Giz




Elias Canetti

KÖRLEŞME

DÜNYASIZ BİR KAFA

Giz

Türkçesi Ahmet Cemal





SEKİZ yıl önce Kien, gazeteye şu ilanı vermişti: 


"Çok büyük kitaplığı olan bir bilim adamı, evinin işlerine bakacak ve sorumluluk bilinci taşıyan bir kadın aramaktadır. Ancak çok yüksek kişilik sahibi olanların başvurması rica olunur. Bu nitelikte olmayanlar, kapı dışarı edilecektir. Ücret önemli değildir." 

Therese Krumbholz, o sıralarda iyi bir işte çalışmaktaydı ve oldukça rahattı. Her sabah evin hanımıyla beyine kahvaltılarını hazırlamazdan önce, dünyada olup bitenleri öğrenebilmek amacıyla "Günlük Gazete"nin ilan sütununu okurdu. Yaşamının sonuna dek hiçbir özelliği olmayan bu ailenin yanında kalmaya niyetli değildi. Henüz gençti. 48 yaşını doldurmamıştı bile. En çok istediği, yalnız başına yaşayan bir beyin yanında iş bulmaktı. Böyle bir yerde insan işleri daha iyi düzenleyebilirdi. Kadınlarla geçinebilmek, olanaksızdı. Ama öte yandan elindeki işi boşuna yitirmemek için çürük dala basmamaya da dikkat ediyordu. Yanında çalışacağı kimse hakkında iyice bilgi edinmeden yeni işine adım atmayacaktı. Gazetelerdeki ilanların ve dürüst kadınlara verilen parlak sözlerin altında gizli olanları iyi bilirdi. İnsan daha yeni evinden içeri adımını atar atmaz ırzına geçilirdi. Therese ise 33 yıllık yalnız başına sürdürdüğü yaşam kavgası boyunca bir kez bile böyle bir kazaya uğramamıştı. Bundan sonra da uğramamak için gereken dikkati harcayacaktı. 

O sabah gördüğü ilan, çok ilgisini çekmişti. Bakışları önce "ücret önemli değildir" cümlesine takılmıştı. Sonra kalın harflerle basılıp iyice göze batmaları sağlanmış olan öbür cümleleri de birkaç kez baştan aşağı okumuştu. Yazının tonundan etkilenmişti; erkek diye buna denirdi. Aynca kendini çok yüksek kişilikli biri olarak düşünmek de gururunu okşamıştı. Bir an bu niteliğe sahip olmayan ayak takımının nasıl kapı dışarı edildiklerini gerçekten görür gibi olmuş ve buna sevinmişti. Kendisinin ayak takımı ile bir tutulamayacağından ise emindi. 

Ertesi günü erkenden, sabahın yedisinde Kien'in önüne dikilmişti. Kien, onu hole almış ve hemen şunları söylemişti: 

"Her şeyden önce evime, kim olursa olsun, yabancıların adım atmasını kesinlikle yasakladığımı bilmenizi isterim. Kitapların sorumluluğunu yüklenebilecek misiniz?" 

Kien, karşısındakini dikkatli ve kuşkulu bakışlarla süzmekteydi. Sorduğu sorunun karşılığını almadan kadın üzerine kesin bir yargıya varmak istemiyordu. Kadın: "Özür dilerim," dedi. "Ama siz beni ne sandınız?" 

Karşısındakinin kaba davranışının yarattığı şaşkınlıkla öyle bir karşılık vermişti ki, Kien söyleyecek bir şey bulamamıştı. 

"Sizden önce çalışan kadına neden yol verdiğimi de bilmenizi isterim," demişti. "Kitaplığımdan bir kitap eksik çıkmıştı. Bütün evi arattımsa da, bulunamadı. Bunun üzerine ben de kadının işine derhal son vermek zorunda kaldım." Öfkeyle susmuştu. Sonra karşısındakinin kavrayış gücünü aşan şeyler söylemiş gibi: "Herhalde söylemek istediğimi anlarsınız," diye eklemişti. 

Therese, hiç zaman yitirmeden: "Düzenlilik şarttır" demişti. Bunun üzerine Kien verecek karşılık bulamamış, abartmalı bir el hareketiyle kadım kitaplığına çağırrnıştı. Therese de ilk odaya girip beklemeye koyulmuştu. 

"Çalışacağınız yer burası işte," demişti Kien kupkuru ve ciddi bir tonda. "Her gün bir odanın tepeden tırnağa tozu alınacak. Böylece dört günde bütün odaların işini bitirmiş olacaksınız. Beşinci gün, yine ilk odadan başlayacaksınız. Bu işi üzerinize alabilir misiniz? 

-Evet." 

Kien yine dışarı çıkıp evin kapısını açmış ve: "Güle güle. Bugün işe başlayacaksınız," demişti. 

Therese merdiven başına kadar geldiği halde, gitmekle gitmemek arasında bocalamıştı. Kien, aylık konusunda hiçbir şey söylememişti. Oysa eski işinden ayrılmazdan önce Kien' e bunu sormalıydı. Ama hayır, hiç sözünü etmese daha iyi olurdu. Konuşursa, yanlış bir iş yapabilirdi. Hiçbir şey söylemezse, belki Kien ona kendiliğinden fazlasını verirdi. İçinde sakıngan olma içgüdüsüyle açgözlülük çarpışmaktaydı. Sonunda üçüncü bir güç, merak, her ikisine de üstün gelmişti. 

"Acaba aylığım ne kadar olacak?" Belki de bir aptallık yapmakta olduğu korkusuyla, bu kez "özür dilerim" sözcüğünü cümlenin başına koymayı unutmuştu. 

Kien, umursamazlıkla: "İstediğiniz kadar," deyip kapıyı kapatmıştı. 

Therese, ona güvenen ve on iki yılı aşkın bir süredir evlerinde duran bir eşya parçası gözüyle bakan tekdüze aileye artık yanlarında kalmaktansa, ekmeğini sokakta kazanmayı yeğleyeceği anlamında bir şeyler söyleyip, zavallıcıkları dehşetten ağzı açık bırakmıştı. Ne söyledilerse, onu niyetinden caydırmayı başaramadılar. Therese hemen o gün gideceğini, on iki yıldan beri aynı yerde çalışan birinin süre koşuluna uymadan işinden ayrılmaya hakkı olması gerektiğini söyledi. Değerbilir aile de bunu, ayın yirmisine kadarki çalışmasının karşılığını ödememek için bir fırsat saydı. Therese, süre koşuluna uymadığından, bu paranın kendisine verilmesinden kaçınıldı. Therese, o halde bunu da Kien ödemek zorunda, diye düşünerek çıkıp gitti. 

Kien, onun kitaplara karşı görevlerini yerine getiriş biçiminden hoşnuttu. İçinden onu takdir ediyordu. Yüzüne karşı açıkça övmeyi ise gereksiz buluyordu. Yemeği hep tam zamanında hazır oluyordu. Kadının nasıl yemek pişirdiğinin farkında değildi. Bu nokta onu hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Yemeklerini hep çalışma masasında yer, yerken de kafası önemli düşüncelerle dolu olurdu. Çoğu kez sorsalar, ağzında ne olduğunu bile söyleyemezdi. Bilinç, gerçekten değer taşıyan düşünceler için saklanmalıydı Kien'e göre. Düşünceleri besleyen, bilinçti ve düşünceler bilinci gereksinirdi. Bilinçten yoksun düşüncenin varolabileceği tasarımlanamazdı. Çiğnemek ve sindirmek, kendiliğinden olup biten şeylerdi. 

Therese, Kien'in çalışmasına karşı belli bir saygı duymaktaydı. Bunun nedeni, Kien'in dolgun aylığını hiç sektirmeden ödemesi ve kimseye yakınlık göstermemesiydi, onunla da hiç konuşmuyordu. Therese daha çocukluğundan başlayarak, konuşkan tiplerden nefret etmişti. Annesi de bu tiplerdendi. Therese yeni işinde son derece titiz çalışıyor, aylığını son kuruşuna varıncaya dek hak etmek istiyordu. İşe başlar başlamaz kafasını kurcalamaya koyulan giz, yeni kapısını onun gözünde daha bir çekici yapmıştı. 

Profesör, sabahları tam altıda üstünde uyuduğu divandan kalkardı. Giyinmesi ve yıkanması, az zaman alırdı. Therese akşamları kendi odasına çekilmezden önce divanı hazırlar ve tekerlekli tuvalet masasını çalışma odasının ortasına getirirdi. Masa, yalnızca geceleri odada kalabilirdi. Dış yüzünde yabana dilde harfler bulunan dört kanatlı bir paravan, onu örtüyor ve Kien'in bu çirkin manzarayı görmesini engelliyordu. Kien, eşyadan hoşlanmazdı. "Yıkanma arabası" adını verdiği o iğrenç nesneyi de, kullanılır kullanılmaz ortadan daha çabuk kalksın diye, kendi bulmuştu. Sabahları saat altıyı çeyrek gece kapısını açar ve arabayı olanca gücüyle dışarı iterdi. Bu itişin verdiği hız, uzun koridor boyunca kesilmezdi. Sonunda araba büyük bir gümbürtüyle mutfak kapısının yanındaki duvara çarpardı. Therese bu sırada mutfakta beklerdi; kendi küçük odası hemen yandaydı. Kapıyı açıp: "Kalktınız mı?" diye seslenirdi. Kien karşılık vermeden yine odasına kapanırdı. Sonra yediye dek evde kalırdı. Bu uzun zaman boyunca ne yapıp ettiğini bilen yoktu. Bunun dışında kalan saatlerde hep masasının başında oturur ve yazardı. 

Koyu ve ağır bir kütle gibi duran masanın içi tıka basa el yazılarıyla, üstü de kitaplarla doluydu. Şu ya da bu çekmece en dikkatli biçimde oynatıldığında bile masadan tiz bir düdük sesi yükselirdi. Kien, bu gürültüden hoşlanmamasına karşın, kendi olmadığı zaman eve hırsız girecek olursa Therese'nin hemen duyması için kendisine miras yoluyla geçmiş olan bu çok eski masanın içindeki mekanizmayı yerinde bırakmıştı. Çünkü hırsız denen tuhaf yaratıklar, kitaplara bakmadan önce para ararlardı. Kien Therese'ye değerli yazı masasının içindeki bu mekanizmayı üç cümlede kısaca ve yeterince açıklamıştı. Sonunda da çekmecelere dokunulduğunda mekanizmayı kendisinin bile durduramayacağını belirtmeyi yararlı görmüştü. Gündüzleri Kien ne zaman bir yazı aramaya kalksa, Therese düdük sesini duyar ve şaşardı; Kien, bu sese katlanıyordu. Akşam oldu mu Profesör bütün kağıtlarını kaldırırdı. Masa da ertesi sabah sekize dek dilsiz kalırdı. Therese odayı toplamaya geldiğinde, masanın üstünde yalnızca kitaplar ve sararmış yazılar bulurdu. Üstü Kien'in yazılan ile dolu yeni kağıtlar bulmak umudu ise hep boşa çıkardı. Kien'in saat 6.l5'ten 7'ye değin, yani üç çeyrek saat süreyle hiç çalışmadığı kesindi. 

Acaba dua ile mi geçiriyordu bu süreyi? Hayır, Therese böyle olduğunu sanmıyordu. Hem hangi aklı başında insan kalkar da dua ederdi? Therese duaya değer vermezdi. Kiliseye gitmezdi. Kilisede toplanan o ayaktakımına bir göz atmak yeterliydi. Toplananlar, gerçekten de birbirlerine pek uygun düşmekteydiler. Ayrıca Therese, kilisede sürüp giden dilencilikten de tiksiniyordu. Salt çevredekiler bakıyorlar diye bir şeyler vermek zorunluydu. Toplanan paraların nereye harcandığını ise ancak Tanrı bilirdi. Evde dua etmeye gelince, bunun da gereği var mıydı? Harcanan zamana yazıktı. Dürüst bir insan duayı gereksinmezdi. Therese, kendiliğinden dürüst olan bir insandı, ötekilere gelince, onlar yalnız dua etmesini bilirlerdi. Ama Therese saat 6.15 ile 7 arasında çalışma odasında ne yapıldığım öğrenmek istiyordu. Aslında meraklı bir insan değildi; kimse onu bu konuda suçlayamazdı. Burnunu başkalarının işine sokmazdı. Oysa bugünün kadınları, böyle değildiler. Burunlarını her işe sokmayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Therese ise yalnızca kendi işine bakardı. Fiyatlar, günden güne yükselmekteydi. Patates fiyatları öncekinin iki kalına fırlamıştı bile. Bu pahalılıkta geçinmek başlı başına bir sanat olmuştu. Kien, dört odanın da kapısını kilitliyordu. Böyle yapmasa, belki yandaki odadan bir göz atma olanağı düşünülebilirdi. Zamanını Kien kadar iyi değerlendirmesini bilen, bir dakikayı bile boş geçirmeyen birinin üç çeyrek saat hiçbir şey yapmaması, aklın alacağı şey değildi! 

Kien dolaşmaya çıktıktan sonra Therese, kendisine emanet edilen odalarda arama yapıyordu. Bir kötülüğün peşindeydi, ama bunun nasıl bir kötülük olduğunu henüz kestirememişti. Önce bavula tıkılmış bir kadın cesedi bulmayı ummuştu. Ama halıların altında saklayacak yer olmadığım anlayınca, parçalanmış kadın cesedinden umudunu kesti. Odalarda kuşkularım güçlendirebilecek dolap da yoktu. Oysa şöyle her duvarda bir tane bulunmasını ne kadar isterdi! Bu durumda suçun bir kitabın arkasında gizlendiğine kesinlikle inanmıştı. Başka nerede olabilirdi ki? Görev bilinci, toz bezinin kitapların sırtında gezinmesiyle yetinebilirdi. Ama izini sürdüğü giz, o ahlaka aykırı giz, Therese'yi kitapların arkasına da bakmaya zorluyordu. Ciltleri tek tek çıkarıyor, belki içi boştur diye vurup bakıyor, şişman ve nasırlı parmaklarını ta tahta kaplamaya dek uzatıp dokunuyor, sonra hoşnutsuz biçimde başını sallayıp elini çekiyordu. Merakı, onu hiçbir zaman önceden saptanmış çalışma süresini aşmaya zorlamıyordu. Kien evin kapısını açmazdan beş dakika önce yine mutfağa dönmüş oluyordu. Aceleye, ya da üstünkörü iş görmeye kalkışmaksızın, rafları tek tek elden geçiriyordu. 

Araştırmasını durup dinlenmeksizin sürdürdüğü aylar boyunca, aylığını bankaya yatırmayı kendisine yasak etti. Bu paranın kaynağı şimdilik belli olmadığından, kuruşuna bile elini sürmedi. Kağıt paraları, kendisine verildiği gibi, yirmi yıl önce satın aldığı, dokunulmamış mektup kağıtlarının durduğu zarfa koydu. Uzun süre düşünüp taşındıktan sonra da bu zarfı, seçme ve birbirinden güzel parçalardan oluşan, yıllar boyu çok para dökerek topladığı çeyizini sakladığı bavula kaldırdı. 

İş uzadıkça peşinden koştuğu gizi o denli kısa sürede çözemeyeceğini anladı. Ama zararı yoktu. Bol bol vakti vardı. Beklemesini de bilirdi. Şu andaki durumundan yakınmasını gerektiren bir neden yoktu. Sonunda ortaya gerçekten bir şey çıksa bile, kimse onu sorumlu tutamazdı. Kitaplıkta aranmadık yer bırakmamıştı. Poliste çalışan güvenilir, dürüst ve Profesör'ün toplumdaki yerini de göz önünde tutarak bir şeyler yapabilecek bir tanıdığı olsa, kulağını bükecekti. Evet, yaşamında pek çok şeyi göğüsleyebilirdi ama, insanın hiçbir desteğinin bulunmaması da hoş bir şey değildi. Bugünün insanları yalnızca dans etmek, yüzmek ya da gevezelik etmek peşindeydiler. Ciddi konuları ve hele çalışmayı ise kimsenin aklından geçirdiği yoktu. O denli ciddi bir adam olan Kien'in bile bazı aksayan yanlan vardı. Geceleri saat on ikiden önce yatmıyordu. Oysa insana en çok gece yarısından önceki uyku yarardı. Normal insan da saat dokuz dedin mi yatardı. Her ne ise, herhalde pek önemli bir şey yoktu ortada. 

Böylece suç, küçülerek bir gize dönüştü. Gizli kötülüğün çevresinde yoğun ve inatçı bir nefret kümelendi. Therese'nin merakı ise geçmedi. Sabahları 6.15 ile 7 arasında hep tetikte beklemekteydi. Ender görülen, ama gerçekleşebilecek olasılıklar üzerinde durmaktaydı. Söz gelimi midesine saplanacak ani bir sancı, Kien'i odasından dışarı fırlatabilirdi. O zaman Therese hemen yanına koşacak ve ne olduğunu soracaktı. Sancılar hemen geçmezdi. Therese'nin istediği şeyleri öğrenmesine ise birkaç dakika yetecekti. Ama ne var ki ölçülü ve mantıklı yaşamı, Kien'e çok yaramaktaydı. Therese'yi yanına aldığı sekiz yıldan bu yana midesinden sancılandığı hiç olmamıştı. 

Kör adam ve köpeğiyle karşılaştığının ertesi günü öğleden önce Kien, bazı eski incelemelere bakma gereğini duydu. Yazı masasının gözlerinin altını üstüne getirdi. Çekmelerde bir yığın kağıt toplanmıştı. Kien taslakları, düzeltmeleri, kopyaları, kısacası çalışmalarına ilişkin bütün yazıları özenle saklardı. O günkü araştırması sırasında içerdikleri görüşler eskimiş ve çürütülmüş bir sürü yazı buldu. Bu arşivin başlangıcı, ta öğrencilik yıllarına dek uzanmaktaydı. Zaten ezbere bildiği bir ayrıntıyı aramak, salt bildiğini onaylamak için saatler harcadı. Otuz kağıt okudu; aradığı ise tek bir satırdı. Eline işi çoktan bitmiş ve yararını yitirmiş bir sürü yazı geçti. Neden saklamıştı sanki bunları? Üstelik ister basılmış, ister el yazısı olsun, eline geçeni okumadan bir yana da bırakamazdı. Onun yerinde bir başkası olsa, böylesine dağınık bir okuma eyleminin sonunda dikkatini tümüyle yitirirdi. Ama Kien, son sözcüğe dek dayandı. Mürekkepli yazılar, zamanla silikleşmişti. Harfleri seçmekte güçlük çekiyordu. Aklına sokakta rastladığı kör adam geldi. Oysa kendisi sanki sonsuzluğa dek açık kalacaklarmışçasına gözleriyle oynamaktaydı. Gözlerinin harcadığı çabayı sınırlayacak yerde, düşüncesiz bir tutumla aydan aya ağırlaştırmaktaydı. Bitirip bir yana bıraktığı her sayfa, görme gücünün bir parçasını alıp götürüyordu. Köpeklerin ömrü kısa olurdu; okumasını da bilmezlerdi. Bundan ötürü de körlere gözleriyle yardım ederlerdi. Gözlerinin değerini bilmeyen insan, köpeklerin yol göstericiliğini hak etmiş sayılırdı. 

Kien yazı masasının gözlerindeki fazlalıkları atmaya karar verdi. O anda çalıştığından, bu işi ertesi sabah, kalkar kalkmaz yapacaktı. 

Ertesi günü sabahın altısında, henüz bir düşün ortasındayken, yattığı divandan kurulmuş gibi fırladı, meydan okurcasına duran kocaman masasının başına koştu ve bütün çekmeceleri ardına dek açtı. Açmasıyla birlikte düdük sesi de başladı ve kitaplık boyunca perde perde dalgalanarak sonunda yürek parçalayan bir feryada dönüştü. Sanki her çekmecenin ayrı bir gırtlağı vardı ve ötekileri bastıran sesiyle yardım istemekteydi. Biri içlerindekileri çalıyor, onlara acı çektiriyor, yaşamlarını ellerinden alıyordu. Gözleri olmadığından, kendilerine el uzatmaya kalkışanın kim olduğunu bilemiyorlardı. Tek organlan, tiz bir düdük sesiydi. Kien, kağıtlarını gözden geçirip düzenledi. Bu iş epey zamanını aldı. Gürültüye göğüs gerdi; başladığı işi sonuna dek götürürdü. İncecik kollarının arasında taşıdığı kocaman eski bir kağıt yığını ile dördüncü odaya gitti. Orada, düdük seslerinden biraz daha uzakta kağıtları sövüp sayarak tek tek yırtmaya koyuldu. Kapı vuruldu; Kien dişlerini gıcırdattı. Kapının ikinci kez vuruluşunda, ayaklarıyla yeri dövdü. Bu arada kapı, sanki balyozla vuruluyormuşçasına gümbürdemeye başlamıştı. "Kesin şu gürültüyü!" diye bağırarak bir küfür daha savurdu Kien. Gerçekte kendi kendisine yakıştıramadığı bu küfürleri hiç ağzına almamış olmayı isterdi. Ne var ki yırttığı el yazılarına acımaktaydı ve ancak sövüp sayması sayesinde onları atma yürekliliğini gösterebiliyordu. Sonunda uzun bacaklı bir Marabu kuşu gibi kağıt parçalarından meydana gelen bir tepeciğin ortasında kalakaldı. Yığına, sanki kağıt parçalan yaşayan varlıklarmış gibi, ürkek ve utangaç bir tavırla do­kunuyor, yok olup gidişlerine hafiften acıyordu. Onları gereksiz yere bir kez daha incitmemek için bir ayağını dikkatle yığından dışarı attı. Kağıt mezarlığını nihayet arkasında bıraktığında rahat bir soluk aldı. Kapının önünde Therese ile karşılaştı. Yorgun bir el hareketiyle yığını gösterip; "Kaldırın!" dedi. Düdük sesleri kesilmişti. Kien masanın başına dönüp çekmeceleri kapadı. Düdük sesi yine duyulmadı. Daha önce çekmeceleri çok sert açlığından, mekanizma bozulmuştu. 

Müthiş gürültü başladığında, Therese tuvaletinin son bölümünü de tamamlamak üzere, kolalı eteğini giymek için uğraşmaktaydı. Gürültüden yüreği ağzına geldi; eteğini üstünkörü ilikleyip çalışma odasının kapısına seğirtti. Bir flütten dökülen ezgileri andıran bir sesle: "Ne oluyor Allah aşkına?" diye sordu. Önce çekingen, sonra gittikçe daha şiddetli, kapıya vurmaya başladı. İçerden karşılık gelmeyince kapıyı açmaya çalışlı ama başaramadı. Kapıdan kapıya koştu. Son kapıya vardığında içerden Kien'in öfkeli bağırtısını duydu. Bu kez bütün gücüyle o kapıya vurmaya başladı. İçerden Kien, öfkeyle: "Susun!" diye haykırdı. Bu denli kızdığı, hiç olmamıştı. Therese yarı kızgınlıkla, yarı yazgısına boyun eğerek, nasırlı ellerini sert eteğine götürdü ve olduğu yerde bir taşbebek gibi kalakaldı. "Ne felaket!" diye fısıldadı. "Ne felaket!" Kien kapıyı açtığında, daha çok alışkanlıktan ötürü, hala olduğu yerde durmaktaydı. 

Doğuştan ağırkanlı olmasına karşın, kapı açılır açılmaz eline ne denli bulunmaz bir fırsat geçtiğini hemen anladı. Güçlükle "Şimdi kaldırırım," diyerek mutfağa doğru seğirtti. Ama mutfağın eşiğinde, aklına başka bir şey geldi. "Aman Allahım! Şimdi kapısını yine kilitler mutlaka! Alışkanlık değil mi? Zaten hep böyle olur. Son dakikada bir aksilik çıkar. Tanrım, ne talihsizim ben!" Talihsiz olduğunu ilk kez söylüyordu. Çünkü genellikle kendisini çalışkan, bundan ötürü de talihli bir insan sayardı. İçine giren korku yüzünden başının sallanması artmıştı. Hafif adımlarla yine koridora çıkh. Gövdesinin üst kısmını iyice öne doğru eğmişti. Bacakları her adımı atmazdan önce sanki bir an duraklıyordu. Kolayla sertleştirilmiş eteği dalgalanıyordu. Kayarcasına gitse, hedefine daha sessiz yaklaşabilecekti; ama bunu, artık çok sıradan bir yürüyüş biçimi buluyordu. İçinde bulunduğu anın önemi, tören adımlarını andıran adımlarla yürümesini gerektiriyordu. Odanın kapısı açıktı. Kağıt yığını, hala ortadaydı, Therese esintiden kapanmasın diye, kapı ile pervaz arasına halının kabarık bir yerini sıkıştırdı. Sonra mutfağa döndü; sağ elinde faraş ve süpürgeyle, tuvalet arabasının bildik sesini beklemeye koyuldu. Bu sabah sabırsızlığı o derecedeydi ki, elinden gelse arabayı almaya kendi gidecekti. Sonunda araba duvara çarpınca, kendini unutup her zamanki gibi: "Kalktınız mı?" diye seslendi. Arabayı mutfağa çektikten sonra, biraz öncesinden daha da eğik, sürünürcesine kitaplığa yollandı. Faraşla süpürgeyi yere bıraktı. Ağır ağır aradaki odalardan geçip, Kien'in yattığı odanın eşiğine dek geldi. Her adımdan sonra duruyor, diğerinden daha az kullanılmış olan sağ kulağı ile sesleri duyabilmek için başını öteki yana çeviriyordu. Otuz metrelik yolu, ancak on dakikada alabildi; yaptığını bir delilik sayıyordu. Korkusu, merakına koşut olarak artıyordu. Hedefe vardığında nasıl davranacağını o ana dek bin kez kafasında canlandırmıştı. Kapının pervazına sımsıkı yapıştı. Yeni kolalanmış eteği aklına geldiğinde, artık çok geç olmuştu. Bir gözü ile durumu kuşbakışı görmeye çalıştı. Öbür gözü yedekte kaldığı sürece kendini güvenlik altında hissediyordu. Hem kendini göstermemeli, hem de odada olup bitenlerin hiçbirini gözden kaçırmamalıydı. Başka zamanlar hep kalçasına dayadığı için, dirsekten bükülmeye zorlanan sağ kolunu da hareketsiz bırakmaya çalıştı. Kien, kitaplarının önünde bir aşağı, bir yukarı geziniyor ve anlaşılmaz sesler çıkarıyordu. İçi boş çantayı kolunun altına sıkıştırmıştı. Durdu, bir an düşündü, sonra merdiveni getirip tırmandı. En üst raftan kitap çekti, sayfalarını karıştırdı ve çantasına koydu. Aşağı inince yine bir boy gezindi, durakladı, yerinden çıkmamakta direnen bir cildi çekiştirdi, kaşlarını çattı ve sonunda kitabı çıkarmayı başarınca, cildine kuvvetlice bir şaplak indirdi. Bu kitap da çantanın içinde kayboldu. Kien raflara döndü; dördü küçük, biri de büyük olmak üzere beş kitap daha seçti. Ansızın acele etmeye başlamıştı. Ağırlaşmış olan çanta ile merdivenin en üst basamağına çıktı ve ilk kitabı yerine koydu. Uzun bacakları çalışmasını güçleştiriyordu. Neredeyse düşecekti. 

Düşüp de bir yerine bir şey olduğu takdirde, o ne olduğunu anlayamadığı kötülüğün gizi de açığa çıkmadan kalacaktı. Therese'nin kolu, buyruğundan çıkarak yukarı kalktı ve sahibinin kulağından çekti. Kadın, iyice açılmış gözleriyle tehlikede olan efendisini izlemekteydi. Onun ayaklarının kalın halıya bastığını görünce rahat bir soluk aldı. Demek kitaplar, gerçekte bir aldatmacaydı. Asıl gerçek, şimdiden sonra ortaya çıkacaktı. Therese, kitaplığın her köşesini karış karış biliyordu. Ama kötülük insanı bin bir kurnazlığa sürüklerdi. Bunun haşhaşı vardı, morfini vardı, kokaini vardı -bunların tümünü bilmek kimin harcıydı ki? Therese, öyle kolay oyuna geleceklerden değildi. Aradığı giz kitapların arkasındaydı. Sözgelimi Kien neden hiçbir zaman odanın ortasından geçmiyordu? Merdivenin yanında dururken, tam karşısına rastlayan raflardan bir şey almak istediğinde, dosdoğru odayı geçip oraya gidecek yerde, diğer kitap raflarına sürünürcesine odayı dolanmayı yeğliyordu. Koltuğunun altındaki ağır çantayla birlikte uzun yolu seçiyordu. Aranılan giz kitapların arkasındaydı. Katiller cinayeti işledikleri yere dönerlerdi. Kien'in çantası, şimdi dolmuştu. İçine başka kitapların sığdırılması olanaksızdı, Therese, her gün tozunu aldığı çantayı biliyordu. İşte, ne olacaksa şimdi olacaktı. Herhalde saat daha yedi olmamıştı. Kien, yedide evden çıkardı. Ama saat daha yedi olmamıştı. Olmamalıydı! 

Therese kendinden emin ve küstah bir tavırla öne eğildi, kollarını beline dayadı, yamyassı kulaklarını dikti ve küçük gözlerini açgözlülükle açtı. Kien, çantayı iki yanından tutup yere, halının üstüne koymuştu. Yüzünde gurur vardı, öne doğru eğildi ve öyle kaldı. Ter içinde kalan Therese, tir tir titriyordu. Gözleri de yaşarmıştı. Demek giz, gerçekten halının altındaydı. Bu olasılığı daha en başta düşünmüştü. İnsan bazen ne denli aptal olabiliyordu; Kien doğruldu, kemiklerini takırdattı ve tükürdü. Ya da tükürmedi de, yalnızca "tamam" mı demişti? Elini çantaya uzattı, kitaplardan birini çıkarıp ağır ağır yerine yerleştirdi. Aynı hareketi çantadaki diğer kitaplar için yineledi. 

Therese bayılacak gibi oldu. Şeytan alsın böylesini, gizi de onun olsun! Hiç gülmeyen ve de tek sözcük konuşmayan o ciddi insan buydu demek, ha? Therese de ciddi ve çalışkandı; ama hiç böyle davranır mıydı? Böyle yapmaktansa, ellerini kesmeyi yeğlerdi. Oysa Kien, evinin işlerine bakan kadının önünde aptal durumuna düşürüyordu kendini. Üstelik bu adam, paralıydı, hem de çok paralıydı! Böylesine ancak hacir altına aldırmak yakışırdı. Ne yapıyordu parasını? Therese'nin yerinde bir başkası, bugünün o kanı bozuk genç kadınlarından biri olsaydı, Kien'in altındaki son yatak çarşafını bile çoktan çekip alırdı. Zaten doğru dürüst bir yatağı bile yoktu. Ya o kadar çok kitabı ne yapıyordu? Hepsini aynı zamanda okuyabilmesi, olanaksızdı. Therese'ye göre böylesine ancak deli denirdi. Yapılması gereken şey, parasını, dibine darı ekmeden elinden almak, sonra da kapının önüne bırakıvermekti. Ona evine dürüst ve saygıdeğer birini almanın ne demek olduğunu gösterecekti. Kien herkesi maskara yerine koyabileceğini sanıyordu. Ama Therese'ye kimse maskara gibi davranamazdı. Belki sekiz yıl boyunca alay ettirmişti kendisiyle; ama bundan sonra, hayır! Kien gezmeye giderken yanına almak üzere ikinci bir kitap takımı seçme işini tamamladığında, Therese'nin ilk anlarda duyduğu öfke de uçup gitmişti. Kien'in çıkmaya hazırlandığını anlayınca, kendine gelerek kağıt yığınının başına döndü ve faraşı gururla kağıtların içine daldırdı. Şimdi kendini daha önemli ve ilginç bir kişi olarak görüyordu. Kararını vermişti. Hayır, işinden ayrılmayacaktı. Ama Kien'in aklının başında olmadığını da anlamıştı. Bir şey öğrenmişti. Gördüğü şeyi değerlendirmesini bilirdi. Yaşamında gördükleri azdı. Kentin dışına hiç adım atmamıştı. Paraya acıdığından uzun gezintilere çıkmazdı. Yüzmeye gitmeyi, saygıdeğer bir kadına yakıştırmazdı. Hiçbir yeri bilmediğinden yolculuğa da çıkmazdı. Alışverişe gitme zorunluluğu olmasa, hep evde kalacaktı. Herkes birbirini kazıklamak peşindeydi. Fiyatlar her yıl yükseliyordu ve hiçbir şey eskiden olduğu gibi değildi. 




Elias Canetti (d. 25 Temmuz 1905 – ö. 14 Ağustos 1994), modernist romancı, oyun yazarı, anı ve kurgusal olmayan düzyazı yazarı. Eserlerini Almanca yazan Canetti, "geniş bir bakış açısı, fikir zenginliği ve sanatsal güç ile işaretlenmiş yazıları için" 1981 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı.


Bu bir romandır.
Ya kitabı alacaksınız ya da diğer bölümü okuyana dek bekleyeceksiniz.

Murat APAY 

Yorum Gönder

0 Yorumlar