ci diye bilinen Milli Demokratik Devrim taraftarlarına karşı “ideolojik” mücadele vermekti. İdeolojik mücadelenin temelini Türkiye’nin belirli bir kapitalist aşamaya ulaşmış olduğu, dolayısıyla da sosyalistlerin temel hedefinin sosyalist devrimi gerçekleştirmek olduğu yönündeki Parti tezini savunmak oluşturuyordu. Bu mücadelenin bir başka yönü ise 1968 yılında Fransa’daki öğrenci kalkışmasının okulumuza da yansımış olan ve Herbert Marcuse’ci diye tanımladığımız biçimine karşı çıkmaktı. Parti denetiminde olmayan öğrenci hareketlerinin de devrime giden yolları açabileceğini ileri süren bu görüşü şiddetle eleştiriyor, esas belirleyici unsurun her zaman parti olduğunu savunuyorduk.
ODTÜ tarihinin en önemli iki öğrenci hareketi 1969 yılında oldu. Vietnam savaşında ABD’nin “pasifikasyon” politikasının baş mimarı olan Robert Komer’in otomobilinin yakılması bunlardan birincisiydi. Komer, Harvard’dan mezun olduktan sonra 1947 yılında CIA’ya katılmıştı. Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin sivil mensuplarının belirlenmesi ve “nötralize” edilmesini amaçlayan program, Komer’in yönetimindeki “Phoenix Operasyonu” çerçevesinde yürütülüyordu. Köy köy dolaşan Amerikan askerleri köylüleri zorlayarak, ölümle korkutarak Ulusal Kurtuluş Cephesi mensupları hakkında bilgi topluyor daha sonra da bunları “nötralize” ediyordu. Komer’in kendi ifadesine göre bu yolla öldürülen sivillerin sayısı 20.587 idi.4 Türkiye’de “Vietnam Kasabı” diye adlandırılan Komer’in Kasım ayında ABD büyükelçisi olarak Ankara’ya atanması büyük bir öfke yaratmıştı. Komer’in geleceği uçağı karşılamak ve protesto gösterisi yapmak üzere “et arabası” tabir edilen garip şekilli servis otobüslerine doluşarak Esenboğa’ya giden ODTÜ öğrencileri, Komer’in uçağının pistin ücra bir köşesine indirilmesi ve protestolara hedef olmadan kaçırılması, otobüsler dolusu ODTÜ’lüler tarafından takip edilse bile arada en az yarım saatlik bir mesafe olması nedeniyle yetişilememesi üzerine elleri boş dönmüş ve çok öfkelenmişlerdi. Üniversiteyi ziyaret etmek için iki kez Rektör Kemal Kurdaş’ı arayan ancak kibarca reddedilen Komer üçüncü girişiminde başarılı olmuş ve 6 Ocak günü öğle yemeğine davet edilmişti. Türkiye’de Amerikan karşıtlığının en yüksek olduğu okula kötü namlı bir büyükelçinin neredeyse zorla kendisini davet ettirmesi ve bu davetin okulun en kalabalık olduğu saatlere rastlaması öğrenciler tarafından büyük bir kışkırtma olarak algılandı. Rektörlük önünde park eden Cadillac marka makam otomobili öğrenciler tarafından ters çevrilerek yakıldı.5 Bu eylemin sadece ODTÜ tarihinde değil ülkemizin tarihinde de çok önemli bir yeri olduğuna inanıyorum.
4 New York Times, 12 April, 2000. Başka bir kaynak bu sayının 60.000 dolayında olduğunu ileri sürüyor, bkz., Noam Chomsky, Edward S. Herman, The Washington Connection and Thirld World Fascism, Boston, 1979. Nixon’ın görevden almasıyla Rand Corporation’da çalışmaya başlayan Komer’in bu kuruluşta iken yazdığı kitapların listesini adresinde bulabilirsiniz.
5 Otomobilin kimler tarafından ve nasıl yakıldığı yıllardan beri tartışılır. ODTÜ stadyumuna devasa harflerle yazılan ve hâlâ silinmeyen “DEVRİM” yazısının nasıl ve kimler tarafından yazıldığı da böyle bir tartışmanın konusu olmuştur. 1998 yılı Ocak ayından bu yana bir haberleşme listesi aracılığıyla bir arayagelen 313 SFK üyesi olarak her iki sorunun da cevabını bulduk (internet, sen nelere kadirsin). Bir gün yazmak kısmet olur belki. SFK’nin 40. kuruluş yıl dönümünde 2005 yılı Mayıs ayında ODTÜ’de toplanan bu üyelerden ikisi (Ahmet Sönmez ve Ahmet Börüban) Komer’in otomobilinin parçalarını da getirmişlerdi.
İkinci önemli eylem ise 1 Nisan günü AP hükümetini protesto etmek için başlatılan boykotun 7 Nisan günü Mimarlık Fakültesi’nin, 8 Nisan günü de rektörlüğün işgal edilmesiyle sonuçlanmasıdır. Öğrenciler beş gün süreyle işgali sürdürerek üniversiteyi fiilen yönettiler. Mimarlık Fakültesi öğrencisi Ahmet Sönmez öğrenciler tarafından rektör seçildi ve beş gün rektörlük koltuğunda oturdu. İşgale katılanlar arasında benim gibi asistan olan Ergin Günçe ve Metin Durgut’u hatırlıyorum. SFK üyelerinin tümü işgale katılmıştı. 13 Nisan günü sabaha karşı düzenlenen ortak bir polis-jandarma baskınıyla öğrenciler rektörlükten çıkarıldı ve tutuklandı. Rektörlüğün işgali, daha sonraki yıllarda öğrencilerin üniversite yönetiminde sınırlı bir biçimde de olsa söz sahibi olmaları sonucuna yol açtığı için önemli bir olaydı.
O günlerden aklımda kalan ve önemli olduğuna inandığım bir ayrıntı, o hengâme, boykotlar, işgaller, mitingler, ağır dersler, sınavlar arasında bile ODTÜ öğrencilerinin ne yapıp edip kültürel faaliyetler için vakit yaratmalarıydı. Öğrencilerin birçoğu haftada bir Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın veya Fransız Kültür Merkezi’nin klasik müzik konserlerine gider; sinemaları en az bir-iki kez izler, açık oturumlara, şiir matinelerine katılırdı.
ODTÜ öğrencilerinin çok politize olduğu; sırf bu nedenle sık sık boykota gittikleri yolunda yanlış bir düşünceyi de düzeltmek isterim. Politik amaçlı boykotlar tabii ki yapılıyordu ama boykotların birçoğu öğrencilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi amacıyla oluyordu. Kafeterya yemeklerinin kalitesinin iyileştirilmesi ve fiyatların ucuzlatılması için defalarca boykota gidildiğini hatırlıyorum. İlk boykot ise, 1965 yılında kız öğrencilerin yurdunda ütü tahtası olmaması, öğrencilerin ısrarlı taleplerine rağmen yönetimin ütü tahtası vermeyi reddetmesi nedeniyle yapılmıştı.
Nerede, Nasıl Doktora Yapılır?
ODTÜ’nün asistanlarına sunduğu önemli bir olanak yurtdışında doktora yapma fırsatıydı. Diğer üniversiteler mali sorunlarını aşıp asistanlarına bu imkânı veremezken ODTÜ, uluslararası kuruluşlardan aldığı yardımlarla bu sorunun üstesinden gelebiliyordu. Bizden daha önceleri asistan olanlar OECD bursu ile ABD’de doktora yapmaya başlamış veya bitirmişlerdi bile. Bu bursları kazanmak için özel bir çaba harcamak gerekmiyordu. ODTÜ’nün önerisi yeterli oluyor, formalite niteliğinde bir mülakattan sonra bursa hak kazanılıyordu.
Önemli olan, sizi doktora programına kabul edecek iyi bir üniversite bulmaktı. İşletme Bölümü asistanları Cornell ve North Carolina üniversitelerine giderken bizimkiler Stanford ve Johns Hopkins’de doktoraya başlamışlardı. ABD’nin eyalet üniversitesi modeli üzerine kurulu ODTÜ’nün asistanlarının doktoralarını da ABD’de yapmaları galiba genel geçer bir kural olarak benimsenmişti.
Birlikte asistan olduğum arkadaşlarımdan Tercan Baysan ve Aysıt Tansel, Minneapolis’teki Minnesota Üniversitesi’ne, Ali Akarca ise (yanlış hatırlıyor olabilirim) Michigan Üniversitesi’ne doktora için başvurmuş ve kabul edilmişlerdi. ABD’de doktora, genellikle ileri düzeyde derslerin alınması, bu derslerden bir yeterlilik sınavına girilmesi, tez konusunun kararlaştırılması ve bir tez yazarak başarıyla savunulması yöntemi üzerine kurulmuştu. Asıl ağırlık derslerdeydi; yeterlilik sınavını başarıyla geçmeniz doktora derecesini almanızı neredeyse garantiliyordu. Dolayısıyla, ABD üniversitelerine başvururken tez konunuz ile ilgili herhangi bir öneri yapmanız gerekmiyordu. Lisans derecesini alırken elde ettiğiniz not ortalaması ve hakkınızda yazılan referans mektuplarının niteliği doktora programına kabul edilip edilmeyeceğinizi belirliyordu. Halbuki ben doktora konumun Türkiye iktisat tarihi, özellikle de yabancı yatırımlar üzerinde olmasını istiyordum. En az 2-3 yıl derslerle boğuşmak zorunda kalacağım için ABD üniversitelerindeki sistemin araştırma için yeterli zaman bırakmayacağını düşünüyor, tezimin kapsamlı bir araştırma ürünü olmasını planlıyordum. Ne var ki, Bölümün yazılı olmayan kurallarını da yerine getirmek ve birkaç ABD üniversitesine başvurmak zorundaydım. ABD’den üç üniversiteye başvurdum. Bunlardan, Tercan ve Aysıt’ı kabul eden Minnesota beni kabul etmedi. Lisans derecemi “Şeref Öğrencisi” (yani, 4 üzerinden 3+ ortalama) ile almış olmama rağmen Tercan ve Aysıt “Yüksek Şeref Öğrencisi” olarak mezun olmuşlardı; ortalamaları 4 üzerinden 3,80 dolayındaydı. Beni kabul etmemelerinin nedenlerinden birisi bu, diğeri ise, daha az bir ihtimalle, aynı okulun aynı bölümünden mezun üç kişiyi birden kabul etmekteki isteksizlikleri olabilirdi. Zaten kabul edilmeyi istemediğim için hiç üzülmedim. Yasak savma kabilinden başvurduğum diğer iki üniversite (University of California, Riverside ve University of California, Los Angeles) beni kabul etti. Riverside o zamanlar çok tanınmayan bir üniversiteydi. Bölüm yöneticileri, pek de üstü kapalı olmayan bir biçimde, bu üniversitede doktora yapmamın doğru olmayacağını hissettirdiler. UCLA ise ABD’nin önemli okullarından biriydi. Üstelik, 1968 yılına kadar Harvard’da olan ve Osmanlı tarihi üzerinde önde gelen bir otorite olarak kabul edilen Stanford J.Shaw artık UCLA’ya geçmişti. UCLA’ya gidersem mutlaka Shaw’dan ders ve seminerler almam gerekecek, eğer şansım yaver giderse tez danışmanım bile olabilecekti. Beni tereddüte düşüren şey tarihçi olarak yetiştirilmemiş olmamdı. Shaw’un benden mutlaka bekleyeceği nitelikler arasında yalnız tarih araştırma yöntemleri konusunda ustalık değil aynı zamanda Osmanlı arşivlerini kullanabilme becerisi olacaktı. Çıkmaz bir sokaktaydım. Belki yanlış düşünüyordum; UCLA’da Shaw’un derslerini alabilsem bile belki tez danışmanım olmayacaktı. O zaman da UCLA’ya gitmenin pek bir anlamı kalmayacaktı.
Ne yapacağımı kara kara düşünürken, ODTÜ’ye OECD programı çerçevesinde gelen birçok öğretim üyesinden biri olan Joseph Buckman yardımıma yetişti. Joe, yoksul bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak Leeds’te sefaletin en derin olduğu işçi mahallelerinde büyümüş; kelimenin tam anlamıyla dişiyle tırnağıyla kazıyarak üniversiteyi bitirmiş, büyük maddi zorluklar içinde doktora yapabilmeyi başarmış bir İngilizdi. Troçkizme meyleden bir Marksistti. Ortodoks sosyalist öğretiden en ufak bir sapmaya tahammülü olmayan bizlerin (özellikle de Yalçın Küçük’ün) gözlerinde iflah olmaz bir sapkın idi. Doktora yapmak için mutlaka ABD’ye gitmenin şart olmadığını; İngiltere’de Orta Doğu ve Türkiye üzerine araştırmalar yapılan birçok kurum olduğunu ve beni doktoraya kabul edebileceklerini anlattı. İlk adım olarak da, Oxford Üniversitesi Nuffield College’a yazarak ne yapmak istediğimi anlatmamı önerdi.6 O zamanlar e-posta gibi bir kolaylık olmadığı için yazışmalar uzun vakit alır, gönderinizin yerine varmasını sağlamak için iadeli taahhütlü mektup gibi yollara başvurulurdu. Nuffield College’ın en üst düzey yöneticisi olan “Warden”a yazdığım iadeli taahhütlü mektubun cevabı şaşılacak kadar kısa bir süre sonra James Mirlees’den geldi.7 Özetle, tez konum için Nuffield College’ın ideal bir yer olduğunu ancak böyle bir tezi yönetecek danışman bulmamın o anda pek mümkün olmadığını ve gelecek yıl başvurursam şansımın daha yüksek olacağını, Londra Üniversitesi’nden Edith Penrose ile yazışmamın benim için daha verimli sonuçlar doğurabileceğini söylüyordu.
Edith Penrose’u tanıyordum; üçüncü sınıf mikroiktisat dersinin okuma listesinde The Theory of the Growth of the Firm adlı kitabının bir bölümü vardı. 1959 yılında yayımlanan bu kitap onu büyük bir üne kavuşturmuştu.8 Johns Hopkins Üniversitesi’nde Fritz Machlup gibi çok ünlü bir iktisatçının danışmanlığı altında parlak bir doktora çalışması yapmış ama hiçbir Amerikan üniversitesinde iş bulamamıştı. Bunun nedeni, eşi E.F. Penrose ile birlikte Johns Hopkins’de McCarthy’ciliğin önde gelen karşıtları arasında olmasıydı. O kadar ki, eşi baskılara dayanamayıp Johns Hopkins’den ayrılmak zorunda kalmıştı. Edith Penrose 1960 yılında Londra Üniversitesi’nin iki okuluna, London School of Economics ve School of Oriental and African Studies’e, ortak “Reader”9 olarak girmiş, 1964 yılında aynı üniversitede, SOAS’ta profesör olarak ekonomi kürsüsünün başına getirilmişti. İlgi alanı, firma teorisinden uluslararası yatırımlara kaymış, özellikle petrol şirketlerinin Orta Doğu’daki yatırımları üzerine çalışmaya başlamıştı. Daha önce de yabancı yatırımlarla ilgilenmiş olmasına rağmen10 bu konudaki temel çalışmasını 1968 yılında yayımlamıştı.11
Büyük bir heyecanla uzun bir mektup kaleme aldım; kim olduğumu, neler yapmak istediğimi anlattım. Penrose kısa bir cevap yazarak konuyla çok ilgilendiğini, hemen Londra Üniversitesi’ne doktora öğrencisi olarak başvurmamı, kabul edildiğim takdirde tez danışmanlığımı üstleneceğini bildirdi. Gerekli formları doldurarak başvurumu yaptım, doktora çalışmalarımı finanse edecek kaynağın kazandığım OECD bursu olduğunu belirterek ve Penrose’un mektubunu da ekleyerek üniversiteye gönderdim. Gelen cevap hem iyi hem kötüydü. Doktora programına kabul edilebileceğim ama OECD ile Londra Üniversitesi arasında yapılan yazışmalara göre bana böyle bir burs sağlanmış olduğunun görünmediği, bu konu açıklığa kavuşuncaya kadar herhangi bir adım atmanın mümkün olmadığı söyleniyordu. Ağlamaklı bir biçimde önce bölüm başkanımız Şadi Cindoruk’a, sonra onu da yanıma alarak fakülte dekanına gittim. Dekan Yaşar Gürbüz küplere bindi. Rektörlüğe telefon ederek böyle bir sorunun nasıl ortaya çıktığını sordu. Aldığı cevap onu daha da kızdırdı. Anlaşılan oydu ki, fakültemin beni OECD bursu için aday göstermiş olmasına rağmen Rektörlük bunu OECD’ye bildirmemişti ve benim OECD bursum yoktu. Bu durumda değil Londra Üniversitesi’nde Edith Penrose ile doktora yapmam, akademik nitelikli bir programa katılmak için bile yurtdışına çıkmam imkânsızdı.
Yaşar Gürbüz hatanın ODTÜ’de olduğunu ve en kısa zamanda düzeltilmesi için elinden geleni yapacağını söyledi. Ayrıntıları bilmiyorum ama anladığım kadarıyla OECD’nin Paris’teki merkezi ile “yıldırım” telefon görüşmeleri yapıldı12, yanlışlığın düzeltilmemesi halinde ne kadar büyük bir mağduriyete uğrayacağım iyi anlatıldı ki yaklaşık on gün kadar sonra Londra Üniversitesi’nden aldığım mektupta bursun OECD tarafından teyid edildiği ve doktora programına kabul edildiğim bildiriliyordu.
Londra Üniversitesi’ne Türkiye’den lisansüstü programlar için yapılan başvurular doğrudan kabul edilmezdi. Öğrencilerin başvurdukları okul13 önce öğrencide eksik bulduğu yönlerin geliştirilmesi için bir veya iki yıl lisans düzeyinde dersler almasını istiyor, bunların başarıyla tamamlanması halinde gene doğrudan doktora programına kabul etmiyor, M. Phil. programına kaydediyor, bu programdaki başarısına göre ya M. Phil. derecesi ile mezun ediyor ya da doktora programına alıyordu. Doğrudan doktora programına kabul edilmem benim için bir gurur kaynağı olmalı diye düşünülse de aslında bu durum Londra Üniversitesi’nin ODTÜ’yü eşdeğerli kabul etmesinden kaynaklanıyordu. Kıvanması gereken ben değildim, ODTÜ’ydü. (YÖK’ten sonra ODTÜ hem ABD hem İngiliz üniversiteleri nezdinde eşdeğerliliğini yitirdi. Galiba 2004 yılından başlayarak bazı üniversiteler ODTÜ’yü tekrar eşdeğerli olarak kabul etmeye başladı ama arada 20 yıldan uzun bir zaman heba olup gitti).
13 Londra Üniversitesi, birçok İngiliz üniversitesinde olduğu gibi, toplu olarak kolej diye anılan ama adları “okul” (örneğin, London School of Economics), “kolej” (örneğin, King’s College) veya “enstitü” (örneğin, Courtauld Institute of Art) olan birimlerden oluşur. Türkiye’deki fakülte sistemi ile hiçbir benzerliği olmayan bu düzende her kolejin kendi bölümleri olur. Örneğin, benim orada bulunduğum yıllarda Londra Üniversitesi’nin sekiz ayrı kolejinin sekiz ayrı ekonomi bölümü vardı.
Londra Üniversitesi, o zamanın tüm İngiliz üniversiteleri gibi, doktora programını “bağımsız araştırma” sistemi üzerine kurmuştu. Tabii olarak SOAS’ta da aynı sistem geçerliydi. Doktora öğrencileri ders almıyorlar, tüm zamanlarını araştırmaya hasrediyorlardı. Bu sistem bugün hâlâ uygulanıyor. Bunun tek istisnası programın birinci yılıydı. Yeni doktoraya başlayan öğrenciler için araştırma metodolojisi, istatistik yöntemler, biraz sulandırılmış ekonometri gibi yarı ders yarı seminer türü toplantılara katılmak ve başarılı olmak zorunluluğu vardı. Doktora tezi, “bilime özgün bir katkı” olarak tanımlanmıştı. Bunun anlamı, galiba, o zamana dek kimsenin söylemediği bir şeyler söylemenizin beklendiğiydi. Var olan bilgi birikimini “düzenli ve eleştirel bir biçimde gözden geçiren” çalışmalar doktora derecesine layık görülmüyor, M. Phil. ile ödüllendiriliyordu.
Doktora tezinin bilime özgün bir katkı olması koşulunun yanı sıra, kısaltılarak veya olduğu gibi kitap biçiminde yayımlanabilme niteliği taşıması da gerekiyordu. Tezinizin bu niteliklere sahip olup olmadığına, tezinizi teslim ettikten sonra toplanan ve adına “examiners” denilen iki kişilik bir jürinin sizi sınava çekmesiyle karar veriliyordu. Viva voce denilen bu sözlü sınava tez danışmanı katılamıyor, jüri üyelerinden bir tanesi başka bir üniversiteden seçiliyordu. Bu, derslerin ağırlıkla yer aldığı, doktora tezinin genellikle “bilime önemli bir katkı” olarak tanımlandığı ve jüride tez danışmanının da olduğu ABD sisteminden çok farklıydı. Hangi sistemin bilimin ilerlemesi için daha olumlu koşullar taşıdığının tartışması bir yana, farklılık galiba her iki ülkenin bilimsel araştırmaya yaklaşım biçimiyle ilgiliydi. Amerikan üniversiteleri, doktora öğrencilerinin zanaatlarını icra ederken kullanacakları teknik araçların iyi birer ustası olmalarını gözetirken İngiliz üniversiteleri spekülatif teorileştirmeye daha çok önem veriyor, teknik yetkinliğin daha başka bir düzeyde nasıl olsa elde edilebileceğini varsayıyordu. “Teori İngiltere’de yapılır, ABD’de uygulanır” deyiminin ardında yatan gözlem de herhalde bu olmalıydı.
Okul eylül ayının son haftası açılacağı için, ev bulmak gibi sorunları halletmek amacıyla en az bir ay önce Londra’da olmam gerektiğini düşünüyordum. Aynı biçimde, Ali Akarca ve Tercan Baysan da bir an önce yola çıkmak istiyorlardı. Sınıf arkadaşımız Savaş Özatalay (bizim bölüme değil de Bilgisayar Bölümü’ne asistan olmuş ve doktora için kalburüstü bir üniversite olan Northwestern’a kabul edilmişti) bize katılınca ortak bir seyahat programı yaptık. İlk kez uçağa binecek, ilk kez yurtdışına çıkacaktık. Önümüzde bizi bekleyen zorlu yıllar vardı; kısa bir tatil yapmak istiyorduk. Bir hafta kadar Zürih’te kalıp gezmeyi kararlaştırdık. Ağustos ayının son haftasında yola çıktık. Belki de ilk kez yabancı bir ülke görmemizden, Zürih bizi çok etkiledi; karşılaştığımız her şeye hayran olduk. Londra’ya indiğimiz zaman bizi sınıf arkadaşımız Ali Arslan Gürkan karşıladı. Arslan’ın babası büyükelçilikte ataşe idi. Arslan asistanlık sınavına girmemiş ama doktora için Leeds Üniversitesi’ne kabul edilmişti. Havaalanında bizi bir sürpriz bekliyordu. Arslan bizi karşılamaya Yalçın Küçük ile birlikte gelmişti. Yalçın Küçük üniversiteden izinli olarak, Sovyetler Birliği üzerinde yapılan çalışmaların önemli merkezlerinden birisi olan Birmingham Üniversitesi’nde Rusça öğreniyor, SSCB üzerinde araştırma yapıyordu.
Londra
ABD yolcusu olan arkadaşlarımızı uğurladıktan sonra Arslan’ın yardımıyla çok güzel bir eve pansiyoner olarak girdim. Metro istasyonuna yaklaşık 15 dakika yürüme mesafesinde olan ev Londra’nın güneyinde Putney14 semtinde idi. Putney güzeldi ama Londra’yı gezip gördükçe karşılaştığım sahneler Zürih’ten sonra doğrusu beni düş kırıklığına uğratıyordu.
14 Meraklıları için not: Putney, Thames nehrinin hemen güneyinde Wimbledon’a giden metro hattı üzerinde bir semt. Her yıl yapılan Oxford-Cambridge kürek yarışı Putney Bridge’de başlar. Putney’i ünlü yapan kişilerden birisi, bir Sovyet ajanı iken İngiliz Gizli Servisi MI6’in karşı casusluk bölümünün başına kadar yükselmeyi başaran Kim Philby’dir. Philby, bilgi verdiği Sovyet ajanları ile Putney High Street’te bir birahanede buluşurdu.
İngiltere’de 1964 yılından beri Harold Wilson liderliğindeki İşçi Partisi iktidardaydı. 1964 seçimlerinde parlamentoda sadece dört üyelik bir çoğunluğa sahip olan İşçi Partisi bazı yerel seçimlerde kazandığı başarıya güvenerek erken seçime gitmiş ve çoğunluğunu 96’ya çıkarmıştı. Parti lideri Wilson, siyasal yaşamına Liberal Parti’de başlamış olan ünlü bir Oxford öğretim üyesiydi. Kendisinden önceki 13 yıllık Muhafazakâr Parti döneminde ortalama % 3 dolayında olan büyüme hızını % 4,2’ye yükseltmiş ama devraldığı büyük dış ticaret açığını azaltmak için üstünde kurulan tüm baskılara karşın devalüasyona gitmemiş, bunun sonucu olarak da kendisinden önceki 13 yılın ortalama % 1,5 olan tüketici fiyatları artış hızının yıllık % 1,95’e çıkmasını engelleyememişti.
Daha da kötüsü, bir zamanlar İngiltere’nin büyük bir kapitalist güç olmasını sağlayan sanayisinin artık iyice köhneleşmiş teknolojisini değiştirebilecek hiçbir adım atamamıştı. Değeri yüksek bir para ve eski teknoloji ile İngiltere dünya piyasalarında rekabetçi olamayan bir konumdaydı. İşçi Partisi’nin iktidarda olduğu 1964-1970 yıllarında istihdam azaldı. Wilson’ın gelir ve fiyat politikaları İşçi Partisi’nin en büyük gücünü oluşturan sendikalar tarafından kıyasıya eleştirildi. İngiltere ekonomisi zor durumdaydı. Bunun fiziksel yansımaları orta ve kuzey bölgelerindeki sanayi ve madencilik kentlerinde bütün şiddetiyle hissedilirken Londra da bu çöküşten nasibini alıyordu. Londra eski, pis ve dağınıktı. Birkaç büyük ana cadde dışında cadde ve sokakların temizlendiği pek nadirdi. Kentin kuzeydoğu ve güneydoğudaki semtleri yıkılmaya yüz tuttukları için terkedilmiş, kapı ve pencereleri tahta parçaları çakılarak kapatılmış evlerle doluydu. Bu evler caddeler, sokaklar boyu devam ediyor, kocaman mahalleleri kapsıyor ve Londra’ya sanki savaştan hemen çıkmış bir kent görünümü veriyordu. Oturulabilen evlerin çok büyük bir çoğunluğu yüzyılın başlarında inşa edilmiş, çeşitli tadilatlar ile modern yaşama uydurulmaya çalışılmış küçük, bitişik nizam ve nem kokan evlerdi. Londra’da tuvaletleri dışarıda olan evlerin oranı % 40’a yaklaşıyordu. Daha kuzeydeki işçi kentlerinde içinde tuvaleti olan ev yok gibiydi. Koca Londra’da yeni bina sayısı neredeyse iki elin parmaklarıyla sayılacak kadar azdı. Londralıların çok övündükleri Centre Point15 binası bitirildiği 1964 yılından beri boştu. Apartman diyebileceğimiz binalar çoğunlukla banliyölerdeydi ve hiçbiri dört kattan daha yüksek değildi.
Londra’daki ilk ayımda beni kişisel olarak çok rahatsız eden iki sorun ortaya çıktı. Birincisi, İngilizlerin temizlik alışkanlıklarının bana uymamasıydı. Sadece eski evlerde değil, lokantalarda, okullarda ve kamu kurumlarındaki lavabolarda, genellikle, hem soğuk hem sıcak su akıtan musluklar vardı. Bu musluklar lavabonun kenarına o kadar yakındı ki elinizi altına sokup, sabunlayarak yıkamak mümkün değildi. İngilizlerin buna bulduğu çözüm basit ama çok iticiydi: Lavabonun deliğini musluklardan birine ince bir zincirle bağlanmış tıkaçla kapatıyor, sıcak ve soğuk su musluklarını açarak suyu ılıştırarak lavaboya dolduruyor, sonra da bu su içinde elinizi sabunlayarak yıkıyordunuz. Elimin kirinin dolduğu bir su birikintisinde temizlenmenin nasıl mümkün olacağını bir türlü anlayamıyordum. Dahası, “temizlenme” bittikten sonra elinizi temiz suyla durulamak da mümkün değildi. Lavaboya yapışık gibi duran musluklar buna izin vermiyordu. Bana çok garip gelen bu temizlenme yöntemi aynen banyolarda da geçerliydi. Duşu olmayan bir küvette, küvete yapışık gibi duran musluklardan akan suyla küveti dolduruyor, hem vücudunuzu hem saçınızı bu suyla yıkıyordunuz. İngilizlerin biraz daha sağlığa düşkün olanları da bu yıkanma biçiminin çok hijyenik olmadığını anlamış olmalılar ki bazı hırdavatçı dükkânlarında fahiş fiyatlarla “duş adaptörü” adı altında, bir ucunda duş başlığı, diğer ucu Y şeklinde ayrılmış olan plastik hortumlar satılıyordu. Y’nin iki ucunu zorlukla sıcak ve soğuk su musluklarına takıyor, her iki musluğu da açarak suyu ılıştırıyor, duş başlığından gelen su ile yıkanıyordunuz. Hortum kısa olduğu için ayakta durulamıyor, küvetin içine oturmak zorunda kalıyordunuz. Musluk ağızları çok geniş olduğu için Y’nin uçları da neredeyse bir huni kadar genişti. Ama bu uçlar musluklara hiçbir zaman tam olarak uymuyor, bir tanesi, bazen ikisi birden sık sık musluktan kurtuluyor, duş başlığından kaynar veya buz gibi su geliyor, genellikle de bu yüzünüzün sabunlu olduğu sıraya denk düştüğü için feryat ederek, gözünüz kapalı, yerinden çıkan ucu musluğa takmaya çalışıyordunuz. Londra’da eski bir evde banyo yapmak gerçekten bir işkenceydi. İngilizlerin bulaşık yıkamaları da benim için aynı derecede irkilticiydi ama onun ayrıntılarını anlatmayayım.
İkinci sorun, dil sorunuydu. Ankara Atatürk Lisesi mezunları arasında ODTÜ’ye İngilizce Hazırlık Okulu’nu okumadan, doğrudan birinci sınıfa kabul edilen beş öğrenciden biriydim. İngilizcem iyiydi. Diğer dört arkadaşım Mühendislik Fakültesi’ni kazanmışlardı. Bana tavsiye edilen, kazanmış olmama rağmen birinci sınıfa devam etmemem, Hazırlık Okulu’na yazılmamdı. Bu yola başvurmayan dört arkadaşımı örnek gösterdiğim zaman, onların mühendislik okuyacakları için İngilizceye çok gereksinimlerinin olmayacağı, benim ise mutlaka İngilizce'mi pekiştirmem gerektiği; yoksa bunun bedelini ödememin çok muhtemel olduğu ısrarla tekrarlanmıştı. İstemeye istemeye de olsa bu öneriye uymuş ve ne kadar gerçekçi olduğunu kabul etmiştim. Londra’da ortaya çıkan durum ise bir anda özgüvenimi yitirmeme yol açmıştı. Günlük hayatta konuştuğum İngilizlerin çoğunun ne dediğini anlayamıyordum. Birkaç ay sonra farkına vardım ki, kötü olan benim İngilizcem değil onlarınkiydi. Konuşmalarını anlayamadığım İngilizler yaklaşık 700-800 kelimelik bir kelime dağarcığına sahipti ve dilbilgisi kurallarının pek farkında değildi. Bunu anlayana kadar çok sıkıntı çektim. Öyle ya, sokaktaki ortalama bir insanın konuşmasını bile anlayamadığım bir ülkede nasıl doktora yapabilecektim?
SOAS ve Edith Penrose
Eylül ayının ilk haftasında üniversiteye gidip kaydımı yaptırdım. Londra’nın dört bir yanına dağılmış kolejlerden oluşan Londra Üniversitesi’nin merkezi, Bloomsbury semtinde, British Museum’un hemen arkasında bulunan Senate House idi. Benim okulum olan SOAS ise Senate House’ın bahçesi ile bitişikti. Okul 1916’da kurulmuş ve 1941 yılında o günkü binasına taşınmıştı. Görünüşe bakılırsa 1941 yılından beri de herhangi bir onarım veya iyileştirme tadilatı görmemişti. ODTÜ’nün o modern mimari yapısından sonra SOAS bana çok acınacak durumdaymış gibi gelmişti. Okulun kütüphanesi de iyi durumda değildi. Katalogda bulunan kitapları raflarda bulmak ya çok zor oluyor ya hiç mümkün olmuyordu. Türkiye üzerine yazılmış kitaplar sanki yağmaya uğramış gibiydi. Bodrum katındaki yemekhane Güney Asya yemekleri üzerine uzmanlaşmıştı. Kapıdan girince insanın suratına tokat gibi çarpan yoğun “curry” kokusunu o kadar itici buluyordum ki kesinlikle mecbur olmadığım zamanlar değil yemekhanede yemek yemek, alt kata bile inmiyordum.
Okulda ilk tanıştığım kişilerden birisi Salih Özbaran’dı. Dokuz Eylül Üniversitesi’nden gelmişti ve doktorasını bitirmek üzereydi.16 Diğeri ise Ali İhsan Bağış’tı.17 Salih ile tezi üzerinde çalışmaktan yorulduğu zamanlar okulun kantininde buluşur, hemen yakındaki Russell Square’deki parka gider, sandviç yeyip kahve içer, sohbet ederdik. Okul hakkındaki gözlemleri bana çok ilginç gelirdi. Yıllar sonra bu gözlemlerin ne kadar doğru olduğunu anladım. Salih Özbaran’a göre SOAS, eski İngiliz sömürgelerindeki egemenliğin dolaylı olarak sürdürülebilmesi için o sömürgelerden gelen öğrencilerin eğitilmesi amacına hizmet ediyordu. Bu okulda okuyan öğrenciler ülkelerine döndüğü zaman İngiliz egemen sınıflarının o ülkelerdeki birer uzantısı gibi davranıyor, artık imparatorluğu kalmamış olan İngiltere’nin birer memuru olarak görev yapıyorlardı. Nasıl Oxford ve Cambridge İngiliz sömürgelerine İngiliz yönetici yetiştiriyorsa SOAS da bu sömürgelere yerli yönetici yetiştiriyordu. İlginç bir gözlemdi. ODTÜ’nün de buna benzer bir amaçla kurulduğunu ama bu planın pek de başarılı olmadığını söylediğim zaman o, Türkiye ile sömürge ülkeler arasındaki farkları uzun uzun anlatıyor, SOAS mezunu olup da kendi ülkelerinde yüksek mevkilere geçen yöneticileri ve İngiltere’ye yaptıkları hizmetleri sayıyordu.
Salih’in okul hakkındaki ikinci gözlemi, SOAS öğretim üyelerinin büyük bir çoğunluğunun İngiliz hükümeti de dahil olmak üzere çok sayıda hükümete danışmanlık yaptığı, bu danışmanlığın akademik sınırları sık sık geçtiğiydi. Bunları konuşmamızın üstünden daha bir hafta geçmeden okul açıldı ve aynı gün öğrenciler bahçede toplandılar ve Güneydoğu Asya Bölümü öğretim üyelerinden birisinin Vietnam savaşında Nixon yönetimine danışmanlık yapmasını protesto ederek istifasını istediler. Okul, adından da anlaşılacağı üzere, Afrika, Orta Doğu, Çin, Japonya, Kore, Güney ve Güneydoğu Asya konusunda çok deneyimli ve bilgili bir öğretim üyesi kadrosuna sahipti. Bugün de, okulun lisansüstü programları tanıtan broşürü, öğretim üyelerinin bu danışmanlık rolünü özellikle vurguluyor.18
Bildiğim tek örnek ODTÜ’den hareket ederek, üniversitelerin sadece akademik uğraş içinde olması gerektiğine biraz saf, biraz da iyimser biçimde inandığım için, doğrusu, sarsılmıştım. ODTÜ’de kamuya veya özel sektöre danışmanlık yapılmaz, parasal boyutları olan proje ortaklıkları kurulmazdı. Doktora yapacağım okul ise Vietnam’a bomba yağdıran ABD’nin siyasal ve sosyolojik danışmanlığını yapıyordu. Zor durumdaydım.
Salih, doktora yapmayı planladığım konunun Osmanlı arşivlerinde çalışmayı gerektirebileceğini, bunun için ise mutlaka Osmanlıca öğrenmek zorunda olduğuma inanıyordu. Bu kadarla da kalmıyor, kitap yazısı olarak Osmanlıca öğrenmemin yetmeyeceğini, Osmanlı arşivlerindeki 19. yüzyıl materyalinin rika’ ile yazıldığını, dolayısıyla rika’ öğrenmem de gerektiğini, ama kendimi şanslı saymamı çünkü eğer onun gibi 16. yüzyıl konulu bir araştırma yapsaydım şifreden farksız bir yazı türü olan siyakat öğrenmem gerekeceğini söylüyordu. Formel tarih eğitimi almamış bir kişinin tarih ile uğraşmasını yadırgadığını hissediyordum. Beni yeteri kadar üzdüğünü fark etmiş olmalı ki, bana yardımcı olabileceğini, tez danışmanı Vernon J. Parry ile konuşarak bana Osmanlıca öğretmesini rica edeceğini söyledi. Teklifini memnuniyetle kabul ettim.
Okulun açıldığı hafta bölüm sekreteri ile konuşarak E. Penrose’dan randevu istedim. Birkaç gün sonrası için verilen randevuya gittiğim zaman gerçekten çok heyecanlıydım. Kolay değil, hayatımın bir dönüm noktasındaydım. Ekonomi Bölümü, SOAS’ın hemen bir sokak ötesindeki ek binadaydı. Sekreteri biraz beklemem gerektiğini, benden önceki randevunun geciktiğini söyledi. Heyecan içinde 15-20 dakika geçti ve sonunda, deyim yerindeyse, huzura kabul olundum.
Edith Elura Tilton Penrose 55 yaşında ama daha genç gösteren, hafif esmer, zayıf, sürekli olarak sigara içen bir kadındı. Gerek davranışları gerek konuşma tarzı otoriter bir insan olduğu izlenimi yaratıyordu. Bana çay ikram etti; bir süre dereden tepeden konuştuktan sonra beni bir hafta sonra tekrar görmek istediğini ama ilk izlenimler olarak yeni okulum konusunda ne düşündüğümü öğrenmek istediğini; okul binasının ve kütüphanenin kötü durumunun beni üzmemesini, yeni kütüphane binasının inşaatının bitmek üzere olduğunu söyledi. Açılış günü yapılan protesto gösterisi konusunda düşündüklerimi söyleyince yüzündeki ifade birden sertleşti ve “Sen buradaki herkesin savaşçı ve baskıcı hükümetlerin yardakçılığını yaptığını sanıyorsan bu düşüncenin doğru olmadığını kısa sürede anlayacaksın” dedi. Cevabı hoşuma gitmişti. Bundan cesaret alarak ve biraz da çanak tutmak için Türkiye’de solcuların nasıl baskı altında olduğunu, kendisinin yakından tanıdığı McCarthy’ciliğin özgün bir biçiminin benim ülkemde uzun yıllardan beri sürdüğünü anlattım. Yarasını deşmiştim. Johns Hopkins günlerinden kısa birkaç anı nakletti; ünlü sinolog Owen Lattimore’un Tydings Committee tarafından 17 ay süren yargılanması sırasında onu nasıl savunmaya çalıştıklarını anlatırken bu yüzden gördükleri baskının yarattığı acıları sanki bir an için yeniden yaşıyor gibi geldi bana. Namuslu, dürüst ve parlak bir akademisyenin daha meslek hayatının başlangıcında salt politik nedenlerle iş bulmasının önlenmesi insanı isyan ettirecek kadar zalimceydi. “Önemli olan, haksızlık karşısında teslim olmamaktır; insan inançlarının gerektirdiği cesareti gösteremezse insan sayılmaz” dedi. Edith Penrose’u pek sevmiştim. Çalışma programım ve tez konum hakkımda bir tek kelime bile etmediğimizi ancak kapıdan çıkarken fark edebildim.
İkinci toplantımız kısa sürdü; kendimde eksiklik hissediyorsam doktora öğrencilerinin alması istenen yöntemsel kurslara katılmamı önerdi.19 Bir sonraki toplantı için ne yapmayı düşündüğüm konusunda ayrıntılı bir taslak yazmamı ve kendisine postalamamı, gelecek hafta bu taslağın üzerinden geçeceğimizi söyledi. O hafta el yazımla, özene bezene, dört sayfalık bir taslak yazdım ve gönderdim.
Toplantıya gittiğimde beni yüzünde geniş bir gülümsemeyle karşıladı. Yazdığım taslağın çok hırslı ve tutkulu olduğunu, bu taslaktan en az 10-20 doktora tezi çıkabileceğini, daha özgül bir konuya yönelmem gerektiğini söyledi. Doğrusu çok bozum olmuştum. Taslaktaki maddelerden birisi olan “İzmir-Aydın Demiryolu’nun bölge üzerindeki ekonomik etkileri” konusunun bir tez için uygun olabileceğini ima etti ve düşüncelerimi bu konu üzerinde yoğunlaştırmamı istedi.
Herhangi bir altyapı yatırımının ekonomik etkilerinin neler olabileceği hakkında yüzeysel bir bilgiye sahipsem de ulaştırma/taşıma yatırımlarının bir bölge ekonomisini nasıl değiştirebileceği konusunda hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum. Kütüphaneden aldığım ders kitabı niteliğindeki bir iki kaynağı gece gündüz okuyarak bitirdiğim zaman ise İzmir-Aydın Demiryolu’nun gerçekten bir tez konusu olabileceğine kanaat getirmiş durumdaydım. Yeni öğrendiklerimi de katarak yeni bir taslak hazırladım; kullanabileceğimi düşündüğüm kaynakların kısa bir listesini de ekleyerek postaya verdim.
Penrose, cevaben, birkaç hafta süreyle Londra dışında olacağını, önerimi genel olarak kabul edilebilir bulduğunu, birkaç noktayı daha açmamın yararlı olduğunu, ama kaynaklar arasında gösterdiğim ve TCDD’de bulacağımı umduğum şirket kayıtlarının büyük ihtimalle Osmanlıca tutulduğunu, bu sorunun nasıl üstesinden geleceğimi merak ettiğini yazdı. Hemen Salih Özbaran’a koştum ve Osmanlıca dersi için Parry ile konuşup konuşmadığını sordum. Salih, Parry’nin olumlu cevap verdiğini ama derste bir iki kişi daha olursa daha çok verim alınacağını düşündüğünü, kendisinin de iki kişi bulmak üzere olduğunu söyledi.
Ahmet Türkistanlı ve Bengisu Rona ile tanışmam işte böyle oldu. Ahmet, lisans derecesi yapmak üzere liseden hemen sonra İngiltere’ye gelmiş ve Yvonne adlı bir İngiliz kız ile evlenmiş bir gençti.20 Bengisu dilbilim üzerine doktora yapıyordu21 ve bir İngiliz ile evliydi. Eşi David Winnick, İşçi Partisi milletvekiliydi.22 Evlilikleri Türkiye gazetelerinde haber olunca evlerine mektup yağmaya başlamıştı. Mektupların neredeyse hepsi “Sayın David Enişte” diye başlıyor ve İngiltere’ye geleceklerini, kendilerine bir iş bulunmasını rica ediyorlardı. Türkiye’de milletvekili aracılığı ile işe girmenin olağan sayıldığını bildiğimiz için biz hiç şaşırmıyorduk ama zavallı David bunu bir türlü anlayamıyor, mektupların hepsine cevap yazarak yardımcı olamayacağını söyleyerek özür diliyordu.
Bize Osmanlıca öğretecek olan Vernon John Parry, bembeyaz kâkülleri alnına dökülen, son derece sempatik, uzmanlık alanı Osmanlı savaş teknolojisi olan bir tarihçiydi.23 Haftada bir ofisinde buluşarak iki saat kadar Osmanlıca öğreniyorduk. Kullandığımız kitap Muharrem Ergin’in Osmanlıca Dersleri’nin 1962 basımıydı. İki ay içinde bize oldukça hızlı biçimde kitap okuyacak kadar Osmanlıca öğretti. Parry “velût” bir yazar değildi. Osmanlı tarihi hakkında Parry kadar derin bilgisi olan ama bildiklerinin çok küçük bir bölümünü yayımlamış olan bir tarihçi herhalde yoktur.
Royal Oak, Colindale, British Museum
Danışmanım ile yaptığımız çalışma planına göre önce İngiltere’deki ikincil kaynakları tarayacak, sonra Türkiye’de bulmayı umduğum birincil kaynaklar üzerinde çalışacak, son olarak da Public Record Office’te bulunan arşiv kaynaklarını elden geçirecektim.24 İlk durağım Royal Oak’daki Railway Archives oldu. Bu arşivde elle yazılmış büyük defterler halindeki katalogları tarayarak İzmir-Aydın Demiryolu ile ilgili bilgiler bulmaya çalışıyordum. Kataloglar arşive gelen belgelerin tarih sırasına göre oluşturulmuş bir listesinden ibaretti. İğneyle kuyu kazmak gibi bir uğraşın içine girmiştim. Karanlık ve tozlu arşivde benden başka araştırmacı yok gibiydi. Çalışmaya başladıktan bir hafta kadar sonra umudumu kesmeye başlamıştım ki arşiv memurlarından birisi yanıma gelerek ne aradığımı sordu. Heyecanla tez konumu anlattım. Gülerek, arşivdeki tüm materyalin Birleşik Krallık’taki demiryolları ile ilgili olduğunu, bulabileceğim tek şeyin şirketin genel kurul toplantıları ile ilgili haberler olacağını, bunu yapmanın daha kolay bir yolunun ise British Museum’un Colindale’deki periyodik yayınlar arşivinde çalışmak olduğunu söyledi. İlk arşiv deneyimim başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Colindale Londra’nın kuzeyinde, oturduğum Putney’e çok uzak bir yerdi. Metro ile üç tren değiştirerek gittiğim arşivde giriş kartı sordular. Giriş kartım olmadığını ama çıkarmak için hemen başvurmak istediğimi söyledim. Başvuruların British Museum’a yapılması gerektiğini söylediler. Kös kös geri döndüm ve British Museum’a gittim. Gerekli başvuru formunu doldurup verdiğim zaman başvuruma bir referans mektubu eklemek zorunda olduğum ortaya çıktı. Hemen iki sokak ötedeki SOAS’a koştum ve sekreterin bütün itirazlarına rağmen randevum olmadan Penrose’un odasına girdim. Anlattıklarımı dinledi ve kendisinden hiç beklemediğim bir biçimde kahkahalarla gülerek sekreterine bir referans mektubu dikte ettirdi. Yorgun ve kızgın halimin iyi bir işaret olduğunu söyledi. Referans mektubuyla birlikte tekrar British Museum’a gidip bir kartvizit büyüklüğünde, üzerinde kocaman mavi harflerle Reading Room yazan giriş kartımı aldım. Bu kart benim sadece Colindale’e değil Biritish Museum’un kamuya açık olan tüm kaynaklarına ulaşmamı sağlayacak olan bir pasaporttu.
Yer bulabilmek için Colindale’e çok erken gitmek gerekiyordu. Sabahın kör karanlığında yola çıkıyor, bir saati aşan 22 duraklık bir metro yolculuğundan sonra Colindale’e ulaşınca kapı önünde bekleyen diğer araştırmacılarla birlikte kuyruğa giriyor bazen yağmur altında bazen dondurucu soğukta en az bir saat daha bekliyordum. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi hava akınlarıyla tamamen yıkılan ve 1957 yılında yeniden inşa edilen Colindale’deki arşiv binası küçük ama derli topluydu. Okuma odası denilen küçük salondaki uzun ahşap masalara oturuyor, istediğiniz yayın getirildiği zaman onu masanın üzerinde bulunan ahşap bir çerçeveye yerleştiriyor, çerçeveyi mümkün olduğunca rahat okuyabileceğiniz bir açıya ayarlamaya çalışıyor ve önünüzdeki kalın cildin sayfalarını teker teker çevirerek aradığınız konulara ulaşmaya çabalıyordunuz. Bunu yapabilmek her zaman mümkün olmuyordu çünkü çerçeve ancak üç ayrı konuma göre ayarlanabiliyordu. Bu konumlardan birisi size uygunsa şanslıydınız. Kalın deri ciltlerin masa üzerine konulması, cildin bozulmasını önlemek amacıyla yasaktı. Bu durumda, zaten küçücük ve bozuk bir hurufatla dizilen yazıları oturduğunuz yerden okumak giderek ağırlaşan bir işkenceye dönüşüyordu. Yarım saat kadar sonra o kadar yoruluyordunuz ki oturmaktan vazgeçip ayağa kalkıyor ve çalışmanıza öyle devam etmek zorunda kalıyordunuz. Bazen şansınız yaver gidiyor, istediğiniz yayın ciltli olarak değil fakat bir mikrofilm makarası olarak getiriliyordu. Makarayı mikrofilm okuma cihazına taktıktan sonra elle çevirerek okumak, ayakta durmayı gerektirmediği için daha rahat gibi görünse de, mikrofilme çekilirken iyice küçültülmüş harfleri görebilmenin zorluğu ve makarayı biraz hızlı çevirdiğiniz zaman ekranın birkaç sayfa birden atlaması çok can sıkıcı oluyordu. Her ne kadar bir hafta içinde oldukça ustalaşarak parmağımın küçük bir hareketiyle ekrandaki görüntüyü tam bir sayfa ilerletme becerisini edindiysem de küçücük harfleri okuma zorluğu zaten ileri derecede miyop olan gözlerimi çok yoruyordu.
ODTÜ’nün asistanlarına sunduğu önemli bir olanak yurtdışında doktora yapma fırsatıydı. Diğer üniversiteler mali sorunlarını aşıp asistanlarına bu imkânı veremezken ODTÜ, uluslararası kuruluşlardan aldığı yardımlarla bu sorunun üstesinden gelebiliyordu. Bizden daha önceleri asistan olanlar OECD bursu ile ABD’de doktora yapmaya başlamış veya bitirmişlerdi bile. Bu bursları kazanmak için özel bir çaba harcamak gerekmiyordu. ODTÜ’nün önerisi yeterli oluyor, formalite niteliğinde bir mülakattan sonra bursa hak kazanılıyordu.
Önemli olan, sizi doktora programına kabul edecek iyi bir üniversite bulmaktı. İşletme Bölümü asistanları Cornell ve North Carolina üniversitelerine giderken bizimkiler Stanford ve Johns Hopkins’de doktoraya başlamışlardı. ABD’nin eyalet üniversitesi modeli üzerine kurulu ODTÜ’nün asistanlarının doktoralarını da ABD’de yapmaları galiba genel geçer bir kural olarak benimsenmişti.
Birlikte asistan olduğum arkadaşlarımdan Tercan Baysan ve Aysıt Tansel, Minneapolis’teki Minnesota Üniversitesi’ne, Ali Akarca ise (yanlış hatırlıyor olabilirim) Michigan Üniversitesi’ne doktora için başvurmuş ve kabul edilmişlerdi. ABD’de doktora, genellikle ileri düzeyde derslerin alınması, bu derslerden bir yeterlilik sınavına girilmesi, tez konusunun kararlaştırılması ve bir tez yazarak başarıyla savunulması yöntemi üzerine kurulmuştu. Asıl ağırlık derslerdeydi; yeterlilik sınavını başarıyla geçmeniz doktora derecesini almanızı neredeyse garantiliyordu. Dolayısıyla, ABD üniversitelerine başvururken tez konunuz ile ilgili herhangi bir öneri yapmanız gerekmiyordu. Lisans derecesini alırken elde ettiğiniz not ortalaması ve hakkınızda yazılan referans mektuplarının niteliği doktora programına kabul edilip edilmeyeceğinizi belirliyordu. Halbuki ben doktora konumun Türkiye iktisat tarihi, özellikle de yabancı yatırımlar üzerinde olmasını istiyordum. En az 2-3 yıl derslerle boğuşmak zorunda kalacağım için ABD üniversitelerindeki sistemin araştırma için yeterli zaman bırakmayacağını düşünüyor, tezimin kapsamlı bir araştırma ürünü olmasını planlıyordum. Ne var ki, Bölümün yazılı olmayan kurallarını da yerine getirmek ve birkaç ABD üniversitesine başvurmak zorundaydım. ABD’den üç üniversiteye başvurdum. Bunlardan, Tercan ve Aysıt’ı kabul eden Minnesota beni kabul etmedi. Lisans derecemi “Şeref Öğrencisi” (yani, 4 üzerinden 3+ ortalama) ile almış olmama rağmen Tercan ve Aysıt “Yüksek Şeref Öğrencisi” olarak mezun olmuşlardı; ortalamaları 4 üzerinden 3,80 dolayındaydı. Beni kabul etmemelerinin nedenlerinden birisi bu, diğeri ise, daha az bir ihtimalle, aynı okulun aynı bölümünden mezun üç kişiyi birden kabul etmekteki isteksizlikleri olabilirdi. Zaten kabul edilmeyi istemediğim için hiç üzülmedim. Yasak savma kabilinden başvurduğum diğer iki üniversite (University of California, Riverside ve University of California, Los Angeles) beni kabul etti. Riverside o zamanlar çok tanınmayan bir üniversiteydi. Bölüm yöneticileri, pek de üstü kapalı olmayan bir biçimde, bu üniversitede doktora yapmamın doğru olmayacağını hissettirdiler. UCLA ise ABD’nin önemli okullarından biriydi. Üstelik, 1968 yılına kadar Harvard’da olan ve Osmanlı tarihi üzerinde önde gelen bir otorite olarak kabul edilen Stanford J.Shaw artık UCLA’ya geçmişti. UCLA’ya gidersem mutlaka Shaw’dan ders ve seminerler almam gerekecek, eğer şansım yaver giderse tez danışmanım bile olabilecekti. Beni tereddüte düşüren şey tarihçi olarak yetiştirilmemiş olmamdı. Shaw’un benden mutlaka bekleyeceği nitelikler arasında yalnız tarih araştırma yöntemleri konusunda ustalık değil aynı zamanda Osmanlı arşivlerini kullanabilme becerisi olacaktı. Çıkmaz bir sokaktaydım. Belki yanlış düşünüyordum; UCLA’da Shaw’un derslerini alabilsem bile belki tez danışmanım olmayacaktı. O zaman da UCLA’ya gitmenin pek bir anlamı kalmayacaktı.
Ne yapacağımı kara kara düşünürken, ODTÜ’ye OECD programı çerçevesinde gelen birçok öğretim üyesinden biri olan Joseph Buckman yardımıma yetişti. Joe, yoksul bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak Leeds’te sefaletin en derin olduğu işçi mahallelerinde büyümüş; kelimenin tam anlamıyla dişiyle tırnağıyla kazıyarak üniversiteyi bitirmiş, büyük maddi zorluklar içinde doktora yapabilmeyi başarmış bir İngilizdi. Troçkizme meyleden bir Marksistti. Ortodoks sosyalist öğretiden en ufak bir sapmaya tahammülü olmayan bizlerin (özellikle de Yalçın Küçük’ün) gözlerinde iflah olmaz bir sapkın idi. Doktora yapmak için mutlaka ABD’ye gitmenin şart olmadığını; İngiltere’de Orta Doğu ve Türkiye üzerine araştırmalar yapılan birçok kurum olduğunu ve beni doktoraya kabul edebileceklerini anlattı. İlk adım olarak da, Oxford Üniversitesi Nuffield College’a yazarak ne yapmak istediğimi anlatmamı önerdi.6 O zamanlar e-posta gibi bir kolaylık olmadığı için yazışmalar uzun vakit alır, gönderinizin yerine varmasını sağlamak için iadeli taahhütlü mektup gibi yollara başvurulurdu. Nuffield College’ın en üst düzey yöneticisi olan “Warden”a yazdığım iadeli taahhütlü mektubun cevabı şaşılacak kadar kısa bir süre sonra James Mirlees’den geldi.7 Özetle, tez konum için Nuffield College’ın ideal bir yer olduğunu ancak böyle bir tezi yönetecek danışman bulmamın o anda pek mümkün olmadığını ve gelecek yıl başvurursam şansımın daha yüksek olacağını, Londra Üniversitesi’nden Edith Penrose ile yazışmamın benim için daha verimli sonuçlar doğurabileceğini söylüyordu.
6 Joe’nun sağ olup olmadığını, sağ ise nerede olduğunu bilmiyorum. Oya Köymen’in uyarısı üzerine internette onun bir kitabını buldum: Joseph Buckman, Immigrants and the Class Struggle: The Jewish Immigrant in Leeds, 1880-1914, Manchester, 1983.
7 James A. Mirlees, 1996 yılı Nobel Ekonomi Ödülü’nü William Vickrey ile paylaştı. O zamanlar da çok ünlü bir iktisatçıydı ama Nobel Ödülü alacağını kestirebilseydim bana yazdığı mektubu mutlaka saklardım.
Edith Penrose’u tanıyordum; üçüncü sınıf mikroiktisat dersinin okuma listesinde The Theory of the Growth of the Firm adlı kitabının bir bölümü vardı. 1959 yılında yayımlanan bu kitap onu büyük bir üne kavuşturmuştu.8 Johns Hopkins Üniversitesi’nde Fritz Machlup gibi çok ünlü bir iktisatçının danışmanlığı altında parlak bir doktora çalışması yapmış ama hiçbir Amerikan üniversitesinde iş bulamamıştı. Bunun nedeni, eşi E.F. Penrose ile birlikte Johns Hopkins’de McCarthy’ciliğin önde gelen karşıtları arasında olmasıydı. O kadar ki, eşi baskılara dayanamayıp Johns Hopkins’den ayrılmak zorunda kalmıştı. Edith Penrose 1960 yılında Londra Üniversitesi’nin iki okuluna, London School of Economics ve School of Oriental and African Studies’e, ortak “Reader”9 olarak girmiş, 1964 yılında aynı üniversitede, SOAS’ta profesör olarak ekonomi kürsüsünün başına getirilmişti. İlgi alanı, firma teorisinden uluslararası yatırımlara kaymış, özellikle petrol şirketlerinin Orta Doğu’daki yatırımları üzerine çalışmaya başlamıştı. Daha önce de yabancı yatırımlarla ilgilenmiş olmasına rağmen10 bu konudaki temel çalışmasını 1968 yılında yayımlamıştı.11
8 Edith T. Penrose, The Theory of the Growth of the Firm, New York, 1959. Penrose’un bu kitabının feminist iktisadın ilk ve en önemli örneklerinden birisi olduğu iddiası için bkz., Michael H. Best, Jane Humphries, “Edith Penrose: A Feminist Economist”, Feminist Economics, Vol.9, pp.47-73, 2003. Onca yıl birlikte çalıştığım Edith Penrose’un feminist tarafını hiç göremedim. Penrose, ünlü iktisat tarihi dergilerinde makaleleri yayımlanacak kadar iktisat tarihi ile de ilgilenmişti: Fritz Machlup, Edith T. Penrose, “The Patent Controversy in the Nineteenth Century”, Journal of Economic History, vol.10, pp.1-29, 1950; Edith T. Penrose, “The Growth of the Firm - A Case Study: The Hercules Powder Company”, The Business History Review, vol. 34, pp.1-23, 1960. Teoriye yaptığı katkıları konu alan temel iki kaynak için bkz., C. Pitelis,(ed.), The Growth of the Firm: The Legacy of Edith Penrose, Oxford, 2002; Michael H. Best, Elizabeth Garnsey, “Edith Penrose, 1914-1996”, Economic Journal, vol.109, pp.187-201, 1999. Penrose’un firma teorisine temel katkısının yanlış anlaşıldığını ileri süren ilginç bir çalışma için bkz., Alan M. Rugman, Alain Verbeke, “A Final Word on Edith Penrose”, Journal of Management Studies, vol.41, pp.205-217, 2004.
9 Bizdeki yaklaşık karşılığı doçent olan akademik bir unvan.
10 Edith T. Penrose, “Foreign Investment and the Growth of the Firm”, Economic Journal, vol.66, pp.220235, 1956.
11 Edith T. Penrose, The Large International Firm in Developing Countries: The International Petroleum Industry, London, 1968. Danışmanlığımı yaptığı sıralarda yayımladığı bir başka kitapta da benzeri konuları yeni veriler ışığında inceledi: Edith T. Penrose, The Growth of the Firm, Middle East Oil and Other Essays, London, 1971.Büyük bir heyecanla uzun bir mektup kaleme aldım; kim olduğumu, neler yapmak istediğimi anlattım. Penrose kısa bir cevap yazarak konuyla çok ilgilendiğini, hemen Londra Üniversitesi’ne doktora öğrencisi olarak başvurmamı, kabul edildiğim takdirde tez danışmanlığımı üstleneceğini bildirdi. Gerekli formları doldurarak başvurumu yaptım, doktora çalışmalarımı finanse edecek kaynağın kazandığım OECD bursu olduğunu belirterek ve Penrose’un mektubunu da ekleyerek üniversiteye gönderdim. Gelen cevap hem iyi hem kötüydü. Doktora programına kabul edilebileceğim ama OECD ile Londra Üniversitesi arasında yapılan yazışmalara göre bana böyle bir burs sağlanmış olduğunun görünmediği, bu konu açıklığa kavuşuncaya kadar herhangi bir adım atmanın mümkün olmadığı söyleniyordu. Ağlamaklı bir biçimde önce bölüm başkanımız Şadi Cindoruk’a, sonra onu da yanıma alarak fakülte dekanına gittim. Dekan Yaşar Gürbüz küplere bindi. Rektörlüğe telefon ederek böyle bir sorunun nasıl ortaya çıktığını sordu. Aldığı cevap onu daha da kızdırdı. Anlaşılan oydu ki, fakültemin beni OECD bursu için aday göstermiş olmasına rağmen Rektörlük bunu OECD’ye bildirmemişti ve benim OECD bursum yoktu. Bu durumda değil Londra Üniversitesi’nde Edith Penrose ile doktora yapmam, akademik nitelikli bir programa katılmak için bile yurtdışına çıkmam imkânsızdı.
Yaşar Gürbüz hatanın ODTÜ’de olduğunu ve en kısa zamanda düzeltilmesi için elinden geleni yapacağını söyledi. Ayrıntıları bilmiyorum ama anladığım kadarıyla OECD’nin Paris’teki merkezi ile “yıldırım” telefon görüşmeleri yapıldı12, yanlışlığın düzeltilmemesi halinde ne kadar büyük bir mağduriyete uğrayacağım iyi anlatıldı ki yaklaşık on gün kadar sonra Londra Üniversitesi’nden aldığım mektupta bursun OECD tarafından teyid edildiği ve doktora programına kabul edildiğim bildiriliyordu.
12 Genç okuyuculara garip gelecektir ama o zamanlar yurtiçi ve yurtdışı telefon konuşmaları için PTT’nin bir servisine aranacak numara yazdırılır, sonra da saatlerce beklenirdi. “Yıldırım” konuşmalar daha çabuk sağlanır ama çok pahalı olurdu.
13 Londra Üniversitesi, birçok İngiliz üniversitesinde olduğu gibi, toplu olarak kolej diye anılan ama adları “okul” (örneğin, London School of Economics), “kolej” (örneğin, King’s College) veya “enstitü” (örneğin, Courtauld Institute of Art) olan birimlerden oluşur. Türkiye’deki fakülte sistemi ile hiçbir benzerliği olmayan bu düzende her kolejin kendi bölümleri olur. Örneğin, benim orada bulunduğum yıllarda Londra Üniversitesi’nin sekiz ayrı kolejinin sekiz ayrı ekonomi bölümü vardı.
Londra Üniversitesi, o zamanın tüm İngiliz üniversiteleri gibi, doktora programını “bağımsız araştırma” sistemi üzerine kurmuştu. Tabii olarak SOAS’ta da aynı sistem geçerliydi. Doktora öğrencileri ders almıyorlar, tüm zamanlarını araştırmaya hasrediyorlardı. Bu sistem bugün hâlâ uygulanıyor. Bunun tek istisnası programın birinci yılıydı. Yeni doktoraya başlayan öğrenciler için araştırma metodolojisi, istatistik yöntemler, biraz sulandırılmış ekonometri gibi yarı ders yarı seminer türü toplantılara katılmak ve başarılı olmak zorunluluğu vardı. Doktora tezi, “bilime özgün bir katkı” olarak tanımlanmıştı. Bunun anlamı, galiba, o zamana dek kimsenin söylemediği bir şeyler söylemenizin beklendiğiydi. Var olan bilgi birikimini “düzenli ve eleştirel bir biçimde gözden geçiren” çalışmalar doktora derecesine layık görülmüyor, M. Phil. ile ödüllendiriliyordu.
Doktora tezinin bilime özgün bir katkı olması koşulunun yanı sıra, kısaltılarak veya olduğu gibi kitap biçiminde yayımlanabilme niteliği taşıması da gerekiyordu. Tezinizin bu niteliklere sahip olup olmadığına, tezinizi teslim ettikten sonra toplanan ve adına “examiners” denilen iki kişilik bir jürinin sizi sınava çekmesiyle karar veriliyordu. Viva voce denilen bu sözlü sınava tez danışmanı katılamıyor, jüri üyelerinden bir tanesi başka bir üniversiteden seçiliyordu. Bu, derslerin ağırlıkla yer aldığı, doktora tezinin genellikle “bilime önemli bir katkı” olarak tanımlandığı ve jüride tez danışmanının da olduğu ABD sisteminden çok farklıydı. Hangi sistemin bilimin ilerlemesi için daha olumlu koşullar taşıdığının tartışması bir yana, farklılık galiba her iki ülkenin bilimsel araştırmaya yaklaşım biçimiyle ilgiliydi. Amerikan üniversiteleri, doktora öğrencilerinin zanaatlarını icra ederken kullanacakları teknik araçların iyi birer ustası olmalarını gözetirken İngiliz üniversiteleri spekülatif teorileştirmeye daha çok önem veriyor, teknik yetkinliğin daha başka bir düzeyde nasıl olsa elde edilebileceğini varsayıyordu. “Teori İngiltere’de yapılır, ABD’de uygulanır” deyiminin ardında yatan gözlem de herhalde bu olmalıydı.
Okul eylül ayının son haftası açılacağı için, ev bulmak gibi sorunları halletmek amacıyla en az bir ay önce Londra’da olmam gerektiğini düşünüyordum. Aynı biçimde, Ali Akarca ve Tercan Baysan da bir an önce yola çıkmak istiyorlardı. Sınıf arkadaşımız Savaş Özatalay (bizim bölüme değil de Bilgisayar Bölümü’ne asistan olmuş ve doktora için kalburüstü bir üniversite olan Northwestern’a kabul edilmişti) bize katılınca ortak bir seyahat programı yaptık. İlk kez uçağa binecek, ilk kez yurtdışına çıkacaktık. Önümüzde bizi bekleyen zorlu yıllar vardı; kısa bir tatil yapmak istiyorduk. Bir hafta kadar Zürih’te kalıp gezmeyi kararlaştırdık. Ağustos ayının son haftasında yola çıktık. Belki de ilk kez yabancı bir ülke görmemizden, Zürih bizi çok etkiledi; karşılaştığımız her şeye hayran olduk. Londra’ya indiğimiz zaman bizi sınıf arkadaşımız Ali Arslan Gürkan karşıladı. Arslan’ın babası büyükelçilikte ataşe idi. Arslan asistanlık sınavına girmemiş ama doktora için Leeds Üniversitesi’ne kabul edilmişti. Havaalanında bizi bir sürpriz bekliyordu. Arslan bizi karşılamaya Yalçın Küçük ile birlikte gelmişti. Yalçın Küçük üniversiteden izinli olarak, Sovyetler Birliği üzerinde yapılan çalışmaların önemli merkezlerinden birisi olan Birmingham Üniversitesi’nde Rusça öğreniyor, SSCB üzerinde araştırma yapıyordu.
Londra
ABD yolcusu olan arkadaşlarımızı uğurladıktan sonra Arslan’ın yardımıyla çok güzel bir eve pansiyoner olarak girdim. Metro istasyonuna yaklaşık 15 dakika yürüme mesafesinde olan ev Londra’nın güneyinde Putney14 semtinde idi. Putney güzeldi ama Londra’yı gezip gördükçe karşılaştığım sahneler Zürih’ten sonra doğrusu beni düş kırıklığına uğratıyordu.
14 Meraklıları için not: Putney, Thames nehrinin hemen güneyinde Wimbledon’a giden metro hattı üzerinde bir semt. Her yıl yapılan Oxford-Cambridge kürek yarışı Putney Bridge’de başlar. Putney’i ünlü yapan kişilerden birisi, bir Sovyet ajanı iken İngiliz Gizli Servisi MI6’in karşı casusluk bölümünün başına kadar yükselmeyi başaran Kim Philby’dir. Philby, bilgi verdiği Sovyet ajanları ile Putney High Street’te bir birahanede buluşurdu.
İngiltere’de 1964 yılından beri Harold Wilson liderliğindeki İşçi Partisi iktidardaydı. 1964 seçimlerinde parlamentoda sadece dört üyelik bir çoğunluğa sahip olan İşçi Partisi bazı yerel seçimlerde kazandığı başarıya güvenerek erken seçime gitmiş ve çoğunluğunu 96’ya çıkarmıştı. Parti lideri Wilson, siyasal yaşamına Liberal Parti’de başlamış olan ünlü bir Oxford öğretim üyesiydi. Kendisinden önceki 13 yıllık Muhafazakâr Parti döneminde ortalama % 3 dolayında olan büyüme hızını % 4,2’ye yükseltmiş ama devraldığı büyük dış ticaret açığını azaltmak için üstünde kurulan tüm baskılara karşın devalüasyona gitmemiş, bunun sonucu olarak da kendisinden önceki 13 yılın ortalama % 1,5 olan tüketici fiyatları artış hızının yıllık % 1,95’e çıkmasını engelleyememişti.
Daha da kötüsü, bir zamanlar İngiltere’nin büyük bir kapitalist güç olmasını sağlayan sanayisinin artık iyice köhneleşmiş teknolojisini değiştirebilecek hiçbir adım atamamıştı. Değeri yüksek bir para ve eski teknoloji ile İngiltere dünya piyasalarında rekabetçi olamayan bir konumdaydı. İşçi Partisi’nin iktidarda olduğu 1964-1970 yıllarında istihdam azaldı. Wilson’ın gelir ve fiyat politikaları İşçi Partisi’nin en büyük gücünü oluşturan sendikalar tarafından kıyasıya eleştirildi. İngiltere ekonomisi zor durumdaydı. Bunun fiziksel yansımaları orta ve kuzey bölgelerindeki sanayi ve madencilik kentlerinde bütün şiddetiyle hissedilirken Londra da bu çöküşten nasibini alıyordu. Londra eski, pis ve dağınıktı. Birkaç büyük ana cadde dışında cadde ve sokakların temizlendiği pek nadirdi. Kentin kuzeydoğu ve güneydoğudaki semtleri yıkılmaya yüz tuttukları için terkedilmiş, kapı ve pencereleri tahta parçaları çakılarak kapatılmış evlerle doluydu. Bu evler caddeler, sokaklar boyu devam ediyor, kocaman mahalleleri kapsıyor ve Londra’ya sanki savaştan hemen çıkmış bir kent görünümü veriyordu. Oturulabilen evlerin çok büyük bir çoğunluğu yüzyılın başlarında inşa edilmiş, çeşitli tadilatlar ile modern yaşama uydurulmaya çalışılmış küçük, bitişik nizam ve nem kokan evlerdi. Londra’da tuvaletleri dışarıda olan evlerin oranı % 40’a yaklaşıyordu. Daha kuzeydeki işçi kentlerinde içinde tuvaleti olan ev yok gibiydi. Koca Londra’da yeni bina sayısı neredeyse iki elin parmaklarıyla sayılacak kadar azdı. Londralıların çok övündükleri Centre Point15 binası bitirildiği 1964 yılından beri boştu. Apartman diyebileceğimiz binalar çoğunlukla banliyölerdeydi ve hiçbiri dört kattan daha yüksek değildi.
15 Oxford Street’in doğu ucunda, Tottenham Court Road ile birleştiği St.Giles Circus’taki 35 katlı ofis binası.
Londra’daki ilk ayımda beni kişisel olarak çok rahatsız eden iki sorun ortaya çıktı. Birincisi, İngilizlerin temizlik alışkanlıklarının bana uymamasıydı. Sadece eski evlerde değil, lokantalarda, okullarda ve kamu kurumlarındaki lavabolarda, genellikle, hem soğuk hem sıcak su akıtan musluklar vardı. Bu musluklar lavabonun kenarına o kadar yakındı ki elinizi altına sokup, sabunlayarak yıkamak mümkün değildi. İngilizlerin buna bulduğu çözüm basit ama çok iticiydi: Lavabonun deliğini musluklardan birine ince bir zincirle bağlanmış tıkaçla kapatıyor, sıcak ve soğuk su musluklarını açarak suyu ılıştırarak lavaboya dolduruyor, sonra da bu su içinde elinizi sabunlayarak yıkıyordunuz. Elimin kirinin dolduğu bir su birikintisinde temizlenmenin nasıl mümkün olacağını bir türlü anlayamıyordum. Dahası, “temizlenme” bittikten sonra elinizi temiz suyla durulamak da mümkün değildi. Lavaboya yapışık gibi duran musluklar buna izin vermiyordu. Bana çok garip gelen bu temizlenme yöntemi aynen banyolarda da geçerliydi. Duşu olmayan bir küvette, küvete yapışık gibi duran musluklardan akan suyla küveti dolduruyor, hem vücudunuzu hem saçınızı bu suyla yıkıyordunuz. İngilizlerin biraz daha sağlığa düşkün olanları da bu yıkanma biçiminin çok hijyenik olmadığını anlamış olmalılar ki bazı hırdavatçı dükkânlarında fahiş fiyatlarla “duş adaptörü” adı altında, bir ucunda duş başlığı, diğer ucu Y şeklinde ayrılmış olan plastik hortumlar satılıyordu. Y’nin iki ucunu zorlukla sıcak ve soğuk su musluklarına takıyor, her iki musluğu da açarak suyu ılıştırıyor, duş başlığından gelen su ile yıkanıyordunuz. Hortum kısa olduğu için ayakta durulamıyor, küvetin içine oturmak zorunda kalıyordunuz. Musluk ağızları çok geniş olduğu için Y’nin uçları da neredeyse bir huni kadar genişti. Ama bu uçlar musluklara hiçbir zaman tam olarak uymuyor, bir tanesi, bazen ikisi birden sık sık musluktan kurtuluyor, duş başlığından kaynar veya buz gibi su geliyor, genellikle de bu yüzünüzün sabunlu olduğu sıraya denk düştüğü için feryat ederek, gözünüz kapalı, yerinden çıkan ucu musluğa takmaya çalışıyordunuz. Londra’da eski bir evde banyo yapmak gerçekten bir işkenceydi. İngilizlerin bulaşık yıkamaları da benim için aynı derecede irkilticiydi ama onun ayrıntılarını anlatmayayım.
İkinci sorun, dil sorunuydu. Ankara Atatürk Lisesi mezunları arasında ODTÜ’ye İngilizce Hazırlık Okulu’nu okumadan, doğrudan birinci sınıfa kabul edilen beş öğrenciden biriydim. İngilizcem iyiydi. Diğer dört arkadaşım Mühendislik Fakültesi’ni kazanmışlardı. Bana tavsiye edilen, kazanmış olmama rağmen birinci sınıfa devam etmemem, Hazırlık Okulu’na yazılmamdı. Bu yola başvurmayan dört arkadaşımı örnek gösterdiğim zaman, onların mühendislik okuyacakları için İngilizceye çok gereksinimlerinin olmayacağı, benim ise mutlaka İngilizce'mi pekiştirmem gerektiği; yoksa bunun bedelini ödememin çok muhtemel olduğu ısrarla tekrarlanmıştı. İstemeye istemeye de olsa bu öneriye uymuş ve ne kadar gerçekçi olduğunu kabul etmiştim. Londra’da ortaya çıkan durum ise bir anda özgüvenimi yitirmeme yol açmıştı. Günlük hayatta konuştuğum İngilizlerin çoğunun ne dediğini anlayamıyordum. Birkaç ay sonra farkına vardım ki, kötü olan benim İngilizcem değil onlarınkiydi. Konuşmalarını anlayamadığım İngilizler yaklaşık 700-800 kelimelik bir kelime dağarcığına sahipti ve dilbilgisi kurallarının pek farkında değildi. Bunu anlayana kadar çok sıkıntı çektim. Öyle ya, sokaktaki ortalama bir insanın konuşmasını bile anlayamadığım bir ülkede nasıl doktora yapabilecektim?
SOAS ve Edith Penrose
Eylül ayının ilk haftasında üniversiteye gidip kaydımı yaptırdım. Londra’nın dört bir yanına dağılmış kolejlerden oluşan Londra Üniversitesi’nin merkezi, Bloomsbury semtinde, British Museum’un hemen arkasında bulunan Senate House idi. Benim okulum olan SOAS ise Senate House’ın bahçesi ile bitişikti. Okul 1916’da kurulmuş ve 1941 yılında o günkü binasına taşınmıştı. Görünüşe bakılırsa 1941 yılından beri de herhangi bir onarım veya iyileştirme tadilatı görmemişti. ODTÜ’nün o modern mimari yapısından sonra SOAS bana çok acınacak durumdaymış gibi gelmişti. Okulun kütüphanesi de iyi durumda değildi. Katalogda bulunan kitapları raflarda bulmak ya çok zor oluyor ya hiç mümkün olmuyordu. Türkiye üzerine yazılmış kitaplar sanki yağmaya uğramış gibiydi. Bodrum katındaki yemekhane Güney Asya yemekleri üzerine uzmanlaşmıştı. Kapıdan girince insanın suratına tokat gibi çarpan yoğun “curry” kokusunu o kadar itici buluyordum ki kesinlikle mecbur olmadığım zamanlar değil yemekhanede yemek yemek, alt kata bile inmiyordum.
Okulda ilk tanıştığım kişilerden birisi Salih Özbaran’dı. Dokuz Eylül Üniversitesi’nden gelmişti ve doktorasını bitirmek üzereydi.16 Diğeri ise Ali İhsan Bağış’tı.17 Salih ile tezi üzerinde çalışmaktan yorulduğu zamanlar okulun kantininde buluşur, hemen yakındaki Russell Square’deki parka gider, sandviç yeyip kahve içer, sohbet ederdik. Okul hakkındaki gözlemleri bana çok ilginç gelirdi. Yıllar sonra bu gözlemlerin ne kadar doğru olduğunu anladım. Salih Özbaran’a göre SOAS, eski İngiliz sömürgelerindeki egemenliğin dolaylı olarak sürdürülebilmesi için o sömürgelerden gelen öğrencilerin eğitilmesi amacına hizmet ediyordu. Bu okulda okuyan öğrenciler ülkelerine döndüğü zaman İngiliz egemen sınıflarının o ülkelerdeki birer uzantısı gibi davranıyor, artık imparatorluğu kalmamış olan İngiltere’nin birer memuru olarak görev yapıyorlardı. Nasıl Oxford ve Cambridge İngiliz sömürgelerine İngiliz yönetici yetiştiriyorsa SOAS da bu sömürgelere yerli yönetici yetiştiriyordu. İlginç bir gözlemdi. ODTÜ’nün de buna benzer bir amaçla kurulduğunu ama bu planın pek de başarılı olmadığını söylediğim zaman o, Türkiye ile sömürge ülkeler arasındaki farkları uzun uzun anlatıyor, SOAS mezunu olup da kendi ülkelerinde yüksek mevkilere geçen yöneticileri ve İngiltere’ye yaptıkları hizmetleri sayıyordu.
16 Salih Ozbaran, “The Ottoman Turks and the Portuguese in the Persian Gulf (1543-1551)”, Unpublished Ph.D. thesis, University of London, ff.154, 1969.
17 Hacettepe Üniversitesi’nde Hidropolitik ve Stratejik Araştırma Merkezi’nde profesör iken genç sayılabilecek yaşta kaybettiğimiz Ali İhsan, M.E. Yapp’ın danışmanlığında 18. Yüzyıl Türk-İngiliz ilişkileri üzerinde doktora yapıyordu: Ali Ihsan Bagis, “The Embassy of Sir Robert Ainslie at Istanbul 1776-1794”, unpublished Ph.D. thesis, University of London, ff.233, 1974. Ölümünden sonra anısına yayımlanan kitap için bkz., Sinan Kuneralp (ed.), A Bridge Between Cultures: Studies on Ottoman and Republican Turkey in Memory of Ali İhsan Bağış, İstanbul, 2006.
Salih’in okul hakkındaki ikinci gözlemi, SOAS öğretim üyelerinin büyük bir çoğunluğunun İngiliz hükümeti de dahil olmak üzere çok sayıda hükümete danışmanlık yaptığı, bu danışmanlığın akademik sınırları sık sık geçtiğiydi. Bunları konuşmamızın üstünden daha bir hafta geçmeden okul açıldı ve aynı gün öğrenciler bahçede toplandılar ve Güneydoğu Asya Bölümü öğretim üyelerinden birisinin Vietnam savaşında Nixon yönetimine danışmanlık yapmasını protesto ederek istifasını istediler. Okul, adından da anlaşılacağı üzere, Afrika, Orta Doğu, Çin, Japonya, Kore, Güney ve Güneydoğu Asya konusunda çok deneyimli ve bilgili bir öğretim üyesi kadrosuna sahipti. Bugün de, okulun lisansüstü programları tanıtan broşürü, öğretim üyelerinin bu danışmanlık rolünü özellikle vurguluyor.18
18 “Our academic staff are internationally renowned for advising governments and policy-makers across the globe.” Postgraduate Study at SOAS, s.3.
Salih, doktora yapmayı planladığım konunun Osmanlı arşivlerinde çalışmayı gerektirebileceğini, bunun için ise mutlaka Osmanlıca öğrenmek zorunda olduğuma inanıyordu. Bu kadarla da kalmıyor, kitap yazısı olarak Osmanlıca öğrenmemin yetmeyeceğini, Osmanlı arşivlerindeki 19. yüzyıl materyalinin rika’ ile yazıldığını, dolayısıyla rika’ öğrenmem de gerektiğini, ama kendimi şanslı saymamı çünkü eğer onun gibi 16. yüzyıl konulu bir araştırma yapsaydım şifreden farksız bir yazı türü olan siyakat öğrenmem gerekeceğini söylüyordu. Formel tarih eğitimi almamış bir kişinin tarih ile uğraşmasını yadırgadığını hissediyordum. Beni yeteri kadar üzdüğünü fark etmiş olmalı ki, bana yardımcı olabileceğini, tez danışmanı Vernon J. Parry ile konuşarak bana Osmanlıca öğretmesini rica edeceğini söyledi. Teklifini memnuniyetle kabul ettim.
Okulun açıldığı hafta bölüm sekreteri ile konuşarak E. Penrose’dan randevu istedim. Birkaç gün sonrası için verilen randevuya gittiğim zaman gerçekten çok heyecanlıydım. Kolay değil, hayatımın bir dönüm noktasındaydım. Ekonomi Bölümü, SOAS’ın hemen bir sokak ötesindeki ek binadaydı. Sekreteri biraz beklemem gerektiğini, benden önceki randevunun geciktiğini söyledi. Heyecan içinde 15-20 dakika geçti ve sonunda, deyim yerindeyse, huzura kabul olundum.
Edith Elura Tilton Penrose 55 yaşında ama daha genç gösteren, hafif esmer, zayıf, sürekli olarak sigara içen bir kadındı. Gerek davranışları gerek konuşma tarzı otoriter bir insan olduğu izlenimi yaratıyordu. Bana çay ikram etti; bir süre dereden tepeden konuştuktan sonra beni bir hafta sonra tekrar görmek istediğini ama ilk izlenimler olarak yeni okulum konusunda ne düşündüğümü öğrenmek istediğini; okul binasının ve kütüphanenin kötü durumunun beni üzmemesini, yeni kütüphane binasının inşaatının bitmek üzere olduğunu söyledi. Açılış günü yapılan protesto gösterisi konusunda düşündüklerimi söyleyince yüzündeki ifade birden sertleşti ve “Sen buradaki herkesin savaşçı ve baskıcı hükümetlerin yardakçılığını yaptığını sanıyorsan bu düşüncenin doğru olmadığını kısa sürede anlayacaksın” dedi. Cevabı hoşuma gitmişti. Bundan cesaret alarak ve biraz da çanak tutmak için Türkiye’de solcuların nasıl baskı altında olduğunu, kendisinin yakından tanıdığı McCarthy’ciliğin özgün bir biçiminin benim ülkemde uzun yıllardan beri sürdüğünü anlattım. Yarasını deşmiştim. Johns Hopkins günlerinden kısa birkaç anı nakletti; ünlü sinolog Owen Lattimore’un Tydings Committee tarafından 17 ay süren yargılanması sırasında onu nasıl savunmaya çalıştıklarını anlatırken bu yüzden gördükleri baskının yarattığı acıları sanki bir an için yeniden yaşıyor gibi geldi bana. Namuslu, dürüst ve parlak bir akademisyenin daha meslek hayatının başlangıcında salt politik nedenlerle iş bulmasının önlenmesi insanı isyan ettirecek kadar zalimceydi. “Önemli olan, haksızlık karşısında teslim olmamaktır; insan inançlarının gerektirdiği cesareti gösteremezse insan sayılmaz” dedi. Edith Penrose’u pek sevmiştim. Çalışma programım ve tez konum hakkımda bir tek kelime bile etmediğimizi ancak kapıdan çıkarken fark edebildim.
İkinci toplantımız kısa sürdü; kendimde eksiklik hissediyorsam doktora öğrencilerinin alması istenen yöntemsel kurslara katılmamı önerdi.19 Bir sonraki toplantı için ne yapmayı düşündüğüm konusunda ayrıntılı bir taslak yazmamı ve kendisine postalamamı, gelecek hafta bu taslağın üzerinden geçeceğimizi söyledi. O hafta el yazımla, özene bezene, dört sayfalık bir taslak yazdım ve gönderdim.
19 Araştırma metodolojisi ve istatistik yöntemler konusundaki kurslara katılmayacağımı, ama ODTÜ’de hiç ekonometri dersi almamış olduğum için bana yararı olacağını söyledim. Ekonometri kursunun ikinci dersinde, dersi veren Hintli profesör matris cebiri konusunu anlatırken geçerli olmayan bir işlem yaparak iki matrisi biribirine böldü. Dersten sonra yanına giderek, bu işlemi, herhalde, hemen tümü tarih ve sosyoloji öğrencisi olan dinleyicilerin “non-singular matrix” kavramını anlamayacaklarını varsaydığı için yaptığını söyledim. Gülümsedi ve artık derse gelmeme gerek olmadığını söyledi.
Herhangi bir altyapı yatırımının ekonomik etkilerinin neler olabileceği hakkında yüzeysel bir bilgiye sahipsem de ulaştırma/taşıma yatırımlarının bir bölge ekonomisini nasıl değiştirebileceği konusunda hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum. Kütüphaneden aldığım ders kitabı niteliğindeki bir iki kaynağı gece gündüz okuyarak bitirdiğim zaman ise İzmir-Aydın Demiryolu’nun gerçekten bir tez konusu olabileceğine kanaat getirmiş durumdaydım. Yeni öğrendiklerimi de katarak yeni bir taslak hazırladım; kullanabileceğimi düşündüğüm kaynakların kısa bir listesini de ekleyerek postaya verdim.
Penrose, cevaben, birkaç hafta süreyle Londra dışında olacağını, önerimi genel olarak kabul edilebilir bulduğunu, birkaç noktayı daha açmamın yararlı olduğunu, ama kaynaklar arasında gösterdiğim ve TCDD’de bulacağımı umduğum şirket kayıtlarının büyük ihtimalle Osmanlıca tutulduğunu, bu sorunun nasıl üstesinden geleceğimi merak ettiğini yazdı. Hemen Salih Özbaran’a koştum ve Osmanlıca dersi için Parry ile konuşup konuşmadığını sordum. Salih, Parry’nin olumlu cevap verdiğini ama derste bir iki kişi daha olursa daha çok verim alınacağını düşündüğünü, kendisinin de iki kişi bulmak üzere olduğunu söyledi.
Ahmet Türkistanlı ve Bengisu Rona ile tanışmam işte böyle oldu. Ahmet, lisans derecesi yapmak üzere liseden hemen sonra İngiltere’ye gelmiş ve Yvonne adlı bir İngiliz kız ile evlenmiş bir gençti.20 Bengisu dilbilim üzerine doktora yapıyordu21 ve bir İngiliz ile evliydi. Eşi David Winnick, İşçi Partisi milletvekiliydi.22 Evlilikleri Türkiye gazetelerinde haber olunca evlerine mektup yağmaya başlamıştı. Mektupların neredeyse hepsi “Sayın David Enişte” diye başlıyor ve İngiltere’ye geleceklerini, kendilerine bir iş bulunmasını rica ediyorlardı. Türkiye’de milletvekili aracılığı ile işe girmenin olağan sayıldığını bildiğimiz için biz hiç şaşırmıyorduk ama zavallı David bunu bir türlü anlayamıyor, mektupların hepsine cevap yazarak yardımcı olamayacağını söyleyerek özür diliyordu.
20 İngiltere’den döndükten sonra Ahmet’ten hiç haber alamadım. Geçtiğimiz yıllarda vefat ettiğini duydum. Doğru olup olmadığını bilmiyorum.
21 Şimdi SOAS’ta öğretim üyesi.
22 David Winnick 1966 seçimlerinde Londra’nın South Croydon bölgesinde Muhafazakâr rakibini 81 oy farkla geçerek seçilmişti. Bu, İşçi Partisi’nin South Croydon’da kazandığı ilk ve tek seçim oldu. O günden bu yana İşçi Partisi adayları Muhafazakâr adayların yarısı kadar bile oy alamıyor. Winnick, 1979 yılından bu yana Walsall North milletvekili.
Bize Osmanlıca öğretecek olan Vernon John Parry, bembeyaz kâkülleri alnına dökülen, son derece sempatik, uzmanlık alanı Osmanlı savaş teknolojisi olan bir tarihçiydi.23 Haftada bir ofisinde buluşarak iki saat kadar Osmanlıca öğreniyorduk. Kullandığımız kitap Muharrem Ergin’in Osmanlıca Dersleri’nin 1962 basımıydı. İki ay içinde bize oldukça hızlı biçimde kitap okuyacak kadar Osmanlıca öğretti. Parry “velût” bir yazar değildi. Osmanlı tarihi hakkında Parry kadar derin bilgisi olan ama bildiklerinin çok küçük bir bölümünü yayımlamış olan bir tarihçi herhalde yoktur.
23 Parry çok uzun yıllardır, Richard Knolles’in 1603 yılında yayımlanmış olan Generall Historie of the Turkes adlı ünlü kitabı üzerine sadece yakın arkadaşlarının bildiği bir doktora tezi hazırlıyordu. 1974 yılında öldüğünde o zamana kadar yazdıkları bulunamamıştı. Eşi 1998 yılında ölünce ailesi evdeki eşyalar arasında Parry’nin daktiloya çekilmiş notlarını buldu. Bu notlar öğrencisi Salih Özbaran tarafından yayıma hazırlandı ve 2003 yılında basıldı: Vernon J. Parry, Richard Knolles’ History of the Turks, (edited by Salih Özbaran), İstanbul, 2003.
Danışmanım ile yaptığımız çalışma planına göre önce İngiltere’deki ikincil kaynakları tarayacak, sonra Türkiye’de bulmayı umduğum birincil kaynaklar üzerinde çalışacak, son olarak da Public Record Office’te bulunan arşiv kaynaklarını elden geçirecektim.24 İlk durağım Royal Oak’daki Railway Archives oldu. Bu arşivde elle yazılmış büyük defterler halindeki katalogları tarayarak İzmir-Aydın Demiryolu ile ilgili bilgiler bulmaya çalışıyordum. Kataloglar arşive gelen belgelerin tarih sırasına göre oluşturulmuş bir listesinden ibaretti. İğneyle kuyu kazmak gibi bir uğraşın içine girmiştim. Karanlık ve tozlu arşivde benden başka araştırmacı yok gibiydi. Çalışmaya başladıktan bir hafta kadar sonra umudumu kesmeye başlamıştım ki arşiv memurlarından birisi yanıma gelerek ne aradığımı sordu. Heyecanla tez konumu anlattım. Gülerek, arşivdeki tüm materyalin Birleşik Krallık’taki demiryolları ile ilgili olduğunu, bulabileceğim tek şeyin şirketin genel kurul toplantıları ile ilgili haberler olacağını, bunu yapmanın daha kolay bir yolunun ise British Museum’un Colindale’deki periyodik yayınlar arşivinde çalışmak olduğunu söyledi. İlk arşiv deneyimim başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
24 O zamanlar Fleet Street’i High Holborn’a bağlayan Chancery Lane üzerinde eski ve köhne bir binada bulunan Public Record Office daha sonra National Archives adını alarak Londra’nın çok güzel semtlerinden birisi olan Kew Gardens’a taşınmış. İnternette yeni arşiv binasının resimlerini ve sağladığı kolaylıkları görünce doğrusu gıpta ettim.
Colindale Londra’nın kuzeyinde, oturduğum Putney’e çok uzak bir yerdi. Metro ile üç tren değiştirerek gittiğim arşivde giriş kartı sordular. Giriş kartım olmadığını ama çıkarmak için hemen başvurmak istediğimi söyledim. Başvuruların British Museum’a yapılması gerektiğini söylediler. Kös kös geri döndüm ve British Museum’a gittim. Gerekli başvuru formunu doldurup verdiğim zaman başvuruma bir referans mektubu eklemek zorunda olduğum ortaya çıktı. Hemen iki sokak ötedeki SOAS’a koştum ve sekreterin bütün itirazlarına rağmen randevum olmadan Penrose’un odasına girdim. Anlattıklarımı dinledi ve kendisinden hiç beklemediğim bir biçimde kahkahalarla gülerek sekreterine bir referans mektubu dikte ettirdi. Yorgun ve kızgın halimin iyi bir işaret olduğunu söyledi. Referans mektubuyla birlikte tekrar British Museum’a gidip bir kartvizit büyüklüğünde, üzerinde kocaman mavi harflerle Reading Room yazan giriş kartımı aldım. Bu kart benim sadece Colindale’e değil Biritish Museum’un kamuya açık olan tüm kaynaklarına ulaşmamı sağlayacak olan bir pasaporttu.
Yer bulabilmek için Colindale’e çok erken gitmek gerekiyordu. Sabahın kör karanlığında yola çıkıyor, bir saati aşan 22 duraklık bir metro yolculuğundan sonra Colindale’e ulaşınca kapı önünde bekleyen diğer araştırmacılarla birlikte kuyruğa giriyor bazen yağmur altında bazen dondurucu soğukta en az bir saat daha bekliyordum. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi hava akınlarıyla tamamen yıkılan ve 1957 yılında yeniden inşa edilen Colindale’deki arşiv binası küçük ama derli topluydu. Okuma odası denilen küçük salondaki uzun ahşap masalara oturuyor, istediğiniz yayın getirildiği zaman onu masanın üzerinde bulunan ahşap bir çerçeveye yerleştiriyor, çerçeveyi mümkün olduğunca rahat okuyabileceğiniz bir açıya ayarlamaya çalışıyor ve önünüzdeki kalın cildin sayfalarını teker teker çevirerek aradığınız konulara ulaşmaya çabalıyordunuz. Bunu yapabilmek her zaman mümkün olmuyordu çünkü çerçeve ancak üç ayrı konuma göre ayarlanabiliyordu. Bu konumlardan birisi size uygunsa şanslıydınız. Kalın deri ciltlerin masa üzerine konulması, cildin bozulmasını önlemek amacıyla yasaktı. Bu durumda, zaten küçücük ve bozuk bir hurufatla dizilen yazıları oturduğunuz yerden okumak giderek ağırlaşan bir işkenceye dönüşüyordu. Yarım saat kadar sonra o kadar yoruluyordunuz ki oturmaktan vazgeçip ayağa kalkıyor ve çalışmanıza öyle devam etmek zorunda kalıyordunuz. Bazen şansınız yaver gidiyor, istediğiniz yayın ciltli olarak değil fakat bir mikrofilm makarası olarak getiriliyordu. Makarayı mikrofilm okuma cihazına taktıktan sonra elle çevirerek okumak, ayakta durmayı gerektirmediği için daha rahat gibi görünse de, mikrofilme çekilirken iyice küçültülmüş harfleri görebilmenin zorluğu ve makarayı biraz hızlı çevirdiğiniz zaman ekranın birkaç sayfa birden atlaması çok can sıkıcı oluyordu. Her ne kadar bir hafta içinde oldukça ustalaşarak parmağımın küçük bir hareketiyle ekrandaki görüntüyü tam bir sayfa ilerletme becerisini edindiysem de küçücük harfleri okuma zorluğu zaten ileri derecede miyop olan gözlerimi çok yoruyordu.
Colindale’deki araştırma benim için zor oldu ama bittiği zaman demiryolum ile ilgili tüm resmi bilgilere ulaşmış durumdaydım. Şirketin kısaltılmış genel kurul tutanakları (ana statü gereği genel kurul her altı ayda bir yapılıyordu), denetleme raporları, teknik raporlar, hakedişler, tahvil ihraçları, temettü dağıtım çizelgeleri ve ileride işime yarayabileceğini düşündüğüm bir sürü daha bilgi, arşiv kuralları gereği, kurşun kalemle özenle yazılmış olarak renkli teksir kâğıtlarına dökülmüştü. Yorgun ama mutluydum.
Kitabın üçüncü bölümünün yazılmasına temel olan bu bilgiler Edith Penrose’u çok mutlu etmişti. Yeni bir piyasaya giren firmaların yanı sıra pasif izleyicileri, inovasyon peşinde koşan bağımsız girişimcileri, maceraperestleri, kumarbazlık derecesinde risk almayı sevenleri de sürüklediği yolundaki tezinin İzmir-Aydın Demiryolu Şirketi tarafından da doğrulandığını görüyordu. Penrose’u sevindiren bir başka olgu ise, kaynaklar üzerine kurulu bir stratejiyle hareket edilen piyasalarda piyasaya giriş öncesinde firmanın sahip olduğu kaynaklar ile piyasanın gerektirdiği kaynaklar arasındaki uyumun, firmanın yaşaması ve büyümesi üzerinde yaşamsal öneme sahip olduğunu ileri süren bir diğer tezine de uygun düşmesiydi. Bu konuda ben biraz farklı bir görüşe sahiptim ama Penrose’u görüşümün doğruluğuna ikna edebilme yeteneğim (belki de cesaretim) henüz yoktu. Penrose’a ün sağlayan kitabının beşinci bölümü25 “‘Tevarüs’ Edilen Kaynaklar ve Genişlemenin Yönü” başlığı altında, içsel atıl kaynaklar ve uzmanlaşmış bilgi birikiminin firmanın hem piyasaya girerken hem girdikten sonra genişleme yönünü belirleyeceği konusuna ayrılmıştı. Demiryolu şirketinin bu bölümde ortaya konan modele son derece uygun bir örnek oluşturduğunu düşünüyordu.26
İkinci durak British Museum oldu. British Museum, bir zamanlar Londra’nın entelektüel merkezi olmasıyla ünlenen Bloomsbury’de ihtişamlı bir binaydı. Sadece bir müze değil İngitere’nin en büyük kütüphanesi ve elyazması arşivini de içeriyordu. Cümle kapısından girdiğiniz zaman, Lord Elgin’in Osmanlı devletinden aldığı izinle Parthenon’dan sökerek getirdiği muhteşem frizler ve heykeller arasından geçip dümdüz yürüyünce “Okuma Odası”nın girişine ulaşıyordunuz. Giriş kartınızı gösterdikten sonra kabul edildiğiniz mekân büyük camlı kubbesinden gelen ışığın da etkisiyle kütüphaneden çok bir tapınağı andırıyordu. Okuyuculara kapalı olan referans kitapları rafları bölümü salonla kubbe arasında iki kat olarak yükseliyor ve tüm salonu çepeçevre kuşatıyordu. Sadece referans kitapları raflarının uzunluğu 40 kilometreydi. Toplam kitap sayısının 13 milyon olduğu tahmin edilen bu kütüphanede bir yıl geçirecektim.27
Okuma Odası’ndaki devasa katalog ciltlerini tarayarak bulduğunuz kitap veya dergiler oturduğunuz masaya getiriliyor, genellikle o gün işiniz bitmediği için kapanış saatinde ertesi gün de kullanmak üzere ayırtıyordunuz. O kadar çok sayıda kitabı aynı çatı altında toplamak mümkün olmadığı için kitapların büyük çoğunluğu uzak semtlerdeki depolardaydı. Bu yüzden de istediğiniz kitabın getirtilmesi bazen bir gün sürebiliyordu. 1971 yılı ortasına kadar hemen hemen her gün British Museum’da çalıştım. Okuma Odası ve Elyazmaları Odası’nın girişindeki güvenlik görevlileri ile o kadar aşina olmuştum ki artık giriş kartımı bile sormuyorlardı. Kartımın geçerlilik süresinin aylar önce bittiğini yeni atanan bir görevlinin kart sormasıyla fark edebildim.
Çalışmama British Museum’un önemli katkılarından birisi, bazı İngiltere Dışişleri Bakanlığı belgelerine ulaşmamı sağlamasıydı. Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli köşelerinden bakanlığa gönderilen raporların 1864 yılı ve daha sonrasına ait olanlarının orijinalleri Nazi hava akınları sonucunda yok olmuşlardı. Kaybolan bu raporlar Avam Kamarası’na sunulmak üzere daha önce bastırılıp ciltlendikleri için kopyalarının tam bir kolleksiyonu Biritish Museum’da mevcuttu.
British Museum’da geçirdiğim neredeyse bir tam yılın benim için önemli bir yan ürünü oldu. Tuttuğum notlar arasından, İngiliz girişimcilerin Tuna nehri boyunca kara ulaşımını sağlamak için inşa etmeye çalıştıkları demiryolları ile ilgili olanlarını bir makale haline getirip yayımladım.28
British Museum’un benim için en heyecan verici yanı, bir zamanlar Karl Marx, Oscar Wilde, Mahatma Gandhi, Rudyard Kipling, George Orwell, George Bernard Shaw, V. İ. Lenin ve H. G. Wells gibi ünlü insanların da çalıştığı bir odada kitap okumaktı.
Grosvenor Square, BBC, Granada
Burada esas konudan biraz ayrılarak üç anımı anlatmak istiyorum. Anılarımdan birincisi 1970 yılı Mayıs ayında Londra’da yapılan büyük gösteriyle ilgili. Diğeri ise Kızıldere katliamından iki gün önce İngiltere Türkiyeli İlericiler Birliği temsilcisi olarak BBC televizyonunda benimle yapılan röportaj. (İngiltere Türkiyeli Öğrenciler Federasyonu ve İTİB’deki çalışmalarıma, tanıdığım kişilere, kavgalara, tartışmalara, ihanetlere, aradan çok uzun yıllar geçmesine ve artık gizli pek bir şey kalmamasına hatta bu dönemde genel olarak Avrupa’daki özel olarak ise İngiltere’deki TKP örgütlenmesinin bir doktora tezi konusu29 bile olmasına, bu örgütlenme içinde olan herkesin artık gerçek adlarıyla bilinmesine rağmen, ben değinmeyeceğim. İTİB konusunda epey şey yazıldı, daha da yazılacağa benziyor. Ben yazmayacağım; tarihçiliğim tuttu, aradan 50 yıl geçmesi gerekiyor). Üçüncü anım ise Granada Televizyonu’nda gösterilen bir program hakkında.
1970 yılı Mayıs ayı başında Nixon yönetiminin Vietnamizasyon programının bir parçası olarak önce Güney Vietnam ordusu sonra ABD Kamboçya’ya girdi. Savaşın bu beklenmedik biçimde tırmandırılması tüm dünyada büyük tepki çekti, öfke yarattı. ABD’de öfke, 4 Mayıs günü, Ohio’daki Kent State University öğrencilerinden dördünün bir protesto gösterisinde Milli Muhafız birlikleri tarafından öldürülmesi ve dokuzunun yaralanmasıyla doruğa ulaştı. Aynı öfke Londra’yı da kasıp kavuruyordu. Grosvenor Square’deki ABD elçiliği önünde Londra’nın o güne dek gördüğü en büyük gösteri yapıldı. Tüm meydan hıncahınç doluydu; sendikaların başını çektiği gösteride çok sayıda öğrenci ve aydın da vardı. Polis tüm meydanı çepeçevre sarmıştı. Gerilimin arttığı bir anda elçiliğe taşlar atılmaya başladı. Polis duruma müdahale etmek için meydana girdi. İngiliz işçileri uzun yıllardır edindikleri grev deneyimleriyle polis birliklerini darmadağın ediverdiler. Aslında yaptıkları iş son derece basitti: İki işçinin kollarından yakaladığı polisin başındaki İngiliz polisine özgü o garip başlığı bir üçüncü işçi veya öğrenci çıkarıp uzağa fırlatıveriyordu. Güç aldığı tek kaynak sanki bu başlıkmış gibi polis süklüm püklüm hemen oradan uzaklaşıyordu. Polis birliklerinin kolayca bozguna uğratılması taş yağmurunu daha da yoğunlaştırdı.
Elçiliği korumakta kararlı olan polis bu kez atlı birlikleri ileri sürdü. Son derece heybetli bir görünümü olan polis atlarının tırısa kalkarak göstericilerin üzerine doğru harekete geçmesi gerçekten yüreklere korku salan bir sahneydi. Bu türlü bir hücumla o zamana dek pek karşılaşmadıkları anlaşılan göstericiler hızla geri çekilmeye başladı. Binayı taşlayanlarla atlı polislerin arasında kalan biz birkaç Türk öğrenci avazımız çıktığı kadar bağırarak atların terbiyeli olduğunu, yerimizden kımıldamazsak bizi çiğnemeyeceklerini anlatmaya çalışıyorduk.30 Olduğumuz yerde, biraz da korkudan titreyerek, durduğumuzu ve geri çekilmediğimizi gören göstericilerden bize katılanlar oldu. Polis atları tekrar hızla üzerimize gelmeye başladı. Aramızdaki mesafe giderek azalıyordu ve herhalde hepimiz artık “acaba kaçalım mı” sorusunu kendi kendimize sormaya başlamıştık ki o muhteşem atlar bizi çiğnemelerine dört beş adım kala duruverdiler. Süvarilerinin tüm mahmuzlamalarına rağmen bir adım bile atmadılar. Meydandan muazzam bir sevinç çığlığı yükseldi. Kahraman olmuştuk. Herkes bizi kutluyor, sırtımıza vuruyor, omzumuzu okşuyor, bu deneyimi nerede ve nasıl kazandığımızı soruyordu ki yenilgiyi kabul etmeyen polis bu kez atlarını geri bastırarak üzerimize sürmeye başladı. Arkasında ne olduğunu görmeyen zavallı atlar tüm direnmelerine rağmen geri bastıkça saflar çözülmeye yüz tuttu. Türkiye’de elde ettiğimiz deneyim polisin bu hamlesine cevap vermeye yetmiyordu. Yenilmek üzereydik. Ankara’daki Ziraat Fakültesini bitirdikten sonra Milli Eğitim bursuyla Reading Üniversitesi’ne doktora yapması için gönderilen ve sırf bu mitinge katılmak için Londra’ya gelmiş olan bir arkadaşımız hiç beklemediğimiz bir şey yaparak dengeyi tekrar göstericiler lehine çevirdi: Ağzındaki sigarayı kendisini ezmek üzere olan atın sağrısına basıverdi. Zavallı at can acısıyla yıldırım gibi ileri koşmaya başladı. Bu etkili yöntem derhal uygulamaya kondu. Atlar dörtnala kalkarak Brooke Street ve Grosvenor Street yönlerine kaçarken ortalığı yanık tüy ve et kokusu kaplamıştı. O gün ABD elçiliğinde kırılmadık cam kalmadı.
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan31 ve Yusuf Aslan’ın idamlarını belki önleriz amacıyla Mahir Çayan ve arkadaşlarının 26 Mart, 1972 günü Ünye’deki NATO radar üssünden kaçırdıkları üç teknisyenden ikisinin İngiliz olduğunun anlaşılması üzerine İngiltere’de önemli bir hareketlilik yaşandı. Ulusal karakterleri ve belki de bir ada ülkesi olmaları nedeniyle kendilerini ilgilendirmediğini düşündükleri konularda dünyadan kendilerini yalıtmayı çok iyi bilen İngilizler hop oturup hop kalkıyorlardı. Kamuoyu ve Avam Kamarası’ndaki muhalefet baskısı karşısında Edward Heath hükümeti, Türk hükümeti ile temas halinde olduklarını, tüm sorumluluk ve yetkinin Türkiye’de olduğunu, kendilerinin herhangi bir şey yapamayacağını açıklamıştı. Denizlerin serbest bırakılmaması halinde rehinelerin öldürüleceğinin açıklanması gerilimi daha da artırdı. 28 Mart günü BBC, İşçi Partisi’nin sol kanadına mensup bir milletvekili aracılığıyla İTİB’e bir mesaj ileterek o gece yayımlanacak olan ünlü haber programı “24 Hours”da bir İTİB temsilcisini konuk etmek istediklerini bildirdi. İTİB, eylemin arkasında yatan nedeni çok iyi anlıyor ve bu işe kalkışanların yiğitliğine tanıklık ediyordu ama kaçırma eylemine karşıydı. Kamuoyu baskısını daha da yoğunlaştırmak ve bu yolla Heath hükümetinin Türkiye’ye baskı yapabilmesini sağlamak amacıyla programa bir temsilci gönderilmesini kararlaştırdık. Üyeleri çoğunlukla siyasal göçmen, Wimpy lokantası işçisi, terzi veya öğrenci olan İTİB’de doğru dürüst İngilizce konuşabilen sayısı çok azdı ve bunlar hep öğrenciydi. BBC’de canlı yayında konuşabilecek düzeyde İngilizce bilen sadece üç kişiydi. Tarsus Amerikan Koleji ve Robert Kolej mezunu olan Bedir Aydemir32 bu işin üstesinden en iyi gelecek niteliklere sahipti. London School of Economics öğrencisi olan ve bugün Türkiye’de yaşayan bir başka arkadaşımızın da İngilizcesi çok iyiydi. Ama sonunda benim gitmem kararlaştırıldı.
Program, ITN’nin çok seyircili “News at Ten” haber programıyla başa baş rekabet etmeyi amaçladığı için saat 21.55’de başlıyordu. Benim katılacağım gece sunucu ünlü Michael Barratt idi. Programdan iki saat önce BBC bir otomobil göndererek beni evimizden aldırdı. Shepherds Bush stüdyosuna girdiğim zaman beni karşılayan ve program hakkında bilgi veren kişilerin davranışlarından anladığım kadarıyla BBC, İTİB’i Türkiye’de faaliyet gösteren bir gerilla grubunun İngiltere kolu, hatta Mahir ve arkadaşlarının temsilcisi gibi görüyordu. Bu yanlış izlenimi düzeltmeye ne niyetim ne de vaktim vardı. Program üç ayrı kişiyi konuk edecekti ve konunun güncelliği nedeniyle ilk konuk ben olacaktım. Michael Barratt konuya kısa bir giriş yaptıktan sonra ilk sorusunu yöneltti: “Teknisyenleri kaçıranlar eğer talepleri kabul edilmezse onları öldürür mü?” Bu sorunun başlarda sorulacağını tahmin ettiğimiz için cevap vermek bizim açımızdan programın hemen oracıkta sona ermesiyle eşdeğerliydi. Halbuki bizim planımız bu soruyu mümkün olduğu kadar geç cevaplamak, kazanılacak zamanı da Türkiye’deki 12 Mart darbesinin getirdiği baskı ortamı, işkenceler, Denizler hakkında verilen idam kararının hukuka aykırılığı gibi konuları anlatmak için kullanmaktı. Ben de plana uygun olarak soruyu duymamış gibi, söylemeyi kararlaştırdığımız şeyleri anlatmaya başladım. Michael Barratt biraz sonra sözümü keserek sorusunu yineledi. Ben gene oralı olmadan devam edince ne yapmak istediğimi anladı; bir kâğıda “Beş dakikan var” yazarak önüme itti ve ondan sonra hiç sözümü kesmedi. Beş dakika geçtiği halde hâlâ konuşmaya devam ettiğimi görünce kâğıda bu kez “Anlaşmayı bozdun” yazdı. Söyleyeceklerimin büyük bölümünü söylediğim için ben de sorusunu cevapladım. Özetle, Mahir ve arkadaşlarının son derece ciddiye alınmaları gerektiğini, tehditlerini gerçekleştirmelerinin çok muhtemel olduğunu, bunu önlemenin yolunun ise İngiliz kamuoyunun İngiliz hükümeti aracılığıyla Türkiye’ye baskı yapmasından geçtiğini söyledim. Barratt bu cevabı alacağını tahmin ettiğini söyledi, benim söylediklerim hakkında usulen bir iki soru daha sordu ve teşekkür ederek programın o bölümünün bittiğini bildirdi. O zamanlar bugünkü incelikte ölçümlemeler yoktu ama daha sonra bize anlatılanlar doğruysa, BBC uzun zamandır ilk kez bu program ile o saatte ITN’ye üstünlük sağlamış oldu. Ne var ki İngiliz hükümeti kılını bile kıpırdatmadı ve 30 Mart günü Mahir ve arkadaşları Kızıldere’de katledildiler.
Programın yayımlanmasından kısa bir süre sonra İTİB’e bir başvuru daha yapıldı. Granada Televizyonu yapımcılarından Gavin MacFadyen adına bizimle temas kuran Jane Cousins adlı genç bir gazeteci, “24 Hours” programında anlattıklarımın MacFadyen’in çok ilgisini çektiğini, Türkiye’deki işkencelerle ilgili bir belgesel film yapmak istediğini, İTİB’in yardım edip edemeyeceğini sordu. Gavin MacFadyen araştırmacı gazeteciliğin önde gelen isimlerinden biriydi. Birçok ülkede çocuk işçiler, siyasi tutuklulara yapılan işkence, seçimlere hile karıştırılması, iş kazaları konularında yankı getiren programlar yapmıştı.33 Yardım edebileceğimizi söyledik.34 Türkiye’de temas kurabilecekleri kişilerin isim ve adreslerini verdik. Birkaç ay sonra geri döndüklerinde geniş bir toplantıda ellerindeki materyali nasıl değerlendirebileceklerini tartıştık. Bizden istedikleri tek bir şey vardı: Röportajların teyp kayıtlarını çözmemiz ve İngilizceye çevirmemiz. İTİB’de evinde makaralı teyp makinesi olan tek kişi bendim35 dolayısıyla da bu görev bana düştü. Jane Cousins ve ekibinin teyp kayıtları insanın içini ürpertiyordu. İşkence görenler kendilerine neler yapıldığını anlatırken sanki o anları yeniden yaşıyor, işkence sırasında çıkardıkları korkunç sesleri yeniden tekrarlıyorlardı.36 Çözümler ve çeviriler bitirilerek teslim edildi. Onlar da İTİB’e bir bağış yaptılar. Program Granada Televizyonu’nun “World in Action” programında “Turkey: A Question of Torture” adı altında gösterildi. Program çok yankı yaptı. İşçi Partisi, Avam Kamarası’nda, hükümetin Türkiye’deki durumla ilgili olarak ne yapmayı düşündüğü konusunda soru önergesi verdi. Saha araştırması sırasında elde edilen fakat televizyonda yayımlanamayan materyalin de katılmasıyla daha sonra kitap halinde basıldı.37
Üç Bölge Evrak-ı Metrukesi
1970 yılı Aralık ayında, ODTÜ’den tanıdığım ve OECD bursuyla kuzeydeki Lancaster Universitesi’nde MBA yapan İnci Korkut ile evlenmeye karar verdik. 12 Mart darbesinden sonra Türkiye’ye giderek evlenmenin riskli olabileceğini düşünmeme rağmen38 çocuklarının “mürüvvetini” görmek isteyen ailelerimizin dileğini geri çeviremedik. Ağustos ayında yapılacak düğün için Mayıs ayında Ankara’ya gittim. Hiç sorun çıkmadan Türkiye’ye girebildiğime göre aranmıyordum. Mahkemeden de hiç haber yoktu. Ankara’ya üç ay önce gitmemin nedeni, TCDD arşivlerinde demiryolumun belgelerini bulmaktı. İlk iş olarak Ulaştırma Bakanlığı’na gittim ve konuyla ilgili olabileceğini düşündüğüm bir daire başkanıyla görüştüm. Hiç ses çıkarmadan beni dinledikten sonra bir dilekçeyle başvurmam gerektiğini söyledi. Ayrıntılı ve uzun bir dilekçe yazdım, elden kayıt numarası aldım ve aynı kişiye geri götürdüm. Dilekçeyi uzun uzun okudu ve gerekli yere havale edeceğini söyledi. Gerekli yerin neresi olduğunu sorduğumda, dilekçeme cevap verildiği zaman gerekli yerin neresi olduğunu öğreneceğimi söyledi. Daire başkanı benim ne istediğimi anlamamıştı ve dilekçeyi nereye havale edeceğini kesinlikle bilmiyordu.
On gün kadar bir süreyle her gün bakanlığa giderek dilekçemin ne durumda olduğunu sordum. Sonunda TCDD Evrak Şefliği’ne havale edildiğini söylediler. Havale edilen yer, gelen giden evrağın bir numara verilerek kocaman defterlere kaydedildiği ve yaptığı tek iş bundan ibaret olan, üç kişinin çalıştığı küçük bir odaydı. Bölüm şefine dilekçede yazdıklarımı tekrar uzun uzun anlattım. Şef ne istediğimi anlamıştı ama istediklerimi neden istediğimi anlayamıyordu. Doktora kelimesini ilk kez duyuyordu. Sonunda, “profesör olmak için önce doktor olmam gerekiyor” deyince anlar gibi oldu ama bu kez de doktorluk ile bir demiryolu arasındaki ilişkiyi kuramadığı belli oluyordu. Yardımcı olmak için çırpınan iyi niyetli bir insandı. Beni yanına alarak oda oda dolaştırmaya başladı. Her odaya girdiğimizde “Üç bölgenin evrak-ı metrukesi nerede, bilen var mı?” diye soruyordu. Üç bölgeden kastettiği, İzmir merkezli Aydın-Uşak-Bandırma demiryollarını içine alan TCDD 3. Bölgesi idi. Girdiğimiz odalardan birinde “Kaklık’ta” cevabını aldık. Heyecandan kalbim duracak gibi oldu. Kaklık, İnci’nin ailesinin memleketi olan Denizli’nin Çal ilçesine bağlı küçük bir demiryolu kasabasıydı. Cevabı veren “Ama depo yandı” diye devam etti. Neredeyse ağlayacaktım. Evrak şefi beni teselli etmeye çalıştı, doktor olamamam ihtimaline gerçekten üzülmüştü.
Londra’ya döndükten sonra yeni bir eve taşındık. İnci, MBA derecesini almış, Londra Üniversitesi’nde Wye College’da doktoraya başlamıştı. 1447 yılında kurulan Wye College, üniversitenin en eski okuluydu. Londra’dan yaklaşık 100 kilometre uzakta, Kent ilinin Ashford kenti yakınlarındaydı.39
Evimiz o zamanın Londra standartlarına göre son derece yeni ve modern bir apartmanda küçücük bir daireydi. Taşındıktan birkaç ay sonra apartman komşularımızın sayısının gün geçtikçe azaldığını fark ettik. O kadar ki, sonunda bizden başka kimse kalmadı. Ne olduğunu anlamak için apartmanın sahibi olan şirkete telefon ettiğimde apartmanın ofis binası olarak tadil edileceğini, yakında bize tahliye talebi göndereceklerini söylediler. Komşularımızın şirketle “anlaşarak” çıktıklarını ekleyince bizi evden çıkartmalarının zor ve uzun bir hukuki süreç içerebileceğini anladım ve bizim de anlaşmaya yatkın olduğumuzu ima ettim. Pazarlık ederek altı ay sonra çıkmak ve bu süre içinde kira ödememek konusunda anlaştık. Başarılı bir pazarlık yaptığımı sanıyordum ama evden çıktıktan sonra diğer komşuların neredeyse küçük bir servet sayılabilecek tutarlar karşılığında anlaşma yaptıklarını öğrendim.
Yeni ev ararken, o sıralarda Londra’ya gelmiş olan ve Türkiye’den tanıdığımız bir çift ile ortak ev tutma fikri ortaya çıktı. Londra’nın dışında, Hertfordshire’ın New Barnet kasabasında, bahçe içinde iki katlı çok güzel bir ev tuttuk. Imperial College’da okuyan arkadaşımız Genç Köylü zaten az olan eşyalarımızı kiralık bir kamyonet ile yeni evimize taşıdı. İnci, Londra’nın güneyinde otururken saatlerce süren ve çeşitli aktarmalardan sonra ulaşabildiği okuluna bu kez kentin kuzeyinden çok daha zorlukla gidebiliyordu.
Aynı yılın Eylül ayında oğlumuz Sinan dünyaya geldi. İnci’nin yükü çok ağırlaşmıştı. Birlikte oturduğumuz arkadaşlarımız ile ufak tefek sürtüşmeler de başlayınca taşınmaya karar verdik. Diğer taraftan, ikimizin de doktora yapmaya çalışmasının oğlumuza göstermemiz gereken ilgiyi kabul edilebilir sınırların çok altına indirdiğinin farkındaydık. Yani oğlumuza bakamıyorduk. Zor da olsa karar verdik; İnci daha üç aylık olan oğlumuzu Ankara’ya annesine götürdü. İnci üç dört gün içinde dönünceye kadar yeni bir ev bulup taşınmayı planlamıştık. Aceleyle, Finchley’de bir ev tuttum ve taşınmanın ertesi günü de pişman oldum. Evi ısıtmak mümkün değildi, eski ve rutubetliydi, tuvaleti dışarıdaydı. En kısa zamanda yeni bir yer bulmalıydık.
İmdadımıza Zafer Toprak yetişti. İddiasına göre Londra Üniversitesi’nin evli ve çalışmalarının son aşamasında olan öğrenciler için lojman türü bir binası vardı. İnanmadım ama araştırdım ve doğru olduğunu gördüm. Kentin neredeyse merkezinde, High Holborn ile Farringdon Road arasında üç katlı, her katında 1015 küçük daire olan bir binaydı. Adı Afsil House idi. Hemen başvurdum ve şansım yaver gitti: Doktorasını bitiren bir öğrenci yeni taşınmıştı ve dairelerden birisi boştu. Zafer, Volkswagen marka eski ve dökülen otomobiliyle eşyalarımızı Afsil House’a taşıdı. Taşınma sırasında biraz zorluk çektik çünkü Zafer’in otomobilinin geri vitesi bozuktu ve geri manevra yapmak gerektiğinde birisinin otomobili ön tarafından itmesi gerekiyordu. Afsil House bize cennet gibi gelmişti. Daire küçüktü ama modern bir mutfağı, devamlı sıcak suyu ve kaloriferi vardı. Daha da güzeli Public Record Office’e yürüyerek beş dakika uzaklıktaydı.
Public Record Office
PRO, İngiliz hükümetinin resmi arşivinin bulunduğu binaya verilen isimdi. Burada ve Londra’nın çeşitli semtlerine dağılmış depolarda İngiliz devletinin 900 yıllık tarihinde kayıt altına alınmış her türlü belgeyi bulabilmek mümkündü.40 Arşive ulaşım, British Museum’da olduğu gibi, özel bir izinle mümkündü ve bu izin sadece araştırmacılara veriliyordu.
Bina, bir Orta Çağ kilisesi olan, o zamana dek arşiv binası görevi yapan Rolls Chapel’in yerinde 1858 yılında yapılmıştı. İçinde barındırdığı tüm eskilikleri yansıtırcasına, köhne, karanlık ve tozluydu. Arşiv belgelerini incelemek isteyen araştırmacılar için ayrılan mekân çok küçüktü. Bu nedenle de yer bulabilmek için erken gelmek zorunluluğu vardı. Evim yakın olduğu için her sabah ilk gelen genellikle ben oluyordum.
Kart kataloglarını tarayarak bulduğunuz belgeler masanıza ya devasa deri ciltler, ya kutular veya sicimle bağlanmış paketler içinde geliyordu. Belgelerden kopya almak için herhangi bir kolaylık yoktu. Sadece not almanıza izin veriliyor, bunu yaparken de sadece kurşun kalem kullanabiliyordunuz. Kalın belge ciltlerini aynen Colindale’deki gibi masanızın üzerindeki bir çerçeveye yerleştirip açısını ayarladıktan sonra okumaya çalışıyordunuz. Çalışmaktan yorulup ara verdiğiniz zaman dinlenmek için kullanabileceğiniz küçük odada içine para atarak kahve alabileceğiniz bir makine vardı. Kahve o kadar kötüydü ki çoğu zaman dışarı çıkıp civardaki lokantalardan birinde kahve içmek daha pahalı olsa da çok daha akıllıca oluyordu.
PRO’da Türkiye üzerinde çalışan üç kişiydik. Zafer Toprak41, SOAS’ta M.E. Yapp’ın danışmanlığında 1838 Baltalimanı Sözleşmesi üzerine çalışıyordu. Steven Rosenthal, Yale Üniversitesi’nde İstanbul Şehremaneti üzerine doktora yapıyordu.42 Akşam arşiv kapanınca Zafer ile birlikte genellikle bizim eve gidiyor, çay içerek satranç oynuyor, LSE’de doktora yapan ve eşiyle birlikte Afsil House’da oturan Fahrettin Yağcı’nın eve gelmesini bekliyorduk. Fahrettin gelince yemek saatine kadar üçlü bir turnuva yapmaya kalkışıyor fakat bu turnuvaları çoğu zaman bitiremiyorduk çünkü Zafer’le satranç oynamak büyük bir işkenceydi. En basit hamleyi bile dakikalarca düşündükten sonra yapıyordu. Eğer turnuvayı bitirmeyi başarırsak kazanan genellikle Fahrettin oluyordu.43
Afsil House’a taşındıktan birkaç ay sonra İnci kanser şüphesiyle hastaneye yattı. Uzun süre tedavi gördü ama doktorlar bir türlü kanser olup olmadığını söyleyemiyorlardı. Bunun verdiği moral bozukluğu ile doktorasına ara vermek zorunda kaldı. ODTÜ’ye durumunu anlatan bir mektup yazdı ve benim işlerim bitinceye kadar ücretsiz izinli sayılmasını istedi. Bu durumda doğal olarak OECD bursu kesildi. Türkiye’ye dönünceye kadar, evimizin hemen iki sokak ötesinde, büyük bir reklamcılık şirketi olan Charles Barker’da çalıştı ve aile bütçemizi denkleştirdi.
Viva Voce
Tezimin el yazısıyla yazdığım ilk taslağını danışmanımla birkaç gün uzun uzun tartıştık. O zamana dek zaten en geç her iki haftada bir bulgularım ve bunları nasıl kullanacağım konusunda konuştuğumuz için tartışmamız daha çok biçim ve sunum tekniği üzerinde oldu. Penrose, kabul edilebilecek niteliklere sahip bir çalışmanın ortaya çıktığını söyleyince çok sevindim. Hemen 15 Pound vererek Erica marka bir daktilo makinesi satın aldım. Tezimi daktiloya çekmeye başladım. Daktilo yazarken sadece sağ elimin orta parmağını kullandığım ve dipnotları bir türlü sayfaların altına denk düşüremediğim için sinir içinde geçen bir haftadan sonra İnci adı Christina olan profesyonel bir daktilograf buldu. Christina gerçekten çok hızlı ve yanlışsız yazıyordu. Her sabah evimize geliyor, yanında evlilik dışı doğurduğu bebeği Ryan’ı da getiriyor, ben Ryan’a bakarken o tezi daktiloya çekiyordu. Yazım işi bittikten sonra biri asıl diğer dördü pelür kâğıda yazılmış beş nüsha tezi ciltleterek üniversiteye teslim ettim. Bana bir makbuz verdiler ve doktora jürisinin kimlerden oluşacağı ve sınavın hangi tarihte yapılacağını yazılı olarak bildireceklerini söylediler.
Penrose jüride kimlerin olacağını bilmediğini ama sınavda neler beklemem gerektiği konusunda benimle konuşacağını, ertesi hafta tekrar gelmemi söyledi. Bu konuşma gerçekleşmedi çünkü 1974 yılının ilk ayında yapılacak olan National Institute of Economic and Social Research yönetim kurulu üyeliği seçimi konusunda temaslarda bulunmak üzere Oxford’a gitti. Gitmeden önce bana yazdığı mektupta sözünü tutamadığı için özür diliyor ve bölümden Bill Warren’a durumu anlattığını, onun da benimle konuşmaya hazır olduğunu söylüyordu. Kendisiyle ilk gün yaptığım konuşmayı hatırlatıyor, benimle konuşması için Bill Warren’ı özellikle seçtiğini belirtiyordu. Doğrusu ne demek istediğini pek anlamamıştım.
Kitabın üçüncü bölümünün yazılmasına temel olan bu bilgiler Edith Penrose’u çok mutlu etmişti. Yeni bir piyasaya giren firmaların yanı sıra pasif izleyicileri, inovasyon peşinde koşan bağımsız girişimcileri, maceraperestleri, kumarbazlık derecesinde risk almayı sevenleri de sürüklediği yolundaki tezinin İzmir-Aydın Demiryolu Şirketi tarafından da doğrulandığını görüyordu. Penrose’u sevindiren bir başka olgu ise, kaynaklar üzerine kurulu bir stratejiyle hareket edilen piyasalarda piyasaya giriş öncesinde firmanın sahip olduğu kaynaklar ile piyasanın gerektirdiği kaynaklar arasındaki uyumun, firmanın yaşaması ve büyümesi üzerinde yaşamsal öneme sahip olduğunu ileri süren bir diğer tezine de uygun düşmesiydi. Bu konuda ben biraz farklı bir görüşe sahiptim ama Penrose’u görüşümün doğruluğuna ikna edebilme yeteneğim (belki de cesaretim) henüz yoktu. Penrose’a ün sağlayan kitabının beşinci bölümü25 “‘Tevarüs’ Edilen Kaynaklar ve Genişlemenin Yönü” başlığı altında, içsel atıl kaynaklar ve uzmanlaşmış bilgi birikiminin firmanın hem piyasaya girerken hem girdikten sonra genişleme yönünü belirleyeceği konusuna ayrılmıştı. Demiryolu şirketinin bu bölümde ortaya konan modele son derece uygun bir örnek oluşturduğunu düşünüyordu.26
25 Edith T. Penrose, The Theory, pp. 65-87.
26 Bu aşamada Penrose, doktorasına daha yeni başlamış genç bir öğrenci için büyük bir onur olacak bir öneri yaptı ve tezin bitmesinden sonra bu konuda ortak bir makale yazmamızı teklif etti. Daha çok benden kaynaklanan birçok neden yüzünden bu inanılmayacak kadar güzel fırsatı değerlendirmek mümkün olmadı.
İkinci durak British Museum oldu. British Museum, bir zamanlar Londra’nın entelektüel merkezi olmasıyla ünlenen Bloomsbury’de ihtişamlı bir binaydı. Sadece bir müze değil İngitere’nin en büyük kütüphanesi ve elyazması arşivini de içeriyordu. Cümle kapısından girdiğiniz zaman, Lord Elgin’in Osmanlı devletinden aldığı izinle Parthenon’dan sökerek getirdiği muhteşem frizler ve heykeller arasından geçip dümdüz yürüyünce “Okuma Odası”nın girişine ulaşıyordunuz. Giriş kartınızı gösterdikten sonra kabul edildiğiniz mekân büyük camlı kubbesinden gelen ışığın da etkisiyle kütüphaneden çok bir tapınağı andırıyordu. Okuyuculara kapalı olan referans kitapları rafları bölümü salonla kubbe arasında iki kat olarak yükseliyor ve tüm salonu çepeçevre kuşatıyordu. Sadece referans kitapları raflarının uzunluğu 40 kilometreydi. Toplam kitap sayısının 13 milyon olduğu tahmin edilen bu kütüphanede bir yıl geçirecektim.27
27 Esaslı bir tadilat için 1997 yılında kapatılan Reading Room 2000 yılında sergi salonu olarak tekrar açıldı. Bugün Çin’in ünlü “Terracota Army” heykellerinin sergilendiği salon 2009 yılı başında tekrar eski işlevine geri dönecek.
Çalışmama British Museum’un önemli katkılarından birisi, bazı İngiltere Dışişleri Bakanlığı belgelerine ulaşmamı sağlamasıydı. Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli köşelerinden bakanlığa gönderilen raporların 1864 yılı ve daha sonrasına ait olanlarının orijinalleri Nazi hava akınları sonucunda yok olmuşlardı. Kaybolan bu raporlar Avam Kamarası’na sunulmak üzere daha önce bastırılıp ciltlendikleri için kopyalarının tam bir kolleksiyonu Biritish Museum’da mevcuttu.
British Museum’da geçirdiğim neredeyse bir tam yılın benim için önemli bir yan ürünü oldu. Tuttuğum notlar arasından, İngiliz girişimcilerin Tuna nehri boyunca kara ulaşımını sağlamak için inşa etmeye çalıştıkları demiryolları ile ilgili olanlarını bir makale haline getirip yayımladım.28
28 Orhan Kurmuş, “Britain’s Dependence on Foreign Food and Some Railway Projects in the Balkans,” ODTÜ Gelişme Dergisi, c.1, 1971, s.259-284.
Grosvenor Square, BBC, Granada
Burada esas konudan biraz ayrılarak üç anımı anlatmak istiyorum. Anılarımdan birincisi 1970 yılı Mayıs ayında Londra’da yapılan büyük gösteriyle ilgili. Diğeri ise Kızıldere katliamından iki gün önce İngiltere Türkiyeli İlericiler Birliği temsilcisi olarak BBC televizyonunda benimle yapılan röportaj. (İngiltere Türkiyeli Öğrenciler Federasyonu ve İTİB’deki çalışmalarıma, tanıdığım kişilere, kavgalara, tartışmalara, ihanetlere, aradan çok uzun yıllar geçmesine ve artık gizli pek bir şey kalmamasına hatta bu dönemde genel olarak Avrupa’daki özel olarak ise İngiltere’deki TKP örgütlenmesinin bir doktora tezi konusu29 bile olmasına, bu örgütlenme içinde olan herkesin artık gerçek adlarıyla bilinmesine rağmen, ben değinmeyeceğim. İTİB konusunda epey şey yazıldı, daha da yazılacağa benziyor. Ben yazmayacağım; tarihçiliğim tuttu, aradan 50 yıl geçmesi gerekiyor). Üçüncü anım ise Granada Televizyonu’nda gösterilen bir program hakkında.
29 Naciye Babalık, Türkiye Komünist Partisinin Sönümlenmesi, Ankara, 2005.
Elçiliği korumakta kararlı olan polis bu kez atlı birlikleri ileri sürdü. Son derece heybetli bir görünümü olan polis atlarının tırısa kalkarak göstericilerin üzerine doğru harekete geçmesi gerçekten yüreklere korku salan bir sahneydi. Bu türlü bir hücumla o zamana dek pek karşılaşmadıkları anlaşılan göstericiler hızla geri çekilmeye başladı. Binayı taşlayanlarla atlı polislerin arasında kalan biz birkaç Türk öğrenci avazımız çıktığı kadar bağırarak atların terbiyeli olduğunu, yerimizden kımıldamazsak bizi çiğnemeyeceklerini anlatmaya çalışıyorduk.30 Olduğumuz yerde, biraz da korkudan titreyerek, durduğumuzu ve geri çekilmediğimizi gören göstericilerden bize katılanlar oldu. Polis atları tekrar hızla üzerimize gelmeye başladı. Aramızdaki mesafe giderek azalıyordu ve herhalde hepimiz artık “acaba kaçalım mı” sorusunu kendi kendimize sormaya başlamıştık ki o muhteşem atlar bizi çiğnemelerine dört beş adım kala duruverdiler. Süvarilerinin tüm mahmuzlamalarına rağmen bir adım bile atmadılar. Meydandan muazzam bir sevinç çığlığı yükseldi. Kahraman olmuştuk. Herkes bizi kutluyor, sırtımıza vuruyor, omzumuzu okşuyor, bu deneyimi nerede ve nasıl kazandığımızı soruyordu ki yenilgiyi kabul etmeyen polis bu kez atlarını geri bastırarak üzerimize sürmeye başladı. Arkasında ne olduğunu görmeyen zavallı atlar tüm direnmelerine rağmen geri bastıkça saflar çözülmeye yüz tuttu. Türkiye’de elde ettiğimiz deneyim polisin bu hamlesine cevap vermeye yetmiyordu. Yenilmek üzereydik. Ankara’daki Ziraat Fakültesini bitirdikten sonra Milli Eğitim bursuyla Reading Üniversitesi’ne doktora yapması için gönderilen ve sırf bu mitinge katılmak için Londra’ya gelmiş olan bir arkadaşımız hiç beklemediğimiz bir şey yaparak dengeyi tekrar göstericiler lehine çevirdi: Ağzındaki sigarayı kendisini ezmek üzere olan atın sağrısına basıverdi. Zavallı at can acısıyla yıldırım gibi ileri koşmaya başladı. Bu etkili yöntem derhal uygulamaya kondu. Atlar dörtnala kalkarak Brooke Street ve Grosvenor Street yönlerine kaçarken ortalığı yanık tüy ve et kokusu kaplamıştı. O gün ABD elçiliğinde kırılmadık cam kalmadı.
30 Bu deneyimi Tandoğan Meydanı’nda yapılan bir mitingde edinmiştik. İngiliz polis atlarının Türk polis atları gibi terbiye edilip edilmediğini bilmiyorduk ama öyle olacaklarını umuyorduk.
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan31 ve Yusuf Aslan’ın idamlarını belki önleriz amacıyla Mahir Çayan ve arkadaşlarının 26 Mart, 1972 günü Ünye’deki NATO radar üssünden kaçırdıkları üç teknisyenden ikisinin İngiliz olduğunun anlaşılması üzerine İngiltere’de önemli bir hareketlilik yaşandı. Ulusal karakterleri ve belki de bir ada ülkesi olmaları nedeniyle kendilerini ilgilendirmediğini düşündükleri konularda dünyadan kendilerini yalıtmayı çok iyi bilen İngilizler hop oturup hop kalkıyorlardı. Kamuoyu ve Avam Kamarası’ndaki muhalefet baskısı karşısında Edward Heath hükümeti, Türk hükümeti ile temas halinde olduklarını, tüm sorumluluk ve yetkinin Türkiye’de olduğunu, kendilerinin herhangi bir şey yapamayacağını açıklamıştı. Denizlerin serbest bırakılmaması halinde rehinelerin öldürüleceğinin açıklanması gerilimi daha da artırdı. 28 Mart günü BBC, İşçi Partisi’nin sol kanadına mensup bir milletvekili aracılığıyla İTİB’e bir mesaj ileterek o gece yayımlanacak olan ünlü haber programı “24 Hours”da bir İTİB temsilcisini konuk etmek istediklerini bildirdi. İTİB, eylemin arkasında yatan nedeni çok iyi anlıyor ve bu işe kalkışanların yiğitliğine tanıklık ediyordu ama kaçırma eylemine karşıydı. Kamuoyu baskısını daha da yoğunlaştırmak ve bu yolla Heath hükümetinin Türkiye’ye baskı yapabilmesini sağlamak amacıyla programa bir temsilci gönderilmesini kararlaştırdık. Üyeleri çoğunlukla siyasal göçmen, Wimpy lokantası işçisi, terzi veya öğrenci olan İTİB’de doğru dürüst İngilizce konuşabilen sayısı çok azdı ve bunlar hep öğrenciydi. BBC’de canlı yayında konuşabilecek düzeyde İngilizce bilen sadece üç kişiydi. Tarsus Amerikan Koleji ve Robert Kolej mezunu olan Bedir Aydemir32 bu işin üstesinden en iyi gelecek niteliklere sahipti. London School of Economics öğrencisi olan ve bugün Türkiye’de yaşayan bir başka arkadaşımızın da İngilizcesi çok iyiydi. Ama sonunda benim gitmem kararlaştırıldı.
31 1969 yılında SFK yönetimine seçildiğim zaman Hüseyin de aynı yönetim kurulundaydı.
32 Bedir o sırada Queen Mary College’da sistem kontrol mühendisliği üzerinde doktora yapıyordu. Adını açıkça yazmamın nedeni Bedir’in çok genç yaşta aramızdan ayrılmasıdır. Çok sevdiğim, mert ve militan bir arkadaşımızdı.
Program, ITN’nin çok seyircili “News at Ten” haber programıyla başa baş rekabet etmeyi amaçladığı için saat 21.55’de başlıyordu. Benim katılacağım gece sunucu ünlü Michael Barratt idi. Programdan iki saat önce BBC bir otomobil göndererek beni evimizden aldırdı. Shepherds Bush stüdyosuna girdiğim zaman beni karşılayan ve program hakkında bilgi veren kişilerin davranışlarından anladığım kadarıyla BBC, İTİB’i Türkiye’de faaliyet gösteren bir gerilla grubunun İngiltere kolu, hatta Mahir ve arkadaşlarının temsilcisi gibi görüyordu. Bu yanlış izlenimi düzeltmeye ne niyetim ne de vaktim vardı. Program üç ayrı kişiyi konuk edecekti ve konunun güncelliği nedeniyle ilk konuk ben olacaktım. Michael Barratt konuya kısa bir giriş yaptıktan sonra ilk sorusunu yöneltti: “Teknisyenleri kaçıranlar eğer talepleri kabul edilmezse onları öldürür mü?” Bu sorunun başlarda sorulacağını tahmin ettiğimiz için cevap vermek bizim açımızdan programın hemen oracıkta sona ermesiyle eşdeğerliydi. Halbuki bizim planımız bu soruyu mümkün olduğu kadar geç cevaplamak, kazanılacak zamanı da Türkiye’deki 12 Mart darbesinin getirdiği baskı ortamı, işkenceler, Denizler hakkında verilen idam kararının hukuka aykırılığı gibi konuları anlatmak için kullanmaktı. Ben de plana uygun olarak soruyu duymamış gibi, söylemeyi kararlaştırdığımız şeyleri anlatmaya başladım. Michael Barratt biraz sonra sözümü keserek sorusunu yineledi. Ben gene oralı olmadan devam edince ne yapmak istediğimi anladı; bir kâğıda “Beş dakikan var” yazarak önüme itti ve ondan sonra hiç sözümü kesmedi. Beş dakika geçtiği halde hâlâ konuşmaya devam ettiğimi görünce kâğıda bu kez “Anlaşmayı bozdun” yazdı. Söyleyeceklerimin büyük bölümünü söylediğim için ben de sorusunu cevapladım. Özetle, Mahir ve arkadaşlarının son derece ciddiye alınmaları gerektiğini, tehditlerini gerçekleştirmelerinin çok muhtemel olduğunu, bunu önlemenin yolunun ise İngiliz kamuoyunun İngiliz hükümeti aracılığıyla Türkiye’ye baskı yapmasından geçtiğini söyledim. Barratt bu cevabı alacağını tahmin ettiğini söyledi, benim söylediklerim hakkında usulen bir iki soru daha sordu ve teşekkür ederek programın o bölümünün bittiğini bildirdi. O zamanlar bugünkü incelikte ölçümlemeler yoktu ama daha sonra bize anlatılanlar doğruysa, BBC uzun zamandır ilk kez bu program ile o saatte ITN’ye üstünlük sağlamış oldu. Ne var ki İngiliz hükümeti kılını bile kıpırdatmadı ve 30 Mart günü Mahir ve arkadaşları Kızıldere’de katledildiler.
Programın yayımlanmasından kısa bir süre sonra İTİB’e bir başvuru daha yapıldı. Granada Televizyonu yapımcılarından Gavin MacFadyen adına bizimle temas kuran Jane Cousins adlı genç bir gazeteci, “24 Hours” programında anlattıklarımın MacFadyen’in çok ilgisini çektiğini, Türkiye’deki işkencelerle ilgili bir belgesel film yapmak istediğini, İTİB’in yardım edip edemeyeceğini sordu. Gavin MacFadyen araştırmacı gazeteciliğin önde gelen isimlerinden biriydi. Birçok ülkede çocuk işçiler, siyasi tutuklulara yapılan işkence, seçimlere hile karıştırılması, iş kazaları konularında yankı getiren programlar yapmıştı.33 Yardım edebileceğimizi söyledik.34 Türkiye’de temas kurabilecekleri kişilerin isim ve adreslerini verdik. Birkaç ay sonra geri döndüklerinde geniş bir toplantıda ellerindeki materyali nasıl değerlendirebileceklerini tartıştık. Bizden istedikleri tek bir şey vardı: Röportajların teyp kayıtlarını çözmemiz ve İngilizceye çevirmemiz. İTİB’de evinde makaralı teyp makinesi olan tek kişi bendim35 dolayısıyla da bu görev bana düştü. Jane Cousins ve ekibinin teyp kayıtları insanın içini ürpertiyordu. İşkence görenler kendilerine neler yapıldığını anlatırken sanki o anları yeniden yaşıyor, işkence sırasında çıkardıkları korkunç sesleri yeniden tekrarlıyorlardı.36 Çözümler ve çeviriler bitirilerek teslim edildi. Onlar da İTİB’e bir bağış yaptılar. Program Granada Televizyonu’nun “World in Action” programında “Turkey: A Question of Torture” adı altında gösterildi. Program çok yankı yaptı. İşçi Partisi, Avam Kamarası’nda, hükümetin Türkiye’deki durumla ilgili olarak ne yapmayı düşündüğü konusunda soru önergesi verdi. Saha araştırması sırasında elde edilen fakat televizyonda yayımlanamayan materyalin de katılmasıyla daha sonra kitap halinde basıldı.37
33 Gavin MacFadyen şimdilerde Londra’nın City Üniversitesi’nde profesör ve Araştırmacı Gazetecilik Merkezi’nin direktörü.
34 MacFadyen’in Sovyetler Birliği’ndeki siyasi tutuklular konusunda yaptığı belgesel bazı arkadaşlarımızın tepkisini çektiyse de sonunda onlar da yardım etmemiz konusunda ikna edildiler.
35 Teyp, o zamanların bir teknoloji harikası olan ve New York’taki Modern Sanatlar Müzesi’nde sergilenen Bang & Olufsen markalı stereo setin bir parçasıydı. Bugün bile hâlâ çalışıyor.
36 O zamanın hızlı solcularından, bugün “hoca efendi hazretleri”nin sadık müritleri olan iki kişinin işkence altında nasıl insanca olmayan sesler çıkardıklarını anlattıkları bölüm kulaklarımdan hiç silinmedi.
37 Jane Cousins, Turkey: Torture and Political Persecution, London, 1973.
Üç Bölge Evrak-ı Metrukesi
1970 yılı Aralık ayında, ODTÜ’den tanıdığım ve OECD bursuyla kuzeydeki Lancaster Universitesi’nde MBA yapan İnci Korkut ile evlenmeye karar verdik. 12 Mart darbesinden sonra Türkiye’ye giderek evlenmenin riskli olabileceğini düşünmeme rağmen38 çocuklarının “mürüvvetini” görmek isteyen ailelerimizin dileğini geri çeviremedik. Ağustos ayında yapılacak düğün için Mayıs ayında Ankara’ya gittim. Hiç sorun çıkmadan Türkiye’ye girebildiğime göre aranmıyordum. Mahkemeden de hiç haber yoktu. Ankara’ya üç ay önce gitmemin nedeni, TCDD arşivlerinde demiryolumun belgelerini bulmaktı. İlk iş olarak Ulaştırma Bakanlığı’na gittim ve konuyla ilgili olabileceğini düşündüğüm bir daire başkanıyla görüştüm. Hiç ses çıkarmadan beni dinledikten sonra bir dilekçeyle başvurmam gerektiğini söyledi. Ayrıntılı ve uzun bir dilekçe yazdım, elden kayıt numarası aldım ve aynı kişiye geri götürdüm. Dilekçeyi uzun uzun okudu ve gerekli yere havale edeceğini söyledi. Gerekli yerin neresi olduğunu sorduğumda, dilekçeme cevap verildiği zaman gerekli yerin neresi olduğunu öğreneceğimi söyledi. Daire başkanı benim ne istediğimi anlamamıştı ve dilekçeyi nereye havale edeceğini kesinlikle bilmiyordu.
38 1969 yılında SFK Yönetim Kurulu üyesi iken yayımladığımız bir bildiri nedeniyle yargılananlar arasındaydım. İki kez duruşmaya çıkmamıza rağmen mahkeme hep ileri bir tarihe atılmıştı. Arananlar listesinde olup olmadığımı bilmiyordum.
Taşınmalar Dönemi:
Hertfordshire, East Finchley ve Afsil House
39 2000 yılında Wye College, Londra Üniversitesi’nin en ünlü okullarından birisi olan Imperial College ile birleşti. Imperial College (dünya üniversiteler sıralamasında 2006 yılında 5. sırada) 2007 yılının Temmuz ayında Londra Üniversitesi’nden ayrılarak bağımsız bir üniversite oldu.
Evimiz o zamanın Londra standartlarına göre son derece yeni ve modern bir apartmanda küçücük bir daireydi. Taşındıktan birkaç ay sonra apartman komşularımızın sayısının gün geçtikçe azaldığını fark ettik. O kadar ki, sonunda bizden başka kimse kalmadı. Ne olduğunu anlamak için apartmanın sahibi olan şirkete telefon ettiğimde apartmanın ofis binası olarak tadil edileceğini, yakında bize tahliye talebi göndereceklerini söylediler. Komşularımızın şirketle “anlaşarak” çıktıklarını ekleyince bizi evden çıkartmalarının zor ve uzun bir hukuki süreç içerebileceğini anladım ve bizim de anlaşmaya yatkın olduğumuzu ima ettim. Pazarlık ederek altı ay sonra çıkmak ve bu süre içinde kira ödememek konusunda anlaştık. Başarılı bir pazarlık yaptığımı sanıyordum ama evden çıktıktan sonra diğer komşuların neredeyse küçük bir servet sayılabilecek tutarlar karşılığında anlaşma yaptıklarını öğrendim.
Yeni ev ararken, o sıralarda Londra’ya gelmiş olan ve Türkiye’den tanıdığımız bir çift ile ortak ev tutma fikri ortaya çıktı. Londra’nın dışında, Hertfordshire’ın New Barnet kasabasında, bahçe içinde iki katlı çok güzel bir ev tuttuk. Imperial College’da okuyan arkadaşımız Genç Köylü zaten az olan eşyalarımızı kiralık bir kamyonet ile yeni evimize taşıdı. İnci, Londra’nın güneyinde otururken saatlerce süren ve çeşitli aktarmalardan sonra ulaşabildiği okuluna bu kez kentin kuzeyinden çok daha zorlukla gidebiliyordu.
Aynı yılın Eylül ayında oğlumuz Sinan dünyaya geldi. İnci’nin yükü çok ağırlaşmıştı. Birlikte oturduğumuz arkadaşlarımız ile ufak tefek sürtüşmeler de başlayınca taşınmaya karar verdik. Diğer taraftan, ikimizin de doktora yapmaya çalışmasının oğlumuza göstermemiz gereken ilgiyi kabul edilebilir sınırların çok altına indirdiğinin farkındaydık. Yani oğlumuza bakamıyorduk. Zor da olsa karar verdik; İnci daha üç aylık olan oğlumuzu Ankara’ya annesine götürdü. İnci üç dört gün içinde dönünceye kadar yeni bir ev bulup taşınmayı planlamıştık. Aceleyle, Finchley’de bir ev tuttum ve taşınmanın ertesi günü de pişman oldum. Evi ısıtmak mümkün değildi, eski ve rutubetliydi, tuvaleti dışarıdaydı. En kısa zamanda yeni bir yer bulmalıydık.
İmdadımıza Zafer Toprak yetişti. İddiasına göre Londra Üniversitesi’nin evli ve çalışmalarının son aşamasında olan öğrenciler için lojman türü bir binası vardı. İnanmadım ama araştırdım ve doğru olduğunu gördüm. Kentin neredeyse merkezinde, High Holborn ile Farringdon Road arasında üç katlı, her katında 1015 küçük daire olan bir binaydı. Adı Afsil House idi. Hemen başvurdum ve şansım yaver gitti: Doktorasını bitiren bir öğrenci yeni taşınmıştı ve dairelerden birisi boştu. Zafer, Volkswagen marka eski ve dökülen otomobiliyle eşyalarımızı Afsil House’a taşıdı. Taşınma sırasında biraz zorluk çektik çünkü Zafer’in otomobilinin geri vitesi bozuktu ve geri manevra yapmak gerektiğinde birisinin otomobili ön tarafından itmesi gerekiyordu. Afsil House bize cennet gibi gelmişti. Daire küçüktü ama modern bir mutfağı, devamlı sıcak suyu ve kaloriferi vardı. Daha da güzeli Public Record Office’e yürüyerek beş dakika uzaklıktaydı.
Public Record Office
PRO, İngiliz hükümetinin resmi arşivinin bulunduğu binaya verilen isimdi. Burada ve Londra’nın çeşitli semtlerine dağılmış depolarda İngiliz devletinin 900 yıllık tarihinde kayıt altına alınmış her türlü belgeyi bulabilmek mümkündü.40 Arşive ulaşım, British Museum’da olduğu gibi, özel bir izinle mümkündü ve bu izin sadece araştırmacılara veriliyordu.
40 Resmi olarak PRO, İngiliz Ulusal Arşivi’ni oluşturan üç kurumdan biriydi. Diğer iki kurum Historical Manuscripts Commission ve Office of Public Sector Information’dır. Ama, arşiv denince akla ilk gelen PRO olur.
Bina, bir Orta Çağ kilisesi olan, o zamana dek arşiv binası görevi yapan Rolls Chapel’in yerinde 1858 yılında yapılmıştı. İçinde barındırdığı tüm eskilikleri yansıtırcasına, köhne, karanlık ve tozluydu. Arşiv belgelerini incelemek isteyen araştırmacılar için ayrılan mekân çok küçüktü. Bu nedenle de yer bulabilmek için erken gelmek zorunluluğu vardı. Evim yakın olduğu için her sabah ilk gelen genellikle ben oluyordum.
Kart kataloglarını tarayarak bulduğunuz belgeler masanıza ya devasa deri ciltler, ya kutular veya sicimle bağlanmış paketler içinde geliyordu. Belgelerden kopya almak için herhangi bir kolaylık yoktu. Sadece not almanıza izin veriliyor, bunu yaparken de sadece kurşun kalem kullanabiliyordunuz. Kalın belge ciltlerini aynen Colindale’deki gibi masanızın üzerindeki bir çerçeveye yerleştirip açısını ayarladıktan sonra okumaya çalışıyordunuz. Çalışmaktan yorulup ara verdiğiniz zaman dinlenmek için kullanabileceğiniz küçük odada içine para atarak kahve alabileceğiniz bir makine vardı. Kahve o kadar kötüydü ki çoğu zaman dışarı çıkıp civardaki lokantalardan birinde kahve içmek daha pahalı olsa da çok daha akıllıca oluyordu.
PRO’da Türkiye üzerinde çalışan üç kişiydik. Zafer Toprak41, SOAS’ta M.E. Yapp’ın danışmanlığında 1838 Baltalimanı Sözleşmesi üzerine çalışıyordu. Steven Rosenthal, Yale Üniversitesi’nde İstanbul Şehremaneti üzerine doktora yapıyordu.42 Akşam arşiv kapanınca Zafer ile birlikte genellikle bizim eve gidiyor, çay içerek satranç oynuyor, LSE’de doktora yapan ve eşiyle birlikte Afsil House’da oturan Fahrettin Yağcı’nın eve gelmesini bekliyorduk. Fahrettin gelince yemek saatine kadar üçlü bir turnuva yapmaya kalkışıyor fakat bu turnuvaları çoğu zaman bitiremiyorduk çünkü Zafer’le satranç oynamak büyük bir işkenceydi. En basit hamleyi bile dakikalarca düşündükten sonra yapıyordu. Eğer turnuvayı bitirmeyi başarırsak kazanan genellikle Fahrettin oluyordu.43
41 Londra’da geçirdiğim süre boyunca tanıştığım kişilerin tezleri veya kitapları konusunda dipnotlarda kısa da olsa bilgi vermeye çalıştım. Şimdi Boğaziçi Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Zafer Toprak’ın kitap ve makaleleri konusunda bir dipnot yazmak bu önsözü makul boyutların çok ötesine taşır.
42 Steven T. Rosenthal, The Politics of Dependency: Urban Reform in Istanbul, Westport, 1980. Steven Rosenthal, “Urban Elites and the Foundation of Municipalities in Alexandria and Istanbul,” Sylvia G. Haim, Elie Kedourie (eds.), Modern Egypt: Studies in Politics and Society, London, 1980, pp.125-134. Steven şimdi Hartford Üniversitesi’nde tarih profesörü.
43 Fahrettin Yağcı, şimdi Dünya Bankası’nın Hindistan Bölümü’nün önde gelen yöneticilerinden birisi ve yakında emekli olmak üzere.
Afsil House’a taşındıktan birkaç ay sonra İnci kanser şüphesiyle hastaneye yattı. Uzun süre tedavi gördü ama doktorlar bir türlü kanser olup olmadığını söyleyemiyorlardı. Bunun verdiği moral bozukluğu ile doktorasına ara vermek zorunda kaldı. ODTÜ’ye durumunu anlatan bir mektup yazdı ve benim işlerim bitinceye kadar ücretsiz izinli sayılmasını istedi. Bu durumda doğal olarak OECD bursu kesildi. Türkiye’ye dönünceye kadar, evimizin hemen iki sokak ötesinde, büyük bir reklamcılık şirketi olan Charles Barker’da çalıştı ve aile bütçemizi denkleştirdi.
Viva Voce
Tezimin el yazısıyla yazdığım ilk taslağını danışmanımla birkaç gün uzun uzun tartıştık. O zamana dek zaten en geç her iki haftada bir bulgularım ve bunları nasıl kullanacağım konusunda konuştuğumuz için tartışmamız daha çok biçim ve sunum tekniği üzerinde oldu. Penrose, kabul edilebilecek niteliklere sahip bir çalışmanın ortaya çıktığını söyleyince çok sevindim. Hemen 15 Pound vererek Erica marka bir daktilo makinesi satın aldım. Tezimi daktiloya çekmeye başladım. Daktilo yazarken sadece sağ elimin orta parmağını kullandığım ve dipnotları bir türlü sayfaların altına denk düşüremediğim için sinir içinde geçen bir haftadan sonra İnci adı Christina olan profesyonel bir daktilograf buldu. Christina gerçekten çok hızlı ve yanlışsız yazıyordu. Her sabah evimize geliyor, yanında evlilik dışı doğurduğu bebeği Ryan’ı da getiriyor, ben Ryan’a bakarken o tezi daktiloya çekiyordu. Yazım işi bittikten sonra biri asıl diğer dördü pelür kâğıda yazılmış beş nüsha tezi ciltleterek üniversiteye teslim ettim. Bana bir makbuz verdiler ve doktora jürisinin kimlerden oluşacağı ve sınavın hangi tarihte yapılacağını yazılı olarak bildireceklerini söylediler.
Penrose jüride kimlerin olacağını bilmediğini ama sınavda neler beklemem gerektiği konusunda benimle konuşacağını, ertesi hafta tekrar gelmemi söyledi. Bu konuşma gerçekleşmedi çünkü 1974 yılının ilk ayında yapılacak olan National Institute of Economic and Social Research yönetim kurulu üyeliği seçimi konusunda temaslarda bulunmak üzere Oxford’a gitti. Gitmeden önce bana yazdığı mektupta sözünü tutamadığı için özür diliyor ve bölümden Bill Warren’a durumu anlattığını, onun da benimle konuşmaya hazır olduğunu söylüyordu. Kendisiyle ilk gün yaptığım konuşmayı hatırlatıyor, benimle konuşması için Bill Warren’ı özellikle seçtiğini belirtiyordu. Doğrusu ne demek istediğini pek anlamamıştım.
Bill Warren, bölümün en genç öğretim üyelerinden biriydi. Cambridge’te parlak bir doktora yapmış44 ve SOAS’a gelmişti. Tezimin Penrose’un ona verdiği bazı bölümlerini okuduğunu ve beğendiğini söyledi. Saatlerce süren konuşmamızda anladım ki Warren bir Marksistti. Penrose’un benimle konuşmak için neden Warren’ı seçtiği ortaya çıkmıştı.45 Bana viva voce’nin amacının ne olduğunu, nelere dikkat etmem gerektiğini anlattı. Kullandığım kaynaklar konusunda mutlaka sorguya çekileceğimi; yöntemim ve çıkardığım sonuçların geçerliliği konusunda sert bile sayılabilecek eleştirilerle karşılaşacağımı; jüri üyeleri bana tuzak kurmak istiyorlarsa hangi konuları neden çalışmama dahil ettiğim halde bazı başka konuları neden dahil etmediğimi soracaklarını anlattı. Eğer böyle bir soru ile karşılaşırsam Ph.D. almayı ummamamı, en iyi ihtimalle M.Phil. derecesi vereceklerini söyledi. Warren, böyle bir soruyla karşılaşmamı beklemediğini, ama her ihtimale karşı beni uyarmak ihtiyacı duyduğunu ekledi.
Tezimi teslim ettikten bir hafta sonra üniversiteden aldığım mektupta, jürime SOAS Ekonomi Bölümü’nden Kamal A. Hameed ve Oxford Üniversitesi, St.Antony’s College’dan Roger Owen’ın seçildiği; sınav günü ve saatinde tam zamanında sınav odasında bulunmam gerektiği bildiriliyordu. Hameed’i tanıyordum; uçsuz bucaksız topraklara sahip, Sudan’lı çok zengin bir ailenin oğlu olarak İngiltere’de büyümüş, eğitilmiş, Oxford’u bitirdikten sonra Cambridge’de doktora yapmıştı. Bölümde verdiği birkaç seminere katılmış, çok tutucu ve solun her türlüsüne karşı olduğu sonucuna varmıştım. Roger Owen ünlü bir akademisyendi. St.Antony’s College’daki Middle East Centre’in direktörüydü.46
Penrose, seçilebilecek en iyi jüri ile karşı karşıya olduğumu söyledi. Bill Warren biraz tereddütlüydü; eğer “tuzak” bir soru ile karşılaşırsam bunun büyük bir ihtimalle Hameed tarafından sorulacağını söylüyordu.
Sınav tam Bill Warren’ın tahmin ettiği gibi oldu. Tuzak soru sorulmadı, ama yazdığım her şey, kullandığım her kaynak didik didik edildi. Arşivler konusunda engin bir bilgiye sahip olan Owen özellikle PRO kaynakları hakkında soru üzerine soru soruyordu. Her soruya doyurucu cevaplar verdiğim halde Owen sormaya devam ediyordu. Yorulmuş ve terlemeye başlamıştım. Owen hiç oralı değildi. Özellikle İngiltere’nin İzmir Konsolosluk Mahkemesi belgeleri üzerinde duruyordu. Bu belgeleri o güne kadar inceleyen ilk kişi bendim. O kadar ki, hâlâ mühürlü olan bazı zarfları özel bir izin alarak ve PRO görevlilerinin gözleri önünde açmam koşuluyla okuyabilmiştim. Açıkça görülüyordu ki Owen, ilk kez kullanılan bu kaynakların sahihliği ve amaca uygun kullanıldığı konusunda tatmin olmak istiyordu. Formel tarih eğitimi almadığım için, bir tarihçi açısından ilk kez gün ışığına çıkan bu belgeler hakkında bu tür ayrıntılı sorular sorulmasının son derece olağan olduğunu anlayamıyordum. Sonunda tatmin olduğunu söyleyerek kaynaklar hakkındaki sorularına son verdi.47 Hameed kolaylıkla cevap verebileceğim bazı sorular sordu. Viva voce’nin sonuna yaklaştığımızı hissediyordum. Owen son bir soru daha sormak istediğini söyledi. Kullandığım yöntemin kendisine yabancı gelmediğini ama tam olarak ne olduğunu belirleyemediğini söyledi. “Tez dikkatli okunursa Rosa Luxemburg ve V. İ. Lenin’den esintiler bulunabilir” cevabını verdim. Elini alnına vurdu, “Senin solcu birisi olduğunu anlamalıydım” dedi. Her ikisi de ayağa kalkarak sınavın sona erdiğini söyleyip, kendilerine birkaç dakika izin vermemi istediler. Sınav odasının hemen karşısında olan Penrose’un odasında beklemeye başladım. Penrose sınavın nasıl geçtiği konusunda hiç soru sormadı. Son derece rahat bir hali vardı. İki üç dakika sonra Owen ve Hameed odaya girdiler, elimi sıkarak kutladılar.
Bir hafta sonra üniversiteden resmi bir yazı aldım. Doktora derecesini almaya hak kazandığımı, diplomamın hazırlanarak bana posta yoluyla gönderileceğini bildirdiler. Yeni aldığımız portakal rengindeki Volkswagen marka otomobilimizle 1974 yılı Şubat ayının ilk günlerinde Türkiye’ye ve oğlumuz Sinan’a doğru yola çıktık. İnci’nin de benim de ehliyetimiz yoktu. Şoförümüz Zafer Toprak’tı.
44 Bill Warren, Inflation and Wages in Underdeveloped Countries: India, Peru, and Turkey, 1939-1960, London, 1977.
45 Warren o sıralarda kansere yakalanmıştı ve öleceğini biliyordu. Üzerinde çalıştığı kitap Warren’ın 1978 yılı Ocak ayındaki 35 yaşındayken ölümünden sonra yayımlanabildi: Bill Warren, Imperialism: Pioneer of Capitalism, London, 1980.
Tezimi teslim ettikten bir hafta sonra üniversiteden aldığım mektupta, jürime SOAS Ekonomi Bölümü’nden Kamal A. Hameed ve Oxford Üniversitesi, St.Antony’s College’dan Roger Owen’ın seçildiği; sınav günü ve saatinde tam zamanında sınav odasında bulunmam gerektiği bildiriliyordu. Hameed’i tanıyordum; uçsuz bucaksız topraklara sahip, Sudan’lı çok zengin bir ailenin oğlu olarak İngiltere’de büyümüş, eğitilmiş, Oxford’u bitirdikten sonra Cambridge’de doktora yapmıştı. Bölümde verdiği birkaç seminere katılmış, çok tutucu ve solun her türlüsüne karşı olduğu sonucuna varmıştım. Roger Owen ünlü bir akademisyendi. St.Antony’s College’daki Middle East Centre’in direktörüydü.46
46 Owen şimdi Harvard Üniversitesi’nde A.J.Meyer kürsüsünün başında Orta Doğu Tarihi profesörü. Oğlum Sinan Harvard’da öğrenciyken, derslerinden birisini almak için Owen’la görüşürken “Sen demiryolcu Orhan Kurmuş’un oğlu musun?” sorusuyla karşılaştığını anlattı. Hatırlanmak güzel şey.
Sınav tam Bill Warren’ın tahmin ettiği gibi oldu. Tuzak soru sorulmadı, ama yazdığım her şey, kullandığım her kaynak didik didik edildi. Arşivler konusunda engin bir bilgiye sahip olan Owen özellikle PRO kaynakları hakkında soru üzerine soru soruyordu. Her soruya doyurucu cevaplar verdiğim halde Owen sormaya devam ediyordu. Yorulmuş ve terlemeye başlamıştım. Owen hiç oralı değildi. Özellikle İngiltere’nin İzmir Konsolosluk Mahkemesi belgeleri üzerinde duruyordu. Bu belgeleri o güne kadar inceleyen ilk kişi bendim. O kadar ki, hâlâ mühürlü olan bazı zarfları özel bir izin alarak ve PRO görevlilerinin gözleri önünde açmam koşuluyla okuyabilmiştim. Açıkça görülüyordu ki Owen, ilk kez kullanılan bu kaynakların sahihliği ve amaca uygun kullanıldığı konusunda tatmin olmak istiyordu. Formel tarih eğitimi almadığım için, bir tarihçi açısından ilk kez gün ışığına çıkan bu belgeler hakkında bu tür ayrıntılı sorular sorulmasının son derece olağan olduğunu anlayamıyordum. Sonunda tatmin olduğunu söyleyerek kaynaklar hakkındaki sorularına son verdi.47 Hameed kolaylıkla cevap verebileceğim bazı sorular sordu. Viva voce’nin sonuna yaklaştığımızı hissediyordum. Owen son bir soru daha sormak istediğini söyledi. Kullandığım yöntemin kendisine yabancı gelmediğini ama tam olarak ne olduğunu belirleyemediğini söyledi. “Tez dikkatli okunursa Rosa Luxemburg ve V. İ. Lenin’den esintiler bulunabilir” cevabını verdim. Elini alnına vurdu, “Senin solcu birisi olduğunu anlamalıydım” dedi. Her ikisi de ayağa kalkarak sınavın sona erdiğini söyleyip, kendilerine birkaç dakika izin vermemi istediler. Sınav odasının hemen karşısında olan Penrose’un odasında beklemeye başladım. Penrose sınavın nasıl geçtiği konusunda hiç soru sormadı. Son derece rahat bir hali vardı. İki üç dakika sonra Owen ve Hameed odaya girdiler, elimi sıkarak kutladılar.
47 1980 yılında Budapeşte’de yapılan Uluslararası İktisat Tarihi Kongresi’nde Owen, İngiltere’de yapılan doktora tezleri konusunda konuşurken tezimi övdü ama “Sosyal Tasarruf” ile ilgili bölümü eleştirdi. O bölümü zaten ben de beğenmemiştim.
Ocak 2008, İstanbul
“Bu demiryolunun, sanayi ürünlerimizin Türkiye’ye girişini kolaylaştıracak faydalı bir sermaye yatırımı olacağını umuyoruz. Hepinizin bildiği gibi Türkiye’nin yeniden canlandırılmasında Avrupa’nın her zamankinden daha çok çıkarı vardır. Batı uygarlığı Levant kapılarına geldi dayandı. Şimdiye kadar geçmeyi pek başaramadığımız bu kapılar ardına kadar açılmazsa, kendi çıkarlarımız doğrultusunda, zor kullanarak, bu kapıları açacak ve isteklerimizi kabul ettirecek güce, hatta daha fazlasına sahip olduğumuzu herkesin bilmesini isterim.
Türkiye’nin damarlarına yeni ve taze kan aşılayacak olan bu demiryolu gibi üretken girişimleri desteklemek, hükümetimizin en başta gelen görevleri arasındadır.”
İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Lord Stratford de Redcliffe’in Alsancak istasyonunun temel atma töreninde yaptığı konuşmadan.
Times, 16 Kasım 1858
0 Yorumlar