Ahmet Şık
Yazar
Murat Apay
Düzenleme, vurgu ve fotoğraflar
Murat Apay
Düzenleme, vurgu ve fotoğraflar
Önsöz
Ahmet Şık’ın yazdığı ve çalışma başlığı “İmamın Ordusu” olan kitabı şu anda “Dokunan Yanar” başlığıyla ekranlarımızda… Kitabın sahte kopyalarının elektronik ortamlarda dolaştığı şu günlerde, okurların “kitabın aslı”nı okuma olanağının sağlanmasını demokratik bir görev, düşünce özgürlüğünün savunulması yönünde bir katkı olduğu inancındayız. Kitabı internet ortamında yaymamızın tek nedeni ve amacı bundan ibarettir…
“Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim.
Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim.
Benim için geldiklerinde, sesini çıkartacak kimse kalmamıştı”.
Martin Niemöller1
“Dokunan Yanar”
Cemaat emniyette nasıl örgütlendi?
Devlet İslamcılara hep ihtiyaç duydu
Fethullahçıların 1980’lerin ortalarından başlayarak sistematik biçimde örgütlendiği Emniyet teşkilatının, bugün itibariyle büyük çoğunluğunun cemaatçilerin elinde olduğu artık herkesin malumu. Bir diğer önemli tespitte bulunmak gerekirse, şimdi Fethullahçılık diye anılan özellikle asker başta olmak üzere devletin gözünde “İslamcı tehlike” olarak adlandırılan bu yapının, yıllar öncesinden, 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte bizatihi şimdi kendilerini tehlike olarak gören cuntacılar tarafından palazlandırıldığını söylemek yanlış olmaz. 28 Şubat 1997 postmoderin darbesi2 süreci ve sonrasında Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) başında Cumhurbaşkanı olarak Süleyman Demirel bulunuyordu. Darbenin 2. yıldönümünde kendisiyle yapılan bir röportajda, “Bu bir süreçtir. Yani Cumhuriyet’in kurulmasıyla başlamış, devam eden bir süreçtir. Devam da edecektir. Bu böyle gidecek”3 diyordu. MGK’nin asli unsuru ve belirleyici gücü olan orduya komuta eden dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu da 28 Şubat sürecinin 1923’ten bu yana sürdüğünü ifade ederek, “İrtica ne zaman palazlansa bu süreç kendini gösterir... İrtica tehdidi bin yıl sürse 28 Şubat süreci de bin yıl devam edecektir. Bitmiş değildir”4 diyecekti. Birbirinin neredeyse tıpatıp aynı olan ve “Cumhuriyet’in ilanından bu yana irticaya karşı mücadelenin sürdüğü ve süreceği” söylemleri ne kadar gerçeği yansıtmaktadır? Ya da durum gerçekten öyle midir bakalım.
Aslında devletin ne irtica ile mücadelesinde bir süreklilik ne de her fırsatta ifade edilmesine karşın rejime karşı tehdit olarak görülen bu tehlikeyi yok etmek gibi bir derdi oldu bu ülkede. Kıvrıkoğlu’nun da altını çizdiği gibi İslamcılar palazlandıkça ordu tırpanlıyordu. Zaten 2000’li yıllara kendi iradeleriyle değil, devletin ihtiyaç duyduğunda tedavüle sokmak üzere verdiği izin ve destekle palazlanabilen İslamcılar ihtiyaç olmaktan çıktığı anda da hep budanarak hizaya sokuldu.
2 28 Şubat 1997'de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan ve Türkiye siyasi tarihine geçen kararlar, “postmodern darbe” diye anılmaktadır. Necmettin Erbakan liderliğindeki RP 1995 genel seçimlerinden az farkla da olsa ikinci DYP ve üçüncü olan ANAP'ın önünde birinci parti olarak çıkmıştı. Seçimlerin ardından kurulan DYP-ANAP koalisyon hükümeti, RP’nin güvenoylaması hakkında hukuksal inceleme yapılması için Anayasa Mahkemesi'ne yaptığı başvuru haklı görülerek geçersiz sayıldığından dağılmıştı. Bunun üzerine TBMM'de birinci parti durumunda olan RP ile ikinci parti olan DYP arasında kurulan ittifakla Refah Yol hükümeti 8 Temmuz 1996'da güvenoyu aldı. Ancak hükümetin, kendilerinden zaten rahatsız olan askerlerin istediği biçimde davranacak kimi tutumları ve bir takım karanlık komplolar sonucu 28 Şubat süreci hayata geçti. Millî Güvenlik Kurulu'nun 28 Şubat 1997’deki toplantısında da, “Rejim aleyhtarı irticai faaliyetlere karşı alınması gereken tedbirler” başlığıyla resmen bir muhtıra yayımlandı. Muhtırada 8 yıllık eğitim, tarikatlar, laiklik karşıtı hareketler, TSK’den irticacılık suçlamasıyla atılan personelin RP’li belediyelerde istihdamı, bazı tarikatçıların cüppe ve sarıklarıyla kimi eylemlerde bulunması örneklerle anlatılıp, “TSK’nin rejimi bekçisi olduğuna” bir kez daha vurgu yapılıyordu. Kısa süre sonra da Refah Yol hükümetinin Başbakanı Necmettin Erbakan, “Havada yakıt ikmali” olarak tanımladığı başbakanlık görevini hükümet ortağı DYP Genel Başkanı Tansu Çiller'e vermek amacıyla 18 Haziran 1997'de istifasını Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e sundu. Ancak Demirel, hükümet ortaklarının arasındaki protokolü dikkate almadı ve hükümeti kurma görevini TBMM'de çoğunluğu olmayan muhalefet lideri ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'a verdi.
Daha sonraki bir aylık müddet zarfında, Cumhurbaşkanı Demirel, birçok DYP milletvekilini bizzat arayarak partilerinden istifa etmeleri gerektiğini, etmezler ve Mesut Yılmaz hükümeti güvenoyu alamazsa askeri darbe olacağını tehdit olarak öne sürerek parti grubunun parçalanmasını sağladı. 12 Temmuz'da Mesut Yılmaz başkanlığında ANAP - DSP - Demokrat Türkiye Partisi arasında kurulan 55. hükümet TBMM'den güvenoyu aldı. 18 Nisan 1999 seçimlerine kadar işbaşında kalan bu hükümet zamanında 28 Şubat kararları harfiyen yerine getirildi. 8 yıllık kesintisiz eğitim kanunu TBMM’de kabul edildi. Bu kanunla İmam Hatip Liseleri (İHL) dâhil meslek liselerinin ortaokul bölümleri kapatıldı. Ayrıca İHL’lerin önünün kesilmesi için meslek liselerinden mezun olanların üniversiteye giriş sınavından aldıkları puanla kendi bölümleri dışında tercih yapmaları halinde ortaöğretim başarı puanlarının daha düşük katsayı ile hesaplanması kararı alındı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş tarafından RP hakkında açılan kapatma davası da 17 Ocak 1998'de Anayasa Mahkemesi’nde sonuçlandı. RP’nin, "Laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri saptandığı" gerekçesiyle kapatılmasına karar verildi. Necmettin Erbakan ve 6 partiliye de 5 yıl siyaset yasağı getirildi.
3 Milliyet Gazetesi, 29 Şubat 2000
4 Akit Gazetesi, 28 Şubat 2000
Kızıl kuşağa karşı yeşil kuşak projesi
Türkiye’de başarılı darbelerin tümünün arkasında büyük sermaye ve emperyalizmin olduğu gerçeğinden hareketle, 12 Eylül 1980 darbesinin sadece IMF’nin 24 Ocak 1980 tarihini taşıyan, geniş yığınları daha da yoksullaştırmaya dayalı ekonomik programını uygulamak ve büyük sermayenin krizini çözmek için değil, Türkiye’yi küresel sermayenin çemberine dâhil etmek ve ABD’nin Ortadoğu’daki ileri karakolu haline dönüştürmek amacı taşıdığı olgusal bir gerçek. Ancak bu tespiti yaparken 12 Eylül darbesinin temel saiklerinin arasında Türkiye’deki sosyalist devrimci mücadelenin yükselişinin durdurulamaması gerçeğini de görmek gerekiyor.
Bu “tehlikenin” tam da sermayenin çıkarları doğrultusunda tehdit olmaktan çıkarılması gerekiyordu ve gereken 12 Eylül günü yapıldı. Ülkenin üzerinden bir silindir gibi geçen 1980 darbesi sonrasında, tek tehlike olarak görülen solun pasifize edilmesi için, İslamcı cenahın alkışlarla karşıladığı darbeyi yapanlar “komünizm tehlikesi”ni bertaraf etmek için ABD üretimi “kızıl kuşağa karşı yeşil kuşak“ projesini hayata geçirdi. İnşa edilecek yeni sistemin adı Türk-İslam senteziydi. Sol kadroların ordu içinde bile örgütlendiğini gören cuntacılar, daha 12 Eylül öncesinde kendi kurumlarında başlattıkları milliyetçi ve dinci düşüncelerin gelişmesi çabalarını darbe sonrasında devletin tüm kurumlarında ve ülkenin dört bir yanında hayata geçirdi. Din ve İslam’ın, sol sosyalist fikriyatın egemen olmasının engellenmesinin en önemli aracı olarak kullanılmasında elbette ki İslamcıların devlet tarafından kullanılmaya açık ve hazır olmaları gerçeği de vardı. Tarafların birbirlerini karşılıklı olarak kullanmasına dayalı dogmatik bir çıkar ilişkisiydi bu.
Nur Cemaatinden gelen itiraf
Nur Cemaatinin önemli isimlerinden olan Yeni Asya gazetesinin sahibi, Mehmet Kutlular devletin İslamcıları kullandığını, İslamcıların da bunu kabul ettiğini Ruşen Çakır’la yaptığı röportajda şöyle itiraf ediyordu: “Derin Devlet denen şeye dayanıyor bunun ucu. 1980’den sonra devletin politikası değişti. Eskiden anarşist ve Marksistler tehlikeliydi, sonra dindarlar oldu. Öyleyse bu dindar gruplarla temas kurmak, onlarla beraber çalışmak gerekecekti. Amaç onları devletle barıştırmaktı. Bu amaçla görevlendirdikleri insanlar cemaatlerin ileri gelenleriyle temas kurdular. Cemaate (Fethullah Gülenciler) daha ziyade istihbarattan olanlar gitti. Bana da geldiler; ‘Yurtdışında Milli Görüş ve Süleymancılar’a karşı birlikte çalışalım’ dediler, ama ben reddettim... Bu ‘derin devlet’ dediğimiz büyük ölçüde bütün İslami gruplarla anlaşma içine girdi. Burada menfaatler karşılıklıdır. Her iki tarafın maksadı ayrıdır. Devlet bu gruplara, ‘Atatürk’e saygılı olun biz de size yardımcı olalım’ demiştir. Bakın bazı İslami gruplara, 12 Eylül’den sonra birden palazlandılar. Acaba kendi güçleriyle mi palazlandılar. Hayır.”5
Bu konuyla ilgili benzer bir tespiti yapanlardan biri de Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet İnsel’di. Taraf Gazetesinden Neşe Düzel’le yaptığı ve AKP hükümetinin demokrasi karnesini değerlendirdiği söyleşide6 İnsel, “Devlet kadroları özellikle mi milliyetçilerle dolduruluyor?” sorusuna, “Doldurulmuştu zaten. Şu anda yönetici ve seçici kadrolar onlar. Zaten bugün Milli Eğitim Bakanlığı’nda Alevilerin Sünni İslam içinde nasıl misyonerce eritilmeye çalışıldığını görüyoruz. İçişleri Bakanlığı’nda da aynı kadrolaşma var. Poliste Fethullah Gülen çevresinin kadrolaşması var. Adalet Bakanlığı’na da kısmen girdiler. Ve askerler, denetim elimizden gidiyor endişesiyle bunları 28 Şubat’ta biraz temizlemeye kalktılar. Çünkü kendi yarattıkları ucubeden korktular” yanıtını veriyordu. Bunun üzerine Neşe Düzel’in, “Derin devletin yarattığı ucube Fethullahçılar mı?” sorusunu da İnsel şöyle yanıtlayacaktı: “Evet. Çok açık bir biçimde 1970’lerde desteklenen ve 1980’lerde güçlenmesi için adımlar atılan bir mekanizma bu. Desteklenenler arasında sadece Fethullahçılar yok. Türk İslam sentezinin başka unsurları ve başka tarikatlar da var. Bu çevreler kendileri için çalışır hale geldikleri için şimdi askerlerle çatışır durumdalar. Bunların hepsi milliyetçidir. Fethullah Gülen milliyetçidir. Komünizmle mücadele derneklerinde yetişmiş ve siyasallaşmış bir kişidir. 1960’ların komünizmle mücadele derneklerinin bir ürünüdür Gülen. Derin devlet, kendi denetimi altında oldukça her şeyi makbul görür. Bir şey onun denetimi dışına çıktığı anda tehdit unsuru haline gelir. Gülen’in altın nesil yetiştireceğiz diye bir iddiası var. Burada inanılmaz bir Müslüman Türk elitizmi söz konusu. Aynı Cizvit papazları gibi… ‘Biz okullarda altın nesil yetiştireceğiz. Sonra bu elit nesille dünyaya hâkim olacağız, dünyayı yöneteceğiz’ düşüncesi bu.”
5 Milliyet Gazetesi, 26 Haziran 1999
6 Taraf Gazetesi, 14 Ocak 2008
1971 darbesinin Mohaç’tan gelen sesi
Mehmet Kutlular da yukarıda anılan röportajının diğer bölümlerinde de kendisi gibi Nurcu7 kökenli olan Fethullah Gülen’i devletin desteklediğini, Gülen’in de bunu ifade ettiğini, 28 Şubat sonrasında asker tarafından Refah Partisi’nin karşısına çıkarılmak istendiğini ve işi bitince de saldırdıklarını da söylüyordu.8 Yani Kutlular, başta da söylediğimiz gibi kullanılmaya müsait olan ve kullanılan İslamcıların önce palazlandırılıp iş bitince de devlet tarafından tırpanlandığını anlatıyordu röportajda. Kutlular’ın böyle konuşmasında başta Gülenciler olmak üzere İslamcı cemaatlerin, ordu tarafından yapılan darbeleri, stratejik çıkarları bakımından genellikle desteklemiş olmalarının payı büyük elbette. Çeşitli tarikat ve cemaatler altında örgütlenen İslami yapılar ideolojik olarak Kemalizm’e karşı dursalar da, her zaman devletin politik yapısını savunan koruyan ve destekleyen güçlerdi. Çünkü tarikatların stratejik çıkarlarına hizmet eden her darbeyle, bu yapıların kendilerine rakip olabilecek bütün ilerici ve devrimci kuvvetleri eziliyordu.
Bir dönem Said Nursi’nin avukatlarından olan ve cemaat içindeki etkinliği ile tanınan Bekir Berk’in, Yeni Asya Gazetesi’nin 10 Şubat 1971 tarihli sayısında, ordunun verdiği muhtıra üzerine yaptığı değerlendirme tam da bu tespitimizi doğrular nitelikteydi: “Bu ses tarihimizin sesidir. Bu ses sanki Mohaç’tan gelen sestir. Bu ses Malazgirt’ten yükselen bir sestir. Bu ses Kanije gazilerinin sedasını aksettirmektedir. Bu ses hürriyet ve istiklalimizin, bu ses din ve imanımızın, şerefimizin ve hasiyetimizin bekçileri şerefli paşalarımızın, erlerimizin tek kelimeyle Mehmetçiğimizin sesidir... Bu ses, sağa da sola da gelişi güzel yumruk sallayanların değil, tehlikenin nereden geldiğini bilen, gören ve onun üstüne yürüyen ve onlara son defa ‘Hizaya gel’ komutunu verenlerin sesidir. Bu ses meseleleri kanunların çerçevesinde halletmek isteyenlerin, bu ses millet iradesini korumayı ahdedenlerin sesidir...”9
7 Fethullah Gülen, Ankara 2 Nolu DGM’de gıyabında yargılandığı ve Nurculuk faaliyeti yürütmekle de suçlandığı davada avukatları aracılığıylayaptığı savunmada, “Müslüman olmak dışında Nurculuk vb hiçbir akıma mensup değilim...Şimdiye kadar ‘ci, cu’ gibi değerlendirmelerin ayrımcılık manasına geldiğini, bu bakımdan Müslüman olmak dışında hiçbir akıma mensup bulunmadığımı ve dolayısıyla Nurcu olmadığımı defalarca ifade ettim... Ben kimsenin halifesi değilim” dedi.
8 Milliyet Gazetesi, 26 Haziran 1999
9 Çağ ve Nesil Dergisi, sayı 9 Mayıs 1984
1971 darbesinde tutuklandı
Gülen, fikri önderi olan Said-i Nursi’nin avukatının destek çıktığı 1971 muhtırası döneminde Türk Ceza Yasası’nın 163. maddesinde tanımlanan irticai çalışmalarından dolayı, “Laikliğe aykırı olarak devletin içtimai, iktisadi, siyasi, hukuki temel nizamlarını kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare etmek, böyle cemiyetlere girmek veya girmek için başkasına yol göstermek” suçundan tutuklandı ve 3 yıl hapis cezası aldı. İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nin 20 Eylül 1972’deki bu kararı Askeri Yargıtay 3. Dairesince 1973’de onaylanınca mahkûmiyete dönüştü. Ancak Gülen 1974 yılında Bülent Ecevit’in Başbakanlığındaki 37. hükümet döneminde çıkarılan af yasasıyla 7 ay tutukluluktan sonra özgürlüğüne kavuştu. Gülen, bu mahpusluğuna rağmen askere olan bağlılığını hiç yitirmediğini 12 Mart 1971 darbesiyle ilgili söyledikleri şu sözlerle anlatıyordu:
İsmet İnönü ve Bülent Ecevit |
“27 Mayıs sol güdümlü bir harekettir. 12 Mart da öyle olsun isteniyordu. Fakat ihtilale beş kala hadiseye el koyan Memduh Tağmaç ve arkadaşları muhtıranın macerasını birilerinin güdümünden kurtardı. Ondan böyle bir atak beklemeyen solcular ne yapacaklarını şaşırdılar. Onlarda görülen 12 Mart aleyhtarlığı, biraz da yetişemediğine ekşi diyenin durumu gibi bir tavır. Eğer 9 Mart’ta yapılmak istenen harekata mani olunmasaydı, yapılacak ihtilal çok başka olacak ve ‘Devrim Anayasası’ adıyla hazırlanan taslak yürürlüğe girecek, Türkiye isim olarak olmasa bile sistem olarak tam bir komünist ülke haline getirilecekti... Bu solcu güçler ve onların akıl hocalığını yapan devrimbaz sivillerin ortak arzusuydu. Nitekim Ziverbey soruşturmasında hepsinin maskesi düşmüş ve menfur düşünceleri bir bir ortaya çıkmıştır. 12 Mart, bir ihtilal ve darbe değildir. Hükümeti belli konularda uyaran bir ikazdır. Elbette askeri olması yönüyle tasvip edilemez. Hür iradeyi güç kullanmak suretiyle dize getirmenin tasvip edilmesi mümkün değildir de ondan. Fakat çok daha kötü bir hareketi önlemesi bakımından bu harekete iyimser bakmak mümkündür. Yani, kötüdür ama çok daha kötüye göre o kadar kötü değildir.”10
10 http://tr.fgulen.com/content/view/3500/128/ ( Bu ve bunun gibi siteler kapalı)
Atatürkçü Evren’den inciler
İlerleyen bölümlerde Fethullah Gülen ve cemaat çevresinin 12 Eylül 1980 darbesine ilişkin söylediklerini aktaracağımızı da belirterek cunta lideri Kenan Evren’in yaptıklarına bir göz atalım. ABD menşeili darbe sonrasında Atatürkçülüğü kimselere bırakmayan Kenan Evren, 13 Kasım 1980’de ölen Nakşibendî Şeyhi Mehmet Zahit Kotku’nun Süleymaniye Camii’nin yanındaki şeyhlerin bulunduğu özel yere gömülmesi için başkanlığını da yaptığı MGK’den özel izin çıkarmıştı. Tüm yurdu tavaf eden Evren gezilerinde yaptığı konuşmalarda Kuran’dan ayetler ve hadisler aktarıyordu.
14 Ekim 1980, Diyarbakır konuşması: “Dinsiz millet düşünülemez. Dinimize sımsıkı sarılmalıyız.”11
17 Ocak 1981, Hatay konuşması: “12 Eylül yönetimi sadece sözlerle yetinmedi. MSP’lilerin bile başaramadığı, din derslerini okullarda mecburi hale getirdi.”12
15 Ocak 1981, Konya konuşması: “Tanrısı bir, Kuran’ı bir, peygamberi bir, aynı sesleniş ve yakarışla namaz kılanları birbirinden koparmaya imkân yoktur.”13
Cuntanın din atılımı
Cuntacı Evren bu söylemleri nedeniyle kendisini eleştirenlere de, “Ben arada sırada vatandaşı ikna edebilmek için Ayet okuyorum. Bunu da bazı yazarlarımız tenkit ediyorlar. ‘Cumhurbaşkanı Ayet okur mu?’ diye. Sanki Kuran-ı Kerim’i okumak günahmış gibi, laikliğe aykırıymış gibi” 14 diyerek karşılık veriyordu.
15 Mayıs 1981’de de cunta yönetimi “Din İstismarını İnceleme Alt Grubu” adıyla bir komisyon/kurul oluşturur. Genelkurmay, Adalet, İçişleri, Dışişleri, Milli Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanlıkları, Diyanet İşleri Bakanlığı ve MİT Müsteşarlığı temsilcilerinin bulunduğu bu kurul hazırladığı raporunda mevcut İmam Hatip Liselerinin var olan haliyle 10 yılda bile din görevlisi ihtiyacını karşılamada yetersiz olduğu tespitini yapar. Soner Yalçın’ın Hangi Erbakan kitabında yer alan bilgilere göre, “Yeni İmam Hatip Okulları, İlahiyat Fakülteleri, Yüksek İslam Enstitüleri açılmalıdır. Din bilgisi dersleri, ilkokullardan başlayarak ilk ve orta öğretimde mecburi olarak okutulmalıdır. Halkın basılı dini yayın ihtiyacı tespit edilmeli, her yaş ve kültür seviyesinden insanın ihtiyacı olan dini neşriyatın yaygınlaştırılmasına önem verilmelidir. TRT’de yapılan dini yayınlar güçlendirilmelidir. Yeni camiler yapılmalı, kadrosu bulunmayan 18 bin köy camisine kadro verilmelidir...” 15 diye sıralanır öneriler. Vakit kaybetmeden hayata geçirilen bu kararların gerekçesi de, “Biz hurafelerle çocuklarımızın beyni yıkanmasın diye okullarımıza mecburi din dersi koyma kararı aldık”16 olacaktır.
11 Soner Yalçın, Hangi Erbakan, Su Yayınları
12 Soner Yalçın, Hangi Erbakan, Su Yayınları
13 Soner Yalçın, Hangi Erbakan, Su Yayınları
14 Faik Bulut, Ordu ve Din, Berfin Yayınları
15 Soner Yalçın, Hangi Erbakan, Su Yayınları
16 Faik Bulut, Ordu ve Din, Berfin Yayınları
Asker tüm yurdu İmam Hatip’lerle ördü
12 Eylül cunta idaresi dönemiyle devam eden süreçte 1982 Anayasası’nın 24’üncü maddesiyle din eğitimi devlet güvencesi altına alınıp seçmeli olarak okutulan din dersleri, ilk ve orta dereceli okullarda zorunlu hale getirildi. 1979-80 döneminde Süleyman Demirel’in açtığı 36 İmam Hatip Lisesi’ne, darbenin hemen ardından askeri yönetim 35 tane daha ekledi. 1982’ye kadar sadece bir tane İlahiyat Fakültesi varken 1982’den sonra hızla artarak sayı 21’e çıkarıldı. 1983’te 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Yasası’nda değişikliğe gidilerek İmam Hatip Lisesi mezunlarına tüm fakülte ve yüksekokullara girme hakkı tanındı. Böylece İmam Hatip Lisesi mezunlarına bürokrasinin tüm kapıları açıldı. Klasik İmam Hatip Liseleri’ne İngilizce eğitim veren Anadolu İmam Hatip Liseleri eklendi. 1984-97 arasında 235 İmam Hatip Okulu açıldı.17 İmam ihtiyacının karşılanması için açıldığı iddia edilen İmam Hatip Liselerindeki öğrenci sayısındaki astronomik artış bir yana, imamlık yapması mümkün olmayan kız öğrencilerin de İmam Hatip Okulu ve liselerine alınması serbest bırakıldı. 8 yıllık eğitimin şart koşulmasına kadar olan sürede sayıları 600’ün üzerinde olan İmam Hatip Liselerinde 60 binin üzerinde öğrenci bulunuyordu. 1982-84 yılları arasında yurtdışında bulunan hemen tüm Diyanet İşleri Başkanlığı kadrolarına verilen aylık bin 100 doların Rabıta (İslam Dünyası Birliği) tarafından ödenmesi kabul edilir. Rabıta, ABD-Suudi Arabistan şirketi ARAMCO tarafından kurulmuş ve tüzüğünde amacının İslam ülkelerinde şeriatı getirmek olduğunu ilan etmiştir. Yine Rabıta tarafından kurulan İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) bünyesinde yer alan Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi’nin (İSADAK) 4. yöneticisi de cunta lideri Kenan Evren olur. Faysal Finans’a, Al Baraka’ya, İslam Kalkınma Bankası’na çalışma izni verilir. 1984’te Al Baraka-Türk kurulur. “Sivil” hayata geçiş için yapılacak seçimlerde cuntacıların General Turgut Sunalp’e kurdurdukları Milli Demokrasi Partisi’nin seçimleri kazanması için tarikatlarla ilişki geliştirmesi de desteklenir. Sunalp, 1983 seçimleri öncesinde İstanbul’daki Nakşibendî Dergâhı’na gidip şeyhlerle ayine katılmakta sakınca görmez.
17 İmam Hatip Liseleri, her iktidar döneminde siyasetin ana malzamelerinden biri oldu. 1951-1959 Adnan Menderes Hükümeti 19 adet, 1962-1963 İsmet İnönü Hükümeti 7, 1965-1971 Süleyman Demirel Hükümeti 46 adet, 19741975 Bülent Ecevit Hükümeti 29 adet, 1975-1978 Süleyman Demirel Hükümeti 233 adet, 1978-1979 Bülent Ecevit Hükümeti 4 adet, 1979-1980 Süleyman Demirel Hükümeti 36 adet, 1984-1989 Turgut Özal Hükümeti 90 adet, 19901992 Mesut Yılmaz Hükümeti 23 adet, 1992-1994 Süleyman Demirel Hükümeti 12 adet, 1994-1995 Tansu Çiller Hükümeti 13 adet, 1995-1997dönemi hükümetleri zamanında ise 97 adet İmam Hatip Lisesi açıldı. Üniversiteye girişteki katsayı uygulaması nedeniyle bir dönem bazıları kapanan ve öğrenci sayıları düşen bu okullar, 2004 yılında AKP’nin “katsayı uygulaması değişecek” vaadiyle yeniden cazibe merkezi oldu. Bu dönemde 500’ün üzerinde İmam Hatip Liseleri’nde okuyan toplam öğrenci sayısı 100 binin üzerine çıktı. Eğitim-Sen’in yaptığı bir araştırmaya göre İlahiyat Fakültelerinde de10 binin üzerinde öğrencinin öğrenim gördüğü Türkiye’nin 5 bin imama ihtiyacı bulunuyor.
TSK’den itiraf
12 Eylül rejiminin dinle, İslam ve İslamcılarla kurduğu ilişki bir haberde bizzat TSK’nin kendisi tarafından da itiraf edilecekti. Harp Akademileri Komutanlığı’nın yayınladığı “Türkiye Cumhuriyeti’nin Laiklik İlkesinin Devamlılığının Sağlanması İçin Yapılması Gereken Faaliyetler” isimli kitapta şeriatçılığın 1951’de DP ile başlayıp MNP, MSP ve RP ile sürdürüldüğü vurgulanarak, “12 Eylül müdahalesinden sonra da din rüzgârının, hızını arttırdığı ve dönemin partilerinin koruyucu kanatları altında yürümeye devam ettiğinin” altı çiziliyordu. Harp Akademileri Komutanlığı’nın hazırladığı kitapta “İslami tehlike” ile ilgili olarak yer alan saptama da, “Asıl tehlike, geleceğin seçmen ve yöneticilerinin din eğitimiyle yetiştirilme ve yönlendirilmeleri, gelir dağılımındaki dengesizliğin irticai faaliyetlere etkisi, irticanın hortlaması için elverişli ortam yaratmasıdır... Yapılan hesaplara göre, 2 bin ile 2 bin 500 arasında ihtiyaç varken yılda 52 bin mezun veren İmam Hatip Lisesi, kurslar vb. engellenmediğinde 2000’li yıllarda 6-7 milyon oya ulaşacak olan irticai kesim tek başına iktidar olacaktır.”18
Askerin yaptığı tespit doğru çıkacak, 2000’li yıllarda ordu bizzat kendi yaratıp büyüttüğü bu “canavara” karşı mücadele eder hale gelecekti.
18 Radikal Gazetesi 9 Ocak 1999
Said-i Nursi’nin izinde bir vaiz
Cemaatinin polis teşkilatı başta olmak üzere bürokrasi içinde nasıl örgütlendiğine geçmeden önce, Fethullah Gülen’in kim olduğuna bakmakta fayda var. Türkiye’de, legal siyasal İslam’ın yükselişe geçtiği 1990’ların sonu ile AKP’nin iktidar olduğu 2000’li yılların başından bu yana en çok tartışılan isim kuşkusuz ki Fethullah Gülen oldu. İslamcı düşünceyi toplumun geneline yayarak etkin kılınması için önemli bir çaba içerisinde olan Gülen Cemaati, kendisini dönemin sosyopolitik koşullarına uyarlayarak gelişti. Gülen cemaati 1980’lerden bu yana ideolojik çehresini ciddi biçimde değiştirirken koruduğu en önemli özelliği AKP öncesinde de AKP iktidarında da, dönemsel iktidar dengelerini iyi okuyarak siyasi partilerden özerk kalmaya özen göstermek oldu. İdelojik olarak kendine yakın duran partilerin iktidar ortağı ya da tek başına hükümet olmasıyla da devletin her kurumunda ciddi bir güç elde etti. Said Nursi’nin fikirlerinin takipçisi olduğunu iddia etse de Gülen, Nursi’nin görüşlerini kendisine özgü bir tarzda yorumlayarak bugünkü politik gücüne ulaştı. Said-i Nursi’nin izinden giden Nur cemaatinin önemli birkaç liderinin arasında iken hükmettiği para miktarının bilinemez boyutlara ulaşması ve devlet kadrolarındaki örgütlenmesiyle neredeyse tek adam pozisyona kadar ilerledi. 1970’lerde ortaya çıkmasının ardından bugün itibarıyla geldiği noktada bu cemaate, tarikata ya da liderinin adıyla anılan bu organizasyona ne isim verilmesi ya da nasıl tanımlanması artık din bilginlerinin değil sosyolojinin alanına girdiği bir gerçek. Din-Politika-Para üçgeninde bir organizasyon olarak ABD’de çok fazla benzeri bulunan bu cemaat ya da şeffaf olmayan organizasyonu artık kendileri de dâhil olmak üzere herkes Fethullahçı diye anıyor. Bir dönem kısa bir yayın hayatı sürdüren NTV Mag dergisinde, Tolga Çelik imzasıyla yayımlanan haberde19 Fethullah Gülen şöyle anlatılıyordu:
“Son yıllarda okulları, Işık Evleri, siyaset ve medya dünyasıyla olan ilişkileriyle tanınan Gülen’in uzun yolculuğu Nur tarikatıyla başladı. Said-i Nursi 23 Mart 1960’ta Şanlıurfa’da yaşamını yitirince, tarikatı, ‘Bundan sonra ne olacak?’ kaygısına düştüler. Nurcuların bir kesimi, cemaatin başına bir kişinin seçilmesini isterken, bir kesimi de Said-i Nursi’nin en yakınlarından oluşan bir İstişare Heyeti’nin kurulmasını ve bu ‘Ağabeyler Konseyi’nin hareketi yönlendirmesini uygun görüyordu. Bazıları ise siyasi bir teşkilat kurmayı, bazıları da devlete başkaldırıp silahlı mücadele verilmesini önerdi. Tahiri Mutlu, Mustafa Sungur, Ceylan Çalışkan, Hüsnü Yeğin, Bayram Yüksel, Mehmet Fırıncı gibi Nur cemaatinin ağabeyleri, içlerinde en cevval ve en fedakâr gördükleri Zübeyir Gündüzalp’i bu hareketin başına seçtiler. Kendileri de, Zübeyir Gündüzalp’in altında bir istişare heyeti oluşturdular. Zübeyir Gündüzalp’in lider seçilmesi, cemaatin içindeki tartışmaları bitirmedi. Nursi’nin sağlığında başlayan ‘YazıcılarOkuyucular’ bölünmesi bu kez açıkça ortaya çıktı. Said-i Nursi’nin ölümünden ve 27 Mayıs ihtilalinin gerçekleşmesinden sonra bu karışıklık daha da büyüdü. ‘Yazıcılar’, Hüsrev Altınbaşak önderliğinde ayrı bir grup haline dönüştü. Altınbaşak, Tahiri, Hulusi Bey, Demirel’in de akrabası olan İslamköylü Hafız Ali, Mübarek Mustafa, Santral Sabri gibiler 1930 ve 1940’larda, Said-i Nursi’nin yazmış olduğu risaleleri bizzat el yazısıyla kaleme alarak çoğaltmışlardı. Bu yazma ve yazarak çoğaltma işini yapanlar Nurcular arasında ‘Yazıcılar’ diye anıldılar. Zübeyir Gündüzalp, Ceylan Çalışkan, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Mehmet Fırıncı, Mehmet Emin Birinci ve Bekir Berk gibi isimler ise ikinci kuşaktan Nurculardı. Cemaate sonradan katılmışlardı. Bu ekip, Nursi’nin eserlerini Latin harfleriyle kitap halinde basıyordu. Bu nedenle onların adı ‘Okuyucular’a çıkmıştı. Bir başka lider adayı Mehmet Kayalar, etrafındakileri silahlandırma çabası gösteriyordu. O, ‘okumakla-yazmakla’ değil, ‘silahla’ Nurculuğun yaygınlaşacağı inancındaydı. Mehmet Kayalar gibi düşünen bir başka isim de Elazığ’dan Müslüm Gündüz’dü. Gündüz’ün Kayseri tarafında yandaşlarıyla atış talimleri yapacak kadar işi ileri götürdüğü söyleniyordu. Bir başka aday Ankara’dan Said Özdemir’di. Nurcular için önemli bir ‘ağabey’ olan Said Özdemir, cemaat içinde oldukça etkili bir isimdi. Daha sonra Nurculuğun ‘Tenvir’ kolunu oluşturacak olan Said Özdemir’in Ankara’da adamlarıyla silahlı dolaştığı söylentisi de yaygındı.
19 NTV Mag, 6 Ekim 2000
Erzurumlu vaiz gizli aday
O dönemde bir lider adayı daha gizli hazırlıklar içindeydi: Erzurumlu bir vaiz olan Fethullah Gülen. Nurculuğun Erzurum’da en etkili ismi Mehmet Kırkıncı Hoca, Osman Demirci Hoca (Adalet Partisi’nin Nurcu milletvekili) ve Muzaffer Aslan sayesinde cemaatle tanıştı ve onlara katılmak istedi. 1963-66 yılları arasında Edirne ve Kırklareli’nde görevli olduğu dönemde, camilerde yaptığı konuşmaları yoluyla etrafında insanlar toplamaya başlamış, Nurcuları ve diğer dini çevreleri etkilemişti. Hep ağlayan, bazen kendini yerden yere atan konuşma tarzı ile dikkatleri üzerine çekiyordu. Okuyuculuk, yazıcılık, silahlı mücadele gibi tarzlardan ayrı olarak ‘hitabet’ yoluyla etkiliyordu çevresindekileri. Bir başka tarz daha geliştirdi: Açıkça Nurcu olduğunu söylemedi, Nurcu ağabeyleriyle hep mesafeli bir temas içindeydi, konuşmalarında Said-i Nursi’nin adını pek kullanmadı. Daha Edirne ve Kırklareli’ndeyken cemaatin içinde yeni bir tarzın temsilcisi olmayı, etrafında yetiştirdiklerini devletin önemli kademelerine yerleştirmeyi hedefliyordu. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagör’ün teşvikiyle Fethullah Gülen 1966’da İzmir’e tayin edildi ve orada hedefine uygun ve kendine has bir örgütlenme içine girdi.
‘Yazıcılar’ın lideri Hüsrev Efendi, hareket içinde saygın bir kişiydi. Onun etkisiyle ‘Yazıcılar’, Denizli, Kütahya, Eskişehir, İzmir gibi yerlerde ağırlıklarını hissettiriyordu. Ege bölgesi Yazıcıların kalesi oluvermişti. Fethullah Gülen ve yeni oluşan çevresi de, ‘Yazıcılar’la birlikte hareket ediyordu. Bunun üzerine ‘ağabeyler konseyi’nden Zübeyir Gündüzalp, Mehmet Fırıncı ve Bekir Berk Ege bölgesine gitti. Çoğu yerde dershanelere alınmadılar, kimi yerde tartışmalar, kavgalar yaşandı, kimi yerlerde ağır hakaretlere maruz kaldılar. Zübeyir Gündüzalp, ancak daha planlı ve merkezi bir yönetimin ihtilafları çözebileceğini düşünüyordu. İstanbul’a dönünce Süleymaniye’de Kirazlı Mescit Sokağı’nda bulunan 46 numaralı evi, Nurcuların merkezi olarak tahsis etti. Mehmet Fırıncı, M. Emin Birinci, daha sonra aralarına katılacak olan Mehmet Kutlular, Kirazlı Mescit Sokağındaki evin müdavimi oldular. Cemaatle ilgili kararlar, Said Nursi’nin eserlerinin basımı, açılan dershanelerin tespitleri hep bu evde düzenlendi. Öyle bir zaman geldi ki, cemaat bu evle anılır oldu: Kirazlı Mescit Cemaati...
1960’lı yılların sonlarında Necmettin Erbakan’ın, Odalar Birliğinden Demirel’in emriyle atılması olayı bütün İslami kesimleri olduğu gibi Nurcuları da etkiledi. ‘Mason’ bilinen Demirel’in, ‘Müslüman’ bilinen Erbakan’a karşı gösterdiği bu tutum, genelde bütün İslami çevrelerde büyük tepki oluşturmuştu. Müslümanlara hitap eden bir parti düşüncesi de bu olayla birlikte gelince, bütün İslami kesimler heyecanlandı. Ardından gelişen Hatice Babacan olayı bu süreci daha da hızlandırdı. Hatice Babacan’ın başörtüsü yüzünden İlahiyat fakültesinden kovulması İslamcıları ayağa kaldırmıştı. Bu olay İslamcı kesimler arasında AP’ye olan güveni azalttı ve yeni parti kurma görüşü destek kazandı. Ancak Nurcuların ‘ağabeyleri’ içinde parti konusunda bir birlik yoktu ve bazı’ ağabeyler’ Erbakan ismine çok sıcak bakmıyordu.
Nurcu-MHP savaşı
Bu süreçte Nurcular Erbakan’dan endişelenirken, karşılarına MHP çıktı. MHP, İslamcıların desteğini sağlamak amacıyla onları partisine davet ediyor, oy vermeyecekleri de mason uşaklığıyla suçluyordu. MHP’liler Hüsrev Altınbaşak’la da görüşmüşler ve Yazıcıların desteğini almışlardı. Fethullah Gülen’in tavrı da onlardan yanaydı. Bir anda Isparta, Kastamonu ve Elazığ’daki Nurcular MHP’ye tam destek sağladılar. Ankara, Adana, Yozgat gibi illerde de bir grup Nurcu MHP’ye sıcak davranıyordu. Bunun dışında Alparslan Türkeş, Nurcuların arasına adamlarını sızdırdı. Türkeş’in Nurcular içindeki adamları, Nur derslerinde ‘Başbuğun Risale-i Nur okuduğunu, ileride tam bir Nurcu lider olacağını’ yaydı. Zübeyir Gündüzalp, liderliğindeki Ağabeyler Konseyi MHP’nin bu müdahalesine karşı çıktı.
Bu ekip, yayınladığı ‘Tarihi Vesikaların Işığı Altında İslami Hareket ve Türkeş’ adlı bir kitapla MHP’ye açık tavır aldı. Bu eser aynı zamanda Nurcuların ilk siyasi kitabıydı. Bu kitapta, Türkeş’in aslında M. Kemal ve İnönü’den farklı olmadığı, din konusunda onlar gibi düşündüğü, Arapça ezana, çarşafa karşı çıktığı kendi sözleriyle aktarıldı. Kitap, Gündüzalp’in talimatıyla Türkiye’nin her tarafına gönderildi ve Nurcuların MHP’ye oy vermemesi için geniş bir kampanya yürütüldü. Said Nursi’nin CHP’ye karşı DP’ye oy verdiği, AP’nin de DP’nin devamı olduğu tekrar hatırlatıldı. Fakat bu ilk açıktan muhalefet bir takım sıkıntıları ve tereddütleri de beraberinde getirdi. Kimi yerde ‘MHP’ye karşı olmak ve onlarla uğraşmak cemaate zarar verir dendi’ ve broşürün dağıtımına karşı çıkıldı. MHP aleyhtarı kampanyaya karşı çıkanlar arasında ilginç bir isim vardı: Fethullah Gülen. Fethullah Gülen, o sırada İzmir ve Ege bölgesinde vaazlarıyla ağırlığını hissettirmeye başlamıştı. Nurcuların önde gelenlerinin tavsiyelerine pek uymadığı da görülüyordu. Ağabeylerden Mustafa Sungur ona ‘Nur dershaneleri aç’ demesine rağmen, Fethullah Gülen bu isteğe başlangıçta uymadı. Daha sonra yakınlarından Mustafa Birlik ve Mehmet Metin ile birlikte kendine özgü, sonraları ‘Işık Evleri’ diye anılacak olan dersaneleri açmaya başladı. Üstelik Said Nursi’nin kitaplarını değil, sadece kendisinin hitabetini ön plana alan bir çalışma tarzı tutturdu. Fethullah Gülen’in konuşmaları kasetlere alınıyor ve bu kasetlerle özellikle Ege bölgesinde hem taraftar, hem de para sağlanıyordu.
Abdullah Yeğin, Hulusi Efendi, Şerafettin Kartal, Bayram Yüksel ve diğer önemli Nurcu Ağabeyler ‘Bantla hizmet olmaz’ diye bu örgütlenme tarzına karşı çıktılar. Buna rağmen, Fethullah Gülen bu tarzda ısrar etti. Kemal Erimez, Mustafa Birlik, İlhan İşbilen, Cahit Tuzcu, Bekir Akgün, Mustafa Asutay gibi bölgenin ileri gelen Nurcuları da Fethullah Gülen’in yanında yer aldılar. Fethullah Gülen, Nurculuğun içinde bir ‘Fethullahçılık’ oluşturma çabasına girmişti. Üstelik Fethullah Hoca vasıtasıyla cemaate katılanların bazıları Fethullah Hoca’ya Mehdi, Hz isa, Kahtani gibi manevi sıfatlar yakıştırıyorlardı. Fethullah Gülen, ‘ağabeylere’ ilk muhalefet bayrağını MHP’ye yönelik savaşın hizmete yakışmadığını ifade ederek, açtı.
Erbakan parlamentoya giriyor
Erbakan etrafındaki hareketlenme de, Nurcuların zeminini önemli ölçüde etkiliyordu. Özellikle Ankara’daki Nurcuların Erbakan’ın yanında yer alması, İstanbul’daki Nurcuları kızdırdı. Bu yüzden İttihad gazetesinde AP yanlısı yayınlara ağırlık verildi ve yeni parti kurmak isteyenlerin aleyhinde yazılar çıkmaya başladı. Bu durum ise bir anda yeni parti kurmak isteyenlerin tepkisini çekti. 12 Ekim 1969’da yapılan seçimde Konya’dan bağımsız adaylığını koyan Necmettin Erbakan milletvekili seçilince, AP içinde kendine yakın kimi milletvekilleriyle yakınlaştı. Tevfik Paksu, Hüsamettin Akmumcu ile kurulacak parti için birlikte çalışmaya girişti. Tevfik Paksu, Hüsamettin Akmumcu ve arkadaşları, Nurculardan açıkça destek almaya çalıştıkları için beklemek zorunda kaldılar. Zübeyir Gündüzalp, Paksu ve arkadaşlarına yüz vermedi. Buna rağmen Erbakan ve arkadaşları ‘Hak geldi, batıl zail oldu’ ayetini slogan haline getirerek 26 Ocak 1970’te Milli Nizam Partisi’ni (MNP) kurdu. Anayasa Mahkemesi’nin MNP hakkında kapatma davası açması da o güne kadar partiye mesafeli duran birçok Nurcunun ‘İslam’ın partisi olduğu tescil edildi’ diyerek, MNP’ye yönelmesinde etkili oldu Nurcuların tabanında çatlamalar ve kaymalar olmuştu. Bilhassa küçük şehirlerdeki, kasaba ve köylerdeki Nurcular, MNP’nin saflarında faal olarak çalışıyordu.
12 Mart’ta tutuklandı
12 Mart 1971 muhtırası Nurcuları da tedirgin eden bir darbe oldu. Muhtıradan hemen sonra, 2 Nisan 1971 ‘de cemaatinin lideri Zübeyir Gündüzalp öldü. Otorite, kontrol ve yönetme yeteneğine sahip Zübeyir Gündüzalp’in boşluğu doldurulacak gibi değildi. Nurcu Yeni Asya cemaati için, ‘Bundan sonra ne olacak?’ kaygısı yeniden başladı. 12 Mart yönetimi genelde Nurcuları kollamasına rağmen, İzmir’de Fethullah Gülen ve Mustafa Birlik tutuklandı. Bekir Berk onları savunmak için İzmir’e gitti, itiraz dilekçelerini yazdıktan sonra Balıkesir’e geçti ve orada bir ‘nur ayini’ sırasında yakalandı. Tutuklanan Bekir Berk, İzmir Sıkıyönetim Komutanlığına sevkedildi. Bademli Askeri Hapishanesinde Nurculuktan içeriye alınan dört gruba mensup 53 kişi vardı. Bekir Berk ve diğerleri açıkça Nurcu olduklarını söyleyip müdafaa yaparlarken, Fethullah Gülen ve Mustafa Birlik Nurcu olduklarını gizlediler. Ama bunun bir faydası olmadı; Bekir Berk 1 yıl ceza alırken, Fethullah Gülen ve Mustafa Birlik üçer yıla mahkûm edildi. Diğerleri ise beraat etti.
Erbakan’la yakınlaşma yıldızını parlattı
Erbakan ve arkadaşları 12 Mart’tan sonra Milliyetçi Selamet Partisi’ni kurdu. MSP kısa zamanda örgütlendi ve ilk seçimde Türkiye’nin üçüncü partisi olmayı başardı. MSP’den sonra Yeni Asya cemaati en büyük dini gruptu. Fethullah Gülen ise Yeni Asya cemaatinin içinde, adeta bir uçbeyi gibiydi. Gülen, bağımsızlığını ilan etmek için uygun zaman kollayan bir küçük grubun lideriydi. Zübeyir Gündüzalp’in ölümünden sonra Yeni Asya cemaatinin yıprandığını, MSP’nin ise gün geçtikçe güçlendiğini ve siyasi yönden de etkin olduğunu gözlüyordu. Kafasındaki hedeflere ulaşabilmek için, MSP’nin atak, keskin ve hareketli gençlerine ihtiyacı vardı. MSP’ye yakınlaşmak, uzun vadede Fethullah Gülen için daha yararlı olacaktı. Bu düşünceyle MSP çevresine adamları vasıtasıyla mesajlar gönderdi. Yeni Asya cemaatini eleştirdi, MSP’nin gayretini övdü. Böylece MSP ile Gülen arasında bir yakınlaşma başladı.
MSP’liler bu durumdan memnundu. Çünkü Yeni Asya cemaatini Fethullah Gülen vasıtasıyla bölmek, zayıflatmak mümkündü. Erbakan, kurmaylarına ‘Fethullah Gülen hocamıza sahip çıkın, onun etrafında bulunun, yardımcı olun’ talimatı verdi. İşte bu yakınlaşmayla Fethullah Gülen’in yıldızı parlamaya başladı. Temelini attığı, alt yapısını oluşturduğu cemaat bir anda hareketlendi. İzmir Bornova Camii’ne her taraftan akın akın insanlar gidiyor, cuma vaazları veren Fethullah Hoca’yı dinliyordu. Vaazdan sonra misafirler, Gülen cemaatine ait dershanelerde ağırlanıyor ve teyp kasetlerinden yine Fethullah Hoca’nın önemli vaazları dinletiliyordu.
Yeni Asya ileri gelenleri Fethullah Gülen ve cemaatini tamamen kopmaması için, Fethullah Gülen’in vaazlarından bazılarını ‘Hitap Çiçekleri’ adıyla kitaplaştırdı. Fakat istenilen yakınlık kurulamadı. Bunun üzerine Mehmet Kırkıncı, Mustafa Sungur, Mustafa Bayram gibi ileri gelenler Fethullah Gülen’i ziyaret ettiler. Ama artık kemikleşmiş bir çevre oluşturmayı başaran Fethullah Gülen, kendi hareket tarzında ısrarlıydı. Kemikleşmiş taban MSP’lilerden oluşmuştu. Mustafa Birlik, Kemal Erimez gibi Nurculuğuyla tanınmış güçlü kişiler de Fethullah Gülen’in yanındaydı. MSP teşkilatları Fethullah Gülen cemaatinin gelişmesinde hayli etkindi. MSP’liler her yerde Fethullah Gülen’in propagandasını yapıyorlardı. MSP’lilere göre, Fethullah Gülen, diğer Nurcular gibi değildi, aslında MSP’liydi ama açıkça siyaset yapmıyordu.
Gülen Yeni Asya’dan kopuyor
Fethullah Gülen ‘ortadaki insanlara’ MSP’lilerin teşkilatları sayesinde ulaşmayı hedeflemişti. Daha henüz dikkate alınmıyordu, yeterince güçlü değildi ama bu yolda sessiz ve derinden ilerlemesini sürdürüyordu. En büyük avantajı, hitabeti, gözyaşı dökmesi, etkileyici yapısıydı. Zaten Yeni Asya cemaati gibi, kendi cemaati de artık kamplara, dershanelere, dergiye, yurtlara, en önemlisi zenginliğe sahipti. Yeni Asyacılar gibi Nurcuların şematik örgütlenmesini kurmuştu. O cemaatten tek farkı, Yeni Asya’yı bir heyet yönetirken, cemaati Gülen tek başına yönetiyordu. O bir yıldızdı. Bu dönemde Fethullah Gülen devlete yakınlığını da ilan etmeye başladı. 1977’de yurt çapında yapılan Yüksek İslam Enstitüleri boykotunu eleştirdi, ‘İslam’da boykot yoktur’ diye konuşarak boykotu kırdı ve gücünü gösterdi. MSP’lilerin tam desteğini alan, başka cemaatlerden de taraftar kazandığını gören, maddi ve manevi olarak güçlendiği belli olan ve Yeni Asya cemaatinin özellikle siyasi fanatikliği nedeniyle yıprandığını gören Gülen, artık bağımsızlığını ilan etme zamanı geldiğini anlamıştı. Yeni Asya’yı çok siyasi olmakla, siyaseti hizmetin önüne geçirmekle suçlayıp, cemaatini Yeni Asya cemaatinden ayırdı. Yeni Asya cemaatinden bazı dershaneler de Fethullah Hoca’nın tarafına geçince büyük bir şok yaşandı. Yeni Asya cemaatinde tam bir şaşkınlık hâkimdi.
Fethullah Gülen - Erbakan kapışması
Fethullah Hoca’nın gözü yaşlı vaazları çok etkili oldu. 1978’de yayımlamaya başladığı Sızıntı dergisi etrafında oluşan beyin takımına sahipti. MSP’lilerin teşkilatlarının desteği de buna eklenince Fethullah Gülen ve cemaati etkili bir cemaate dönüşmeye başladı. Yeni Asya cemaatinden kopan, ama MSP’nin gölgesinde kalan Fethullah Gülen cemaati, bu hamlelerle cemaatler arasında üçüncü sıraya yükseldi. Yazıcılar ve diğer Nurcu gruplar zaman içinde etkinliklerini yitirmiş, çoğu Fethullah Hoca’nın cemaatinde yer almaya başlamıştı. Fethullah Gülen yeteri kadar güçlendiği inancına varınca MSP’lilikten de kurtulması gerektiğine karar verdi. Yurt müdürlüğü, cemaatin çeşitli kurumlarındaki görevler, dersane sorumlukları gibi çekirdek kadrolar, MSP’li olanların elinden alınıyor ve kendisini Fethullahçı kabul edenlere devrediliyordu. Çoğu kimse bu dönüşümün farkında değildi. Yapılan değişiklikler ‘hizmette nöbet değişimi’ olarak sunuluyor ve öyle değerlendiriliyordu.
Fakat bir süre sonra MSP’liler durumu fark ettiler. Bu yüzden ortaya ‘MSP’lilik Fethullahçılık’ tartışmaları çıktı. ‘Nazik’ başlayan tartışma giderek sertleşti. Fethullah Gülen 24 Haziran 1980’de yaptığı bir vaazda isim vermeden MSP’yi ve MSP’nin yayın organı Milli Gazete’yi eleştirince, kapalı devre süren tartışmalar açığa çıktı. Bu olay, Fethullahçılarla MSP’lilerin ilk gerginliğiydi. Bu sürede Fethullahçılar MSP’lilerin öfkesi ve görülmedik tepkisi yatışsın diye sessiz kalmayı tercih etti. Bu süreç içinde kendilerini bu noktaya getiren MSP’lilerin büyük bölümünü, bazı müridlerini de kaybetti Fethullahçılar. Ama, MSP’lilerin öfkesi ve tepkisi zamanla yatıştı. İki taraf da birbirlerini ‘kazanmak’ düşüncesiyle hareket ediyordu. MSP yönetimi Fethullah Gülen’e karşı açıktan tavır almamıştı. Erbakan da, açıktan Fethullah Gülen’i hiç eleştirmemişti. Ayrıca ülkedeki gelişmeler bu kavganın açıkça sürmesini de engeller. 12 Eylül askeri darbesi sonucu MSP kapatılır, Erbakan da cezaevine gönderilir. 12 Eylül 1980 darbesinin ilk günlerinde İslamcı çevreler büyük bir korku yaşadı. Fakat çok geçmeden durumun pek de korkulacak gibi olmadığını farkettiler. Darbenin lideri Kenan Evren, neredeyse dini cemaatlerin yapmak istediklerini yapar hale gelmişti. Evren yurt gezilerinde yaptığı konuşmalarda ayetler, hadisler okuyor, İslamı övüyordu. Darbeciler, cemaatlerin desteği karşılığında okullarda dini eğitimi zorunlu hale getirdiler. Buna karşı Felsefe zorunlu ders olmaktan çıkarılıp seçmeli hale getirildi. Evren’in bu tutumu dini cemaat ve tarikatları rahatlattı. Ortam neredeyse tam aradıkları gibiydi.
Darbeciler ve cemaatler ittifakı
12 Eylül darbecileri de, özellikle Anayasa oylamasına taban bulmak amacıyla, İslamcı çevrelere hoşgörülü davrandılar. Hatta kimi cemaatlerle de doğrudan ilişkiye geçtiler. Nurcuların kimi ileri gelenleri, darbecilerle yakınlık kurmuştu. Erzurum’da bulunan Mehmet Kırkıncı Hoca bunların başında geliyordu. Mehmet Kırkıncı Hoca, Kenan Evren’e mektup yazarak neler yapılabileceğine dair önerilerde bulunmuş, darbecileri överek dualar etmişti. Mehmet Kırkıncı’nın Demirel’e bağlı Yeni Asya cemaati içinde çok etkili olduğunu öğrenen darbeciler de ona yakınlık gösterir ve özel görüşmelerde kendisine yardımcı olacaklarını söylerler. Kırkıncı Hoca, Fethullah Gülen ile işbirliği yapınca, ortaya büyük bir güç çıkar.
Fethullah Gülen hakkında aranıyor afişleri asılı olmasına rağmen darbecilere tam destek veriyordu. Sızıntı dergisinde askerleri öven başyazılar yazdı. Darbeden bir ay sonra yazdığı ‘Asker’ ile, daha sonra kaleme aldığı ‘Son Karakol’ başlığını taşıyan başyazılarda askerlerin ‘tepe’ bir varlık olduğunu söyleyerek, anadan doğma asker millet olduğumuzu belirtti. Gülen’e göre, asker tam zamanında yetişmeseydi, ‘Bütün millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı.’ Ve Gülen 12 Eylül’den günümüze kadar ‘ağlayarak’ vaazlarını sürdürdü...”
Sağ koluydu “itirafçı” oldu
Fethullah Gülen’i 1966 yılında İzmir Kestanepazarı camiindeki vaizliğinden beri tanıyan, cemaatin bugünlere gelmesinde büyük yeri olan Akyazılı Vakfı’nı kuran 12 kişinin arasında olan ve birlikte çıktıkları yolda yıllarca beraber hareket edenlerden birisi de Nurettin Veren’di. 30 yıl boyunca, iddiasına göre Gülen’in sağ kolu olarak çalışan, cemaat içinde en etkin isimlerden biri olan Veren 2004 yılı sonunda Hoca Efendisi’ne “ihanet” ederek bir çok iddia ve iftiralarda bulundu. Veren, 1995 yılında fikren ve kalben aralarında ayrılıkların başgösterdiğini açıkladığı Fethullah Gülen’le görüşmek için ABD’ye gittiğini belirterek, “Kendisi ile bir ay süresince görüşmedim. Yargılanmasına sebep olan kasetleri medyaya benim sızdırdığıma, sattığıma inanıyordu. ABD’de yaşıyor olmasını eleştirmem üzerine de şömine maşasıyla bana saldırıp çevresinde bulunanlara öldürtmek istedi. Beni kendisine suikast yapmak ve yerine geçmek istemekle suçladı. Türkiye’ye döndükten sonra Alaaddin Kaya, Harun Tokak, Ali Bayram ve Suat Yıldırım bana gelerek kırgınlığın giderilmesi için aracı olmak istediler ve Zaman Gazetesi künyesinden çıkarılan isminin Genel Koordinatör olarak yeniden kondu. Ben de bu nedenle 3 yıl boyunca basına bir açıklama yapmadım. Ancak gelinen noktada cemaatten dışlandım ve bir süre sonra Zaman Gazetesi künyesinden adımın yeniden çıkarıldığını görünce cemaatin içyüzünü kamuoyuna duyurma gereği duydum” diyordu.
Cemaatten İP’ye uzanan yol
Veren, eğitim için beraber yola çıktıktan sonra cemaat üzerinde tek başına hâkimiyet kuran ve kendisini mehdi zannettiğini söylediği Gülen’in büyük bir para gücüne hükmettiğini belirtiyordu. Veren, başta İşçi Partisi’nin (İP) Aydınlık dergisi ve Ulusal Kanal’ı olmak üzere yazılı ve görsel çeşitli yayın organlarındaki ifşaatlarında Fethullah Gülen’i CIA ile ortaklık ve Türkiye’nin aleyhinde çeşitli faaliyetlerde bulunmakla da suçlayacaktı. Veren, bir de web sitesi kurup iddiaları oradan da sürdürdü. Ama hem bu site hem de sonradan yerine kurdukları sabote edilerek çalışamaz hale getirildi. Gülen karşıtı çevrelerde de tanınmasını sağlayan bu olaydan sonra Veren, 1 Kasım 2005 tarihinde yapılan bir törenle, Ergenekon sanığı Doğu Perinçek’in liderliğini yaptığı İP’ye üye oldu. Fethullah Gülen cemaatinin ilk kurulduğu günden sonra 35 yıl boyunca içinde olan Nurettin Veren, cemaatle bağlantılı Zaman gazetesinde genel müdürlük ve genel koordinatörlük görevini yürüttü.
Samanyolu TV’nin kurucusu ve yönetim kurulu başkanı olan Veren, cemaatin farklı düşünce çevrelerinde de açılması için kullanılan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın kurucusu ve mütevelli heyeti başkanıydı. Azerbaycan, Kırgızistan, Gürcistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Arnavutluk, Romanya, Bulgaristan, İspanya’daki Fethullah okulları ile İstanbul Fatih Üniversitesi kurucusu ve başkanıydı. Konunun medyada tartışılıdığı günlerde Zaman gazetesi tarafından yapılan açıklamada ise “Nurettin Veren hiçbir dönemde Zaman Gazetesi’nin kurucu üyesi veya ortaklarından olmamıştır. Bu şahıs, bir dönem gazetemizde çalışmış olmakla beraber, görülen lüzum üzerine işine son verilmiştir” denilerek yöneticilik yaptığı yalanlandı.
Veren’in iddaları ve anlattıklarından bazıları şöyleydi:
• Fethullah Gülen, Amerika’da bulunmasını önce hastalık, sonra “hicret”e bağladı. Buna kendisi de inanmıyor.
• Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Ali Coşkun, Şehabettin Harput gibi devlet bakanları ile yüzlerce kez görüştü. Bu bakanlar Gülen’in her isteğini yerine getirirler.
• Fethullah Gülen, cemaatine Atatürk`ü yıllardır din düşmanı ve deccal olarak göstermiştir.
• Gazeteci ve Yazarlar Vakfi ile Samanyolu TV’de sahte imzalarla yönetim kurulu kararları alınıyor, hisseler el değiştiriliyor.
• 1990 öncesi halktan toplanan himmet ve talebe bursu adı altında her vilayetten, her ay, kayıtsız ve makbuzsuz olarak toplanan paraların yüzde 15’i ‘Kutsal Hoca’nın hakkı olarak’ örtülü ödenek tahsisiyle kendisine bölge imamları aracılığıyla gidiyordu. ABD’deki çiftlik de bu paralarla alındı.
• Orduda Fethullahçılar vardır. Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararıyla Kurmay Binbaşı seviyesinde atılan pek çok asker arkadaşların isimleri ilgili makamlarda mevcuttur. Bu kişilerle Fethullah Gülen’in kaldığı her yerde görüşmeler oluyordu. Ben de tanığıyım. Bu isimleri öğrenciliğimden bu yana tanıyorum.
• Emniyet teşkilatındaki örgütlenme de K.Ö.20 hoca yürütüyor.
• 1990 öncesinde bir gün Gülen beni odasına çağırdı, elinde 100 sayfalık kağıt ve dört beş tane teyp kaseti vardı. Bunları bana gösterdi. ‘Bak Nurettin Bey, bunlar sizin ve pek çok kimsenin telefon dinleme kasetleri ve raporları’ dedi. Aldım, baktım. Dinlenen telefonlar, başta benim, İlhan İşbilen’in ve kendisiyle beraber hareket eden bizim arkadaşlarımızın telefonlarıydı. Ben de kendisine ‘Bu dinlediklerinizin içinde ne gibi mahsurlu bir şey var ki... Bunu bize sorabilirsiniz. Fakat Müslümanlıkta, değil telefon dinlemek, birisinin penceresinden içeriye bakmak bile günahtır. Bunu siz anlatmıştınız’ dedim. Sözlerim üzerine Gülen, şu karşılığı verdi; ‘Ben sizin cüzdanlarınıza bile baktırırım. Bu benim hakkım.’ İşte Gülen, eskiden bu yana çok büyük bir istihbarat ağını kurmuştu. Fakat biz çok geç anlamıştık. Bu durumu İlhan İşbilen’e gidip, anlattım. Telefonlarımızı dinlettiğini söyledim. O da 35 senedir, Gülen’le beraber aynı binada, Altunizade’de ve Bornova’da kalan ilk arkadaşlardandır. Dedi ki ‘Odalarımıza bile dinleme cihazı konulmuş. Ben buldum’ dedi ve bunu bana gösterdi. Ben o zaman anladım ki, Fethullah Gülen korkunç bir istihbaratçı ve teşkilatçıydı.
20 Emniyette 1992’de yürütülen Fethulahçılık soruşturmasında, DGM’ye gönderilen fezlekelerde de adı geçiyordu.
İddialarının yer aldığı her basın organına Fethullah Gülen’in avukatları tarafından gönderilen açıklamalarda ise konunun iftiralardan oluşan yalanlar olduğu söyleniyordu. Gülen’in marjinal çevrelerce karalama kampanyalarına ve iftiralara maruz kaldığı belirtilen açıklamada, Nurettin Veren’in iddialarının uydurma ve itfira olduğu belirtilerek, “Müvekkilimi karalamak, kişiliği hakkında kuşkular uyandırarak onu kamuoyu nazarında küçük düşürmek, kendisine duyulan sevgi ve güveni boşa çıkarmak amacına matuf olduğunu sağduyulu insanımız yakinen bilmektedir. Nitekim Nurettin Veren de, kendisini ölümle tehdit ettiğini ileri sürerek müvekkilim hakkında 3.1.2003 tarihinde şikâyette bulunduktan sonra; 10.1.2003 tarihinde yazdığı dilekçede, ‘Fethullah Gülen ile ilgili yaptığı yazılı ve sözlü her türlü menfi beyanlarının hilafı hakikat olduğunu, bir kızgınlık anında yapılmış hınç alma amaçlı ve gerçekleri yansıtmayan beyanlar olduğunu, devlet kurumlarına verdiği yazılı ve sözlü beyanların itibara alınması gerektiğini, medya kuruluşları ve mensuplarına Fethullah Gülen ile ilgili yaptığı beyanların da bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğini’ yazılı olarak beyan etmiştir.” deniliyordu.
Fethullah Gülen: “Veren Şantaj yapıyordu”
Veren’in bu iddialarına o dönemde avukatları aracılığıyla yanıt veren Fethullah Gülen, Milliyet Gazetesinden, Mehmet Gündem’in kendisiyle yaptığı röportajda21 da konuyla ilgili soruları yanıtlamıştı. “Nurettin Veren Şantaj Yapıyordu” diye duyurulan söyleşinin ilgili bölümü şöyleydi:
21 Milliyet Gazetesi, 28 Ocak 2005
Çok güvendiğiniz, “sağ kolum” diyeceğiniz biri var mı?
Ben kimseye sağ veya sol kolum demedim. Aslen Erzurum’luyum. Kırklareli’nde ve Edirne’de bulundum; oralarda bana karşı vefalı davranan çok kıymetli arkadaşlarım oldu. Sonra İzmir’e geldim. Allah, Hacı Kemal –makamı cennet olsun- Mustafa Birlik, Yusuf Pekmezci, Köse Mahmut gibi en kıymetli dostları bana orada nasip etti. Eğer bir sağ koldan bahsedilecekse işte bunlar vardı ve eğer onlardan biri benim sağ kolum olsaydı, ben o kolun altında kalır ezilirdim, taşıyamazdım onu. Çünkü bir sağ kol olacaksa, keşke bunlardan biri beni sağ kol olarak kabul etse, keşke bir Hacı Kemal, bir Mustafa Birlik olabilseydim ‘keşke Yusuf Pekmezci’nin yerinde olsaydım’ derim.
Sizin 35 yıllık sağ kolunuz olduğunu söyleyip, bazı açıklamalarda bulunan Nurettin Veren var. Söyledikleri doğru mu?
Eğer Allah nezdinde birinin hakkı varsa o hak asla kaybolmaz; Allah herkesin nerede olduğunu biliyor.
Sizi siyasilerle tanıştıran, yurtdışı açılımlarınızı sağlayan Nurettin Veren miydi?
İddialarını okumadım; arkadaşlar internetten bir kısmını aktardılar. Özet olarak dinleyince hayret ettim, etrafında beliren birkaç insanla birlikte, herkesin takdir ettiği, bir zamanlar kendilerinin de takdir ettiği hizmetlere karşı menfi tavır içine girdiler; asılsız şeyler söylediler. Olmasını istediği şeylere bakınca şaşırıyorum, hukuk vazıı (kanun koyucu) gibi konuşuyor, “Bu hareket Kızılay gibi Yeşilay gibi şey olsun, başına (içinde kendisinin de bulunduğu) bir kayyım heyet konulsun” gibi yapılması kanunen de mümkün olmayan şeyler söylüyor. Hatta isteklerinin bir kısmını devlet bile mevcut kanunlarla yapamaz.
Siyasilerle tanışmanızda aracı olan kimdi?
Beni Sayın Süleyman Demirel, Turgut Özal ve İsmet Sezgin’le tanıştıran merhum Hacı Kemal’di. Süleyman Bey’le eskiden beri tanışıklığı vardı, Turgut Bey’le senli benliydi. Devlet kademesinde birçok kimseyle tanışmaya ve görüşmeye büyük ölçüde vesile olan oydu.
Nurettin Veren’in politikacılarla çekilmiş fotoğrafları var. Onun hiç katkısı olmadı mı?
Bazen bir yerlere giderken zaman zaman arabayı o kullanmış, hareketin itibarı adına bazı kimselere ulak olarak gitmişti. Fakat o da kalkıp kendisini sağ kol yerine koymuşsa istismar ediyor demektir. Anlatılanlara bakıyorum, benim yanıma birisi gelmişse onunla aynı kareye girmek istemiş, bir cumhurbaşkanına hizmet adına gitmişse onunla aynı kareye girmek istemiş sonra da bunları albüm yapmış, değişik devlet başkanlarına verilmek üzere alınan mektupları kendi adına dosyalamış. Eğer bunlarla sağ kol olunuyorsa başka kimseler de istese aynısını yapabilirdi. Açık söylemek gerekirse, yanıma gelip giden insanların geleceğe matuf (yönelmiş) derin hesapları olacağına ve bunları kullanacağına ihtimal veremezdim.
Amerika’da yanınıza geldi mi ve siz onu tehdit ettiniz mi?
Beni kendi halime bırakın, kendi işime bakmak, zengin olmak istiyorum demiş ve ayrılmıştı; uzun zamandır görüşmüyorduk. Doğrusu ben de kırılmıştım. Hizmete olan güven kredisini şahsi işleri hesabına kullanıyor, yalan söylüyor ve şantaj yapıyordu. Bir dönemde bazı arkadaşların fikrini bulandırmış, milletvekili olma, bir siyasi partinin içinde yer alarak daha güzel hizmet edileceğine inandırma gibi çabalara girmişti. Sonra bazı arkadaşlar gelip özür dilediler, “Hocam Allah senden razı olsun, bizi kandırıp siyasetin içine çekeceklerdi” dediler. Oysa siyasete girmeme, bütün partilere aynı uzaklıkta durma gibi temel disiplinlerimiz vardı. Bu sebeple kızmış, tavır koymuştum. Bu şekilde aradan uzun bir zaman geçmişti. Birkaç sene önce, Amerika’ya gelmiş, hatırını kıramayacağım bir arkadaşa “duasını almak istiyorum” demiş. Ben itimat edememiştim, görüşmek istemiyordum ama araya koyduğu arkadaş güvendiğim birisiydi; netice itibariyle geldi ve burada bir müddet kaldı. Bir gün odama girmek istedi. Ben de biraz müsamahakâr davrandım. İçeriye girince “Benim çilem hala bitmedi mi” dedi. Ben de “Ne çilesi, kim sana ne yaptı ki, çekip gittin” dedim. Haziran Fırtınası’nda montajlanan kasetleri onun verdiğine dair dedikodular oluyormuş, kastettiği şey oymuş. Halbuki ben o dedikoduları duymamıştım. Sonra bağırdı, tehdit etti. Ben de kapıyı açtım, arkadaşları çağırarak onu götürmelerini istedim.
Ölümle tehdit ettiniz mi?
Allah’ın lütfu olarak, Türkiye’de seveni, saygı duyanı çok olan bir insanım. Eğer kendisine bir fiske vuran olduysa söylesin. Allah’tan korkmak lazım.
Şimdi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Uzaklaştığı dönemde gönlüm kırık olduğu halde şefkatim galip geliyordu ve dualarımda eksik etmiyordum onu. Hatta şu anda bile dualarımdan eksik etmedim. Allah kalbine hidayet ihsan eylesin dedim; Allah’a havale ettim. Sadece onun söyledikleri değil, Haziran Fırtınası’nda ve daha başka zamanlarda da aleyhimde yazılanlara bakmamaya çalışıyorum ki, gönlümde o insanlara karşı olumsuz bir iz kalmasın. Allah’a çok şükür, içimde hiç kimseye karşı bir olumsuzluk taşımıyorum; gönlümü açıp elimi herkese uzatacak kadar vicdanım rahat…
Ancak Nurettin Veren, iddialarını 2007 yılında yazdığı kitabıyla22 da yineledi. “Işık Evleri, belli bir disiplin içinde namaz kılan, içki ve sigara içilmeyen, Risale-i Nur okunan evlerdi. Hatta Fethullah Gülen’in kendisi de haftada bir defa gelip Risale-i Nur okuyordu evlerde. Gülen bir süre sonra, bu evlerin disiplini için bizi yemin etmeye çağırdı: ‘Bakın bu, ciddi bir iştir. Bugün beş-on ev olabilir ama ileride sayı artabilir’ dedi. 18 maddelik kuralları kâğıda kendisi yazmıştı. Bunun yanında yemin metni hazırladı. Yemin edenler, hazırlanan prensiplere uymakla mükellef olacaktı” diyen Veren’in kitabında anlatılanlara göre Fethullah Gülen’in yazdığı ve Işık Evlerinde uygulanan yemin metni ve 18 maddelik prosedür şöyleydi:
22 Nurettin Veren, Kuşatma - ABD’nin Truva Atı Fethullah Gülen, Siyah Beyaz Yayınları
Yemin Metni:
“Gücüm yettiği kadar Kur’an’ı (bu orijinal metinde Fethullah Gülen’e idi. Sonra tepki çeker, uygun olmaz görüşü ile Kur’an olarak değiştirildi) hayatıma gaye edineceğime; kardeşlerime karşı sadakat izinde bulunacağıma; halkın ve talebe arkadaşların izzet ve onurlarını izzetim ve onurum kadar yükseltmeye çalışacağıma; kusurlarımın hatırlatılması karşısında memnuniyet ihzar ede. Dâhilden ve hariçten gelen bilumum taarruz ve tenkidleri nefsime yapılmış gibi red edeceğime, bilumum karar listesindeki esaslara riayette bulunacağıma; hizmet adına uhdeme aldığım vazifeleri veya kararla bana tahmil edilen mükellefiyetleri itirazsız yerine getirmeye çalışacağıma; Kur’an’a (bu orijinal metinde Fethullah Gülen’e iken, sonradan değiştirilmiştir) sadakatten hiçbir surette ayrılmayacağıma; münferit hareket edip bu kararlara muhalif davrandığım an ihtiyarımla bu kadrodan kendimi iskat edip herhangi bir talebe gibi dershanede gibi vazifeme devam edeceğime Vallah-Billah kasemleriyle yemin ediyor ve bu yeminin La Yenkatı olmasına Cenab-ı Hakkı istişhadda bulunuyorum.”
• Finansman kaynaklarının tekele verilmesi, şahsi tasarruflar yapılmaması;
• Finansman kaynaklarının derneğe verilmesi;
• Lüksten kaçınmak, israf yapmamak;
• Dershanelere nezaret eden arkadaşlar, evde kalanlara her türlü adap ve edep kaidelerini öğretecek;
• Şahsi işlerimizi dahi görüşüp kararın varıldığı istikamette işleri yapmak;
• Dâhilde ve hariçte kim vazifelendirilirse o vazifeye o gidecek, başkası o işe karışmayacak;
• Herkesin nereye, ne zaman gideceği bir sisteme bağlı olarak yürütülecek (dışarıya gitmeler, içteki ziyaretler);
• Kusurlarını birbirine hatırlatmak için kardeş edinme;
• Bu kadroyu etrafa empoze etme, kuvvet kazandırma, çok kuvvetli gösterme (içte ve dışta olacak);
• Arkadaşların birbirlerini kabul ettirmesi ve ittifak ettikleri o mevzuda aynı şeyleri söylemesi;
• On beş günde bir, bir araya gelip arıza ve pürüzlere bakılması (pazar günü ikindi-akşam arası);
• Bilumum dışarıya giden arkadaşların tenkidinin 15 günlük toplantıda görüşülmesi;
• Acil durumlarda o mevzu ile alakalı olan arkadaş toplantı gününü beklemeksizin Hocaefendi’ye duyurabilir;
• Şeriat fikrinin müdafii olma, Risale-i Nur ve Üstadı şeriata muvafık şekliyle arzetme, Tesbihat ve evrad-ı ezkara ehemmiyet verme, bunların büyüklüğünü anlatma;
• Karara bağlanan bir şeyin hiçbir zaman aleyhinde bulunmama (ima ihsas yoluyla dahi olsa). Aksine fikir olursa hakk-ı hayat tanımama;
• Her arkadaşın resmi, gayriresmi bir işinin olmasına ihtima;
• İstişareden sonra fikir beyan etmeme, alınan kararları infaz etme. İstişareyi kimlerle yapacağını bilme (Ashab-ı rey);
• Kendi kardeşlerimize hakta öncelik tanıma. Bir kardeşin aleyhinde söylenecek söz vs’de onu müdaafa, söyleyeni de toplu olarak istintaka tutma, şiddetle bu iftirayı reddetme.
Not: Bu şartlardan birine riayet etmeyen kendi kendini azletmiş olacak, talebe durumuna düşecek. Bu kadro evdekilerden ve halktan gizli tutulacak, kimse bilmeyecek.
1942’de Erzurum’da doğan, terk ettiği ilkokulu sonradan bitiren, her daim Nurcular ve İlim yayma Cemiyeti ortamlarında zaman geçiren ve babası gibi imamlık yapan Gülen’in bugünlere gelmesinde, birlikte yola çıktıkları arkadaşlarının dostluğu ve 10 yaşındayken Kuran’ı hatmedip 14 yaşında ilk vaazını verdiğini düşününce kuşkusuz ki hitabet yeteneği de etkili oldu. 1970’li yılların sonunda Nurculuk öğretisini benimsemiş 12 İslâmcı erkeğin Fethullah Gülen’in liderliğinde kurdukları yapının örgütlenmesinin en önemli araçlarından biri, tüm müritlerin histe ortaklaşmasını, bir cemaat dili ve ruhu yaratmasını sağlayan, 30 yılını geride bırakan Sızıntı isimli dergiydi.
İlk çıktığı yıllarda, cemaatten olmayanlara da bedava dağıtılarak hemen her eve giren derginin Yayın Yönetmeni Arif Sarsılmaz 2006 yılında kaleme aldığı “Sızıntı Mektebi” başlıklı yazısında çıkış sürecini şöyle anlatıyordu: “Sene 1979. Ülkemiz anarşi ve kaosun karanlıklarında. Dış ve iç mihrakların tahriklerine kapılmadan, hiçbir anarşik hâdiseye karışmadan okuma gayretinde olan küçük bir grup ise haftada bir gün kendilerine cami kürsüsünden nasihat eden büyüklerini dinleyerek bu kaotik ortamdan kurtarabilecekleri insanlara ulaşma derdinde… Bu gençlerin de pek çoğunun yolu birkaç sene önce diğerlerinden ayrılmış. Üniversiteyi harp sahasına çevirenlerin arasından Allah’ın lütfûyla sıyrılan bu talihliler, o güne kadar hiç alışık olmadıkları bir üslûpla hitap eden, Darwinizm, termodinamik, atom, entropi gibi biyoloji ve astrofiziğe ait mevzuları, üniversitedeki derslerin materyalist yorumunun tam tersi istikametinde şerh eden Zât’ı dinleyerek kalblerini aydınlatmaktalar. Ülkenin kurtuluşunun ve istikrarının nasıl bir insan modeliyle gerçekleştirileceğini, bu insan modelinin yetiştirilmesi için ne gibi faaliyetler yapılması gerektiğini teşhis eden Muhterem Büyüğümüz akıl ve kalbleri ikna ederek tedavi için çareler arıyor… Saf, temiz ve berrak bir şekilde ince ince sızarak gönüllere girmeyi hedefleyen bu dergi, 1979’un Şubatında yola böyle çıkmıştı.”23
Sarsılmaz’ın “o zat” ve “büyük insan” diye bahsettiği kişi Fethullah Gülen’den başkası değildi elbet. Derginin 2009 Mayıs ayındaki sayısında da Mümtaz Aydın imzasıyla yayımlanan, “Bir Hak Dostu Hacı Bayram Veli” başlıklı yazıda24, isim vermeden Gülen’le ve daha çok bugünkü durumuyla özdeşlik kurması bakımından ilginçti. Yazı, Osmanlı’da devleti ele geçirmek niyetiyle suçlanan Hacı Bayram Veli’nin, aslında binlerce müridiyle devlete nasıl hizmet ettiğinden ve kıymetinin sonradan anlaşıldığından şöyle bahsediliyordu: “...İsyancı olduğu bildirilen kişi hem bir müderris, hem de zühd ve takva içerisinde yaşadığı söylenen bir mutasavvıf, bir gönül insanıydı. Fakat edinilen bilgilere göre, o diğer şeyhlere pek benzemiyordu. Talebeleriyle birlikte hem bizzat tarlalarda çalışıyor, hem de insanlarla sürekli irtibat hâlinde olup sosyal hayatın içinde yer alıyordu... Hacı Bayram Velî, bu şekilde hem talebelerini yetiştiriyor, hem de belli saatlerde camide insanlara vâz u nasîhatte bulunuyordu. İnsanlar Hacı Bayram Velî’nin vaazlarına koşuyor, ahlâkî güzelliğini gördükçe ona daha çok bağlanıyordu. Her gün huzuruna pek çok kimse gelir, insanlar buradan dertlerine Allah’ın lütfuyla şifâ bularak giderlerdi. Talebeleri gün geçtikçe çoğalmaya başlamış, ismi kısa zamanda her tarafta duyulmuştu. Etrafına çok sayıda talebenin toplandığını gören bazı haset kimseler padişaha; ‘Sultânım! Ankara’da Hacı Bayram isminde biri, bir yol tutturarak halkı başına toplamış. Bir isyan çıkarmasından korkarız!’ diyerek ona iftiralarda bulunmuş... Hacı Bayram Veli, kendi döneminde çok sayıdaki sevenleri sayesinde sahip olduğu büyük nüfuzu dâima devlet için kullanmış, onun tavsiye, fikir ve dualarını alan idareciler bunun bereketini görmüşlerdir. Onu devlet için bir tehlike göstermek isteyenlerin bugün adları bile hatırlanmazken, onun fikirlerinin ve mânevî tasarrufunun hâlen geçerliliğini sürdürdüğü, kabrinin her gün binlerce mümin tarafından ziyaret edilmesinden ve ismi geçtiğinde hayırla yâd edilmesinden anlaşılmaktadır...”
23 Sızıntı Dergisi sayı 28
24 Sızıntı Dergisi sayı 364
Gülen Edirne’de imamlığa başlamasından 2 yıl sonra 1961’de askere gitti. Usta erlik dönemini geçirdiği İskenderun’da verdiği bir vaaz nedeniyle mahkemeye sevk edilse de aklandı ancak verilen disiplin cezası uyarınca 10 gün askeri hapishanede yattı. Askerliğini bitirdiği 1963 yılından sonra yaklaşık 1 sene Erzurum’da ailesinin yanında kalan ve dini hassasiyetleri nedeniyle komünizme karşı mücadeleyi öncelikli görevleri arasında gören Gülen bu dönemde memleketinde Komünizmle Mücadele Derneği kuruculuğunu yaptı. İdeolojik ve politik olarak komünizmin dünya görüşüne karşı olan İslami hareketin bütün stratejisi, en genel anlamda sosyalist hareketin gelişmesini engellemekti. Gülen hareketinin ideolojik gıdası da zaten Türk İslam sentezi ve komünizm düşmanlığıydı. Gülen, “Büyük çoğunluğu itibarıyla bu nesil kozmopolitleşti, ateizme yelken açtı ve komünizm, sosyalizm erozyonlarıyla her bir vadiye sürüklenip gitti... Mesela, Karl Marks bir Yahudi’dir; ortaya attığı komünizm, kapitalizm karşısında ilk bakışta iyi bir alternatif gibi görünür ama esasen o, balın içine karıştırılmış öldürücü bir zehirdir...”25 yazar kitaplarının birinde. 4 Aralık 2001 tarihli “Müşterek Nokta” başlıklı yazısında da Gülen bu ideoljik düşmanlıkla hayata geçirilen derneğin nasıl açıldığını şöyle anlatır: “...Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir’de vardı. İkincisi de Erzurum’da bizim gayretlerimizle açılacaktı. İsmi Ali’ydi, bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük getirttik. Derneği kuracaktık. Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençlerle Caferiye Camiinin önünde toplandık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti. Dernek ve cemiyet işlerinden anlayan bir akrabam vardı. O gelip bizi uyardı, bize yol gösterdi... Tabii, o gün için içimizde kanunları bilen de yoktu. Zaten Erzurum’daki arkadaşlar da, benim derneklerle bu kadar içlidışlı olmamı biraz fazla buluyorlardı. Benim hareketlerimden rahatsız oldular. ‘Bu Komünizmle Mücadele Derneği’ de nerden çıktı? Sen, ‘Nurları oku. Bundan iyi mücadele olmaz.’ dediler. Daha sonra da ‘Meğer biz yanılmışız’ diyecekler ve Komünizmle Mücadele Derneğini onlar kuracaklardı. Fakat o gün için benim teşebbüslerim yadırganıp tenkit konusu yapılıyordu…”26
25 Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla-1
26 http://tr.fgulen.com/content/view/3163/157/
Gülen’in kaleminden askere methiye
1979 yılında, devlet elden gidiyor diye fetvalar veren Gülen, devletin bütün kurumlarını siyasal sürece müdahale etmeye çağırıyordu. Elbette ki göreve çağırdığı kurumların başında da asker geliyordu. Sızıntı Dergisinin 1979 Haziran’ında yayımlanan “Asker” başlıklı yazısında, “Her milletin tarihinde askeri bir tepe varlıktır... Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O, asker doğar, askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Âşıktır askerliğe, serhat boylarına, akına ve kavgaya... Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük... Eğer, atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçilmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam...” diyordu.27
27 Sızıntı Dergisi sayı 5
12 Eylül darbesine alkış
Derken beklenen ve Gülen’in de istediği olmuş, darbe gerçekleşmişti. Cemaatin Sızıntı’sı, 12 Eylül darbesini de Ekim 1980’de yayımlanan Gülen’in imzasını taşıyan “Son Karakol” başlıklı yazısında belirttiği gibi büyük bir sevinçle alkışlar: “Millet teknesi, sağa sola yalpa yapan bir vapur gibi, batması her an mukadder görünüyordu. Dillerde binbir yabancı türkü, dudaklarda binbir öldürücü şarap… Kimi erotizmle sarhoş, kimi libido ile kimi existansiyalizmden meded umuyor, kimi hezeyan felsefesine dilbeste… Tatmin edilememiş, doyurulamamış ve hatta terkedilmiş bir neslin, çeşitli kamplara ayrılması ve birbirini kıran kırana öldürmesi gayet normal değil mi?.. Bu güne kadar onun iç inkırazını sezebildik mi? Onu soysuzlaştıran sebeplere inebildik mi? Halbuki, ona canavarlık öğreten tiranlar karşısında, siyanet meleği gibi onun yanında olmalı değil miydik… Yıllardan beri, binbir saldırı ile rehnedar olmuş bir bünye, böyle hemen bir mualece ile iyi edilemeyeceği de muhakkaktı. Daha köklü ve daha gönülden bir hareket gerekliydi ki, milli bünyeyi kemiren yıllanmış seretanlar (kanser) berteraf edilebilsin. Ve işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz… Sahnenin bu rengârenk aldatıcılığı, ortalığı inleten valsin korkunç uyutuculuğu ve kostümün göz bağlayıcılığı karşısında, oynanan oyunun gerçek yüz ve vahşetini ilk sezen, son karakolun kahraman bekçileri oldu. Bu sezme, ümit dünyamızda yeniden kendimize gelmemizi ve kendi kendimizi idrak etmemizi temin etti. Aslında buna bir sezme demek de uygun değildir. Bu, düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimâî bünyenin, haricî bir kısım erâciften temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en muallâ yeri işgal edecektir. Böyle bir ilk tefahhüs ve sezişe, başka bir yazımızda selam durulmuş ve gaziler ocağının yiğit eri Mehmetçiğe teşekkürler sunulmuştu.”28
28 Sızıntı Dergisi, sayı 21
6 yıl kaçak yaşadı!
Alkışlar tuttuğu bu darbe döneminde, İzmir Bornova’da vaiz olan Gülen iddiasına göre şartlarının ağırlaşması üzerine görevini istediği gibi yapamadığı gerekçesiyle sürekli doktor raporları alarak görevine gitmiyordu. Derken 1980 Kasım ayında tayini Çanakkale’ye çıksa da yine doktor raporuyla görevine başlamadı. 20 Mart 1981’de vaizlik görevinden istifa etti. Burada ilginç olan ise 12 Eylül darbesinin ertesi günü gözaltına alınacaklar listesinde adı bulunan Gülen hakkında arama kararı bulunmasıydı. Ülkede darbeyi gerçekleştirerek devlet yönetimine el koyan cunta kendi memurunu arıyor ama bulamıyordu. 1 milyondan fazla kişinin gözaltına alınıp tutuklandığı bir süreçte bir türlü bulunamayan Gülen iddiasına göre 1986 yılına dek Anadolu’yu dolaştı. Derken 12 Ocak 1986’da Burdur’da gözaltına alındı: “12 Eylül dönemiydi ve Fethullah Gülen, gözaltına alınması gerekenler listesindeydi… İzmir’deki Güney Deniz Saha Komutanı Koramiral Fahrettin İçmiz, Gülen’i tanıyordu. Fakat 12 Eylül 1980 ihtilalinden kısa süre önce bu komutan Ankara’ya tayin oldu. Bu komutanın İzmir’den ayrılması Gülen için sıkıntılı bir dönemin başlangıcı oldu. Çünkü İzmir’deki bir tugay komutanı olan Tuğgeneral Hayri Terzioğlu Gülen’e karşı önyargılıydı ve ihtilal gecesi kaldığı eve baskın düzenledi. Böylece ihtilalin ertesi günü Sıkıyönetim emri ile aranan bir kişi durumuna düşen Gülen, ihtilal şartlarında uzun süre cezaevinde kalırım endişesiyle teslim olmadı. Ankara’da Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Orgeneral Haydar Saltık’ın yardımcısı Tuğgeneral Hasan Sağlam devreye girdi ve Gülen için İzmir’deki komutan Terzioğlu’nu aradı. Ancak daha sonra tümgeneralliğe terfi eden Terzioğlu’nun Gülen’e karşı tutumunda bir yumuşama olmadı… Böylece altı yıl boyunca aranan Gülen bu süreçte hep Türkiye’deydi, hiç yurtdışına çıkmadı. Nihayet 12 Ocak 1986 günü Burdur’da, gözaltına alındı. Bunun üzerine dönemin Başbakanı Turgut Özal devreye girdi. Özal’ın, ‘Memlekette hala sıkıyönetim mi var. Bir suçu varsa mahkemeye sevk edilsin, suçu yoksa serbest bırakılsın’ demesi üzerine bir gece Burdur Emniyeti’nde gözaltına alınan Gülen ertesi gün İzmir’e götürülüp serbest bırakıldı.”29
AKP iktidarıyla demokrasinin geleceğine inanan hayaller kuran kimi aklı evvellerin, cemaatinin desteğiyle de yürütülen Ergenekon soruşturmaları vesilesiyle askerin geriletmesini de sağladığı için neredeyse demokrasi kahramanı ilan ettikleri Gülen’in 1980 darbesine de bu kadar sevinmesinin ardındaki neden kuşkusuz ki önünün açıldığını görmektendi. Hoca Efendi, daha sonra kendisine düşman olacak askerin boşalttığı meydanda eğitim hamlesini de başlatır böylece. Dini hassasiyetleri kullanıp, “Çocuklarınızı bedava ve millî değerlerinize bağlı olarak okutmak istiyorsanız bize verin” ajitasyonuyla alıp şimdi her biri Türkiye’yi yönetenlerin arasında olan kadrolarının yetişmesini sağlar. Çünkü Gülen’in her daim gözyaşları içinde dile getirdiği “Altın Nesil” yaratma ülküsüdür. Fethullah Gülen’in, 1975’te İzmir’de düzenlenen “Altın Nesil” başlıklı konferansta yaptığı konuşmada, “....Yunanlı bir şey bekler: O dünyayı kirden, pastan kurtaracak bir Heraklit bekler. Hristiyan insanlığı kurtaracak Mesih intizar etmektedir. Alevî de bir gayb imam, ‘muntazır imam’ beklemektedir. Biz de bir şey bekliyoruz. Eğer onu beklememizde Allah nezdinde bir mahsur yoksa; hem içini, hem dışını fetheden ‘altın nesil’ bekliyoruz. Daha doğrusu biz kimseyi beklemiyoruz, ‘altın nesil’ olmayı düşünüyoruz” diye anlatır ülküsünü. Bu sözlerin üzerinden 35 yıl geçti. Gülen, bu süre boyunca kimi zaman konuşmasında, kimi zaman şiirinde durmadan, usanmadan ve soyadına inat her bahsi geçtiğinde hep ağlayarak, “Altın Nesil” diye adlandırdığı bu hayalinden bahsetti. “Örnekleri Kendinden Bir Hareket” isimli kitabında, “yolları gözlenen bir nesil” dediği, her biri Işık Evleri’nde yetişen ve hareketin hedefleri doğrultusunda çalışan bu gönüllüler “Işık Süvarileri, Kur’an Nesli, Hakk Aşığı, Fecir (Tan) Süvarileri” gibi adlarla ansa da bu projenin en yaygın bilinen adı hep “Altın Nesil” oldu. Sürekli olarak maarifin vaat ettiklerine güvenmeyip kendi iradelerini yaratmaları gerektiği konusunda Sızıntı dergisinden okuyucularına, vaazlarından müritlerine sesleniyordu. Bir gün, Sızıntı Dergisinin 1992 Şubat sayısında yer alan “Işık Evler 2” başlıklı yazısında artık altın neslin üretildiği okulların hayalinden değil, gerçeğinden, “Işık Evleri”nden bahsetti: “Bu ülkede yıllar ve yıllar matemle inlemeye itilmiş nesiller, rûhlarındaki kasvetleri dağıtıp tali’lerinin önünü kesen karanlıkları yırtacak ve onları alıp aydınlıklara çıkaracak fevkalâdeden bir inâyet eli düşleyip durmuşlardı. Işık evler, gökler ötesine açık o nûr efşân iklimleriyle, hülya ve ümit, tahassur ve hicran, ızdırap ve hafakan dolu bütün sinelerin böyle bir beklentisinin cevabı oldu. İşte bu dönem, dev nebülözler gibi, her yana kollarını salmış bulunan ışık komplekslerinin, bütün zulmetleri bir bir yırtma, topyekûn karanlıklarla hesaplaşma, inanan insanlar arasında her türlü alâkaya merkez, bütün rûhanî zevklere kaynak, umum ma’nevî ihtiyaçlara mercî ve her seviyedeki insanı, aklî, rûhî, kalbî ve hissî beklentileriyle kucaklama dönemidir.”30
29 Faruk Mercan, Fethullah Gülen, Doğan Kitap
30 Sızıntı Dergisi, Şubat 1992, Sayı 157
İlk göz ağrısı Yamanlar Koleji
Gülen, tokadını yemese de dersini çıkardığı darbeye giden süreçten öğrendiklerini cemaatine de aktarıyordu. Fethullahçılar, ne komünistlerle ne de devletle çatışmayıp kan akıtmayacaktı. Çünkü nihai hedefe sadece dört bir yanda örgütlü bir eğitimle dini hassasiyeti kuvvetli, mütedeyyin kadrolar yetiştirerek de ulaşılabilirdi. Bunun yolunu açan da Turgut Özal oldu. Yukarıda da belirttiğimiz gibi 1980 darbesi sonrası yükselen dinci-gerici fikri akımlar içinde Fethullahçılar mayası en iyi tutan örgüttü. Bunda hem darbe döneminin hem de Turgut Özal liderliğindeki sözümona sivil ANAP iktidarı döneminin tüm nimetlerinden faydalanmasının etkisi de yadsınamaz bir gerçek elbet. Zaten biyografisinde de Gülen, 12 Eylül 1980’den bir hafta önce, son kez vaaz verdiği camiye kendisini dinlemeye Turgut Özal’ın geldiğini, sonra da başbaşa konuştuklarını anlatmıştı.31 İşte o Özal 1986′da Başbakan iken, açılışını Cumhurbaşkanı olarak Kenan Evren’in yaptığı “Kendi okulunu kendin yap” kampanyasını başlatmıştı. Özal vakıfların, derneklerin de özel teşebbüs olarak okul açabilmesi için yasal düzenlemeye gidince, Gülen’in İzmir Bozyaka’da imamlık yaparken yakından ilgilendiği Kuran kursu öğrencileri için 1977’de açtığı yurt, Yamanlar Koleji adıyla okula çevirerek yıllar sonra tüm dünyaya yayılacak okullar zincirinin de başlangıcı oluyordu. Sonra halkaların devamı geldi. Ömer Laçiner Birikim Dergisi’nde Ağustos 1995’te yayımlanan, “Postmodern Bir Dinî Hareket: Fethullah Hoca Cemaati” başlıklı yazısında Gülen okullarına ilişkin yaptığı değerlendirmede şöyle yazıyordu: “Fethullah Hoca ve çevresi için devletin ve toplumun sinir merkezlerini, hayati faaliyetlerini, kısaca en genel anlamıyla yönetim ve yönlendirme ağını oluşturacak gayet seçkin bir kadroyu yetiştirmek, onların nezdinde iktidarı elde etmenin öncesinde kesinlikle tamamlanmış olması gereken bir etap, iktidar olmanın önkoşuludur. Hatta bu koşul henüz gerçekleşmemişken iktidarı elde etmenin vahim bir yanılgı olduğunu düşündüklerini dahi söyleyebiliriz.”32
31 http://tr.fgulen.com/content/view/3499/5/
32 Birikim Dergisi, Sayı 76
Yani Gülen, nihai hedefine ulaşma yolunda yetiştirilecek ve Altın Nesil olarak tanımladığı geleceğin ülkeyi yönetecek ve böylece kendi mutlak iradesini de sağlayacak İslamcı kadroları bu okullarda yetiştirilecekti.
28 Şubat ve Fethullah Gülen
Gülen hareketi 1990’lara gelindiğinde doğduğu fikri akımın, Nurculuğun bile önüne geçen en büyük dini topluluklardan biri oldu. Siyasal İslam legal alanda yükseldikçe Fethullahçılar da daha bir görünür olmaya başladı. Turgut Özal’ın açtığı yola sosyalistler hariç yelpazenin her yanında bulunan diğer siyasetçiler de girmekte zorlanmayınca medyada Gülen adının ünlü politik şahsiyetlerle birlikte anılmasıyla daha sık karşılaşır olundu. Öyle ki lideri olduğu cemaat günün şartlarına göre Bülent Ecevit’i bile desteklerken İslami partileşme sürecinin mimarı Necmettin Erbakan’a sırtını dönerek 28 Şubat 1997 darbesinin yanında saf duracaktı.
AKP iktidarıyla birlikte yürütülen ve Türkiye’de bir derin devlet temizliği yapıldığına inanmamız istenen Ergenekon soruşturmalarının bugün itibarıyla geldiği nokta devletin bağırsak temizliğinden çok 28 Şubat’ın rövanşıdır aslında. İlginç olan ise bu rövanşist operasyon ve soruşturmaları yürütenlere yönelik Fethullahçılık suçlamaları yapılmasıdır. Konunun ilginçliği Fethullah Gülen’in 28 Şubat darbesinde takındığı tutumdan kaynaklanmaktadır. Çünkü 28 Şubat’a İslamcı kesimden destek verenlerin başında, kuşkusuz ki ABD menşeli ılımlı İslam’ın temsilcisi Fethullah Gülen Cemaati bulunuyordu. 12 Eylül darbesini de alkışlarla karşılamış olan Gülen, askerden kendisinden daha fazla yararlanmasını ister sözlerle adeta cadı avı yaşanan o karanlık günlere ilerlenirken 28 Şubat sonrasında televizyon ekranlarında MGK’nın ağzından Erbakan’a sesleniyordu. Bir televizyon kanalındaki programa konuk olan Gülen’in söylediği “Hükümet gitsin” sözleri ertesi gün tüm gazetelerin manşetindeydi. Erbakan hükümetinin beceremediğini söyleyerek gitmesi gerektiğini vurgulayan Gülen programda şunları söylemişti:
“Şimdi Türkiye’yi idare edenler, ekonomi ve anarşi konusunda ve dış politikada başarılı olsalar da, muhalefetle iyi geçinmeyi becerememişlerdir. Dini, şov malzemesine çevirip istismar etmişler ve ülkeyi gerilime sürüklemişlerdir. Türkiye’de Kâhtı Rical (yetişmiş ve yetenekli yönetici) kıtlığı çekilmektedir. Bu hükümet derhal bırakıp gitmelidir...
Şeriat Kur’an’da sadece bir yerde geçmektedir. Şeriatın % 95’ni oluşturan iman, ibadet ve şahsi muamelat kısımlarını bugün Türkiye’de tatbikini engelleyen bir durum yoktur. Geri kalan %4-5 kadarı da hukuk kısmıdır ki bu sadece idarecileri ilgilendirir. Fertle alakalı değildir...
Kesintisiz 8 yıllık eğitim zannedildiği gibi bir tehlike değildir. İsteyen ortaokuldan sonra da İmam Hatip’e gidebilir. Bu girişim şer gibi görünse de ileride belki de hayırlara vesiledir. Sadece Erbakan’ın Başbakanlığı döneminde tek bir İmam Hatip açılmamıştır. Bu bir nasip meselesidir. Diğer bütün başbakanların döneminde açılmıştır. Şu anda İmam Hatip’lerde ihtiyacın çok üzerinde bir yığılma görülmektedir. Bu ihtiyaç fazlası farklı merkezlere yönelerek rejim için tehlike arz edebilir. Rejimi korumakla görevli kurumların haklı hassasiyeti de bu yüzdendir.
Cumhuriyet ve laiklik şimdiye kadar hiçbir dönemde bu denli tehlikeye girmediği için, onu korumakla görevli kesimler, haklı olarak sesini yükseltmektedir. Millî Güvenlik Kurulu bir anayasal kurumdur ve kendi İçtihatları gereği ülke ve rejim için tehdit ve tehlike gördükleri hususlarda tedbir ve teklif getirmeleri elbette sorumlulukları gereğidir ve bu içtihatları yanlış bile olsa kendilerine sevap getirir. Bu konuda daha çok söylenecek söz vardır. Ama toplumun bazı kesimleri bunları hazmetmeye henüz hazır değildir.”33(Buraya gazete küpürü eklenebilir)
Not: Elimden geldiği kadar ekledim. -Murat Apay
“28 Şubat, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini de hızlandırdı”
Yine Zaman gazetesi yazarlarından İsmail Ünal’ın, kendisiyle yaptığı söyleşi kitabında da Gülen, “28 Şubat, ülkenin daha iyi bir noktaya gelmesi adına Türkiye’de bazı süreçleri geciktirdi mi?” sorusunu, “Geciktirmedi; aksine hızlandırdı. Hatta 28 Şubat, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini de hızlandırdı”34 diye yanıtlıyordu. 28 Şubat darbesinin 4. yıldönümünün hemen ertesinde Zaman gazetesi yazarlarından ve aynı zamanda cemaatin Türkiye’deki sözcüsü konumunda bulunan Hüseyin Gülerce köşesinde şöyle yazıyordu: “Şimdi biraz şaşırtıcı gelecek; ama böyle bir zamanda 28 Şubat her iki bakımdan da yararlı oldu. Hem içte ve dışta rahatlama sağlayarak olumlu değişimi hızlandırdı, hem de samimi, mazbut büyük İslami çoğunluk ile İslamcı adını lekeleyen, kullanan, yüce dinimizi vahşete alet etmek isteyen zavallıları ayırdı. Hem ‘siyasal İslam’ diyenlerin gözü açıldı, hem milletimizin gözü açıldı. İslamcı kesim artık şunu anladı. Din siyasete alet edilmemeli...”35
33 Kanal D, 17 Nisan 1997 Yalçın Doğan’la Güncel programı
34 İsmail Ünal, Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay, Nil Yayınları
35 Zaman Gazetesi, 29 Şubat 2000
Susurluk ve Gülen
AKP’nin ikinci kez tek başına iktidar koltuğuna oturmasından sonra başlatılan Ergenekon soruşturmaları sırasında ordunun birbiri ardına ortaya çıkan darbe planlarıyla TSK’nin halk nezdindeki itibarı yerlerde sürünmeye başlamıştı. İtirazlara ve muhalefetlere rağmen kararlı bir şekilde yürütülen ve bir noktadan sonra eleştirilemez hale gelen Ergenekon soruşturmalarına en çok sevinen kesim kuşkusuz ki cemaat yanlılarıydı. TSK o güne dek görülmemiş biçimde eleştiriliyor, haklı olarak her türlü hukuksuzluğu sorgulanabiliyordu. Liderleri Gülen’in, 28 Şubat darbesi sırasında ordunun yanında saf tuttuğunu “unutan” cemaatin kalemşorları da her fırsatta 28 Şubatta nasıl mağdur olduklarından dem vuruyordu. Hâlbuki benzer bir süreç Susurluk skandalı sırasında da yaşanmış, başlatılan soruşturma ve araştırmalar kışlanın kapısına kadar gidebilmiş ve o noktadan sonra kesintiye uğramıştı. Hoca Efendinin bu konudaki görüşleri de Kutlu Esendemir’in haberinde yer alacaktı:
“29 Mart 1997’de cemaatine ait Samanyolu Televizyonu’nda katıldığı ve daha sonra da Dr. Osman Özsoy tarafından ‘Fethullah Gülen Hocaefendi ile Canlı Yayında Gündem’ adıyla kitaplaştırılan konuşmalarında Gülen şu görüşleri savunuyordu: ‘Susurluk bir meselesi bir ayıptır. Bunun üzerine gidilmeliydi. Fakat üzerine gidilirken aynı zamanda düşünülmeliydi. Devletin de içtihat hataları içinde bulunan bir hadiseyse, o hadise teşhir masasına yatırıldığında devleti, devletçiliği, devlet mülahazasını da delme söz konusu olabilirdi. Bu meselenin açıktan açığa yürütülmesi iyi bir devletçilik anlayışıyla telif edilebilir miydi? Susurluk’la bir cinayet işlenmiş, bir toplum suçu işlenmişse şayet bunun örtbas edilmesini ben de istemem. Fakat üslubu her zaman, her yerde, her platformda münakaşa edebilirim. Bunun temelinde bizim milli birliğimize, milli bütünlüğümüze devlet telakkimize eğer dokunacak bazı şeyler varsa, bu kapı aralanmamalıydı. O kapıdan girilince şayet askere olan güvenimiz sarsılacaksa, güvenlik kuvvetlerine güven sarsılacaksa, meclise olan güven sarsılacaksa, insanlara olan güven sarsılacaksa, bunun üzerine biraz daha farklı bir yöntemle gidilmeli ve mesele öyle çözülmeliydi. Suçlular ortaya çıkarılmalı ve ceza verilmeliydi. Medya savcı olmamalıydı, hâkim olmamalıydı. Bir üslup hatası yapıldı. Bilemiyoruz biraz da reyting endişesi var mıydı? O kadar seyirci ben de bulayım mülahazası oldu. Vatansever insanların böyle önemsiz, basit mülahazalardan dolayı devletin temelini sarsabilecek devlet mülahazamızı delebilecek teşebbüslere gireceğine ihtimal vermek istemiyorum.’”36 (Buraya Ergenekon süreciyle birlikte demeçlerindeki değişimi vurgulamak babında “bu işte bir gariplik var” demesi yerleştirilebilir)
36 Habertürk gazetesi 8 Mart 2009
Cemaat küçük bir devlet oldu
Fethullahçılar 1980’ler boyunca baskıyla karşılaşmadıkları için fikren, iş yaşamında da adeta masonik bir ekonomik örgütlenme modeliyle kendilerine yer buldukları için “küçük hayırlarla” ekonomik olarak hayli yol katedip “büyük finanslar” elde etmeyi başardılar. Finans ve banka sektöründen tutun da metalürjiden otomotiv sanayisine, enerji üretiminden kimya sanayine, gıda sanayisinden hizmet sektörüne kadar birçok alanda faaliyet yürüten cemaatçiler 1990’lardan itibaren de azımsanmayacak bir parasal güce hükmetmeye başladı. Fethullah Gülen’in 1966 yılında İzmir Kestanepazarı’nda Diyanet görevlisi bir imamken başlattığı hareketin günümüzde özellikle finansal hacmi konusunda net bir bilgi yok. Kendileri açıklamadığı müddetçe kimse de bilemeyecek. Elbette ki bunda cemaatin finansal kaynaklarının şeffaf olmaması da etken. Belli bir hiyerarşi içinde hareket eden cemaat, mahallelar bazında bile Türkiye’nin hemen her yerinde örgütlü. Bu örgütü oluşturan en küçüğünden en büyüğüne dek her birimin en becerikli ve eğitimli olanlarının arasından seçilen “imam” diye adlandırılan sorumluları ve yörenin esnaflarından oluşan mütevelli heyetleri de bulunuyor. Zaten cemaatin ilk ortaya çıktığı günden bu yana finans kaynaklarının bel kemiğini de “himmet” adı altında yapılan esnaf bağışları oluşturuyordu.37
37 Prof. Doğu Ergil’in hazırladığı Timaş Yayınlarından çıkan “100 Soruda Fethullah Gülen ve Hareketi” kitabında yer alan, “Hareketin finans kaynakları nelerdir? Bağışlar şeklinde başlayan kaynak temini, küresel bir etkinlik ağını şu anda nasıl ayakta tutmaktadır?” sorusuna Gülen şu yanıtı veriyordu: “Bu projenin arkasında Türkiye’nin bütün köy, kasaba, ilçe ve illerindeki hayırsever insanların desteği ve ülkemizin en gözde üniversitelerinden mezun olarak burs miktarı bir maaşla çalışan gencecik öğretmenlerin alın teri var. Benim sadece müşevviki bulunduğum bu gayretlerin bir halk teşebbüsü olduğunu ve ‘değirmeninin suyu’nun da Anadolu’nun tertemiz bağrından geldiğini aslında herkes çok iyi biliyor. Ne var ki, bu Anadolu pınarını istedikleri yöne akıtamayanlar kıskançlık, haset ve kinle onu kurutmaya çalışıyorlar.”
Artık, “alaylı” diyeceğimiz bir kuşağı geride bırakan cemaatin şu anki görünen yüzünü temsil eden “eğitimli” kuşağın son yıllarda birbiri ardına açtığı şirketler ve holdinglerle bağlı bulundukları bu hareketi artık kâr eden bir yapıya dönüştürdüğü de kesin. Adını koymak gerekirse Gülen hareketi, milyonlarca ortağı bulunan, finansal büyüklüğünü kimsenin söyleyemediği ulus ötesi bir “cemaat holdingi” haline geldi. Öyle ki güçlü finans kaynakları ve sermaye birikimleriyle Türkiye ekonomisi üzerinde ciddi bir ağırlığa sahip olan İslamcı sermaye gruplarının içinde özellikle Gülenciler ekonomik olarak İslamcı tekel haline geldi. Günümüzde cemaat bağlantılı şirketlerin zenginliği sadece tahmin edilebiliyor. Dünyanın birçok ülkesine yayılan okullar üzerinden yürütülen misyonerlik faaliyetleri ve gönüllülük çalışmaları eliyle Gülen cemaati küresel ölçekte ciddi bir toplumsal ve siyasal güç elde etti. Türkiye’yle en çok ilgilenen ve Türkiye’nin de en çok ilgilendiği iki başkentte Washington ve AB’nin kalbi Brüksel’de lobi çalışmaları yürüten ekonomik ve siyasi grupları bulunan cemaat; dünyanın birçok yerinde televizyon, gazeteler ve dergilerden oluşan medya organları, finans kuruluşları, üniversiteler de dâhil olmak üzere çoğu burslu olmak üzere 2 milyondan fazla öğrencisi bulunan okul, yurt ve darshaneleriyle38 küçük bir devlet gibi çalışıyor aslında. Gülen cemaatinin mali gücünün halkı etkilediği kadar, pek çok okumuş yazmış insanı, entelektüeli, solcuyu, muhalifi, ulusalcıyı etkilemesinde bu iktisadî gücün rolü olduğunu da akılda tutulması gereken bir anekdot olarak kaydetmek fayda var.
38 Fethullah Gülen, Ankara 2 Nolu DGM’deki davasında avukatlarının yazılı olarak sunduğu savunmada, “Adıma izafe edilen okullarla ilgili olarak sadece belirli kişilerle değil bütün topluma yönelik biçimde vatandaşlarımızın eğitim-öğretim alanında yatırım yapmalarını tavsiye etmekten başka bir münasebetim olmadığı ortadadır. Türkiye’deki özel okulların sahiplerinin kimler olduğuna ilişkin bilgiler, bu okulların kurulmasına izin veren ve onları denetleyen resmi makamlardan, okulların ait olduğu şirketlere ilişkin ve herkese açık olan ticaret sicillerinden kolaylıkla öğrenilebilir. Buralarda yapılacak araştırma ve incelemelerde şahsımın herhangi bir okul ya da eğitim kuruluşuna sahip olmadığı ortaya çıkacaktır” dedi.
Medyanın önemi
Cemaatin en etkin olarak yer aldığı sektörlerden biri de medyaydı. Uzun yıllar aylık ve haftalık olarak yayınlanan dergiler aracılığıyla politik sürece dâhil ya da müdâhil olmaya çalışan cemaatin Sızıntı dergisiyle başlayan, aradaki bir iki ufak dergiyle birlikte Zaman gazetesiyle süren yayıncılık hayatları da 1990’larda patlama yaptı. Çok hızlı ve ciddi bir gelişme eğilimi gösteren ancak mevcut yayın politikasının bu gelişime ayak uyduramadığını fark eden cemaat yeni ve sürece uygun politikalar üreterek toplumsal gelişmelere hâkim olmak ve yön vermek için öncelikle var olan gazete ve dergilerinde içerikten yayın politikasına dek ciddi değişikliğe gitti. Hemen ardından da Samanyolu ve Kanal 7 başta olmak üzere birçok televizyon kanalı, radyo istasyonu, dergiler, yeni gazeteler ve gelişen teknolojiyle birlikte internet sitelerini de medya ağına kattı.39 Çünkü medya hem gündelik politik sürece müdahale etmede hem de psikolojik savaşın yürütülmesinde, dezenformasyon ve bilgi kirliliği yaratılarak toplumu yönlendirmede de çok önemli bir araçtı. AKP iktidarının kimi zaman azgın bir totaliterlik sergileyerek sadece kendi yandaşları ve Fethullahçıların hâkim olmasını istediği medya sektörünün, 2010 yılına gelindiğinde yarıdan fazlası bu zihniyetin eline geçmişti. Kalanlarsa zaten medya sermayesinin çetrefilli yapısı ve hükümetlerle girdiği akçeli işler ve vergi kaçakçılığı gibi defoları nedeniyle sesini çıkaramaz hale geldi.
39 Fethullah Gülen, Ankara 2 Nolu DGM’deki davasında avukatlarının yazılı olarak sunduğu savunmada bu konu hakkında da, “Bir medya grubunun, finans, sigorta vs. gibi ticari şirketlerin sahibi olduğum doğur değildir. Toplumda bazı insanların tavsiye ve düşüncelerime daha fazla itibar edip, o yönde faaliyet göstermesi, benim ne onlarla ne de onların kurdukları ticari, mali kuruluşlarla hususi bir alakamın bulunduğu manasına gelmez” dedi.
AKP iktidarıyla gelen sıçrama
Türkiye’deki politik gücünü, daha görünür olduğu 1990’lı yıllardan itibaren genelde iktidara aday kimi partilere sağladığı destekle arttıran ve dolayısıyla mevcut gücüne ulaşan bu yapı, desteğinin karşılığını da her zaman gördü. Gülen hareketi daima ülkenin hem görünürdeki hem de gerçekteki “iktidarına” yakın durmayı seçti. Refah Partisi ve lideri Necmettin Erbakan’ı iktidardan indiren 28 Şubat sürecinde faydalanılan isim olan Fethullah Gülen, kendisiyle işi biten askerin gücünü tırpanlamak istemesiyle aleyhinde açılan bir dava nedeniyle ABD’ye “hicret” etmek zorunda kaldı. Askerler 28 Şubat’tan sonra bin yıl sürecek bir döneme girildiğini söylese de iktidardan indirdiği RP’nin küllerinden doğan AKP’yle siyasal İslam 2002 yılında yeniden, hem de tek başına iktidar oldu. Erbakan’a rağmen kurulan bu partinin iktidar olmasında, İslamcı hareketin devlet içerisinde örgütlenerek iktidarı ele geçirme stratejisinin en iyi uygulayıcılarından olan Gülen cemaatinin verdiği destek önemli bir rol oynadı. AKP’nin iktidara gelmesini ve sonraki seçimlerde iktidarda kalmasını sağlayacak cemaat oylarına duyduğu ihtiyaç, cemaatin de devlet kadrolarında örgütlenmesini sağlayacak iktidara olan ihtiyaçla birleşince bu pragmatik çıkar ilişkisi devletin idari yapısında yıllardır süregelen örgütlenmenin AKP iktidarıyla hızlanmasını da sağladı. Aynı zamanda ekonomik ve sosyal alanda da aktif olan cemaat üyelerinin ilişkileriyle de kamusal alanda daha fazla görünür olan Gülen cemaati, Ergenekon soruşturmalarının en olumlu sonucu olarak askerin demokratik siyaset alanından kısmen de olsa çekilmesinin yarattığı boşluğu da değerlendirerek son yıllarda Türkiye’nin iç politikasında ciddi bir etkinliği olan bir güç haline geldi.
AKP iktidarının sistem içerisinde örgütlenmede ciddi bir avantaj yarattığı İslamcı akımlar bütün bakanlıklarda kadrolaşmasını en tepeden en alta kadar tamamladı. Başta Milli Eğitim ve İçişleri Bakanlığı olmak üzere Sağlık, Ulaştırma, Bayındırlık, Tarım ve Köyişleri ve hatta son dönemde sol gelenekten gelen Ertuğrul Günay’ın başında bulunduğu Kültür Bakanlığı ile bunlara ait bütün genel müdürlüklerin, bölge ve il müdürlüklerinin çok önemli bir kesimi değiştirildi. Atananların tamamı İslamcı gelenekten gelen kadrolardı. Yapılan tasfiyelerle gönderilenlerin yerine gelenler ise geçmiş dönemlerde İslamcı oldukları iddiasıyla görevden alınan bürokrat ve memurlardı.
Örgütlenmenin adresi Emniyet
Üst düzey bir emniyet müdürünün iddiasına göre 5 milyonun üzerinde yetişkin mürit ve milyarlarca dolarlık bir finansal gücü ellerinde bulunduran Fethullahçıların en büyük özelliklerinden birisi de Türkiye’de en fazla dershane ve okul sahibi olmaları. Zaten “Altın Nesil” adını verdikleri proje, eğitim yoluyla Türkiye’nin idari yapısında yer alacak kadroların yetiştirilmesi anlamına geliyordu. Günümüzdeki mevcut duruma bakınca başarılı olmadıklarını da kimse iddia edemez. 1980 darbesi dönemde dini hassasiyeti bulunan ama bu hassasiyetin derecesini iktidara karşı hiçbir zaman belli etmeyen kadrolar yavaş yavaş ama giderek fazlalaşarak bürokrasinin içinde yer almaya başlamıştı. 1980’lerin ortalarından itibaren de örgütlenilmek istenen alanların içinde en çok öne çıkan adres Emniyet oluyordu. Ve bu kurumda, hem yatay hem de dikey olarak, sistematik bir biçimde örgütlenmeye çalışan tek yapı Fethullahçılardı. Cemaatin her daim sızmak istedikleri yer olan TSK içinde istedikleri biçimde bir yapısal örgütlenme kuramamaları üzerine ülkenin ikinci silahlı gücü olan Emniyete el attılar. Buradaki örgütlenmenin başladığı yer de, cemaatin eğitimle örgütlenme modeline uygun olarak Polis Kolejleri ve Polis Akademisiydi. Okullarda cemaatçi öğrenci imamlar ve hocaların koruma zırhında eğitilen öğrenciler mezun olduklarında da “cemaatin görevlendirdiği” birimlerde kadrolaşmaya devam etti.
Emniyet cemaatin silahlı birimi mi?
Kimi zaman kendilerin gizlemek zorunda kalsalar da, haklarında soruşturmalar da açılsa hiçbir zaman hız kesmedikleri Emniyet içi örgütlenmelerinde en önem verdikleri birimler ise Polis Okulları, Personel, İstihbarat, KOM Daireleri ile bu birimlere bağlı şube müdürlükleriydi. 25 yıldan uzun bir zaman önce başlayan çalışma 2000’li yıllarda meyvelerini vermiş ve polis teşkilatı adeta cemaatin silahlı birimi haline getirilmişti. (Bu ifade hukuki sorun yaratır mı?) Emniyet içinde örgütlenmenin en önemli amaçlarından birisinin, dini akımlardan birinden hazzetmeyen TSK’nin karşısında durabilecek silahlı bir gücün olması ve aynı zamanda bir emir komuta hiyerarşisinin bulunması olduğuna yönelik bu tezimiz, aynı zamanda kitaba “İmamın Ordusu” adını koymamıza da ilham kaynağı oldu. Adli soruşturmaların kolluk gücünü oluşturan polis teşkilatında örgütlenme cemaate dokunulmazlık ve güven sağlayacak silahlı bir resmi güç aynı zamanda devlet kaynaklarından son derecede önemli ve kesintisiz istihbarat akışının da kaynağı olacaktı. Çünkü Fethullahçıların örgütlenmesinin önünü açan ya da sağlamlaştıran en önemli olgu kuşkusuz ki bilgiye sahip olmaktı. Bunun için en çok önem verilen kurumların başında da polis teşkilatı geliyordu. Cemaat için emniyet başta olmak üzere diğer önemli örgütlenme alanlarından biri olan yargı ve Türkiye’nin idari yapısının belirlendiği mülkiye kadrolaşması da gücün pekiştirilmesini sağlayarak devlet olmanın önünü açacaktı.
Bu kadrolaşmanın önünün açılmasında AKP’nin oynadığı rol de küçümsenemez elbet.
Ergenekon ve ilintili soruşturmalarla ordunun vesayetinin kırıldığı bir gerçek. Ancak üniformalıların kırılan vesayetinin, kravatlılarca ele geçirilen yeni bir vesayet rejimi yarattığı endişesinin de toplumun kimi kesimlerinde hakim olduğu da bir başka gerçek. Yani ordunun vesayetinin “demokrasi” adına kırıldığına inanmamız istenirken bir yandan da iktidarını daha da sağlamlaştıran AKP eliyle neoliberal politikaların hız kesmeden hayatımızın her alanına yayılması sağlanıyordu. AKP’ye, politikalarına, söyledikleri ve yaptıklarına da haddini bildirmek de elbette polis teşkilatına düşüyordu. En basit hak talepleriyle sokağa çıkan öğrencilerden, kadınlara, işçilerden, memurlara kadar herkes adeta bir şova dönüşen polis şiddetinden nasibini alıyordu. Çünkü AKP’de her iktidar gibi, silaha yani güce sahip olanın son sözü söyleyen olacağını biliyordu. Madem TSK’yle doku uyuşmazlığı vardı o halde diğer silahlı birim olan emniyet iktidarın yanında olmalıydı. Başbakan Tayyip Erdoğan da zaten, Dolmabahçe’de gösteri yapan öğrencilere yönelik şiddet sonrasındaki eleştirilere, “Ben polisimi ezdirtmem” diyerek karşı çıkışıyla polisin neden iktidarın yanında durması gerektiğini de özetlemiş oluyordu.
İktidarın polise desteği elbet bununla bitmiyordu. Polislerin askerlikten muaf tutulmasının yanısıra 2011 bütçesinde, emniyete ayrılan pay bir önceki yıla göre yüzde 23,2 oranında arttırılarak, 10 milyar 578 milyon TL'ye çıkartıldı. 2006 yılından itibaren düzenli olarak bütçeden aldığı pay arttırılan polis teşkilatının neredeyse TSK'nin tümüne ayrılan paya yaklaşan bütçe oranına sahip olması her iktidarın kendisine yakın üniformalılara egemenlik sağladığının da göstergesiydi. Bu tezi doğrulayan bir diğer gelişme ise 2011 yılı başında çıkarılan“Harp Silahları, Bunların Aksam ve Parçalarının İthali'ne İlişkin Tebliği” oldu. Düzenlemeye göre (93.01 kod kapsamındaki silahlar ne? Bunların arasında geçişi vahim silahlar varsa bunları bu kısımda belirtmek gerek… 93.01’in ne olduğu) Emniyet Genel Müdürlüğü’ne de ağır harp silahları ithal etme yetkisi veriliyordu. Böylece Milli Savunma Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, Sahil Güvenlik Komutanlığı, Milli İstihbarat Teşkilatı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Olağanüstü Hal Bölge Valiliği tarafından ya da bu kuruluşlarca yetki verilen kurum ve kuruluşlarca ağır harp silahları ithal edilebilmesinin yolu açılmış oldu. Tüm bu gelişmeler, TSK ile kavgalıymış gibi görünen siyasi iktidarın asker içindeki darbeci tehditlere karşı bir denge unsuru olarak polis teşkilatını yeniden yapılandırmaya çalıştığını kanıtlıyordu adeta. Ağır harp silahlarıyla donatılmış ve yaklaşık 250 bin olan sayısı arttırılmak istenen polis teşkilatı gerektiğinde iktidarın özel muhafiz gücü olarak mı kullanılacak bunu bize zaman gösterecek.
Askerin psikolojik savaş hamlesi
Cemaatin emniyet içinde başlattığı örgütlenme hamlesinin önü süreç içinde kimi zaman basında yer alan haberler ya da kurum içinden yapılan ihbarlarla kesilmek istendi. Ama bu çaba da bir yere ulaşamadı. İlgili devlet istihbarat kuruluşlarının yürüttüğü çalışmalara, ihbarlara ve ele geçen bilgi ve belgelere rağmen Fethullahçılıkla suçlananlar yerine, disiplin yönetmelikleri ve yasalar hep bu yapıyla mücadele edenlere karşı uygulandı. Bu gerçekten yola çıkarak Fethullahçılığın geldiği noktayı tehlike olarak gören ve kendisine hedef seçen kurumların başında TSK geliyordu. Cemaatin kendi içlerine de sızma çalışmalarını, Ergenekon ve ilgili soruşturmalarda görüldüğü üzere kimi zaman yetersiz de kalarak önlemeye çalışan TSK, özellikle 28 Şubat 1997’deki postmodern diye anılan darbe sonrasında her alanda iktidarı ele geçirmişti. Siyasal alanda ağırlığını ve demokrasi üzerindeki gölgesini fazlasıyla hissettiren ordunun en büyük desteği aldığı o dönem medyasının yaptığı haberlerle ülkede adeta cadı avı başlatılmıştı.
Tıpkı bugünlerde, sistemin işine gelmediği herkesin Ergenekoncu olarak fişlenmesine benzer bir şekilde siyasetçisinden, öğretmenine, bürokratından, sermaye sahibine kadar herkes şeriatçı, tarikatçı ya da cemaatçi olmakla suçlanıyor bu suçlamalarda yürütülen psikolojik savaş unsurlarıyla destekleniyordu.
Medyaya servis edilen Fethullah Gülen kasetleri
O dönemin emniyet kadroları tarafından, devleti ele geçirmeye çalıştığı ve cemaatinin ileride laik Cumhuriyet’e karşı bir kalkışmaya hazırladığı iddiasıyla hakkında rapor hazırladığı Nur Cemaati’nin lideri Fethullah Gülen’in müritlerine yönelik yaptığı konuşma kasetleri yürütülen savaşın taktiği olarak medyaya sızdırıldı. İzmir’de askeri okul öğrencilerinin kendi cemaatine bağlı Işık Evleri’nde basılmasını takiben Emniyetin yürüttüğü bir soruşturma sonunda hakkında dava açılmasına ve kendisinin “sağlık kontrolü” gerekçesiyle ABD’ye kaçmasına da neden olan 18 Haziran 1999’da televizyonda yayınlanan iki ayrı kaset görüntülerinde de emniyet ve mülkiyede örgütlenmenin önemini belirtiyordu. ATV ana haber bülteninde yayınlanan görüntülerde40, yandaşlarına devlet kadrolarının ele geçirilmesinin önemini anlatan Gülen özellikle mülkiye ve adliyedeki kadrolaşmanın genişletilmesi gerektiğini vurguluyordu. Yürütülen savaşın unsurlarından biri olarak medyaya sızdırılan görüntülerde cemaat üyelerine sivri çıkışlarda bulunmamaları tavsiyesinde bulunan Gülen, aksi takdirde Türkiye’deki hareketlerinin sonunun Cezayir olacağı uyarısında bulunup, “aynı cephede sayılabilecekleri” DYP ve RP çizgisindeki siyasal örgütlenmelerle ilişki kurulmasını gerektiğini anlatıyordu. Kasette yer alan konuşmalarında Gülen şunları söylüyordu:
40 O dönem ATV’de görev yapan gazeteci Mahmut Övür yıllar sonra sözkonusu kasetlerin sonraki süreçte Ergenekon sanığı olan Ergün Poyraz tarafından getirildiğini açıkladı.
“İslamın geleceği adına örgütlenin”
“Arkadaşlarınızın mevcudiyeti, İslam’ın geleceği adına bu işin garantisidir yani. Bu açıdan Adliye’de, Mülkiye’de veya başka bir hayati müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyle ferdi mecburiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ünitelerde garantimizdir. İstikbale yürümek için, sistemin püf noktalarını keşfedin. Hálá bu sistem devam ediyor. Bu sistem içinde arkadaşlarımız istikbale yürüyeceklerdir. Öyleyse o sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım, keşfetmeleri lazım. Aşmaları lazım. Bu da meselenin diğer bir yanıdır. Kuvvet dengesi olmadığı bir yerde kuvvete başvurmayacaksınız. Teknik-taktik yerinde sizin kalbiniz önemli. Dıştan bizi bazıları korkaklıkla itham edecekler.
Fırsat bulup, hep yolunuza devam ediyorsanız, yine orada o esnekliği gösterecek, o eksantriği kullanacak, geriye çekiliyor gibi yapacak, fakat adımlarınızı daha açıp ileriye gideceksiniz. İster Mülkiye’de çalışan arkadaşlarımız olsun, ister Adliye’de çalışan arkadaşlarımız olsun herkes için sözkonusudur bu. Sivrilmeden, mevcudiyetinizi hissettirmeden çok ilerlere gitme. Mutlaka riayet edilmesi lazım. Müslümanların belli bir noktaya ve kıvama gelecekleri ana kadar bu şekilde hizmete devam etmeleri şarttır. Erken vuruş diyeceğim çıkışlar yaparlarsa, dünya Cezayir’deki gibi başlarını ezer.
Zaiyata meydan verilmemeli. Bu açıdan bizim ister o dairede, ister diğer dairede arkadaşlarımızın korunması çok önemlidir. Cezayir’i, Suriye’yi, Mısır’ı yaşamayalım. Çok dikkatli ve çok tedbirli, temkinli hareket etme mecburiyeti var. Bu hizmetin içinde bulunanlar, bu hizmete göre hizmet vermek isteyenler, her birisi dünyayı idare edebilecek birer diplomat gibi hareket etmeli. Kendi planında meseleleri çözdükten sonra, ülkesinde çözmeye çalışmalı. Bazı arkadaşlar birtakım cesaretli ruhları cesaretlendirmek, secaatlendirmek, birtakım ruhları heyecanlandırmak için belki kahramanca tavırlara da ihtiyaç vardır, diye düşünebilirler. Fakat ben kuvvet dengesi olmadığım için şahsen o yol yerine, böyle kendi düşüncemi yayma, kendi düşünce sistemim adına varlığı, her tarafı fethetme, ele geçirme yolunu şahsen tercih ederim.
Hususiyetle öyle devlet memuru olarak arkadaşlarımız kahramanlık yapamazlar, fuzuli kahramanlık olur. Gereği yoktur o tür şeylerin. O sahada daha verimli nasıl olacaklarsa dinimiz adına, İslami düşüncemiz adına. Ne yapabiliyorlarsa, ben ve onları yapmalıdırlar. Başka kuvvetler var bu ülkede. Oysaki usulünce gidilebilirdi, onların hissiyatları alınabilirdi. Onlara sorularak, onları arkamıza alarak yapabilirdik ve yürürdük orada. Bir şerri aşardık Allah’ın inayetiyle; geriye dönmezdik, falso yaşanmazdı. Bu Adliye içinde aynen söz konusudur. Yani siz hâkim değilsiniz. Başka kuvvetler var bu ülkede. Değişik kuvvetleri hesap ederek, böyle dengeli, dikkatli tedbirli, temkinli yürümekte yarar var ki, geriye adım atmayalım yani. Aynı cephe sayılabilecek, bize sıcak bakabilen bir çerçeve içinde mütalaa edebileceğimiz siyasiler vardır. Refah’tan bugünkü manasıyla DYP’ye kadar uzanan siyasi yelpazedir. Bu insanlarla çatışmadan onlarla aramızdaki farklı müşterekleri ortaya koyarak, o çizgide belli bir münasebet tesisinde yarar var bence. Hatta gerek hukuki sahada gerekse mülki sahada icraatlarını diyalog içinde yürütmelerinde yarar olur.
Zıplayacaksın yerinde. Duruyor gibi yapmayacaksın. Müslüman durmaz yani. Hep akar, çağlar. Baktın ki koşamıyorsun, yerinde zıplayacaksın. İşler öyle hesap edilmeli ki, en kötü duruma göre, en handikap hale göre hesap edilmeli. Gerçekten adımlarınızı açarak, iyi bir maratoncu gibi koşacaksın. Ve hazırız, gerilimdeyiz, tam bir metafizik gerilim içinde, bir boşluk bulunca yeniden maratona geçeriz. Bazen hasımdan kaçmak bile çok önemli bir manevradır. Şef dönemi onlar bir kısım şiirlerin mısralarında var. Bir kısım nesir kitaplarında var, göreceksiniz. Dinlerseniz zulüm dosyalarında var. Başına çarşaf geçirdiğinden dolayı Erzurum’da Cumhuriyet carresinde kadınların asıldığı dönemde, ’Niye çarşaf giydiniz’ diye demokrasinin rafta, istibdadın milleti kırıp, geçirdiği bir dönemde. Medrese zaviye gibi işleyen ’şarj evleri’... Bu evler meçhul evlerdir. Bu evler sizin bildiğiniz gibi evler, minaresi olan, ezan okunduğu zaman herkesin içine gittiği malum evler değildir. Meçhul ev. Kelime karekteristik olarak seçilmiştir. Belirsiz evlerdir. Bunlar belirli olamazlar, çünkü o evlere girip, çıkıp insanlar yakın takiptedir. Elden geldiğince evde kamufle edilmelidirler. Benim kimseye bir şey tavsiye edecek durumum yok.
İmana ve Kuran’a hizmet düşüncesini evlerimizde gerçekleştirmeyi çalışıyoruz. Sizinde aşına olduğunuz Işık Evlerinde, Işık komplekslerinde gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Arkadaşlarımız, tanıma imkânı ve fırsatını buldukları bu hizmeti benimsiyorlar, beğeniyorlarsa kendi dünyalarında da bu sistemi yaşayabilirler. Yanlış bir şey yapan, kıvama ulaşılmadan özleriyle tam bütünleşmeden gereken mesafe alınmadan bir kısım erken huruç diyebileceğim çıkışlar yaparlarsa, dünya başlarını ezer. Anayasal müesseselerdeki kuvveti cephenize çekmeden her adım erken. Kıvama ereceğiniz ana kadar dünyayı sırtınıza alıp, taşıyabilecek güce ulaşacak ana kadar, o kuvveti temsil edeceğiniz şeyler elinizde olacağı ana kadar, Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki kuvveti cephenize çekeceğiz ana kadar her adım erken sayılır. Biliyorum ki elinizdeki meyve sularının boş kutularını dışarı çıkarken çöp kutusuna attığınız gibi bu düşünceleri de açık olma yanıyla çöp kutusuna atıp gideceksiniz...”41
41 ATV haber 18 Haziran 1999
Bilgiye sahip olan güçlüdür
Fethullah Gülen’in altını çizdiği emniyetteki örgütlenmenin en önemli adresi öncelikle atamaların belirlendiği Personel Dairesi, sonra da teknik takip, izleme ve dinleme faaliyetlerini yürüten birim olan İstihbarat ve KOM Dairesi Başkanlığı ve bu birime bağlı il şube müdürlükleriydi. Sadece telefonların dinlenmesiyle bile rekabet edilemez bir siyasi ve ekonomik güç olunacağının kanıtını da özellikle teknolojinin gelişmesiyle birlikte daha da yaygınlaşan dinleme olanaklarıyla siyasi ve ekonomik birçok rakip kişi ve kurumun alt edilmesi hepimize gösterecekti. Bilgiye sahip olanın güce sahip olacağı inancıyla hareket etmenin meyveleri de 2000’li yıllarda şantaj, itibarsızlaştırma, görevden el çektirtme, siyaset sahnesinden yok etme gibi olaylarla toplanmaya başlandı.
Hanefi Avcı’nın 2010 Ağustos ayında yayımlanan ve büyük gürültü koparan kitabında42 cemaatçilerin polis içinde ilk örgütlenmeye başladığı yıllardan itibaren ilk ele geçirmek istedikleri birimler olan İstihbarat Daire ve KOM Başkanlığı’nın neden bu kadar önemli olduğu da şöyle anlatılıyordu: “Ülke genelinde istedikleri gibi bilgi toplamak, istedikleri kişilerin faaliyetlerini izleyip öğrenmek gayesinde olanların yaptığı ilk şey Emniyet İstihbarat Dairesini ele geçirmektir. Orada hâkim konumda olmaları gerekir. Bunu MİT üzerinde etkinlik kurarak da yapabilirler ama o kurum daha ilerisine müsaade etmez. Eğer sadece bilgi toplamak yerine haklarında bilgi toplandıkları kurum ve kişiler hakkında adli işlemlerde bulunmak da isteniyorsa Emniyet Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadale (KOM) Dairesinde etkin olunması şarttır. Sadece merkezi yapıları değil, operasyonların en çok yönetileceği başta İstanbul, Ankara olmak üzere bazı önemli illerdeki bu dairelerin uzantısı şubelerin de ele geçirilmesi gerekir. Eğer sadece bilgi toplamak ve bunlarla ilgili adli işlem yapmakla da yetinmeyip her memur, asker ve özel kanunlarla korunan kişiler hakkında da işlem yapmak isteniyorsa, o zaman özel yetkili mahkemelerin savcıları ve hâkimleri üzerinde de etkin olunması gerekir. Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı sahip olduğu geniş teknik imkânları ile herkes hakkında her türlü bilgiyi toplayabilir, kim kimlerle görüşüyor öğrenilebilir, eline telefon alan herkesin irtibatları ve ilişkileri belirlenebilir. Hiç kimse onlardan ilişkisini gizleyemez.
Emniyet İDB ve her ildeki şubesi, hatta bazı ilçelerdeki birimlerinin istihbari dinleme yetkisi vardır. Kişiler dinlenir, izlenir ve bir süre sonra evraklar imha edilir. Yıllarca her konuda ve her kurumdan toplanmış terabaytlara sığmayan bilgi bankaları mevcuttur. Dahası kimsenin hesap edemeyeceği teknik imkânlara sahip Türkiye’nin her ilindeki istihbarat şubelerini 7 bin civarındaki personeli vasıtasıyla ülke genelinde her yerde izleme faaliyetlerinde bulunma olanakları vardır. Onları yalnızca Emniyet Genel Müdürü ve İçişleri Bakanı denetleyebilir, müfettişler dâhil kimse binalarına giremez ve işlemlerine karışamaz.
KOM Daire Başkanlığı merkez ve ülke genelindeki örgütlü suçlar ve organize gruplarla ilgili tahkikatları yapar, aynı zamanda adli dinleme ve izlemenin Emniyetteki en etkin merkezidir. Özel yetkili savcılar ve mahkemeler biraz da kanunları zorlayarak herkes hakkında doğrudan dava açabilir, gözaltı kararı verebilir, tutuklayabilir. Fakat normal hallerde devlet memurları hakkında görevleri nedeniyle işledikleri suçlar için tahkikat yapılması 4483 sayılı kanuna göre belli makamların iznine tâbidir. İlçe memurları için kaymakamlardan, il memurları için valilerden, merkez memurları için genel müdür ve benzeri amirlerden, üniversiteler için YÖK veya rektörden izin şartı vardır. Bu izin olmadan doğrudan dava açılmaz, belli suçüstü halleri haricinde savcılar doğrudan tahkikat yapamazlar. Ama herhangi bir fiil özel yetkili mahkemelerin görev alanına giriyor denince herkes hakkında doğrudan dava açılabilir. İşte Türkiye’de son yıllarda, böyle bir planın uygulandığını görüyoruz. MİT’e hâkim olsanız, sadece bilgi toplarsınız, belki bunları saptırarak kullanabilirsiniz ama daha ilerisini yapamazsınız. Aksiyonel bir eylem gerçekleştirme arzusundaysanız, MİT size yetmez. Bu doğrultuda önce KOM Daire Başkanlığı, sonra İstihbarat Dairesi Başkanlığı, ardından da İstanbul ve Ankara İstihbarat Şubesi ve bunlarla paralel olarak özel yetkili mahkemelerin savcı ve hâkimlerinin de belli oranda belirli eğilimlerde olan kişilerden oluşturulduğunu bugün net olarak görmek mümkün.”
42 Hanefi Avcı, Haliç’te Yaşayan Simonlar, Dün devlet Bugün Cemaat, Angora Yayıncılık
0 Yorumlar