İstanbul - İzmir uçağında, gözlerini önündeki “Skylife” dergisinin bulmaca sayfasının alt köşesindeki küçük fotoğrafa dikmiş koltuk komşumun, neredeyse on dakikadır, sağ elindeki altın kaplama tükenmez kalemini bir kez olsun oynatmamış olması ister istemez merakımı uyandırmıştı. Sinirli hareketlerle arada bir sol eliyle kulak memesini ovuşturuyor, dirseğiyle koluma her değişinde hafifçe dönerek, düzgün bir dille, “Özür dilerim, beyefendi!" diyordu. 30-35 yaşlarında, iyi giyimli, yakışıklı bir adamdı. Yakasındaki rozetten İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu olduğu anlaşılıyordu. Ben artık dayanamayıp “Sait Faik!” diye patlayınca, yine dönmüş, “Hiç duymadım...” demişti, “fen mezunuyum da... ” Sonra elindeki dergiyi kapatmış, hostesler çay-kahve servisine başlayana kadar, bir çırpıda nasıl başarılı bir “statikçi” olduğunu anlatmıştı...
Yol arkadaşım, uçağımız İzmir üzerine yaklaştığında, sözü “çarpıkyapılaşma”ya getirmiş, “Bu şehri yıkacaksın!" demişti... Ne tuhaf, benzer sözleri iki gün'önce İstanbul’da bir taksi şoföründen de duymuştum. Taksim’den Karaköy’e kadar akıllı uslu sözler eden şoför, trafiğe kapalı Galata Köprüsü’nün ağzında biriken taşıt kalabalığını görünce “dellenmiş”, “Abi, bu şehri yakacaksın!" demişti. İstanbullu bıçkın şoförle, Foça’da, Dikili’de, Çandarlı’da onca “önemliproje”ye imza attığını söyleyen genç mühendisin benzer sonuçlara varmaları ilginçti!..
Çıkışta, kendisini alan lüks arabanın arka camından bana dostça el sallayan öfkeli yol arkadaşımın arkasından bu ilginç benzerliği düşünüyordum...
İlkokul mezunu şoförle, üniversite mezunu mühendis arasında “temelde” önemli bir fark yoktu. Her ikisinin de bir “mesleği”, bir “işi” vardı. Her ikisi de yaşamını çalışarak sürdürüyordu. Evlenip aile kurarak yükümlülükler üstlenmişlerdi. Her gün gazete okuyorlar, televizyon haberlerini izliyorlar, dünyanın “gidişatı” üzerine konuşup “fikirler” ileri sürüyorlardı. Genç mühendisin diploması, kendisine toplumda görece yüksek bir “say- gınlık” kazandırıyor, daha fazla bir “gelir” sağlıyor, fakat bu diploma, onun benzer konularda ilkokul mezunu şoförden “daha farklı” düşünebilmesi için yeterli olmuyordu. Sonuçta, “kafası bozulunca" o da öbürü gibi çözümü “yıkıpyakma”da arıyordu. İkisi de Sait Faik’i tanımıyordu.
★★★
1980’lerle birlikte Türkiye toplumu ya susan, ya da sorunları en uç noktalarda tartışan bir topluma dönüşmüştü. Bu süreçte, ak ile kara arasındaki tüm renkler ortadan kaybolmuştu. Aynı yıllar içinde üniversite öğrencilerinin sayısı ikiye katlanırken, bu kitleye yönelik bilimsel kitapların, edebiyat yapıtlarının satışı neredeyse yarı yarıya azalmıştı. Toplumda okuma yazma oranı yükseliyor, gazete-dergi sayısı artıyor, fakat bunların toplam tirajı görece düşüyordu.
Uçaktaki, “başarılı statikçi”nin sözleri bana, birkaç yıl önce okuduğumda, inanmakta zorluk çektiğim bir gazete haberini anımsatmıştı. Üniversite mezunları arasında yapılan bir Gallup Araştırması, üç büyük ilimizde yaşayan üniversite mezunlarından yüzde 25’inin “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluş tarihi”ni yüzde 4’ünün “suyun kimyasal formülü”nü, yüzde 21 ’inin “Fransız Devrimi’nin tarihi"ni bilmediğini; yüzde 47’sinin Beethoven’i, yüzde 39’unun ise “Lozan Antlaşması”nı hiç duymadığını gösteriyordu...
Gelinen bu noktada kim, neyi, nasıl ve kiminle tartışacaktı? İnsanlar, bilgi dağarcıkları boşaldıkça daha tepkisel, daha saldırgan ve daha çözümsüz oluyorlar, “şiddet” bir kurtarıcı olarak görmeye başlıyorlardı. Çeşitli görüntüleriyle “şiddet” olağanlaşıyordu.
Yoksa siz, beklenmedik ölümlere, beklenmedik acılara böylesine kolay tanık olan bir başka “uygar” ülke biliyor muydunuz?
Deniz Kavukçuoğlu / PANO
0 Yorumlar