BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP) VE TÜRKİYE ÜZERİNE OYNANAN OYUNLAR


AVRUPA DEVLETLERİNİN ORTA DOĞU POLİTİKASI İLE ABD’NİN BÜYÜK ORTA DOĞU PROJESİ 

Hazırlayan: Hüseyin ERDÖNMEZ 
Danışman: Prof. Dr. İlker ALP 
  
Lisansüstü Eğitim,Öğretim ve Sınav Yönetmeliğinin Tarih Anabilim Dalı Yakınçağ 
Tarihi Bilim Dalı için öngördüğü YÜKSEK LİSANS TEZİ olarak hazırlanmıştır.

Edirne  
Trakya Üniversitesi 
Sosyal Bilimler Enstitüsü 
2010

Murat APAY
Derleme, Vurgu, Fotoğraflar



ÖNSÖZ 

20. yüzyılda uluslararası ilişkiler açısından üç ana dönüşüm yaşanmıştır. Bunlardan birincisi Birinci Dünya Savaşı’nın, ikincisi İkinci Dünya Savaşı’nın, üçüncüsü ise Soğuk Savaş’ın sona ermesi neticesinde gerçekleşmiştir. Bu üç ana dönüşümü ortaya çıkaran savaşlar ve siyasi gelişmeler Avrupa’da cereyan ederken söz konusu dönüşümün en geniş çaplı neticeleri Orta Doğu’yu etkilemiştir. Birinci Dünya Savaşı neticesinde bölgede gerçekleşen sömürgeci bölüşüm ile özellikle Osmanlı Devleti döneminde İslam Medeniyeti kimliği etrafında şekillenmiş olan jeopolitik ve jeokültürel yapı parçalanarak Müslüman topluluklar arasındaki çatışma unsurları tahrik edilmiş, bölgenin ekonomik kaynakları sömürgeci güçlerin müdahalelerine uygun hale getirilmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan İsrail Devleti ile birlikte tarihi “Yahudi Meselesi” de Avrupa’dan Orta Doğu’ya ihraç edilerek bölgedeki jeopolitik ve jeokültürel yapı içinden çıkılmaz bir hal almış ve bölge tamamı ile istikrarsızlaştırılmıştır.  

Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere İmparatorluğu’nun doğusu ile batısını birleştiren köprü olarak büyük önem atfedilen Orta Doğu, zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının tespiti ile jeopolitik önemini daha da arttırmıştır. Orta Doğu 20. yüzyıl başlarında olduğu gibi, 21.yüzyılın başında da dünyanın en fazla jeopolitik önemi haiz bölgesi olma özelliğini korumaktadır. Üç kıtanın birleştiği önemli bir geçiş güzergâhı olmasının yanı sıra üç büyük dinin doğduğu topraklar olması münasebeti ile de büyük teolojik önem taşımaktadır. Sahip olduğu büyük jeopolitik önem sebebi ile her zaman büyük güçlerin ilgi alanı içerisinde bulunan Orta Doğu’nun bundan sonraki dönemde de önemini korumaya devam edeceği aşikârdır. Buna bağlı olarak büyük güçlerin bölgede milli menfaatleri doğrultusunda politikalar yürütmeye devam edeceği de bir gerçektir. Bu güçlerin bölge politikalarını yürütürken kullandığı yöntemlerin incelenmesi, politikalarının anlaşılması açısından faydalı olacaktır.  

Bu noktadan hareketle bugün bölgede “Büyük Orta Doğu Projesi” ve hatta son zamanlarda “Geniş Orta Doğu Projesi” adı altında politikalar yürüten ABD'nin, geçmişte Avrupa devletlerinin kullandığı yöntemlere benzer yöntem ve unsurları kullandığı, gelecekte de söz konusu coğrafya üzerinde hâkimiyetini devam ettirebilmek için kullanmaya devam edeceği değerlendirilmektedir. 

Bu çalışma ile Avrupa devletlerinin Orta Doğu Politikası ile ABD'nin aynı bölgede uygulamakta olduğu politikalar sebepleri ile birlikte incelenerek aradaki benzerlikler ortaya konulmaya çalışılmıştır. 

Başta konu seçimi olmak üzere tezi hazırlarken sürekli desteğini gördüğüm Sayın Hocam Prof. Dr. İlker ALP’e ve özellikle çalışmalarımın yoğunlaştığı günlerde anlayış göstererek desteğini esirgemeyen eşim Leyla ERDÖNMEZ’e teşekkür ederim. 

Hüseyin ERDÖNMEZ
Edirne

Hazırlayan: Hüseyin ERDÖNMEZ 
Tezin Adı: Avrupa Devletlerinin Orta Doğu Politikası İle ABD'nin Büyük Orta  Doğu Projesi 

ÖZET 

Orta Doğu, tarihin başlangıcından bu yana sosyal, kültürel ve coğrafi özellikleri ile dünya üzerindeki imparatorlukların ve sömürgeci devletlerin dikkatini çeken bir bölge olmuştur. Birçok devlet, bulunduğu konum itibariyle kıtalar arası bir köprü vasfına sahip bu bölgenin kontrolünü elinde tutabilmek için savaşlar vermiş ve devletler arasında yine bu sebepten sayısız çatışmalar yaşanmıştır. Bölgenin stratejik öneminin artmasında zengin enerji kaynaklarına sahip olduğunun anlaşılması ve endüstriyel gelişmelere bağlı olarak 20.yüzyılın başında dünyadaki egemen güçlerin gittikçe artan enerji ihtiyaçları önemli bir rol oynamaktadır. 

Bu çalışmada Orta Doğu üzerinde dış güçlerin evrensel söylemler ile izledikleri politikalar tarihi bir süreç takip edilerek incelenmiş ve araştırma yöntemi bu doğrultuda seyretmiştir. Araştırma kapsamında Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan Avrupa devletlerinden ağırlıklı olarak İngiltere ve Fransa’nın 20. yüzyılın başlarında bölge üzerinde takip ettikleri politikalar ile 21. yüzyılın başında içe kapalı politikasını terk ederek küresel stratejiler takip etmeye başlayan ABD'nin Büyük Orta Doğu Projesi adı altında bölge üzerindeki politikaları arasındaki benzerlikler tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu kapsamda geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’nu çöküş sürecine sürükleyerek nihayet tarih sahnesinden silinmesine yol açan politikaların günümüz Türkiyesi üzerindeki olumsuz etkileri ortaya koyulmaya çalışılmıştır.

1. GİRİŞ 

Orta Doğu bölgesi tarih boyunca her zaman stratejik bir öneme sahip olmuş ve bu özelliği ile her milletin sahip olmak istediği topraklar bütünü olarak mütemadiyen devletler ve milletler arası çekişmelere ve çatışmalara sebep olmuştur. Medeniyetlerin beşiği olan bu bölge kültür zenginliği ile ilk çağlarda dikkati çekmiş, tüm semavi dinlerin bu bölgede doğması da bölgenin kültürel zenginliğini ve dolayısıyla bölgenin önemini daha da artırmıştır. 20. yüzyıla gelindiğinde ise bölgenin önemi artarak devam etmiştir. Coğrafi olarak zaten kıtalar ve bölgeler arasında bir köprü olarak ulaşım sağlayan Orta doğu, Süveyş Kanalı’nın 1869 yılında açılması ile deniz ulaşımı açısından da kritik bir bölge konumuna gelmiştir. Bölgenin önemini bir kat daha artıran gelişme ise petrol ve doğal gaz gibi karbon yakıtlarının 20. yüzyılda hayati bir önem taşıyan yakıtlar haline gelmesi ve bu bölgenin de bu yakıtlar açısından oldukça zengin olduğunun anlaşılması ile olmuştur. 

Günümüzde; Orta Doğu hem petrol ve doğal gaz gibi zengin enerji kaynaklarına sahip olması, hem deniz ve kara yollarının geçiş noktası üzerinde olması hem de dini ve kültürel yapısıyla bir odak noktası olması dolayısıyla dünya üzerinde çok özel ve çok stratejik bir bölge olma özelliğini korumaktadır. Soğuk Savaş döneminden çıkan devletlerin güvenlik endişelerinden sıyrılıp ekonomik atılımlara yönelmeleri, sanayi ve teknoloji üreten devletleri yeni kaynak arayışına itmiş ve bu güçler Orta Doğu kaynaklarına odaklanmışlardır. Ayrıca Çin ve Hindistan gibi aşırı kalabalık nüfuslara sahip ülkelerin hızla ekonomik durumlarının iyileşmesi ve dolayısı ile buralarda petrol ve doğal gaz gibi kaynak ihtiyaçlarının artmış olması yine gözleri Orta Doğu’ya çevirmiştir1. Böyle bir ortamda Avrupalı güçlü devletler ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Orta Doğu bölgesi üzerinde hâkimiyet ve kontrol sağlamak için politikalar üretmekte ve bölge üzerindeki etkinlik ve faaliyetlerini artırmaktadırlar. Ahmet Davutoğlu Orta Doğu bölgesini ve emperyalist güçlerin politikalarını şöyle değerlendirmiştir: 

Seval Gökbaş, “Çok Kutuplu Yeni Dünya Düzeninde ‘Güvenlik’ Algısı

“Orta Doğu’da sınırlar son derece kötü örülmüş bir duvarı andırmaktadır. Bu kötü örülmüş duvardan herhangi bir taşı oynatmanın duvarı yıkmak anlamına gelebileceğini bilen ve yıkılan bir duvarın altında kalmak istemeyen uluslararası aktörler değişik taşları eş-zamanlı bir şekilde oynatarak duvarı yıkmadan yeni bir şekil vermeye çalışmaktadır. Bu da diplomasi oyunundaki hamleleri çeşitlendirmekte; aktörlerin karşılıklı pozisyonlarını esnek bir zeminde tekrar tekrar yeniden değerlendirmelerini kaçınılmaz kılmaktadır2.”  
Egemen güçlerin Orta Doğu üzerindeki bu politika ve faaliyetleri bölge ülkelerini derinden etkilemekte ve bölgede bitmeyen bir kargaşa ve güvensizlik ortamına, terörist faaliyetlere ve hatta savaşlara neden olmaktadır. Bütün bunlar bölge ülkelerinin güvenliğini tehdit etmektedir. Türkiye Orta Doğu bölgesinin bir parçası olarak bu egemen güçlerin Orta Doğu politikalarından doğrudan ve dolaylı olarak etkilenen ülkelerden birisidir. Bu durum Türkiye’nin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü, güvenliğini, öz kaynaklarını ve ulusal çıkarlarını tehdit etmektedir. 

Egemen güçlerin politikaları ile ilgili dikkat çekilmesi gereken bir diğer konu ise bu güçlerin bölge üzerindeki asıl emellerini gizleyerek politikalarını demokrasi, insan hakları, bireysel hak ve özgürlükler ve modern yaşam tarzının yaygınlaştırılması kisvesi altında yürütmeleridir3. Bugün bölgede yaşanan siyasi sosyal ve iktisadi bazı sorunların temelinde bilinen ve aleni tartışılan görüş ve sebeplerin dışında aslında gizli tutulan gerçekler ve amaçlar mevcuttur. Meselelerin gerçek sebeplerinin anlaşılmasına mani olmak için de yönlendirmeler ve yanıltmalar kullanılmaktadır. Bölgede oluşturulan sisli ve puslu hava bu ortamın devamını sağlamaktadır4. Geçmişte politikaların temelini siyasi ve dini faktörler oluştururken günümüzde bunların yerini milli, ekonomik, etnik, ideolojik ve kültürel faktörler almaya başlamıştır.  
                                                           
Ahmet Davutoğlu, “Stratejik Derinlik”, 17.Baskı, Küre Yayıncılık, İstanbul 2004, s. 324.



İlker Alp, “Şark Meselesi veya Emperyalizmin Türk Meselesi”, Eser Matbaacılık, Edirne 2008, s. 114.
İlker Alp, a.g.e., s. 13.

Bu yüksek lisans tez çalışması, işte bu güçlü Avrupa devletlerinin Orta Doğu politikası ile ABD'nin Orta Doğu politikalarını derinlemesine inceleyip analiz etmek ve bu iki grup politikalar arasındaki benzerlikleri ortaya koymak amacı ile hazırlanmıştır. Ayrıca bu politikaların tam olarak anlaşılmasını sağlayarak bu politikaların Türkiye üzerindeki etkilerine dikkat çekmek istenmiştir. Bu  çalışmanın emperyalist güçlerin Türkiye üzerindeki politikalarının daha iyi anlaşılmasına ve bunlara karşı hazırlıklı ve tedbirli yaklaşılmasına ve dolayısı ile ülke menfaatlerine katkıda bulunmaya yardımcı olacağı umulmaktadır.  

1.1. Araştırma Problemi 

Bu çalışmanın dikkat çekmek istediği ve çözümü için öneriler sunacağı araştırma problemi şudur: Avrupalı güçlü devletlerin ve ABD'nin yürüttükleri Orta Doğu politikaları Türkiye’yi de doğrudan ve dolaylı olarak etkilemektedir. Bu durum Türkiye’nin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü, güvenliğini, bağımsızlığını, öz kaynaklarını ve ulusal çıkarlarını tehdit etmektedir. 

Batılılar dost, tarafsız veya düşman devletler ile toplumları kendi milli hedefleri ve menfaatleri doğrultusunda yanıltmak, etkilemek ve düşüncelerini değiştirmek amacıyla yoğun faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Avrupa’da İngiltere, Fransa ve İtalya gibi güçlü devletler ve ABD, diğer ülkeler ile ilişkilerini ve politikalarını 19. yüzyıldan bu yana insanlığa acı ve yoksulluk getirmiş olan sömürgecilik esasına dayalı olarak yapılandırmışlardır5.
                                                         
Özer Ozankaya, “Güney-Doğu Türkiye Ve Pkk Terörü!”, (19.04.2010).



Bu emperyalist güçler, politikalarının esası bu olmasına rağmen bunu gizlemek ve dünya kamuoyundan tepki görmemek ve hatta destek almak amacıyla, politikalarına Yeni Dünya Düzeni, Büyük Orta Doğu Projesi (BOP), Ilımlı İslam gibi isimler verip bu politikaları, ülkelere daha çok demokrasi, özgürlük, refah ve mutluluk getirmek için yürüttüklerini iddia etmektedirler. Bu güçlerin hedef ülkeler üzerindeki faaliyetlerinin tesadüflere bırakılmayacak kadar planlı ve devamlı uygulamalar olduğu herkesçe bilinmektedir. Bu faaliyetler gelişmekte olan ülkelerde daha çok  tesir göstermektedir, çünkü bu devletlerin daha çok iç ve dış meseleleri vardır ve daha çok siyasi, iktisadi ve sosyal problemleri bulunmaktadır6.

İlker Alp, a.g.e., s. 1. 

Batılılar benzer politikalarını jeopolitik ve jeostratejik önemi olan Orta Doğu bölgesi ve bu bölgede yer alan ülkeler içinde uygulamışlardır ve halen de uygulamaya devam etmektedirler. Bölgede kendilerine menfaat sağlamak amacıyla bölge ülkelerine karşı psikolojik harp yapmak, terör eylemlerinde bulunmak, yasadışı teşkilatları kullanmak, açık ve gizli diplomatik usuller uygulamak, siyasi, iktisadi, sosyo-kültürel ve askeri faaliyetlerde bulunmaktan geri durmamışlardır.  

Bölge gündeminde yaşanmış ve yaşanan çoğu olayın arkasında bu güçlerin parmağını görmek mümkündür. 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyıl başlarında bölgeye hâkim olmak ve bölge kaynaklarını kontrol etme politikaları güden devletler başta İngiltere olmak üzere Fransa, İtalya ve Rusya gibi zamanın güçlü Avrupalı devletleri idi. Büyük oranda sömürge topraklara hâkim olan bu ülkeler hem sömürgelerini daha iyi kontrol etmek hem de bölge kaynaklarını kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmak istiyorlardı. Bu devletler Orta Doğu bölgesinin hâkimiyetini özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında küresel gücünü iyice hissettiren ABD’ye kaptırdılar. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması ile güvenlik tehdidinden büyük oranda kurtulmuş ve rakipsiz kalmış olan ABD, dünyada tek hâkim güç olmak ve dünya siyasetine yön vermek için Orta Doğu bölgesine hâkim olmak istemektedir. Bu maksatla ABD, Balkanlar’dan Hindistan sınırlarına kadar geniş toprakları kontrol etmek ve buradaki ülkeler üzerinde hâkimiyet kurmak üzere politikalar üretmektedir. Avrupalı devletlerin ve ABD'nin Orta Doğu bölgesinde yürüttüğü ve yürütmek istediği politikalardan, bölgenin bir parçası olan ve bölge ülkeleri ile yakın ilişkileri bulunan Türkiye de hem doğrudan hem de dolaylı olarak etkilenmektedir. Bu güçlerin Türkiye üzerinde de çıkar hesapları bulunmaktadır. Geçmişten beri uygulanan bu politikalar ve bölgedeki diğer ülkelere uygulanan politikaların Türkiye’ye etkileri yoğun olarak devam eder durumdadır.  
                                                           
Aslında Avrupalılar ve ABD geçmişten beri Türklere soğuk bakmaktadırlar. Hatta Albert Sorel Türklerin Avrupa’ya ayak basması ve Türkler ve Avrupalıların ilk karşılaşmalarıyla bu iki unsur arasında bir düşmanlığın başladığını savunmuştur7. Avrupalı büyük güçler geçmişten beri Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti üzerinde siyasi ve iktisadi faaliyetler yürüterek ülkeye hâkim olmak, kontrol etmek, parçalamak, çeşitli azınlıkların bağımsızlıklarını sağlamak ve yeraltı kaynaklarını paylaşmak niyetleriyle faaliyetler yürütmüşlerdir8

19. yüzyıl başlarında bu politikaları İngiltere, Fransa ve İtalya gibi Avrupalı güçler yürütürken 20. yüzyıl ortalarından itibaren ABD benzer politikaları daha geniş boyutlarla, daha yoğun olarak ve daha geniş bir coğrafyada yürütmeye başlamıştır.  1900’lü yılların başında zamanın egemen güçleri Avrupa’da İngiltere, Fransa ve İtalya Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu’yu da kapsayan zengin yer üstü ve yer altı kaynaklarına sahip olan toprakları paylaşma amacını taşıyorlardı. Bölge üzerinde yürüttükleri ayrıştırıcı ve bölücü politikalarla bu amaçlarına kısmen de olsa ulaşmışlardır. Türkiye’de Cumhuriyet rejimine dayalı bağımsız yeni bir devlet kurulmasına, Orta Doğu’da ise bağımsızlıklarını elde etmiş yeni ülkeler kurulmasına rağmen zamanın egemen güçlerinin bu bölge üzerindeki emelleri değişmeden devam etmiştir. Bu egemen güçler hem petrol gibi zengin enerji kaynaklarına sahip olması, hem deniz ve kara yollarının geçiş noktası üzerinde olması hem de dini ve kültürel yapısıyla bir odak noktası olan Orta Doğu bölgesi üzerinde hâkimiyet ve kontrol sağlamak için politikalarını sürdürmektedirler. Örneğin, ABD bu politikalar gereği en somut şekilde Körfez Savaşları, Afganistan ve Irak'ın işgalleri ile Orta Doğu bölgesindeki faaliyetlerini sürdürmüş ve bu bölgedeki 22 devletin öz kaynaklarını kendi menfaatlerine göre şekillendirmeye başlamıştır9.  

Avrupalı devletlerin ve ABD'nin Türkiye üzerindeki doğrudan politikaları Türkiye’nin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü, bağımsızlığını, güvenliğini ve öz kaynaklarını tehdit etmektedir. Bu güçlerin Orta Doğu bölgesi üzerinde diğer ülkelere uyguladığı politikaların bölgede savaşlara, teröre, çatışmalara ve bir güvensizlik ortamına sebep olması Türkiye’yi de bu ortam ve şartlara hazır olmaya ve çeşitli güvenlik tedbirleri almaya zorlamakta ve Türkiye’yi genel olarak bir güvensizlik atmosferinde yaşatmaktadır. Ayrıca bu durum Türkiye’nin diğer ülkelerle ilişkilerini tehdit ettiği için güvensizliğin yanında ekonomik kayıplara da sebep olmaktadır. Özetle, Avrupalı güçlü devletlerin ve ABD'nin Orta Doğu proje ve politikaları Türkiye üzerinde çok yönlü tehdit, kayıp ve zararlara sebep olmaktadır. Bu problemlerin önlenebilmesi ve etkilerinin en aza indirebilmek için problemin farkına varılması ve doğru anlaşılıp analiz edilmesi hayati önem taşımaktadır.
                                                           
Albert Sorel, “XVIII. Asırda Mesele-i Şarkiyye ve Kaynarca Muahedesi”, (tercüme: Yusuf Ziya), İstanbul 1911, s. 6.
H. Halil Ergene, “Neden Hedef Türkiye”, Ankara 1993, s. 21.
İlker Alp, a.g.e., s. 123.  

1.2. Araştırmanın Amacı 

Bu araştırmanın amacı, son iki asırda Avrupa devletlerinin ve ABD'nin Orta Doğu politikalarını bir kuramsal çerçeve içerisinde derinlemesine ve kapsamlı bir kaynak taraması yaparak incelemek ve bu iki grup politika arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları bir karşılaştırma yapmak suretiyle bu politikaların amaç ve hedeflerinin aslında yıllar içerisinde değişmediğini, hedef ve amacın da Türkiye odaklı olarak bölgeye hâkim olarak kaynaklarını ve imkânlarını kullanmak olduğunu göstermektir. 

Orta Doğunun stratejik önemi son iki asırda artarak devam etmiştir. Doğuyu ve batıyı birleştiren bir köprü olan ve üç büyük dinin doğduğu topraklara sahip olan bölgede zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının tespit edilmesi ile bölgenin jeopolitik önemi daha da artmıştır. Böylesine önemli bir bölgeye sahip olmak ve kontrol etmek amacı ile 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ilk yarısında ağırlıklı olarak İngiltere, Fransa ve İtalya gibi güçlü Avrupa devletleri bölge üzerinde faaliyetlerine devam ederken, 20. yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar olan süreçte ise bölgede ağırlıklı olarak ABD'nin fonksiyonel bir hâkimiyet ve kontrole sahip olduğunu görmekteyiz. Bu iki ayrı dönemde bölgeyi yöneten iki ayrı grup güçlerin bölge politikalarının ve bölge üzerinde yürüttükleri faaliyetlerin aslında pek de değişmediği değerlendirilmektedir. Bunlar bölge üzerinde hâkimiyet ve kontrol kurmak için benzer yöntemleri, stratejileri ve unsurları kullanmaktadırlar. Bu araştırma bu iki grup politikayı incelemek ve benzerlikleri ortaya koyarak bu politikaların daha iyi anlaşılmasını amaçlamaktadır. Ayrıca bu politikaların Türkiye üzerindeki etkilerini de tartışmak suretiyle bu politikalara karşı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin daha hazırlıklı ve bilinçli olmasına katkıda bulunmayı da amaçlamıştır

1.3. Araştırmanın Önemi 

Bu araştırma Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bağımsızlığını, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü ve güvenliğini konu almaktadır. 

Buna ilave olarak araştırma konusu ile ilgili problemlerin anlaşılması ve çözümlenmesi amaçlandığı için önemli bir çalışmadır. Eserin ilgili alana katkıda bulunacağı ve ayrıca politikacılar, uygulayıcılar ve toplum bireyleri için ilgili konunun anlaşılması, farkındalığa yol açması ve araştırma probleminin çözülmesi için faydalı olacağı öngörülmektedir. Bu faydalar şu şekilde özetlenebilir: 

İlk olarak; Orta Doğu ve bölgede yaşanan hadiseler Türkiye için stratejik önem taşımaktadır. Burada yaşanan hadiselerin sebep ve sonuçları Türkiye Devleti’nin çıkarları göz önünde bulundurularak doğru anlaşılmalı ve yorumlanmalıdır. Bu araştırmanın Orta Doğu bölgesinde yaşanan olayların doğru anlaşılması ve yorumlanmasına katkıda bulunacağı öngörülmektedir. 

İkinci olarak; bu araştırma Orta Doğu bölgesinde dönemin emperyalist güçlerinin yürüttüğü politikaların ve kullanılan malzeme ve unsurların özdeş olduğunu göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin devleti ve milleti ile varlığını ve bağımsızlığını devam ettirebilmek ve önümüzdeki dönemde egemen güçler tarafından kendisine dikte ettirilmeye çalışılan projelere karşı kendi politikalarını belirlerken bu benzerliklerden faydalanarak daha doğru adımlar atabileceği öngörülmektedir.  

Son olarak; araştırma konusunun tam olarak anlaşılması, hükümetler değiştikçe değişim göstermeyen tutarlı milli dış politikalar belirlenmesi ve bölgesel bir güç olarak hâkim bir duruş sergilenmesi halinde devlet menfaatlerinin en yüksek düzeyde sağlanabileceği öngörülmektedir.   

1.4. Araştırmanın Sınırlılıkları 

Bu araştırmanın bazı sınırlılıkları bulunmaktadır. Çalışmanın sonuçları değerlendirilirken bu sınırlılıklar göz önüne alınmalıdır. Araştırmanın sınırlılıkları şu şekilde sıralanabilir: 

a) Bu araştırma sadece emperyalist güçlerin son iki asırdaki Orta Doğu politikalarını konu almıştır.

b) Avrupa devletlerinin ve ABD'nin Orta Doğu politikaları anlatılırken bu politikaların Türkiye ile ilgili olan bölümlerine daha çok ağırlık verilmiştir.

c) Avrupa devletlerinin Orta Doğu politikaları incelenirken zamanın hâkim iki gücü olan İngiltere ve Fransa’nın politikalarına ağırlık verilmiş, diğer Avrupa devletlerinin politikaları incelenmemiştir.

ç) ABD'nin Orta Doğu politikaları BOP merkezli incelenmiştir. 

1.5. Araştırmanın Yöntemi 

Bu çalışmada nicel (kalitatif) bir araştırma tekniği kullanılmıştır. Nicel çalışma tekniği bir olgunun rakamlara dayanmadan detaylı ve derinlemesine incelenmesi için en uygun teknik olarak nitelendirilmektedir10-11. Ayrıca nicel çalışma tekniği; hakkında az bilgiye sahip olunan ancak sonuçları tecrübe ediliyor olan olguların arka planlarında yatan gerçekleri açığa çıkarmak için en uygun araştırma tekniğidir12

Bu çalışmada, nicel araştırma yöntemlerinden derinlemesine doküman incelemesi tekniği metot olarak kullanılmıştır. Araştırma için gerekli veriler uluslararası Anlaşma metinlerinden, farklı ülke yöneticileri ve yetkililerinin konuşma metinlerinden, kitaplardan, bilimsel makalelerden, gazetelerden, İnternetten ve yüksek lisans/doktora tezlerinden elde edilmiştir.

Rossman ve Rallis nicel araştırmalarda veri toplamaya başlar başlamaz veri analizine de başlamayı tavsiye ederler13. Toplanan verilerin analizi için veriler temalara daha sonrada alt başlıklara ayrılarak indekslenmiştir. Creswell’in vurguladığı gibi uygun veri kodlaması yapabilmek ve verileri sınıflandırabilmek için veriler tekrar tekrar incelenmiştir14.

10 Glesne, G., “Becoming qualitative researchers: An Introduction.”,  Boston: Pearson Education, Inc., (2006).
11 G. B. Rossman-S. F. Rallis, “Learning in the field: An introduction to qualitative research.” California: Sage Publications, Inc., (2003).  12  A. Strauss-J. Corbin, “Basics of qualitative research”. Newbury Park, CA: Sage, (1990). 
13  G. B. Rossman-S. F. Rallis, a.g.m.
14  J. W. Creswell, “Research Design: Qualitative, Quantitative, and Mixed Methods Approaches”, Sage Publications, Inc., (2008).

2. KURAMSAL ÇERÇEVE 

Bu tez çalışması 19.yüzyılın güçlü Avrupa devletlerinin ve 20.yüzyıl başından itibaren ise ABD'nin Orta Doğu politikaları arasındaki benzerliği ortaya koyarak bu politikaların özellikle Türkiye üzerindeki doğrudan ve dolaylı etkilerini analiz etmeyi amaçlamıştır. Konunun daha net anlaşılabilmesi için yaygın bir alan taraması yapılarak kuramsal çerçevesinin çizilmesi faydalı olacaktır. Bu amaçla bu bölümde öncelikle Orta Doğu kavramı tanımlanacak, Orta Doğu’nun tarihi özetlenecek ve Orta Doğu’nun stratejik önemi farklı perspektiflerden incelenecektir. Daha sonra bu devletlerin Orta Doğu politikalarının Türkiye üzerindeki etkileri analiz edilecektir. Son olarak söz konusu devletlerin bu politikalarını gerçekleştirebilmek için kullandıkları araçlar detaylı olarak incelenecektir. 

2.1. Orta Doğu Kavramı 

Orta Doğu” kavramı, herkes tarafından bilinmesine ve farklı çevrelerce yaygın olarak kullanılmasına rağmen tam ve net olarak tanımlanmış bir kavram değildir. Orta Doğu kavramı farklı tanımlanıp bu kavramın kapsadığı alanlar için de farklı sınırlar çizilmektedir. Ahmet Davutoğlu, Orta Doğu’yu Hindistan'ın batısından başlayarak Kuzey Afrika’da Mısır'ı da içine alan bir hattaki bölgeleri kapsayan alanlar için güncel alanda kullanılan bir kavram olarak tanımlamaktadır.  Modern siyasi alanda Orta Doğu kavramı, Hint Yarımadasının batısından başlayarak Asya’nın güneybatısından Kuzey Afrika’da Mısır'ı da içine alan bölge için kullanılmaktadır15.

15  Ahmet Davutoğlu, a.g.e., s. 119.

Birçok akademisyen Orta Doğu kavramına sadece coğrafi bir anlam vermekten ziyade bu kavramın kültürel unsurları da içerdiğini vurgulamaktadır. Hatta Kenan Dağcı “Orta Doğu” kavramının belli bir coğrafi bölgeyi ifade etmesinden ziyade belli bir kültürün hâkim olduğu alanları ifade ettiğini söylemektedir. Dağcı’ya göre bu ortak kültür alanı Kuzey Afrika’yı ve Asya’yı kapsamaktadır16.  Tufan Buzpınar ise Orta Doğu’ya bu kültürel özelliği katan faktörün Müslümanlık olduğunu ve bu bölgeye Orta Doğu ismini verenlerin ise bölgedeki Müslüman nüfusu kastettiğini vurgulamaktadır17. Tabii ki bunu İsrail Yahudi devletinin de Orta Doğu bölgesinde bulunduğu gerçeğini dikkate alarak değerlendirmek gerekecektir.  İnternette kavramların manasını öğrenmek için güvenilir kaynak olarak başvurulan Wikipedia - Türkiye'de bu güvenilir kaynak 29 Nisan 2017 Saat 08:00'de kapatıldı- web sayfası da kültürel ortaklığa vurgu yaparak Orta Doğu’yu şu şekilde tanımlamaktadır:  
“Orta Doğu, güneybatı Asya'da, tarihsel ve kültürel yakınlığı olan ülkelerin oluşturduğu coğrafi bölgedir. Akdeniz'den Pakistan'a kadar uzanır ve Arap Yarımadası'nı kapsar. Orta Doğu kavramı Avrupa merkeziyetçi yaklaşıma dayanır ve İngilizlerin 19. yüzyılda kullanmaya başladıkları bir kavramdır. Bu tanımlamada İngiltere ve Avrupa ülkeleri merkez kabul edilmiş; doğu, Uzak Doğu, Yakın Doğu, Orta Doğu gibi kavramlar buna göre tayin edilmiştir. Bu tanıma göre Orta Doğu ülkeleri Suriye, Irak, Katar, Kıbrıs, Ürdün, İsrail, Lübnan, İran, Filistin, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Kuveyt, Bahreyn, Yemen, Türkiye ve Mısır'dır18.”  
Salim Cöhce ise Orta Doğu kavramının dönemsel olarak ve bölgeyi kontrol eden güçlerin politikalarına göre değiştiğini vurgulamaktadır. Örneğin, Cöhce ABD'nin BOP’unu kastederek bu projeye göre, Orta Doğu’nun siyasi ve coğrafi bir kavram olarak Kuzey Afrika’dan İran Körfezi’ne, Ege kıyılarından Çin sınırlarına kadar Türkiye ve 22 Arap ülkesiyle birlikte İsrail, İran, Pakistan ve Afganistan'ı içine alan ve nüfusun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu geniş bir bölgeyi kapsadığını vurgulamaktadır19.

16  Kenan Dağcı, “The EU’s Middle East Policy and Its Implications to the Region” Turkish Journal of International Relations, Vol. 6, No.1&2, Spring & Summer 2007, s. 179.
17  Ş. Tufan Buzpınar, “Orta Doğu Neresi? Orta Doğu Tarihçileri Kim?”,  (21.04.2010).
18  Wikipedia web sayfası, “Orta Doğu”,
19  Salim Cöhce, “Büyük Orta Doğu Projesi Bağlamında Hindistan ile Orta Doğu Arasındaki Tarihi Bağlar ve Güncel İlişkiler”, Gazi Akademik Bakış, Sayı 2, 2000, s. 67.



Orta Doğu kavramının anlamını, kavram olarak doğuşunu ve evrimini Tufan Buzpınar kapsamlı olarak açıklamaktadır. Buzpınar’a göre Orta Doğu kavramının, çok sık kullanılmasına rağmen ister konuşma dilinde isterse akademik dilde net bir karşılığı bulunmamaktadır. Bu anlam kargaşası Orta Doğu kavramının ilk ortaya çıktığı 19. yüzyıl sonlarında bile bulunmaktadır. Bu dönemde Arnavutluk’tan başlayıp İran'a uzanan hattaki bölgeye Yakın Doğu (Near East) denmekteydi. Orta Doğu kavramı 1902 yılında ilk olarak bir Amerikan subayı tarafından Hindistan'ın batı sahillerini tanımlamak için kullanılmıştır. Orta Doğu kavramının İngilizceye dâhil olmasını ise İngiltere'nin Basra Körfezi’ndeki politikalarını anlatan Times gazetesinin Tahran muhabiri Valantine Chirol sağlamıştır. Kavram akademik dilde 1910 yılından itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise Orta Doğu kavramı ile Yakın Doğu kavramları aynı anlamda kullanılmaya başlandı ve bu durum Yakın Doğu kavramının kullanımının neredeyse sona ermesine sebep oldu.  

Orta Doğu kavramı ilk kullanılmaya başlandığı günden itibaren farklı coğrafi bölgeleri niteledi. İlk başlarda Arabistan ile Hindistan arasındaki bölgelere Orta Doğu denirken daha sonra bu alan genişleyerek Basra-Bağdat bölgelerini de içine aldı. Ancak bu kapsam herkes için geçerli değildi. Farklı diplomat, devlet adamları ve gazeteciler aynı kavram ile daha farklı yerleri işaret ediyorlardı. Bu farklılığın nedeni bu kavramı üretip kullananların batılı olması ve her birinin ilgili bölgelere yakınlığı ve uzaklığı ile alakalıdır. Bu nedenle esasen aynı veya bir birine çok yakın olan bu coğrafi bölgeye, “Yakın Doğu” (Near East), “ Orta Doğu” (Middle East), “Uzak Doğu” (Far East) denmektedir.  

Orta Doğu kavramının net olmamasının sebeplerinden birisi de Orta Doğu kavramı ile Yakın Doğu kavramlarının aynı anlamda kullanılmasıdır. Günümüzde hala bu kavramlar bazen aynı anlamda bazen de birbirinden farklı olarak kullanılabilmektedir. Örneğin, Amerikan Princeton Üniversitesi Orta Doğu bölgeleri üzerinde çalışan birimlerine Near East adını verirken, Harvard Üniversitesi aynı bölge üzerinde çalışan birimlerine Middle East ismini vermektedir. Ancak ikisi arasında nasıl bir ayrım olduğu muğlâktır. Hâlihazırda, Orta Doğu kavramını Kuzey Afrika ülkesi Fas’tan başlatıp Orta Asya'da Amuderya Nehirleri’ne kadar uzanan bölgeler için kullananlar olduğu gibi Fas ve Mısır dâhil Kuzey Afrika ülkeleri, Türkiye ve İran'ın da dâhil olduğu ve tüm Arap ülkelerini de kapsayan bir bölge için kullananlar da vardır20

20  Ş. Tufan Buzpınar, a.g.m., s. 12.


2.2. Orta Doğu’nun Tarihi 

Orta Doğu bölgesi dünya üzerinde çok özel bir önem ve konuma sahiptir. Bu bölge coğrafi konumu ve kültürel özellikleriyle tarihe yön vermiş ve medeniyetlere beşiklik yapmıştır. İlk yerleşik hayat, ilk tarım faaliyetleri, ilk yazı, ilk yazılı kanunlar ve ilk dinler hep bu bölgede ortaya çıkmış ve zenginleşmiştir. Orta Doğu’nun stratejik öneminin tam olarak anlaşılabilmesi için bölgenin tarihi sürecine kısaca göz atmak faydalı olacaktır. 

Yeryüzünde ilk yerleşik hayatın başladığı bölge olan Orta Doğu’da düzenli hayatın izleri M.Ö 6000 yılına kadar gitmektedir. İlk çağlarda yerleşim alanlarını belirleyen ana unsur olan coğrafi yapının yerleşik yaşam için elverişli olması gerekliliği bu bölge üzerinde de benzer bir tesir göstermiştir. Bölgenin Nil, Fırat ve Dicle gibi nehirlere ve bereketli topraklara sahip olması ilk insanların yerleşim alanları olarak bu bölgeyi tercih etmesini sağlamıştır. Nil nehri Mısırlılara, Fırat ve Dicle ise Babil, Sümer ve Asurlulara yerleşim imkânı sunmuştur. Söz konusu medeniyetler M.Ö 3500-2500 yılları arasında bölgeye hâkim olmuşlar, M.Ö 2500’lü yıllardan sonra ise Akkadlar büyük bir imparatorluk kurarak bölgeye hâkim olmuşlardır21
                                                              
21  Ekrem Memiş, “Kaynayan Kazan Orta Doğu”, Çizgi Kitabevi, Konya 2002, s. 17-18.

Antik çağda en görkemli uygarlıklardan olan Sümerler, Asurlular ve Babiller bölgenin medeniyetleri arasındadır.  Tarıma dayalı bir yaşam süren Sümerler bölgede M.Ö 3500 yıllarında yaşamışlar ve yaptıkları sulama kanalları ve tekerleği icat etmeleri ile dünya tarihinde devrim yapmışlardır. Bilinen en eski yazı da Sümerlilerin yazılarıdır22.  Orta Doğu’da yaşayan diğer bir uygarlık da Babillilerdir. M.Ö 1786 yılında Hammurabi döneminde Babilliler, en parlak dönemini yaşamış ve Mezopotamya’ya yayılmış dönemin en büyük imparatorluklarından biri olmuştur. Medeni hayatın geliştiğinin en somut örneği olarak Hammurabiler’in ilk yazılı kanunları kullanmaları gösterilebilir. Bu dönem sonunda imparatorluk büyük güç kaybetmiş ve Hitit’lerin saldırısıyla yıkılmıştır23. Bölge üzerinde varlık gösteren bu uygarlıklara ilave olarak, Fenikeliler gibi deniz uygarlıkları da kurulmuştur. Fenikeliler M.Ö. 1200 yılında Mısırlıların egemenliğinden kurtulmuş ve Akdeniz’de kuruduğu zengin limanlar aracılığıyla önemli ticaret merkezlerinden biri olmuştur. Ticaretlerini kolay kılmak amacı ile kendi aralarında 22 harflik bir alfabe kullanmışlar ve bu alfabe ilerleyen dönemlerde Yunanlılar tarafından benimsenerek günümüz Batı uygarlığı alfabesinin temelini teşkil etmiştir24

22 Ömer Turan, “Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta Orta Doğu”, Yeni Şafak Gazetesi Yayını, İstanbul 2003, s. 18-19.
23  Ekrem Memiş, a.g.e., s. 21.
24  Ömer Turan, a.g.e., s. 44.

Orta Doğu tarihinde önemli unsurlardan bir diğeri de bölge üzerinde doğmuş ve günümüze kadar süregelmiş dinlerdir. Bilinen üç büyük semavi din Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık bu bölge kökenli olup bölgenin dini ve kültürel zenginliğinin bir göstergesidir. İsrail devleti Musevilik dini temelleri üzerine inşa edilmiş ve bölgede önemli siyasi değişikliklere sebebiyet vermiştir. İsa Peygamber’in yaydığı din olan Hristiyanlık da bu bölgeden yayılmaya başlayıp Büyük Roma İmparatorluğu’nu tamamen Hristiyanlaştırmıştır. Yine bu bölgede 6. yüzyılda son semavi din olan İslamiyet zuhur etmiş ve bugüne kadar bölge insanlarının çoğunun dini haline gelmiştir. Bu manada bölgenin dünya üzerindeki etkisi ve önemi geçmişten günümüze etkisini sürdürmektedir.  

Orta Doğu, derin tarihi gelişimine bölge üzerinde kurulan devletlerin kendi kültürel çeşitliliklerini de katması ile çok farklı ve zengin kültüre sahip olmuştur.  Bölge üzerinden sayısız devletler ve imparatorluklar gelip geçmiştir. Dünya üzerinde son iki bin yıl içerisinde hüküm sürmüş olan Cermen, Slav, Anglo-Sakson, Türk ve Arap unsurların son üçü Orta Doğu bölgesinde de hâkimiyet kurmuşlardır25. Bu kültür zenginliği bölgeyi dil, din, birey, aile ve devlet gibi değerler açısından dünyada batı diye bilinen bölgelerden ayırmış ve Orta Doğu bölgesi doğu-batı savaşlarının çoğu zaman merkez noktasında yer almıştır. Batının temsilcisi eski Yunanlılar Orta Doğu’nun hâkimi ve doğunun temsilcisi olan İranlılar ile uzun süre mücadele etmiş, ardından batıdan Büyük İskender Orta Doğu’ya hâkim zamanın devletlerini alt ederek M.Ö. 300’lü yıllarda bölgeye hâkim olmuştur. Daha sonra bölge üzerinde yüzlerce yıl sürecek Roma ve Pers/Sasani mücadelesi yaşanmıştır26. İslamiyetin ortaya çıkışı ile Müslüman Araplar ve Selçuklular bölgeye hâkim olmuş ve bu devletler dönemlerinde batıdan gelen haçlı seferleri ile mücadele etmişlerdir27. Ardından bölgeye hâkim olan Osmanlı Devleti ise asıl düşmanını batı olarak belirlemiş ve savaşlarını daha çok batıya karşı vermiştir.

25  Salim Cöhce, a.g.m., s. 67.
26  Salim Cöhce, a.g.m., s. 68.
27  Aydın Beyatlı, “ABD’nin Irak’ı İşgalinin Bölge Ülkelerine Etkisi”, (19.04.2010).


Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti Arapların İngiliz desteği ile ayaklanmaları sonucunda bölge üzerindeki hâkimiyetini kaybetmiştir.  İngilizler savaşın ilk dönemlerinde Arapları ayaklandırmak amacı ile Şerif Hüseyin ile temasa geçmiş, savaş başlayınca da bu yöndeki çabaları artış göstermiş ve Şerif Hüseyin ile anlaşıldıktan sonra Araplar Osmanlı aleyhine saldırıya geçmiştir28. İngiltere'nin Şerif Hüseyin ile yaptığı görüşmelerden haberdar olan Fransa Orta Doğu’yu paylaşma girişimini hızlandırmış ve buna müteakip Fransa ve İngiltere arasında Sykes-Picot Planı üzerinde anlaşmaya varılmıştır. Bu plana göre bölge iki ülke arasında büyük oranda paylaşılmış olmasına rağmen Fransa sahiplendiği bazı bölgelerdeki direnişi kıramamış ve bu bölgelerden çekilmek zorunda kalmıştır. Diğer bir taraftan, İngilizlerin savaş sonrası Orta Doğu’ya bu denli tutunabilmelerinin sebebi uyguladığı siyaset ve Arapların Osmanlı ile mücadele içine girmesine sebebiyet vermesi olmuştur. Fakat Araplar savaş sonrası kendi içlerindeki kaotik ortam yüzünden bağımsızlık yerine bu iki ülkenin egemenliğini tanımak zorunda kalmışlardır29.

28 Yılmaz Altuğ, “Çin, Vietnam, Çekoslovakya ve Orta Doğu Sorunları”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1970, s. 262.
29  Ekrem Memiş, a.g.e., s. 33. 

Orta Doğu Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile beraber zaten sömürgecilik yarışına girmiş olan Avrupa devletlerinin hâkimiyet ve kontrolü altına girmiştir. 20. yüzyılda bölgede Avrupalı güçlerin kontrolü ve İsrail Devleti’nin kurulmuş olması Orta Doğu’yu hem siyasi olarak hem de kültürel olarak derinden etkilemiştir. Son olarak bölge ABD’nin denetimi altına girmiş ve ABD kendi politikaları ile bölgeyi yönetmeye başlamıştır. Osmanlının toplulukları bir arada tutmak için gösterdiği gayrete zıt bir politika güderek Avrupalı güçler ve devamında ABD kültürel ve etnik ayrışmaları körüklemiş ve bölgede çok sayıda küçük devletçiğin oluşumuna imkân tanımışlardır. Bölgede bir Yahudi devleti olan İsrail ve Hristiyan temelli bir devlet olan Lübnan devleti kurulmuştur. Ayrıca kültürel ve etnik olarak aralarında ciddi farklar olmamasına rağmen Arap topluluklara Suriye ve Irak gibi farklı devletler kurdurulmuştur. Bu durum günümüzde de geçerliliğini korumaktadır.  

Özetle, Orta Doğu konusu incelenirken bölgenin tarihini de mutlaka göz önünde tutmak gereklidir. Orta Doğu sahip olduğu tarihi varlığı ile dünya üzerinde diğer bölgelerden kolayca ayrılmaktadır. En köklü kültürel ve dini yapılanmaların bu bölgede gerçekleşmiş olması da bölgenin jeo-kültürel zenginliğini artırmıştır. Bölgenin bu zengin tarihi ve kültürel yapısını bilmeden bölgeyi incelemek ve anlamak pek mümkün olmayacaktır.  

2.3. Orta Doğu’nun Stratejik Önemi 

Tarih sahnesinde coğrafi konumu, sahip olduğu enerji ve su kaynakları, kültürel ve dini yapısı ile en önemli rollerden birine sahip olan Orta Doğu şüphesiz bugüne değin var olmuş ve var olan tüm güçlerin ilgi odağı olmuştur. Medeniyet kavramının şekil bulduğu, dinler ve kültürler arası kaynaşmaların ve çatışmaların yaşandığı bu bölge geçiş yolları üzerinde bulunması hasebiyle de birçok dış medeniyete köprü vazifesi görmüştür. Orta Doğu’nun stratejik konumu ile alakalı Ahmet Davutoğlu şu şekilde bir açıklamada bulunmuştur;  
“Bugün Orta Doğu olarak isimlendirilen bölge, tarihin başlangıç noktası sayılan yazının bulunmasından bu yana bir yandan insanoğlunun meydana getirdiği medeniyetlerin beşiği olmuş, diğer taraftan dünyanın diğer bölgelerinde gelişen medeniyetlerin yayılmasında kavşak noktası teşkil etmiştir. Bölgenin dünya ulaşımındaki önemi Doğu ile Batı arasında sadece ticari malların değil, aynı zamanda kültürlerin, inançların ve medeniyetlerin transferinin de bu bölge içinde gerçekleşmesini sağlamıştır30.” 
Orta Doğu bölgesinin stratejik önemini üç başlık altında özetlemek mümkündür. Bunlar; Orta Doğu’nun coğrafi konumu, Orta Doğu’nun enerji kaynakları ve Orta Doğu’nun dini ve kültürel yapısıdır.

30  Ahmet Davutoğlu, a.g.e., s. 130. 

2.3.1. Orta Doğu’nun Coğrafi Konumu 

Orta Doğu kavramı kapladığı alan itibariyle değerlendirildiğinde, kara havzası olarak Asya’nın batısının, Avrupa’nın doğusunun ve Afrika katısının kuzeyinin kesiştiği, deniz havzası temel alınarak değerlendirildiğinde ise Akdeniz’in güneyi ve doğusu, Karadeniz ve Hazar'ın güney kıyıları bu bölgenin sınırlarını oluşturmaktadır. Bu bölge Avrasya’ya yönelik her türlü projenin merkezini oluşturmaktadır. Anadolu ve Arap yarımadalarını tümüyle, Hindistan ve Balkanları doğrudan, İtalya yarımadasını da deniz komşuluğuyla etkileme potansiyeline sahip olan Orta Doğu kara jeopolitiğinin kendine özgü anlayışı içerisinde vazgeçilemez bir öneme sahiptir. Stratejik anlamda bu kadar önemli olan Orta Doğu’nun kendi içinde yaşadığı dalgalanmalardan fayda sağlamak isteyen Irak gibi aktörler bölgede saldırgan tavır izlerken, bu jeopolitik önemin getireceği belirsizlikten kaynaklanan riskleri hesap eden ve bunları en aza indirgemeye çalışan ABD gibi bölge üzerinde küresel anlamda yapılanmaya çalışan ülkeler tarafından dengeler ile oynanarak bütün tarafların bölgeye bakışı değiştirilmeye çalışılmış ve stratejik hesapların yeniden yapılması sağlanmıştır31.

Bulunduğu konum itibarı ile Orta doğu, dünyanın merkezi, kıtalar arası bir köprü olma gibi özelliklerinin yanı sıra zengin yer altı kaynakları ve Hint Okyanusu’nu Batı’ya bağlaması ile her dönemde dünya üzerindeki büyük ve egemen güçlerin cazibe merkezi olma vasfını korumuştur. Bu özelliklerin dışında oldukça çeşitli etnik ve kültürel bir yapıya sahip olan bölge bu özelliği ile de kendi içinde çatışmaları beraberinde getirmektedir. Dünya üzerindeki egemen güçler Orta Doğu’ya yönelik aynı eksende bütünlük içeren politikalar yürütmeyip ABD, İngiltere, Fransa ve Rusya gibi güçler bölgede kendi çıkarları doğrultusunda ayrı ayrı politikalar izlemektedirler. Bu ülkeler dışında, güçlerini gün geçtikçe arttıran Japonya, Hindistan ve Çin gibi ülkeler de bölgenin stratejik öneminin farkına varmış ve bölgeye her geçen gün biraz daha önem verir duruma gelmişlerdir. Orta Doğu’da kendilerine rakip istemeyen Batılı güçler bu durumdan rahatsız olmakta ve bölgedeki nüfuzlarını kaybetmek istememektedirler. 

Orta Doğu üzerinde yapılan politik mücadeleler bölgedeki birkaç ülkenin; Mısır, Irak, Suriye gibi, ön plana çıkmasına sebebiyet vermiştir. Bereketli Hilal, Doğu Akdeniz, Basra Körfezi ve Hazar Havzası gibi stratejik noktaların öneminin artması bereketli hilal üzerinde bulunan Suriye’yi, körfez üzerinde bulunan Irak’ı ve doğu Akdeniz ile bağlantısı bulunan Mısır'ı stratejik açıdan önem sahibi kılmıştır.  

Türkiye’nin ve özellikle ABD ve AB eksenindeki İsrail’in etkileri, bölgede nüfus yoğunluğunun neredeyse tamamını teşkil etmelerine rağmen Arap toplulukların birleşerek bir Arap Birliği oluşturmasını engellemektedir32

Tarihsel bir geçmişte Türkler ve Araplar dini ve kültürel ortak bir geçmişe sahiptirler. Ancak İsrail için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Bu da Araplar ile İsrail arasında düşmanlıklara ve çatışmalara sebebiyet vermektedir. Bu durum bölgenin en önemli sorunu olan Arap-İsrail veya Filistin-İsrail sorununu doğurmaktadır. İsrail meselesi bölgenin tek sorunu değildir. Bölgenin sorunları şu şekilde sıralanabilir; 

a)  Her an çıkması muhtemel iç karışıklıklar,
b)  Mültecileşme yolunda ilerleyen Filistin halkı,
c)  Bölgede despotik egemenlik kuran rejimler,
ç)  Terör kaynağı haline gelen bölge yapısı. 

“Orta Doğu’nun bu sorunları günümüzde hala çözülememiş, bu sorunlar kısa vadede çözülecek gibi görünmemektedir33.”  
31  Ahmet Davutoğlu, a.g.e., s. 327.
32  Yavuz Gökalp Yıldız, “Global Stratejide Orta Doğu”, Der Yayınları, İstanbul 2000, s. 27-28. 
33  Yavuz Gökalp Yıldız, a.g.e., s. 31.

2.3.2. Orta Doğu’nun Enerji Kaynakları 

Dünya siyasi tarihinde son yıllarda yaşanan olaylar Orta Doğu’nun öneminin artarak devam etmesine katkı sağlamıştır34. Dünyadaki petrol kaynaklarının yarısından fazlasına sahip olan Orta Doğu, düşük maliyetin yanı sıra yüksek üretim ve kaliteye sahip olan petrolü sayesinde petrole bağımlı olan devletlerin tüm dikkatini bölge üzerinde toplamaktadır. Sanayi alanında gelişmeyen bir bölge olmasına karşın petrol rezervleri açısından zengin olması ve ulaşım yollarının kesiştiği bir kavşak konumunda olması itibarı ile stratejik avantajları bulunmaktadır35.  

Bu geniş coğrafya, dünya enerji kaynaklarının çok büyük bir bölümüne sahip olmak ile beraber bu anılan geniş bölgede farklı uluslar, kültürler, diller ve dinler yaşamaktadır. Bu alanlarda ABD ekseninde bir “düzen ve istikrarı” kurmak ve egemen kılmanın, bir bakıma dünya egemenliğini büyük bir dayanağa ve güvenceye kavuşturmak anlamına geleceği kabul edilmektedir. Başta petrol olmak üzere doğalgaz, su gibi temel ihtiyaç maddelerinin denetim altına alınması, nakil yollarının kontrol altında bulunması demek, aynı zamanda olası rakip devlet veya devlet gruplarının önünün kesilmesi anlamına gelmektedir.                                                            
34 Tayyar Arı, “Irak, İran ve ABD, Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya”, Alfa yayınları, İstanbul 2004, s. 67.
35 Halis Çevik, “Kadim Toprakların Trajedisi: Uluslararası Politikada ORTA DOĞU”, İkia Yayıncılık, İstanbul 2005, s. 15.  
20

Çıkarları doğrultusunda hareket eden ve bu bölge üzerindeki menfaatleri için büyük bir çaba sarf eden ABD için bölgedeki diğer devletler ile ittifak kurmak ve bu devletlerde askeri üsler kurma çabası Türkiye, Mısır ve Suudi Arabistan gibi devletlerin bölge ile birlikte stratejik önemlerini arttırmıştır. Bölgede varlık göstermeye çalışan Rusya’nın engellenebilmesi Kafkasya ve Türkiye-Afganistan hattındaki siyasi gelişmelere bağlıdır36.

36  Yavuz Gökalp Yıldız, a.g.e., s. 28. 

Orta Doğu küresel enerji kaynaklarının en önemli merkezi ve ihracatçısıdır. Dünyanın kanıtlanmış doğalgaz rezervlerinin %34'ü Orta Doğu'dadır. Afganistan’da da zengin uranyum kaynakları bulunmaktadır. Türkiye ise dünya bor rezervlerinin %66’sına sahiptir. Doğal gaz, bor ve uranyum ile beraber Orta Doğu zengin petrol rezervlerine de sahiptir. Dünyada her geçen gün petrole olan ihtiyacın arttığı düşünülürse Orta Doğu bölgesinin stratejik önemi daha iyi anlaşılacaktır. Petrol tüketimi dünyada 2003 yılında günde 66 milyon varilken, 2020 yılında 119 milyon varil olacaktır. Orta Doğu petrolünün kalitesi bir hayli yüksek ve maliyeti de ucuzdur. Orta Doğu dünya petrol rezervlerinin %64’üne sahiptir. Bu rezerv 1.047 milyar varildir. Orta Doğu petrol rezervlerinin %40’ı Irak’ta bulunmaktadır. Mısır, Cezayir, Libya ve Tunus rezervleri de eklenince toplam, rezerv dünya rezervlerinin %69,6’sına ulaşmaktadır. Orta Doğu'nun potansiyel rezervleri ise 252,5 milyar varildir. 2002 yılında Orta Doğu küresel petrol ihtiyacının %41,4 ünü karşılamıştır. Geleceğin küresel petrol ihtiyacını karşılayabilecek ve bu maksatla üretimi artırabilecek bölge Orta Doğu'dur. Petrol, Petro-dolar ve İran Petrol Borsası her gün tüm dünyada tüketilen petrolün %55’i, yani 43 milyon varil, ithalat ve ihracat yoluyla el değiştirmektedir. Küresel petrol akımlarının güvenliği, ABD’nin stratejik bir önceliğidir. Günde 35 milyon varil petrol, Süveyş Kanalı, Hürmüz (13 milyon), Malakka (10 milyon), Bab el Mandeb, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarından geçmektedir. Bunlara, Kızıldeniz ve Akdeniz’e akan dört adet petrol boru hattı da eklenmelidir. Suudi Arabistan'ı batıdan doğuya geçip Yambu Limanı’na varan hat, günlük 5 milyon varillik kapasitesiyle en önemli olanıdır. Daha düşük kapasiteli bir diğer hat ise, Irak’tan Ceyhan’a ulaşmaktadır.         

2025 yılına gelindiğinde, ABD’de tüketilen petrolün %71’i, Batı Avrupa’dakinin % 68’i, Çin’dekinin %73’ü kendi ülkeleri dışından sağlanacaktır. Enerji gibi yaşamsal bir sektörde oluşan ve git gide artan bu dışa bağımlılık, Orta Doğu, Afrika, Orta Asya’da, büyük güçler ve petrol şirketlerinin kendi aralarında başlatmış oldukları petrol savaşını ve Irak Savaşı’nı da izah etmektedir.   

2.3.3. Orta Doğu ve Din 

Orta Doğu’yu bu denli önemli bir bölge haline getiren en temel özelliklerden birisi de sahip olduğu tarihi derinliğin jeokültürel özelliğidir. İnsanlık tarihi açısından en köklü dinî düşünce açılımlarının bu bölgede gerçekleşmiş olması, bölgenin stratejisi üzerine yapılan tahlillerde bu coğrafyayı ziyadesiyle öne çıkarmaktadır. Bu durumun en belirgin örneği barış sürecinde büyük bir sıkıntı teşkil eden Kudüs meselesinde görülür. Dünyanın köklü üç küresel dininin en önemli merkezlerinden olan Kudüs, bu özelliği ile yaşanılan sıkıntının bölgesel bir çerçeveden çok küresel bir kriz halini almasına sebebiyet vermektedir. Anlaşma için bir araya gelen taraflar Kudüs için siyasi temsilciler olmalarının dışında üç semavi dinin temsilcisi rolüne bürünmektedirler37.



37 Davut Kılıç, “Orta Doğu’nun Dinî Jeopolitiği ve Günümüze Yansımaları Üzerine Bir Deneme”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 13/1, 2008, s. 66.

Uluslararası ilişkileri anlamak ve çözümlemek için tek başına fiziksel ve jeolojik faktörleri bilmek yeterli değildir. Bu hususta başarılı olmak için insanların değer verdikleri kutsalları da bilmek gereklidir. Tarih insanoğlunun sahip olacağı toprakların büyüklüğü ve küçüklüğü gibi kriterlerin yanı sıra kutsal saydığı objeler uğruna da pek çok savaşlar verdiğine sahne olmuştur. Coğrafya kavramını sadece fiziksel ve jeolojik çalışmalar ile anlamanın yetersiz oluşu bu terimin kapsamına din ve tarih gibi kavramlarında katılmasını gerektirmektedir38.

Örneğin, İsrail Devleti’nin kurulması ve idamesi tamamıyla Yahudi inancı temellerine dayanmaktadır. Yahudi dini mensuplarının inandıkları ve kutsal kitaplarının sınırlarını belirlemiş olduğu vaat edilmiş İsrail Devleti’nin sınırlarının hangi bölgeleri kapsayacağı konusundaki en geniş yorumu şöyledir:
Kuzey’de Lübnan Suriye ile Van Gölü’ne kadar uzanan Türkiye topraklarının bir kısmı, güneyde Sina Yarımadası, Kahire ve Mısır’ın bir bölümü, doğuda Ürdün, Suudi Arabistan'ın büyük bir bölümü, Kuveyt, Fırat Havzası ve Irak'ın bir kısmı, batıda Kıbrıs’tır
Belirtilen bu sınırlar İsrail devletindeki ulusalcı ve dini çevreler arasında çok iyi bilinmektedir39. Yahudi inancına göre, Tanrı tarafından vaat edilen bu topraklar tamamen Yahudi devleti olması sebebiyle kesinlikle İsrail devletine ait olmalıdır. Örneğin,  İsrail devleti Süveyş Savaşı’na girme gerekçesi olarak Tevrat’da Yahudiler için kutsal topraklar olarak tanımlanmış sınırlar içerisinde Davud ve Süleyman’ın krallıklarını yeniden canlandırmak olduğunu söylemektedir40.  

Tarihi ve toplumsal olaylar incelendiğinde dinin meşrulaştırma gücüyle pek çok savaş ve çatışmanın Kutsal olarak haklı kılındığı ve ayrıca bu durumun sorumluluklarını da Kutsal Görev olarak benimsendiği aşikârdır. Bu husus Yahudiler için geçerli olduğu kadar Hristiyanlar içinde geçerlidir. Bu bağlamda Haçlı Seferleri’nin din temelli başlatılıp ve Orta Doğu’da bulunan Kudüs’ün Hristiyanlar tarafından işgal edilmesi bu durumun bir göstergesidir.  

11. yüzyılda Türklerin Kudüs’ü ele geçirmesi ve İstanbul’u da tehdit etmeye başlaması Hristiyan dünyasını ve Papa II. Urbanus’u rahatsız etmiştir. İlk Haçlı Seferi’ni hazırlayan ve düzenleyen Papa II. Urbanus bir seyahati esnasında vermiş olduğu bir vaazda doğuya sefer düzenlenmesi ve bu yürüyüşte kutsal toprakların merkezi durumundaki Kudüs’ü barbar Müslümanların elinden kurtarılması gerektiğini söylemiş ve bu sefere katılan herkesin günahlarının affedileceğine dair kilise adına söz vermiştir. Bu durumda da görüldüğü üzere Haçlı Seferleri gibi birçok savaşın gerçek sebepleri gizlenmekte, din faktörü katılımı arttırmak ve destek sağlamak için araç olarak kullanılmaktadır41.

38  Davut Kılıç, a.g.m., s. 67.
39  Davut Kılıç, a.g.m., s. 66.
40  Davut Kılıç, a.g.m., s. 70. 

Geçmişte olduğu kadar günümüzde de dinin politikalar üzerindeki etkisi devam etmektedir. ABD’nin Orta Doğu bölgesi üzerindeki politikalarının ABD yöneticilerinin dini inançlarından da etkilendiği bilinmektedir. ABD halkının ve özellikle yöneticilerinin önemli bir kısmı Evangelik Hristiyan’dır. Evangelikleri diğer Hristiyanlardan ayıran özelliklerin başında Mesih’in dünyaya ikinci kez gelişiyle ilgili fikirler yer almaktadır. Bu fikirler doğrultusunda Mesih’in dünyaya gelişi tamamlayıcı birkaç alametle gerçekleşecektir. Bu alametler: 

a)  Yahudilerin Filistin'e geri dönmesi,
b)  İsrail Devleti’nin kurulması,
c)  İsrailoğulları dâhil dünyanın tüm uluslarına İncil’in vaaz edilmesi;

şeklinde sıralanmaktadır. Son yıllarda evangelizm faaliyetleri oldukça hızlı ilerlemeler kaydetmektedir. Güney Amerika’da evangelizme dönüş yaşanmakta olup sadece bu kıta ile sınırlı kalmayan bu hareket Orta Doğu’da da etkisini “Samaritan’s Purse” adlı bir örgüt ile faaliyetlerini sürdürmektedir42.  

Günümüzde Evangelikler yayımladıkları birçok dergi ve gazetelerle, radyo ve televizyon yayınlarıyla ABD’nin gerek siyaset adamları gerekse toplumu üzerinde oldukça büyük etkiler yaratmaktadırlar. Daha da önemlisi, Evangelikler, ABD bünyesindeki Yahudi sempatizanı olmayan grup ve kişilerin ülke yönetimine katılmasını engellemektedirler. ABD’nin dünyadaki mevcut lider ve söz sahibi durumunu sürdürmekte ne kadar kararlı olduğunu belirtmek için yapamayacakları bir fedakârlık olmadığı aşikârdır. ABD dışında yapılan misyonerlik faaliyetlerinin %90’lık kısmını yine Evangelikler gerçekleştirmektedir43.

41  Davut Kılıç, a.g.m., s. 72.
42  Davut Kılıç, a.g.m., s. 76.
43  Davut Kılıç, a.g.m., s. 81. 

Geçmişte ve günümüzde, ABD başkanları dâhil, misyonlarını Yahudiliğin esasına ve kutsal kitabına göre şekillendiren Amerikalılar önceden haber verilmiş alametlerin gerçekleşebilmesi için bu temellere dayanan politikalar yürütmektedirler. 

Dünya üzerinde kendilerinin dışında bu misyonu yüklenecek başka bir medeniyetin olmaması yaptıkları her şeyi misyonerlik yolunda mubah olarak görmelerine sebebiyet vermektedir. Bu gerekçeler ile Irak işgal edilmiş, dönemin ABD başkanı Bush da kendisini özel olarak görevlendirildiğini belirtmiş ve hatta bu işgalin yeni bir “Haçlı Seferi” olduğuna dikkat çekmiştir. Böyle bir sürünceme içerisinde ABD’deki yöneticiler ve kuruluşlar Hristiyan-Yahudi diyaloğu adı altında köklerine dönüş politikaları sergilemektedirler. Böylece ABD’nin karşılıksız İsrail desteğinin temelleri gün yüzüne çıkmaktadır. Teolojik açıdan İsrail’in sergilemiş olduğu bütün politikaları tanrısal bir hareket olarak algılayan bu anlayış İsrail’i koruyamaz ise Tanrı nezdinde itibarlarını kaybedeceklerine inanmaktadırlar. Geçilen son çeyrek asırda seçilen ABD başkanları hep bu inanış tarzı ile yetişmiş kimselerden oluşmaktadır. ABD’nin İsrail'e vermiş olduğu destek somut ayrıntılarla ele alındığında Amerika'nın emperyalist çıkarlarıyla bağdaştırılamaz. ABD yönetiminin Orta Doğu politikalarını izah edebilmek için, ABD’deki Yahudi lobilerinin ve Evangelik grupların sahip olduğu gücü göz ardı etmemek gerekir44.

44  Davut Kılıç, a.g.m., s. 82-83. 

2.4. Avrupa Devletlerinin Orta Doğu Politikaları 

Avrupalı devletler, kendi çıkarları doğrultusunda sömürgecilik faaliyetlerinin başladığı günden bu yana dünya üzerinde bu faaliyetlerin önde gelen isimlerinden olmuşlardır. Örneğin, kurulduğu günden itibaren dünya üzerindeki en büyük sömürgeci devlet olan İngiltere'nin izlediği politikalar, sömürgecilik konusunda Avrupa etkisinin en belirgin ifadesidir.  

Orta Doğu da, Avrupa’nın çıkarları için üzerinde nüfuz sahibi olmak istediği bir bölgedir. Tezin bu bölümünde Avrupa’nın Orta Doğu bölgesindeki sömürgecilik faaliyetleri son iki yüz yıllık tarihi süreç ele alınarak İngiltere ve Fransa kapsamlı olarak incelenecektir.

Osmanlı Devleti'nin 19. ve 20. yüzyıllarda iyice gerileyip güçsüzleşmesiyle Avrupalı güçlerin hedeflerine ulaşmaları için bekledikleri fırsat doğmuştur. Osmanlı her alanda zayıflamış Batı ise aksine ilmi, fikri, siyasi sosyo-kültürel ve teknoloji alanında ilerlemiş ve dinamik bir güç sahibi olmuştu. Artık Avrupalı güçler Türklerden yıllardır bekledikleri tarihi intikamlarını alabileceklerdi.45 Avrupalı devletlerin; Osmanlı Devleti’ni yıkmak için önce Orta Doğu’yu kendi planları çerçevesinde şekillendirmeleri gerekiyordu. Bu nedenle Avrupa devletlerinin Orta Doğu politikaları genel olarak Osmanlı Devleti üzerindeki politikalarla beraber yürütülüyordu. Avrupa da İngilizler, FransızlarAlmanlar ve Ruslar Şark Meselesi” deyimi altında Osmanlı Devleti üzerinde hâkimiyet ve kontrol planları yürütmekte idiler46. Şark meselesini ise Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflatılması çalışamaz hale getirilmesi, istikrarsızlığın sağlanması ve hâkimiyetin elde edilerek topraklarının paylaşılması şeklinde özetlemek mümkündür. 

Şark meselesinin diğer bir anlamı ise Osmanlı Devleti bünyesinde yaşayan farklı azınlıkların bağımsızlıklarının sağlanması ve Osmanlı Devleti’nin Balkanlar ve Orta Doğu’dan atılmasıydı47. Bu mesele dâhilinde Osmanlı Devleti önce yıpratılmış müteakiben yıkılmış ve 20. yüzyılın başlarından itibaren Balkanlar ve Orta Doğu yeniden yapılandırılıp Osmanlı dönemindeki sancak beylikleri birer devlet olmuştu. Lakin bu yapılandırma ile yeni kurulan devletler tam manasıyla bir bağımsız devlet olana kadar dönemin önde gelen mandater devletlerinden Fransa ve İngiltere'nin kontrolüne bağlı kalmışlardır. Bölgede bulunan devletlerin genel yapısı, esas itibariyle bu şartlar altında ve bu dönemde şekillenmiştir48.

45 Bayram Kodaman, “Şark Meselesi Işığı Altında Sultan II. Abdülhamid’in Doğu Anadolu Politikası”, Orkun Yayınevi, İstanbul 1983, s. 60.
46  Bayram Kodaman, a.g.e., s. 163.
47  H. Halil Ergene, a.g.e., s. 21.
48  Halis Çevik, a.g.e., s. 15. 

Avrupa devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu üzerinde ve Türkiye Cumhuriyeti üzerinde etkin politikalar yürütmeleri birden çok faktöre dayanmaktadır. Bunları İlker Alp şu şekilde sıralamıştır:

Fiziki Faktörler: Osmanlı İmparatorluğu bulunduğu coğrafya ve sahip olduğu nüfus ile stratejik bir öneme sahipti. Asya Avrupa ve Afrika kıtalarının birleşim noktasında ve bu üç kıtayı kontrol edebilecek jeopolitik ve jeostratejik İstanbul ve Çanakkale Boğazları, Süveyş Kanalı ve Basra Körfezi gibi unsurlara sahipti. Ayrıca nüfusu dil din ve kültür bakımından farklı olan etnik bir zenginliğe sahipti.  

Yapısal Faktörler: Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu geniş coğrafi alanlar ve kalabalık topluluklar üretim gücü yüksek Avrupa devletleri için cazip bir pazardı. Sanayi atılımıyla teknolojisini geliştirmiş ve hızlı üretime geçmiş Avrupa devletleri daha çok üretebilmek için hammaddeye ve ürettiklerini satabilmek için pazarlara ihtiyaç duyuyordu. Osmanlı Devleti içinde de Orta Doğu bölgesi Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu bu hammaddeye ve pazara fazlasıyla sahipti.  

Sosyo-Kültürel Faktörler: Osmanlı devleti Avrupalı emperyalist güçlerden farklı olarak bünyesindeki etnik grupların sosyal ve kültürel karakterlerini değiştirmeden yaşamalarına müsaade etmiştir. Bu müsamaha Osmanlı Devleti bünyesinde devletin son zamanına kadar Ortodoks, Katolik ve Protestan Hristiyanların, Musevilerin ve Müslümanların ve farklı din, dil ve kültür gruplarının değişmeden kalmalarına imkân sağlamıştır. Ancak Avrupalı güçler bu farklı grupları Osmanlı Devleti’ne müdahale etmek ve kontrol sağlamak için kullanmışlardır. Bu farklı gruplar Osmanlının son zamanlarındaki kapitülasyonlar, azınlıklara ticari, iktisadi ve sosyal imtiyazların tanınması, Tanzimat ve Islahat Fermanlarının ana unsurlarından olmuşlardır.  

Psikolojik Faktörler: Avrupalı güçleri Osmanlı Devletine ve günümüzde Orta Doğu bölgesine hâkimiyet kurmaya iten sebeplerden biri de bu güçlerin halet-i ruhiyeleridir.  Avrupalılar beyaz ırk olarak kendilerini diğer insanlardan üstün gören bir büyüklük kompleksi içerisinde bulunup kendilerini diğer insanların çobanıymış gibi algılamaktadırlar. Bu psikolojik faktöre ek olarak Avrupalılar diğer ülkeleri Hristiyanlaştırmak maksadıyla bu ülkeler üzerinde hâkimiyet kurma gayreti içinde de olmuşlardır. Günümüzde ise en çok kullanılan söylem üçüncü dünya ülkelerinin medenileştirilmesi, demokratikleştirilmesi ve bu ülkelerde kişi hak ve özgürlüklerinin temin edilmesi olarak açığa çıkmaktadır49.

49  İlker Alp, a.g.e., s. 23-26. 

Avrupa Devletleri bütün bu faktörleri göz önünde bulundurduğumuzda her farklı mesele ve durum için farklı strateji ve yöntem uygulayıp Osmanlı Devleti’ni ve Orta Doğu bölgesini kontrol altına almak istediler. Mustafa Kemal Atatürk, bu durumu Nutuk adlı eserinde şöyle özetlemiştir;
“Yayılma siyaseti güden Avrupa alçakça bir siyaset güderek bin bir türlü yola başvurmaktadır50.”  
50  Mustafa Kemal Atatürk, “Nutuk”, Ares Yayıncılık, İstanbul 2009, s. 55.

İngiltere Orta Doğu ile ilişkilerine 16. yüzyılda deniz ticareti ile başlamıştır. İngilizler bölgede üretilen mallara yönelik ilgilerinin azlığına rağmen bölge üzerinde iki amaçları bulunmaktaydı; birinci amaç, kendi ürettikleri tekstil ürünlerini bölge pazarına sokabilmek, ikincisi ise Asya’dan Avrupa’ya getirilen ticari ürünlerden temin ettikleri paylarını koruyabilmekti. Bu ürünler İngiltere ithalatının ana unsurlarını teşkil etmekteydi. Dönemin ilişkileri genel itibari ile ticaret temeline dayanan ilişkilerden oluşmaktadır. Örneğin İran Avrupa’nın ipek ihtiyacını karşılayan tek üreticiydi.  19. yüzyılın başlarında yaklaşık olarak 12 milyon kilometrekarelik topraklara hükmeden ve dünya nüfusunun yaklaşık dörtte birinin üzerinde nüfuz sahibi olan İngiltere; dünya üzerindeki o güne kadar bilinen en büyük sömürge imparatorluğu konumundaydı51.

51  Paul Kennedy, “Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri”, 3.Baskı, İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1991, s. 262.

Osmanlı Devleti yıkılma sürecine girerken İngiltere bu süreçte Orta Doğu üzerinde varlık gösteren en önemli güç olarak karşımıza çıkmaktadır. İngiltere'nin bölgeye olan ilgisi, gerek sömürgelerine giden ulaştırma ağının kavşak noktasında olması, gerekse bölgede bulunan ve önemi gittikçe artan petrolden dolayı artarak devam etmiştir. Bu nedenle İngiltere Orta Doğu’da dönemin tek egemen gücü olan Osmanlı'nın yıkılma sürecinde aktif olarak yer almıştır. Osmanlı'nın son dönemlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında İngiltere dünyanın egemen güçleri arasında yer almaktaydı. İngiltere kendisini takip eden iki donanmanın toplamlarından daha fazla güce sahip olan Kraliyet Donanmasının yanı sıra dünyanın en büyük ticari filosunun da sahibi konumundaydı52. Sahip olduğu güçlü donanmalar sayesinde, bölge ülkeleri sıcak bakmasa dahi, Asya, Güney Afrika ve Pasifik bölgelerinde bulunan kolonileri kontrol altında tutuyordu. Kendi iradesi dışında, mandası altında bulunan kolonilerin güvenliğini, sınırlarını ve ticaretini tehdit eden dış güçleri gerek parası ve diplomasisi gerekse askerleri ile bertaraf edebilmekteydi. İngilizlerin bu bölgeler üzerindeki yoğunlaşmasının sebebi Süveyş ve Panama kanallarının bu bölgeler üzerinde olması ve kanalların İngiltere'nin enerji kaynakları için can damarı sayılabilecek bir konumunun bulunmasındandır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere ve diğer Batılı devletlerin çabası ile Osmanlı'nın tamamen yıkılışının ardından İngiltere, Mezopotamya, Ermenistan, Suriye, Kürdistan, Arabistan ve Filistin gibi yeni devletlerin Osmanlı’dan tamamen ayrılmasını kendine hedef olarak belirlemiştir. Bu durumun ana nedeni hammaddelerin geçiş yollarının bu bölgeler üzerinde olmasıdır. Özellikle petrolün sanayileşmiş devletler açısından alternatifsiz bir enerji kaynağı haline gelmesi nedeniyle ve bu kaynaklara yalnız başına hâkim olma isteği ile İngiltere bu bölgeyi kimse ile paylaşmak istemiyordu. Enerji kaynaklarının yoğun olduğu bölgeler üzerinde hâkimiyetçi bir politika izleyen İngiltere yine bu özelliklere sahip olan Musul’u bir şekilde hâkimiyeti altına almış ve bu durum ile yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni de dış politikada bir çıkmaza sokmuştur. Bölge üzerinde egemenliğini sağlam temeller üzerine oturtmak isteyen İngiltere bölgenin etnik çeşitliliğini kullanarak bu etnik grupları Osmanlı’ya karşı kışkırtarak Osmanlı'nın yıkılma sürecine katkıda bulunmuştur.  Benzer politikalarını Osmanlı'nın yıkılması ve sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasını paylaşmak üzere Fransa ile imzaladığı Sykes-Picot Anlaşması’nın ardından her iki ülke nüfuz alanlarına bırakılan bölgelerde kukla devletler kurarak devam ettirmiştir. Bölge devletlerinin her açıdan güçsüz oluşu ve kendi aralarındaki anlaşmazlıklar sayesinde İngiltere’ye bağımlı kalacakları düşünülmüştür.

52  Paul Kennedy, gös. yer. 

Mustafa Kemal Atatürk nutkunda İtilaf Devletleri’nin yaptıkları ateşkes anlaşması hükümlerine uymaya gerek görmeden Türkiye sınırları içerisinde keyfi hareket ettiklerini ve uydurma nedenlerle askerlerini İstanbul’a kadar getirdiklerini anlatmaktadır. Yine bu keyfiliğin bir sonucu olarak itilaf devletlerinin desteği ile 15 Mayıs 1919’da Yunan askerleri İzmir'e çıkartılmıştır53. Osmanlı Devleti’ne karşı en sinsi politikayı İngilizler yürütmüşlerdir. İngiltere her ne şartla olursa olsun Türklerin medenileşmesini ve gerçek bir bağımsızlık kazanmasını kesinlikle istememektedirler. Hilafetin ve bağımsız çağdaş bir Türk devletinin İngiliz sömürgeleri için kötü örnek teşkil edeceği düşünülmekteydi. Aslında İngiltere'nin asıl gayesi Anadolu topraklarını tamamen ele geçirip, kafasını kolunu koparıp sadık bir sömürge haline getirmekti. Ancak bu gayesi müttefiki Fransızların emelleri ile çatıştığından buna cesaret edemiyordu54.

53  Mustafa Kemal Atatürk, a.g.e., s. 9.
54  Mustafa Kemal Atatürk, a.g.e., s. 53. 

İngiltere manda yönetimi altında bulunan Filistin üzerine Yahudi göçünü ve  yerleşimini teşvik etmesi bölgede sonradan kurulacak olan bir Yahudi devletinin temellerini atmakla kalmamış İngiltere'nin bu topraklar üzerindeki hedeflerini kolaylaştırmış ve Yahudi sorunu da Avrupa’dan Orta Doğu’ya ithal edilmiştir. 

Bu gelişmeler yaşanırken bölgede İngiltere tarafından Arap nüfusunun artışı engellemiş ve Yahudiler lehine politikalar geliştirilmiştir. Yaşanan göçler yoğun bir şekilde devam ederken Yahudiler Filistin’de büyük ölçekli toprakları değerlerinin kırk ila seksen katı fiyatlarla satın almışlardır. İlerleyen yıllarda Filistin meselesi içinden çıkılamaz bir hal almaya başlayınca İngiltere çözümü olmayan bu meseleyi Birleşmiş Milletler (BM)’e devretmiştir. Günümüzde BM'nin konuyu ele almasından itibaren Filistin sorunu uluslararası platformda çözümsüz bir sorun halinde devam etmekte ve bu topraklar kan gölü halindedir. 

İkinci Dünya Savaşı sonrası gelinen bu durumda galip olan tarafta yer almasına rağmen savaşın ağır tahribatı nedeniyle dünya liderliğini kaybeden İngiltere siyasi alanda etkinliğini devam ettirme çabasıyla 1948 yılındaki Marshall Planı’nda öncü olarak rol alıp ABD’nin güç dengelerindeki yerinin farkına varmasını ve bu dengede ABD’nin yanında yer almayı siyasi bir başarı sayıyordu. Bu sayede savaş sonrası ABD’nin gücünün farkına varması zaman alırken bu süreçte İngiltere bir müddet daha dünya liderliği vasfını korumuştur.  

Benzer bir durum İkinci Körfez Savaşı sonrasında Irak’ta yaşanmıştır. Kuzey Irak bölgesine Türkmenler aleyhine koalisyon güçlerince kabul ve destek gören Kürt göçleri yaşanmış bu durum nüfus oranlarının değişmesine dolayısı ile Türkmenlerin hak mahrumiyetine uğramalarına sebep olmuştur.

Bu göçler karşısında bölgedeki Türkmenlerin yaşadığı zorluklara duyarsız kalmayan Türkiye uluslararası arenada bu sorunları dile getirmiştir. İngiltere ise Türkiye’nin bu siyasetini boşa çıkarmak maksadıyla Türkmenlerin Kürtler ile aynı haklara sahip olduğunu ve hatta Türkmenlerin bölge üzerinde Türkiye etkisi görmek istemediğini öne sürmüştür55

Orta Doğu bölgesi üzerinde uzun yıllar politikalar yürütmüş bir diğer Avrupa devleti de Fransa’dır. Fransa 18. yüzyılda sahip olduğu demografik ve askeri gücü ile Avrupa’nın en büyük gücü olmasına rağmen jeopolitik konumunun vermiş olduğu dezavantajın yanı sıra hem karada hem denizde güçlü olmak için yapılan harcamalar mali yapıyı zayıf düşürmüş ve bununla beraber yıpranan askeri gücü sebebiyle de sahip olduğu sömürgeleri rakibi İngiltere’ye kaptırmaya başlamıştır56.  

Sömürgecilik faaliyetlerinin en yoğun olduğu 18.yüzyılda Fransa’nın en önemli rakibi olan İngiltere sahip olduğu sömürge devletlere yenilerini eklemiş ve bu yeni sömürgeler vasıtasıyla zenginliğine zenginlik katmıştır. İngiltere'nin elde etmiş olduğu bu zenginlik rakibi Fransa’yı harekete geçirmiştir. Bu bağlamda Fransa’nın Orta Doğu’ya düzenlediği seferler ile bu bölgeye olan ilgisi başlamış ve aynı zamanda yaklaşık bir asır sürecek olan Fransız-İngiliz rekabetinin temelini oluşturmuştur57.

55  Halis Çevik, a.g.e., s. 145.
56  Paul Kennedy, a.g.e., s. 118.
57 Gıyasettin Aktaş, “19.Yüzyılda Ortadoğu’da İngiliz-Fransız Rekabeti”, (Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Elazığ 2001, s. 4. 

Fransa ve İngiltere'nin bölgede süregelen rekabeti ABD’nin belirgin bir güç olarak ortaya çıkmasına kadar devam etmiştir. Fransız politikacılar çoğu zaman İngilizler ile aynı paydaya sahip politikalar ve gizli anlaşmalar ile bölgeyi hâkimiyetleri altına almaya çalışmışlardır. 

Fransızlar 19. yüzyılın son çeyreğine kadar İngiltere ile birlikte Mısır üzerinde iki yönlü bir kontrol mekanizması kurmuşlardır. Ancak Fransa’nın bölge üzerinde bir diktatörlük kurmak istemesi bölge halkının Fransa’ya karşı düşmanlık beslemesine sebebiyet vermiştir. Mısırlıların Fransız düşmanlığını akıllı hamleler ile kullanan İngiltere bölgede nüfuz sahibi olmuştur. Fransa Suriye’de geniş topraklar ve imtiyazlar almayı ummasına rağmen bu emeline ulaşamayınca zararını Türk toprakları üzerinde telafi etmek istemiştir. İtalya ise daha dürüst bir yaklaşım sergileyerek Anadolu topraklarından pay almak şartıyla İtilaf Devletleri’nin yanında yer alacağını belirtmiştir. 

Fransa’nın Orta Doğu üzerindeki ana politikası 1916 yılında imzaladığı Sykes-Picot Anlaşması58 ile kazandığı toprakları kaybetmemek temelleri üzerine kurulmuştur59. Bu Anlaşma ile Fransa için oldukça önemli bir bölge olan Suriye bölgesini de taahhüt altına almayı başarmıştır. Suriye bölgesi üzerinde kurulması planlanan ve Ürdün ile Musul’u da kapsayan Arap Krallığı’nın İngiltere ve Fransa koruyuculuğu altında bulunması bu Anlaşma ile kararlaştırılmıştır.


58  Bkz.: Sykes-Picot Anlaşması.


59  David Fromkin, “Barışa Son Veren Barış”, 4.Baskı, Epsilon Yayınevi, İstanbul 2004, s. 293. 60  David Fromkin, a.g.e., s. 274.

Birinci Dünya Savaşı’nın farklı bir yönde ilerlemesi Fransa’nın beklentilerinin tamamını elde etmesini engellemiştir. Savaşın sonlarına doğru İngiliz yöneticiler yapılan Anlaşma ile Fransızlara çok fazla imtiyaz tanındığı kanısındadır60. Yüz yıla yakın bir süre boyunca sömürgecilik rekabeti içerisinde bulundukları Fransa’ya jeopolitik önemi çok fazla olan Orta Doğu bölgesinin bu denli rahat bir şekilde verilmesinin İngiltere için gelecekte problem teşkil edeceği öngörülmüştür. Fransa bu coğrafya üzerinde süregelen savaşa somut bir katkıda bulunmamış ve hatta Suriye’deki Fransız güçlerini de Araplara karşı İngiliz birlikleri savunmuştur. Ayrıca İngilizler bölgeye milyonlarca asker yollayıp bölgedeki etnik grupları kullanarak Osmanlı kuvvetlerini geri çekilmek zorunda bırakmıştır. Bu gelişmeler sonucunda İngilizler Sykes-Picot Anlaşması’nın ertelenmesini talep etmiş ve Fransızlar da bu talebi kabul etmek durumunda kalmışlardır. 

İkinci Dünya Savaşı’ndan diğer birçok batılı ülke gibi ağır yaralarla çıkan Fransa kaybettiklerini kazanma uğraşına ve savaş öncesi sömürgeleştirdiği bölgelere tekrardan egemen olma uğraşına başlamıştır. Fakat sömürge düzeni altında ezilen ülkeler kendi kimlik arayışlarına başlamış ve bağımsızlıklarını ilan etme yolunda hareketlenmişlerdir. Savaş sonrası aldığı yaralardan dolayı Fransa bölgedeki gelişmeler üzerindeki egemenliğini kaybetmeye başlamıştır. Fransa bölgede kaybettiği egemenliğini geri kazanmak için Arap-İsrail savaşını fırsat bilerek İsrail’i saldırgan ülke ilan edip silah ambargosu uygulamıştır. Ayrıca savaş döneminde kendisi gibi yara alan devletlerden boşalan Libya, Irak ve Lübnan gibi ülkelere çeşitli yardımlarda (askeri, ekonomik vb.) bulunarak geriye kalan boşluğu doldurmak istemiştir. Lakin her ne kadar bu yönde bir politika izlemiş olsa da Fransa bölgede eski nüfuzuna sahip olamamıştır61.



61  Halis Çevik, a.g.e., s. 176. 

2.4.1. Avrupa Devletlerinin Orta Doğu’yu Kontrol Altına Almak İçin İzlediği Politikalar ve Osmanlı Devleti Üzerindeki Etkileri 

Batılı güçlerin Osmanlı Devletini bölmek, paylaşmak ve Orta Doğu’ya bu şeklide bir politika ile sahip olmak için açık ve gizli planlar ve anlaşmalar yapmışlardır. Bu Anlaşmalar en somut şekilde Batılı güçlerin Türk toprakları ve Orta Doğu bölgesi üzerindeki emellerini göstermektedir. Orta Doğu üzerine yapılan anlaşmalardan başlıcaları şunlardır:

İstanbul Anlaşması : 1915’de İngiltere, Fransa ve Rusya arasında karşılıklı görüşmelerle yapılmıştır.

Londra Anlaşması : 1915’de İngiltere, Fransa,Rusya ve İtalya arasında yapılmıştır.

Sykes-Picot Anlaşması : 1916’da İngiltere, Fransa ve Rusya arasında yapılmıştır.

Saint Jean de Maurienne Anlaşması : 1917’de İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya arasında yapılmıştır62.  

Bu anlaşmalarda ana konu Osmanlı topraklarının paylaşılması idi. Bu anlaşmalara göre Fransa İç Anadolu’nun doğu ve orta bölgesi, Güneydoğu Anadolu’da bazı yerler, Suriye ve Kuzey Irak’ı alacak, İngiltere ise Filistin, Ürdün Orta ve Güney Irak'a sahip olacaktı. Rusya bütün Doğu Anadolu, Doğu Karadeniz, Boğazlar ve Trakya'nın hâkimi olacaktı. İtalya Ege ve İç Ege bölgesini ve Güneybatı Anadolu’nun büyük bir bölümüne sahip olacaktı. Son olarak Yunanistan ise 1919 Paris Barış Konferansı’nda alınan karara göre İzmir ve çevresini alacaktı. Bunların dışında ise Türklere Orta Anadolu’da Kütahya, Afyon’dan Kayseri ve Tokat'a kadar küçük bir bölüm bırakılacaktı. Bu anlaşmanın taraflarından biri olan Rusya 1917 Bolşevik ihtilalinden sonra Brest Litovsk Barışı’nı yaparak 1918’de savaştan çekilmiştir. Bununla beraber Rusya gizli Anlaşmaları açıklayarak bu Anlaşmalarda konu olan Türk topraklarından hak iddia etmediğini ilan etmiştir.   
Nihayet Birinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupalı güçlerin Osmanlı devletine zorla dayattığı Sevr Anlaşması’nın hükümleri bu niyetlerin açık birer ifadesi durumundadır. Sevr Anlaşması’nın esasını yukarıda sayılan ve Avrupalı güçler arasında gizli olarak yapılmış anlaşmalar teşkil etmektedir. Sevr Anlaşması 433 maddeden oluşmakta olup 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanmıştır. Bu Anlaşmanın tek amacı Türk milletini yok etmektir. Ancak Avrupalı güçler bu Anlaşma ile hedefledikleri amaca ulaşamamışlardır. Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki yeni Türk Hükümeti bu Anlaşmayı hiç kabul etmemiş ve yürüttükleri mücadele ile bu Anlaşmanın uygulanmasına fırsat vermemişlerdir63.  
Avrupalı güçler başarıyla sevk ve idare edilen Milli Mücadele karşısında yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Anlaşması’nı imzalamak zorunda kalmışlardır. Yeni Türkiye, Osmanlı Devleti’ne  göre Batılıları cezbeden kaynaklardan uzak gibi görünmektedir. Örneğin artık Süveyş Kanalı, Basra Körfezi ve Orta Doğu’daki zengin petrol kaynakları Türklerin kontrolünde olmayacaktır. İlave olarak 1932’de Milletler Cemiyeti’ne giren, 1934 yılında Balkan Antantı’nı, 1937 yılında Sadabat Paktı’nı imzalayan ve 1951 yılında NATO’ya dâhil olup iyi ilişkiler kuran Türkiye Batı ile entegrasyon sürecine girmiştir.

Ancak bu yeni gelişmelerin Batılı güçlerin Türkiye üzerindeki emellerini sona erdirdiğini düşünmek bir yanılgından ibaret olacaktır. Bu güçlerin yüzyıllardır sürdürdükleri anlayış, görüş ve düşünceleri açık veya gizli diplomatik usullerle iktisadi, ticari, siyasi, sosyokültürel ilişkilerle, yoğun propagandalarla ve terör ve askeri faaliyetlerle günümüzde de devam etmektedir. Artık batılı güçlerin günümüzdeki politikalarının Türkiye’ye yansımalarının ülkemizin gelişmesini, büyümesini ve güçlenmesini engellemek şeklinde tezahür ettiğini söyleyebiliriz64.

62 Ayhan Öztürk, “Şark Meselesi ve Osmanlı Devleti’nin Paylaşılma Projeleri”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı 76, İstanbul 1992, s. 7.
63  İlker Alp, a.g.e., s. 49.
64  İlker Alp, a.g.e., s. 56.


2.4.1.1. Misyonerlik Faaliyetleri, Vatikan ve Patrikhane’nin Kullanılması 

Avrupa devletleri ve Amerika Orta Doğu ülkelerinde yüzyıllardır misyonerlik faaliyetlerini devam ettirmektedirler. Vatikan da bu faaliyetlerin açık destekçisidir. Vatikan’ın 1960’lardan itibaren Türkiye dâhil İslam dünyasında yürüttüğü başlıca misyonerlik faaliyetinin temel dayanağı “Dinler Arası Diyalog” olmuştur. Bu slogan kullanılarak İslam dünyasının Hristiyanlaştırılmasına çalışılmaktadır. Slogan, dinler arası diyalog olmasına rağmen amaç Hristiyanlığın baskın unsurlarını kullanarak Hristiyanlık propagandası yapmaktır. Bu sloganın sağladığı müsamaha ortamında hem Hristiyanların rahat yaşaması hem de misyonerlik faaliyetlerinin kolayca yürütülmesi hedeflenmiştir. 1965’te ikinci Vatikan konsülünde açıkça “diyalogdan amaç Asya’nın Hristiyanlaştırılmasıdır.” şeklinde beyanat verilmiştir65. 

65  Hasan Demir, “Papazları Da İstemiyoruz Avrupa Birliği’ni De..”, Yeniçağ, 2 Aralık 2006, 

18. yüzyıl sonlarından 20. yüzyıl başlarına kadar olan döneme “çağdaş misyonerlik” dönemi denir ve bu dönemde misyonerler bütün dünyaya yayılmışlardır. Misyonerlerin içinde en etkin olanlar İngiltere, Almanya, Hollanda ve ABD’den gelen Protestan misyonerlerdir. 19. yüzyıl sonlarında 150 misyoner örgüt ve bunlara bağlı 11 binden fazla misyoner bulunduğu ve bunlar için 15 milyon Dolardan fazla masraf yapıldığı bilinmektedir66. Aynı dönemde Osmanlı Devleti içerisinde ABD’nin 118 kilisesi 464 ilkokulu ve 44 ortaokulu bulunmakta ve buralarda 811 misyoner ve 1100’den fazla yardımcı personel çalışmaktadır67. 1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı’nda azınlıklara yeni ve genişletilmiş haklar tanınması Osmanlı Devleti bünyesinde misyoner faaliyetlerinin daha da artmasına sebep olmuştur. Aynı dönemde Fransa, Rusya, İngiltere ve Almanya oluşturdukları kiliseler, farklı seviyelerdeki okullar, hastaneler ve basın yayın birimleriyle misyoner faaliyetlerini hem desteklemişler hem de sürdürmüşlerdir. Bu kurumlarında yardımıyla misyonerler azınlıkların dini ve milli hassasiyetini kullanarak bölücülüğü körüklemişlerdir68.   

Papa II. Jean Paul 1999 yılında yaptığı konuşmada İsa’dan sonra birinci milenyumda Avrupa’nın Hristiyanlığı seçtiğini, ikinci milenyumda ise Amerika ve Afrika’nın Hristiyanlığı seçtiğini ifade ederek, üçüncü milenyumda Asya’nın Hristiyanlaşmasını temenni ettiğini beyan ederek bunun yolunun Türkiye’yi Hristiyanlaştırmaktan geçtiğini belirtmiştir. Ülkemizde halen Papa II. Jean Paul’un hedefini gerçekleştirmek için 106.000 misyonerin bulunduğu bilinmektedir69. 

Bu misyonerler Türkiye’de hala okullar ve kiliseler açarak, fakir halka iş ve ya para yardımında bulunarak ve bunlara benzer birtakım yöntemlerle Türkiye’deki faaliyetlerini sürdürmektedir. Bu faaliyetler çerçevesinde Vatikan, çalışmalarını meşrulaştırmak ve faaliyetlerine devam edebilmek için Türkiye’de çok ciddi oranda

66  Uygur Kocabaşoğlu, “Doğu Sorunu Çerçevesinde Amerikan Misyoner Faaliyetleri”, Tarihi Gelişim İçinde Türkiye’nin Sorunları Sempozyumu (Dün-Bugün-Yarın), 2.Baskı, TTK, Ankara 1995, s. 69.
67 “Annan Planı, AB İlerleme Raporları, ABD ve AB’nin Türkiye’ye Karşı İyi Niyetleri(!)”, (27.04.2010).
68  Uygur Kocabaşoğlu, a.g.m.,70.
69  Ankara Ticaret Odası, “Avrupa Birliği mi, Türkiye Birliği mi?”,  (21.04.2010).

Hristiyan olduğunu ve bu dine ciddi bir eğilim olduğunu iddia etmektedirler. Vatikan ve diğer Hristiyan menşeli kurumların iddialarının aksine Türkiye’deki Hristiyanların genel nüfusa oranı sadece % 0,5’tir ve bunların sosyal, iktisadi ve kültürel durumları nüfusun genelinden daha iyi konumdadır70.  

Rum Patrikhanesi’nin Amerika’daki resmi temsilcisi başpiskopos Demetrios patrikhaneye Bizans'ın varisi olarak Ekümenik ünvanının verilmesinde ısrarlı olduğunu söyleyip barışın sağlanabilmesi için dinler arası diyalogun gerekli olduğunu ve dinler arası diyalogun ancak patrikhaneye tavizler verilmesi ile sağlanabileceğini açıkça belirtmiştir. Bunlar ile beraber patrikhaneye başka taviz ve imtiyazların verilmesi gerektiğini ve ancak bu tavizler verildiği zaman Türkiye’nin AB’ye üyelik için gerekli şartları sağlamış olabileceğini söylemekten geri kalmamıştır71.

70  İlker Alp, a.g.e., s. 66. 
71  İlker Alp, a.g.e., s. 69. 

Gerek Vatikan tarafından gerek ise Patrikhane tarafından son derece planlı ve kapsamlı bir şekilde yürütülen ve geniş kapsamlı bölge politikalarına tali hizmetleri nedeniyle AB ve ABD’den destek gören misyonerlik faaliyetleri ile ekümeniklik taleplerinin tek bir amacı vardır güçlü bağımsız bir Türkiye’nin varlığının bölge çıkarları kapsamında Batının çıkarlarına ters düşmesidir.  

Sınırlarını ve devlet yapısını Kurtuluş Savaşı’nda Mehmetçiğin süngüsüyle belirleyen Milletimize Lozan'da kabul ettiremediklerini Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde yeni düzenlemelerle, bugün sözde hukuki ve siyasi kriterler çerçevesinde kabul ettirmek istemektedirler. 


2.4.1.2. Etnik Unsurların ve Azınlıkların Kullanılması 

Avrupa ülkeleri ve ABD kendi çıkarları doğrultusunda geliştirdikleri politikalar ile yüzyıllardır Türk topraklarını etkileri altında tutmaya çalışmaktadır. Bu politikalar Osmanlı Devleti döneminde yürütüldüğü gibi günümüzde de devam ettirilmektedir. Yansımaları farklı olsa dahi hedefleri değişmemiştir. Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin Orta Doğu ve dolayısıyla Türkiye üzerindeki hedefleri ve bu hedefleri sağlamayı umdukları politikaları paralellik ve benzerlik göstermektedir. Osmanlı Devleti döneminde uygulanan ve yeni Türk Devleti’nin ilk yıllarında Avrupalıların uyguladıkları politikalar ile ABD’nin gücünü ve kontrolünü artırdığı yeni dünya düzeninde bölgede uyguladığı politikalar benzerlikler arz etmektedir. Bu politikaların hedeflerini, bölge ülkelerinin dolayısıyla Türkiye’nin gelişmesini, büyümesini ve güçlenmesini engellemek şeklinde özetlemek mümkündür. 

Bu politikaların Türkiye için tasarlanmış kısımları ile hedeflenen gayenin Türkiye Cumhuriyeti’ni zayıflatmak, bölmek ve giderek parçalamak olduğu söylenebilir72. Bu emellerine ulaşmak için uyguladıkları en etkili ve güncel politikalardan biri de, zayıflatmak istedikleri ülkenin hassas dengeleri olan azınlıkları kışkırtmak, aslı olmayan iddialarda bulunarak yıllardır beraberce sıkıntısız yaşamış olan halkları eşit olmadıklarına inandırarak ve onlara gizlice destek ve vaatlerde bulunarak ayrılıkçı hareket oluşturacak derece de bir nefret ortamı sağlamaktır.   

72  İlker Alp, a.g.e., s. XII.

Avrupalı güçler de Osmanlı Devleti ve bunun paralelinde Orta Doğu üzerindeki bölme ve paylaşma planlarını uygulamak için aynı yöntemi uygulamışlardır. Osmanlı Devleti’nin çok uluslu yapısı da bu duruma müsait bir zemin hazırlamakta ve Avrupa devletlerinin bu azınlık politikalarından ciddi yara almaktaydı. Kompartımanlar arası çatışmaları Osmanlılar önlerdi. Osmanlı yeni dünya şartlarına intibak eden ve uluslaşmaya geçişi sağlayan son imparatorluk vasfını taşımaktaydı. Yerel kültürleri yok eden koloni imparatorlukların aksine (İngiltere Hindi eski dillerini itelemiş, Fransa Mağrip Arap medeniyetlerini yok etmiştir.) Osmanlı Devleti tarihinin son safhasında yerel kültürleri ve küçük halkları ulus çağına taşıdı73.

73  İlber Ortaylı, “Osmanlı Barışı”, Timaş Yayınları, İstanbul 2007, s. 23.

Bu çok uluslu yapıdaki azınlıklar bazen Batılı güçler tarafından zorla kışkırtılıyor, bununla beraber çoğu zaman da bu azınlıklar gönüllü olarak bu güçlerin yanında yer alıyordu. Çünkü bu güçler ile azınlıkların çıkarları örtüşüyordu.

Avrupa devletlerinin azınlıkları kullanma sebepleri şu şekilde sıralanabilir:

a) Azınlıkları Osmanlı devleti içerisinde diğer devletler ile ilişki ve irtibat kuracak siyasi ticari ve mali simsar olarak kullanmak mümkündü. Böylelikle bu alanlarda Osmanlı Devletini kontrol etmekte mümkün olabilecekti.

b) Azınlıklar kullanılarak çeşitli aşırılıklar ve ayaklanmalar çıkararak hem ülke içerisinde istikrarsızlık sağlanabiliyor hem de bu olaylara Avrupalı güçlerin müdahalesi sağlanarak Osmanlıya karşı imtiyazlar elde edilebiliyordu.

c) Reformlar adı altında azınlıklara tavizler ve imtiyazlar sağlanıyor böylece hem Osmanlı'nın iç işlerine karışılıp kontrol elde ediliyor hem de azınlıkları bağımsızlığa daha çok yaklaştırıyordu74.  

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra imzalanan Mondros Mütarekesi ve Sevr Anlaşması ile ülkemizin İngiliz, Fransız, Yunan ve İtalyanlar arasında taksim edilmesi, hatta Ermeni ve Kürtlere bazı bölgelerin verilmesi, Türklerin ise Anadolu’da küçük bir yere hapsedilmeleri Avrupa ülkelerinin emperyalist politikalarının yansımalarıdır75.
Atatürk Nutuk adlı eserinde “Biz ne yaparsak yapalım aramızda bir kısım Hristiyan azınlıklar kalacaktır. Bunlar hem bir vatandaş olarak haklardan yararlanacaklar hem de Avrupa devletlerinin desteklerini alarak yurt içinde karışıklık ve kargaşaya sebep olacaklardır. Böylece bizde bağımsızlığımız her geçen yıl daha çok kaybedeceğiz” diyerek durumu özetlemiştir76. 
Mr.  Nowil isminde bir İngiliz binbaşı yanında on beş kadar Kürt atlısıyla beraber sözde Türk Kürt ve Ermeni nüfusunu incelemek üzere Güneydoğu ve Doğu Anadolu illerinde dolaşmaktadır. Bunların asıl amacı Kürtleri bir Kürdistan kurulacağı vaadiyle kandırıp Türk hükümeti aleyhine suikastlar ve ayaklanmalar tertip etmektir77.  

Mustafa Kemal Atatürk Nutuk adlı eserinde Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkması ve Mondros Ateşkes Anlaşması’nı imzalamasından sonra İtilaf Devletleri’nin desteği ve şımartmasıyla yurdun her tarafında Hristiyan azınlıklarının gizli veya açık olarak çalışarak İtilaf Devletleri’nden kendi özel istek ve amaçlarını elde etmeye ve Osmanlı Devleti’ni bir an önce yıkmaya çalıştıklarını ifade etmektedir. Özellikle Rum patrikliği tarafından kurulan Mavri Mira Kurulu’nun illerde yaygın olarak örgütlendiğini, çetelerle ve gösteri ve toplantılarıyla propagandalar yaparak yıkıcı faaliyetler yürüttüklerini belirtmektedir. Atatürk Ermenilerin de Mavri Mira’ya destek olduğunu ve onların amaçları doğrultusunda çalıştıklarını belirtmektedir78.

74  İlker Alp, a.g.e., s. 31.
75  İlker Alp, a.g.e., s. VII.
76  Mustafa Kemal Atatürk, a.g.e., s. 54.
77  Mustafa Kemal Atatürk, a.g.e., s. 58. 
78  Mustafa Kemal Atatürk, a.g.e., s. 9.

2.4.1.2.1. Kürtlerin Kullanılması 

Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yıllarca birlikte yaşamış olan azınlıklar dış güçlerin Osmanlı’yı parçalama politikası ile ayaklandırılmış ve bu azınlıklara Avrupalı güçlerce milli benlik aşılanmaya çalışılmıştır. Osmanlı’yı bir düşman olarak gören Avrupalı devletler, düşmanlarını zayıflatıp azınlıkları destekleyerek güç tasarrufuyla bölerek parçalamak istemişlerdir. Bu politikalar sonucunda Avrupalı devletler, Hasta Adam Osmanlı’yı yıkmak için kullanabilecekleri bir materyal olarak gördükleri etnik unsurlardan biri olan Kürtleri Birinci Dünya Savaşı sonrasında Mezopotamya'nın kuzeyini güvence altına almak için kullanmışlardır.  

İngiliz ajanları Doğu Anadolu bölgesinde bulunan Kürtleri kışkırtmak için birçok faaliyette bulunmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nda elde edemedikleri bir takım emelleri hiç olmazsa bu yöntem ile elde etmek ve ülkemizi zayıflatmak için Kürtleri kullanmayı uygun bulmuşlardır79.

79  Erol Ulubelen, “İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye”, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul 2005, s. 186.


Bazı İngiliz subayları Güneydoğu Anadolu’da incelemeler yapmak için görevlendirilmişlerdir. Yaptıkları araştırmalar ve gözlemler sonucunda aslında Kürtlerin İngiliz işgaline karşı olduklarını ve Türklere bağlılıklarını devam ettirmek niyetinde olduklarını görmüşlerdir. Bunun sebebi de bölge üzerindeki İslamcı akımların yoğun bir şeklide İngiliz aleyhtarlığı yapmasıdır. Bölgedeki Kürtlerin etnik kimlik yerine İslami kimliklerini benimsemeleri bu tarz bir ayaklanmaya mahal vermeyeceğinin göstergesi olarak belirtilmiştir. İngiliz subayları Kürtlerin dini hedeflerden ziyade etnik hedefler doğrultusunda kışkırtılmanın faydalı olacağını düşünmüşlerdir80.

Güneydoğu Anadolu’da İngilizlerin yürüttükleri faaliyetler devam ederken yapılan konferanslarda Kürtlerin nasıl kullanılacakları ve hangi amaca hizmet etmeleri gerektiği tartışılmıştır. Sevr Anlaşması’na göre kuzey sınırları Ermenistan’ın güneyine kadar, Fırat Nehri’nin doğusuna kadar ve Mezopotamya ile Suriye’nin kuzeyine kadar olan bir bölgede özerk bir Kürt devletinin kurulmasına karar verilmiştir. Bu Özerk Kürt devleti Milletler Cemiyeti’nden bağımsızlık talebinde bulunur ise Türkiye’nin bu talebi kabul etmek durumunda kalacağı öngörülmüştür. Fakat Sevr Anlaşması’nın ölü doğması hasebiyle bu plan hayata geçirilememiştir. Aslında İngilizler bu yöntemler ile bölge üzerinde kurulacak olan tampon Kürt devletiyle Fransızların petrol yataklarına sahip olan Mezopotamya bölgesinde nüfuz kaybı yaşamasını planlamışlardır. Bu plan, bölge üzerindeki Kürt aşiret reislerinin kullanılması ile hem ucuza mal edilecek hem de İngilizlerin kendi öz kaynak kullanımını azaltmış olacaktır81.

80  Mim Kemal Öke, “Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve Kürdistan  Sorunu”, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1992, s. 27.
81  Margaret Macmillan, “Paris 1919”, ODTÜ Yayıncılık, Ankara 2004, s. 436.

Osmanlı Devleti’nin yıkılma sürecinde dış güçler tarafından bir araç olarak görülen Kürtler yıllar sonra dahi yine aynı amaçlar doğrultusunda kullanılmaktadır. Avrupa ve ABD odaklı güçler Kürt unsurları kullanarak ayrılıkçı ve terör faaliyetleri yürütebilmek için her aracı kullanmaya çalışmaktadırlar. Örneğin, Kürt vatandaşlarımızın binlerce yıldır olduğu gibi baharın gelişini kutladığı Nevruz Bayramları son yıllarda işbirlikçi yerel yönetimlerin kontrolünde tertip edilen şenlikler ile terör örgütü için kışkırtma zemini haline getirilmektedir. Her yıl bu güçler tarafından görevlendirilen, ajanlar ve provokatörler vasıtasıyla Türkiye’de huzuru bozucu ve ayrılıkçı faaliyetlere zemin oluşturmak maksadıyla kullanılmaktadır.

2007 yılında ABD Adana ikinci konsolosu ve CIA ajanı Andrew C. Wilson Akdeniz, Mersin, Doğu ve Güneydoğu illerinde DTP temsilcileriyle görüşerek birtakım öğrenciler ve bölücü faaliyetlerde bulunan şahıslar ile irtibata geçmiştir. İngiltere'nin Ankara büyükelçisi Nick Baird de Adana ilimizde benzeri faaliyetlerde bulunmuştur. Bunlara ilave olarak Avrupalı devletlerin büyükelçi, konsolos, gazeteci ve insan hakları temsilcileri 2000 yılından sonra bölücü ve ayrıştırıcı provokasyon faaliyetlerini açıktan sürdürmeye başlamışlardır. Bu faaliyetlerle Kürt unsurlar yıkıcı faaliyetleri için cesaretlendirilmiş ve desteklenmiştir82. 

Kürt unsurlara Avrupa devletlerinin ve ABD’nin desteğini çok açık ifade edenlerden birisi DEHAP’ın eski Batman il başkanı Mehti Öztütün’dür. Öztütün Doğu ve Güneydoğu’ya gelen heyetlerin kendilerini Türkiye’ye karşı kışkırttığını, Doğu ve Güneydoğu bölgelerini Türkiye’den ayırmaya çalıştıklarını, bu heyetlerin barışı bozucu ve ayrılıkçı eylemlere zemin hazırlayıp destek verdiğini ve bu ülkelerin Türkiye üzerinde bu oyunları görülmezse Türkiye’nin Yugoslavya gibi bölüneceğini ifade etmiştir83.

82  Vatandaşı Kışkırtmak İçin Tura Çıktılar, Güneydoğu Ajan Kaynıyor!”, Yeniçağ, 15 Mart  2007, (12.06.2010).
83  Tuğçe Karataş, “Murat Sönmez ile ‘Küresel Saldırıya Milli Direniş’ Konulu Bir Söyleşi”,   (11.04.2010).

Almanya’nın eski dışişleri bakanı Hans Dietrich Genscher, 1992 yılında bir gazeteye verdiği demeçte, kendilerinin Yugoslavya’da bir model oluşturarak azınlıkların bağımsızlıklarını kazanmalarını sağladığını, Türklerin de bu modele benzer şekilde Kürtlere bağımsızlıklarını vermeleri gerektiğini söylemiştir. Yine Fransa’nın eski kültür başkanı Jack Lang Kosova’yı Yugoslavya’ya karşı koruyup savundukları gibi Kürt halkını da Türkiye’ye karşı koruyup savunacaklarını, bu tutumlarının demokrasi ve insanlara değer verme prensibinden kaynaklandığını ifade etmiştir84.

84  Metin Aydoğan, “Bitmeyen Oyun: Türkiye’yi Bekleyen Tehlikeler”, 64. Baskı, Umay Yayınları, İstanbul 2004, s. 33. 85  Ankara Ticaret Odası, a.g.m., s. 20.


Benzer şekilde Avrupa Parlamentosu üyesi ve Türkiye-AB karma parlamento komisyonu eş başkanı Daniel Cohn Bendit Türkiye’nin Kürtlere daha çok hak ve özgürlük vererek onların kendi yönetimlerini sağlamaları gerektiğini belirtmiştir. AB temsilcisi Karen Fogg ise benzer olarak Güney Doğu Anadolu’da Türk bayrakları yerine sarı, kırmızı ve yeşilden oluşan bir bayrak görmek istediğini söylemiştir85. Avrupa Parlamentosu da Kürtlere desteğini açıkça belirterek Güneydoğu’da daha özerk bir yönetim kurulması gerektiğini belirtmiştir. Benzer olarak Avrupa Birliği Azınlıklar Komisyonu Lozan’da azınlık olarak kabul edilen unsurlar belli olduğu halde uluslararası hukuka aykırı olarak Güneydoğu Anadolu’nun Kürdistan olduğunu iddia etmiştir86. AB de Kürtlere desteğini 1999 yılındaki Marmara depremi için yaptığı yardımların kat kat fazlasını Diyarbakır Belediye Başkanlığı’na yaparak göstermiştir87.  

Türkiye’nin içerisindeki ve Irak'taki Kürt asıllı ayrılıkçı oluşumlar Avrupa devletlerinin ve ABD’nin dolaylı veya doğrudan desteklerini alarak kurulmuş, büyümüş ve şiddet olaylarını gerçekleştirmişlerdir. Bu oluşumlar faaliyetlerini sözde yasallaştırmak için bizim açımızdan ölü olan Sevr Anlaşması’na bağlamaktadırlar. 18 Mart 1991 tarihinde milletler arası bir platformda yapılan Stockholm Konferansı’nda kurulması hedeflenen sözde Büyük Kürdistan’ın kurulmasının Sevr Anlaşması ile taahhüt edildiği ifade edilmiştir88.

Görüldüğü gibi bütün bu ifadeler ve beyanatlar Avrupa devletlerinin veya AB'nin Kürt oluşumları desteklediğini ve Kürtlerin bünyelerinde bulundukları devletlere karşı kışkırtıldığını göstermektedir. 

Bu desteğin görünen yüzünde demokrasi, insan hakları, daha fazla hürriyet ve daha fazla medeniyet sloganları yer almaktadır. Ancak desteklerin arka yüzünde Kürtlerin yoğunlukla bulunduğu Irak'ın Kuzeyi, Türkiye’nin Güneyi, İran'ın Batısı ve Suriye’nin Kuzeyindeki topraklarda hâkimiyet kurmak ve bu bölgelerin zengin yer altı ve yerüstü kaynaklarını elde etmek yer almaktadır. Batılıların yakın tarihlerinde Afrika, Orta Doğu, Uzak Doğu, Güney ve Orta Amerika da ki kaynakları elde edebilmek için yaptıkları soykırım, vahşet, katliam, yağma ve sömürge kendilerinin sözde demokrasi, insan hakları, daha fazla hürriyet ve daha fazla medeniyet iddialarını yalanlamakta ve gerçek niyetlerini ortaya koymaktadır.

Kısacası Kürtler Avrupalı devletlerin ve ABD’nin bu bölgedeki hedeflerine ulaşabilmek için bir araç olarak kullanılmaktadır.

86  Avrupa Birliği Azınlıklar Komisyonu,  , (10.04.2010).
87  Özer Ozankaya, a.g.m., s. 2.
88 Esat Öz, “Batı Emperyalizminin Hizmetindeki Tarihçilik: Sevr ve Soykırım Tartışmalarında Stratejik ve İdeolojik Boyut”, 2023 Dergisi, Sayı 57, 2006, s. 63. 

2.4.1.2.2. Ermenilerin Kullanılması 

Avrupalı güçlerin Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan toplulukları ayaklandırarak iç karışıklık çıkartmak ve Osmanlı Devleti’ni daha savunmasız kılmak için kullandıkları bir diğer unsur ise Ermenilerdir. Dış güçlerin uluslararası politikalarının önemli bir kısmını meydana getiren azınlık meselelerinden Ermenilerin 18. yüzyılın başlarından itibaren kullanılmaya başlandığı görülmektedir89. 

Güney Kafkasya’ya inme çabasında olan Rusya, Ermenileri politik emellerine alet eden ilk ülke olarak göze çarpmaktadır. Himaye altına alınmaları için büyük bir çaba gösteren Rusya güneye ilerleyişinde Ermenileri kullanabileceğini düşünmüş ve Osmanlı Devletine karşı bir silah olarak Ermeniler tarafından Ararat Krallığı’nın kurulması çalışmalarını yürütmüştür. Kışkırtmalar sonucu Kafkaslar ve Doğu Anadolu’da ayaklanma çıkartması muhtemel olan Ermeniler 1856 yılında Islahat Fermanı’nın ardından azınlıklar sorunu olarak Osmanlı'nın gündeminde yerini almıştır90. Islahat Fermanı’nın ardından Osmanlı Devleti’nde yaşayan Hristiyanların potansiyel sorun olarak dış güçlerin ilgi odağı olduğu dikkat çekmektedir. Tarih boyunca önemli bir sorun meydana gelmeden beraber yaşamayı başarabilmiş olan Ermenilerin Osmanlı'nın güç kaybı ile doğru orantılı bir şekilde belli bölgelerdeki yıpratıcı faaliyetleri artış göstermiştir. 1877-1878 yıllarındaki Osmanlı-Rus Savaşı esnasında ise bu gerilim iyice tırmanmış olup, Ermeniler Doğu Anadolu’da terör olayları gerçekleştirmiştir91. Bu gerilimin tırmanmasında önemli paya sahip devletlerden olan İngiltere ise Ermeni’lere tavizler ve imtiyazlar vererek bir Ermenistan meselesi yaratmaya çalışmıştır. İngiltere Ermenileri zulüm görmüş bir halk olarak göstererek ABD'yi de bu konuda yanına çekmeye çalışmıştır92. Bir Ermenistan sorunu yaratarak azınlıkları kullanma politikalarını devam ettirmiş olan Avrupa Devletleri, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde İstanbul’da bu alanda çeşitli faaliyetlerde bulunmuşlardır. İstanbul’da bazı örgütler Amerikan komisyonu için bir rapor hazırlayarak bu raporda doğu illerimizden bazılarını Ermenistan’a vermeyi öngörmekteydiler. Hâlbuki bu illerdeki nüfusun çoğunluğu Kürt ve Türklerden oluşmaktadır. Bu topraklardan bir karış bile verilmesi bu gruplar arasında dehşet ve şiddeti ve öç alma duygusunu tetikleyeceğinden çok tehlikeli bir durum arz etmekteydi. Bu durumda yurt toprakları içerisinde kalan Ermeniler için en uygun çözüm adaletli ve eşit şartlar altında vatandaşlıklarının sağlanması olacaktı.

Atatürk’ün ifade ettiği gibi Erzurum ve Sivas arasında yoğun bir Ermeni nüfusu bulunduğunun iddia edilmesi bilgisizlik veya vukufsuzluktan ibarettir93. Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı yıllarında devam eden ayaklanma ve terör olaylarının arkasında da İtilaf Devletleri vardı94.

89  Ali Arslan, “Kutsal Ermeni Papalığı”, Truva Yayınları, İstanbul 2005, s. 28.
90  Bilal Şimşir, “Osmanlı Ermenileri”, Bilgi Yayınevi, İstanbul 1986, s. 11.
91  Bilal Şimşir, a.g.e., s. 20.
92  Mustafa Kemal Atatürk, a.g.e., s. 55.
93  Mustafa Kemal Atatürk, a.g.e., s. 57.
94  Edward J. Erickson, “The Armenians and Ottoman Military Policy 1915”, War in History, 2008,  s. 141.

Rusya ile savaş halinde olan Osmanlı Devleti’nde çok sayıda Türk vatandaşının ölümüne sebep olan Ermeni faaliyetleri bastırılamamış ve çözüm olarak Ermeniler başka bir bölgeye tehcir edilmiştir. Tehcir esnasında da ulaşımda zorluk ve kıtlık gibi Osmanlı Ordusu içinde geçerli olan bazı zor şartlar Ermeni vatandaşların bir kısmının hayatını kaybetmesine yol açmıştır. Ermeniler aynı dönemde Rusya ve İngiltere ordularında gönüllü olarak yer almış ve Birinci Dünya Savaşı sonrası Anadolu İtilaf Devletleri tarafından işgal edilince gönüllü askerliklerini Fransız ordusunda devam ettirmişlerdir95. Fransız ordusundaki en önemli faaliyetleri olarak 1918 yılında başlayan intikam faaliyetleri gösterilebilir. Tehcir sebebi ile almak istedikleri bu intikamın şiddeti 1919 yılında artış gösterdiği için Fransız ordusunun müdahalesine maruz kalmışlardır. Ancak Ermenilerin göstermiş olduğu onca çabaya rağmen vaat edilen ve kurulmaya çalışılan Büyük Ermenistan Devleti bir proje olmaktan öteye gidememiştir. Direnci artan Kurtuluş Mücadelesi neticesinde Ermeni devletini destekleyecek mali kaynak ve askeri gücün olmayışının yanı sıra bu devletin denize açılımı gibi engeller bu projenin gerçekleşmesinde engel teşkil etmiştir96.  İtilaf devletleri savaştan ekonomik ve askeri açıdan oldukça yıpranmış olarak çıktıkları için bu devletin kurulmasını destekleyecek gücü kendilerinde görmemiş, hatta ABD ve Milletler Cemiyeti de  böyle bir sorumluluğun altına girmekten kaçınmıştır. Zaten bu devletin kurulması planlanan bölgelerde de olası bir Ermeni nüfus çoğunluğundan bahsetmek söz konusu bile değildir.

95  Ali Arslan, a.g.e., s. 108.
96 Yuluğ Tekin Kurat, “Türkiye Topraklarının Paylaşılması Hazırlıkları-Sevr”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı 59, Ağustos 1972, s. 24. 

Avrupa devletlerinin kendi çıkarları doğrultusunda Ermeni topluluğunu kullanması 20. yüzyılda olduğu gibi 21. yüzyılda da devam etmektedir97. Ermeniler itilaf devletlerinin kendilerine vaat ettiği ve Sevr anlaşması ile onayladıkları Türkiye sınırları içerisindeki topraklar üzerinde hak iddia etmektedirler. Bu sebeple Ermeniler Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin toprak bütünlüğünü tanımamaktadır. Ermenilerin Türkiye üzerindeki ikinci iddiası ise 1915 yılına ait sözde soykırım iddiasıdır. Ermeniler Türkiye üzerinden yürüttükleri siyasetle dünya kamuoyunda Türkiye’yi küçük duruma düşürmek ve Türkiye’yi katil ve katliamcı bir ülke olarak göstermek istemektedirler. Bu politikaları güderek Türkiye’nin söz konusu katliamı kabul edip özür dilemesini sağlamak ve bundan dolayı tazminat almak istemektedirler. Ancak nihai hedef Türkiye’nin kuzey doğusunu kopararak Ermeni toprakları haline getirmektir98. Bu politika Ermenilerin milli politikası haline gelmiştir. Öyle ki 23 Ağustos 1990 tarihli bağımsızlık beyannamesi 11. Maddesinde 1915’te meydana gelen sözde soykırımın milletler arası arenada kabul ettirilmesinin Ermenistan’ın asli görevi olduğu vurgulanmıştır99. Ayrıca Ermenistan anayasasının 13. Maddesinde devlet armasının merkezine Ağrı Dağı’nın çizilmesi öngörülmüştür100. Son olarak Ermeniler bu politikalar gereği Türkiye ile Ermenistan sınırlarını belirleyen 3 Aralık 1920 tarihli Gümrü Anlaşması’nı ve 13 Ekim 1921 tarihli Kars Anlaşması’nı tanımadığını dile getirmektedir101.

97  İlker Alp, a.g.e., s. 93.
98  İlker Alp, a.g.e., s. 86.
99  Ermenistan Dışişleri Bakanlığı Resmi Sayfası,  , (04.05.2010).
100  Ermenistan Devlet Başkanlığı Resmi Sayfası, (04.05.2010).
101  Araz Aslanlı, “Türkiye-Ermenistan Sınırları Açılmalı mı?”, (04.05.2010). 

Avrupa devletleri ve ABD Ermenistan’a destek olarak Türkiye üzerindeki kontrol ve hâkimiyetlerini arttırma gayretleri içerisindedirler. Avrupa Parlamentosu dâhil hemen hemen bütün Avrupa ülkeleri 1915’teki sözde Ermeni tehciri ve soykırım iddialarını desteklemektedirler. Bu ülkeler parlamentolarında Türkiye’nin Ermeni soykırımı yaptığı yönünde kararlar almaktadırlar. Bazı Avrupa ülkelerinin sözde Ermeni soykırımını kabul etmeyenlere para ve hapis cezası öngördüğü bilinmektedir. Ermeni iddialarını destekleyen Avrupa ülkelerinden Fransa ülkesinde kasıtlı olarak Sevr Sarayı’nın önüne ermeni soykırımı anıtı diktirmiştir102. Avrupa parlamentosu üyesi Fransız parlamenter Jacquer Toubon Ermeni iddialarını kastederek Türkiye’nin Sevr Anlaşması hükümlerini kabul etmesi gerektiğini söylemiştir. Benzer olarak Almanya eski başbakanı Helmut Schmidt Türkiye’ye AB adaylık statüsünün verilmesinin de, Türkiye’nin Sevr Anlaşması imzalanmasına rağmen dağılmamış olmasının da bir hata olduğunu beyan etmiştir.

102  Esat Öz, a.g.m., s. 63.

Bu örnekler Avrupalı güçlerin hala Sevr Anlaşması’nı savunduğunu ve hala Türkiye topraklarının paylaşılması gerektiğine inandıklarını göstermektedir. Bu inancın gereği olarak Türkiye’nin doğusundaki bir kısım toprakların Ermenistan’a verilmesi gerektiğine inanmaktadırlar. Bu sebeple Ermenistan’ı ve Ermenistan iddialarını desteklemektedirler. Uluslararası arenada Türkiye için sonuçları ne kadar elverişsiz olursa olsun kendi menfaatlerini sağlamak adına Ermenistan lehine politikalar izlemekte ve bu politikalarının gereği faaliyetlerde bulunmaktadırlar. 

2.4.2. AB Perspektifinde Avrupa Devletlerinin Güncel Orta Doğu Politikaları 

ABD, Soğuk Savaş döneminde Avrupa’nın güvenliğini garanti altına alabilmek için Avrupa devletlerini bir birlik kurmak hususunda cesaretlendirmiştir. AB iki temel ilke üzerine kurulmuştur: Güvenlik ve ekonomi. Soğuk Savaş döneminde AB ülkeleri arasında daha yoğun olan stratejik ortaklık ilişkisi Soğuk Savaş döneminden sonra rekabetçi ekonomik ilişkilere dönüşmüştür103.

Orta Doğu bölgesi stratejik önemi ile AB'nin devamlılığını ve gücünü etkileyecek bir potansiyele sahiptir. Bu sebeple AB ülkeleri Orta Doğu üzerine ortak ve iyi planlanmış politikalar üretmek durumundadırlar. Hali hazırda Orta Doğu’dan en çok petrol ve gaz ihraç eden bölge Avrupa bölgesidir. Avrupa tek başına %50’lik enerji tüketimi yapmaktadır. Bu oranın 2030 yılında %70 olması beklenmektedir. Bu enerji büyük oranda körfezden, Kuzey Afrika’dan ve Rusya’dan sağlanmaktadır ki ilk iki bölge Orta Doğu sınırlarında kalmaktadır. Bu gerçekler AB için Orta Doğunun önemini ortaya koymaktadır104. Diğer taraftan, Orta Doğu Avrupa ile fiziksel olarak komşudur. Bu bölge adeta Avrupa’nın arka bahçesi gibidir. Bu yakınlık Avrupa’yı iki türlü alakadar etmektedir. Birincisi, Avrupa’daki gelişme ve ilerleme Orta Doğu’ya da yansımakta bu bölgelerde göreceli olarak gelişip ilerlemektedir. İkincisi, tersine bir etkileşim de söz konusudur. Orta Doğu’daki kargaşa, çekişme ve terör olayları da Avrupa’yı etkilemekte zaman zaman da Avrupa’ya taşmaktadır. Geçmişte çoğu Orta Doğu ülkesinin İngiltere, Fransa, İtalya gibi Avrupa ülkelerinin sömürgesi olması iki bölge arasındaki ilişkiyi kuvvetlendirmektedir. Bu bağlardan dolayı Orta Doğu ülkelerinden yoğun olarak Avrupa ülkelerine çoğu yasal olmayan göçler olmaktadır. Özellikle 90’lı yıllarda kuzey Afrika ülkelerinden bu ülkelerde iç çatışma ve kötü ekonomik koşullardan dolayı çok sayıda göç olmuştur. Özellikle Fransa, İspanya ve İtalya bu göçlerin hedefinde olduğundan bu ülkeler bu tehlikeye karşı önlem almak istemektedirler. Orta Doğu’dan gelen bu nüfus bölgede yaşanan siyasi, ekonomik ve sosyal olayların etkilerini Avrupa ülkelerine de taşımaktadırlar. Bu durum ise sosyal şartların kötüleşmeye ve ırkçılığın artmaya başladığı Avrupa ülkelerini rahatsız etmektedir. Bu tehlikeye karşı AB ülkeleri kendi güvenlik ve çıkarlarını korumak için iki türlü tedbir almaktadır: AB’yi genişletmek ve AB üyesi olmayan ülkelerle işbirliği yapıp Orta Doğu’ya karşı bir tampon oluşturmak105.

103 Kenan Dağcı, “The EU’s Middle East Policy and Its Implications to the Region”, Turkish Journal of International Relations, Vol. 6, No.1&2, Spring & Summer 2007, s. 176.
104 Kenan Dağcı, a.g.m., s. 178.
105 Kenan Dağcı, a.g.m., s. 181.

Bunun dışında AB'nin Orta Doğu ülkeleri ile üç farklı şekilde ilişki kurduğu gözlemlenmektedir. Bu üç farklı ilişki tipini de Orta Doğu ülkelerinin coğrafik, ekonomik ve siyasi şartları belirlemektedir. Bu üç grup ilişki türü şunlardır: Avrupa Akdeniz Müttefikleri, Körfez Arap ülkeleri konsülü ile işbirliği ve Irak, İran ve Yemen ile işbirliği. Körfez Arap ülkeleri konsülü ile işbirliği politikası kapsamında AB, Suudi Arabistan, Bahreyn, Kuveyt, Umman, Katar ve Birleşik Arap Emirliği ülkeleri ile 1989 yılında enerji ve ekonomi alanlarında siyasi işbirliğini sağlama ve devam ettirme Anlaşması imzalamıştır. AB Irak, İran ve Yemen ile işbirliği politikası kapsamında 2002 yılında İran ile de bir Anlaşma yaparak insan hakları, terörizm ve Orta Doğu barış sürecinde işbirliği sağlama yoluna gitmiştir. 1997 yılında ise Yemen ile yapılan antlaşma ile ticaret ve gelişme alanlarında işbirliği sağlanmıştır. Irak ile işbirliği ise Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu ile yaşanan gerginliğin ardından son bulmuştur106.

106  Kenan Dağcı, a.g.m., s. 183. 

Özetle günümüzde AB’ye dâhil ülkelerin politikaları için şunları söylemek mümkündür. Avrupa coğrafi olarak Orta Doğu'ya yakın olduğu için bölgeyi etkilemekte ve bölgeden etkilenmektedir. Özellikle yasal olmayan göçlere ve terör olaylarına karşı AB iyi bir Orta Doğu politikası izlemek durumundadır. Bir diğer yandan AB artan enerji ihtiyacını sorumsuz karşılayabilmek için Orta Doğu bölgesindeki ülkeler ile işbirliği içinde olmak zorundadır. Bu sebeplerle Avrupa ülkelerinin günümüzde ve gelecekte kendi çıkarlarını garantilemek için Orta Doğu politikalarını sürdürmeleri kaçınılmaz görünmektedir. 

2.5. ABD’nin Orta Doğu Politikaları 

Türkiye, bulunduğu coğrafya itibari ile Orta Doğu’nun önemli bir o kadar da stratejik bir parçasıdır. Böyle bir pozisyon gereği, Türkiye, Orta Doğu üzerinde egemenlik savaşı içerisinde olan birçok emperyalist devlet için bazen yandaş ülke bazen de karşıt ülke durumunda bulunmaktadır. Kültürler arası etkileşimin yoğun bir şekilde yaşanmış olduğu ve halen de yaşandığı bir bölge üzerinde bulunması hasebiyle Türkiye kültürler arası bir köprü vazifesi de icra etmektedir. Bu bölümde Türkiye’nin Orta Doğu içindeki rolü ve yabancı devletlerin Orta Doğu politikalarının Türkiye üzerindeki etkilerine değinilecektir.

Avrupalı devletler ve ABD geçmişten günümüze Orta Doğu devletlerine karşı politikalarını değişik isim ve bahanelerle devam ettirmektedir. Bu politikalardan Türkiye olumsuz etkilenmektedir. Bu devletler kimi zaman azınlıkları, kimi zaman da etnik milliyet temelinde vatandaşlarımızı kandırarak kullanmaktadırlar. Sadece bununla yetinmeyip Türkiye’nin komşularıyla süregelen problemlerini kullanarak yürüttükleri politikalarla bölgede uzlaşmadan uzak hırçın ve saldırgan bir politika izleyen Türkiye izlenimi vermektedirler. Bu politikalar gereği Türkiye’ye karşı ırkçılığa dayalı kasıtlı görüş ve davranışlarını sürdürmektedirler.  

Bunların yanında Türkiye’de milli birliği ve bütünlüğü bozacak bölgecilik, dini ve kültürel ayrılıklar gibi hassas meseleler kaşınmakta ve ayrılıklara sebebiyet verecek faaliyetler yürütülmektedir. Yine bu politikaların gereği Türkiye’yi zayıflatacak, milli birliği ve beraberliğini bozacak faaliyetler yürütmeyi hedeflemiş PKK, KADEK, KONGRA-GEL, ASALA ve benzeri terör örgütleri siyasi, hukuki, stratejik, maddi ve manevi yönlerden desteklenmektedir107.

107  İlker Alp, a.g.e.. s. 98. 

Geçmişten bu yana süregelen Orta Doğu politikaları genel itibari ile Türkiye üzerinden yapılmaktadır. Yapılan siyasi hesaplar ile bu emperyalist güçler perde arkasında farklı amaçlar güderek Türkiye’yi de bu oyunlara ortak edip bölge üzerinde hâkimiyet sahibi olmak istemektedirler. Bu bağlamda, bugün devam eden çeşitli operasyonlara yandaş olan devletler müttefik olarak gösterilmekte, ortak olmayan devletler ise kendi içlerindeki problemler körüklenerek kargaşa ortamına çekilmek istenmektedir108.

108  Mahir Kaynak-Emin Gürses, “Büyük Ortadoğu Projesi”, (17. Baskı), Timaş Yayınları, İstanbul 2008, s. 27-28.



Türkiye, zengin doğu ile sanayileşmiş batının kesiştiği bir noktada bir köprü vazifesi görmekte ve dünya petrol rezervlerinin %70’inden fazlası bu köprü üzerinden aktarılmaktadır. Sahip olduğu yer altı kaynakları ile de Türkiye gözde bir ülkedir. Örneğin, gelecekte uzay teknolojilerinde kullanılacak olan Bor rezervlerinin de %66’sı Türkiye’de bulunmaktadır109. 

Bunların yanında ABD Türkiye’nin de içinde bulunduğu Orta Doğu bölgesine özel önem vermekte olup bölge üzerinde BOP başta olmak üzere bir takım planları ve projeleri bulunmakta, bu stratejik bölgedeki yeraltı kaynaklarına sahip olabilmek için de bölgede etkinliğini artırmak niyetindedir.

109 Recep Kök, “ABD’nin Orta Doğu Projesi ve Enerji Koridorlarının Merkezindeki Türkiye”,  (22.04.2010).



Soğuk Savaş döneminde ABD uluslararası politikalarını o dönemin koşulları itibariyle temel faktör olarak askeri güce bağlamıştır. Ancak 1973’deki petrol krizi ve diğer Avrupa ve Asya ülkelerinin güçlenmeleri, ABD’nin güvenlik ve uluslararası politikalarını ekonomi üzerine yöneltmiştir. Soğuk Savaş’ın bitmesi ve güvenlik kaygılarının azalması ile ekonominin temel birimlerinden biri olan enerji politikaları ABD için en önemli politikalardan biri haline gelmiştir110. Bu projeler dâhilinde önceden BOP’un hedef ülkeleri arasında yer alan Türkiye, şimdilerde laiklik temelinde demokratik ülke olma özellikleri göz önüne alınarak diğer bölge ülkelerine model olarak gösterilmekte, ABD’nin uzun süreli sadık müttefiki, NATO (North Atlantic Treaty Organization) üyesi, AB adayı ve Batı ile entegre olma sürecinde olması gibi uluslararası menfaatler göz önünde bulundurularak bu projenin öncelikli hedefi olmaktan çıkarılmıştır111.  

Türkiye sahip olduğu jeopolitik ve jeostratejik konumu ve sahip olduğu genç  ve Müslüman nüfusundan dolayı hem Avrupa devletlerinin hem de ABD’nin politikalarının odağında yer almaktadır. ABD’nin Orta Doğu’daki hedeflerine ulaşabilmesi için ya Türkiye’yi müttefik olarak kullanması ya da Türkiye’yi kontrol edebilmesi gerekmektedir. Türkiyesiz, ABD’nin Orta Doğu’da kalıcı bir başarı kazanması mümkün değildir. ABD şu sebeplerden dolayı Türkiye’ye muhtaçtır; Birincisi, Türkiye İran Irak ve Suriye gibi ABD için stratejik önemi olan ülkelere komşudur. İkincisi, Türkiye Kafkasya Orta Doğu ve Orta Asya’da bulunan devletlerle milli ve dini sebeplerle yakın bağları ve olan saygın ve güçlü bir ülkedir. Üçüncüsü, ABD bu bölgede Türk ordusunun tecrübe ve geniş potansiyeline muhtaçtır. Bütün bu sebeplerden dolayı ABD Orta Doğu politikalarının başarısı için  Türkiye’ye muhtaç konumdadır. Türkiye’nin kontrolünü sağlayabilmek için ABD ulusal ve uluslararası platformlarda gizli ve açık faaliyetlerini sürdürmektedir. Örneğin Türkiye’nin sahip olduğu kozmopolit ve etnik yapı mezhep ve din farklılıkları kullanılarak Türkiye üzerinde kontrol ve hâkimiyetini arttırmaya çalışmaktadır. Özellikle bir kısım Kürt vatandaşlarımız bu faaliyetlerde etkin olarak kullanılmaktadır112.

110  Seval Gökbaş, a.g.m., s. 3.
111  Altuğ Günal, “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”,   (20.04.2010).
112  İlker Alp, a.g.e., s. 7. 

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, savaş süresince tarafsız kalan Türkiye, dönemin egemen güçlerinden olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin baskısına maruz kalmıştır. Bu baskılar sonucunda destek arayışlarını Batı’ya yönelten Türkiye, jeopolitik konumu hasebiyle ABD ve İngiltere’den SSCB’nin egemenliğini kırmaya yönelik diplomatik destek görmüştür. Fakat Truman Doktrini ile başlayan yardımların bir ittifak çerçevesinde olmayışı Türkiye’nin kendini SSCB tehdidine karşı güvensiz hissetmesine sebebiyet vermiştir. 1952 yılında gelen resmi NATO üyeliği batılı devletlerin diğer bir taraftan Orta Doğu’daki petrol rezervlerini güvenlik altına aldıklarının göstergesiydi. Bu politikalar bölge üzerinde artan SSCB ve komünizm tehlikesine karşı SSCB’nin güneyindeki devletlerin egemen güçler ile kendi aralarındaki münasebetlerini geliştirip kuvvetlendirmeye yönelikti. NATO üyeliği ile Türkiye SSCB tehlikesine karşı güvenlik önlemi alırken öte yandan Batı dünyasındaki yerinin kabul görmesini sağlam temeller üzerine oturtmuştur. Ancak perde arkasında Türkiye’nin NATO’ya alınmasının sebebi ABD’nin bölge üzerindeki SSCB nüfuzunu kırmaya çalışması ve bu tehlikeye karşı kendisi ve Avrupa devletleri için bir tampon bölge oluşturma gayretidir113.

113 Yusuf Sarınay, “Türkiye’nin Batı İttifakına Yönelişi ve NATO’ya Girişi (1939-1952)”, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1988, s. 98. 

Türkiye sahip olduğu konum itibari ile dünya doğalgaz ve petrol rezervlerinin en yoğun olduğu geniş bir bölgenin tam ortasında yer almaktadır. Bu konum Türkiye’nin uluslararası arenada jeopolitik önemini her geçen gün arttırmaktadır. Mevcut enerji kaynaklarının ekonomik şekilde ve güven içinde uluslararası pazara aktarılması konusunda başka seçenek olmaksızın Türkiye tek alternatifi teşkil etmektedir.  Türkiye bu potansiyeli, gerek enerji kaynaklarına sahip olan ülkeler açısından gerekse bu enerji kaynaklarını talep eden ülkeler açısından doğru ve yerinde kullanmalıdır. Ayrıca bu enerji kaynaklarını uluslararası arenada küresel bir güç unsuru olarak kullanmak isteyen ABD ve Rusya gibi ülkeler açısından da, Türkiye kendi çıkarları öncelikli olmak üzere, yönetmek, dengelemek ve icra etmek durumundadır. Küresel anlamda oynanan bu oyunda Türkiye’nin rolünü önemli kılan şüphesiz bulunduğu jeopolitik konumudur.

Bulunduğu pozisyon gereği Türkiye küresel dengeler ile birlikte kendi çıkarlarını da göz ardı etmemek durumundadır.  Enerji kaynakları açısından dışa bağımlı bir durum içerisinde oluşu ve gelecek yirmi yıllık süreçte de bu bağımlılığın devam edeceği dikkate alınırsa Türkiye bu süreci iyi değerlendirmeli, enerji kaynaklarını temin ettiği ülke sayısını arttırmalı ve hem siyasi hem de ekonomik açıdan enerji güvenliğini sağlamalıdır. Bu güvenlik stratejisi, küresel bir oyun halini alan enerji kaynaklarını sahiplenme ve kontrol altında tutma oyununun Türkiye dışındaki oyuncularını rahatsız etmektedir114.

114  Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, “Türkiye’nin Enerji Satrancı”, (23.04.2010).


Türkiye’yi ABD ve diğer güçlü devletler açısından önemli kılan bir diğer unsurda Türkiye’nin Orta Doğu bölgesinin bir parçası olmasıdır. Orta Doğu bulunduğu konum, sahip olduğu petrol ve çeşitli kültürlerin birleşme noktası olması ve ayrıca jeopolitik bir geçiş noktası arz etmesi itibarı ile ABD’nin bölge üzerine olan ilgisini gün geçtikçe arttırmaktadır. ABD’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesi ve İpek Yolu Stratejisi Yasası incelendiğinde, ABD’nin kendi tasarladığı Avrasya’yı yaratma peşinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu politikaların esası bölgedeki enerji koridorlarını kontrol etmek olarak yorumlanmaktadır. 

Dünya petrol rezervinin %64’ü Orta Doğu bölgesinde bulunmaktadır. Petrol sadece ulaşım araçlarında yakıt olarak kullanılmamaktadır, en yaygın ve en ekonomik enerji kaynaklarından biri olan petrol bazen silah olarak, bazen de politik sistemlerin güvencesi olarak kullanılmakta ve bu özelliğiyle uluslararası ilişkilere yön vermektedir. Hal böyle olunca ABD'nin bu bölgeye ilgisiz kalması beklenmemektedir. Dünya nüfusu 6,5 milyar ve ABD nüfusu 300 milyon olmasına rağmen tüm dünyada üretilen petrolün %25'ini ABD kullanmaktadır. Rakipleri Çin ve Hindistan'ın ekonomik yönden hızla gelişmeleri petrole olan ihtiyacı artırmakta ve dolayısıyla petrol önemini günden güne artıran bir silah haline gelmektedir. Bu enerji kaynaklarına hâkim olmak isteyen ABD, bölgede lider ve tam bağımsız bir ülke durumunda bulunan Türkiye’nin öneminin farkındadır. Çünkü Türkiye ABD’nin bölgedeki hedeflerine ulaşması için kilit ülke konumundadır. Türkiye’de ABD gibi terör tehdidi yaşamış ve hala yaşamakta olan bir ülke olması sebebiyle, ABD, Türkiye ile müttefiklik ilişkilerini geliştirmek ve Orta Doğu projesinde Türkiye’yi kullanmak ve güvenlik için işbirliği projeleri geliştirmektedir115.  

Dünyadaki enerji kaynaklarının kısıtlılığı ve bu enerji kaynakları için her geçen gün artan talepler bazı egemen güçler arasında mevcut enerji kaynaklarına sahip olma duygusu uyandırmakta ve bu duyguya bağlı olarak bu güçler arasında çeşitli çatışmaları tetiklemektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada, enerji kaynaklarına yakınlık açısından, dünya üzerindeki Rusya ve ABD gibi iki önemli güç bölge üzerinde nüfuz sahibi olabilme açısından mücadele vermektedirler. Yaşanan bu hâkimiyet mücadelesi bölgeye yakın devletler üzerinde çeşitli etkiler yaratmaktadır116.

115  Seval Gökbaş, a.g.m., s. 5.
116  Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, a.g.m., s. 4.

Emperyalist güçler için Orta Doğu bölgesi ve dolayısı ile Türkiye, elde edilmesi gereken bir hedeftir. Bu durum Türkiye’nin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne, bağımsızlığına, güvenliğine ve huzuruna zarar verebilecek bir tehdittir. Emperyalist güçlerin hedeflerine ulaşmak için kullandıkları araçlar bellidir. Ana araçlar; azınlıklar, dini gruplar (cemaatler), fakirler ve öğrenciler, bunları takviye eden diğer araçlar; dini kurumlar (patrikhane), barış dernekleri, insan haklarını savunan dernekler, siyasi partiler, legal ve illegal oluşumlardır. Bunların yanında bu devletler bu harbin bir parçası olarak siyasi, hukuki, mali, iktisadi, psikolojik, pedagojik, sosyo-kültürel, ideolojik ve gizli harp unsurlarını kullanmaktadırlar. Bunlar diplomasi ve gerektiğinde askeri güç ile desteklenmektedir. Gizli harp ise geniş sabotajlar (genel grevler, meclislerin çalışamaması, hükümetlerin kurulamaması, bölücülük, mezhepçilik, dini, sendikal, ideolojik, vb faaliyetler) ve dar sabotajlar (şantaj, tehdit, terör, suikast, saldırı) olmak üzere uygulanmaktadır. Hedef kitlelerin düşünce ve davranış biçimlerini değiştirmek için ise propaganda faaliyetleri etkin olarak kullanılmaktadır. Propaganda faaliyetleri için ise TV, radyo, gazete, internet, dergi, vb. gibi basın yayın araçları kullanılmaktadır117. 

Avrupa devletleri ve ABD hedef ülkelerde nifak ve ihtilaf araçları olarak din, mezhep ve etnik farklılıkların çatışma araçları olarak kullanılmasına ağırlık vermişlerdir. Bu devletler geçmişte olduğu gibi günümüzde de zengin enerji kaynaklarıyla jeopolitik ve jeostratejik öneme sahip olan bölgeleri denetlemek suretiyle dünya üzerindeki hâkimiyetlerini pekiştirmek, iktisadi menfaatler sağlamak ve Hristiyanlığı yaymak yönündeki faaliyet ve mücadelelerini sürdürmektedirler. Özellikle ABD, BOP kapsamında hedef bölge ve ülkelerdeki din, mezhep ve etnik çatışmaları tahrik etmektedir. Örnek olarak, Kuzey Irak’ta Kürt oluşumları destekleyerek bölgelerdeki Türk uyruklular rahatsız edilmiş hakları ellerinden alınmış, ayrıca Şii ve Sünni Araplar birbirine düşürülerek Irak Devleti’nin üçe ayrılması sağlanıp sonrada işgal edilmiştir. Bölgedeki gerginlikten en çok etkilenen ülkelerden birisi Türkiye olmuştur. 1990’lı yıllardaki PKK ve Kürt faaliyetlerinin artmasında da bu ülkelerin izlerini bulmak mümkündür118. Avrupa ülkeleri ve ABD Orta Doğu ve Türkiye üzerindeki hedeflerine ulaşabilmek için yeri geldiğinde Yunanistan ve Ermenistan gibi küçük devletleri de politikalarına alet etmektedirler119. Bütün bunlar Türkiye açısından önemli birer tehdit oluşturmaktadır.

ABD kadar Avrupa devletleri de Türkiye’yi Orta Doğu’daki çıkarları için kullanmak istemektedirler. AB üyesi devletlerin elinde Türkiye’nin AB üyeliği kozu her zaman bir pazarlık unsuru olarak saklı tutulmaktadır. Recep Kök bir makalesinde AB'nin bu tutumunu şu şekilde değerlendirmiştir: 

“Türkiye, zamanlama hatasına bağlı olarak gümrük birliği ile pazarlık gücünü zaafa uğratmış; dış ticaret avantajını kaybettikten sonra da şu taktikle karşı karşıya kalmıştır:  

- Tam üyelik için bir beklenti yaratılacak, ancak dengesiz bir çıkar ilişkisi sürdürülerek Kopenhag kriterleri adı altında kapıda bekletilmektedir. 

- Kıbrıs’a ilişkin Annan planı ile ulusal refleksler denenmiş ve Sevr’e giden yolu emin kılmak için malum ‘entelektüel işportacılar ve taşeronlardan yararlanılmaktadır.  

- Kapanına sıkışmış ve entelektüeli önemsenecek düzeyde tuzağa düşürülmüş Türkiye’ye yıldırma ve bezdirme politikası uygulanmaya devam edilmekte Sevr’e teslimin şartları oluşturulmaktadır120.” 

117  İlker Alp, a.g.e., s. 3. 


118  İlker Alp, a.g.e., s. 5. 
119  İlker Alp, a.g.e., s. 6. 

120  Recep Kök, a.g.m., s. 3-4. 

2.5.1. ABD’nin Orta Doğu Politikalarının Bölge Ülkeleri ve Türkiye  Üzerindeki Etkileri 

ABD Orta Doğu’da uzak ve yakın vadede planladığı projelerin gerçekleştirme ihtimallerini netleştirmek için Irak’ı işgal etmiş ve bölge üzerinde deneme yanılma yöntemine dayalı bir politika izlemiştir. Irak'ın işgali yalnız Irak'ın iç düzenini değil çevre ülkelerin de askeri güç düzenlerini sarsarak ekonomik ve jeostratejik çıkarlarında değişiklik yapılmasını gerektirmiştir. Bu etkileşim gerçeği ile uluslararası arenada komşu ülkelerin yaşadığı ve çevrelerine yansıttığı tehlikeleri hesaplamak gerekmektedir. Bölgede bulunan bir devletin tehdit altında olması ve bu tehdidin zincirleme reaksiyonları bölge ülkelerinin tehlike karşısında yeni bir politik duruş ve savunma mekanizması geliştirmek zorunda kalmaları konusunu gündeme getirmektedir. İç savaş ve bölünme gibi tehdit unsurlarının yoğun yaşandığı Orta Doğu ülkelerine komşu olan devletlerin de bu kargaşa ortamından etkilenmesi ve kendi politikalarını bu ortamın şatlarına göre belirlemesi söz konusudur121

ABD’nin BOP kapsamında Irak’ı işgal etmesi diğer bölge ülkelerini etkilediği gibi komşu ülke olan Türkiye’yi derinden etkilemiştir ve etkilemeye de devam etmektedir. Türkiye Orta Doğu’nun merkezi olması sebebiyle Irak istikrarsızlığından en fazla etkilenecek olan ülke konumundadır. Tarih boyunca Türkiye ve bölge ülkeleri arasında dini bir kutuplaşma olmamıştır ve bu durumun idamesi için Diyanet İşleri Başkanlığı aşure günleri gibi çeşitli organizasyonlar ile kültürler arası barış ve kardeşliği canlı tutmaya çalışmaktadır. Türkiye’nin bölge ile ilgili politikaları dış güçlerin tesiri altında kalmadan ve belirli amaçlar çerçevesinde belirlenmelidir. Bu durumun aksi söz konusu olduğunda Türkiye zayıflık belirtileri göstermiş olacaktır. ABD’nin yürüttüğü BOP kapsamında Türkiye zorluklar ile karşılaşacak ve büyük operasyonlara maruz kalacaktır. Böyle bir durum karşısında çatışmaların Türkiye’ye sıçramasını engellemek için bölgede ve Türkiye içinde ideolojik farklılıklar göz ardı edilmeli ve buna bağlı hesaplaşmalar ötelenmelidir122

121  Aydın Beyatlı, a.g.m., s. 2-3.
122  Mahir Kaynak-Emin Gürses, a.g.e., s. 51.

2.5.2. Din ve Etnik Milliyet Temelli Çatışmaların Kullanılması 

ABD Orta Doğu’da kendi milli çıkarlarını elde etmek için politikalar yürütmekte ve çıkarlarına ulaşmak için her türlü taktiği kullanmaktan imtina etmemektedir. ABD bölgedeki farklılıkları artık ideoloji ekseninden çıkartıp din ve ırk ekseninde değerlendirmektedir.  Bölgenin din ve etnik açıdan sahip olduğu çeşitlilik dış güçlerin yardımıyla çatışmalar ile tetiklenip bir kaos ortamı yaratılmak için kullanılmak istenmektedir. Batılı devletlerinin demokratikleşme kavramına uzak olan bu çatışmalar yerel kuvvetlerin oluşmasına engel olacak ve dışa bağımlı ve manipüle etmeye uygun bir ortam oluşturulacaktır123.  

Bölgesel bir tabandan yayılıp komşu devletleri de etkisi altına alacak olan bu kaotik ortam bölgeye yakın devletleri bu kargaşayı tetikleyen egemen güçler ile anlaşmaya ve hatta müttefik olmaya zorlayacaktır. Türkiye’nin AB devletleri ve ABD ile anlaştığı zaman AB’ye giriş sürecinde önündeki engellerin kaldırılacağı öngörülmektedir.

Geçmişte NATO üyeliğinin sağlamış olduğu avantajlar sayesinde bir birliktelik sağlanmıştır. Bu tarz birliktelikler Türkiye’nin dünya duruşunu belli etmekte ve gerek dış gerekse iç kavgalar sona ermektedir. Bunun sebebi Türkiye içinde yaşanan çatışma ve kavgaların sebeplerinin dış güçlerden kaynaklanmasıdır.  Bu temelde Türk ekonomisi belirli ölçülüler ile gelişebilir ve Türkiye istikrara kavuşur124.  



123  Mahir Kaynak-Emin Gürses, a.g.e., s. 17. 

124  Mahir Kaynak-Emin Gürses, a.g.e., s. 25. 

2.6. ABD’nin Yeni Dünya Düzeni 

Tezin bu bölümünde ABD’nin Orta Doğu bölgesi üzerindeki politikaları BOP merkezli olarak incelenecektir. İlk olarak SSCB’nin dağılmasının ardından tek süper güç olarak varlığını devam ettiren ABD’nin Yeni Dünya Düzeni adı altında yürürlüğe koyduğu yayılmacı dünya siyaseti özetlenecek, ardından BOP’ un tanımı, amacı, tarihçesi ve kapsamı anlatılacak, daha sonra BOP çerçevesinde Türkiye ve ABD ilişkileri tartışılacak ve son olarak ABD’nin Orta Doğu politikalarında başarılı olmak için kullandığı unsurlar izah edilecektir. 

2.6.1. ABD’nin Yayılmacı Dünya Siyaseti ve Orta Doğu 

Günümüzde ABD tek hâkim güç olarak kendi gücünü ve hâkimiyetini devam ettirebilmek için dünyanın her yerinde yayılmacı bir siyaset gütmektedir. Aslında bu davranış ABD’ye özgü değildir. Tarih boyunca imparatorluklar ve ülkeler büyük güç haline gelmek ve güçlerini kadim kılmak için bulundukları dönemdeki stratejik toprak parçalarına hâkim olmak ve kritik enerji kaynaklarını ve bu kaynaklara yakın yolların egemenliğine sahip olmak istemişlerdir. Roma İmparatorluğu, Osmanlı Devleti, İngiltere Krallığı ve günümüzde ABD için aynı husus geçerlidir. Ancak ülkelerin bu politikaları uygularken kullandığı araçlar ve tarz farklılık gösterebilir ve göstermiştir de.

Örneğin, sanayi devrimi öncesi baharat, ülkelerin kritik üretim maddesi idi ve baharata sahip olmak ve baharatın üretildiği ve nakledildiği bölgelere hâkim olmak önemli idi ve bunun mücadelesi yapılıyordu. Makine sonrası ise baharatın yerini günümüzde üretim, ulaşım ve modern yaşam tarzı için zaruri olan enerji kaynakları aldı. Bu sebeple bu kritik enerji kaynaklarına sahip olan veya enerji kaynaklarını kontrolü altında tutan ülkelerin dünya üzerinde egemen güç olacağı söylenebilir125. Günümüz dünyasında egemen güç ABD'dir ve ABD bu konumunu devam ettirebilmek için yayılmacı siyasetine devam etmektedir. ABD’nin kendi resmi politikası olan Yeni Dünya Düzeni söylemi ile kastettiği de aslında Amerikan ideolojisinin dünyaya hâkim olduğu bir sistemdir126.  

ABD’nin dünya üzerinde yürüttüğü yayılmacı siyaseti şu sebeplere bağlamak mümkündür: 

Birincisi, ABD’nin sanayi ve tarım üretimi kendi ihtiyaçlarının çok ötesinde büyümüştü. Bu sebeple ABD’li politikacılar ve ekonomistler hem bu ihtiyaç fazlası ürünleri satmak hem de ekonomik büyümeyi hızlandırmak için yabancı pazarların gerekli olduğunu ve hatta bunun için saldırgan dış politikalar izlenmesi gerektiğine inanıyorlardı.

İkincisi, ABD’ye yön veren düşünürler ve akademisyenler arasında Sosyal Darvinizm ve ırkçılık düşünceleri yaygınlaşıyordu. Bu akımın yansımaları ile ABD, Anglo-Sakson beyaz ırkı diğer ırklardan üstün sayarak zayıf ve geri kalmış 3. Dünya ülkelerini medenileştirmek ve Hristiyanlaştırmak istiyordu.

Üçüncüsü, ABD kendi vatandaşlarının ihtiyaçlarını ve memnuniyetini en üst seviyede sağlamak için daha çok enerji kaynaklarına ihtiyaç duyuyordu ve bu kaynakları kendi topraklarından karşılaması mümkün değildi. Bu kaynakları elde etmek için ABD’nin diğer dünya ülkelerinden kaynak elde etmesi gerekiyordu127.

125 Ahmet Özer, “11 Eylül, Bölünen Dünya, Huntington ve Çatışma”, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, Cilt 4, Sayı 2, s. 1-23.
126 Hasan Şafak, “Büyük Orta Doğu Projesi, İsrail’in İmparatorluk Planı”, Profil Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 28.
127 Wapedia web sitesi, “ABD Yayılma Siyaseti”, (13.04.2010). 

Bu gerçekler ışığında ABD’nin kendisinden binlerce kilometre uzaklıkta bulunan Kore, Vietnam, Afganistan, Somali, Kosova, Irak vb. ülkelerde yürüttükleri savaş ve diğer faaliyetler daha anlaşılır olmaktadır128. Orta Doğu bölgesi için de benzer gerekçeler geçerlidir. ABD hem Orta Doğu’daki enerji kaynaklarına sahip olmak hem de bölgede kendi istediği çizgiye gelmeyen ve kendi istediği düzene tabi olmayan ülkelere saldırı düzenleme hakkını kendinde görmektedir129. Prensip olarak ABD uzlaştığı ülkelere karşı herhangi bir operasyon yapmaz. Örneğin, Libya eğer ABD ile uzlaşıyorsa, ABD zaten masrafsız istediğini almış olacağından çatışmaya girmez. Eğer uzlaşamazsa farklı taktikler kullanarak zorla da olsa istediğini alır130. Bu politikaları kullanarak ABD Orta Doğu bölgesine de hâkim olmuştur. Osmanlı Devleti’nin yıkılışının ardından Orta Doğu’da nüfus sahibi olarak İngiltere ve Fransa görülmektedir. Bölgenin stratejik önemi nedeniyle Amerika Birleşik Devletleri de bölge üzerinde kontrol sahibi olmuştur ve günümüze kadar nüfuzunu arttırarak bölgenin en önemli gücü haline gelmiştir131.  

ABD’nin yürüttüğü yayılmacı dünya siyasetinin Orta Doğu bölgesi çok özel bir konumdadır. Çünkü Orta Doğu dünya coğrafyasında çok özel ve kritik bir öneme sahiptir. Mahir Kaynak Orta Doğu’nun bu önemini şu şekilde açıklıyor: “Eğer, Büyük Orta Doğu’ da Avrupa etkili olursa, Avrupa dünyanın en büyük gücü haline gelir. Eğer Rusya kontrol ederse, Rusya en büyük güç olur. Eğer Amerika bu bölgeleri kontrol edemezse, büyümeyi bırakın küçülmek zorunda kalır. Ve dünya üzerinde etkinliği azalır132.

128  Altuğ Günal, a.g.m., s. 158.
129  Ahmet Özer, a.g.m., s. 1.
130  Mahir Kaynak-Emin Gürses, a.g.e., s. 18.
131  Halis Çevik, a.g.e., s. 11.
132  Mahir Kaynak-Emin Gürses, a.g.e., s. 14.

Yukarıda ABD’nin yayılmacı siyaseti için saydığımız üç nedende ABD’nin neden Orta Doğu ile ilgilendiğini açıklamaktadır. ABD’nin Orta Doğu bölgesine ilgisini detaylandırmak daha faydalı olacaktır. Orta Doğu öncelikle zengin petrol kaynaklarına sahiptir ve bu petrolün gerek karadan gerekse Süveyş Kanalı yoluyla denizden nakledilmesi yine Orta Doğu bölgesinden sağlanmaktadır. Bu kadar kritik bir bölge olan bölgeye ABD hem hâkim olmalıdır hem de buranın güvenlik ve istikrarını sağlamak zorundadır. ABD’nin 2030 yılında petrol tüketiminin 75 milyon varilden 120 milyon varile çıkacağı ve ayrıca kendilerinin petrol ithali için 2030 yılında yıllık 150 milyar dolar harcamaları gerekeceği öngörülmektedir. Bu tarihte Çin ve Hindistan'ın petrol ihtiyacı da %100 artmış olacaktır. Bu şartlar altında dünya nüfusunun %5’ini oluşturmasına rağmen dünya kaynaklarının %40’ını kontrol eden ABD için Orta Doğu bölgesine hâkim olmak bir zorunluluk gibi görünmektedir. Bölgenin coğrafi konumu da ABD için kritik önemdedir. Üç kıtanın ortasında bulunan bölge ABD açısından kritik öneme sahip birçok ülkeye komşudur. ABD bu bölgeye hâkim olursa bu ülkeleri daha kolay takip ve kontrol edebilecektir. Özellikle son yıllarda Çin’in artan sermaye akışı ile hızlı büyümesi ve küresel bir güce dönüşmüş olması ABD'yi tedirgin etmektedir. Hindistan’da da benzer ekonomik büyüme ABD'yi rahatsız eder durumdadır. Orta Doğu’da hâkim bir ABD Çin ve Hindistan'ı daha kolay kontrol edebilecektir. Ayrıca Rusya’ya da yakın olan bölge bu ülkenin de kontrolü için elverişli bir konumdadır. Orta Doğu’yu ABD için değerli kılan sebeplerden birisi de din kaynaklıdır. Ağırlıklı olarak Protestan Evanjelist Hristiyanların yaşadığı ABD’de bu inanç gereği Kudüs ve Yahudilik çok önem arz etmektedir133. Yukarıda bu konu detaylı olarak izah edildiğinden kısaca şu söylenebilir: ABD inançları gereği Orta Doğu bölgesine sahip olmak ve kontrol etmek istemektedir.  

ABD Orta Doğu dâhil dünya üzerindeki yayılmacı siyasetini yürütürken çoğu zaman asıl hedeflerini gizleyerek politikalarına dünya kamuoyunda tepki çekmeyecek kılıflar uydurmaktadır. Mahir Kaynak ABD politikalarını şöyle değerlendirmektedir:
Konu ele geçirmektir. Burada eğer önünde bir engel var ise, orada yerleşmiş bir yapı var ise, demokrasi adına oraya müdahale edilecektir. Oradan demokrasi talep edilecektir134.” 
ABD Orta Doğu bölgesine müdahale ederken de benzer kılıfları kullanıp asıl gayesini gizlemektedir. Söylemlerinde hem demokrasi, özgürlük, insan hakları ve barış söylemlerini kullanan ABD petrol ve  enerji kaynakları gibi hususları dile getirmekten kaçınmaktadır. CIA'nın eski yöneticisi James Woolsey, ABD’nin Orta Doğu için yürüttüğü mücadeleyi, kendilerinin 20. yüzyıl boyunca inşa edip korudukları liberal uygarlığı tehdit eden Arap ve Müslüman topluluklara karşı bir demokrasi götürme savaşı olduğunu iddia ederek bu savaşın bölgeye özgürlük getirilene dek devam edeceğini iddia etmiştir. ABD eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ABD’nin Irak işgalini Irak petrolleri sebebiyle değil Irak'ın kimyasal ve biyolojik silahlara sahip olması nedeniyle yapıldığını iddia etmiş ancak Irak’ta bu güne kadar ne bu silahlar ne de bunların izleri bulunabilmiştir.

ABD bölgede kendine gösterilen direnci ve jeo-kültürel tehdidi dikkate almakla beraber uluslararası örgütlerin tepkilerini de hiçe sayarak bölgedeki şiddet içeren ve kanlı eylemlerini demokrasi söylemlerini kullanarak örtbas edebileceğini hesaplamaktadır135. ABD bu örtbası sağlayabilmek için her türlü aracı kullanmayı mübah saymaktadır. Bu araçların içinde radyo TV dergi gazete ve internet gibi dâhili ve harici medya organları sıklıkla kullanılmaktadır. Bu araçlar kullanılırken herkesin saygı duyduğu demokrasi, fikir hürriyeti, temel hak ve hürriyetler gibi konu başlıkları altında bu devletler fikirlerini empoze etmeye çalışmaktadır136.  

133 E. Stephen  Ambrose, “Dünyaya Açılım”, (tercüme: Ruhican Tul), Dış Politika Enstitüsü Yayınları, Ankara 1992,  s. 230-231.
134  Mahir Kaynak-Emin Gürses, a.g.e., s. 18.
135  Recep Kök, a.g.m., s. 2.
136  İlker Alp, a.g.e., s. 6.

2.6.2. Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) 

2.6.2.1. BOP’ un Tanımı 

BOP, Kuzey Afrika’nın Akdeniz sınırlarından başlayıp Hindistan'ın batı sınırlarına kadar uzanan geniş bir coğrafyada çoğu Müslüman olan ülkelerin siyasi, hukuki, bilgi, eğitim, ekonomi, sosyal ve güvenlik boyutlarında değişim ve dönüşümlerini hedefleyen kapsamlı bir projedir137.

Aslında BOP, Soğuk Savaş sürecinin ardından ABD’nin ortaya attığı Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin bir alt başlığıdır.

1990’lı yılların başlarında ABD Tanzanya’da ve Kenya’da büyükelçiliklerinin bombalanması ile uluslararası terörizme karşı politikalar üretmesi gerektiğini anlayarak bu projeyi başlatmıştır138. Ancak BOP’un hayat bulması ve uygulanması, bütün dünyayı sarsan ve yeni bir dönemin başlamasına sebep olan 11 Eylül terör saldırılarının ardından olmuştur. ABD küresel terörizmi, klasik terörle mücadele yöntemleri ile önleyemeyeceğini anladıktan sonra küresel terörizmin kaynağı olarak gördüğü Orta Doğu bölgesine müdahale etmek amacı ile BOP’u canlandırmıştır139. Afganistan ve Irak'ın işgalleri ile uygulamaya konmuş olan projenin resmi ağızlardan ilk ilanı İsviçre’nin Davos şehrinde yapılan Dünya Ekonomik Forumu’nda ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney tarafından 24 Ocak 2004 tarihinde yapılmıştır140.  

Bush’un iktidar döneminde ABD dış politikasına yön veren muhafazakâr kesime karşı yeni liberal fikirlerin savunucusu olan Ronald Asmus’un Washington Post gazetesinde 22 Haziran 2003’te yayımlanan ‘The Neoliberal Take on the Middle East’ isimli makalesinde Büyük Orta Doğu Projesiyle ilgili olarak önemli bilgiler mevcuttur. Buna göre Orta Doğu’nun tehditlerden arındırılarak istenilen şekle gelebilmesi için uygulanması gereken proje NATO'nun soğuk savaş döneminde SSCB’ye uyguladığı projenin bir benzeri olmak zorundadır. Uygulanması gereken bu proje uzun vadeli olmakla beraber kuvvet uygulaması içermemelidir. Zira uygulanacak olan kuvvetin Orta Doğu’yu istenilen seviyeye getirmesi imkânsızdır. Ancak ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi açılardan geliştirilmiş bir proje Avrupalı müttefiklerle beraber uygulandığı takdirde Orta Doğu’da sonuç alınabilir141.

137  Salim Cöhce, a.g.m., s. 66.
138  Altuğ Günal, a.g.m., s. 158.
139  Altuğ Günal, gös. yer.
140  Salim Cöhce, gös. yer.
141  Hasan Şafak, a.g.e., s. 36. 

Lobilerde yaratılarak üniversitelerde eğitim amaçlı gösterilmesinin ardından politikacılar tarafından siyasi fikir olarak benimsenen BOP yürürlük aşamasında ordu tarafından da benimsenerek uygulanmakta olan bir işgal planı şeklini almıştır. 

Bu projenin oluşturulmasında çeşitli sebepler etkin olmuştur. Bunlardan bir tanesi dini ve coğrafi olarak İslam'ın Orta Doğu’daki olası siyasi hareketlerinin önlemini almaktır. Diğer bir sebep ise kapitalizmin düşmansız yaşayamaması tezine dayanarak ABD’nin sömürme amaçlı bakir topraklar ve pazarlar elde edebilmek için yeni düşmanlar edinmesi gösterilebilir.

ABD’nin bu projesinde işi organize edecek devlet İsrail, model devlet ise Türkiye olacaktır. ABD ise sadece gerektiği anlarda tetikleme ya da organize etme gibi müdahalelerde bulunacaktır. Bu şekilde ABD’nin 90’lı yıllarda sıkça telaffuz ettiği Yeni Dünya Düzeni ile elde edeceği küresel hâkimiyetin bölgesel bazda tatbiki sağlanmış olacaktır. ABD 1990’lı yıllarda Sovyetlerin yıkılmasından sonra dünya sahnesinde yalnız kalmış ve Orta Doğu bölgesindeki faaliyetlerini artırarak, bölgede hâkimiyet sağlamak için elde ettiği bu fırsatı yaygın politikalar üreterek kullanmıştır. Bu politikalar BOP’u oluşturmuştur142.  

Irak'ın işgalinin ardından gündeme gelen ve çok geniş bir alanı etki altına alması hedeflenen bu proje dünya enerji kaynaklarının çoğunu bünyesine dâhil etmiştir. Coğrafi açıdan bir tasvir yapacak olursak, Kuzey Afrika’dan Hindistan'a kadar uzanarak Suudi Arabistan'ı da bünyesine katıp Kafkaslar ve Afganistan dâhil diğer tüm Orta Doğu devletlerini sınırlarına eklemektedir. Çizilen bu coğrafi sınırların asıl manası ise farklı millet, kültür, din ve dillerin oluşturduğu bu alanda yeni bir düzen kurarak küresel istikrarı sağlamaktır. Aynı zamanda petrol, su ve doğal gaz gibi maddelerin hem kaynaklarını hem de nakil yollarını kontrol altında tutularak ileride rakip olması ya da tehlike arz etmesi muhtemel olan güçlerin önü kesilecek bu şekilde de hangi devletin güçlenip hangisinin güçlenmeyeceğine bizzat kendileri karar verebilir bir pozisyonda olacaklardır. Barındırdığı bunca avantajın yanı sıra enerjiye artan ihtiyaç, devletlerin istikrarsızlıkları, petrol kaynağı ülkelere ulaşmadaki artan zorluk derecesi ve dünyanın tamamına hükmetme arzusuna sahip çeşitli güçler Orta Doğu’da söz sahibi olmanın önemini oldukça arttırmıştır143.

142  Mahir Kaynak-Emin Gürses, a.g.e., s. 12-13.
143  Hasan Şafak, a.g.e., s .37. 

ABD’nin bu projeyi ortaya çıkarmasında altı ana sebepten bahsedilebilir:   

a)  Bölgedeki petrol ve diğer enerji kaynaklarını denetim altına almak,  
b) Projeyi uyguladığı ülkelerin liberal ekonomiye geçmelerini sağlayarak pazar payını artırmak,
c) Kendine yakın olan ve sağlam bir müttefiki olan İsrail Devleti’nin güvenliğini sağlamak,
ç) Irak Savaşı ile bütün dünyada artış gösteren Amerikan aleyhtarlığını azaltmak,
d) Küresel terörizmin merkezi olarak gördüğü Orta Doğu’ya hâkim olup terör olaylarını minimuma indirmek144,
e) Hızla büyümekte olan Çin ve Hindistan'a yakın olmak145.  

Bu altı sebep içerinde en çok ön plana çıkanı ABD’nin BOP’un uygulanması ile bölgedeki zengin petrol ve diğer enerji kaynaklarını denetim altına alma isteğidir. ABD zengin petrol ve enerji kaynaklarını kontrol etmek ve elde etmek amacıyla Orta Doğu Bölgesi ile her zaman ilgilenir konumdadır. 1967 yılında ABD Savuma Bakanı Mc. Namara verdiği demeçte Orta Doğu’nun kendileri için çok stratejik bir öneme sahip olduğunu, bu bölgenin kendileri için siyasi, askeri ve iktisadi menfaatlerin odak noktası olduğunu ve Orta Doğu petrollerinin kendileri için hayati önem taşıdığını ifade etmiştir146. Benzer olarak Bill Clinton 1997 yılında Yeni Bir Yüzyıl İçin Ulusal Güvenlik Stratejisi isimli belgeyi imzalayarak ABD menfaatlerini garantileyen ekonomik milliyetçiliği ABD’nin silah zoruyla dahi olsa dünyaya hâkim kılma azminde olduğunu ve bu kapsamda 200 milyon varillik petrol rezervine sahip Orta Doğu bölgesindeki kaynaklara erişmenin de ABD için hayati önem taşır durumda olduğunu belgelemiştir.  

Fransa Yeşiller grubunun önemli liderlerinden biri olan Yves Cochet de açıkça BOP’u insani ve demokratik gayeleri varmış gibi gösterilmesine rağmen asıl hedefin bölgedeki tüm petrol kaynaklarına hâkim olmak olduğunu söylemiştir. Proje ile asıl hedeflenen bunlar olmasına rağmen ABD, BOP ile bölgeye daha çok barış, demokrasi ve özgürlük getireceğini aynı zamanda terör ve ekonomik problemleri çözeceğini iddia etmektedir.
                                                             
144  Salim Cöhce, a.g.m., s. 67.
145  Hasan Şafak, a.g.e., s. 43.
146  Metin Aydoğan, a.g.e., s. 37.

2.6.2.2. BOP’un Kapsamı 

BOP yüzölçümü çok geniş alan bir alandaki ülkeleri kapsamaktadır. Sınırları batıda Fas, Moritanya, doğuda Orta Asya ve Moğolistan, kuzeyde Kafkasya ve Türkiye, güneyde Arap dünyasından Somali'ye kadar uzanır. Bu sınırlar içindeki ülkelerin büyük çoğunluğu Müslüman olsa da proje bütün İslam ülkelerini kapsamamaktadır. Örneğin, Orta Asya ülkelerinden Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan proje kapsamı dışındadır. Aynı şekilde, Balkan ülkelerinden Arnavutluk ve Bosna-Hersek, Afrika ülkelerinden Gana ve Gambiya ve Uzak Doğu ülkelerinden Endonezya, Malezya ve Bangladeş gibi Müslüman devletler BOP dışında tutulmuşlardır147.  

BOP bu geniş coğrafyada 22 ülkeyi kapsamaktadır. Bu ülkeler şunlardır:
Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Yemen, İran, Pakistan,  Afganistan, Moritanya, Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır, Sudan, Lübnan, Filistin, Ürdün, Suriye, Irak ve Kuveyt. 
Bütün bu ülkelerin ya petrol ve doğal gaz gibi enerji kaynaklarına sahip olması ya da bu enerji kaynaklarının nakil hattı üzerinde bulunuyor olması dikkat çekicidir148.

147  Altuğ Günal, a.g.m., s. 160.
148  Altuğ Günal, a.g.m, s. 161. 

Projenin orijinal halinde Türkiye hedef ülke olarak kapsam dâhilinde iken Türkiye’nin tepki göstermesi ve NATO üyeliği, AB adaylığı, laik ve demokratik bir ülke olma özellikleri dikkate alınarak Türkiye kapsam dışına çıkartılıp model ülke konumuna getirilmiştir. 

2.6.2.3. BOP’u Hazırlayan Tarihi Süreç 

ABD 20.yüzyılın ikinci yarasından itibaren dünya siyaset sahnesinde baş aktör olarak rol almaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan ABD, savaşın yaralarını da sararak ekonomik ve siyasi alanlarda atılımlar yapmıştır. O yıllarda dahi ABD’nin Orta Doğu petrolleri üzerinde aktif rol oynama çabaları bulunmaktadır. 1945 yılında, ABD Suudi petrolleri üzerinde kontrol sağlayabilmek amacı ile ilk Anlaşmasını Başkan Roosevelt ve Suudi Kralı arasında imzalamıştır. İran petrollerinin kontrolünü sağlamak için ise kendilerine mani olan Musaddık yönetimini devirip kendi kontrolündeki Şah rejimini ihdas etmişlerdir. Şah yönetimindeki İran’da ABD, ülke petrollerinin büyük çoğunun yönetimini eline geçirmiştir. Sonraki 20 yıl içerisinde Orta Doğu petrollerinin %65’ini Amerikan şirketleri yönetir duruma gelmiştir149.

149  Haluk Gerger, “Ortadoğu’da Düş Ve Karabasan: Ortadoğu Nereye?”, , (15.04.2010).



Soğuk Savaş yıllarının yaşandığı sonraki dönemlerde ABD zorunlu olarak bölgede faaliyetlerini azaltmak durumunda kalmıştır. Bu dönemde ABD ve SSCB olmak üzere iki kutuplu bir dünya olduğu için politikalar bu iki güç arasındaki soğuk savaşa göre belirlenmek durumunda kalmıştır. Bu ortamda ülkeler politikalarını askeri, ekonomik, ideolojik ve siyasal temellere dayanan güvenlik algılarına göre belirlemek zorunda kalmışlardır. Ülkeler savunmalarını artırmak için bu iki güçten birinin yanında yer almak durumunda kalmış ve NATO veya Varşova Paktı gruplarından birine dâhil olmuşlardır. BM gibi uluslararası barışı kurumak amacı ile kurulan örgütlerde bu dönemde pek etkili olamamışlardır150.

SSCB’nin dağılmasının ardından Soğuk savaş dönemi sona ermiş oldu ve ABD dünya siyaseti sahnesinde tek başına kaldı. Artık yeni bir dünya düzeninden bahsediliyordu. ABD Başkanı George Bush Ağustos 1990'da yaptığı bir konuşmada ABD’nin Yeni Bir Dünya Düzeni planladığını doğrulamıştı. Bu yeni düzende, güvenlik endişeleri azaldığı için ülkeler ekonomik olarak gelişmek ve uluslararası yeni ilişkiler kurmak için imkânlara sahip olmuşlardı. Bununla beraber, Soğuk Savaş süresince var olan fakat büyük sorunlarla uğraşmaktan göz ardı edilmiş birçok sorunda su yüzüne çıkıyordu. ABD için de benzer sorunlar su yüzüne çıkmıştı. ABD tek hâkim güç olmuştu ve güçlü bir ekonomisi vardı. Ancak bunlar dünya hâkimiyetini sağlamak için tek başına yeterli değildi. ABD dünyaya hâkim olmak için dünyanın her bir köşesinde konuşlanmış güçlü bir orduya da ihtiyaç duyuyordu. ABD böyle bir ordunun hem siyasi hem de ekonomik gücünü artıracağını iyi hesap etmişti151.

Bu amaçlarına ulaşmak için ABD bütün dünya tarafından kabul görecek ortak bir düşman üretmiştir ve güvenlik algısını küreselleştirmiştir. Bu ortak “düşman tek bir politik rejim, kişi ya da bölge ve ideoloji değildir. Düşman politik olarak destek gören ve suçsuzlara yönelmiş ‘terörizmdir152.” 11 Eylül saldırılarını da kullanarak ABD bütün dünyaya bu ortak düşmanı kabul ettirmiş ve ona karşı mücadele göreceli olarak onların desteklerini almıştır. 

ABD bu ortak düşmana karşı etkili mücadele edebilmek için sivrisineklerle tek tek uğraşmaktansa bataklığı kurutmaya karar vermişti. Bu bataklık ise ABD’ye göre Moritanya’dan Endonezya’ya kadar uzanan coğrafyada bulunan 50 kadar Müslüman ülkelerdi153. BOP bu coğrafyadaki Müslüman ülkeleri büyük oranda kapsamaktadır. 

RAND Cooperation isimli düşünce  kuruluşu 88 sayfalık Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler başlıklı bir rapor hazırlayarak Bush yönetimine Müslüman ülkeleri nasıl kontrol edeceğini anlatıyordu. Raporun ana tezi Müslüman ülkelerin Batı değerleri ile özdeşleşmemesi durumunda medeniyetler çatışması çıkması ihtimalin yüksek olması idi154. Bu rapor Müslüman ülkeleri insan hakları, demokrasi, özgürlükler, kadın hakları, ceza hukuku, eğitim, dinde reform ve Batı dünyasına karşı tavırları gibi konulardan analiz edip Müslümanları köktendinciler, gelenekçiler, modernler (ılımlı İslam) ve laikler diye dört grup altında topluyor ve bu dört grup için ayrı politikalar öneriyordu. Rapora göre köktendinciler Batı kültürünü tamamen reddederler ve bunlar İslamı daha saldırgan, şiddet yanlısı ve yayılmacı olarak yorumlarlar. Bunlar katı İslam rejimini uygulayan bir devlet arzu ederler. Bunlarla iletişim kurulmamalı ve işbirliği yapılmamalıdır. Gelenekçiler Islama bağlıdırlar ancak köktendinciler gibi şiddet yanlısı değillerdir. Bu grup Müslümanlarla iletişim kurulabilir ancak bunlara karşı barışçı bir izlenim uyandırılmalıdır. Modernistler (Ilımlı İslam) İslam peygamberinin uygulamalarını esas almakla birlikte zamanın değişen şartlarına göre sosyal ve günlük hayatta bazı yeniliklerin yapılabileceğine inanırlar. Bunlar özgürlük ve eşitlik esaslarını benimserler. Bu sebeple bunlar Batı değerlerini İslam dünyasına kabul ettirebilmek için bir araç olarak kullanılabilirler. Rapora göre laikler ise din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasına taraftar olmalarına rağmen kamusal alanı özel alana indirgemişlerdir. Bu grup batı değerlerine en yakın grup olmasına rağmen bunlar yarı demokratik ve milliyetçi olduklarından dolayı kullanıma pek elverişli değillerdir. Aynı zamanda ABD'yi ve politikalarını da benimsemezler. İslam dünyası tarafından da sevilmediklerinden İslam ülkelerine karşı uygulanacak politikalar için elverişli değillerdir. Rapor Bush yönetimine İslam dünyasında başarılı bir siyaset yürütebilmek için şunları tavsiye etmektedir: “Ilımlı İslamcıların yanında ol, onları destekle, gelenekçileri karşına alma ancak kusurlarını eleştir, kökten dincilerle mücadele et ve son olarak, seçici olmak kaydıyla laikleri destekle155.

Bu raporda önerilenler ile ABD’nin BOP kapsamında uyguladığı politikaların benzerlik gösterdiği değerlendirilmektedir. ABD proje ile doğu bloğu ülkelerini kendine hedef seçmiştir. Dünya siyasetinde zaten yalnız kalmış olan ABD kontrolsüz güç kullanır konuma gelmiş olabilir. Eski ABD dışişleri bakanı Condoleezza Rice proje kapsamında Türkiye dâhil bölgedeki 22 ülkenin sınırlarının değişmesi gerektiği ve bunun ilk adımlarının da Afganistan ve Irak'ın işgalleri ile atıldığını söylemiştir. ABD’nin bu hırçın tavrı rahatsızlık oluşturmaktadır. Proje kapsamında kullanılan demokratikleşme ve bireysel özgürlükler gibi barışçı söylemlerin arkasında enerji kaynaklarına erişip bu kaynakları kontrol etmek olduğunun farkına varan ülkeler ABD için projenin uygulanmasının önünde bir engeldir. AB ülkeleri ve doğuda Çin gibi gelişen ülkeler bu engellerin en önemlileri olabilir. Ancak ABD bu engelleri çözümlemek için de politikalar üretmektedir. Bu politikalar bir sonraki bölümde detaylı olarak incelenecektir.

150  Seval Gökbaş, a.g.m., s. 2. 
151  Seval Gökbaş, a.g.m., s. 3.
152  Seval Gökbaş, gös. yer.
153  Altuğ Günal, a.g.m., s. 159.
154  Altuğ Günal, gös. yer.


155  Altuğ Günal, a.g.m., s. 160.

2.6.2.4. ABD’nin BOP İçin Destek Arayışları 

BOP kapsamında, ABD’nin kendi çıkarları doğrultusunda tek başına Orta Doğu’da yürüttüğü politikalar hem Avrupa ülkelerinde, hem Asya ülkelerinde hem de Müslüman ülkelerde rahatsızlık meydana getirmektedir. Bu sebeple ABD BOP’u sorunsuz yürütebilmek için destek arayışı içindedir. ABD'yi destek aramaya iten diğer bir sebep ise BOP’un mali ve askeri yükünün fazla olmasıdır156. Bu iki destek arama sebebi ve bunlar için izlenen politikalar aşağıda tartışılacaktır. Ancak ABD’nin BOP için destek arıyor olması kesinlikle bir yük paylaşımı olarak anlaşılmalıdır. ABD, sınırlı ve Orta Doğu’daki çıkarlarına halel getirmeyecek bir paylaşım hedeflemektedir. 

Başlangıçta BOP ABD’nin tek başına yürüttüğü bir proje idi. Ancak ABD gördüğü tepkilerden dolayı artık BOP’u tek başına yürütme fikrinden vazgeçmiş görünüyor157. Daha önce de bahsedildiği gibi ABD dünya genelinde herkesin kabul edebileceği ortak bir terörizm düşmanı yaratarak güvenlik gerekçesi ile diğer ülkeleri yanında yer almaya davet etmektedir. ABD bu konuda o kadar ısrarlı görünüyor ki yanında yer almayan ülkeleri başarısız ülkeler olarak kabul ediyor158.

156  Altuğ Günal, a.g.m., s. 161.
157  Mahir Kaynak-Emin Gürses, a.g.e., s. 20.
158  Seval Gökbaş, a.g.m., s .4.

Bu hususta ABD’ye destek için en yakın görülen grup Avrupa devletleridir. Hatta ABD Avrupalı devletlere destekten de öte işbirliği teklif etmiştir. Başta İngiltere ABD’nin BOP’u yürütmek için tek başına yeterli olamayacağını gördüğü için zaman kaybetmeden ABD’nin yanında yer almış ve diğer Avrupalı devletleri de bu konuda ikna etme çabası içinde olmuştur159. Özellikle 11 Eylül’den sonra Avrupa ülkeleri açık olarak ABD’ye desteklerini dile getirmişlerdir. Avrupalı devletler terörizme karşı mücadelenin kendilerinin öncelikli hedefleri olduğunu ifade etmişlerdir. Hatta bu konuda bazı devletler ABD’nin doğrudan müttefiki olmuşlardır. AB ile ABD özellikle ekonomik alanlarda rekabet içinde bulunmalarına rağmen AB de açık olarak ABD’yi desteklemiştir. AB küreselleşme ile dünyanın bir noktasındaki problemlerin diğer bölgeleri de etkilediği gerçeğini bilerek Orta Doğu’da yaşanan güvenlik problemlerinin kendisini de etkilememesi için ABD’nin yanında olacağını bildirmiştir160. BOP’a açık bir destek de Almanya eski Başbakanı Gerhard Schröder’den gelmiştir. Schröder, 21. yüzyıl Alman-Amerikan Birliği adındaki açıklamasında ABD’nin Orta Doğu halkları için belirlediği hedeflere ulaşmak ve barış içinde yaşamak hususlarını desteklediklerini ve G-8 ve NATO zirvelerinde bu destek doğrultusunda çalışacaklarını ifade etmiştir. 

Avrupa’dan aldığı desteklerle yetinmeyen ABD diğer dünya ülkelerinin, özellikle de İslam coğrafyasının desteğini almak istemekteydi. Bu niyetle ABD 2004 yılında ABD’de yaptığı G-8 zirvesine BOP kapsamında bulunan ülkeleri de davet etmiştir. Bu zirveye Türkiye demokratik ortak sıfatıyla, diğer 22 ülke ise bölgesel ortak sıfatıyla davet edilmişlerdi. Zirveye Türkiye, Afganistan, Irak, Yemen, Ürdün, Bahreyn ve Cezayir katılırken, Mısır, Suudi Arabistan ve Tunus gibi Arap ülkeleri bölgedeki İsrail sorunu çözülmeden başka bir politikayı tartışmayacaklarını bildirerek toplantıya katılmamışlardır. Toplantıya katılan G-8 üyeleri ve BOP kapsamındaki ülkeler yaptıkları ortak açıklamada BOP’un resmi hedeflerini benimsediklerini bildirmişlerdir. Ayrıca alınan kararla toplantıya davet edilen BOP kapsamındaki ülkeler İtalya başkanlığında 2004 ve 2005 yıllarında tekrar bir araya gelmişler ve BOP kapsamındaki reformların gerçekleşme şartlarını tartışmışlardır. Bir diğer ifade ile ABD Batılı devletlerden tam destek sağlarken Müslüman coğrafyasından henüz arzuladığı desteği sağlayamamıştır161

159  Mahir Kaynak-Emin Gürses, a.g.e., s. 23.  
160  Seval Gökbaş,a.g.m., s. 4.
161  Altuğ Günal, a.g.m., s. 162.

ABD diğer ülkelerden destek almak yanında BOP’ un askeri ve mali gücünü azaltmak için de çaba içerisinde idi. Bu gaye ile ABD’nin kullanabileceği en uygun araç NATO olarak görünmekte idi. NATO 1949 SSCB tehdidine karşı kurulmuş askeri bir ittifaktı ve amacı Kuzey Atlantik ve üye ülkelerin topraklarını korumaktı.                                                           

SSCB’nin dağılması ve Soğuk Savaş döneminin sona ermesi ile bir ölçüde NATO'nun varoluş gayesi de kalmamış oluyordu. Bu ortamda NATO ya dağılacaktı veya yeni tehditlere karşı yeniden yapılanıp görevine devam edecekti. NATO ikinci yolu seçti ve artık büyük tehditlerle uğraşmak yerine bölgesel olarak ortaya çıkan politik, ekonomik, sosyal ve çevresel kaynaklı daha küçük tehditlerle mücadele etmeye başlamıştır.  

Bu yeni NATO dönemini ABD kendi menfaatleri uğruna kullanma arzusunu göstermekte gecikmemiştir. ABD’li yetkililer verdikleri beyanatlarda NATO'nun ABD’nin yanında yer alması gerektiğini vurgulamışlardır. Başkan George W. Bush NATO'nun Afganistan'daki olaylar karşısında tarafsız kalamayacağını ve NATO'nun bundan sonra hattı müdafa yerine sathı müdafa yapması gerektiğini vurgulamıştı. NATO'nun görevi buralarda ABD menfaatlerini korumaktı162. 19 Ekim 2003 tarihinde Prag’da yapılan NATO zirvesinde de, ABD temsilcisi Nicholas Burns NATO'nun görevinin Avrupa ve Kuzey Amerika’yı savunmak olduğunu ve bu savunmanın sağlanabilmesi için de NATO'nun sadece Batı Avrupa, Merkezi Avrupa veya Kuzey Amerika’da bulunmasının yeterli olmayacağını, NATO'nun doğuya ve güneye, yani Orta Doğu’ya açılması gerektiğini vurgulamıştır. 2004 yılında İstanbul’da yapılan NATO zirvesinde de BOP gündeme alınarak NATO’nun artık bu proje için kullanılacağı belgelenmiş olmaktadır. Bu zirvede NATO için yeni düşman, terörizm ve terörü destekleyen ülkeler olarak tanımlanmış, bu tehditlerle mücadele için NATO’nun bir ülkeye müdahalesinin mümkün olduğu belirlenmiştir. Bütün bu gelişmeler ABD’nin NATO’yu BOP için askeri bir güç olarak kullanacağının işaretleridir.



162  Mahir Kaynak-Emin Gürses, a.g.e., s. 23. 

Özetle, 21. yüzyılda NATO’nun görev alanı Orta Doğu, Irak, Afganistan, Akdeniz ve İsrail-Filistin bölgeleri olacaktır. 

2.6.2.5. BOP Çerçevesinde ABD ve Türkiye İlişkileri 

ABD BOP’u yürütmek ve başarılı olmak için Türkiye’ye ihtiyaç duymaktadır. 

ABD hem Türkiye üzerinde çıkarları olduğu için hem de Türkiye’yi kullanabileceği için bunu yapmak durumundadır. Zbingniev Brezinski’nin belirttiği gibi, Türkiye Karadeniz bölgesini istikrar içinde tutar, Akdeniz’e girişi kontrol eder, Kafkasya’da Rusya’yı dengeler, Müslüman fundamentalizmine karşı panzehirdir ve NATO’nun güney kanadının dayanağıdır. Bununla birlikte ABD’nin gözünde Türkiye Orta Doğu ülkeleri için demokrasiyi benimsemiş, parlamenter bir sistemi olan, kişi haklarına saygı duyan, laik ve nüfusunun çoğu Müslüman olan ideal bir model ülkedir.  

Ünlü siyaset bilimi profesörü Samuel P. Huntington 1993 yılında bir makalesinde, Batı Medeniyetinin rehavete kapılmamak için bir yeni düşman arayışı içinde olduğunu ifade etmiştir. Hissedilen bu düşman ihtiyacını karşılamak için İslam Âlemi ve Sind Medeniyeti yani Çin uygun gözükmektedir. Her ne kadar İslam Âlemi ABD’nin gerçek bir potansiyel düşmanı olmasa da siyaset bilimcilerin biçtiği rol bundan farklı değildir. Diğer medeniyetlerle karşılaştırıldığında daha fazla bölünmüş halde olmasıyla dikkat çeken İslam dünyasında liderlik rolünü oynaması gereken bir devlete gereksinim duyulmaktadır. ABD’ye göre bu rol en iyi Türkiye’ye yakışmaktadır.  

ABD Türkiye için bir model rolü biçmekle beraber Türkiye üzerindeki menfaatlerinden de vazgeçmiş değildir. BOP’un kapsadığı alanlarda 22 ayrı devletin varlığı söz konusudur ve proje kapsamında bu devletlerin ülke sınırlarının değiştirilmesi ve yeniden çizilmesi planlanmaktadır163. Türkiye dâhil bu devletlerin çoğu Müslüman’dır. Bu devletlerin içersinde Türkiye, sahip olduğu jeopolitik ve jeostratejik konumu ve nüfusunun kozmopolit yapısı ile BOP’un merkezi haline getirilmiştir. BOP ile Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünlüğü, birlik ve beraberliği ve geleceği müttefiki ve stratejik ortağı bildiği ABD tarafından tehdit altında bulunmaktadır. Projeye göre toprak kaybına uğrayacak ülkeler şunlardır: Türkiye, Irak, İran, Pakistan, Suriye ve Suudi Arabistan. Ayrıca proje yeni devletlerin kurulmasında öngörmektedir. Bunlar ise Hür Kürdistan, Şii Arap Devleti, Hür Belucistan, Kutsal İslam Devleti ve Batı Yakasıdır164. Projeye göre İsrail diğer devletlere nazaran avantajlı ve hâkim bir role sahiptir. ABD Başkanı W. Bush’un siyasi danışmanı James Blackwell Amerikan Senatosu’nda verdiği demeçte ABD’nin stratejik menfaatlerini temin etmek üzere İsrail'e etkin bir rol ve öncelik verilmesi gerektiğini söylemiştir165. Afganistan ve Irak'ın işgal edilmelerinin bu projenin gereği olduğu artık herkesin malumudur.

163  Hasan Demir, a.g.m., s. 7.
164  Redrawing The Middle East Map”,  (05.05.2010). 
165 Hasan Demir, “Türkiye: Beli Kırılacak, Boynu Koparılacak Ülke!”,(04.05.2010).



Projede Türkiye’yi ilgilendiren önemli kısım ise Karadeniz’in batı kıyılarından başlayıp İran ve Suriye’den de zengin su ve petrol kaynaklarını içeren toprakların dâhil edilmesiyle oluşturulacak geniş topraklarda bağımsız “Kürdistan Devleti’nin” kurulmasının planlanmasıdır166. 

BOP kapsamında Türkiye üzerinde yürütülen propagandaların ana malzemesi insan hakları, özgürlük, demokrasi, dinler arası diyalog, medeniyetlerin buluşması, milletler mozaiği, din ve mezhep farklılıkları gibi kavramlar üzerinden yürütülmektedir. Ayrıca siyasi, iktisadi, hukuki ve sosyokültürel alanlarda da proje gereğince yürütülen faaliyetler bulunmaktadır167.  

166  “Redrawing The Middle East Map”, gös. yer.
167  İlker Alp, a.g.e., s. 62. 

Türkiye’nin BOP’a yaklaşımına değinmeden önce ABD ve Türkiye ilişkilerinin BOP merkezli kısa bir tarihçesine değinmek faydalı olacaktır. ABD dünya siyaset sahnesinin başrolüne soyunduğu tarihten beri Türkiye için de kendi menfaatleri doğrultusunda roller biçmektedir. 20. yüzyılın ortalarına kadar Türkiye SSCB tehdidine karşı bir tampon ülke olarak kullanılmış ve bu gaye ile silahlandırılmıştır. Soğuk Savaş döneminde ABD Türkiye’yi NATO üyeliği ile kendine iyice yakınlaştırmış ve hem SSCB’ye karşı kullanmış hem de Orta Doğu’yu kontrol etmek ve etkilemek için Türkiye’den yararlanmıştır.

Türkiye’de iktidarlar ve devlet yönetimi de bu kritik günlerde sığınacak bir koy bulmuş olmanın verdiği rahatlıkla ABD politikalarını desteklemek durumunda kalmışlardır. Başbakan Adnan Menderes Orta Doğu’da Türkiye’nin rolü ile ilgili yaptığı konuşmada ABD’nin Orta Doğu’da istikrar ve milletlerin istiklali için çalıştığını ve bu hedef için Türkiye’nin bölgede önemli roller oynayacak potansiyele sahip olduğunu söyleyerek aslında Türkiye’nin ABD tarafından Orta Doğu bölgesinde biçilecek rollere hazır olduğunu belirtiyordu.

1980’li ve 90’lı yıllarda da ABD Türkiye’yi Orta Doğu’ya model olarak sunarken Türkiye üzerinden bölgedeki politikalarını hayata geçiriyordu. 2000 yılına gelindiğinde W.Bush hükümeti Türkiye’nin Orta Doğu’ya model olabilmesi için yeni bir yaklaşım getirerek Türkiye’nin ılımlı bir İslam ülkesi olduğunu vurgulamaya başlamışlardır. Zamanın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, her fırsatta Türkiye’nin böyle bir rolü üstlenmeyi arzulamadığını vurgulamıştır. 2003 yılında ABD Irak savaşı için asker ve mühimmat sevkiyatını Türkiye üzerinden yapmak istemiş ancak mecliste oylanan bu tezkere reddedilmiştir. Bu olay ABD ve Türkiye ilişkilerini olumsuz etkiyen sonuçlar ortaya çıkarmıştır168. Sonrasında ise ABD ile ilişkileri onarma sürecine girilmiştir.

168  Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, “Türkiye İle ABD Arasında Büyük Pazarlık”,   (23.04.2010). 

Başbakan Erdoğan hükümetinin BOP’a destek olduğu ve ABD’nin yanında yer aldığı anlaşılmaktadır
.

28 Ocak 2004'te Başbakan Tayyip Erdoğan Başkan Bush ile yaptığı görüşmenin ardından Türkiye’nin demokratik değerlerin yaygınlaşmasını hedefleyen bu projeye destek vereceğini ve proje içinde anahtar rol oynayacağını söylemiştir. Başka bir konuşmasında da yine Başbakan Erdoğan hükümetinin BOP eşbaşkanlarından biri olduğunu ve bu görevi yürüttüğünü dile getirmiştir. Özetle, Türkiye yüz yıla yakın bir süredir ABD’nin sadık müttefiki olarak Orta Doğu bölgesi dâhil ABD’nin politikaları doğrultusunda bir siyaset izlemiştir. BOP’da bu kapsam içerisinde görünmektedir. 

Şurası unutulmamalıdır ki ABD BOP’u uygulamak ve başarılı olmak için Türkiye’ye muhtaçtır. Bu sebeple kendi çıkarları doğrultusunda Türkiye’yi kullanabilmek için sıkı pazarlıklara girecektir. Obama yönetimi bu pazarlık döneminin sinyallerini vermiştir. Obama seçimi kazanır kazanmaz nüfusu Müslüman ülkeler arasında ilk ziyaretini Türkiye’ye yapmıştır. Ayrıca dışişleri bakanı ve genelkurmay başkanı ayrı ayrı Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Türkiye bu durumu kendi lehine değerlendirmelidir. 

ABD ile Türkiye arasındaki ilişkide masada iki pazarlık konusu olması öngörülmektedir. Birincisi İran ile ilişkiler diğeri ise Irak'ın geleceğidir. Obama yönetimi Irak’tan Amerikan askerlerini çekeceğini bildirmiş ve bunu uygulamaya sokmuştur. ABD’nin çekilmesi ile doğacak boşlukta İran'ın ve Şii’lerin Irak’ta hâkim olmaları olasılıktır. Buna karşı ABD Irak’ta İran hâkimiyetine karşı Sünni Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün gibi ülkelerin desteğini almayı ve bu ülkeleri İran’a karşı silahlandırmak gibi yollarla güçlendirmeyi tasarlamaktadır. ABD Türkiye’nin de İran’a karşı kendi yanında yer almasını isteyecektir. Türkiye için hassas ve kritik olan bu duruma karşı etkin politikalar üretmesi gerekmektedir. 

ABD ile Türkiye arasındaki ikinci pazarlık konusu Irak’ın geleceği ile ilgilidir. Irak’ın geleceği ile ilgili Türkiye’yi ilgilendiren birçok farklı ve hassas konu vardır. Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulması, Kerkük’ün statüsü, Kuzey Irak petrol ve doğalgaz kaynaklarının Türkiye üzerinden uluslararası pazarlara açılması, ABD’nin Irak’tan çekilirken Türkiye’yi kullanması, ABD birliklerinin bir bölümünün Kuzey Irak’ta veya Türkiye’de Irak’ı denetim ve kontrol etme amaçlı konuşlandırması, PKK ile mücadele, Türkiye’deki Kürt sorunu ve İran’a karşı ortak politika belirlenmesi bu konulardandır. Türkiye’nin planlı ve rasyonel bir şekilde ABD ile pazarlık ederek bu konuları karşılıklı çıkar ilişkisine dayanarak çözümlemesi gerekmektedir169.



169  Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, a.g.m., s. 3. 

2.6.3. ABD’nin Politikaları İçin Etnik Unsurları ve Azınlıkları Kullanması 

2.6.3.1. Kürtlerin Kullanılması 

ABD’nin BOP kapsamında Orta Doğu bölgesi ve Türkiye üzerindeki emellerinden yukarıda detaylı olarak bahsedilmişti. ABD bu emellerine ulaşabilmek için her türlü yolu denemektedir. Bu yollardan birisi BOP kapsamında bulunan ülkeler içindeki etnik unsurları ve azınlıkları kullanmaktır.
“Orta Doğu ülkelerinde farklı dinde olup aynı dili konuşan gruplar arasındaki uyuşma bir politik uzlaşmadır. Zaman zaman bu gibi dengeler politik gelişmelerle altüst olmaktadır. Mısır’da Kobtlarla Müslümanlar, Suriye ve Lübnan’daki gerilim ve çatışmalar buna örnektir170.” 
ABD bölgedeki etnik unsurların ve azınlıkların bu hassas durumunu kendi lehine kullanmak istemektedir. Bu etnik unsurlar içerisinde Türkiye’yi en çok ilgilendireni Kürtlerdir. 

ABD’nin en yakın ilişkiler içerisinde olduğu ve en çok kullandığı Kürt grubu Kuzey Irak’ta olandır. ABD bu grubu kullanarak komşu ülkelerdeki Kürt gruplarını da örgütleyerek harekete geçirmek ve bu ülkelerde kargaşa ve ayaklanmalar çıkararak kendine müdahale ve kontrol alanları oluşturmak istemektedir.  Mahir Kaynak ABD’nin Kuzey Irak’taki Kürt gruplar ile ilgili faaliyetleri hakkında şunları ifade etmektedir: 
“Oradaki Kürtleri de kendilerine bir dayanak olarak kurduklarını da zannetmiyorum. Sadece bir çatışma unsuru olarak kuruyorlar. Burada bir çatışma olsun istiyorlar. Bu çatışmanın Türkiye’ye intikali oradaki yapılanmanın temel nedenlerinden bir tanesidir. Yoksa orada da demokrasi kurulsa, artık ırkçılık gibi bir mesele kalmaz. Ama onu muhafaza ediyorlar. Ve bunun günün birinde Türkiye’ye de sıçrayabileceğini hesaplıyorlar171.”  
Mahir Kaynak’ın da ifade ettiği gibi ABD’nin bu Kürt politikası, yoğun bir Kürt nüfusun yaşadığı ülkemizi de yakından etkilemektedir. ABD bu Kürt nüfusu da kendi emelleri doğrultusunda huzursuzluk çıkartmak, ayrılığı ve bölücülüğü teşvik etmek için kullanmak istemektedir. ABD’nin bu isteği doğrultusunda Güneydoğu bölgemizde çalıştığı, siyasi, iktisadi, sosyo-kültürel ve diplomatik faaliyetler yürüttüğü bilinmektedir. Hatta ABD bu faaliyetlerini açık açık gösterir mahiyetteki Kürdistan haritalarını basın yayın organlarını kullanarak yayınlamaktadır172.

170  İlber Ortaylı, a.g.e., s. 34.
171  Mahir Kaynak-Emin Gürses, a.g.e., s. 54.
172  Gürbüz Evren, “Avrupa Birliği Sürecinde Kürtçülük”, Truva Yayınevi, İstanbul 2007, s. 199.

ABD’nin resmi yetkilileri de konuşmalarında bu ayrıştırıcı ve bölücü tutumlarını sergilemektedirler. California eyaleti milletvekili Brad Sherman Güneydoğu’ya Kürdistan diyerek buradaki Kürtlerin korunması gerektiğini, Türkiye’nin bu bölgede Miloseviç’in Kosova’da öldürdüğünden daha çok insan  öldürdüğünü, bu sebeple ABD’nin NATO marifeti ile Kosova’da yaptığı gibi Türkiye’de de Güneydoğu Anadolu Bölgesine müdahale etmesi gerektiğini iddia etmiştir173.  

ABD’nin bölgedeki Kürtleri kullanarak yapmak istedikleri şu şekilde özetlenebilir:  

a) Türkiye, İran, Irak ve Suriye deki Kürt nüfusu ortak paydalar bularak bir araya getirmeyi ve organik bağlar kurmayı planlamaktadır.
b) Irak’ın kuzeyindeki Kürtler ile Türkiye’nin içerisindeki Kürtlerin ilişkilerini ekonomik boyutta arttırarak hem Kürtlere ekonomik üstünlük sağlamayı hem de bu iki grubu birbirine yaklaştırmayı hedeflemektedir.
c) Güney Doğu Anadolu’yu Türkiye’den ayırarak Irak’ın Kuzeyi ile birleştirmeyi hedeflemektedir174

ABD Kürtlerin bulunduğu Kuzey Irak bölgesini Irak’tan ayırıp bağımsız bir Kürdistan kurmak istemektedir. Çünkü bağımsız, ancak büyük oranda ABD’ye bağımlı bir Kürdistan ABD’nin bölgeye hâkimiyeti ve kontrolü için gereklidir. ABD Irak’tan çekilse bile bu sözde Kürdistan topraklarında varlığını sorunsuz sürdürebilecektir. Böylece, bölgede ABD’nin en sadık müttefiki bu sözde Kürt devleti olacaktır. ABD böyle bir kukla devleti şiddetle arzularken Türkiye daha şiddetli bir şekilde kendi toprak bütünlüğü ve geleceğini tehdit edecek böyle bir gelişmeyi reddetmektedir. ABD ile Türkiye ilişkilerinin geleceği açısından da bu kritik mesele önemli bir yer teşkil ettirecek potansiyeldedir175.  

ABD’nin bu amaç için kullandığı etkili araçlardan bir tanesi PKK terör örgütüdür. 

PKK bölgede bir Kürt Devleti oluşturmak amacıyla desteklenmektedir. Böylelikle PKK terör örgütünün faaliyetleri terör olarak algılanmak yerine bağımsızlık mücadelesi olarak lanse edilmeye çalışılmaktadır176. PKK asıl olarak İslamcılık, tarikatçılık, ağalık, aşiretçilik gibi orta-çağ kalıntısı dinsel, yerel baskıcılık öğeleri ile onları petrol ve pazar için kullanan Siyaset Batısınca, Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesinin bir bölümünü Türk ulusunun yurdu olmaktan çıkarıp ‘Kürdistan’, yani tarihin hiçbir döneminde olmamış bir şey yapmak amacıyla güdümlenen bir terör hareketi olmasına ve dünyada bir terör örgütü olarak tanınmasına rağmen AB ve ABD PKK’yı alenen olmasa da desteklemekte ve bunlarla organik bağlar kurmaktadır177. PKK terörünü açıktan destekleyen ve özendiren Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ABD şehirlerinde hoşamedilerle karşılanmaktadır. ABD’nin bu desteğinin Türkiye’ye yansıması Türk vatandaşları arasında kültürel ayrışmaya ve siyasi parçalanmaya zemin hazırlamaktadır178.

173  Metin Aydoğan, a.g.e., s. 37.
174  Mahir Kaynak-Emin Gürses, a.g.e., s. 53.
175  Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, a.g.m., s .3.
176  Mahir Kaynak-Emin Gürses, a.g.e., s. 55.
177  Özer Ozankaya, a.g.m., s. 1.
178  İlker Alp, a.g.e., s. 6. 

Sonuç olarak, günümüzde Kürtlerin yoğunlukla bulunduğu bölgelerin kontrolü ABD’nin elinde bulunmaktadır. ABD ise 19. yüzyıl başlarındaki egemen güçler İngiltere, Fransa ve İtalya’nın bölge üzerindeki politikalarına benzer politikalar yürütmektedir. Maksat aynı, değişen sadece zamana uygun stratejilerdir. ABD Avrupalı devletlerin yardımını da alarak bölgede bağımsız bir Kürt devleti kurma gayretinde olup, bu hedefine de yaklaşmıştır. Birinci ve İkinci Körfez Savaşları Çekiç Güç ve Batılı sivil toplum kuruluşları unsurları kullanılarak ABD hedefine doğru ilerlemektedir. Bölgedeki Kürt nüfus sayısını arttırmak amacıyla farklı bölgelerden Kürt göçü sağlandığı ve Türkmenler gibi diğer etnik grupların resmi nüfus ve tapu kayıtları imha edilerek sayılarının azaltılamaya çalışıldığı bilinmektedir. 

Bu durumda ABD’nin söz konusu Kürt topluluğundan bahsederken demokrasi ve özgürlükten bahsetmesi samimiyetten uzaktır. ABD’nin bağımsız bir Kürt devleti kurarak hedeflediği gaye; kendine bağımlı bir kukla devlet oluşturarak Orta Doğu bölgesinde stratejik bir noktada hâkimiyet ve kontrolü elde etmektir. Böylece hem bölgedeki petrol ve diğer enerji kaynaklarını kontrol altında tutabilecek hem tehdit olarak algıladığı İran ve Suriye’ye yakın bir tampon oluşturabilecek hem de ezeli dostu ve müttefiki İsrail’e yakın durarak tam destek sağlayabilecektir179.

179  İlker Alp, a.g.e., s. 117. 

Özetle, ABD’nin Kürt oluşumlar üzerinde bu faaliyetleri açıkça göstermektedir ki ABD bölgedeki menfaatlerini teminat altına almak ve bölgedeki hâkimiyetini sürdürmek amacıyla Kürtleri ve PKK terör örgütünü kullanmakta ve bunları yaparken bölgede bulunan Türkiye, Suriye, Irak ve İran devletleri üzerinde milli birlik ve beraberliği bozucu, bölücülüğü körükleyici ve ayrıştırıcı faaliyetlerde bulunmaktan çekinmemekte ve geri durmamaktadır.  

2.6.3.2. Ermenilerin Kullanması 

ABD Kürtleri kullandığı gibi benzer olarak Ermenileri de kendi çıkarları doğrultusunda Türkiye’de huzursuzluk çıkartmak, ayrılığı ve bölücülüğü teşvik etmek için kullanmak istemektedir. 

Hatta ABD Anadolu’da Ermeniler ile ilgili faaliyetlerine neredeyse yüz yıl önce başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Anadolu Amerikan misyonerlerin Protestan propaganda ve faaliyetleri Ermeni cemaatinin bölündüğü, iç çatışmaya sevk edildiği ve bunların Osmanlı Devleti’nden ayrılmak üzere milliyetçi akımlara itildiği bilinmektedir180. Atatürk de Nutuk’unda, 1919 yılında Sivas’ta yirmibeş kadar Amerikan okulunun bulunduğunu ve buralarda binbeşyüz kadar Ermeni öğrencinin okutulduğunu anlatmaktadır181.



180  İlber Ortaylı, a.g.e., s. 32. 
181  Mustafa Kemal Atatürk, a.g.e., s. 51. 

2.6.4. BOP’un ve Orta Doğu’nun Geleceği 

ABD BOP ile kendi varlığı ve geleceği açısından stratejik çıkarlar elde etmeyi planlamıştır. Yukarıda ABD’nin BOP ile yapmayı planladıkları şu şekilde özetlenmişti: 

a) Bölgedeki petrol ve diğer enerji kaynaklarını denetim altına almak,
b) Projeyi uyguladığı ülkelerin liberal ekonomiye geçmelerini sağlayarak pazar payını artırmak,
c) Kendine yakın olan ve sağlam bir müttefiki olan İsrail Devleti’nin güvenliğini sağlamak,
ç) Irak savaşı ile bütün dünyada artış gösteren Amerikan aleyhtarlığını azaltmak182,
d) Küresel terörizmin merkezi olarak gördüğü Orta Doğu’ya hâkim olup terör olaylarını minimuma indirmek183

ABD şu anda olduğu gibi gelecekte de dünya siyasetinin baş aktörü olmak istiyorsa bu proje ile hedeflediklerine ulaşmak zorundadır. Eğer Orta Doğu’da ABD hâkimiyet ve kontrolünü kaybederse Orta Doğu büyük oranda Avrupalı devletlerin kontrolüne girecektir ki bu ABD’nin çıkarlarına hiç de uygun değildir184. Ancak yukarıda BOP kapsamında yapılması planlanan beş maddeye bakacak olursak ABD’yi proje açısından başarılı saymak pek mümkün değildir. Orta Doğu petrollerini kontrolü altına almada başarılı olan ABD diğer maddelerde başarılı olamamıştır. ABD Orta Doğu bölgesine barış, demokrasi ve liberal ekonomiyi getiremediği gibi bölge her geçen gün daha da karışmaktadır. Ayrıca Irak Savaşı Amerikan aleyhtarlığını azaltmamış aksine tüm dünyada rekor denecek bir seviyeye çıkartmıştır. Irak Savaşı’ndan sonra ülke bölge ve gruplara ayrılmış ve bu bölge ve gruplar arasında çatışmalar mütemadiyen yaşanmaktadır.  

BM silah müfettişlerinin eski şefi Hans Blix, 6 Nisan 2004 tarihinde yaptığı açıklamada ABD’nin Irak işgalinin sonuçlarının, hem Irak halkı hem de bütün dünya açısından Saddam Hüseyin diktatörlüğünden daha kötü olduğunu belirterek, ABD’nin Irak’ta tam olarak bir kaosa sebep olduğunu söylemiştir.  

Stratejik Araştırmalar Enstitüsü internet sitesinden yaptığı yayının da ABD’nin BOP ile ulaşmak istediği hedeflerden hiçbirine ulaşamadığını ve başarısız olduğunu bu nedenle projeden vazgeçilerek artık başka politikalar izleyeceklerini ve bu politikaların da ABD güçlerinin Irak’tan çekilmesi üzerine kurulu olacağını belirtmektedir185. Bu ifadeyi doğrular şekilde Obama yönetimi seçim sürecinde Irak’tan çekilme sözü vermiş ve göreve gelir gelmezde bu planı yürütmeye başlamıştır. 

Ancak gelişmeler göstermektedir ki ABD’nin Irak’tan çekilmesi Irak’ın işgalinden daha büyük sorunlar doğuracak potansiyeldedir. ABD’nin Irak’tan çekilmesi ile şiddet olayları ve çatışmalar artacak büyük olasılıkla ülke dağılma noktasına gelecektir186.

Bu ise Türkiye açısından büyük bir risktir. 

182  Hasan Şafak, a.g.e., s. 42. 
183  Salim Cöhce, a.g.m., s. 67. 
184  Mahir Kaynak-Emin Gürses, a.g.e., s. 46.
185  Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, a.g.m., s. 3.
186  Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, a.g.m., gös. yer. 


3. BULGULAR ve YORUM 

3.1. Evrensel Değerler Ardına Gizlenmeye Çalışılan Gerçekler 

20. yüzyılda Avrupa devletleri ile ABD’nin Orta Doğu üzerinde yürüttükleri politikaların ortak paydası ulvi ve evrensel değerlerin kullanılması olmuştur. Her iki taraf da bölgeye özgürlük, bağımsızlık, demokrasi ve insan hakları gibi bütün dünya tarafından kabul gören değerleri getirmek gibi söylemlerde bulunmuşlardır. Avrupalı devletler, Birinci Dünya Savaşı’nda ve savaş sonrasında bölgede yaşayan etnik grupları Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinden kurtarmak ve kendi milli kimliklerine kavuşmalarını sağlamak için geldiklerini öne sürmüştür. Avrupalılar, bölgedeki Kürt, Arap ve Ermeni grupların baskıcı bir yönetim altında yönetildiklerini ve bu grupların kendilerine destek vermeleri halinde bulundukları durumdan kurtulacaklarını vaat etmişlerdir. Arapların geri kalmışlığının sebebi olarak Osmanlı Devleti gösterilmeye çalışılmış ve bölge halkı bu duruma inandırılmaya çalışılmıştır. Ayrıca o dönemde artış gösteren milliyetçilik akımının da bu durumu destekler nitelikte olduğu değerlendirilmektedir. 

1900’lü yılların başlarında Osmanlı Devleti içerisindeki azınlıklar ile yaşanan çatışmaların temelinde Avrupalı devletlerin olduğu görülmektedir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngilizler Sultan II. Abdülhamid’e, Osmanlı bünyesinde yaşayan Kürtler, Araplar ve Çerkezler ile ilgili raporlarında bu grupların bölgede yaşayan Hristiyan ve Müslüman tebaasına zarar verdiklerini belirtmişler ve Osmanlı’yı bizzat yüreklendirdikleri bu gruplara karşı sert davranmaya teşvik etmişlerdir187.



187 Münir Aktepe, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Islahı Hakkında İngiltere Elçisi Layard’ın II. Abdulhamid’e Verdiği Rapor”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı 59, Temmuz 1969, s. 16. 

İngiltere Birinci Dünya Savaşı boyunca Arapları Osmanlı’ya karşı isyana teşvik etmiş ve bu bağlamda iki yönlü bir politika izlemiştir. Bu duruma benzer olarak Rusya da Doğu Anadolu bölgesindeki Ermeni grupları isyana teşvik etmiş ve bu halkın hamiliğini üstlenmiştir. Rusya’nın sonuna doğru savaştan çekilmesini fırsat bilen Fransızlar Ermenileri bir araç olarak kullanıp bölge üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışmışlardır. Bu anlamda bölgede birçok Ermeni terör olayı yaşanmış hatta Ermeniler Fransız üniformaları giyerek Fransa ordusunda görev yapmıştır. Bu durum, Ermeni bir paşanın Fransa Dışişleri Bakanı’na yolladığı mektupta alenen ifade edilmiştir188. Avrupalı devletlerinin ulvi değerler söylemlerini Birinci Dünya Savaşı’nda hayata geçiremedikleri gözlemlenmektedir. Orta Doğu’nun Avrupalı devletlerin bölgeye gelmeden önce Osmanlı himayesi altında sakin ve istikrarlı yapısının bu müdahaleler sonucunda günümüze kadar kaotik bir hal aldığı ve bölge halklarına vaat edilen özgürlük, barış, insan hakları ve bağımsızlık gibi evrensel değerlere halen kavuşamadığı bir gerçektir. 

Savaş sonrası yaşanan gelişmelerde İngilizlerin Orta Doğu politikaları yüzünden yoğun eleştirilere maruz kaldığı gözlemlenmiştir. Arapları yönetmek için kullanılan yöntemlerin yanlışlığına ve Araplara bağımsızlık yerine esaret verilmesine karşı yapılan bu eleştirilere İngiliz ajanlarından Lawrence dahi katılmış ve şu şekilde bir konuşma yapmıştır;
Bizim yönetimimiz Türk sisteminden bile kötü. Onlar yerel halktan 14.000 asker alır ve barısı korumak için yılda ortalama 200 Arap öldürürlerdi. Bizim ise uçaklı, zırhlı araçlı, gambotlu ve trenli 90 bin askerimiz var. Bu yaz çıkan isyanlarda 10 bin Arap öldürdük189.” 
Osmanlı yönetimine karşı bağımsızlık kazanma umuduyla isyan eden Araplar, hüsran ile yeni bir manda yönetimi altına girmişlerdir. Kendilerine vaat edilen evrensel değerler yerine bu vaatlerde bulunan Avrupalı devletlerin daha yoğun ve ezici baskılarına maruz kalmışlardır.

188  Boghos Nubar Paşa’nın 30 Kasım 1918 tarihli mektubu, (23.04.2010).
189  David Fromkin, a.g.e., s. 410. 

Arapların yanı sıra Birinci Dünya Savaşı sonunda bağımsızlık vaatleriyle kandırılmış diğer bir millet de Ermeniler olmuştur. Rusya tarafından Osmanlı’ya karşı ayaklanmaları sonucu tehcire tabii olmaları ve bu tehcir sırasında ağır şartlar nedeni ile birçok Ermeni’nin hayatını kaybetmiş olması Avrupa ve ABD’nin dikkatini bölge üzerine çekmiştir. Fakat Batılı yöneticiler bu ilgiyi de insani değerler dışında kendi çıkarları doğrultusunda kullanacakları bir delil olarak benimsemişlerdir. Bu temelden hareketle İngiltere Başbakanı Lloyd George Ermenilere Türk zulmü altında ezilmeyeceklerine dair söz vermiş ve anılarında bu konuya şu şekilde değinmiştir; “Bu insanlık dışı İmparatorluğu yendiğimizde ilk barış şartımızın, Ermeni vadilerini, Türklerin gaddarlıklarıyla lekelenmiş o kanlı kötü yönetimden kurtarmak olacaktır190.

190  Margaret Macmillan, a.g.e., s. 371. 

Bu tarz açıklamalar diğer devlet başkanları tarafından da yapılmıştır. Ancak savaş bitiminde Ermenilerin desteklerine ihtiyaç kalmayınca gerçekler gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Ermenilerin bulunduğu bölgenin Türk yönetimi altında kalması ve Avrupalı devletlerin savaştan ağır hasarlar ile çıkmaları ayrıca bölgeye asker gönderilebilecek tek ulaşım yolu olan demiryolunun da hasarlı olması Batılı güçlerin bölgeye asker gönderemeyeceği gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Dönemim ABD başkanı olan Woodrow Wilson da Ermeni sempatizanı olup Ermenilere verdiği umutları Kongre’den geçirememiştir. Türk Kurtuluş Savaşı’nın başarı ile sonuçlaması Avrupalı devletlerin beklentilerini ve dolayısıyla umut vaat ettikleri grupların umutlarının boşa çıkmasına sebep olmuştur.  Esas itibariyle Ermeniler, kendilerine vaat edilen büyük Ermenistan umutlarıyla kullanılmış ve savaş sonunda yalnız kalmışlardır. 

Araplar ve Ermeniler gibi Kürtler de özgürlük ve bağımsızlık söylemleri ile özellikle savaş sonrası Musul sorunu içerisinde Avrupalı devletler tarafından kullanılmışlardır. Birinci Dünya Savaşı başlarında İngiltere Musul bölgesini Fransa’ya bırakmış fakat sonra bu politikadan vazgeçmiştir. İngiltere sonradan bölge üzerinde hâkimiyet sahibi olabilmek için Fransa’yı ikna etmiş fakat savaş sona erince Musul’u işgal etmeyi başaramamış ve imzalan Anlaşma sonucunda Osmanlı ordusu terhis edildikten sonra bölgeyi işgal edebilmiştir. Türkiye’nin Türk Milli Mücadelesi’nden başarı ile çıkması sonucu bu bölge Türkiye ve İngiltere arasında tartışma konusu halini almıştır. Bu aşamada İngilizler, Araplar ve Ermeniler üzerinde yürüttükleri politikaları bu defa Kürtler üzerinde yürütmüş ve Kürtleri bağımsızlık ve özgürlük vaatleri ile Türklere karşı kullanmışlardır.

Geçmişte Avrupa devletlerinin izlediği yola benzer bir şekilde günümüzde de ABD’nin, BOP ile özgürlük, insan onuru, bağımsızlık, demokrasi, insan hakları gibi tüm insanlığın kabul etmiş olduğu evrensel değerleri kullandığı gözlemlenmektedir. Bu politikalarla ABD’nin amacının perde arkasındaki çıkara dayalı düşüncesini dünya kamuoyuna farklı lanse ederek tepkilere mahal vermemeye çalıştığı düşünülmektedir. 

ABD’nin kamuoyuna yansıttığı politikalar ile gerçek politikaları arasındaki çelişkiyi gün yüzüne çıkaran en önemli gösterge dünyadaki en büyük silah satıcısı olmasıdır. Dünya silah ticaretinin yarısından fazlasını kontrol etmesi dünya barışını koruma ve dünyaya özgürlük getirme söylemleriyle kullanmış olduğu barış ve özgürlük savlarını kendi içinde çürütmektedir. Bu noktada ABD, özgürlük ve barış ideallerini ticari kaygılar uğruna feda etmiştir191.

Dikkat çekici diğer bir husus ise ABD’nin en çok silah sattığı ülkelerin başında demokrasiye sahip olmayan Orta Doğu ülkelerinin gelmesidir192.  

191  Shannon Lindsey Blanton, “Promoting Human Rights and Democracy in the Developing World: U.S. Rhetoric versus U.S. Arms Exports”, American Journal of Political Science, Vol. 44, No. 1, (Jan.,2000), s. 123.
192  Shannon Lindsey Blanton, a.g.e., s. 129.

11 Eylül saldırıları sonrasında ABD’nin Orta Doğu politikalarında sertleşme olduğu gözlemlenmiş ve bu politikalara paralel olarak barış ve istikrar söylemlerinde de artış olduğu tespit edilmiştir. Örneğin, dönemin ABD başkanı Bush’un Afganistan harekâtının başladığını bildirdiği konuşmasında bölgenin topografyasını değiştirecek kadar güçlü silahların kullanıldığı bu operasyonu Sonsuz Özgürlük (Operation Freedom Enduring) adıyla tanıtmış ve savunulan özgürlüğün yalnız ABD vatandaşları için değil tüm insanlar için olduğunu vurgulamıştır193.

193  Bkz.: Eski ABD Başkanı George W. Bush'un Afganistan konuşması.



Konuşmasında değindiği diğer bir konu ise bunun bir özgürlük savaşı olduğunu ve sonunda ABD’nin,  yani özgürlüğün kazanacağını iddia ederek ABD ile özgürlük kavramını eş tutmasıdır194. ABD başkanının konuşması temel alındığında tüm insanların özgürlük isteyeceği bir gerçektir. Lakin bu operasyon öncesinde Afganistan’ın ne sebeple hedef olarak seçildiği muğlâklığını korumaktadır. 11 Eylül saldırılarının arkasında Taliban rejimine ait bir bağlantı olduğuna dair hukuki bir gerekçe gösterilememiştir. Diğer bir taraftan Afganistan yönetiminin ABD istekleri doğrultusunda bölge insanlarını yakalayarak ABD’ye teslim etmekle yükümlü olmadığı bir gerçektir.

194  ABD Başkanı Bush’un 7 Ekim 2001 tarihli konuşması,  (26.04.2010). 

ABD, yine aynı söylemler doğrultusunda 2003 yılında Irak’ı işgal etmiştir. Dünyadaki silah ticaretinin yarısından fazlasını kontrol eden ABD başkanının Amerikan kamuoyunu ikna edebilmek için basın toplantısında Irak’ı silahsızlandırmaktan bahsetmesi çelişkili bir durum teşkil etmiştir. ABD’nin asıl amacının Orta Doğu’ya barış getirmek olduğu dile getirilmiş ve Irak’ın sahip olduğu kitle imha silahlarının tüm dünya için tehdit olduğundan bahsedilerek dünya kamuoyu yönlendirilmeye çalışılmıştır195. Fakat 2003 yılından bu yana yapılan aramalar sonucunda işgal ve savaş sebebi olarak gösterilen herhangi bir kitle imha silahına rastlanmamıştır. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda Irak’ın barış, güven ve istikrar ortamından çok işgal edildiği günden beri karmaşık ve içinden çıkılamaz bir bölge halini aldığı gerçeğidir. Böylece ABD’nin barış ve demokrasi söylemlerine inandırıcılık katılacağı yerde bu ve benzeri söylemlere gölge düşmüştür. Bugün Irak’ın geldiği durum işgal öncesi dönemi aratır haldedir. Milyonlarca Irak’lı, mülteci haline gelmiş ve bir milyona yakın sivil hayatını kaybetmiştir. Ayrıca ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra insan hakları ihlalinde artışlar yaşandığı gözlemlenmiş. ABD’nin insan hakları anlayışı ve bölgede yaşananlar kamuoyuna yansıdığı kadarıyla bir kez daha sorgulanmaktadır. Masum sivillerin ve çocukların sadece şüphe üzerine tutuklanmadan, sorgulanmadan ve yargılanmadan taarruz helikopterleri ile vurulma görüntüleri ana haber bültenlerine düşmüş ve bu söylemlerin inandırıcılığını yitirmesine sebep olmuştur.

195  ABD Başkanı Bush’un 6 Mart 2003 tarihli basın toplantısı,  (26.04.2010). 

3.2. Azınlıkların ve Etnik Milliyetçiliğin Kullanılması 

Tarih boyunca gerek Avrupa devletlerinin gerekse ABD’nin Orta Doğu politikalarında azınlıkların kışkırtılarak Osmanlı Devleti ve Türkiye’ye zarar verme çabalarına sıkça rastlanmaktadır. Bu uğraşlar doğrultusunda dış güçler çeşitli politik avantajlar elde ederek güçlenecek yahut zayıflayacak devletleri belirlemiştir. 

18. yüzyılın başlarında Rusların Ermenilerle ilgilenmeye başlamasıyla beraber Osmanlı Devleti’ndeki azınlıkların dış güçler tarafından kullanılmasının ilk belirtilerini görmekteyiz196. Bu dönemde Güney Kafkasya’ya inme planları olan Rusya Ermenilerin desteklenmesi hususunda yoğun bir çaba göstermiş ve Ararat Krallığı’nı Ermenilere kurdurtarak bu durumu Osmanlı Devleti’ne karşı bir silah olarak kullanmak istemiştir197. Kafkaslar ve Doğu Anadolu bölgelerinde sorun çıkartmaları muhtemel olan Ermeniler 1859 yılında Islahat Fermanı ile beraber azınlıklar sorunu olarak Osmanlı Devleti’nin gündeminde yerini almıştır. Takip eden dönemde Osmanlı Devleti sınırları içerisindeki Hristiyanların Avrupalı dış güçler tarafından sıkça kullanıldığı görülmektedir198. Türklerin güç kaybı ile beraber tarih boyunca bu sınırlar içerisindeki herhangi bir huzursuzluğa sebebiyet vermeden yaşamayı başarabilmiş olan Ermenilerin yıpratma faaliyetleri artmış ve Osmanlı 1877-1878 tarihleri arasında Rusya ile savaş halindeyken Doğu Anadolu’da terör eylemleri gerçekleşmiştir199. Tırmanan bu gerginliğin ilerleyen zamanda Avrupa devletleri tarafından sıkça kullanıldığı görülmektedir.

196  Ali Arslan, a.g.e., s. 28.
197  Ali Arslan, a.g.e., s. 29.
198  Bilal Şimşir, “Osmanlı Ermenileri”, Bilgi Yayınevi, İstanbul 1986, s. 11.
199  Bilal Şimşir, a.g.e., s. 20. 

Ermenilerin kışkırtılmasında ve verilen tüm bu desteklerde Avrupa devletlerinden özellikle İngiltere’nin büyük bir rol oynadığı anlaşılmaktadır. Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurmak isteyen İngiltere’nin muhtemel planları Salih Münir Paşa’nın 4 Ağustos 1903 tarihinde hazırladığı raporda belirtilmiş olup bu rapor saraya sunulmuş ve raporda şu hususlar üzerinde durulmuştur:
“Ortaya bir Ermenistan meselesi çıkarıp Avrupa’nın kararıyla Rusya hududu yakınlarında bir Ermeni Beyliği veya yarı bağımsız bir Ermeni Vilayeti teşekkül edecek olursa, Rusya Ermenilerinin de milli duyguları galeyana gelerek bu beyliğe veya yarı bağımsız vilayete katılmak isteyecekleri; bunu başaramasalar bile Rus hükümetini az çok rahatsız edip uğraştıracakları ve bir gün Hindistan, Uzak Şark veya başka bir tarafa ait bir işten dolayı Rusya ile İngiltere arasında savaş çıktığı takdirde, zaten İngilizlerin minnettarı ve uydusu durumunda olacak olan bu Ermeni devletinin, Rusya Ermenileri ile beraber ayaklanarak, Rus ordularının bir kısmını oralarda tutmakla, savaş yükünü hafifletmek suretiyle İngilizlere hizmet edecekleri, Ermenilerin bu şekilde Rusya’nın böğründe müziç (bunaltıcı) ve daimi bir çıban olacakları düşüncesidir. Fakat bu maksatların hâsıl olması uğrunda birçok kan dökülecekmiş, birçok Ermeni telef olacakmış, buralarını düşünmek İngiliz diplomatlarının işi, vazifesi ve âdeti değildir. İngiltere’nin çıkarları uğruna caiz ve mübah olmayan şey yoktur200.” 
Ermeni milliyetçiliğinin şiddetli bir şekilde desteklendiği ve terör faaliyetlerinin hız kazandığı Birinci Dünya Savaşı yıllarında Rusya ile savaş halinde olan Osmanlı Devleti cephe gerisindeki ayaklanmaları bastırmakta güçlük çekmiştir. Çok sayıda Türkün hayatını kaybetmesine sebep olan bu olaylara Osmanlı Devleti’nin çözümü Ermenilerin tehcir edilmesi olmuştur. Bu esnada kıtlık ve kısıtlı ulaşım imkânları gibi Osmanlı Devleti ordusunu da etkileyen bir takım şartlar yüzünden bazı Ermeniler hayatını kaybetmiştir. Takip eden zamanda Ermenilerin terör faaliyetleri dışında İngiliz, Rus ve Fransız ordularında gönüllü olarak askerlik yaptığı bilinmektedir. Hatta Fransız Gönüllü Lejyonu’ndaki Ermeniler tehcir döneminin intikamını almak için faaliyetlerde bulunmuş201, çıkan olaylarda şiddet ölçüsünün artması üzerine Fransız askeri komutasının müdahalesine maruz kalmışlardır.202

200  Hayri Mutluçağ, “Salih Münir Paşa Raporu”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, , Sayı 26,  Kasım 1969, s. 53.
201  Ali Arslan, a.g.e., s. 111.
202  Gotthard Jaeschke,  “Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri”, 2.Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1991, s. 46. 

Avrupa devletlerinin uygulamış olduğu politikalar ve vermiş olduğu destekle paralel olarak Ermenilerin gerçekleştirmiş oldukları eylemler istenilen sonucu vermemiştir. Anadolu’da direnci artan Kurtuluş Mücadelesi’ne müteakip İtilaf Devletleri’nin ordularını geri çekmeye başlaması Büyük Ermenistan Devleti’nin gerçekleşmemiş bir proje olarak kalmasına neden olmuştur. Teorideki Ermeni Devleti’nin denize açılım problemi ve bu devletin hem askeri hem de ekonomik olarak desteklenmek zorunda olması bu devletin kurulmasına engel olan başlıca sebeplerdir. Çünkü savaştan çeşitli kayıplara uğramış olarak çıkan Avrupa devletleri kendilerinde bu projeye destek verecek gücü bulamamıştır203. Bunun üzerine ABD veya Milletler Cemiyeti mandaterliğinde bir Ermeni Devleti gündeme gelmiş olsa bile yapılan değerlendirmeler sonucu her iki tarafta mandaterliği kabul etmemiştir. 

Osmanlı sınırları içerisinde yaklaşık olarak dört yüzyıl boyunca yaşamlarını sürdüren ve “Kavm-i Necip” olarak itibar gören Araplar, Avrupa devletlerinin azınlık politikalarında kullanmış olduğu milletlerden bir diğeridir. Özellikle İngiltere’nin Arapları bağımsızlık sözleriyle kışkırtması ve Mekke Emri Şerif Hüseyin’in İstanbul’daki İttihat ve Terakki Hükümeti ile ters düşmesi isyanların başlamasına sebep olmuş ancak bu isyanlar savaşın gidişatında belirleyici bir rol oynamamıştır204. 30 Haziran 1915 tarihinde yayınlanan De Bunsen Komitesi Raporu’nda İngiliz politikacıların Arapları kışkırtarak kullanma fikri ilk olarak ortaya atılmıştır. İngiltere’nin Orta Doğu’dan sağlayacağı fayda ve izleyeceği politikaların tespit edildiği bu raporda hem Araplar hem de Kürtler için “Mükemmel Bir Malzeme” tanımlaması yapılmıştır205.

203  Yuluğ Tekin Kurat, a.g.e., s. 24.
204  David Fromkin, a.g.e., s. 144.
205  De Bunsen Komite Raporu.



İngiltere’nin Arapların desteğini kazanabilmek için Şerif Hüseyin ile görüşmek üzere görevlendirdiği Mısır Yüksek Komiseri Sir Henry Mc Mahon ise görevini şöyle özetlemiştir: “Arap hareketi konusunun bana bırakıldığı gün, yaşamımın en talihsiz günüydü. Bu sadece askeri bir işti. Sir Ian Hamilton’un isteği üzerine başladı. Dışişleri Bakanlığı benden, işe el koymamı ve Arapları savaştan çekmemi rica etti. O anda Gelibolu'daki güçlerin büyük bir kısmı ve Mezopotamya güçlerinin tümü Araplardan oluşuyordu...206

206  David Fromkin, a.g.e., s. 145. 

Bu sırada Çanakkale Savaşlarında İtilaf Devletleri’nin zor bir durumda olması sekiz ay süren McMahon-Hüseyin görüşmelerine sebep olmuştur. 14 Temmuz 1915 tarihinde başlayan on mektupluk yazışmalarda gerçekleştirilecek isyana destek verilmiş ve çeşitli vaatlerde bulunulmuştur207. Bütün bu gelişmeler üzerine 10 Haziran 1916 tarihinde patlak veren Arap isyanı az sayıda Arap’ı kapsayarak beklenen seviyeye ulaşamamış ancak İngiltere için başka bir açıdan avantaj sağlamıştır. Halife’nin ilan etmiş olduğu ”Cihad” a karşı olan bu isyan İngiliz sömürgelerinde yaşayan çok sayıda Müslüman için sakinleştirici bir rol oynamıştır.

207  Bkz.: Hüseyin-McMahon Mektupları ve Üzerinde Anlaşma Sağladıkları Arap Devleti’nin Haritası.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında ise Arapların sonu Ermenilerinkinden çok farklı olmamıştır. Verilen bağımsızlık sözleri bir yana dursun İngiltere ve Fransa’nın mandaterliği altına giren Araplar kendilerini Osmanlı Devleti’nden kurtaran bu devletlere karşı tekrar özgürlük mücadelesi vermiştir.  

De Bunsen Komitesi Raporu’ndaki bir diğer mükemmel materyal olan Kürtler ise Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere tarafından Musul sorununun çözülmesinde kullanılmıştır. İngiliz ajanlarının Doğu Anadolu’da yaptığı araştırmalar neticesinde 10 Haziran 1919 tarihinde Lord Curzon’a verilen raporda şu noktalara değinilmiştir:
“Binbaşı Noel Kürt şefleri ile görüş birliğine varırsa bundan büyük faydalar sağlayacağını söylüyor. Bunlar İstanbul’da Abdülkadir, Bedirhan ve daha az önemli kimselerdir. Bunlar şüphe uyandırmamak için Noel’den ayrı olarak Kürt bölgelerine gidecekler. Türkler barış konferansına Kürtlerin de getirileceğinden çekiniyorlar. Kürtler henüz Mustafa Kemal’e karşı ayaklanmadı, ama Noel bunu sağlayacağından emin...208” 
İngiliz politikacılar kurulacak bir “Kürt Devleti” sayesinde hem Türkleri istedikleri gibi zayıflatmış olacak hem de Mezopotamya’nın kuzey kısmını güvenlik altına alacaklardı209. Bunun üzerine Binbaşı Noel 1919 yılında Güneydoğu Anadolu bölgesinde incelemeler yapmış ve sunduğu raporda Kürtlerin olası bir İngiliz işgaline son derece karşı olduğunu belirtmiştir. Müslüman kimliği ön planda olan Kürtlerin Türklere bağlılığına da değinilen bu rapordan Kürtler için dini olmayan milli yönlendirmeler yapılması gerektiği sonucu çıkartılmıştır210. Kurulması planlanan Kürt Devleti ile ilgili detaylar Sevr Anlaşması’nın 62-64. Maddelerinde belirtilmiştir. Bu maddelere göre kurulacak devletin sınırları Fırat'ın doğusu, sınırları henüz çizilmemiş Ermenistan’ın güneyi ve Suriye-Mezopotamya arasında kalan bölge olarak belirlenmiştir. Sınırları tam olarak belli olmayan bu özerk Kürt devletinin bağımsızlık için Milletler Cemiyeti’ne başvurması halinde Türkiye’nin de bu durumu onaylayacağı varsayılmıştır. Ancak Sevr Anlaşması’nın hayata geçmemesinden dolayı tüm bu hesaplar gerçekleşmemiştir. Aslında İngiltere’nin amacı zengin petrol yataklarına sahip Mezopotamya ile kuzeydeki Bolşeviklerin arasında bir tampon Kürt bölgesi oluşturmak ve bu sayede Fransızların hükmedebilecekleri bölgeleri Suriye ve Güneydoğu Anadolu olarak sınırlamaktır211. Ancak İngiltere 1919 yılının sonlarında bölgede bağımsız Kürt Devleti fikrinden vazgeçmiş ve dikkatini Musul meselesine yoğunlaştırmıştır212.

208  Erol Ulubelen, a.g.e., s. 186.
209  Erol Ulubelen, gös. yer.
210  Mim Kemal Öke, a.g.e., s. 24-27.
211  Margaret Macmillan, a.g.e., s. 436.
212  Mim Kemal Öke, a.g.e., s. 6. 

Kurtuluş Savaşı’nın ardından Musul konusunda ısrarcı olan İngiltere ile Lozan görüşmelerinde bir anlaşma sağlanamamıştır. Mondros Ateşkes Anlaşması’nın ardından İngilizler tarafından işgal edilmiş olmasına rağmen bu bölge Misak-ı Milli sınırları içerisinde bırakılmıştır. Ancak jeopolitik önemi yüksek olan ve önemli petrol yataklarına sahip bu bölge için İngiltere geri adım atmaya yanaşmamış ve görüşmeler daha sonra karara bağlanmak üzere ertelenmiştir. Dokuz ay içerisinde bir çözüm üretilemeyince konu İngiltere’nin etki edebildiği Milletler Cemiyeti’nin hakemliği eşliğinde bir sonuca bağlanmıştır. Bu sonuca göre Musul, İngiltere mandası altındaki Irak’ın kontrolünde kalacaktır. Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak Paşa Mayıs 1923’de konuyla ilgili bir rapor hazırlamıştır. Bakanlar Kurulu’na sunulan bu raporda durumun ciddiyeti şu şekilde açıklanmıştır:
“Bize bağlı ve bizden ümit bekleyen Kürtleri, sorunlu olarak izlenen bir şey yapılmaması siyaseti karsısında en müthiş zulümlerle hurdahaş ederek, uçak bombardımanlarıyla köylünün mal ve varlığını yok eyleyerek İngiliz kuvvet ve azameti karsısında Kürtleri tamamen boyun eğen, bağımlı duruma soktuktan sonra, bol para, mal, hayvan vererek ve iyilik göstererek Kürtleri düştükleri felaketten arzu ettikleri hayat ve istiklale ancak İngiliz eliyle kavuşabileceklerine inandırmak ve bu surette kurulacak Kürdistan’ın kanlı deneyimlerden sonra bize dargın ve düşman bir yüz göstermesini sağlamak İngiliz politikasının temelidir. Bu nedenlerle Kürdistan sorununun başlamış olduğunu ve bu sorunun ciddiyetle ve dikkatle göz önüne alınması gerektiğini arz ederim213.” 
Takip eden dönemde İngiltere’nin Kürtler ile ilgili ayaklandırma faaliyetleri devam etmiştir. Şubat 1925’de Şeyh Sait tarafından başlatılan Kürt isyanında kullanılan silah ve mühimmatın İngiltere’den getirilmiş olması ve bu isyanın nasıl bir amaca hizmet ettiği, İngiltere’nin iç karışıklıklar için vermiş olduğu uğraşı açıkça ortaya koymaktadır214. Bu olayların, Milletler Cemiyeti’nin Musul meselesini karara bağlayacağı döneme denk gelmesi dikkat çekicidir. Milletler Cemiyeti için Türkler ve Kürtlerin uyum içerisinde yaşama tablosunun bozulduğu izlenimi veren bu isyan Türkiye’ye ayak bağı olarak Musul’da askeri açıdan bir tehlike arz edememesini sağlayacak ve bu durum İngiltere’nin işine gelecektir.

Zayıflatmak ve parçalamak istediği devletler için bölgedeki azınlıkları kullanan politikalar sadece Avrupa Devletleri için geçerli değildir. Özellikle ABD’nin 1. ve 2. Körfez Savaşları sırasında Afganistan’da yapmış olduğu faaliyetler ve burada uyguladığı politika İtilaf Devletleri’yle benzer bir Orta Doğu politikasına sahip olduğunu göstermektedir. 

213  Cengiz Kürşat, “Lozan Konferansı Sırasında İngilizlerin Süleymaniye-Revandiz-Şemdinli Bölgelerinde Gizli ve Askeri Faaliyetleri”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı 1, Şubat, s. 45.
214  Mim Kemal Öke, a.g.e., s. 159. 

Kuveyt’in Irak tarafından işgali üzerine ABD öncülüğünde kurulan bir koalisyon gücü bölgeye askeri bir operasyon düzenleyerek Kuveyt’i işgalden kurtarmayı hedeflemiştir. Bu askeri gücün donanım olarak Irak ordusuna göre çok daha gelişmiş olmasına rağmen Saddam yönetimine karşı olan Kürtlerin de ayaklandırılmasından geri kalınmamıştır. Irak yönetimi ile süregelen bir anlaşmazlıkları söz konusu olan Kürtlerin kışkırtılması bölgede kaosa sebebiyet verirken Saddam yönetiminden çekinen bir milyon kadar Kürt’ün Türkiye, Suriye ve İran’a kaçmasına neden olmuştur. Bu durum üzerine Türkiye, İran ve Fransa’nın desteğiyle Kuzey Irak’ta meydana getirilen güvenli bölgelerin ABD’nin önderliğini yaptığı çok uluslu çekiç güç tarafından korunması amaçlanmıştır215. Daha sonra bu güç Kuzeyden Keşif Harekâtı adını alarak Türkiye’ye yerleştirilmiştir. ABD, takip eden zamanda Irak’ta rejime karşı olan toplulukların arkasında olmuş ve Saddam yönetimine son vermeyi amaçlayan politikaları doğrultusunda Kuzey Irak'taki Kürt gruplara çeşitli yardımlarda bulunmuştur. Fakat 1996 yılında İran’ın Talabani’yi desteklemesi üzerine Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) Kürdistan Demokrat Partisi (KDP)’ne karşı üstünlük sağlamış ve bunun üzerine KDP lideri Barzani Saddam yönetimi ile mutabakat sağlamayı seçmiştir. Ortaya çıkan bu tablo ABD’nin Irak’taki rejimi devirme politikalarının çöktüğünün göstergesi olmuştur. Takip eden süreçte Irak ordusunun Kuzey Irak’a girmesiyle beraber, ABD bu bölgede CIA adına bilgi toplama ve propaganda çalışmaları yaptığı iddia edilen 6700 kadar Kürt’ü Türkiye üzerinden Guam Adası’na kaçırmıştır216.

215  BM Güvenlik Konseyi’nin 688 Sayılı Kararı, (25.04.2008).
216  İlhan Uzgel, “ABD ve NATO’yla İlişkiler”, “Türk Dış Politikası”, Baskın Oran(ed.), Cilt II, 8.Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul  2005, s. 265. 

ABD’nin 11 Eylül olaylarının ardından gerçekleştirdiği Afganistan harekâtında azınlık ve rejim karşıtlarını kullandığı politikalarından örneklere rastlamak mümkündür. Talabani yönetiminin teröre destek verdiğini öne süren ABD mevcut rejimi devirmek amacıyla Birinci Körfez Savaşı’ndakine benzer bir yol izleyerek yönetim karşıtı grupları örgütleyip kullanmayı amaçlamıştır. Etnik ve dini yapısı ABD’nin bu politikasını yürütmesine müsait olan Afganistan’da Taliban karşıtı olan gruplarla anlaşmaya varılarak Kuzey İttifakı adı altında bir araya gelmeleri sağlanmıştır. Bu ittifakı oluşturan küçük toplulukların yanı sıra üç ana grup dikkat çekmektedir. En büyük rol sahibi grup olarak Şah Mesud’un halefi General Muhammed Fehim Han yönetimindeki Tacik Cemaat-i İslami grubu gösterilmektedir. Özbek General Raşid Dostum tarafından yönetilen Özbek İslami Milli Cümbüş Grubu ikinci önemli grup konumundadır. Önem sırasında üç numarada ise Kerim Halili ve Mohakik önderliğinde Hizb-i Vahdet’in etnik Hazera grupları yer almaktadır. Diğer küçük gruplarında Kuzey İttifakına dâhil olması ve Afganistan’ın kendi içerisinde süregelen liderlik rekabeti ABD’nin uygulamak istediği politikalar için uygun bir zemin oluşturmaktadır.  

ABD’nin azınlıklar üzerindeki benzer faaliyetlerini uyguladığı son yer yine Irak olmuştur. Bir diğer benzerlik ise etki altında bırakılmak istenenlerin Birinci Körfez Savaşı’nda olduğu gibi yine Kürtler olmasıdır. 2. Körfez Savaşı’nda da Kürtler ayaklandırılmış ve buna ilave olarak Kuzey Irak’taki peşmergeler silahlandırılarak bölgede hâkimiyet sağlanmıştır. Savaş bitiminde bölgedeki siyasi oluşumda Kürtlere önemli bir pozisyon sunan ABD, örgüt yapısından devletleşmeye geçen Kürtler sayesinde Irak yönetiminde söz sahibi olmayı başarmıştır217.

217 Mesut Savaş, “ABD’nin Irak Harekâtının Türkiye’ye Etkilerinin İncelenmesi”, (Harp Akademileri Komutanlığı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Bitirme Tezi), İstanbul  2005, s. 3-28.

ABD’nin Kürtlere gösterdiği yoğun ilginin sebebi olarak hayati önem arz eden Orta Doğu’daki Türkiye, İran ve Suriye gibi devletlerle ilişkilerinin kötüleşmiş ve müttefik bir devlet ihtiyacı hissetmiş olmasıdır. Irak’taki Sünni ve Şii Arapların yanı sıra Suriye ve İran gibi dış güçlerinde ABD karşıtı olması bölgeye yön verme açısından Kürtlerin büyük önem taşımasının başlıca sebebidir. Ayrıca Türkiye, Irak ve Suriye’ye karşı uygulayacağı politikalar açısından Kürtler ABD’nin vazgeçmek istemeyeceği bir koz niteliğindedir. Bir diğer katkısı da İsrail’in Orta Doğu’daki güvenliği olup, ortak düşmanlara sahip bir Kürt devletinin bölgenin emniyetine katkı sağlayacağı hesaplanmaktadır. 

ABD ve İtilaf devletlerinin Orta Doğu’da uyguladıkları azınlık politikalarında da benzerlikler görülmektedir. Bunlardan bir tanesi bölgedeki terör örgütlerinden PKK/KONGRA-GEL ve Hoybun Cemiyeti’nin dışarıdan yönlendirilip destekleniyor olması ayrıca uyguladıkları metot ve hizmet ettikleri amaç bakımından ortak noktalarının bulunmasıdır. Bir diğer benzerlik ise belli başlı bölgelerde azınlıkların kullanılıp ABD ve İtilaf devletlerinin mevcut güçlerini muhafaza etme çabasıdır.

Örnek olarak ABD’de halkın ve medyanın asker kaybına karşı çok sert bir duruş sergilediği düşünüldüğünde, risk faktörünün bulunduğu bölgelerde azınlık güçlerinin kullanılıp mevcut imkânların sadece hava harekâtı gibi uzaktan gerçekleştirilip tehlike arz etmeyen durumlarda kullanıldığı gözlemlenmektedir218.

218  Waylet Bonyar-Jackh Ernst, “İmparatorluk Stratejileri ve Ortadoğu”, Çiviyazıları, İstanbul 2004, s.18. 

Dış güçlerin 19. yüzyıldan beri Kürtlerle yakından ilgilendiği görülmektedir. Kürtler önce Avrupa devletlerinin ardından da ABD’nin dış politikalarında önemli bir yere sahip olmuştur. Avrupa devletleri Orta Doğu’da hâkimiyet kurma politikalarında Osmanlı Devleti’ni bölmek için Kürtçülük akımını meydana getirmiş olup Ermeni, Arap ve Nasturi toplumları da benzer şekilde kullanılmıştır. Avrupa devletlerinin Birinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin ise soğuk savaş sonrasında Kürt kökenli terör örgütlerine politikalarında nasıl yer verdiği incelenmekle beraber verilen desteğin kesin kanıtlarının olmaması dolayısıyla net yargılara varılamamaktadır. 

Kürtçülük kavramının Birinci Dünya Savaşı yıllarında İngilizler tarafından ortaya atıldığı, istihbarat subayı Albay Maunsell’in 5 Aralık 1917 tarihinde hazırlayıp Londra’ya sunduğu raporundan anlaşılmaktadır. Raporda şu satırlar yer almaktadır:
“...Pantürkizm’e karşı ağırlık olarak Kürt milliyetçiliğini çıkarmak gerekir. Coğrafi durum dikkate alındığında Türk kovanına önemli bir unsur olarak sokulabilirler219.” 


219  Yusuf Sarınay, “Hoybun Cemiyeti ve Türkiye'ye Karşı Faaliyetleri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 40, Cilt: XIV, Mart 1998, s. 209.



Bu raporun da desteklediği üzere Birinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere Musul meselesini çözmek için Kürtleri kullanmakla yetinmemiş takip eden dönemde sorunun lehine sonuçlanmasına rağmen Kürtçülük faaliyetlerini desteklemeyi sürdürmüştür. İngiltere’nin kışkırtmaları sonucu meydana gelen Şeyh Sait ayaklanmasının sona ermesiyle İran, Irak ve Suriye’ye kaçan Kürt liderler yeni bir oluşum meydana getirmek istemiş, Irak-Suriye bölgesinde mandaterlik sıfatıyla bulunan İngiltere ve Fransa da bu örgütleşme çabasında destek vermiştir. Tüm bu çalışmalar neticesinde 1927 yılında hayata geçirilen Hoybun Cemiyeti ismini Kürtçe “Benlik” anlamına gelen Hoybon ve Ermenice “Ermeni Yurdu” anlamına gelen Haybun sözcüklerinin bir araya gelmesinden almıştır220.

Kurulan cemiyetin ilk toplantısı İngiltere’nin Irak olağanüstü komiser yardımcısı Edmons’un önderliğinde 1927 Şubat’ında Revandiz’de yapılmıştır. Kürtlere İngilizler tarafından para ve silah tedarik edileceği ana fikrindeki toplantıyı takip eden süreçte faaliyetler devam etmiş ve Lübnan’ın Bihamdun Kasabası’nda 5 Ekim 1927 tarihinde gerçekleştirilen kongrede Hoybun cemiyeti resmen kurulmuştur. Fransa’nın bu terör örgütü ile alakası ise cemiyetin kurulduğu bölgenin Fransız kontrol bölgesi olmasındandır.  

Sözde Türk Kürdistanı’nın bağımsızlığını amaçlayan bu cemiyetin en belirgin farkı ise Ermeni ve Kürtleri ortak bir paydada buluşturarak Türklere karşı birleştirmesidir. 

Türkiye’de ayaklanma çıkarmak için girişimlerini sürdüren Hoybun Cemiyeti’nin İngiltere tarafından desteklendiğini gösteren bazı olaylar dikkat çekmektedir. Cemiyetin yönetici kadrosunun İngiltere ile sürekli temas halinde olan Bedirhanlar’dan oluşması, İngiltere himayesindeki Barzani Kürtlerinin Ağrı İsyanları sırasında Irak sınırını aşarak Türkiye’ye saldırmaları ve gene bu isyanlarda büyük pay sahibi olan İhsan Nuri’ye İngiltere kontrolündeki Irak’ın kapılarını açması cemiyetin İngiltere tarafından desteklendiğinin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. 12 Nisan 1931 tarihinde Başvekâlete sunulan Dâhiliye Vekili imzalı bir rapora göre bölgedeki azınlıklara İngiltere tarafından yakın ilgi gösterilmesinin sebebi “Hakkâri vilayeti ile Cizre’de dâhil olmak üzere Irak Kürtleri hâkimiyeti altında, Irak ile Türkiye arasında bir Kürt hükümeti teşkil etmek221.” şeklinde açıklanmıştır. 

Mandaterlik sıfatı ile Suriye’yi yöneten Fransa’nın Hatay sorunu yüzünden Türkiye karşıtı eylemlere katkıda bulunması ve Hoybun Cemiyeti ile Ermenilerin Suriye’nin kuzeyindeki eylemlerine ağırlık vermesi üzerine Fransa’dan sınırlardaki 70 bin Ermeni’nin geri çekilmesi istenmiştir. Türkiye’nin bu isteği Fransa tarafından kabul görmemiş olmasına rağmen cemiyete verilen destek sürdürülmüştür. Fransızların Hoybun Cemiyetinin silah ve mühimmat tedarik edebilmesi için Taşnak’ların olağanüstü temsilcisi olan Vahan Papazyan’a 10 milyon Frank verdiği, Dâhiliye Vekâleti tarafından Başvekâlete sunulan 12 Nisan 1931 tarihli bir raporda belirtilmiştir222.

220  Yusuf Sarınay, a.g.m., s. 211.
221  Yusuf Sarınay, a.g.m., s. 219. 
222  Yusuf Sarınay, a.g.m., s. 220.

Hoybun Cemiyetinin sürdürmüş olduğu etkinlikler arkalarındaki desteğinde yardımıyla Ağrı bölgesinde isyana sebebiyet vermiş, takip eden zamanda Şemdinli ve Dersim’e de sıçramış olup yapılan askeri müdahaleler sayesinde sonlandırılmıştır. Ağrı’da çıkan isyanlara son verilmesinin ardından önemini kaybeden Hoybun Cemiyeti Türkiye aleyhinde etkinlikler düzenlemeye devam etmiştir. Cemiyet aynı zamanda çeşitli ayet ve hadisler içeren yayınlar yaparak Sünni Müslüman olan Kürt kesimi dini açıdan etkileme girişimlerinde bulunmuştur. Netice itibariyle dış güçlerin yardımlarını esirgemediği bu terör örgütü Türkiye Cumhuriyeti için bir tehlike unsuru oluşturmuş ve ayak bağı olması sağlanmıştır.

1980’lerin başından itibaren PKK/KONGRA-GEL terör örgütünün kurulmasıyla Türkiye tekrar benzer bir tehdit’in hedefi olmuştur. Kürdistan işçi partisi olarak faaliyete başlayan bu örgüt Kürtleri ayaklandırmak vasıtası ile Güneydoğu Anadolu bölgesinde terör olayları gerçekleştirerek 30 bin insanın ölümüne sebep olmuştur. Kuruluş yıllarında Marksist-Leninist bir ideolojiye sahip olan örgüt, Soğuk Savaş’ın bitişi ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasına müteakiben benimsediği bu ideolojiden kopmaya başlamıştır. Bu iki örgütünde sosyo-kültürel açıdan zayıf kesimlerde etkinliklerini sürdürmesi ve burada yaşayanların sınırlı bir eğitime sahip olması, örgüt faaliyetlerinin daha rahat devam ettirilebilmesini sağlamıştır. Coğrafi zorluklar ve çetin hava şartları beraberinde ulaşım zorluklarını getirmiş ve yapılan yatırımları kısıtlamıştır. Yüksek oranlı işsizlik meydana getiren bu sebepler Türkiye’deki Kürtlerin belli bir kesiminin PKK/KONGRA-GEL terör örgütüne yandaş olmasını sağlamıştır. Avrupa Devletleri tarafından desteklenen bu örgüt Birinci Körfez Savaşı’yla beraber coğrafyaya yerleşen ABD finansmanını da arkasına almıştır. 

Türkiye’nin önemli basın kuruluşlarından olan Milliyet Gazetesi yazarı Can Dündar, ABD’nin Irak harekâtı öncesi 18 Ocak 2003 tarihinde yazmaya başladığı köşe yazılarında ABD ile PKK/KONGRA-GEL’in günümüze kadar devam ettirdiği varsayılan münasebetini detaylar ve kaynaklarla ortaya koymuştur223. 

223  Can Dündar,  “İlginç flört: ABD - PKK görüşmesi!”, Milliyet, 18 Ocak 2003, (29.04.2010).


Gösterilen kaynak Milliyet muhabiri Namık Durukan’ın Kuzey Irak’tan getirdiği ve 21 Ocak 2002 tarihinde PKK yetkilileri tarafından Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen iki sayfalık İngilizce bir metin olup ABD-PKK arasında yapılan bir toplantının detaylarını sunmaktadır. 2002 Ocak ayında başlayan toplantılarda alınan kararlara göre; Irak’ta eyalet sistemine dayalı federal bir yapı oluşturulmalı ve Kürtlere federal bir kimlik sunulmalı, Kürtlerin kendi içlerindeki kargaşa sonlandırılarak berberlik sağlanmalı, PKK ismi değiştirilerek mazisi temizlenmeli, ABD Abdullah Öcalan'ın durumunu düşünerek Türkiye’ye idam cezasına son vermesi yönünde baskı yapmalıdır224.

224  Can Dündar, “Kuzey Irak’ta federasyon pazarlığı”, Milliyet, 19 Ocak 2003, (29.04.2010).



Elde edilen bu istihbaratlar ABD tarafından inkâr edilmiş olsa da daha sonra Can Dündar tarafından yapılan toplantının fotoğrafları medyaya yansıtılmıştır225.

225  Can Dündar, “Bağdaş kuramayan bu adam kim?”, Milliyet, 23 Ocak 2003, (29.04.2010).



Milliyet Gazetesinden edinilen bir başka bilgiye göre ABD’nin Afganistan’da uyguladığı “Hamid Karzai” hükümet modelini Irak’a uyarlamak istediği, Saddam’ın koltuğuna Celal Talabani’yi ve Savunma Bakanı olarak da Mesud Barzani’yi uygun gördüğü belirtilmektedir226. Medyada ABD’nin PKK/KONGRA-GEL ile bağlantısından bahseden pek çok habere rastlamak mümkündür227.

226  ABD, PKK’yla temasta!”, Milliyet, 21 Ocak 2003, (30.04.2010).
227  PKK ABD yardımını itiraf etti”, Radikal, 16 Nisan 2008, (30.04.2010). 

Göstergeler sadece basında yer alan haberlerle sınırlı kalmamış olup dönemin Türkiye Başbakanı Bülent Ecevit de ABD’nin PKK/KONGRA-GEL ile ilişkisi hakkında benzer duyumlar aldığını açıklamıştır228.

228  PKK-ABD görüşmelerini Ecevit de doğruladı: BİLİYORDUK!”, Milliyet, (30.04.2010).




Ülkenin ileri gelenleri olarak gösterilebilecek sınıfında konuyla ilgili hemfikir olduğu bilinmekle beraber Güneydoğu Anadolu Bölgesinde bulunan subayların ABD’nin terör örgütüne hava yoluyla yardım ulaştırmasına şahit olduklarına dair söylemleri dikkat çekicidir229. Henüz Irak Savaşı bile başlamamışken çıkmış olan bütün bu haberlerin üzerine 2002 Ağustos ayında Türkiye’nin idam cezasına son vermesi, Kuzey Irakta Kürtler arasındaki gerginliğe son verilip birliğin sağlanması, Irakta federal bir sistemin kurularak Talabani’nin Cumhurbaşkanı olması ve PKK’nın ismini KADEK olarak değiştirerek sonra tekrar PKK ismine geri dönmesi ortaya atılan bütün iddiaları doğrular niteliktedir.

229  Osman Pamukoğlu, “Unutulanlar Dışında Yeni Bir şey Yok”, İnkılâp Yayınevi, İstanbul  2004, s. 134. 


Mevcut bütün deliller Türkiye’nin PKK konusundaki duyarlılığına rağmen ABD’nin terör örgütüyle dirsek teması içerisinde olduğu ve örgütü desteklediği yönündedir.  

Kısaca özetleyecek olursak Ermeni, Arap ve Kürt toplumları Birinci Dünya Savaşı sırasında ve takip eden dönemde Avrupa Devletleri tarafından Osmanlı Devleti’ne karşı kullanılmış ve benzer politikalar ABD tarafından da uygulanarak Soğuk Savaşın ardından belli bölgelerde huzursuzluk ve iç çatışmalar devam ettirilmiştir. 

3.3. İşbirlikçi Hükümetlerin Kurulması 

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa devletlerinin, günümüzde ise ABD’nin bölge ülkeleri ile Orta Doğu politikaları doğrultusunda işbirliği yapmakta oldukları görülmektedir. Bu sayede hem bu ülkelerin içişlerine doğrudan müdahale etmeme prensibine riayet ettikleri izlenimini verdikleri hem de politikalarını bu hükümetler üzerinden daha ucuza yürütme olanağı buldukları görülmektedir. 

Avrupa devletlerinin Birinci Dünya Savaşı sonrasında Padişah ve İstanbul Hükümetleri ile işbirliği yaparak her taleplerini yerine getirttikleri görülmektedir. Örneğin, Avrupa devletlerinin isteklerini yerine getirmeyip Avrupa devletlerinin aleyhinde hareket edenler görevden alınıp tutuklanmışlardır.  Bu durumun ilerleyerek bölgesel yöneticilerin değişmesine ve hatta Avrupa devletleri aleyhinde yayın yapan yerel gazetelerin kapatılmasına ve müdürlerinin mahkemeye sevk edilmesine kadar vardırıldığı görülmektedir230.

230  Mehmet Okur , “İtilaf Devletlerinin İstanbul’daki Faaliyetleri, Osmanlı Hükümetleri Üzerindeki Baskıları ve Hükümetlerin Tutumu”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 57, Cilt: XIX, Kasım 2003, s.1113.


İngiliz Yüksek Komiser Yardımcısı Amiral Webb, Londra'ya gönderdiği bir raporda bu konu ile ilgili şu değerlendirmede bulunmuştur:
"Yeni Hükümet övünülecek bir çabayla yeniden tutuklamalara başladı. Bana göre, itaatli bir ata fazla antrenman yaptırıyoruz. Daha fazla adam tutuklarsak bu Hükümet istifa eder. Daha iyisini de bulamayız. Başbakan her valiye bir İngiliz danışman atamak istiyor, bizi mahcup ediyorlar231.”  
231  Mehmet Okur ,a.g.e., s. 1120.

Avrupalı devletlerin, Ankara’da kurulacak olan ve halkın temsil edileceği yeni bir hükümet kurma çalışmalarına karşın İstanbul Hükümeti’nden sağladığı avantajı kaybetmemek için çaba sarf ettikleri bilinmektedir.  Bu çabalar kapsamında Avrupalı devletler İstanbul Hükümeti’ne çeşitli yaptırımlar vasıtasıyla bazı komutanlarını önce İstanbul’a çağırtıp sonra tutuklattırdıkları görülmektedir.  Bunun en belirgin örneği 1919 yılında Mustafa Kemal Atatürk’ün İstanbul’a dönmesinin İngilizler tarafından talep edilmesidir. Bu bağlamda Atatürk’ün İstanbul’a çağrılması işbirliğinin en belirgin ispatlarından biri olarak görülebilir232.

232 Sina Akşin, “İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele”, Cilt 1, 2.Baskı, Kültür Yayınları, İstanbul 2004, s. 356.




Osmanlı Devleti’nin son dönem padişahlarından olan Sultan Vahdettin’in de Avrupalı devletler ile barış Anlaşması yapabilmek için yakınlaşmanın gerekliliğine inandığı görülmektedir233. Bu nedenle mevcut hükümet yerine kendisinin ve Avrupalı devletlerin direktifleri doğrultusunda hareket edecek bir hükümet kurdurmuştur234. Bu sayede Padişah ile Avrupalı devletlerin Milli Mücadeleye bakış açılarının paralellik taşıdığı görülmektedir. Sultan Vahdettin, İtilaf devletlerin yetkililerine Milli Mücadele ile ilgili düşüncelerini şu şekilde ifade etmiştir;
“Onlar asiler ve ihtilalciler topluluğudur. Onlar İttihat ve Terakki Fırkası’nın yeniden ortaya çıkışıdır. Bunlar çeşitli isimler altında kendi egoistçe maksatları için bu memlekete hâkim olmaya çalışmışlardır. Bunlar sadece Bolşeviklerdir... Asileri yok etmesi için meşru hükümet desteklenmelidir235.” 
Orta Doğu’da bulunan diğer hükümetlerin de Avrupalı manda rejimleri altında bulunmaları sebebiyle bölge üzerinde yürütülen politikalar ile paralel hareket ettikleri görülmektedir. Fakat Avrupalı devletlerin yeni kurulan Arap devletleri için yürüttükleri politikalar sonucunda bağımsızlık hareketlerinin yaşandığı da bilinmektedir.

233  Mehmet Okur, a.g.e., s.1122. 
234  Sina Akşin, a.g.e., s. 70. 
235  Gotthard Jaeschke,  a.g.e., s. 163.

Avrupalı devletler gibi ABD’nin de, üzerinde askeri egemenlik kurdukları hükümetler ile işbirliğinin dışında hiyerarşi yoluyla kurulmuş bir ilişki içerisinde olduklarına zaman zaman şahit olmaktayız. Hem Irak hem de Afganistan’da kurulmuş olan hükümetlerin meşruiyet kazanmalarının temelinde ABD’nin olduğu ve bu iki ülkenin ABD bilgisi dışında bir politika yürütemeyecekleri herkesçe bilinen bir gerçektir. 

ABD’nin politikaları gerek Orta Doğu gerekse Doğu Avrupa çerçevesinde değerlendirildiğinde bu bölgeler üzerinde Batı yanlısı yönetimleri iktidar yapma şeklinde ilerlediği görülmektedir. Soğuk Savaş döneminde George Soros’ un Doğu Avrupa üzerine yoğunlaşması ve bölge ülkelerindeki komünist rejimlerin devrilmesinde doğrudan etkide bulunduğu görülmektedir. Doğu bloğuna mensup ülkelerde sivil toplum kuruluşlarının direnişleri bu temel ile desteklenmiş olup ABD’de Kongre kararı ile kurulan Demokrasi için Ulusal Fon (National Endowment for Democracy-NED)’un bu kuruluşlara büyük destek sağladığı bilinmektedir236.

236  Pınar Yürür, “Doğu Avrupa ve Balkanlarda Amerika Destekli Sivil Toplum Direnişleri”, (19.04. 2010).


1989 yılında Çekoslovakya’da yapılan devrimin mimarlarından olan toplumsal oluşum Yurttaşlık Forumu’nun lideri Vaclav Havel’in devlet başkanı seçilmesi ve ardından NED Demokrasi Ödülü’nü alması ise dikkat çekicidir237.

237  Mustafa Yıldırım, “Sivil Örümceğin Ağında”, 5.Baskı, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul 2005, s. 18.



ABD’nin yürüttüğü demokratikleştirme hareketinin Soğuk Savaş sonrasında önce Doğu Avrupa sonra Orta Asya bölgesinde hız kazandığı görülmektedir. Bu temelden hareketle ilk adımın Sırbistan’da atıldığı gözlemlenmektedir. İlerleyen dönemlerde ABD büyük elçiliği yapacak yöneticilerin 1996-1999 yılları arasında sivil toplum örgütlerinin organizasyonu ve finansmanı ile ilgili adımlar attığı bilinmektedir. Sırbistan’da Miloseviç’e karşı ayaklanan öğrenci örgütlerinin ABD destekli olduğu öne sürülmektedir238. Sivil toplum örgütlerinin desteklenmesi dışında yerel medyanın da kullanılması ile bölge halkı kitleler halinde yönlendirilebilmiştir. ABD destekleri ile bölge halkı bir yol boyunca ayaklanmaları sürdürmüş ve bu ayaklanmalar parlamentonun basılması ile sonuçlanmıştır. Böylece Sırbistan 21. yüzyıla ABD destekli bir hükümet ile girmiştir.

238  Pınar Yürür, a.g.e., s. 72. 

Çekoslovakya ve Sırbistan gibi ülkelerde yaşanan ABD destekli bir diğer devrim de 2005 yılında Kırgızistan’da yaşanmıştır. Bulunduğu bölgedeki ülkelerin aksine yer altı ve yerüstü kaynakları bakımından daha az kaynaklara sahip olan Kırgızistan’ın Afganistan ve Rusya’ ya yakın olması ve Çin ile de komşu olması sebebiyle ABD’nin ilgi alanı içinde olduğu düşünülmektedir239. ABD’nin bu ülkeyi hedef almasının sebebi, Kırgızistan devlet başkanının 11 Eylül sonrasında ABD’nin Orta Doğu politikalarını desteklememiş olması olarak gösterilmektedir. Kırgızistan’ın Bulunduğu bölgedeki diğer ülkelere nazaran daha demokratik bir duruş sergilemesine rağmen ABD’nin öncelikli olarak Kırgızistan üzerinde yoğunlaşıp bu ülkeyi demokratikleştirme çabasına girmesi düşündürücüdür.

239  Yılmaz Bingöl, “Kırgızistan’ın ‘Renkli’ Devrimi: Demokrasiye Geçiş mi, Küresel Rekabet mi?”, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 1, 2007, s. 12.

Ülkedeki yeni yönetime Rusya’nın temkinli yaklaşması ve buna karşın ABD’nin bu yönetimi desteklemesi yapılan devrimin nasıl bir nitelik taşıdığını ortaya koymaktadır. Diğer Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan devrimlerde olduğu gibi Kırgızistan’da yapılan devrimde de sivil toplum örgütlerinin üstlendiği rolün büyük olduğu görülmektedir. Bu sivil toplum örgütlerinin diğer ülkelerde yapılan devrimlerde kullandıkları broşürleri Kırgızistan’da kullanmak üzere Kırgızcaya çevirmiş olmaları dikkat çekicidir240.



240  Yılmaz Bingöl, a.g.e., s. 14-15. 

Avrasya bölgesinde yapılan bu devrimler göz önüne alındığında hepsinin bir paralellik arz ettiği ve temelde hep aynı güç tarafından kontrol edildiği izlenimi verdiğini söylemek çok şüpheci bir yaklaşım olmasa gerek yapılan devrimlerin genel özellikleri incelendiğinde mevcut yönetime muhalif kesimin desteklendiği, muhalefeti etrafında toplayacak ortak değerlere sahip bir yönetim oluşturulduğu ve yönetici adayının çarpıcı slogan ve semboller ile desteklendiği görülmektedir. Bu bağlamda kamuoyunu bu devrime hazırlamak amaçlı mevcut iktidarın devrilmekte olduğunu gösteren anketlerin medya organları aracılığıyla halka sunularak kitleler etki altına alınmıştır. Sivil toplum örgütleri halkın sesini meydanlarda duyuracak gençleri eğitmektedir. Belirlenmiş bir program dâhilinde yapılan bu faaliyetlerin ABD tarafından sivil kuruluşlar vasıtasıyla dolaylı olarak kontrol edilmekte olduğu görülmektedir. Böylece ABD’nin hiçbir yükümlülük altına girmeden bu ülkelerin iç işlerine müdahale imkânı bulduğu aşikardır. 

Aynı dönemde bölgede birçok ülkede aynı anda, bir düğmeye basılmış gibi ortaya çıkıveren "Kadife Devrim", "Turuncu Devrim" gibi hareketlerin benzeri, Gürcistan'da da, tarihin en önemli devlet adamlarından ve birçok uzman tarafından stratejik deha olarak tanımlanan Şevardnadze'ye karşı ortaya çıktı. Bunun sonucunda Gül Devrimi adıyla anılan barışçı halk hareketinin baskılarına dayanamayan Şevardnadze istifa etti; 4 Ocak 2004'te yapılan seçimlerde devlet başkanlığı koltuğuna ABD ve Avrupa ülkelerinin büyük desteğini arkasına almış olan Saakaşvili oturdu.

Ekim-Kasım 2007'de muhalefet partilerin yönetime karşı ortaklaşa kitlesel gösteriler yapması ve başkent Tiflis'teki mitingin 7 Kasım’da güç kullanılarak dağıtılmasının ardından Saakaşvili, görevinin dolmasına daha bir yıl varken devlet başkanlığından istifa etti. 5 Ocak 2008'de yapılan devlet başkanlığı seçimlerini ilk turda yüzde 53 oy oranıyla kazanan Saakaşvili yeniden bu göreve seçildi.  

ABD’nin bölgedeki fakir ülkelerin toplumsal sorunlarını irdeleyerek işbirliği yapamadığı yönetimleri devirip bunların yerine ABD çıkarları paralelinde hareket edecek yönetimleri kurduğu veya kurdurduğu görülmektedir. Bu temelden hareketle ABD’nin tam manasıyla demokrasi getirmek yerine kendi çıkarları için bir oluşumun peşinde olduğu söylenebilir. Sonuç olarak, Orta Doğu’da yükselen ABD karşıtlığının da bölgede kurulacak olan demokratik yönetimleri etkilemesi sürpriz olmayacaktır. 

3.4. Stratejik Öneme Sahip Bölgeler ve Politikalardaki Benzerlikler 

Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’nin politikaları incelendiği zaman İngilizlerin geçmişte yürütmüş oldukları imparatorluk stratejilerinin Orta Doğu üzerinde de devam ettiği görülmektedir. Bu strateji dâhilinde imparatorluk politikalarının Cebelitarık’tan başlayan Şam ve Bağdat’a uzanan bir köprünün kurulması olarak özetlenebileceği düşünülmektedir. İngilizler, Cebelitarık’tan başlayıp Hindistan'a kadar uzanan bu hattın eksik kalan kısımları için Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra çalışmalara başlamışlardır241.



241  Waylet Bonyar-Jackh Ernst, a.g.e., s. 19-20. 

Genel anlamda Avrupalı devletler özel anlamda ise İngiltere için Orta Doğu’nun jeopolitik olarak büyük bir önem arz ettiği görülmektedir. Bu denli önemli bir bölge olan Orta Doğu’yu dönemin en büyük gücü olan İngiltere’nin sistematik bir yöntemle kontrol altında tuttuğu görülmektedir. İngiltere için büyük öneme sahip olan ve en büyük sömürgesi olan Hindistan'a ulaşmak için kullanılan güzergâhın kontrol atına alınması gerekmektedir. İngilizler bu planı hayata geçirmek için ilk olarak Cebelitarık Boğazı’nın denetimini İspanya’dan almış ve bu boğaz İngiliz kontrolü altına girmiştir. İngilizler Akdeniz’e açılan kapı konumundaki bu boğazı ele geçirerek büyük bir üstünlük kazanmışlardır. 

Bu dönemden sonra İngiltere’nin doğuya doğru ilerlemeye devam ettiği ve bu güzergâh üzerindeki Malta’yı işgal ederek burayı Akdeniz’in ortasında bir sıçrama tahtası olarak kullandığı görülmektedir. 

İngiltere sömürgelerine ulaşma yolunda Osmanlı Devleti’nin Ruslar ile girmiş olduğu savaşı bir fırsat bilip Osmanlı egemenliği altında bulunan ve Doğu Akdeniz’de stratejik bir konuma sahip olan Kıbrıs adasını Osmanlı Devleti’nden almıştır. Kıbrıs ele geçirildikten sonra Mısır ve Sudan işgal edilmiştir. Birinci Dünya Savaşı başladığında Osmanlı egemenliği altında bulunan Arap yarımadası İngilizler tarafından tamamen işgal edilmiştir242. Bu dönemde İran’ın güney kısmının da İngilizler tarafından kontrol altına alındığı görülmektedir. 

ABD’nin de İngiltere ile paralel politikalar yürüterek Cebelitarık Boğazı’ndan başlayıp Hindistan’a uzanan coğrafyada hâkimiyet kurmaya çalıştığı bilinen bir gerçektir.  ABD’nin Güney Kore ve Japonya üzerindeki egemenliği sayesinde çok büyük bir bölgeyi kontrol altında tutabilmeyi amaçlamaktadır ve bu hat Büyük Orta Doğu ile Orta Asya’yı (Kazakistan ve Afganistan) da kapsamaktadır243. ABD ve İngiltere bu amaç için paralel politikalar ile stratejik değeri yüksek bölgeleri elde etme çabası içerisindedirler.

242  Ali Arslan, “Yeni Dengelerin Oluşum Sürecinde Türkiye’nin Güvenlik Problemi”, Polis Dergisi, Sayı 36, 2003, s. 605.
243  Ali Arslan, a.g.e., gös. yer. 

ABD tarafından Büyük Orta Doğu olarak tanımlanan bu hattın ilk durağı olan ve günümüzde de stratejik önemini koruyan Cebelitarık Boğazı İspanya’da bulunan deniz üssü sayesinde kontrol altında tutulmakta denetim sağlanmaktadır. Bu hattın doğuya doğru uzanan kısımlarında ise İtalya ve Yunanistan’da askeri üsler bulundurduğu görülmektedir.  

Bu ülkelerde kurmuş olduğu üslerin dışında ABD’nin, stratejik ortaklık kurduğu İngiltere ve İsrail’in yanı sıra, yakın ilişkiler kurduğu Mısır gibi devletler vasıtasıyla da bölge üzerindeki etkinliğini artırmaya çalışmaktadır. Kurulan bu ilişkiler sayesinde İngiltere’ye ait olan Kıbrıs’taki üssün ABD tarafından kullanılabileceği öngörülmektedir. Ayrıca ABD’nin Süveyş Kanalı’nı kullanabilmek için Mısır’da üs kurma politikaları güttüğü de bilinmektedir244. Diğer bir taraftan, bölge ülkelerinde bulunan üslerin yanı sıra hem Basra Körfezi’nde hem de Hint Okyanusu’nda bulundurulan uçak gemileri de göz önüne alınmalıdır.



244  Ali Arslan, a.g.e., gös. yer. 

Geçmişte İngiltere’nin, bugün Irak sınırlarında bulunan Mezopotamya’yı işgal etmesi ve buna paralel olarak bugün de ABD’nin yine aynı bölgeyi işgal etmesi bu bölgenin iki ülkenin de hâkimiyet altına almak istediği bölgenin merkezini teşkil ettiği görülmektedir. Bu durumla birlikte İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşı sırasında işgal etmiş olduğu İran ve Suriye’nin günümüzde de ABD’nin Irak’tan sonraki hedefleri olarak belirlenmiş olmasının da benzerlik teşkil ettiği değerlendirilmektedir. Ayrıca ABD’nin İngiltere ile benzer şekilde Arap liderler ile iyi ilişkiler içerisinde olduğu görülmektedir. 

Sonuç olarak ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında yerleşmiş olduğu ve yerleşmeye devam ettiği bölgeler ile İngiltere’nin imparatorluk stratejileri doğrultusunda Orta Doğu coğrafyasında yerleşmiş olduğu bölgeler arasında benzerlikler olduğu açıkça ortadadır. 

3.5. Bölge Ülkelerinin Ekonomik Olarak Denetim Altına Alınması: Türkiye 

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupalı devletlerin izlemiş oldukları politikalarla günümüzde ABD’nin BOP kapsamında yürüttüğü politikalar arasında tespit edilen ortak noktalardan bir diğeri de bölgedeki ülkelere bağımsızlıkları kazandırıldıktan sonra bu ülkelerin ekonomik olarak dışa bağımlı hale getirilmesidir. Bu durum dışa bağımlılık ile hedeflenen bu devletlerin ekonomik açıdan denetim altına alınmasıdır. Böylece ABD ve Avrupalı devletler bölge ülkelerinin politikalarına kendi çıkarlarına uygun şekilde yön verebileceklerini öngörmüşlerdir.

Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devleti üzerindeki ekonomik imtiyazlar kazanmaya çalışmalarının. Başlangıçta Avrupa’nın siyasi bütünlüğünü bozmak amacıyla Osmanlı Devleti tarafından verilen kapitülasyonların, devletin zayıfladığı dönemlerde, çok büyük ekonomik sıkıntılar teşkil ettiği görülmüştür.  

Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde Osmanlı Devleti’nin zayıflama dönemine girişi ile İngilizler, Osmanlı’yı mali açıdan denetim altına alma politikalarına başlamışlar ve bu politikalar sonucunda 1838 yılında Baltalimanı Anlaşması imzalanmıştır. Osmanlı, iç isyanlar sebebiyle zor durumda kalırken isyanların da etkisiyle ekonomik sıkıntılar cereyan etmiş ve imzalanan bu Anlaşma ile İngiltere’ye pek çok ekonomik imtiyaz vermek durumunda kalmıştır245. Kısa bir süre sonra aynı Anlaşma Fransa ile de imzalanmıştır. Bu Anlaşma ile Osmanlı üzerindeki İngiliz nüfuzu perçinlenmiştir. Öyle ki, İngiliz elçisi Layard Sultan II. Abdülhamid’e sunduğu raporda şunları söylemiştir:  
“Her ne kadar Osmanlı Devleti maliyesine ait müşkül meseleleri hal ve tesviye edecek, bilgili ve tecrübeli kimseler var ise de, devletin gelirini salim bir mevkiye ulaştırabilmek için Avrupa’dan bazı mütehassıslar getirmek faydalıdır. Yalnız getirilecek elemanlar, büyük devletler tarafından tavsiye olunacak maliye uzmanları arasından seçilmelidir. Aynı zaman da padişahın dahi itimadını kazanmış kimseler olmalıdır ve bunlar icabında devletin gelir ve giderine ait her türlü hususa tam bir vukuf kesbedebilmek için bütün kayıtları kontrol etmek hakkına sahip bulunmalıdır... İcap ederse Avrupa’dan bilgili ve itibarlı kimseler getirerek gümrüklerde kullanmalı ve bunlara tam yetki verilmelidir246.”  
245  Metin Aydoğan, “Avrupa Birliğinin Neresindeyiz?”, 2.Baskı, Kum Saati Yayıncılık, İstanbul 2002, s. 18.
246  Münir Aktepe, a.g.e., s. 18.

Bu tarz anlaşmalar ile doğan yaptırımların kaynağının 1875 ve 1881 yılında yayınlanan kararnameler olduğu görülmektedir. 1875 yılında yayınlanan Ramazan Kararnamesi ile Osmanlı’nın iç ve dış borçlarının ilk beş yılda yarısının ödenmesi, geriye kalan yarısı içinde on yıllık tahviller verilmesi planlanmıştır. Fakat planlananın aksine Osmanlı borcun ilk yarısını parasızlık yüzünden ödeyememiştir. 1881 yılında bu gelişmelerden sonra borçların ödenememiş olmasına bağlı alacaklı devletler ve bankerler baskı uygulamaya başlayınca Osmanlı’nın iktisadi faaliyetlerinin idaresini yabancıların denetimine verilmesini öngören Muharrem Kararnamesi yayınlanmıştır.  Bu kararname kapsamında Osmanlı’nın borç yönetimi yabancıların eline geçmiş ve iktisadi faaliyetleri yönetecek olan Duyun-ı Umumiye (borçlar idaresi) kurulmuştur. Duyun-ı Umumiye’nin kurulmasının ardından Osmanlı ekonomik bağımsızlığını kaybetmiştir. 

Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile Osmanlı kapitülasyonları kaldırmıştır. Fakat savaş sonunda mağlup olması ile Avrupa devletleri kaldırılan kapitülasyonları yeniden hayata geçirmiştir. Fransa hükümeti 1918 yılında İstanbul’da bulunan komiserine kapitülasyonları tekrar yürürlüğe koymak ve düzenin nasıl daha iyi hale gelebileceğine dair araştırma yapmak için yetki vermiştir247.  

Bu gelişmeler ışığında kaybedilen ekonomik bağımsızlığın boyutları giderek büyümüştür. Örneğin, Londra Konferansı’nda alınan mali kararlar gereği, bu kararlar doğrultusunda bir heyet kurulacak ve bu heyet Türk mali sistemini ve personelini denetlemek ile görevlendirilecektir. Hazırlanan bütçeler Türk Meclis’inden önce bu heyetin kontrol ve onayından geçecek ve heyet para hacminin düzenlenmesinde söz sahibi olup hükümetin borçlanmasını kontrol etmek ve kısıtlama haklarına sahip olacaktı248.  

1920 yılında İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın yaptığı toplantıda alınan kararlarda iktisadi faaliyetlerin ne denli kontrol altına alındığı görülmektedir. Bu kararlar şu şeklide belirlenmiştir:
“İlk iş olarak gümrükler kontrol altına alınmalıdır.  Mali Komisyon Maliye Bakanlığının özerkliğine ve Türklerden kurulmasına tamamen karşıdır. Gümrüklerin başına da bir genel müfettiş konacaktır. Mali işler Türklerin eline hiçbir şekilde bırakılamaz249.” 
247  Sina Akşin, a.g.e., s. 164.
248  Paul Helmreich, “Sevr Entrikaları”, Sabah Kitapları, İstanbul 1996, s. 3.
249  Erol Ulubelen, a.g.e., s. 210.

Sevr Anlaşması da Avrupalı devletlerin politikalarını Türk hükümetine dikte etme açısından paralellik göstermektedir. Bu Anlaşmaya göre; Türk hükümeti ekonomik konuların hiçbirine müdahil olamamakta ve bu kapsamda paranın değerindeki artış ve azalmalar, vergi denetimi, gümrük yönetimi, ekonomideki değişimler, ihaleler ve ülkenin tüm kaynaklarının kontrolü gibi konular uluslar arası komisyonun yetkileri dâhilinde bırakılmıştır250.  

Mustafa Kemal Atatürk’ün Milli Mücadele dönemini anlattığı Nutuk’ta Londra Konferansı’nda alınan kararlar ile Lozan’da kabul edilen mali esaslar dâhilinde Türkiye’ye kabul ettirilmesi planlanan maddeler açıkça ortaya konmuştur. Bu beyanda Sevr Anlaşması’nda alınan karara göre oluşturulacak olan Maliye Komisyonunda İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerin yanı sıra bir de Türk komiserin bulunması ve bu Türk komiserin görevinin sadece danışmanlık olması kararlaştırılmıştır. Maliye Komisyonu, Meclis’in yapacağı değişiklikleri uygun bulursa bu değişiklikler yürürlüğe girebilecek ve sunulacak bütçenin bu komisyonun onayını alması gerekecektir. Ayrıca Duyun-ı Umumiye idaresi ve Osmanlı Bankası vasıtasıyla Türkiye’nin mali etkinliklerinin düzenlenmesi ve Duyun-ı Umumiye’ye verilen gelirlerin dışındaki bütün gelirler bu komisyonun emrine verilmesi öngörülmüştür. Komisyonun sahip olduğu bu geniş yetkiler ile Türkiye’de kalacak bu devletlerin ihtiyaçlarının giderilmesi, Türkiye’nin savaşa girmesinden zarar görmüş Avrupalıların zararlarının karşılanması planlanmış ve ilave olarak kapitülasyonların savaş öncesindeki şekli ile devam etmesi düşünülmüştür.   

1921 ve 1922 yıllarında yapılan tekliflerdeki bu ağır şartlar Avrupalıların Türkiye üzerindeki üstünlüklerini yitirmelerine bağlı olarak nispeten hafiflemiştir. Lakin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bağımsızlığını tam manasıyla kazanmak istemesi sebebiyle bu yaptırımlar kabul edilmemiş ve Lozan Anlaşması ile bütün bu yaptırımlar ve kapitülasyonlar kaldırılmıştır251.



250  Harry Howard, “Türkiye’yi Yok Etme Planları”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı 35, Eylül 1970, s. 43. 
251  Mustafa Kemal Atatürk, a.g.e., s. 516. 

İsmet İnönü’nün Türk heyet başkanı olarak katıldığı Lozan görüşmelerinde İngiliz temsilci Lord Curzon ile yaşadığı ve Avrupalıların Türk ekonomisini denetleme olayına bakış açılarını ortaya koyan bir diyalogda Curzon şu şekilde konuşmuştur: 
“Konferanstan bir neticeye varacağız.   Ama memnun ayrılmayacağız. Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyorsunuz. Hepsini reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaate vardık ki,  ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz.  Memleketiniz haraptır.  İmar etmeyecek misiniz?  Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var, bir de bu yanımdakinde (Amerikalı temsilci RM. Chaild’ı kastederek).Unutmayın ne reddederseniz hepsi cebimdedir. Nereden para bulacaksınız, Fransızlardan mı?... İhtiyaç sebebi ile yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden çıkarıp size göstereceğiz252.” 
1923 yılında Lozan görüşmeleri devam ederken Mustafa Kemal Atatürk İzmir’de yapılan İktisat kongresindeki konuşmasında ekonomik bağımsızlık ile ilgili şu şekilde konuşmuştur: “Tam bağımsızlık için şu prensip vardır: Milli Egemenlik, ekonomik egemenlikle pekiştirilmelidir. Siyasi ve askeri zaferler, ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa kazanılacak başarılar yaşayamaz, az zamanda söner253.

252  İsmet İnönü, “Hatıralar”, Bilgi Yayınevi, Ankara  2006, s. 359-360.
253  Okan Aktan, “Atatürk'ün Ekonomi Politikası: Ulusal Bağımsızlık ve Ekonomik Bağımsızlık”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cumhuriyetimizin 75. Yılı Özel Sayısı, 1998, s. 31. 

Atatürk’ün Cumhuriyeti kurmadan önce planladığı devletin temellerinin bağımsız bir ekonomiye dayanması dikkate değerdir. Bu düşünceyle Atatürk’ün ekonomi politikasının bağımsızlık temelleri üzerine oturtulmuş olması ve bu ilke ile paralel yabancı ülkelerle ekonomik ilişkiler kurulurken bağımlılık teşkil edecek ilişkilerden kaçınıldığı görülmektedir. Ekonomik bağımsızlık ilkesinin benimsenmesi sonucunda bu dönemde Türk dış politikasının bütünüyle bağımsız yol aldığı görülmektedir.

Atatürk sonrası dönemde Türkiye’nin dış borçlanmasındaki artış nedeniyle Uluslararası Para Fonu (IMF) ile ilişkiler geliştirilmiştir. Bu durum ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi ile ilgili bir gelişme göstermemesine rağmen çalışmanın mahiyetine ve amacına uygun düşmesi ve bir fikir vermesi nedeniyle çalışma kapsamına alınmıştır. Burada maksat Türkiye’nin ekonomi politikalarının bir analizini yapmak değil, Türkiye’nin politikalarını belirlemede etkili olduğu düşünülen IMF’nin karmaşık ve çarpık yönetim ve sonuçlarını değerlendirmektir.    

IMF ile Türkiye ilişkileri 1940’lı yıllara kadar uzanmaktadır. Atatürk’ün temellerini atmış olduğu bağımsız ekonomi ilkesinden bu dönem itibari ile ödünler verilmeye başlandığı görülmektedir. Türkiye, IMF’den kredi kullanmaya başladığından beri IMF ile anlaşma yoluna gidilmiştir. 1929 Büyük Buhranının etkisi ile kurulmuş olan bu uluslararası kuruluştan ülkelerin makul faiz oranları ile kredi kullanmalarının yadırganacak bir yanının olmadığı düşünülebilir. Atatürk döneminde Anadolu’da yapılacak olan demiryolu için de dış borçlanmaya gidildiği bilinmektedir254.

254 Ahmet Özen ve Özay Özpençe, “Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Borçlanma Politikaları ve Sonuçları”, Mevzuat Dergisi, Sayı 100, Nisan 2006, (19.04.2010).


Lakin açıklanmak istenen sorun, uluslararası bir kuruluş olan IMF’nin zamanla kuruluş gayesinin dışına çıkıp bazı büyük devletlerin siyasi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi ve devlet yöneticileri tarafından ya bu gerçeğin görülmemesi (ki pek ihtimal dahilinde görülmemektedir.) ya da mali zorunluluklar nedeniyle ilişkilerin devam ettirilmesidir. Bu durumun Osmanlı’nın son dönemlerindeki Duyun-ı Umumiye uygulaması ile paralellik gösterdiğini düşündürmektedir255.



255  Ahmet Özen ve Özay Özpençe, a.g.m., s. 23. 

IMF temel olarak, ülkelerin kısa vadeli borç ihtiyaçlarını gidermek ve uluslararası iktisadını sağlamak amacı ile kurulmuştur. Bu temelden hareketle 1950’li yıllarda kredi, mal ve sermaye hareketlerinin engellenmesinin kaldırılması, çeşitli teşvikler ile piyasa işlevlerinin yerine getirilmesi için gerekli serbestliğin sağlanması ve devlet müdahalelerinin kaldırılması, sanayilerin korunması gibi amaçları da bulunmaktadır256. Böylece IMF amaçları doğrultusunda ihtiyaç duyan ülkelere kredi desteği vermeye başlamıştır. Kredi kullandırım şartlarının başında IMF’nin, ülke bazında uygulamış olduğu, kredi talebi olan ülkenin istikrar programını uygulamayı kabul etmesi gelmektedir. IMF ile borç alacak ülkenin anlaşmasından sonra belirlenen bir takvime göre krediler serbest bırakılmaktadır257

Teori bazında işe yarar bir kurum olarak bilinen IMF, pratikte birçok eleştiriye maruz kalmaktadır. Bu eleştirilerin birçoğu ideolojik temelli varsayılmasına rağmen IMF’nin uygulama sahasında büyük çelişkiler teşkil ettiği görülmektedir. 1993-1997 yılları arasında ABD Başkanı Bill Clinton’ın Ekonomik Danışmalar Konseyi’nde Başkanlık, 1997-2000 yıllarında Dünya Bankası Başekonomistliği ve Başkanlık yapan Nobel ödüllü Joseph Stiglitz gibi bir ekonomistin bu çelişkileri dile getirmesi dikkat çekicidir. Joseph Stiglitz’ e göre Kuruluşundan bugüne büyük değişim geçiren IMF ve benzer amaçlar için kurulan Dünya Bankası, şiddetle krediye ihtiyacı olan lakin serbest piyasa ekonomisine sıcak bakmayan fakir ülkeler için misyonerlik teşkil eden kurumlar halini almıştır. Ayrıca IMF’ye, üye ülkeler arasında, yalnızca ABD’nin alınan kararları veto etme hakkına sahip olması da düşündürücü bir durumdur.  Diğer bir taraftan IMF’nin büyük oranda az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde faaliyet göstermesine rağmen her zaman Avrupalı bir Başkanının olması oldukça düşündürücüdür. Bununla birlikte Dünya Bankası’nın Başkanın da ABD’li olması teamül halini almıştır258. Stiglitz, ABD ve Japonya’nın da dâhil olduğu bütün gelişmiş ekonomilerin ilk etapta korumacı politikalar ile kendilerini geliştirdiklerini ve rekabete hazır duruma geldiklerinde dışa açıldıklarını belirtmiş, IMF’nin gelişmekte olan her ekonomiye muhteviyatına bakmadan bu ekonomileri liberalleştirmesini de eleştirmiştir.

256  Nurgün Topallı, “Finansal Krizler ve IMF’nin Kriz Politikaları”, (Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilgiler Fakültesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Kayseri 2006, s. 92.
257  Nurgün Topallı, a.g.e., s. 110.
258  Joseph Stiglitz, “Küreselleşme: Büyük Düş Kırıklığı”, 4.Baskı, PlanB Yayınları, İstanbul 2006, s. 34. 

IMF veya Dünya Bankası gibi kuruluşların temel amaçlarının dışında gelişmiş ekonomilere sahip ülkelerin politikaları ve yönlendirmeleri doğrultusunda davranışlar sergilediklerini anlamak için Stiglitz’in açıklama ve eleştirilerine gerek kalmadığı düşünülmektedir. Bu kuruluşların personelinin ülkelerin milli çıkarlarını o ülkelerin yetkililerinden daha fazla ilgi duymayacakları aşikâr olup dikte ettikleri politikaların amaçlarının başka amaçlara sahip olduğu açıktır. Düz bir perspektiften bakıldığında IMF ve Dünya Bankası’ndan borç alan ülkelerdeki o ülke ile alakalı derin bilgi sahibi olan ve sorunları çözüme ulaştırmaya çalışan ekonomistlerin daha isabetli kararlar alacağı düşünülmektedir. IMF’nin bu durumda çalışılacak ülke bazında hazırladığı standart bir rapor bulunmakta olup şablon üzerindeki isimler değiştirilir ve diğer bir ülke için kullanılır. Dünya Bankası’nın Başekonomisti’nin anılarına göre hazırlanan bir taslakta önceki ülkeye ait bilgilerin silinmesinin unutulduğu ve bu nedenle raporda başka bir ülkenin adının yazılı olduğu belirtilmiştir259.  

1975-1997 yılları arasında IMF’nin gelişmekte olan ülkeler üzerinde uyguladığı politikalar üzerinde yapılan bir çalışmada 67 ülkenin verileri incelenmiş ve ödemeler dengesi ile para krizleri çalışma kapsamına alınmıştır. Yapılan incelemeler sonucunda IMF ile anlaşma yapan ve IMF’nin politikalarının üzerinde uygulandığı ülkelerin Gayri Safi Yurt İçi Hâsıla (GSYİH)’larının büyümesinin normal zamanlara oranla düşüş sergilediği görülmüştür. Örneğin, programların uygulanmadığı dönemlerdeki rakamların uygulama zamanlarındaki rakamlara oranla düşük çıktığı gözlemlenmiştir. Programın yürürlükte olduğu zamanlarda bütçe ve enflasyon açıklarında da yükselme tespit edilmiştir260.

259  Joseph Stiglitz, a.g.e., s. 69.
260  Michael M.Hutchison, “A Cure Worse Than the Disease? Currency Crises and the Output Costs of IMF-supported Stabilization Programs”, National Bureau of Economic Research, Cambridge 2001

Kuruluşunun üzerinden yarım asırdan fazla bir süre geçmesine rağmen misyonunu tamamlayamamış olan IMF’nin başarısızlığını Stiglitz de kabul etmiştir. Son yıllarda yaşanan krizlerin etkisi eskiye oranla daha fazla hissedilmektedir. IMF ekonomik anlamda çöküşler yaşayan ülkelere ihtiyaç duydukları fonları verememiştir. Ayrıca asıl çelişkinin IMF’nin ihtiyacı olan ülkelere dayattığı zamansız piyasa liberalleştirme politikalarının yaşanan krizlerde pay sahibi olduğu düşünülmektedir. IMF’nin mali sıkıntı içinde olan ülkelere uygulatmaya çalıştığı politikaların iyileştirme yerine pek çok durumda krizi daha fazla şiddetlendirdiği görülmektedir261.  

Yarım asırlık zaman dilimi içerisinde Türkiye ekonomisi bunalıma girdiği hemen her dönemde IMF’den fon kullanmış ve ortalama her üç yılda bir bu kredilerde düzenlemeler yapılmıştır. Yapılan bu düzenlemelerin sıklık arz etmesi IMF’den kullanılan kredilerin ödemeler dengesi sorununu kalıcı olarak çözmediğinin bir ispatıdır262.

261  Joseph Stiglitz, a.g.e., s. 36.
262  Esra Demircan ve Meliha Ener, “IMF’nin Gelişmekte Olan Ülkeler ve Türkiye’de Uygulanan İstikrar Programları Üzerine Etkileri”, (21.04.2010). 

Ayrıca son dönemde yaşanan global krizin etkisinin en az hissedildiği ülkelerin başında gelen Türkiye’nin IMF desteği almadan da oluşabilecek krizleri aşabileceği ortaya çıkmıştır. 

Sonuç itibariyle, çalışanlarının bile eleştirdiği IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlarının kuruluş amacından hayli uzaklaşmış olduğunu, ABD gibi gelişmiş ekonomilerin politik çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini ve bu kurum ve kuruluşların hedefindeki devletlerin de politik hedef durumundaki devletlerle paralellik gösterdiğini söyleyebiliriz. 

4. SONUÇ 

Tarih boyunca sahip olduğu jeopolitik konum itibari ile sayısız mücadelelere sahne olan Orta Doğu’nun, aynı karakteristiği devam ettiğinden günümüzde olduğu gibi gelecekte de birçok devletin sahip olmak isteyeceği önemli bir bölge olduğu açıktır. Bu çalışmada uluslararası arenada Orta Doğu kavramından ne anlaşıldığı, bölge üzerinde politikalar üreten ve uygulayan devletlerin bu politikalarının Türkiye üzerindeki etkilerine değinilmiş ve ortak noktalar belirtilmeye çalışılmıştır. 

Tarihsel süreç baz alındığında dünyayı topyekun bir savaş yapmaya iten uluslar arasındaki menfaat çatışmalarının pek çok jeostratejik bölgede olduğu gibi Orta Doğu’da da yoğun olarak yaşandığını ve yüksek enerji potansiyeli nedeniyle yaşanmaya devam edeceği kanaati oldukça yaygın ve doğru bir kanaattir. Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemin egemen Avrupa devletlerinden İngiltere ve Fransa’nın izlemiş oldukları Orta Doğu politikalarının Osmanlı üzerindeki tesirinin olumsuz olduğu aşikardır. Bu süreçte Osmanlı Devleti’nin dağılmasının ardından bölge ülkelerinin birer birer İngiliz ve Fransız himayesi altına girdiği görülmektedir. 20. yüzyılın başlarında bölgedeki zengin enerji kaynaklarının tespit edilmesi sonucunda bölgenin stratejik önemi bir kat daha artmış ve Orta Doğu küresel anlamda hâkimiyet kurmak isteyen güçlerin ilgi odağı haline gelmiştir. Türkiye’nin geçmişte bölgenin hâkimi konumunda bulunmasına rağmen bugün bu topraklara sadece komşu olması bölgedeki enerji kaynaklarından yararlanamaması açısından dezavantaj olarak görülmekle beraber bugün bölge üzerinde yaratılan kaotik ortamdan kısmen uzak durabilmiş olması da avantaj olarak kabul edilebilir.  

Yaşanan savaşların ve çatışmaların kökeninde bu bölgeden binlerce kilometre uzakta bulunan devletlerin ulusal menfaatleri yatmaktadır. Bu devletler sahip oldukları gücü genel olarak çatışmalardan uzak ada devleti konumunda olmalarına ve devlet yönetiminde sömürgeci bir zihniyet benimsemiş olmalarına borçludurlar. Bu devletlerin ilgi sahasına giren bölgelerdeki dini, etnik ve kültürel çeşitliliği bir kargaşa unsuru olarak kullandığı bir gerçektir. Faaliyet gösterdikleri neredeyse her yerde yapay sınırlar ile çevrilen ve tam anlamıyla yasallık kazanamamış ülkelerin üretilmesi problemlerin yüzyıllarca sürecek çatışmalar boyutuna taşınmasına sebebiyet vermiştir.  

Bu temelden hareketle bugün ABD’nin BOP adı altında Orta Doğu üzerinde yürüttüğü politikalar geçmişte İngiltere, Fransa gibi dönemin egemen devletlerinin bölge üzerindeki politikaları ile benzerlik göstermektedir ve emperyalist olarak nitelendirilebilir. 

Ancak tüm dünyanın nefretini celbeden emperyalist emeller özgürlük, barış, demokrasi, temel hak ve hürriyetler, insan hakları, küresel terörizm ile mücadele gibi söylemlerle kamufle edilmeye çalışılmaktadır. Hemen hemen hepsi uluslararası hukuka aykırı olan müdahaleler mümkünse uluslararası kuruluşların desteği alınarak eğer bu mümkün değilse kendi oluşturdukları kuruluşlar ve koalisyonlar vasıtasıyla haklı bir temele oturtulmaya çalışılmaktadır. 

Orta Doğu’daki bu belirsizlik ve çatışma ortamı bölgeyle tarihi ve kültürel bağları devam eden Türkiye’nin toprak bütünlüğü açısından çok tehlikeli olabilecek güvenlik problemleri arz etmektedir. Komşularının böyle bir belirsizlik ortamı içerisinde bulunmaları, Türkiye’nin ekonomik, kültürel ve sosyal komşuluk ilişkilerinin gelişimini sekteye uğratmaktadır. Bu sebeple bölgesel bir güç olan Türkiye bölge üzerinde komşuluk ilişkileri en az seviyede olan ülke pozisyonuna sokmaktadır. Gelişemeyen komşuluk ilişkileri beraberinde bölgesel güvenlik sorunlarını da getirmektedir. Bu güvensizlik ortamının yanı sıra etnik milliyet kökenli ve dış destekli terör, özellikle güney sınırlarındaki belirsizliğe bağlı olarak gelişme göstermekte ve Türkiye’nin büyük ve güçlü bir orduya sahip olma zorunluluğunun yanı sıra askeri alanda büyük harcamalar yapmasını gerektirmektedir. Silahlanma ve terörle mücadele kapsamında yapılan bu harcama ve yatırım ekonomik ilerleme yolunda en büyük engeli oluşturmaktadır. 

Batılı devletlerin yürüttüğü Orta Doğu politikalarının Türkiye üzerindeki bir diğer ağır etkisi ise Türkiye’nin yönünü cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk’ün “muasır medeniyetler” diyerek işaret ettiği ilim ve fende ileri olan batıya yöneltmesinin 1938’den sonra her alanda Batılılaşma sürecine girilmesi şeklinde uygulanmasının etkisi ile başlayan kültür ayrılığının oluşturduğu görülmektedir. Bu ayrılık ve dış güçlerin etkisi ile Türkiye’de bir hain Arap algısı oluşmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nın akabinde başlayan süreçte hain Arap algısının bir doktrin mantığı ile topluma ve Türkiye’nin politikalarını belirleyen yöneticilere dikte edildiği görülmektedir. Bu temelden hareketle Türkiye dini, tarihi ve kültürel bağlarının bulunduğu Orta Doğu bölgesinden uzaklaştırılmaya ve bu bölgede yaşanan problemlere duyarsızlaştırılmaya çalışılmıştır. Kültürler arası bu uzaklaşma Arap dünyasına ise Türkiye’nin Batı yaması olduğu şeklindeki bir propaganda ile empoze edilerek daha da derinleştirilmiştir. Soğuk Savaş döneminde komünizm tehlikesine karşın Batı ile ilişkilerini geliştiren Türkiye’nin bu tutumu Orta Doğu’da tepkilere yol açmıştır. Maruz kalınan bu tepkilere yukarıda arz edilen yaklaşımlar nedeniyle Avrupa devletlerinin Orta Doğu’daki politikaları yol açmıştır. 

Avrupa devletlerinin ve ABD’nin Orta Doğu politikalarının Türkiye’ye diğer bir olumsuz etkisi de Orta Doğu’da bu güçlerin destek ve himayesinde kurulan Yahudi İsrail Devleti’dir. Hâlihazırda karmaşık bir yapıya sahip olan bölge üzerinde kurulan İsrail devleti iç karışıklıkları körükler niteliktedir. Öte yandan, İsrail zaman zaman bölgedeki yalnızlığının ve destek arayışının etkisiyle Türkiye düşmanlığına karşın Türkiye için bir müttefik konumunda bulunmuştur. Lakin bu gelişmeler dahi Türkiye-İsrail ilişkilerinde istikrar sağlayamamıştır.  

Tezin çeşitli bölümlerinde değinildiği üzere Avrupa devletlerinin Birinci Dünya Savaşı sonrası Orta Doğu politikaları ile ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi karşılaştırıldığında iki dönem arasında oldukça önemli benzerlikler vardır. Bu benzerliklerin başında hem Avrupa devletlerinin uyguladığı politikalar hem de ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi’nin kapsamındaki uygulamaları geniş bir coğrafya üzerinde büyük değişimler öngörmektedir. Öngörülen bu değişimlerin Türkiye gibi bölgesinde güvenlik ve istikrar isteyen ve gelişmesi buna bağlı devletleri meseleyle daha yakından ilgilenmeye mecbur etmektedir. Orta Doğu’ya yakınlığı nedeniyle, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü, güvenliği, öz kaynakları ve ulusal çıkarları tehdit altındaki Türkiye’nin bütün kırmızı çizgileri birer birer aşılmaktadır. Yine yanlış tahlil ve tahminler ile bir dönem öne sürülen “Bir koyup, bin alma” düşüncesi bu kadar yoğun ilgi gösterilen bu menfaat bölgesi için hayal olmaktan öteye geçememiştir. 

ABD Büyük Orta Doğu Projesi gereği Irak’ı işgal etmiş ve bu proje kapsamında ABD düşmanı olan Saddam rejimini ortadan kaldırmıştır. Uluslararası hukuk kuralları ihlal edilerek yapılan bu işgal pek çok ülke gibi Türkiye tarafından da destek görmemiştir. Bu olay sonucunda ABD-Türkiye ilişkilerinde güvensizliğe dayalı bozulmalar yaşanmıştır.  

ABD’nin Irak’ı işgalinde Türkiye’yi üs olarak kullanmak istemesi ile Meclis’e sunulan Tezkere’nin de Meclis’ten geçmemesi iki ülke arasındaki ilişkileri germiştir263. Tezkerenin geçmemesi ile bozulan ilişkiler ABD’nin, Irak’ı işgalinden sonra, 11 Türk askerinin başına çuval geçirerek esir alması ile zirveye ulaşmıştır. Bu şekilde yaşanan gerginlikler Türkiye’nin güvenlik endişelerinde ne kadar haklı olduğunun daha iyi anlaşılmasına neden olmuştur.



263 James Kapsis, “From Desert Storm to Metal Storm: How Iraq Has Spoiled US-Turkish Relations”, Current History, Sayı 104, Philadelphia 2005, s. 385. 

Kuzey Irak’ta 1991 yılından sonra başlayan Kürt siyasi yapılanması Türkiye açısından asıl güvenlik tehdidini teşkil etmektedir. ABD’nin bilgisi dâhilinde kurulan Kürt Federe Devleti’nin bağımsızlık kazanması durumunda mevcut duruma bakılarak Türkiye’de yaşayan Kürt vatandaşlarımızın da tahrik edilerek Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğü için tehdit oluşturabileceği kabul derecesi yüksek bir ihtimaldir.  

Kurulması olası bir Kürt devletinin Kerkük gibi petrol yatakları açısından zengin bir bölgeyi kapsaması ve oluşacak uygun bir konjonktürde bu durumun bölge Kürtleri tarafından fırsata çevrilmesi ihtimali de Türkiye için başka bir tehdit algılaması olmalıdır. 

ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında İslam dinini siyasallaştırma çabaları Türkiye için diğer bir tehdit algılaması olmalıdır. Sovyet Rusya tehlikesine karşı bir dönem Afganistan’da radikal İslam unsurunu kullanan ABD günümüzde bu unsurun bumerang etkisiyle kendisine döndüğünü görmektedir. Tanzanya ve Kenya’daki büyükelçiliklerine yapılan saldırılardan durumun önemini kavrayamayan ABD, 11 Eylül saldırılarıyla radikal İslam tehdidinin gerçek yüzü ile karşılaşmış ve bu tehdit Büyük Orta Doğu Projesi’nin gerekçesi olarak lanse edilmiştir. Çalışmada da değinildiği üzere, bu tehdidin engellenebilmesi maksadıyla RAND Corporation isimli düşünce kuruluşunca hazırlanan bir rapor Bush yönetimine sunulmuştur264. Bu rapor da tez olarak, İslam ve Müslümanların Batı demokrasisi ile eşdeğer bir tutum içerisine sokulmazsa medeniyetler arası çatışmaların kaçınılmaz olacağına ve bu durumu engellemek için İslam coğrafyasının nasıl kontrol altına alınacağına dair önermeler sunulmuştur265. Ayrıca bu önermelere ilave olarak Müslümanlar gelenekçiler, modernistler (ılımlı İslam anlayışına sahip olanlar), laikler ve köktendinciler başlıkları altında dört gruba ayrılmıştır. Bu gruplar içinden de düşünce yapısı en uygun olan ılımlı İslamcıların desteklenmesi tavsiye edilmiştir266. Türkiye’nin sahip olduğu siyasi yapı sayesinde bu desteklenme politikasında iyi bir model olacağı öngörülmüş bu politikalar gereği Türkiye’deki mevcut iktidarın desteklenmesi gerektiği vurgulanmıştır267. Büyük Orta Doğu Projesi dâhilinde Türkiye’ye demokratik ve ılımlı İslam ülkesi olması sebebiyle model ülke misyonu yüklendiği görülmektedir. Lakin ABD’nin bu yaklaşımının Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini teşkil eden laiklik ilkesinin zaman içerisinde tahrip olacağı öngörülmektedir. Bu tahribatın vereceği zararı önceden tahmin eden Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ kullanılan ifadeye tepki göstermiş ve Türkiye’nin laik bir devlet olduğunun altını çizmiştir268. Gösterilen bu tepki dolayısıyla ABD model ülke tanımlamasından vazgeçmiş görünse de perde arkasında ılımlı İslam modelinin varlığını sürdürmektedir. 
                                                           
264  Cheryl Benard, “Civil Democratic Islam, Partners, Resources, and Strategies”,
265  Altuğ Günal, a.g.m., s. 159.
266  Cheryl Benard, a.g.e., s. 37.
267  Altuğ Günal, a.g.m., s. 159.
268  “Ilımlı İslam' laik değil”, Radikal, 20 Mart 2004, (31.03.2010). 

Diğer bir taraftan ABD’nin Orta Doğu politikalarını daha rahat bir şekilde yürütebilmek ve hâkimiyet kurabilmek için bölge üzerindeki etnik unsurları kullanarak küçük devletlerin kurulmasını desteklediği bazı yöneticilerinin yaptığı açıklamalardan anlaşılmaktadır. Yakın geçmişte ABD basınında ve NATO kolejlerinde ABD’li albayların Türkiye’nin doğu kesimini Kürdistan olarak gösteren haritaları kullanmaları belirli bir plan dâhilinde yapılmaktadır269. ABD’nin yaptığı açıklamalarda bu durumun resmi politikalarını yansıtmadığı belirtilmiş olsa da Büyük Orta Doğu Projesi çerçevesinde hedeflenen politikaların sonuçlarından bir tanesi de budur. Ayrıca Ermeni lobisinin 1915 olaylarını her daim gündemde tutmasının ve bilindiği üzere 5 Mart 2010 tarihinde ABD Temsilciler Meclisi’nde 22’ye karşı 23 oyla kabul edilen sözde Ermeni Soykırım yasa tasarısının Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanılmak isteneceği ihtimal dâhilindedir. 

Netice itibariyle gerek Avrupa devletlerinin Birinci Dünya Savaşı sonrasında Orta Doğu bölgesinde yürüttükleri politikaların gerekse bugün ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi dâhilinde izlemekte olduğu politikaların Türkiye’ye etkilerinin olumsuz olacağı düşünülmekte, geçmişte Osmanlı Devleti’ne karşı kullanılan politikalar ile aynı eksendeki politikaların bugün ABD tarafından bölge ülkelerine karşı kullanıldığı görülmektedir.  

Geçmişte İngilizlerin Arapları kullanarak Osmanlı’ya karşı ayaklandırma politikalarının benzerini günümüzde ABD’nin Irak’ta Kürtler üzerinden yürüttüğü gözlemlenmektedir. 

Çağımızda küreselleşmenin de etkisiyle emperyalist güçlerin politikalarının yaygınlaşması ve benimsenmesi hız kazanmıştır. Bu güçlerin yönlendirmesi ile ırk, din, dil, mezhep ve coğrafi bölge farklılıklarına dayanan azınlıklar ve alt kimlikler oluşturulması artmaktadır. Bu politikaları benimseyerek egemen güçlerin güdümünde milli birlik ve beraberliğimizi zayıflatanların takdir görmekte, beğenilmekte ve desteklenmekte olduğu görülmektedir270.

269  Bkz.: EK-5 Büyük Orta Doğu Projesi Haritası. 
270  İlker Alp, a.g.e., s. 115. 

Bulunduğu konum itibariyle ve çevresinde bu tarz olaylar cereyan ederken Türkiye politikalarına yön veren yöneticilerin örnek almaları gereken tavır, Atatürk ve silah arkadaşlarının milli mücadelede gösterdikleri tavır ve kararlılık gibi olmalıdır. Atatürk ve arkadaşlarının sahip oldukları değer ve vasıflar örnek alınmalı ve bunlar takip edilmelidir.

Ülke politikaları belirlenirken ülkemizin bütünlüğünden milli birlik ve beraberlikten Atatürk ilke ve inkılâplarından ödün verilmemelidir. 

Avrupa Devletleri ve ABD ile ilişkiler yürütülürken Türkiye’nin ve Türk halkının çıkar ve menfaatleri esas tutulmalı ve mütekabiliyet ilkesinden ayrılınmamalıdır.  

Irak, PKK ve Ermenistan gibi hassas meseleler ele alınırken yine milli çıkarlarımızın gözetildiği, toplumun da desteğinin alındığı politikalar üretilmelidir. Halkımız arasındaki farklılıklar bir zenginlik olarak benimsenmeli bu farklılıkların dış güçler tarafından çatışma ve ayrışma araçları olarak kullanılmasına mani olunmalıdır. Dâhili ve harici unsurların milli birlik ve beraberliğimizi bozmak üzere yürüttüğü propaganda ve politikaların farkında olup bunlara karşı önlemler alınması gerekmektedir271.



271  İlker Alp, a.g.e., s. 10. 

Gelecek yıllarda Orta Doğu’daki enerji kaynaklarının tükenmesi durumunda bile bölgenin jeopolitik öneminin en azından din kisvesi altında devam edeceği ve egemen güçlerin yine bu bölgede hâkimiyet sahibi olmak isteyeceği öngörülmektedir. Bölgenin çatışma ortamı, istikrarsızlık, fakirlik gibi sorunlarının devem etmesi sonucu büyük güçlerin bölgeye, günümüzde müdahale ettiği gibi, gelecekte de kolayca müdahale etmek isteyeceği tahmin edilmektedir. Büyük güçlerin 20. yüzyıl boyunca bölge üzerindeki çıkarları doğrultusunda çatışma ortamı oluşturdukları, var olan çatışma ortamını kullandıkları görülmüştür. Bu sorunların devamı ile dünya çapında egemenlik çabası içerisinde olan bu güçler kaotik ortamı bir araç olarak kullanıp politikalarını devam ettireceklerdir. Bu doğrultuda Türkiye’nin egemen güçlerin bu politikaları karşısında gerek güvenlik, gerek ekonomik, gerekse de rejim anlamında önemli problemler yaşayabileceği öngörülmektedir. 

Gelecekte AB’nin büyük bir devlet halini alması ya da Avrupa ülkelerinin başka büyük bir devletin kurmuş olduğu farklı bir birlik çatısı altında toplanması durumunda Birinci Dünya Savaşı’nda yaşandığı gibi Orta Doğu’nun tekrar önemli bir konuma sahip olacağı düşünülmektedir. Mevcut konumu itibariyle enerji kaynakları açısından oldukça kısıtlı kaynaklara sahip olan AB’nin Rusya’ya bağımlılığını azaltmak için farklı alternatifler bulabilmek bakımından geçmişe oranla Orta Doğu’ya daha fazla yönelebileceği öngörülmektedir. Bununla beraber Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile yaşadığı problemlere rağmen AB üyeliğine alınması AB’nin Orta Doğu politikalarının bir adımı olarak görülmelidir. Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin çok uzun bir süreç olduğu düşünüldüğünde bu gelişmenin Türkiye açısından bir güvenlik tehdidi olarak görülüp Türkiye’yi AB ile rekabete itebileceğini tahmin etmek zor olmayacaktır. 

Günümüzde ABD’nin sebebiyet verdiği sorunların gelecekte ABD’nin yerini alabilecek olası küresel bir gücün de Orta Doğu üzerinde hâkimiyet kurma isteği ile devam ettirebileceği göz önüne alınmalıdır. Örneğin, bugün büyük bir ivme ile büyüme gösteren Çin bu ivmeyi idame ettirebilirse kırk yıl sonra dünyanın en büyük ekonomik gücü olabilir. Çin’in bu gelişimini, daha önceleri ABD ve Avrupalı devletlerin yaptığı gibi, evrensel söylemler ile Orta Doğu’ya barış ve istikrar getirme yolunda kullanarak bölge ülkelerini işgal edebileceği ve ekonomik gücünü bir koz olarak kullanabileceği ihtimali göz önünde bulundurularak bu olaylar karşısında hazırlıklı olunmalıdır. Bu temelden hareketle Orta Doğu ülkelerinde insan haklarına riayet eden yöneticilerin iktidara gelmesi, bu ülkelerin refah seviyelerinin yükseltilmesi ve kalkınmaları dış güçlerin gerek bölge ülkelerinin içişlerine gerekse bölgeye komşu olan ülkelere müdahale fırsatını ortadan kaldıracaktır. 

Sonuç olarak bu çalışma kapsamında uluslararası düzenin tek kutuplu yapıya doğru geçişi üzerinde durularak Orta Doğu kavramı çevresinde dolaşan politikaların temelinde yatan gerçekleri doğru anlamak için gelişmeler tarihsel gelişim sürecinde ortaya konmuştur. Orta Doğu üzerindeki politikalarda son dönemdeki ABD hegemonyasının Türkiye’ye etkileri ve Türk-Amerikan ilişkileri irdelenmiştir. Gerek Avrupa devletlerinin gerekse ABD’nin bölge üzerinde yürüttükleri politikaların doğru analizlerle saptanması ve bunun sonucunda, özellikle ABD ile olan ilişkilerde, Türkiye’nin yerini tayin etmesi gerektiği öngörülmektedir. Evresel söylemler kisvesi altında yürütülen politikalar Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü ve ulusal çıkarlarını tehdit etmektedir. Bu nedenle gelecek dönemlerde oluşabilecek muhtemel gelişmeler ışığında Türkiye’nin duruşunu belirlemesi ve çıkarlarını en üst seviyeye ulaştıracak politikalar üretmesi gerekmektedir. 

5. KAYNAKÇA 

A. Kitaplar: 

Akşin, Sina, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, Cilt 1, 2.Baskı, , Kültür Yayınları, İstanbul 2004. 
Alp, İlker, Şark Meselesi veya Emperyalizmin Türk Meselesi, Eser Matbaacılık, Edirne 2008. 
Altuğ, Yılmaz, Çin, Vietnam, Çekoslovakya ve Orta Doğu Sorunları, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1970. 
Ambrose, E. Stephen, Dünyaya Açılım, (tercüme: Ruhican Tul), Dış Politika Enstitüsü Yayınları, Ankara 1992.  
Arı, Tayyar, Irak İran ve ABD, Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya, Alfa Yayınları, İstanbul 2004. 
Arslan, Ali, Kutsal Ermeni Papalığı, Truva Yayınları, İstanbul 2005. 
Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, Ares Yayıncılık, İstanbul 2009. 
Aydoğan, Metin, Avrupa Birliğinin Neresindeyiz?, 2.Baskı, Kum Saati Yayıncılık, İstanbul 2002. 
Aydoğan, Metin, Bitmeyen Oyun: Türkiye’yi Bekleyen Tehlikeler, 64. Baskı, Umay Yayınları, İstanbul 2004. 
Çevik, Halis, Kadim Toprakların Trajedisi: Uluslararası Politikada ORTA DOĞU, İkia Yayıncılık, İstanbul 2005. 
Davutoğlu, Ahmet, Stratejik Derinlik, (17. Baskı), Küre Yayıncılık, İstanbul 
2004. 
Ergene, H. Halil, Neden Hedef Türkiye, Kiyap Yayın Dağıtım, Ankara 1993. 
Evren, Gürbüz, Avrupa Birliği Sürecinde Kürtçülük, Truva Yayınevi, İstanbul 
2007. 
Fromkin, David, Barışa Son Veren Barış, (4.Baskı), Epsilon Yayınevi, İstanbul 2004. 
Helmreich, Paul, Sevr Entrikaları, Sabah Kitapları, İstanbul 1996. 
İnönü, İsmet, Hatıralar, Bilgi Yayınevi, Ankara 2006. 
Jaeschke, Gotthard, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, 2.Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1991. 
Kaynak, Mahir - Gürses, Emin, Büyük Orta Doğu Projesi, (17. Baskı), Timaş Yayınları, İstanbul 2008. 
Kennedy, Paul, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, 3.Baskı, İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1991. 
Kodaman, Bayram, Şark Meselesi Işığı Altında Sultan II. Abdülhamid’in Doğu Anadolu Politikası, Orkun Yayınevi, İstanbul 1983. 
Macmillan, Margaret, Paris 1919, ODTÜ Yayıncılık, Ankara 2004. 
Memiş, Ekrem, Kaynayan Kazan Orta Doğu, Çizgi Kitabevi, Konya 2002. 
Ortaylı, İlber, Osmanlı Barışı, (4. Baskı), Timaş Yayınları, İstanbul 2007. 
Öke, Mim Kemal, Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve Kürdistan Sorunu, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1992. 
Pamukoğlu, Osman, Unutulanlar Dışında Yeni Bir şey Yok, İnkılâp Yayınevi, İstanbul 2004. 
Sarınay, Yusuf, Türkiye’nin Batı İttifakına Yönelişi ve NATO’ya Girişi (19391952), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1988. 
Sorel, Albert, XVIII. Asırda Mesele-i Şarkiyye ve Kaynarca Muahedesi , (tercüme:Yusuf Ziya), İstanbul 1911. 
Stiglitz, Joseph, Küreselleşme: Büyük Düş Kırıklığı, 4.Baskı, PlanB Yayınları, İstanbul 2006. 
Şafak, Hasan, Büyük Orta Doğu Projesi: İsrail’in İmporatorluk Planı, Profil Yayıncılık, İstanbul 2006. 
Şimşir, Bilal, Osmanlı Ermenileri, Bilgi Yayınevi, İstanbul 1986. 
Turan, Ömer, Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta Orta Doğu, Yeni Şafak Gazetesi Yayını, İstanbul 2003. 
Ulubelen, Erol,  İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul 2005. 
Uzgel, İlhan, ABD ve NATO’yla İlişkiler, Türk Dış Politikası, Baskın Oran(ed.), Cilt II, 8.Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2005. 
Waylet, Bonyar ve Ernst Jackh, İmparatorluk Stratejileri ve Orta Doğu, Çiviyazıları Yayınevi, İstanbul 2004. 
Yıldırım, Mustafa, Sivil Örümceğin Ağında, 5.Baskı, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul 2005. 
Yıldız, Yavuz Gökalp, Global Stratejide Orta Doğu, Der Yayınları, İstanbul 
2000. 

B. Tezler: 

Aktaş, Gıyasettin, “19. yüzyılda Orta Doğu’da İngiliz-Fransız Rekabeti”, (Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Elazığ 2001. 
Savaş, Mesut, “ABD’nin Irak Harekâtının Türkiye’ye Etkilerinin İncelenmesi”, (Harp Akademileri Komutanlığı Yayınlanmamış Yüksek Lisans Bitirme Tezi), İstanbul 2005. 
Topallı, Nurgün, “Finansal Krizler ve IMF’nin Kriz Politikaları”, (Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilgiler Fakültesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Kayseri 2006. 
C. Makaleler: 
Aktan, Okan, “Atatürk'ün Ekonomi Politikası: Ulusal Bağımsızlık ve Ekonomik Bağımsızlık”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cumhuriyetimizin 75. Yılı Özel Sayısı, 1998. 
Aktepe, Münir, “Osmanlı İmparatorluğunun Islahı Hakkında İngiltere Elçisi Layard’ın II. Abdulhamid’e Verdiği Rapor”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Temmuz 1969, Sayı 59. 
Arslan, Ali ,“Yeni Dengelerin Oluşum Sürecinde Türkiye’nin Güvenlik Problemi”, Polis Dergisi, Sayı 36, 2003. 
Bingöl, Yılmaz, “Kırgızistan’ın ‘Renkli’ Devrimi: Demokrasiye Geçiş mi, Küresel Rekabet mi?”, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 1, 2007. 
Blanton, Shannon Lindsey, “Promoting Human Rights and Democracy in the Developing World: U.S. Rhetoric versus U.S. Arms Exports”, American Journal of Political Science, Vol. 44, No. 1, (Jan.2000). 
Cöhce, Salim, “Büyük Orta Doğu Projesi Bağlamında Hindistan ile Orta Doğu Arasındaki Tarihi Bağlar ve Güncel İlişkiler”, Gazi Akademik Bakış, Sayı 2, 2000. 
Creswell, J. W. , Research Design: Qualitative, Quantitative, and Mixed Methods Approaches, Sage Publications, Inc., (2008).  
Dağcı, Kenan, “The EU’s Middle East Policy and Its Implications to the Region”, Turkish Journal of International Relations, Vol. 6, No.1&2, Spring & Summer 2007. 
Erickson, Edward J., “The Armenians and Ottoman Military Policy 1915”, War in History, 2008. 
Glesne, G., “Becoming qualitative researchers: An Introduction.” Boston: Pearson Education, Inc., (2006). 
Howard, Harry, “Türkiye’yi Yok Etme Planları”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı 35, Eylül 1970.  
Hutchison, Michael M., “A Cure Worse Than the Disease? Currency Crises and the Output Costs of IMF-supported Stabillization Programs”, National Bureau of Economic Research, Cambridge  2001. 
Kapsis, James, “From Desert Storm to Metal Storm: How Iraq Has Spoiled US-Turkish Relations”, Current History, Sayı 104, Philadelphia  2005. 
Kılıç, Davut, “Orta Doğu’nun Dinî Jeopolitiği ve Günümüze Yansımaları Üzerine Bir Deneme”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 13/1, 2008. 
Uygur Kocabaşoğlu, “Doğu Sorunu Çerçevesinde Amerikan Misyoner Faaliyetleri”, Tarihi Gelişim İçinde Türkiye’nin Sorunları Sempozyumu (Dün-BugünYarın), 2.Baskı, TTK, Ankara 1995. 
Kurat, Yuluğ Tekin, “Türkiye Topraklarının Paylaşılması Hazırlıkları-Sevr”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı 59, Ağustos 1972. 
Kürşat, Cengiz, “Lozan Konferansı Sırasında İngilizlerin SüleymaniyeRevandiz-Şemdinli Bölgelerinde Gizli ve Askeri Faaliyetleri”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı 1, Şubat 1967. 
Mutluçağ, Hayri, “Salih Münir Paşa Raporu”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı 26, Kasım 1969. 
Okur, Mehmet, “İtilaf devletlerinin İstanbul’daki Faaliyetleri, Osmanlı Hükümetleri Üzerindeki Baskıları ve Hükümetlerin Tutumu”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 57, Cilt: XIX, Kasım 2003. 
Öz, Esat, “Batı Emperyalizminin Hizmetindeki Tarihçilik: Sevr ve Soykırım Tartışmalarında Stratejik ve İdeolojik Boyut”, 2023 Dergisi, Sayı 57, 2006. 
Özen, Ahmet ve Özay Özpençe, “Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Borçlanma Politikaları ve Sonuçları”, Mevzuat Dergisi, Sayı 100, Nisan 2006. 
Özer, Ahmet, “11 Eylül, Bölünen Dünya, Huntington ve Çatışma”, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, Cilt 4, Sayı 2, 2007. 
Öztürk, Ayhan, “Şark Meselesi ve Osmanlı Devleti’nin Paylaşılma Projeleri”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı 76, İstanbul 1992. 
Rossman, G. B. & Rallis, S. F., Learning in the field: An introduction to qualitative research. California: Sage Publications, Inc., (2003).   
Sarınay, Yusuf, “Hoybun Cemiyeti ve Türkiye'ye Karşı Faaliyetleri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 40, Cilt: XIV, Mart 1998,  
Strauss, A. & Corbin, J. Basics of qualitative research. Newbury Park, CA: Sage, (1990).


Murat Apay

İçimdeki Koas
qooxtar

Yorum Gönder

0 Yorumlar