G.
BERKELEY’İN İDEALİZM TEMELLENDİRMESİ
Felsefe
tarihi boyunca Berkeley çeşitli şekillerde takdim edilmiş olsa da, o hiç şüphe
yok ki düşünce tarihinin en büyük idealist filozoflarından birisidir. Buradan
hareketle “idealizm nedir?” sorusunu tanımlayarak çalışmamıza başlamak yerinde
olacaktır.
İdealizm;
“var olan şeyin temelde zihinsel veya
ruhsal olduğunu iddia eden ve sonuçta da, var olan şeyin özde fiziki veya maddi
karakterli olduğunu ileri süren”[1]
materyalizm karşıtı bir felsefe görüşüdür. İşte Berkeley’in düşüncelerine ve
eserlerine bu açıdan yaklaşıldığında, onun, yalnızca idealizmi savunma değil
aynı zamanda materyalizmi reddetme çabasını da görmekteyiz. Çünkü ona göre
materyalizm, kaçınılmaz olarak ateizmi, yalnızca maddenin var olduğunu ve
Tanrı’nın hiçbir şekilde var olmadığını ortaya koyar.[2] Bu
durum insanlığı önce nihilizme sonra anarşi ve kargaşaya düşüreceğinden
Berkeley, materyalizmi kendisine hedef olarak seçmiştir. Böylelikle Berkeley
bir yandan desteğini 17.yy’ın bilimsel materyalizminden alan ateizmin güç
kazanmasını önleyecek diğer yandan ise şüpheciliğe giden yolu ortadan
kaldırmaya çalışacaktır.
Berkeley’e
göre modern bilim ene, boya ve derinliğe sahip, zaman ve mekân içinde yer
kaplayan maddi varlıkları konu aldığı için bir bilimsel materyalizme yol açmış,
yalnızca maddeyi var saymış ve Tanrı’nın reddedilmesine neden olmuştur.
Berkeley ise maddeyi tamamen yok saymayıp, zihnimizdeki idelere maddenin değil
aslında Tanrı’nın sebep olduğunu göstermeye çalışmıştır. Ona göre maddi dünya
dediğimiz şey Tanrı tarafından bize algılatılan duyumsal mesajlardır.
Böylelikle var olduğunu söyleyebileceğimiz tek şey zihnimizdeki fikirlerdir.
Diğer
bir yandan şüphecilik ise, birçok şeyle birlikte temelde Locke’un, insan zihnin
doğrudan yalnızca kendi idelerini bilebileceği fikrinden çıkmıştır. Locke gerçekte
doğrudan bilebileceğimiz biricik şeyler olan idelerden, bu idelerin maddedeki
nedenlerine yapılacak çıkarımların bütünüyle şüpheli, madde kavramının
kendisinin de bizatihi muğlâk olduğunu göstermiştir. Bu da Berkeley’in gözünde
doğrudan doğruya şüpheciliğe yol açar. Bu noktada Berkeley; bir yandan maddenin
var olduğunu gerçekte bilmediğimizi, diğer taraftan maddenin var olmadığını
bildiğimizi öne sürüp bu tezi temellendirmeye karar verir. Böylelikle maddenin
var olmadığını gösterince materyalizmi çürütecek, ardından da maddenin
yokluğunu ispatlayınca şüpheci de kendisinden şüphe edilecek gizli bir
gerçekliğin var olmadığını anlayacaktır. Bu sebeple Berkeley, gerçekte neyin
var olduğunu söylemeye geçmeden evvel, neyin gerçekten var olmadığını ortaya
koymaya çalışır. Böylece Berkeley önce “madde
yoktur” tezini ispatlamaya çalışır, ardından da aslında var olan şeyin
zihinsel veya ruhsal olduğunu iddia eder. Bu tezini temellendirmek için
Berkeley, maddi töz, nitelikler, nedensellik, bilgi ve algılamak gibi
kavramları kullanmış ve anti materyalist sistemini bu kavramlara yönelik
argümanlarla ortaya koymuştur.
MADDİ
TÖZ
Berkeley burada duyular dünyasının
temel öğesi olan maddenin özellikleri üzerinde durmuştur. Ona göre duyulur
şeyler ya da madde denen şey yalnızca duyu ile algılanan şeylerdir ve Berkeley
filozofların maddi cevher dediği şeyin gerçekten var olmadığına[3]
inanmaktadır. Bu konuyu temellendirmek için de madde, cevher ve ide gibi
kavramların dış dünyada karşılıklarının bulunup bulunmadığına bakmak
gerekmektedir.
İlk olarak Berkeley için madde
denilen şeyin (duyulur şey) doğrudan doğruya duyularla algılanan bir şey olması
gerekmektedir. Fakat insan görme duyusu ile ışık, renk ve şekilleri, işitme
duyusu ile sesleri, tatma duyusu ile tatları, koklama duyusu ile kokuları ve
dokunma duyusu ile de dokunulabilir nitelikleri[4]
algılamaktadır ve madde denilen şey de aslında bu niteliklerin toplamından
ibarettir. Bu da demek oluyor ki biz maddeden duyulur niteliklerin tümünü kaldırırsak
eğer ortada madde diye bir şey de kalmayacaktır. Buradan var olmanın algılanmak
olduğu sonucuna varan Berkeley için madde hakkındaki tüm bilgilerimiz ya fiili
bir görmeye ya da diğer duyu deneyimlerine bağlıdır. Oysa duyumlar yanıltıcı
olacağından onların verdiği bilgi de güvenilir değildir. Söz gelimi gerçekte
biz zaman ve mekânı ya da büyüklüğü algılayamayız, sadece nesneleri farklı
görüş açılarıyla algılarız ve böylelikle nesnelerin farklı görülerine sahip
oluruz. Biz uzaklığı görmeyiz. Fakat nesnelerin uzaklığını bize deneyimlerimiz
tarafından telkin edinir. Gördüğümüz tüm şey aslında nesnenin nitelikleridir.
Bu nitelikler görüş yetimizin duyumsayabildiği, algılayabildiği şeylerdir.
Böylelikle biz bir nesnenin yakınlığını ve uzaklığını göremeyiz sadece o
nesneye doğru gittiğimizde ve ondan uzaklaştığımızda o nesnenin farklı bir
vizyonuna sahip oluruz. Yine bize küçük
gelen bir taş bizden daha küçük bir canlıya büyük gelebilmektedir. Bu da demek
oluyor ki maddenin sahip olduğu bu nitelikler aslında değişkenlik gösterir.
Oysa Berkeley açısından “herhangi bir
objenin özünde bulunan bir gerçek özellik objenin kendisinde bir değişiklik
olmadan değiştirilemez”[5]
ve ne şekil ne renk ne de diğer tüm nitelikler onu algılayan şeyin dışında var
olamaz. Böylelikle madde denen bir gerçeklik yoktur ve gerçeklik zihne tabidir.[6]
Hylas ve Philonous
Arasıda Üç Konuşma adlı eserinde Berkeley Hylas ağzından
maddi bir destekle düşünülmedikçe ilineklerin de olamayacağı gibi bir tez
atıyor ortaya ve Philonous bu tezi çürütüyor. Daha sonra Hylas zihninde bir
ağaç ve ev tasarlar ve bunların gerçek varlığa sahip olduklarını söyler. Ama Philonous
bunların sadece zihinsel tasarım olduklarını, tasarlanan şeylerin ise gerçekte
var olmadığını söyler. Bu ise bir şeye hem var hem de yok demek olduğundan
ortaya bir çelişki çıkar. Herhangi bir duyulur, cisimsel şey bir zihin içinde
olmaktan başka bir varlığa sahip değildir.[7]
Çünkü insan rüyasında da yıldızları belli bir uzaklık içinde görmesine rağmen
bunların zihinde olduklarını kabul eder.
Ona
göre gerçekte var olan ide ya da fikir dediğimiz şeylerdir. Berkeley için
alınan duyum, algılayan zihnin bir fiilidir. Bu yüzden de “herhangi bir fikrin…düşünmeyen cevherde ya da her türlü zihnin dışında
var olabileceği de”[8]
çelişkili olacaktır. Çünkü biz evlerin dağların ve ırmakların kısacası dış
cisimlerin zihin tarafından algılanmaktan ayrı bir doğal bir varlıkları
olduğunu düşünmeye ne kadar uğraşırsak uğraşalım incelediğimiz şey yine kendi
idelerimiz olacaktır. “…duyularımla
algıladığım şeyler doğrudan doğruya algılanırlar; doğrudan doğruya algılanan
şeyler ise fikirlerdir ve fikirler zihinsiz var olmazlar.”[9]
Böylece Berkeley bir zihinle bağlantılı olmanın dışında herhangi bir şeyi
düşünmenin imkânsız olduğu sonucuna varır. Başka bir şekilde ifade edersek eğer
algısına sahip olmadığımız şey var değildir.
Berkeley
filozofların maddi tözden ilinekleri taşıyan bir kavramdan başka bir şey
anlamadıklarını ifade eder. Fakat ona göre böyle bir töz gereksiz hatta
anlaşılmaz bir şeydir. Berkeley bu düşüncesini temellendirirken Hylas ve Philonous Arasıda Üç Konuşma
adlı eserinde Hylas’ın ağzıdan şöyle bir soru yöneltir: “…uzam sadece bir tavırdır, varlık tarzıdır, madde ise bu tavra
dayanaklık eden bir şeydir. Destekleyen şeyin destelenen şeyden ayrı olması
apaçık değil midir?”[10]
Bunun
üzerine Philonous, Hylas’ı maddi dayanak ile ne demek istediğini açıklamaya
çağırır. Eğer bunun duyulur niteliklerin ya da ilineklerin altına yayılmış
olduğunu demek istiyorsa o zaman bu uzamın da altına yayılmış olmalıdır. Bu
durumda ise de kendisi uzamlı olmalıdır. Bu ise bizi sonsuz geriye gidiş
problemine düşürür. Böylece tartışanın
sonunda Hylas destekleyici ilinekler ve maddi dayanak gibi deyimlere herhangi
bir belirli anlam veremediğini kabul etmek zorunda kalır ve tartışma, maddi
şeylerin zihinden bağımsız ve mutlak olarak var oldukları düşüncesinin anlamsız
olduğunu sonucuna ulaşır.
Bir
şey, onun algılanan niteliklerinin toplamıdır ve bu sebeple Berkeley için bir
şeyin var olabilmesi onun algılanabilir olup olmamasına bağlıdır. Töz ya da
madde de asla algılanmadığından onun var olduğunu da iddia edemeyiz. Böylece
sırf algılama tarzından hareketle duyulur şeylerin zihin dışında var oldukları
sonucu çıkarılamaz. İnsan duyu ile sadece bir takım şeylerin etkisinde kaldığı
sonucuna ulaşabilir. Fakat bunların zihin dışında var olduklarını söyleyemez.
NİTELİKLER
Bu konuda Berkeley birincil ve
ikincil niteliklerin birbirinden ayrılmaz olduğunu düşünmektedir. Odan önce
Descartes, Newton, Locke gibi bazı bilim adamları ve filozoflar bu ayrımı
yapmıştır ve onlara göre, uzam, şekil, hareket, katılık gibi nitelikler
birincil, renk, ses, tat gibi niteliklerse ikincil niteliklerdir. Bunlardan
birincil nitelikler zihin olmadan da madde de var iken ikincil nitelikler zihin
olmaksızın madde de yoktur. Örneğin Locke’a göre: birincil nitelikler nesnede
içseldir ve dolayısıyla nesneden ayrılamaz. Oysa ikincil nitelikler nesnede
olamayıp öznenin zihninde bir varlığa sahiptir.[11]
Berkeley ise bu ayrımın pek mümkün
olmadığı görüşündedir ve Hylas ve
Philonous Arasıda Üç Konuşma adlı eserinde birincil niteliklerin de aynen
ikincil nitelikler gibi özneye bağlı olduğunu, birincil niteliklerin de tıpkı
ikincil nitelikler gibi sadece zihinde var olacağını söyler.
Bir
başka eserinde Berkeley bu düşüncesini “…kısacası
bütün diğer niteliklerden soyutlanmış uzam, şekil ve hareket ideleri
kavranabilir şeyler değildirler. O halde diğer duyulur nitelikler neredeyse
bunlar da orada, yani zihinde olmalıdırlar.”[12]
diyerek ifade eder.
Diğer tüm niteliklerden soyutlanan
sayı, şekil ve hareketin tasarlanamaz olduğunu savunan Berkeley örneğin “Kiraz nedir?” gibi bir soruya o,
yumuşak, kırmızı, yuvarlak, tatlı ve hoş kokuludur cevabını verir. Ona göre tüm
bu nitelikler zihnin duyu yoluyla üretilen idelerdir. Çünkü yumuşaklık
hissedilir, renk görülür, yuvarlaklık ya hissedilir ya görülür, tatlılık
tadılır ve koku da koklanır. İşte bu yüzden bu niteliklerin varlığı onların
algılanmış olmalarıdır. Bu niteliklerden ayrı bir duyulur gerçeklik yoktur. O
halde kiraz algıladığımız niteliklerin tümüdür. Böylece diyebiliriz ki eğer biz
çeşitli tarzlarda görüp, hissedip, tattığımız zaman kirazın varlığından emin
oluruz. Çünkü onun gerçekliği duyumlardan soyutlandığı zaman hiçbir şeyde
değildir.[13]
Bunun
yanında başta Locke olmak üzere diğer filozofların ikincil niteliklerin kendi
başlarına var olamayacakları, ancak onları algılayan bir zihin vasıtası ile var
olabilecekleri düşüncesinin Berkeley birincil nitelikler için geçerli olduğunu
düşünür. Ona göre birincil nitelikler bir öznenin onlara ilişkin algısından
bağımsız değildir. Eğer bunlar bir nesnenin açık, belirleyici ve özsel
özellikleriyse buradan fiziki nesnelerin ancak bir özne ya da zihin tarafından
algılandıkları zaman var olduklarını kabul etmek gerekir. Berkeley bunun da
tıpkı çağdaş filozofların maddede ya da zihin olmaksızın var olmadıklarını
ispatlarken kullandıkları yöntemi izleyerek yapılabileceğini ifade eder. Çünkü
onun gözünde maddenin ana nitelikleri olan şekil ve uzam zihin olmaksızın var
olan, değişmez ve belirlenmiş bir şeyin görüntüleri değildirler. Bunlar farklı
konumlarda bulunan veya aynı konumda olup da dokuları farklı gözlere değişik
görünebilirler. Aynı şey hareket için de geçerli olacaktır. Dışsal nesnede
hiçbir değişim olmazken, zihindeki ide dizisi hızlanırsa hareketin daha yavaş
görüleceği kabul edildiğinde, zihin olmadan hareket de yoktur demek akla uygun
bir yargı olacaktır. Kısacası, rengin ve tadın yalnızca zihinde var olduklarını
ispatlamak için düşünülmüş kanıtları inceleyen birisi, bu kanıtların uzam,
sekil ve hareket için de aynı şeyi ispatlamak için aynı şekilde
kullanılabileceklerini görecektir.
Bütün
bunlardan çıkacak tek sonuç, birinci dereceden niteliklerin de sadece
tasarımlardan ibaret olduğudur. Duyusal nitelikler zihinden bağımsız olarak var
olmadıklarına, birinci dereceden nitelikler, duyusal nitelikler olmaksızın
tasarlanamadıklarına ve nihayet bir “nesne” birinci ve ikinci dereceden
niteliklerden başka bir şeyden meydana gelmediğine göre, tüm nesnenin zihinsel
bir şey veya bir tasarımlar toplamı olması zorunludur. Buna göre birincil ve
ikincil dereceden nitelikler ayrımının yapılmaması gerekir. Bütün nitelikler
duyusal niteliklerdir ya da başka bir ifadeyle tasarımlardır. Niteliklerin
taşıyıcısı konumunda olan töz maddi olmayıp maneviyse bunlar arasındaki
ilişkilerinde manevi olmasını gerektirir ki bu da nedenselliği gündeme getirir.
NEDENSELLİK
Berkeley’e kadar ki bilim dünyasında
özellikle bilginin elde edilmesi konusunda çaba harcayan doğa filozofları ya da
bilim adamlarının doğada nedensellik yasalarının geçerli olduğunu kabul
etmelerine karşın Berkeley mekanik bir nedensellik ilkesini ve onun isleyişini izah
için kullanılan tüm kavramların anlamsız olduğu gerekçesiyle reddeder. Düşünce
tarihinde nedensellik ilkesinin bu anlamda yanlış olarak kullanıldığını iddia
eder. Bu çerçevede Berkeley, zihinden bağımsız fiziki nesnelerin, zihindeki
idelerin nedenleri olarak var olma ihtimalini tartışır. Nedensel ilişkinin aynı
cinsten şeyler veya zihinler, söz gelimi bir zihin ile onun içerikleri arasında
olabileceğine inanır. Çünkü onun felsefesinde maddi töz gibi tamamı ile pasif,
hareketsiz bir şeyin nedensel bir etkide bulunması mümkün değildir. Madde onun
için bir nedenden ziyade Tanrı’nın kendisini açığa varmasında bir vesiledir. Bu
açıdan bakıldığında Berkeley için madde “aktif
olmayan, düşünemeyen ve kendisi ile karşılaştırıldığında Tanrı’nın bizde
fikirler uyandırdığı bir varlık”[14]
olarak tanımlanmıştır. Böylelikle o, fiziki nesnelerin zihindeki idelerin
nedeni değil, sadece sabit ve düzenli vesileleri olabileceğini ifade
etmektedir.
Zihinlerimizde ideler ya da
duyumların ortaya çıkıyor olması bizim maddeyi veya cisimsel töz dediğimiz
şeylerin varlığını savunmamıza bir gerekçe olmaz. Biz cisimlerin zihin olmadan
da var olduğunu ileri sürebiliriz ancak bu tehlikeli bir iştir. Çünkü bu
“Tanrının hiçbir gerekçe yokken büsbütün yararsız, hiçbir amaca hizmet etmeyen
sayısız varlık yaratmış olduğunu”[15]
ileri sürmektir. Aslında nedensellik Berkeley’e göre insanın günlük işlerini
düzenlemesinde büyük fayda sağlar. İnsan nesnelerin veya olayların alışılmış
akışını bildiği için zevk ya da açı söz konusu olduğunda ne yapması gerektiğini
hemen bilecektir. Böylelikle biz davranışımızı düzenleyip olayları önceden
tahmin etme şansına sahip oluruz. Biz bu yasalar sayesinde yiyeceklerin
insanları beslediğini, uykunun dinlendirdiğini ateşin ısıttığını ya da
yaktığını, tarımsal ürün elde etmek için zamanında ve usulüne uygun olarak ekim
yapmak gerektiğini biliriz. Bütün bunları idelerimizin arasındaki zorunlu
bağlantıları ortaya çıkararak değil, sadece etrafımızdaki değişmez doğa
yasalarını gözlemleyerek bilebiliriz. Dolayısıyla bu yasalar olmasaydı
insanlığın bir karasızlık ve şaşkınlık içinde olacağını ifade eder.[16]
Pratik olarak nedensellik ya da doğa
yasalarının insanların günlük islerini kolaylaştırdığını düşünen Berkeley’e
göre teorik olarak bunu kabul etmenin mümkün değildir. Ona göre belli duyu
idelerini sürekli olarak başka idelerin izlediğini algıladığımız zaman, bunun
kendi işimiz olmadığını bildiğimiz için, idelerimizin kendilerine bir güç
yükler, onları etmen sayar ve hemen birini diğerinin nedeni yaparız ki bundan
daha saçma daha anlaşılmaz bir şey olamaz. Belli bir yuvarlak ve parlak sekil
gördüğümüzde ve aynı zamanda dokunma yoluyla ısı denen duyuyu algıladığımızda
bu ısının nedeninin güneş olduğu sonucuna ulaşırız. Cisimlerin hareketine, çarpışmalarına
sesin eslik ettiğini algıladığımızda da, ikincisinin ilkinin etkisi olduğunu düşünürüz.[17]
İşte bu yüzden mekanik nedensellik Berkeley için gerçek nedensellik değildir ve
bizim neden dediğimiz şey ile sonuç denilen şey arasında zorunlu bir ilişki de
yoktur. Görülen ateş ona yaklaşılması halinde duyulan acının nedeni değil
sadece bizi onun konusunda önceden uyaran bir işarettir. Burada iki olay
arasında bir neden-sonuç olmamasına rağmen gözlemde bulunan kişi bu olayları
sanki biri diğerinin nedeniymiş gibi kurgulayıp yorumlar. Fakat doğadaki
olaylar arsında bu tarzdan bir ilişki söz konusu değildir. Berkeley için
nedensel ilişki ancak aynı cinsten şeyler, zihinler veya zihin içerikleri
arasında söz konusu olabilir.
Doğa olayları ya da bizim dışımızdaki
olaylar, kendi isteğiyle eylemde bulunan aktif kişiler, zihinler ya da ruhlar
gibi değildirler. Sonuçta doğadaki olaylar ve oluşlar basit, pasif ve edilgin
olup, onlara yakıştırılan gerçek bir nedensellik bağlantısı kişinin zihnindeki yanlış
bir kurgu, deney veya gözlemdeki yanılsamadan başka bir şey değildir.[18] Maddi
tözün varlığını kabul etmeyen Berkeley için, nedenler ile sonuçlar arasında da
zorunlu bir bağlantı da yoktur. Bu durumda acaba bilgi nasıl mümkün oluyor?
BİLGİ
ANLAYIŞI
Empirist geleneğin sorunlarından
yola çıkan Berkeley maddenin varlığını algılamaya dayandırmakta ve algıdan
bağımsız bir nesneler evreninin bulunmadığını ifade etmektedir. Ona göre,
zihinden ve onun tasarımlarından tamamen bağımsız bir nesnenin varlığını
düşünmek, bir kesinti yaratmak ve evrenin tam bir bilimsel açıklamasını
olanaksız hale getirmektir. Çünkü zihin kendisinden farklı bir şeyi bilemez. Bu
yüzden bir zihinden bahsettiğimizde bu ancak zihinsel bir özellik taşıyan
nesneyi bilen bir varlık olarak zihin olmalıdır. Eğer zihin kendisiyle ortak
olarak hiçbir şey paylaşmayan bir nesneyi bilen bir varlık olarak tasarlanırsa
bu Berkeley için tamamen saçma bir şey olacaktır.
Kendisine kadar oluşmuş bilgi
anlayışından yola çıkan Berkeley “İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine” adlı
eserinin girişinde söyle der: “Okuyucuyu
hazırlamak ve bilginin ilkelerini daha kolay anlamasını sağlamak için girişte
dilin doğasına ve kötüye kullanılmasına ilişkin bir ön açıklama yapmak yerinde
olacak.”[19]
İşte bu bağlamda Berkeley, Locke’un soyutlama teorisini eleştirir. O soyut
genel düşünceleri, biraz önce bahsettiğimiz dil üzerine bu genel yorumların
ortamında tartışır. Locke insan ruhunda “tümel kavramlar” kurmak ve birçok
nesnenin ortak ayrımını içine alan tasarımlar meydana getirmek için özel bir
yeti olduğunu ileri sürmüştü. Mesela biri yeşil, öteki kırmızı, bir başkası
sarı olan üç şeyin tasarımından bir genel renk tasarımını soyutlayabiliriz. Böylece
Locke, tümel tasarımların zihin dışında ayrıca bir gerçeklikleri olduğunu
reddediyordu.[20]
Berkeley ise belli bir anlamda genel düşünceleri
kabul etmeye hazır olsa da soyut genel düşüncelerin olduğunu yadsır. Çünkü ona
göre, biz bir tümel kavramı düşünürken, hep bu kavramı belli, tek bir bireyin
somut biçimiyle onu duyumsadığımız haliyle göz önüne getiririz. Mesela, bizim algıladığımız
herhangi bir ev değildir; kırmızı, kare, alçak bir evdir. Zihnimizde bir ev
tasarlarken tasarladığımız soyut bir ‘ev’ değildir, bir evin özel bir
imgesidir. Demek ki sözcüklerle anlattığımız tümel kavramlar, duyumsanmış öğelerden
arındırılarak elde edilmiş olan soyutlamalar değildirler, başka tasarımları,
temsil edebilmek özelliği olan duyusal tasarımlardır. Berkeley’in kendi
sözleriyle söylersek, soyut tasarımlarımız olamaz. Tasarımlarımız fiilen duyumlar
olmasalar da duyumsal bir özellik taşırlar.[21]
Böylece tasarladığımız her kavramın görsel-işitsel vb. bir imge olması gerekir.
Şimdi eğer bir bilme eylemi
gerçekleşecek ise önce bir bilen sonra da bilme eylemine konu olacak bir nesne
olmalı. İşte bu ikili arasındaki ilişki ancak bir algı eylemi ile kurulabilir.
Bu algılama eylemi ise insanda duyumlar, anlama ve irade yetileri ile
gerçekleşebilir. Biz bilme eylemimizi doğadaki nesnelerin çeşitli durum veya
şekillerine göre düzenleyip, hayata karşı olumlu veya olumsuz, anlamlı veya
anlamsız yaklaşır ve ona göre bir tavır alırız. Fakat zihin kendisinden tamamen
farklı olan bir şeyi de bilemeyecektir. Berkeley için zihinden bağımsız fiziki
nesneleri bilmenin iki yolu vardır. Katı, belli şekilleri bulunan, hareketli ve
bizdeki cisim idelerine tekabül eden cevherlerin zihin haricinde var olması
mümkün olsa bile, bunu ya duyular ya da akıl yoluyla bilebiliriz. Duyularımız
ile ancak duyumlarımızın, idelerimizin ya da nasıl adlandırırsanız adlandırın,
duyuyla dolaysızca algılanan şeylerin bilgisini ediniriz; ancak duyular
algılanan şeylere ilişkin bilgi verirler, şeylerin zihin olmaksızın ya da
algılanmaksızın var olduklarına ilişkin bilgi değildir.[22]
Duyumlar bize fiziki nesnelerin algılanmadıkları zaman var olduklarının
bilgisini vermez. İnsan ancak kendi zihin içeriklerini bilir.
Duyumlar vasıtası ile dış dünyadaki
varlıkların var olduğunu kanıtlayamayacağımızı ileri süren Berkeley’e göre
geriye sadece akıl kalmaktadır. Fakat akıl da kendi başına çok güçsüz bir
yetidir. O bir takım deneyimlerden fiziki nesnelerin varoluşlarını çıkaramaz.
İnsanın ideleri ile nesneler arasında zorunlu bir bağlantı da yoktur.
Böylelikler biz çıkarım vasıtası ile algılardan yola çıkarak nesnelerin
zihinden bağımsız var oldukları düşüncesine ulamayız. Fiziki nesnelerin
zihinden bağımsız olarak var olmalarının mümkün iki yolundan ne biri ne de
diğeri bize bu bilgiyi sağlayamıyorsa eğer, o zaman maddi nesnelerin zihinden
bağımsız olarak var oldukları söylenemez.
Sonuç olarak kişinin anlama yetisi
sınırlı olduğundan sınırsız olanı anlamlandırma çabası da eksik hatta kimi
zaman yanıltıcı olacaktır. Berkeley içi bilgi tanrısal bir veridir ve insan
anlama yetisi ile bu verileri elde eder. Bunun içindir ki insan ilk olarak bu
yetinin fonksiyonel özelliğini keşfetmeli ve onu işletmelidir. Ama bu o kadar
da kolay değildir. Çünkü insanın içinde yaşadığı dönemdeki bilim anlayışı ve
filozofların felsefi tutumları bunu gerçekleştirmede engel teşkil
edebilmektedir. Çünkü anlam dil ile alakalı bir şeydir ve filozoflar günlük
dili kendi tutumları çerçevesinde değiştirebilmektedir. Berkeley harici
nesnelerin maddi varlıklarının olmadığını bu yüzden de bütün maddi şeylerin
kendi baslarına duyulur olmayıp yalnızca fikirlerle algılandığını ifade eder. Maddenin
veya harici nesnelerin algılayan zihinden bağımsız olarak hiçbir şekilde var
olamayacağını gösteren Berkeley, daha sonra harici nesne veya maddi varlıklar
için var olmanın algılanmış olması gerektiğini düşünür.
VAR
OLMAK ALGILANMAKTIR
Emprizmin insanı doğal olarak nesnel
bir kuşkuculuğa götüreceğine inan Berkeley için metafizik ancak idealist bir
epistemoloji ile temellendirilebilir. Bu metafizik ise, zihinden bağımsız
olarak nesnelerin varlığını kanıtlayamayacağımız fikrine dayanır. Berkeley için
sadece niteliklerin taşıyıcısı olarak maddî bir cevher değil, aynı zamanda
haricî nesnelerin ontolojik varlığı dahi empirik yolla kanıtlanamaz. “Var olmak algılanmış olmaktır (esse est percipi)” ilkesi
Berkeley’in idealist metafiziğinin esasını oluşturur.
Berkeley soyut idelerin var olusunu
kabul etmez. Bu bağlamda tek tek insanlardan bağımsız ayrı bir insan tümeli
nasıl olamıyorsa aynı şekilde algılayan bir zihin ya da zihinlerden farklı
olarak haricî nesnelerden de söz etmek mümkün de değildir. Bunun için var olmak
algılanmış olmak[23]
anlamına gelir. Varlık, düşünen ve algılayan bir zihnin eseridir. “…duyularımla algıladığım şeyler doğrudan
doğruya algılanırlar, doğrudan doğruya algılanan şeyler ise fikirlerdir ve
fikirler zihinsiz var olamazlar. Onun için onların varlığı algılanmalarından
ibarettir. Bu yüzden onlar bilfiil algılandıklarında artık varlıkları hakkında
hiçbir şüpheye yer kalmaz”[24]
diyen Berkeley böylelikle, Locke’un insan zihni sadece kendi zihin içeriklerini
bilebileceği teziyle yetinmez. Bu tezi mantıki sonucuna götürerek zihnin, ide
olmayan hiçbir şeyi bilemeyeceğini öne sürerek idealizme yükselir. Böylece
madde ya da fiziki nesneleri idelere eşitler. Çünkü ona göre yalnızca algılayan
ve algılanan şeyler vardır.[25]
Berkeley “var olmak algılanmaktır” yargısını savunurken bazı önermelerden
hareket eder. Bunlar:
Duyumlanır objeler kişinin duyuları
ile algıladığı şeylerdir.
Kişinin duyular aracılığıyla
algıladığı bu harici nesneler idelerdir.
Nesnelerin zihinsel resimleri demek
olan ideler algılanmaksızın var olamazlar. Öyleyse, Duyumlanır objeler algılanmaksızın var olamazlar.[26]
Buradan da anlaşılacağı üzere
Berkeley’e göre zihin için var olmayan, zihne bağlı olmayan bir şeyin maddi
varlığından söz edilemez. Çünkü zihinden bağımsız varlık düşüncesi bir
çelişkiden başka bir şey değildir. Nesnelerin varlıkları ancak
algılandıklarında tescillenir, algılanmayan varlıklar Berkeley için yoklar
sınıfına girer. Çünkü “eğer bir koku
varsa koklanmaktadır, eğer bir ses varsa işitilmektedir.”[27]
Kendilerini algılayan bir zihin olmaksızın nesnelerin var olmaları imkânsızdır.
İşte bu yüzden var olmak ancak algılanmakla mümkündür.
Fakat burada dikkat edilmesi gereken
şey nesnelerin zihin dışında var olmadığını söylemek onların gerçekliğe sahip
olmadıkları anlamına gelmemektedir. Bu sadece duyulur şeylerin algılandıkları
ölçüde var olduğunu söylemektir. Yoksa Berkeley, nesnelerin zihin dışı
gerçekliğini asla reddetmez. O kendi varlığından olduğu kadar cisimlerin ya da
cisimsel cevherlerin varlığından emindir.[28]
Fakat bizim algıladığımız şeyler nesnelerin duyumlarımız üzerinde bıraktıkları
fikirlerden ibarettir ve hiçbir fikir zihnimiz dışında bir varlığa sahip
değildir.
Berkeley kendisi ile maddeciler
arasındaki sorunun şeylerin şu ya d bu kişinin zihni dışında gerçek bir varlığa
sahip olup olmadıkları değil, Tanrı tarafından algılanmış olmaktan ayrı mutlak
bir varlığa sahip olup olmadığı hususunda olduğunu söyler. Bunu bir örnekle
açıklarsak; biz algılamadığımız zaman odamızdaki eşyalar kayıp olmuyorlar.
Onlar Tanrı tarafından algılandığı için yani onlar aslında Tanrının zihninde
var olduğundan biz algılamasak da varlıklarından bir şey kaybetmezler.
KAYNAKÇA
AÇIKGÖZ, H. Mustafa, Berkeley ve İmmateryalist Metafiziği,
Elis Yayınları, Ankara 2003
BERKELEY, George, Hylas ve Philonous Arasıda Üç Konuşma,
Çev: K. Sahir Sel, Sosyal Yayınlar, İstanbul 1996
BERKELEY, George, İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine, Çev: Halil Turan, Bilimler ve
Sanat Yayınları, Ankara 1996
CEVİZCİ, Ahmet, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, İstanbul 2011
[1] H.
Mustafa Açıkgöz, Berkeley ve
İmmateryalist Metafiziği, Elis Yayınları, Ankara 2003, s.90
[2] Ahmet
Cevizci, Felsefe Tarihi, Say
Yayınları, İstanbul 2011, s.599
[3] G.
Berkeley, Hylas ve Philonous Arasıda Üç
Konuşma, Çev: K. Sahir Sel, Sosyal Yayınlar, İstanbul 1996, s. 9
[4]
Berkeley, Hylas ve Philonous Arasıda Üç
Konuşma, 12-13
[5]
Berkeley, Hylas ve Philonous Arasıda Üç
Konuşma, s.33
[6] Ahmet
Cevizici, Felsefe Tarihi, s.599
[7]
Berkeley, Hylas ve Philonous Arasıda Üç
Konuşma, s.50
[8]
Berkeley, Hylas ve Philonous Arasıda Üç
Konuşma, s.42
[9]
Berkeley, Hylas ve Philonous Arasıda Üç
Konuşma, s.94
[10]
Berkeley, Hylas ve Philonous Arasıda Üç
Konuşma, s.45
[11]
J. Locke, İnsan Anlığı
Üzerine Bir Deneme, Çev. Vehbi Hacıkadiroğlu, Kabalcı Yay, İstanbul
1996, s. 105-111
[12] G.
Berkeley, İnsan Bilgisinin İlkeleri
Üzerine, Çev: Halil Turan, Bilimler ve Sanat Yayınları, Ankara 1996, s.42
[13]
Berkeley, Hylas ve Philonous Arasıda Üç
Konuşma, s.122
[14] Berkeley,
Hylas ve Philonous Arasıda Üç Konuşma,
s.78
[15]
Berkeley, İnsan Bilgisinin İlkleri
Üzerine, s.47
[16]
Berkeley, İnsan Bilgisinin İlkleri
Üzerine, s.53
[17]
Berkeley, İnsan Bilgisinin İlkleri
Üzerine, s.53
[18]
Açıkgöz, Berkeley ve İmmateryalist
Metafiziği, s.170-171
[19]
Berkeley, İnsan Bilgisinin İlkleri
Üzerine, s.15
[20] Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme,
s.275-277
[21]
Berkeley, İnsan Bilgisinin İlkleri
Üzerine, s.45
[22] Berkeley, İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine,
s.45
[23]
Berkeley, Hylas ve Philonous Arasıda Üç
Konuşma, s.100
[24]
Berkeley, Hylas ve Philonous Arasıda Üç
Konuşma, s. 94
[25]
Berkeley, Hylas ve Philonous Arasıda Üç
Konuşma, s.102
[26] Açıkgöz, Berkeley ve İmmateryalist Metafiziği,
s.80
[27]
Açıkgöz, Berkeley ve İmmateryalist
Metafiziği, s.126
George Berkeley
George Berkeley, (d. 12 Mart 1685 - ö. 14 Ocak 1753), dünyada yalnızca ruhların ve bu ruhların idelerinin varolduğunu, buna karşılık maddenin varolmadığını öne süren İngiliz düşünür.
Dublin’deki Trinity College’de eğitim görmüş İrlandalı bir Protestandı. Bugün yakından bilinen bütün felsefi çalışmalarını (1709’da Yeni Bir Görme Kuramı Yönünde Deneme, 1710’da Beşeri Bilginin Prensipleri Hakkında Bir Eser ve 1713’te Hylas ile Philonous Arasında Üç Konuşma) henüz yirmili yaşlardayken yayımladı.
Yeni Dünya’da yüksek eğitimi geliştirmek için çok uğraştı; bu amaçla üç yılını Amerikan kolonilerinde geçirdi. Rhode Island’daki çiftliğini ve kütüphanesini, 1701’de kurulan Yale Üniversitesi’ne bıraktı. Yale’in fakültelerinden birine onun adı verildi. California’daki Berkeley kenti de onun adını taşımaktadır. Berkeley 67 yaşında Oxford’da öldü.
0 Yorumlar