SULUKULE VE ÇİNGENELERİ*
Süleyman Faruk GÖNCÜOĞLU
Şükriye Pınar YAVUZTÜRK
Öz İstanbul’un eğlence hayatında önemli bir yer tutan bu çingeneler kendilerini diğer çingenelerden ayrı bir kategoriye oturtmuşlardır. Özellikle saz çalmada, dans etmede, şarkı söylemede kısacası çengilik alanında saldıkları ün dolayısıyla bu ayrımın kendiliğinden belirdiği görülmektedir. Keza kendileri de bu farkı betimlemek amacıyla çingene isminden ziyade “Roman” olarak kendilerini tanımlamışlardır. Önceleri sur dışında ikâmet eden bu çingeneler 1826 yılından itibaren sur içine girmeye başlamış, Topkapı ile Edirnekapı arasına yerleşenler Sulukule Çingeneleri olarak tanınmışlardır. Yaşam tarzları, giyim kuşamları, şiveleriyle toplum içinde kendilerini hemen belli eden bu insanlar viraneye benzeyen yapılarda yaşamaktaydılar. Sulukule’de, Osmanlı tebaasından normal insanların yapmayacağı meslekleri icra edenler bulunsa da bu meslekler çengicilik kadar yoğun değildi. Bir zamanların rağbet gören eğlence anlayışı çengiciliğe, dolayısıyla Sulukule’ye gösterilen ilginin azalması 1850 yılından takiben başlayan ve 20. yüzyıl başlarından itibaren kendini iyice hissettiren batılı e ğlence tarzlarının Beyoğlu gibi semtlerde revaç bulmasıyla başlamıştır. Yakın dönemde çingenelerin evlerini eğlence mekânı olarak müşterilerine açmaları da 1990’lı yılların başında son bulmuştur. Ancak dönemin Emniyet Müdürü tarafından evlerinin kapattırılması bu mesleğe son vermemiş, bunların yer altına çekilmesine hatta çingenelerin fuhşa yönelmesine neden olmuştur. Günümüzde ise bu mahalle “Sulukule Dönüşüm Projesi” adı altında kaldırılmayı beklemektedir.
Eğlendiler eğlendiler sonra yerlerine göz diktiler. Murat Apay |
* Bu makale içerisinde yayınlanmak üzere verilmiş olan bu fotoğraflar ilk defa yayınlanacaktır. Negatifleri cam ve pozitif halde arşivimizde yer almaktadır.
Çingene İsmi ve Çingenelerin Göçüne Sebep Olan Sosyolojik Nedenler
Tarih sahnesine ilk çıkış yeri olarak kabul edilen Hint coğrafyasından ayrıldıklarından beri çeşitli milletlerle karşılaşmalarına karşın Hindistan’daki ataları ile benzerlik gösteren ender topluluklardan birisidir çingeneler.
Hint kökenli bu topluluklara1 gittikleri yerlerde, geldikleri yere izafeten çeşitli isimler verilmiş, Türkiye’de ise çingene veya kıptî2 olarak adlandırılmışlardır.
1 Andreas Tietze, Tarihi Ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugati, I, (2002), 519.
2 Yunanca bir kelime olan aigyptos'tan gelmiştir. Aigyptos da eski Mısır'ın başkenti olan hikaptah kelimesinin bir türevidir. Günümüzde "kıpt"i kelimesi Hristiyan Mısırlılar'ı tarif etmekle beraber Eski Mısır dilini de (Kıptice) belirler. Osmanlı dönemi içerisinde “Kıptî” kelimesi Çingeneleri ifade etmede de kullanılmıştır.
Türkçeye has bir kelime olan “çingene” yahut “çingâne” kelimesi bu topluluklara yaptıkları işe nazaran verilmiştir. Kelime “Çeng” ya da “çengi” ile “gan” kelimelerinin terkibinden oluşturulmuştur. “Çeng”, dik tutularak çalınan ve arp’a benzeyen bir tür müzik aleti olup çengi, bu sazı çalan veya oyun oynayan kızlara denilmektedir. “Gan” ise kelimenin sonuna gelerek eklendiği kelimeyi çoğul yapmakta kullanılan Farsça bir ektir. Bu iki kelimenin birleştirilmesinden meydana gelen çengi-gan/çengi-gane; çengilik, çengicilik ya da çengiler anlamına gelmektedir. Dansöz kız ve kadınlar bu isimle adlandırılırken erkek oyuncu ve dansörlere de köçek ismi verilmekteydi3. Ayrıca çingene kelimesinin halk dilinde oyun, eğlence, çalgı, dans gibi anlamları taşıdığı da bilinmektedir4.
Çingene isminin yanı sıra bu topluluklar için kullanılan bir diğer niteleyici isim “Kıptî”dir. Osmanlı’nın yönetimde diğer etnik unsurlardan ayrı tuttuğu5 göçebe, yarı göçebe yahut yerleşik olarak, imparatorluk sınırları dâhilinde yaşayan bu halka Mısır’dan geldiği kabulünden yola çıkılarak Kıptî ismi verilmiştir6.
Osmanlı’da Kıptî ismi verilen çingenelerin, kökenleri üzerine tartışmalar sona ermiş değildir. Kaynaklara göre bu topluluk Hindistan’da bulunan “zott” isimli kavimlere dayanmaktadır.
3 Sadi Yaver Ataman, Türk İstanbul, İstanbul 1997, 269; Reşat Ekrem Koçu her ne kadar erkek dansözlere çengi denildiğini kaydetse de küçük yaştaki erkek dansözlere köçek, çingene kızlarına çengi ismi verilmekteydi. Bkz. Reşat Ekrem Koçu, Tarihte İstanbul Esnafı, İstanbul 2003, 39.
4 Ali Rafet Özkan, Türkiye Çingeneleri, Ankara 2000, 8; Ali Rafet Özkan, Türkiye ve Avrupa’nın pek çok yerinde Kıptî olarak adlandırılan bu toplulukların geldikleri yeri yani Mısır’ı göstermemektedir. Özkan’a göre, bu ismi taşımalarının sebebi çingenelerin Küçük Mısır olarak bilinen Mathoni isimli bir tepede konaklamaları ve buradan dünyaya yayılmalarıdır. Reşat Ekrem Koçu, a.g.e., 39; Çingene kelimesi için Hüseyin Namık Orkun farklı bir açıklama getirmektedir. Orkun’a göre çingene dilinde “çingar” gürültü patırtı demektir. Bu kelime bizim argomuzda da vardır. Bkz. Hüseyin Namık Orkun, “Çingenelere Dair”, Resimli Tarih Mecmuası, III/33, (1952), 1735.
5 Çingenelerin de gayrimüslimler gibi cizye vergisi ödemelerine rağmen bu topluluğun vergileri aynı fon adı altında toplanmamış, Maden Mukatası Kalemi dâhilinde alınmıştır. Bkz. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi, İstanbul 2000, 172-302.
6 Kıptî kelimesi Mısır’da yaşayan Hristiyan halkın genel ismi olduğu gibi, göç yolu Mısır’dan geçen çingeneler için de kullanılmıştır. Klasik dönem yazarlarından biri olan Sudi’nin, Hafız Şerhinde, İran’da bulunan Luli isimli çingene bir kavimden kıptî olarak bahsetmesi, çingenelerin Mısır üzerinden göç ettiklerinin kabulünü göstermektedir. Bkz. Sudi-i Bosnavi, Şerh-i Divan-ı Hafız, Topkapı Sarayı koğuşlar kısmı, yazma nüsha, vr. no: 15a/13,16; 44a/6,7., istinsah tarihi: 1599; (isim yok)“Kıptîler”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXV., (2002), 424-426.
Esasen çingeneler ve kökenleri hakkında yapılan filolojik araştırmalar, bunların Hindistan’dan İran’a gönderildikleri ve buradan batıya doğru hareket ettikleri yönündedir. Ancak araştırmalardaki bulgular henüz netlik kazanmamıştır7. Yazılı kültürleri bulunmayan dolayısıyla doğrudan verilere ulaşılamayan çingenelerin tarihi hakkında dil karşılaştırmaları ile antropolojik ve etnolojik çalışmalarla desteklenen araştırmalar yapılmış ve bu araştırmalar neticesinde çingenelerin Hindistan kökenli oldukları kanaatine varılmıştır.
Farklı medeniyetlerin hakimiyeti altına giren ve pek tabii olarak bağlı bulundukları medeniyetten etkilenen çingeneler, saf Hint özelliklerini kaybetmişlerse de yüzyıllar sonra bile dünyanın çeşitli bölgelerinde hala belli başlı özelliklerini korumakta, bu sayede diğer milletlerden kolaylıkla ayrılmaktadırlar8.
Tüm halklarda göç vak’aları merkezi idarenin emri doğrultusunda gerçekleşebileceği gibi, bölgedeki özel maddi-manevi baskılar da bu tutumda etkili olabilmektedir. Konumuzu teşkil eden çingenelerin Hindistan’dan göçleri hakkında da çeşitli görüşler öne sürülmektedir. Bunlardan biri “İran kralı Behram Gur’un, tebasını eğlendirmek amacıyla Hint padişahından ud çalmada usta, erkek ve kadın çalgıcılardan oluşan yaklaşık 12 bin Lûri9 gönderme isteği” hakkında olup diğeri
7 Angus Fraser, Avrupa Halkları Çingeneler, İstanbul 2005, 39.
8 Ali Rafet Özkan, a.g.e., 12.
9 Çingene Mitolojisinde, kavim için Lûri ve Luli isimlerinin ikisinin de kullanıldığını görülmektedir. Bkz., Hermann Berger, Çingene Mitolojisi, Ankara 2000, 6.; Sûdi ise Şerh-i Divan-ı Hafız isimli eserinde de İran’da bulunan çingene bir kavimden lûli olarak bahsetmektedir. lûlî : “Lûlî ‘Acemün karaçı (çingene) kısmı ki Şîrâz’la Isfahân beyninde konar göçer.” 44a/6,7. Lûlîyân : “Lûlîyân lûlînün cem‘idür ‘Acemde bir tâ’ifedür kara gözlü ve kara kaşlu siyâh çerde olurlar ve cemî‘si sâzende ve gûyende olurlar, birisiyle biz üç yıl mikdârı ihtilât eyledük. Tokat şehrinde te’ehhül eylemiş idi. Sarfî tahallüs ider şâ‘ir idi. Lûlû vâv-ı asliyye ile kırçı gözlü ve cem‘i lûliyân gelür diyen bilmezmiş.” 15a/13-16. Sudi-i Bosnavi, a.g.e., vr. no: 15a/13,16; 44a/6,7., istinsah tarihi: 1599. Ersu Pekin çingenelerle ilgili makalesinde Luri isminin çeşitli anlamlarını şu şekilde sıralamaktadır: Mütercim Âsım’ın Burhân-ı Katı çevirisinde lurinin cüzzam hastalığına verilen ad olduğu, ayrıca utanmaz, hayasız anlamını taşıdığı, üçüncü olarak Kavlî de denilen bir oymak ve ulusun adı olduğu belirtilir. Kapılarda, köşebaşlarında, kayıklarda ilahiler okuyarak dilenen kimselere de denirmiş. Burhân-ı Katı’nın verdiği son anlam şaşırtıcıdır: Zarif, latif, nazik. Fehreng-i Ziya’da anı anlamlar verilirken şiirde luli ve luri şeklinde kullanılır diye özellikle belirtilmiş. Genellikle erkekleri eşkiyalık, kadınları köçekçilikle meşgul imiş. İran’da çingenelere luli denilir; iffetsiz, şen, tatlı, çalgıcı, hafif meşrep kadın anlamındadır. Bkz. Ersu Pekin, “Müzik Bir Çingene Sanatıydı; Ama...”, Metin And’a Armağan, İstanbul 2007, 378.
“Kuzey Hindistan’da yaşayan Luri isimli dansçı ve oyunculardan oluşan bu kavmin Miladi 415-500 yılları arasında Akhunlar’ın baskısından kaçarak İran’a sığındıkları” şeklindedir. Genel kanaat ise 5. ve 11. yüzyıllar arasında farklı zamanlardaki göçlerin Hindistan’dan İran’a ve buradan batı ve güney olmak üzere iki güzergâhta gerçekleştiği üzerinde yoğunlaşmaktadır10.
Tarihsel kaynaklardan halk hikayeleri, destanlar ve mitlerin subjektiviteleri yüksek olmasına rağmen, bunlar dikkatle okunması gereken son derece önemli verilerdir. Yazılı tarihleri olmayan çingenelerin kendi aralarında söylenegelen hikayelerine kulak verildiğinde ‘toplumdan dışlanmaları ve devamlı göç etmelerini atalarının işlemiş olduğu bir suça’ atfettikleri görülür. Bu suç yani aile içi bir cinsel ilişki sebebiyle, kavim lideri ve taraftarları bu topluluğu “Sonsuza dek yeryüzünde dolaşıp dursunlar, geceledikleri bir yerde ikinci kez konaklamasınlar, su içtikleri bir kaynaktan bir ikinci kez içmesinler, bir yıl içinde aynı nehirden iki defa geçmesinler”11 diyerek korkunç bir biçimde lanetlemiştir.
Çingenelerle ilgili bir diğer mitoloji ise yine farklı bir lanetlenme hikayesine dayanır. Bu defaki lanetin sebebi, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinde kullanılan çivilerin çingeneler tarafından imal edilmesidir. Bu eylemden dolayı Tanrı, yazıyı bütün insanlara bahşederken bir tek çingene halkından esirgemiştir12. Sözü edilen mit, çingenelerin yazılı bir kültür oluşturamadıklarına cevap teşkil eder gibi görünse de bu doyurucu bir açıklama değildir. Bunu çingenelerin hayat felsefesindeki tarihsizlik anlayışlarında aramak gerekir. Melih Duygulu’nun ifadesine göre çingene yalnızca gününü, anını düşündüğü, geçmişe bakarak kendini tanımlamadığı, geçmişten gelecek için çıkarımlar yapma ihtiyacını hissetmediğinden çingene için dünün ve yarının anlamı yoktur13, dolayısıyla anı yaşayan çingenenin tarih bilincine sahip olmak ve tarihi kalıntı bırakmak gibi bir meselesi de olmamıştır.
10 Ali Rafet Özkan, a.g.e., 13; Andreas Tietze, a.g.e., I, 519.
11 Hermann Berger, a.g.e., 39.
12 Hermann Berger, a.g.e., 14.
13 Melih Duygulu, Türkiye’de Çingene Müziği, Batı Gurubu Romanlarında Müzik Kültürü, İstanbul 2006, 16. Aleksandr Puşkin, Çingenelerin yaşam tarzlarını şiirlerinden birisinde şu şekilde dile getirmektedir:
“Bağırtı, çağırtı, bilindik çingene şarkıları, Homurtusu ayının, zincirlerinin İç daraltan şarkısı Göz alıcı urbaların alacası Çıplaklığı çocukların ve yaşlıların Ürmeleri köpeklerin, ulumaları, Tulum sesleri, arabaların gıcırtısı, Sefil, yabanıl, her şey başına buyruk Her şey kıvıl kıvıl, canlı öylesine, Öylesine yabancı dingin rahatsızlığımıza, Öylesine yabancı ve anlamsız Köle şarkıları gibi tek düze yaşantımıza.” Bkz. Aleksandr Puşkin, Çingeneler, Ankara 1990, 16
Sapkın bir mezhep olarak tanımlanan Atsingonos14 inancına sahip Çingenelerin Hindistan coğrafyasından çıkarak Anadolu’ya gelişleri Türklerin de Orta Asya’dan gelmesi ile eş zamanlı gibi görünmektedir. Orkun’un deyimiyle “buçuk bir kavim” olan bu göçebe toplulukların Bizans sınırlarına girmeleri 9. yüzyılın başlarına rastlamaktadır. Bizans’ta Miladi 803 yılında meydana gelen bir ayaklanmanın bastırılması için Bizans İmparatoru Nikephoros I Grenik’e yardım eden bir gurup çingene Bizans topraklarında serbestçe dolaşma izni almışlardır15. Çingeneler imparatorluğun çeşitli yerlerine dağılmış bir kısmı boğaz yoluylaBizans’ın Avrupa yakasına geçerek Konstantinopolis’e kadar ilerlemiştir. Bizanslı bir tarihçi ise “Mısırlı çingene akrobatların” Miladi 1322 tarihinde Mısır yolu ile Konstantinopolis’e geldiklerine dikkat çekmektedir16. Ancak 15. yüzyılda çingenelerin Anadolu ve Rumeli’de yerleştikleri yerler hakkında –en azından şimdilik- bir kanıt bulunmaması bu toplulukların Kostantiniyye’ye ne zaman yerleştirildikleri sorusunu karanlıkta bırakmaktadır.
14 Oral Onur, Astigani isminin dokunulmayanlar kelimesinden kaynaklandığını söylemektedir. Bkz. Oral Onur, “Çingeneler”, Tarih ve Toplum Dergisi, XXIII/137, (1995 ), 273.
15 Donald Kenrick, Çingeneler, Ganj’dan Thames’e, İstanbul 2006, 47-49.
16 Ali Rafet Özkan, a.g.e., 15, 16.
Osmanlı Döneminde Çingeneler
Osmanlı Devleti’nde farklı bir statüde değerlendirilen çingeneler klasik Osmanlı toplum tabakalarını formüle eden “millet sistemi” içinde yer almamışlardır. Müslüman olduklarını söylemelerine rağmen edeben farklı davranmaları ve fesada bulaşmış olmaları onların bir millet vasfı içinde değerlendirilmesine engel olmaktaydı. Dolayısıyla ne müslüman ne de gayrimüslimlerle aynı konumda görülmeyen bu toplulukların diğer milletlerle bir arada oturmalarının önüne geçebilmek için ayrı iskân edilmeleri sağlanmıştır.
İlk kez 1520 yılında Rumeli’de çingeneler için ayrı bir sancak teşkil edilmiş, Osmanlı İmparatorluğu idari teşkilatlanmasında farklı bir konuma oturtulmuştur. 16. yüzyılda toprakların genişlemesi Kanuni döneminde yeni bir idari yapılanmayı gerekli kılmış Rumeli’de gerçekleştirilen taksimat neticesinde 26 sancak oluşturulmuştur. Bu 26 birim arasında yer alan Çingene Sancağı’nın hukuki, mali ve askeri işlerini düzenlemek amacıyla Kırkkilise (Kırklareli) merkez tayin edilmiştir. Ayrıca Eski Hisar-ı Sağra, Hayrabolu, Malkara, Döğenci-Eli, İncügez, Gümülcine, Yanbolu, Pınarhisar, Pravadi, Dimetoka, Ferecik, Keşan, İpsala ve Çorlu mıntıkaları ile İstanbul ve Rumeli Eyaleti’nde oturan diğer çingeneler de bu sancağa bağlanmışlardır17.
Vergi toplama sisteminde de devlet her millete kendilerini temsil eden bir memur gönderirken çingeneler için Mîr-i Kıptiyân isimli özel bir memur görevlendirmiştir. Bu memur çingenelerin cizye ve ispenç vergilerini toplamanın yanı s ıra devletle olan münasebetlerinde de aracı olurdu. Bir diğer ismi Çingene Beyi olan, genellikle sipahi ve silahtarlar arasından seçilen18 bu memur; Müslüman ve gayrimüslim diğer Osmanlı reayasından farklı olarak çingenelerden hane başına 22 akçe vergi alırdı. Ayrıca mücerred olarak tanımlanan evli olmayan erkek çingeneler de aynı vergi miktarını vermekle mükellefti. Arûsiye, cürüm, cinayet akçesi gibi tekâlif-i örfiye adı altında alınan vergilerde ise farklı bir tariflendirme söz konusu değildi19.
Evliya Çelebi’ye göre Fatih Sultan Mehmed’in Gümülcine ve Menteşe Sancağı’ndan getirerek İstanbul’a yerleştirdiği çingenelere Osmanlı yönetimi öteden beri Edirnekapı’da yer göstermiştir. 18. yüzyıl ortalarından itibaren ise şehrin iç kısımlarına sokulan çingeneler Fatih Camii yanlarındaki Saraçhane Çarşısı’nda çalışmak üzere büyük Karaman ve Dülger-zâde Mahalleleri’ndeki odalara yerleşmişlerdir. Ancak halkın rahatsız olması ve dile getirilen şikayetler üzerine çingenelerin yeniden eski yerlerine yani şehrin kenarına çıkarılması kararlaştırılmıştır. Zamanla Yenibahçe, Sulukule, Ayvansaray, Üsküdar, Kasımpaşa Semtleri’nde iskân edilen; Fatih Sultan Mehmed’in, İstanbul Kadısı Mahmud Efendi ve Şehir Zaimi Mahmud vasıtasıyla saydırdığı çingenelerin hane sayısı 31 olarak tespit edilmiştir.
17 İsmail Haşim Altınöz, “Osmanlı Toplumunda Çingeneler”, Tarih ve Toplum Dergisi, XXIII/137, (1995), 283. Yerleşim birimlerine bakıldığınıda nazar-ı dikkatimizi celb eden bir husus adı geçen yerlerin aynı zamanda yahudi yerleşim bölgeleri olduğudur. Bu bölgeler günümüzde de yaklaşık olarak çingenelerin yaşam alanlarını oluşturmaktadır. Yer yer asimile ve geleneksel bir çok özelliklerini yitirmiş olmalarına rağmen bölgesel mevcudiyetleri etkindir. Dini inanç ağırlık kazanmış bölgelerde ise yer yer tarihsel hakimiyetin bir mirası olarak Müslüman ve Hıristiyan inanç ve ritüelleri bu topluluklarda şeklen devam etmektedir.
18 Mehmet Zeki Pakalın, “Çingene Beyi”, Osmanlı Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, I., (1993), 374.
19 İsmail Haşim Altınöz, a.g.m., 283.
Hicri 1229/Miladi 1813-1814 yılının Muharrem ayında gerçekleştirilen nüfus sayımında 483 çingene, Hicri 1253/Miladi 1837-1838 sayımında ise 536 kıptı kaydı düşülmüştür20. 19. yüzyılın ikinci yarısındaki çingene nüfusu da Paspatis’e göre 140 haneyi bulmaktaydı21.
Edeben diğer milletlerden rahatlıkla ayırt edildiğini söylediğimiz çingeneler giyim tarzları ile de kedilerini ilk bakışta ele vermekteydiler. Görünüm itibariyle pejmürde bir hal sergileyen çingenelere rastlar rastlamaz hepsinin tanınacağını söyleyen Sermet Muhtar Alus aşağıdaki izlenimlerini şöyle ekliyor22;
“Sima, kıyafet, sesin tonu, eda, tavırlar aynıydı. Başta gelişigüzel yanlara sarkmış, kirden alaca bulaca delik deşik bir başörtüsü; arınma taranma görmediğinden zifiri kara kâküller, perçemler alaz taraz, arkada iki örgü saç, güneşten yanık tunç renginde yüz; eller kaşlar simsiyah, gözler fıldır fıldır, dişler inci. Sırtta kanarya sarısı, kavunî pembe, havaî mavi, filizî basmadan gömlek altında bol şalvar, ayakları çıplak.
Erkeklerin de şekil ve şemaili, kılığı birbirinin neredeyse aynıydı. Kafalarında ibiği püskülsüz, kalıplanmamaktan buruşuk, soluk, kenarı yağlı fes. Surat şişe yakın. Çiçek bozuğundan bıyıklar, traş kel, kül, yine bembeyaz taş gibi sağlam 32 diş. Tahta bezinden farksız mintan giyerler, göğüsten kasıklara kadar kulaçlar boyunca yün kuşak sararlar. Belden aşağısında giyile giyile muşambaya dönmüş pantolon veya potur, yalın ayak gezerlerdi”.
İstanbul’da özellikle serbest gezen ve alışveriş eden Kıptî kadınları dikkati çekmekteydi. Semt ve mahalleleri ayrı olan Kıptîler İstanbul’da Yeni Bahçe semtine bağlı olan Sulukule’nin dışında Balat civarında bulunan Ayvansaray, Üsküdar’da Selamsız ve Fener’de Lonca23 taraflarında yerleştirilmişlerdi. İstanbul’daki Kıptîlerin dini tercihleri Müslümanlıktı. Kıptî kadınların giydikleri elbiseler hemen hemen bir örnek olup renkleri ekseriya kırmızıydı veya kırmızıya yakın olan bir mintan giyerlerdi. Ağı uzun ve ayaklara kadar inen sarı bir şalvarın altında çorap ile yine sarı bir pabuç olurdu. Sırtlarına ise mavi renkle cübbe tarzında bir “gurde” giyerlerdi. Saçlarına taktıkları başörtü gelişigüzel bağlandığından toplanmayan saçları da görünürdü24.
20 Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, No: D. 9524, No: E. 750.
21 Tayyip Gökbilgin, “Çingeneler”, İslam Ansiklopedisi, IV., (1988), 425.
22 Sermet Muhtar Alus, “Eski İstanbul’da Çingeneler”, Tarih ve Toplum, XXIII./137, (1995), 20.
23 Yazar Lonca mahallesini Fener Semti’nde gösterse de bu mahalle Ayvansaray Semti’nde yer almaktadır.
24 Abdülaziz Bey, Osmanlı Adet Merasim ve Tabirleri, İstanbul 2002, 329, 330.
Çingeneler, iskân bakımından yerli halk ile karışmamalarına rağmen sosyal hayatta çok dışlanmış değillerdi. Hatta resmî törenlerde, seferlerde çingenelere de yer verilmesi imparatorluğun bir parçası olduğu kabulünün göstergesiydi.
Genellikle benzer meslekler çerçevesinde geçindikleri görülen çingeneler Avrupa’nın pek çok yerinde olduğu gibi Osmanlı’da da Hindistan’daki ata meslekleri olan oyunculuk ve dansçılık ile paralel işlerde çalışmışlardır. 1582 yılında Sultan III. Murad’ın torunu için düzenlediği dillere destan sünnet düğününü resmeden minyatürlerde, dans ve oyunculukla geçindikleri açıkça görülmektedir25. Bunun yanı s ıra süpürgeci, baca temizleyicisi ve demircilik meslekleri ile geçimlerini sağlayanlar olduğu gibi seferlere katılan çingeneler de orduda silah tamircisi veya müzisyen olarak bulunurdu26. Stratejik öneme sahip bu görevde yani silah ve cephane yapımında uzmanlaşmaları devletin bu konuda çingenelere duyduğu güveni göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Her ne kadar Müslüman olduklarını söyleseler de yaşadıkları bölgenin kültür ve sosyal yapısıyla bütünleşemeyen27 çingeneler için yöre müziği konusunda aynı durum söz konusu değidir. Oturdukları bölge halkının benimsediği müzik türünü kısa sürede algılayarak içselleştirir, şarkıyı üsluplarına göre yeniden yorumlama kabiliyetine sahiptirler. Kendi tarzlarında, müziğe canlılık katarak söyledikleri şarkı, kaydırma seslerden ve daha hızlı melodilerden oluşan bir dinleti haline gelir. Ancak tıpkı hayat felsefelerinde olduğu gibi müzikte de belli kurallar koymadıkları için müzikte iyi olmaları onların bu sanata vâkıf oldukları anlamına gelmez28.
Dışarıya kapalı bir topluluk olan çingeneler -Evliliklerinde dıştan evlenmeye hemen hiç rastlanmaz29- kendi aralarında da daima bir rekabet içindedirler. Her çingene gurubu kendisini diğerlerinden üstün görme eğilimindedir.
25 18 Eylül 1720 tarihli farklı bir sünnet düğününde ise 15 gün süren bu şenliklerde ikinci gün çingeneler tulumbacılarla gösterilerini sergilerlerdi. Bkz. Ergun Hiçyılmaz, Çengiler, Köçekler, Dönmeler, Lez’olar..., İstanbul 1991, 23.
26 Angus Fraser, a.g.e., 157.
27 Balkan coğrafyasında bir gurup yerleşik çingeneler Bektâşi dergâhlarına intisap etmişler. Bu zaman içinde hem kendi hayat tarzlarında hem de tekke yaşayış ve ritüellerinde değişikliklere sebep olmuştur. Bugün Bulgaristan’da Karaorman bölgesi ve çevre yerleşimlerinde gözlemleyebileceğimiz bu örneklerin yoğun bir gücü en son İstanbul’a 1989 yılında Bulgaristan’dan Türkiye’ye zorla göç ettirilen Türklerle beraber gönderilmiştir. Günümüzde Gaziosmanpaşa, Bayrampaşa ilçe sınırlarında ikâmet eden bu topluluklar yerleşik hayata geçmiş, tabiri caizse Bektaşi meşrep gözüken Türkçe’den başka bir dil bilmeyen insanlardır.
28 Melih Duygulu, “Türkiye Çingenelerinde Müzik”, Tarih ve Toplum, 137., (1995), 38
29 Melih Duygulu, a.g.e., 31.
Özellikle müzikle ilgilenenlerde bu durum kendisini daha belirgin gösterir. Müziği geçim kaynağı edinen çingeneler, göçebe ve farklı mesleklerle uğraşan çingeneleri küçümsedikleri gibi farklı bir statüde olduklarını kanıtlamak için kendilerini Roman veya Romaî olarak tanımlarlar. Böylelikle bir tür asalet ünvanı aldıklarına inanarak diğerlerini “Çerge Çingenesi”, “Şopar”, “Harmanlık Çingenesi”, Kara Mangolar” gibi isimlerle hor görürler30.
Osmanlı’da çengicilik ile dansözlük yalnızca çingenelerin mesleği olarak bilinirdi. Müzikte her ne kadar gayr-i nizami bir tutum sergilense de çengiler ve piyasa dansörleri belli bir eğitimden geçirilmekteydi. Kadınlardan oluşan kumpanyaya “kol” ismi verilirdi. Çengi kolları erkek köçeklerin de olduğu gibi Osmanlı esnaf teşkilatına bağlıydı. Bir çengi kolu; kolbaşı, muavin ve 12 oyuncudan meydana gelmekteydi31. Ayrıca sırça adı verilen 4 kişilik saz heyeti de keman, nakkare32 ve tef çalardı. Heyetten sorumlu kolbaşının evinde yani “meşkhane”de çengi işi öğrenmek isteyenlere dans ve müzik öğretilirdi33. Öz çalgıcı ve şarkıcı çingene kızları şalvar, yeldirme, entari; erkekleri ise diğerleri gibi potur giymez ceket, pantolon giyerdi34. Bunları yetiştiren ustalarına “kolbaşı” ismi verilirdi. Ayrıca kolbaşının bir de “yaşmak” isimli muavini olurdu. Bu muavin başına yaşmak35, ayaklarına sarı çizme giyer, eline de bir yelpaze alırdı36. Kolbaşı eğiteceği çengileri seçer uzun bir eğitime tabi tutardı. Düğün sahipleri tek tek çengilere değil kuvvetine göre çengisi bulunan kolbaşına başvurur onunla pazarlık ederdi37. Günlerce süren düğünlerin iki haftaya kadar uzadığı olur bu müddet zarfında kolbaşı ile çengileri düğün evinde kalırlardı. Rivayete göre; pervasız kadınlardan müteşekkil kolbaşıları gittikleri yerlerde ahlaksız muhabbetler kurarak eğlenmekten de geri durmazlardı. Tüm bunlara rağmen dans eden ve şarkı söyleyen her çingenenin bu işi profesyonelce yaptığı söylemek doğru olmaz.
30 Melih Duygulu, “Türkiye Çingenelerinde Müzik”, Tarih ve Toplum, 137., (1995), 38.
31 Sermet Muhtar Alus bir çengi kolunda iki veya daha fazla çengi olduğundan bahsetmektedir. Bkz. Sermet Muhtar Alus, İstanbul Yazıları, İstanbul 1994, 174.
32 Küçük davul, trampete benzeyen bu çalgıya “kudum” da denmektedir. Bkz. Mehmet Zeki Pakalın, “Nakkare”, a.g.s., II, (1993), 649.
33 Reşat Ekrem Koçu, a.g.e., 40-42.
34 Osmanl Cemal Kaygılı, Çingeneler, İstanbul 1972, 6.
35 Yaşmak; İslam kadınlarının sokakta ferace giydikleri zaman yüzlerine tutturdukları ince beyaz tülbentten örtüdür. İki parça olan yaşmağın bir parçası yukarıdan diğer parçası aşağıdan gelerek gözlerinin önünde bir aralık bırakır. Kapalı ve açık olarak iki çeşidi bulunan yaşmakların açık olanı ince tülbentten diğeri de kalın tülbentten yapılmıştır. Bkz. Reşat Ekrem Koçu, Türk Giyim Kuşam ve Süslenme Sözlüğü, Ankara 1967, 240.
36 Reşat Ekrem Koçu, a.g.e., 39, 40.
37 Çengi sayısı 3, 5 veya 8 kişilik olurdu.
Çingene müziğinin ön plana çıktığı yerler genellikle batı bölgelerinde olup İstanbul’da da belli başlı semtlerde icra edirdi38. Çingene müziğinin en canlı olduğu bu semtler arasında Sulukule de bulunmaktaydı.
Refik Ahmed Sevengil çengilerin giydikleri elbiseleri şöyle tasvir etmektedir39:
“Çengiler özel odalarda soyunup dökündükten sonra oyun giysisiyle genel eğlence odasına geçerlerdi. Oyun giysisi de oldukça göz alıcı idi. Genç ve güzel çengiler pırıl pırıl uzun saçlarını arkalarına salıverir, beyaz göğüslerini yarı yarıya açar, üstlerine tül gömlek, pullu kadifeden yelek, tennûre biçimi sırma saçaklı canfes eteklik, ayaklarına yumuşak oyun terliği giyerlerdi. Tül gömlek beyaz tenlerini saydam bir örtü arkasından çekici gösterir, pullu yelek ölçülü vücutların esneklik ve sınırlarını belirtir, göğüslerini meydana çıkarırdı. İnce ölçülere uygun bellerini sırma kemer takmak suretiyle süslerlerdi. Tennûre biçimi beli dar, etekleri oldukça geniş eteklik, çengi kadınlar salınıp dökündükçe açılır, ince yapılı ve ölçülü ayaklarını meydana çıkarırdı. Çengi kadınlar ikide bir özellikle ayaklarını kaldırır, nazlı bir edâ ile salına salına yürürlerdi.”
Eserlerini çalıp okuyan çingeneler cümbüş, kanun, klarnet, darbuka, çömlek, bango, zil gibi enstrümanlar da kullanmaktaydı. Anadolu çingenelerinin aksine “kaba zurna” denilen büyük boy zurnayı tercih ederlerdi. Davul-zurna takımları çift davul, çift zurna olmak üzere 4 kişiden oluşurdu. Zurnalardan biri tempo tutarken diğeri esas melodiyi çalardı. Yukarıda adı geçen sazlardan birkaçı bir araya geldiğinde ortaya çıkan takıma “ince saz” veya “ince saz takımı” ismi verilirdi40.
Müzisyenlikten başka çingenelerin geçindiği Ramazan davulculuğu doğal olarak ancak yılın belli dönemlerinde yapılmaktaydı. Ramazan davulcuları çoğunlukla iki kişiden oluşan bir ekip halinde çalışırdı. Biri boynuna ufak boy bir davul asar, diğeri eline cam bir fener alır davul41 e şliğinde mani okuyarak mahalleleri dolaşırlardı42. Seyyar satıcı olanlar ise evlerinde maşa, ızgara, ateş küreği, tahta küp kabağı, ufak yemek tablası, et tahtası, çamaşır kurutmaya yarayan çamaşır kafesi, seyyar küçük merdiven gibi eşyalar üretirler, bunları mahalleler arasında dolaşarak ve bu ürünlerin isimlerini bağırarak pazarlarlardı.
38 Diğer semtler Balat, Ayvansaray, Selamsız, Kasımpaşa ve Gaziosmanpaşa’daki Sarıgöl’dür. Melih Duygulu, a.g.e, 38.
39 Refik Ahmet Sevengil, İstanbul Nasıl Eğleniyordu, İstanbul 1985, 88-89.
40 Melih Duygulu, “Türkiye Çingenelerinde Müzik”, Tarih ve Toplum, (1995), 38, 39.
41 Evliya Çelebi davulcu çingenelerin Balat Şah Mahallesi’nde oturduklarını kaydetmektedir. Bkz. Evliya Çelebi, Evliya Çelebi Seyehatnâmesi: İstanbul, haz. Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, İstanbul 2004, 521.
42 Abdülaziz Bey, a.g.e., 258.
Kıptî kadınlar da çalışır genellikle fal bakar, topladıkları çiçekleri mahallelerde satardı43. Kimi Kıptî kadınları evlerine gelenlerden fal açma bahanesi ile iğfal edebildiği kadınları fuhuş yolunda sermaye olarak kullanır, bir kısmı da gençliklerinde dolaştıkları mahallelerde tanıdıkları kadınlar aracılığı ile kadın hamamlarında akşamları yer süpürür, müşterilerin ayakkabılarını silerek kaldırır ve giderken de kendilerine verirdi. Yine hamamlarda dışarıdan istenen şeyleri aldıkları gibi hamam ustası olanlara da rastlanırdı. Çengilik ve rakkaseliği ise genellikle eli yüzü düzgün, sesi güzel olanlar yapardı44.
Zaman zaman çıkarılan fermanlar çingeneler arasında geçimlerini kanunsuz işlerden sağlayan kadınların varlığını göstermektedir. Kanuni Sultan Süleyman’ın 1530 yılında yayımladığı ferman Konstantinopolis ve ülkenin diğer şehirlerindeki (Edirne, Sofya, Filibe) çingene kadınlarına hitab ediyordu. Sultan II. Mustafa da benzer bir düzenleme ile çingene kadınlarını bu ahlak dışı yaşamdan uzaklaştırmak istemiştir. Tarihçi Muhammed Giray’ın gözlemi ise “Müslüman kadınların giyimi ve davranışları ile ilgili katı düşüncelere hiçbir şekilde uymayan çingene kadınlarının fahişelik, erkeklerinin de kadın tacirliği” yaptığı yolundaydı45. Ancak bu sözlerin tüm imparatorluktakileri mi, Avrupa kıtasındaki çingeneleri mi yoksa Konstantinopolis’tekileri mi ifade ettiği açık değildir. Şüphesiz günümüze doğru daha net bilgilere ulaşabilmekteyiz. 19. yüzyılda bu anlamdaki bir düzenleme ise Karagümrük’te hicri 1303/miladi 1886’da bir meyhane46 ve hicri 1308/miladi 1891’de fuhuşhaneler ile bir meykedenin kapattırılması ile ilgilidir47.
Farklı toplumlarla iç içe yaşayan çingenelerin genetik özelliklerini büyük ölçüde muhafaza etmelerindeki en büyük etken dışarıdan evlilikleri onaylamamaları ve evlilik konusunda oldukça katı tutumlar sergilemeleridir. Osmanlılardaki Müslüman çingenelerin evlenme adetleri incelendiğinde diğer Müslümanlardan farklı olmadıkları görülür. Çingenelerde de çeyiz dizilir, hamama gidilir, düğün ve gerdek törenleri yapılırdı48.
43 Nikole Martinez’e göre, Küçük uğraşlar genellikle namusluca dilenmeye yaramıştır. Bu dilenme turlarında çocukların bakımını üstlenen kadınların giydiği paçavralar kendilerini acındırmaya yarar. Bkz. Nikole Martinez, Çingeneler, İstanbul 1994, 105.
44 Abdülaziz Bey, a.g.e., 330, 331.
45 Angus Fraser, a.g.e., 156.
46 BOA., İ.DH. (İrade Dahiliye), nr. 964/76233.
47 BOA. İDH., nr. 1202/94110.
48 Ayrıntılı çingene düğün ve çeyiz sergisi için bkz. Osman Ergin, “Çingene Çeyiz Gösterisi”, Türk Folkloru Araştırmaları, V/118, (1959), 1903-1905; Girizan Tunara, “Balat’ta Paşa Hamamında Çingene Düğünü”, Türk Folklor Araştırmaları, VI./143, (1961), 2441-2442; Emir kustirika’nın “Ak Kedi Kara Kedi”, “Çingeneler Zamanı” adlı filmlerinde de görüleceği üzere Balkan Coğrafyası’nda nahıl olmak üzere, önemli günler ve bayramlarda bayrak gezdirme geleneği başta olmak üzere bir çok Türk-İslam adeti çingeneler arasında avami bir şekilde de olsa yaşatılmaktadır.
Günlerce süren düğün eğlencelerine sık rastlamak mümkündü49. Aile içi ilişkilerinde ise anaerkil bir yapıya sahip olmalarına karşın, içinde bulundukları ataerkil toplumlar nedeniyle, anaerkil yasalarını olduğunca dışarıya karşı gizlemeye çalışmışlardır.50
Çingene mahallelerinin diğer mahallelere karıştırılmaması, bir nevi izolasyonu bu toplulukların dışarıya karşı dayanışma içinde oldukları anlamına gelmemektedir. Özellikle kadınlar arasında cereyan eden kavgalar dillere destandır. Çeşitli sebeplerden meydana gelen tartışmalar, kavgalar gösteriş ve böbürlenmeyle sonuçlanırdı. Hatta halk arasında bu çekişmeler seyirlik bir hal aldığından çingene kadınlara kavga çıkartmaları için para, çıkan sürtüşmeleri, kavgaları alevlendirmek için bahşiş verildiği de olurdu51.
Yalnız kavgalarda değil günlük konuşma tarzlarında da çingenelerin kendilerini hemen belli ettiğini Ahmet Mithad Efendi’den şu şekilde öğrenmekteyiz: “Çingene güzeli ne kadar şayan-ı prestij olsa da yılışınca, yahud edebsiz sözler söyleyince veya bir şey dilenmek için arsızlaşınca o güzellik zâil olur ve çingenelik meydana çıkar. Aslında sesi ne kadar latif ve tesirli de olsa, şarkı okurken ağzını yayar, sadâ da çingene sadâsı olur52”.
Eğlenceyi seven çingenelerin sık uğradıkları yerlerden birisi de Ethem Baba Türbesi’ydi. Burası dilekleri yerine gelen çingeneler tarafından ikinci kez ziyaret edilirdi. Dileği kabul olan çingene kadınları (yalnız kadınlar tarafından yapılırdı) karşılık olarak türbenin önünde göbek atarak oynardı53. Çingeneler de yerleşik ve göçebe olarak ikiye ayrılmaktaydı. İstanbul’da Edirnekapı ve Topkapı arasındaki sur dibinde “Sulukule” isimli bölgedeki çingeneler yerleşik olanlardı54 ve burada yoğun bir nüfus oluşturmaktaydı55.
49 Melih Duygulu, “Çingeneler”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, II., (1992), 514.
50 Hermann Berger, a.g.e., 40.
51 Melih Duygulu, “Çingeneler”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, II., (1992), 514.
52 Reşat Ekrem Koçu, “Çingene, Çingeneler”, İstanbul Ansiklopedisi, VII., (1975), 3989.
53 Melih Duygulu, a.g.e., 31.
54 Sermet Muhtar Alus, “Eski İstanbul’da Çingeneler”, Tarih ve Toplum, 137., (1995), 3031.
55 Jak Deleon, Balat ve Çevresi (İstanbul’un Fethi ve Haliç Semtleri), İstanbul 1997, 141.
Sulukule isminin kaynağını bir Sulukuleli şöyle tarif ediyor. “Eskiden aşağıda bir mağara vardı. Surların dibinde… O mağaradan su kaynardı. Mağaranın üzerinde de bir kule bulunuyordu. Su kaynayan kuleden esinlenerek buraya sulukule denilmiştir”56.
Bugünkü Anlamda Sulukule’nin Oluşumu
Yukarıda da belirtildiği üzere tarihi kayıtların yetersizliği, çingenelerin Konstantiniyye’ye yerleştirildikleri zaman dilimini karanlıkta bırakmaktadır. Evliya Çelebi’nin aktarımına göre; İstanbul çingeneleri Fatih Sultan Mehmed tarafından Gümülcine ve Menteşe Sancakları’ndan getirtilmiş ve bunlara Edirnekapı’da yer gösterilmiştir. Sur dışına yerleştirilen çingeneler 18. yüzyılda şehrin iç kısımlarına doğru sokulmuş Fatih Camii yanlarındaki büyük Karaman ve Dülger-zâde Mahalleleri’ndeki odalara yerleşmişlerdir. Bunun sebebi ise; Saraçhane esnafının bazı işlerini yapmaları, kalaycılık ve diğer benzer mesleklerini burada icra etmeleriydi. Ancak yoğun bir nüfusu ifade etmeseler de çingenelerin buradaki varlıkları halkı rahatsız etmiş, şikayetler üzerine eski yerlerine, şehrin kenarına çıkarılmışlardır57.
Asıl sur çevresine ve iç noktalara yerleşim; 1826 Vaka-i Hayriye sonrasında gerçekleşmiştir. Bilindiği üzere 1826’dan önce İstanbul sur içinin beşte ikisi Yeniçerilerin kontrolü ve yetkisindeydi. Aksaray’dan itibaren Topkapı ve Edirnekapı’nın da dahil olduğu alan tamamen Yeniçeriler tarafından kontrol edilmekteydi. Yeniçerilerin; ikâmet ettikleri ve talim alanı olarak denetim altında bulundurdukları kara surlarını, Yenibahçe çevresi ve bostanlarını terk etmesiyle sözü edilen yerlerin boş ve sahipsiz kalması üzerine sur dışında ikâmet eden çingeneler peyder pey sur içine taşınmaya başlamışlardır. Özellikle Kule-i Zemin denilen sur kulelerinin kullanım ve ikametgâha açık yerlerinin Yeniçerilerce terk edilmesi çingenelerin İstanbul sur içerisinde ilk kalıcı meskenlerini kurmaya başlamalarına imkan sağlamıştır. Bugün Sulukule olarak tanımladığımız Yenibahçe’nin üst tarafları (sur tarafı ve bugünkü Topkapı Semtine doğruki yamaçlar) ve Likos (Bayrampaşa) deresi çevresi 1826 Vaka-i Hayriye sonrası Suriçi’nde ilk çingene yerleşimleri yerleri olup bu dönemden itibaren çingeneler Yenibahçe, Sulukule, Ayvansaray Semtleri’nde kalıcı iskânı elde edeceklerdir.
56 Nazım Alpman, Başka Dünyanın İnsanları Çingeneler, İstanbul 1992, 14.
57 İstanbul’un yoğun çingene yerleşimleri; sur dışı bölgeleri olan: Çırpıcı Çayırı, Davutpaşa Kışlası çevresi, bugünkü Bayrampaşa, Eski Edirne yolu çevresi, Rami Kışlası çevresi, Sarıyer Büyükdere’ydi.
Çingeneler üzerine bir etüt çalışması gerçekleştirmiş olan Aleksandros Paspatis’in; 1870 tarihli adetlere değinilen sözlük ve gramer tarzındaki eserinde bahsi geçen çingene yerleşim yeri olarak Blahernai civarında “Çınar Çeşme” ismi ile anılmaktadır. Yine Paspatis’in 19. yüzyılın ikinci yarısında sur içindeki çingenelerin nüfusu hakkında verdiği “140 hane” rakamı bölgedeki yoğunluk hakkında az çok bilgi vermektedir58.
Günümüze ulaşamayan Sulukule Kapısı; Avarlar’ın şehre 625 yılında bu kapıdan hücum etmelerinden ötürü Avarlar Kapısı; Osmanlı kuşatmasında da saldırı yine bu kapıdan gerçekleştiği için Hücum Kapısı isimleriyle bilinmektedir59. Mahalle ve cadde de Sulukule Kapısı’na izafeten Sulukule Mahallesi ve Sulukule Caddesi isimlerini almıştır. Sulukule Caddesi aslında Vatan Caddesi'nin güney ve kuzey doğrultusundaki sur boyu ve sur dibi bir caddedir. Aynı cadde Edirnekapı'ya doğru Kaleboyu Caddesi adıyla devam eder60.
İstanbullular için pek makbul sayılmayan bu çingene mahallelerinin çevresindeki surlar ve bostan yerleri de gitmekten imtina edilen yerler arasındaydı. 19. yüzyılda bugünkü terminolojiyle varoş olarak adlandırabileceğimiz bu bölgedeki çingeneler olan Sulukule’nin yarı yerleşik çingenelerinden tam yerleşik bir düzene geçmek ve bu kimlikten sıyrılmak isteyenler 20. yüzyılın başlarından itibaren bugünkü Ayvansaray, Balat arasında bulunan Lonca Mevkii’lerine gitmişlerdir. Müslümanların yanı sıra Balat ve çevresinde Yahudi ve Hristiyanların varlığı buraya yerleşen çingeneler için bir nevi sınıf atlamaydı. Özellikle kullandıkları hamam Lonca Çingeneleri’ni diğerlerinden ayıran önemli bir ayrıcalıktı. Çünkü Sulukule Mahallesi’nin hemen yakınında yer alan Mihrimah Sultan Hamamı hiçbir tarihte çingenelere ait olmadığı gibi, müşteri dahi olsalar çingenelerin kullanımlarına izin verilmemiştir. Lonca’da ise, 1980 tarihinde Bedrettin Dalan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde gerçekleştirdiği yıkımlarına kadar ki yıllara değin, Balat sahilindeki “Belediye Hamamı” veya “Paşa Hamamı” isimli hamam mevcut olup, sadece Lonca Çingeneleri’nin kullanımına ait idi61. Bu da onlar, yani Lonca Çingeneleri’ni diğerlerinden ayıran önemli bir üstünlük göstergesiydi.
58 İlber Ortaylı, “Sulukule”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII., (1994), 70-71, Tayyip Gökbilgin, “Çingeneler”, İslam Ansiklopedisi, IV., (1988), 425.
59 Ahmet Muhtar Paşa, Feth-i Celil-i Kostantiniyye, İstanbul (tarihsiz), 154.
60 İlber Ortaylı, “Sulukule”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII., (1994), 70-71.
61 Şinasi Akbatu; Balat Hamam Notları, Nedret İşli Arşivi. (bu makalenin araştırmasında bizlere bu dokümanla yardımcı olan Necdet İşli’ye teşekkür ederiz); Ayvansaray, Molla Aşki Mahallesi’nin Paşa Hamamı Sokağı’nda bir hamam bulunmakta olup, sıklıkla çingeneler tarafından kullanıldığını Osman Ergin’in Türk Folklor Araştırmaları Dergisi’nde “Çingene Çeyizi Gösterisi” adlı makalesinden ayrı Girizan Tunara’nın aynı dergisinin başka bir sayısında “Balat’ta Paşa Hamamı’nda Çingene Düğünü” adlı makale-hatırasında bahsedilmektedir (Osman Ergin,” Çingene Çeyizi Gösterisi” Türk Folklor Araştırmaları, V., 118., (Mayıs 1959), 1903-1905; Girizan Tunara, “Balat’ta Paşa Hamamı’nda Çingene Düğünü”, VI., Türk Folklor Araştırmaları, 143., (Haziran 1961), 2441-2443.
Çingenelerin bir diğer özelliği kendilerine has çingene dilini bilmeleri idi. Osman Cemal Kaygılı, Çingeneler adlı eserinde, "Romanyol" denen bu dili yerleşik çingenelerin pek bilmediğini yazarken; Paspatis de yerleşik çingenelerin bu arada Sulukule'nin artık Romanyol dilini unuttuğunu kaydetmektedir62.
Lonca bölgesine yerleşen çingenelerin hayatındaki değişim, Sulukule’nin avamiyet ve salaşlığından kurtulmanın yanı s ıra yaşantılarına din olgusunun girmeye başlamasıdır. Sınırlı da olsa Lonca Çingeneleri’nin bir kısmı dinî tercihler yaparak bu doğrultuda yaşamayı tercih etmişler, tam yerleşik hayata geçişi sağlamışlardır. İstanbul’da Hristiyan çingeneler bu noktada oluşmaya başlamıştır. Şabat’ta ve bazı dini günlerde görev alarak Yahudiler yanında çalışan kimi çingeneler zamanla dini ve kültürel bir değişim yaşamışlardır. Hatta İsrail’in kurulmasından sonra Balat Yahudileri ile beraber bölgede ikâmet eden çingeneler den bir kısımda İsrail’e birer Yahudi olarak göç etmişlerdir63. Tarih içinde bu tür kültürel etkileşimlere, değişimlere Eremya Çelebi Kömürciyan’ın notlarında da rastlamaktayız. Yazarın Sulukule’nin Bayrampaşa Deresi çevresi devamı olan, Topkapı Mevkii’nde kaim 18. yüzyıl çingeneleri için “Ermeni Çingeneleri” ifadesini kullanmasını, diğerlerini ise yani bugünkü Sulukule ve civarı çingeneleri “Rum Çingeneleri” şeklinde tanımlamasını da bu doğrultuda okuyabiliriz64. Yahut öyle görme istidadında olmayı dönemin bir anlayışı olarak yorumlayabiliriz. Bu yüzyılın ortalarına kadar İstanbul'un Rum-Ortodoks inançtaki çingeneleri mevcudiyetlerini korumuş, bu dönemden itibaren zamanla farklı cemaatler içerisinde erimişlerse de Sulukule her zaman tıpkı Ayvansaray’ın Lonca Mahallesi gibi Müslüman olduğunu söyleyen çingenelerin yaşadığı bir mahalle olagelmiştir.
Çelebi Kömürciyan; esasında Sulukule civarı çingeneleri derken; Lonca Çingenelerini tanımlamaktadır. Çünkü, Topkapı Çingeneleri esasında bugünkü
62 İlber Ortaylı, “Sulukule”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII., (1994), 70-71; Alexandre G. Paspati, Etude sur les Tchinghianes ou Bohemiens de l'empire Ottoman, İstanbul 1870, 50-51.
63 İstanbul Şehri Kültür Tarihi Araştırmaları Merkezi, 2005 yılı Sözlü Tarih Çalışmaları.
64 Eremya Çelebi Kömürciyan, 18. Asırda İstanbul Tarihi, İstanbul 1952, 15, 23, 190. (Ermeni Çingenelerin Davutpaşa’da bir de mazarlıkları bulunmaktaydı)
İstanbul Çingene Kadını, 1900 yılı |
Vatan Caddesi’nin uzandığı vadi ve eteklerinde yani bugünkü anlamda da Topkapı Mevkii’sine doğru uzanan yer alan çingeneler Sulukule Çingenelerin asıl ikâmetgah alanı idi. Bugün bile Topkapı Semti Sınırları içerisindeki Topkapı Surları’nın paralelinde yer alan bir sokak ismi “Sulukule Sokak” olarak geçmektedir. İstanbul ile ilgili bu tür topografik tanımlama hatalarını bazı kaynak eserlerde görmek mümkün.
Sulukule’de çingenelerin geçim kaynaklarına bakıldığında en çok icra edilen mesleğin çalgıcılık ve çengilik olduğu görülür. Sulukule’nin bu halkı, geçen asırlarda da çalgıcı ve çengi olarak oyun kollarında yer almadan (bu gibi oyun kollarını Ayvansaray sakinleri oluştururdu), aynı bugünkü gibi, talep üzerine kiralanırlardı. Çengi faaliyeti 1857'de çıkarılan “Köçekliğin ilgasına dair kanun” kapsamına alınmasa da batı tarzı eğlencenin moda haline geldiği, varyete kızlarının revaç bulduğu yeni dönemde çengi kolları varlıklarını koruyamayıp dağılmıştır. Yine de çengicilik; dansözlük olarak günümüze kadar 'Çengane, Çingane' deyimiyle Sulukule'de varlığını sürdürmüştür. Şunu da belirtmek gerekir ki İstanbul'da aranan, becerikli sayılan ve müsrifçe yaşayan çingeneler, Ayvansaray Lonca Mahallesi'ndendi. Sulukule sakinleriyse geçen asırda onlara göre daha fakir bir hayat sürmekteydi65.
65 İlber Ortaylı, “Sulukule”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII., (1994), 70-71.
Topkapı ile Edirnekapı arasında Topkapı’ya yakın olan sur dibinde hayatlarını devam ettiren çingeneler 1918 yangınının vahameti sonrası buraları terk etmeyi bile düşünmemişlerdi. Şunu unutmamalıyız ki asıl Sulukule yerleşimi bugünkü Vatan Caddesi’nin olduğu alandaydı. Her daim yoğun bir çingene yerleşimine sahne olmuş Neslişah Camii’nin çevresi gibi Mihrimah Sultan Külliyesi’nin çevresi bugünkü yoğun çingene yerleşim alanları değildi. 1918 yangını sonrası cami çevresine doğru yayılmışlardır. 1918 yılı öncesine şöyle bir baktığımızda Karagümrük Semti’nin bugünkü Vatan Caddesi tarafı tamamen çingene yerleşimi olup, önemli bir çingene mahallesi idi. Cumhuriyete kadar ki dönemde bu mahallenin bir de çingene muhtarı ve muhtarlığı bile mevcut bulunmaktaydı. Mihrimah Sultan Camii Külliyesi ile Vefa Sarnıcı çevresi ise paşa konaklarının bulunduğu İstanbul aristokrasisinin yerleşim alanları idi. Ancak 1918 yangını bu özelliklerin ortadan kalkmasında büyük oranda etkili olmuş, yangın sonrasında bölgeye yerleşmeye başlayan çingeneler zamanla bir çingene mahallesi teşekkülüne neden olmuşlardır. Böylece çingeneler önemli bir yol güzergâhı üzerine çıkmış olsalar dahi 20. yüzyıl başında burada yoğun bir çingene mevcudiyetinden bahsedilemez. Bu noktada İstanbul sur içini kara yolu ile diğer bölgelere bağlayan önemli bir kavşak noktasının kontrolsüz bırakılmadığı düşünülebilir. Çingenelerin bir kısmı da Edirnekapısı’na doğru sur dışındaki barakalarda barınmaktaydı. Buradaki yarı yerleşik çingeneler; eski sur hendeklerinin dolgu alanlarında oluşturdukları bostanlarda sebze yetiştirmekteydi. Buna rağmen bu barakalarda yaşayan çingenelerin burada bir mahalle birimi oluşturdukları söylenemez66.
Hüseyin Rahmi Gürpınar da Hayattan Sayfalar isimli eserinin ilk bölümünde vakanın büyük harpten (1914-1918) önce geçtiğini belirterek beşinci bölümde çingenelerin oturduğu yerden, 1918 yılı öncesi yerleşim noktalarından şu şekilde bahsetmektedir: “Edirne kapısı’ndan çıkınız. Köşe başındaki kahvenin önünden sağa sapınız. Biraz yürüdükten sonra sur (kale) dibinde, duvar içinde bir katlı, boyasız, ahşap bir bina görürsünüz. Çoklukla burada kıpti (çingene) aileleri oturur. Bunun ağaçsız yeşilliksiz bir viraneye benzeyen bahçesinin kapısı açıktı ...”.67
Peki çingenelerin Edirnekapısı civarında ikâmet etmelerindeki ısrarcılıktaki asıl nedene gelecek olunursa; Edirnekapı ve devamında Karagümrük bölgesi İstanbul sur içinin tek kara ticaret ve gümrük noktası idi. Bu sebeple bu bölge ve çevresi küçük ölçekli birer sanayi ve geniş anlamda bir ticaret alanı idi. Durmadan ticaretin getirdiği bir hareketliliğin, popülasyonun yoğun yaşandığı bir nokta idi. Mihrimah Sultan Külliyesi’nin bugün mevcut olmayan akarlarından, Karagümrük Semti’nde sadece sokak isimleri olarak yaşayan ticarethaneler ile bir cazibe ve de tür türlü iş imkân alanı idi. Sulukule çingeneleri arasında yakın tarihlere kadar süre gelmiş olan kalaycılık ve dökümcülük mesleğinin imkân alanları ise burası idi. Gümrük alanında dönemin bu dönem ihtiyacının Sulukule Çingeneleri hizmet vermekte idi.
Bugün Sulukule Semti’nde bulunan, Ahmed Galib Paşa hayratından; Kaleboyu Caddesi üzerinde yer alan ve halen mevcut çeşme; dönemin sosyokültürel hayatı hakkında ayrı bir önem taşımaktadır. 10 Muharrem 1306/16 Eylül 1888'de yaptırılan bu çeşme; İstanbul’un sur çevresi ve sur içi ulaşımında önemli bir yol güzergâhı üzerinde inşa edilmiştir. Çeşmenin kitabesinden öğrendiğimize göre: "Saye-i Abdülhamid Han-ı sani-de su nazırı el-Hac Ahmed Galib Paşa'nın fıkara-i ahalinin ihtiyacına mahsus olmak ve sakalara müsaade olunmamak üzere fî-sebhîlullah inşa ettirildiğini" su satıcısı sakalar ile çeşme ahalisinin birbirinden ayrıldığını görmekteyiz.
66 Şinasi Akbatu, İstanbul Topografyası Üzerine Notlar, Necdet İşli Arşivi.
67 Hüseyin Rahmi Gürpınar, Hayattan Sayfalar, İstanbul 1970, 26.
Suriçi’nin önemli karayolu üzerindeki bu çeşme bölgenin sosyal durumu hakkında önemli ip uçları vermektedir.
Sulukule’nin eski yerleşiklerinden olan Selahattin Galaza ise kökenlerinin Konya’dan geldiğini bir kitapta okumuştur. Galaza, çingenelerin nereden geldiklerini masalsı bir üslupla ve hayalleri de zorlayacak şekilde şöyle anlatmaktadır:
“Bundan 41 sene evvel Kocamustafapaşa’da Kuşçular kahvesi vardı. O kahvenin sahibi çok yakınımdı, konuşurduk. Aynı zamanda camiye de o bakardı. Eline bir kitap geçmiş Sulukule hakkında. Kitabı bana verdi. Caminin kütüphanesininmiş. Ufak bir şey 10-15 sayfalık. Bak Selahattin, bunu okuyup geri getir dedi. Ben de madem tarihimizi anlatıyor, eski Türkçe olması lazım değil mi, dedim. Dediğine göre tercüme edilmiş. Okuyup verdim işte oradan biliyorum biraz nereden gelip nereye gittiğimizi. Kitaba göre Sulukule’ye Konya’dan göç etmişler. O zamanlar Samanoğulları ismi altındaymışız. Kitabı okuduğum zamandan 150, yani bugünden 200 sene evvel, İzmir’den Memduh adında bir çalgıcı, kız alarak Sulukule’ye yerleşiyor. Çalgıcılığı şarkı söylemeyi ondan öğrenmişiz. Çalgıcılığı ilk öğrenen kişiler Büyük Gülistan, Cin Ali, İbo isminde bir zurnacı yetişiyor semtimizden. Annesi Koko hanım İbo’nun. Kızları ise ünlü Safinaz oluyor. Neyse bu İbo ve çevresinde çalgıcılık, çengilik iyice gelişmiş. Bunlar saraya da girmişler çocukken. Padişah tahminime göre Abdülhamid olsa gerek, sarayda sünnet düğünü yapıyor. Söz ettiğim Koko nine de zamanında sarayda oynamış bir kadın. Düğüne çocuklarını da katmasını istiyorlar ondan. İbrahim, Şerafettin ve Yaşar adında üç oğlu var. İbrahim işte İbo, büyük zurnacı oluyor. Ötekiler ise çalgıcılık yapıyorlar büyüyünce. Ama bizim en büyük sanatçımız hanende büyük Safinaz’dır. Avrupalara, Arabistanlara gitmiş zamanında…”68.
68 Gökhan Akçura, Ivır Zıvır Tarihi, İstanbul 1991, 48, 49.
Bu cümleler esasında yerleşiklikle göçebelik arasında kendini tanımlama ve bu şekilde toplumda kendine bir yer edinme ve kabul ettirme çabalarının yazıya dökülmüş şeklidir.
İstanbul’da, geleneksel meslekleri olan, süpürgecilik, baca temizleyiciliği, müzisyen, dansçılık, ayı oynatıcılığı, demirciliğin yanı s ıra silah ve cephane yapımında uzmanlaşan çingenelerin varlığı da bilinmektedir. Bunu, devlet tarafından çingenelere olan güvenin bir göstergesi olarak algılamak mümkündür. Ayrıca çingenelerin her dönem cellatlık mesleğini icra ettikleri bilinmektedir. Ayı oynatıcılığı da yakın tarihlere kadar devam ettirilen bir geçim kaynağı olmuştur. Esasında yüzyılları aşan bu meslekle ilgili halen bir çalışma ortaya konulmamıştır. Osmanlı minyatürlerinde de görebileceğimiz ayı oynatıcılığının 1990’lı yılların başında devlet tarafından yasaklanması ile İstanbul’da icra edilen mesleklerden biri daha ortadan kalkmıştır. Çingenelerin elinden alınan ayıların Uludağ’a tabiata bırakılmaları ve mesleğin yasaklanmasının ne kadar doğru olduğu ayrı bir tartışma konusudur.
Yukarıda sözü edilen pek çok mesleğin yanı s ıra Sulukule’de özellikle müziğin ön plana çıktığı görülür. Çingenelerin ana vatanı Hindistan’dan eğlence amaçlı 12 bin kişinin İran’a gönderilmeleri onların bu konudaki yeteneklerini sergilemektedir. Her ne kadar farklı işlerde de çalışsalar, demircilik işinde usta da olsalar hepsinin ortak özelliği eğlence, oyun ve danstır. Ancak her çingene dansı profesyonellik derecesine götürmemiştir. Cumhuriyet dönemi ortalarına değin bu işte iyi olanlar Lonca Semti’nden sonra Sulukule’de yaşayanlardı. Eğlence sektörünün müzisyenleri Lonca’dan, ilerleyen tarihler de en iyi dansözler de Sulukule’den çıkmaktaydı. Dünya çapında tanınmış; 1970’li ve 1980’li yılların meşhur dansözlerinden Sema Yıldız69 gibi bir çok dansöz yetiştirmiş Sulukule’nin Bostan Sokağı’ndaki dernekte ilk sahneye çıkan bugünün Sibel Can’ları halen sınıf atlamaya çalışan dansöz kökenli şarkıcılardır. Bunun yanında Türkiye çapında bestekarları ile de öne çıkmaktadır. Müzisyenlerinin yoğunlukla yaşadığı bir yer olan Lonca'dan Klarnetçi İbrahim, Kemani Bülbül Salih, ve Kemani Memduh70,
69 Fatih, Karagümrük doğumludur. Sultan Mahallesi çocukluğunun geçtiği ilk dans etmesini öğrendiği yerdir. Birçok ünlü dansözün yetiştiği bu mahalle müzisyen sanatçıları ile de ünlü idi. Sema yıldız, 13 yaşında mahalleye gelen menejer Sadri Bey'le tanışır ve hayatı değişir. ailenin diğer fertlerinin çaldığı sazlar eşliğinde Sema Yıldız’ın ilk oryantal dansını görür ve çok beğenir. Sema'ya gruplar halinde Karamürsel Amerikan Üslerinde ve klüplerde çalışma teklif eder. Sema yılıdz kabul eder. Ve daha sonra Karamürsel, Çiğli, İncirlik, Amerikan Cluplerinde başlayan çalışmalarına Otellerde devam eder. Şimdi yıkılan Yeniköy Carlton, Tarabya, Yeşilköy Çınar, Çırağan Otelleri, Lido ve Galata Kulesinde uzun zaman çalışır. Türkiye’de 70-80 yıllarda tanınmış bir dansöz konumuna gelir.
70 Kemani: keman üstadı.
Türk Roman kemancısı Kemani Cemal gibi önemli Roman Müzisyenleri çıkmıştır.
Esasında Sulukule, gece eğlencelerinin mekânıydı. Erotizmin hakim olduğu dans öğesine fiziksel fuhuş olgusu karıştırılmazdı. “Göbek atmak” ya da atar gibi yapmak Sulukule geleneğinin en önemli temasıydı. İlber Ortaylı’nın ifadesiyle; “zira sur dibi bazı izbeler İstanbul'un gecekondu ortalamasının altında bir malzemeyle yapılan derme çatma, akarsuyu olmayan barınaklar” da gerçekleştirilen bu eğlence yerleri onların ikamet ettiği ve sanatlarını icra ettiği meskenlerdi. Niyaz-i Mısrî Sokağı'nın köşesini geçip güneye doğru yürüdükçe "Sivaslı Nazmiye'nin Yeri", "Erdoğan'ın Yeri" gibi eğlence evleri sıralanırdı. Bunların sahipleri çalgıcı ve çengi temin edererk ortam hazırlardı. Çınarlıbostan, Zuhuri Sokakları ve Neslişah Çıkmazı gibi sokakların halkı, genellikle bu eğlence işiyle uğraşan, muhtemelen yıkılan eski Sulukule evlerinin sakinleriydi. Fakat eski Sulukule'nin ahşap, fakir, rengârenk evleri burada görülmez71. Gündüzleri mesken, geceleri de eğlence yeri olarak kullanılan bu yerlerin 1993 yılı başında dönemin İstanbul Emniyet müdürü tarafından kapattırılması Sulukule’nin fuhuşa yönelmesine sebep olmuştur. Bunun sebebi artık gece eğlencelerinin bir nevi yer altına çekilmesi ile bu mesleğin sınırlı olarak yapılmasıydı. Dolayısıyla, gecelerden geçim sağlayamayanlar para kazanmak amacıyla fuhuşa yönelmişlerdir. Yıldızı parlamaya başlayan Beyoğlu ve diğer semtlerdeki izinli pavyon ve eğlence merkezlerine ilginin kayması ile Sulukule gözden düşmüş ve zamanla çöküntü alanı haline gelmiştir. Esasında buradaki eğlence sektörünün değişim geçirmesi ve akabinde bitişi 20. yüzyılın başlarından itibaren Beyoğlu gecelerinin daha da Avrupayi şekilde canlandırılması ve komünist devrimle beraber Beyaz Rusların Beyoğlu gecelerini renklendirmeleri ile başlamıştır. Bu bölge elit ve zengin esnaf kesimin pek rağbet etmediği işçi ve taşradan gelenlerin ilk uğrak yeri olmaya başlamıştır.
Geleneksel kalaycılık mesleğini icra ederlerken kullanılan malzemeler |
Eski Sulukule sakinlerinin bir kısmı; yıkıntı ile mesken arasındaki evlerinin çevresinde yani tarihi sur duvarlarının kuytu noktalarında kaçak at ve merkep kesimi de yapardı. Son 20 yıldır belediyenin takipleriyle kesimler önlenmişse de çingeneleri bu meslekten el çektiren asıl neden markalaşan bazı atölyelerde kesim işini bir dönem birilerinin kanunen yapmaları olmuştur.
Bugün Sulukule bünyesinde Neslişah Cami çevresindeki çingenelerin son otuz yıldır Kadirî ve Nakşî Tarike sahip İslamî cemaatler tarafından ıslah edilerek kısmî de olsa topluma kazandırma çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Bu konu ile ilgili İlber Ortaylı’nın tespitleri önemlidir: “Neslişah Camii civarında Kuruçınar, Sarmaşık, Küçükçeşme ve Çalı Sokakları’nda oturan ahali (yani bunlar, Neslişah Mahallesi'nin ikinci grubu ise) birinci gruptan tamamen farklı olup tesettürlüdür ve Fatih Semti’nde görülen yeni dini yaşam tarzını sürdürür. Bunlar eğlence sektörüne hizmet eden birinci grupla devamlı çekişme içindedirler. Yan yana sokaklarda yaşayan iki ayrı âlem açık bir şekilde göze çarpar. Birinci grubun kullandığı İstanbul'un otantik şivelerine (ağız) ikinci grupta rastlanmaz. Birinci grupta nüfus kâğıdı bile olmadığı için okula gidemeyen çocuklar ikinci grupta görülmez. İkinci grup, mahallenin -yanlış olarak- Sulukule diye adlandırılmasından şikâyetçidir.”
71 İlber Ortaylı, “Sulukule”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII., (1994), 70-71.
Sonuç Sonuç
olarak Sulukule çingeneleri hakkında şunu söyleyebiliriz ki, İstanbul’un eğlence hayatında önemli bir yer tutan bu çingeneler kendilerini diğer çingenelerden ayrı bir kategoriye oturtmuşlardır. Özellikle saz çalmada, dans etmede, şarkı söylemede kısacası çengilik alanında saldıkları ün dolayısıyla bu ayrımın kendiliğinden belirdiği görülmektedir. Keza kendileri de bu farkı betimlemek amacıyla çingene isminden ziyade “Roman” olarak kendilerini tanımlamışlardır. Önceleri sur dışında ikâmet eden bu çingeneler 1826 yılından itibaren sur içine girmeye başlamış, Topkapı ile Edirnekapı arasına yerleşenler Sulukule Çingeneleri olarak tanınmışlardır. Yaşam tarzları, giyim kuşamları, şiveleriyle toplum içinde kendilerini hemen belli eden bu insanlar viraneye benzeyen yapılarda yaşamaktaydılar. Sulukule’de, Osmanlı tebaasından normal tabakadaki insanların yapmayacağı meslekleri icra edenler bulunsa da bu meslekler çengicilik kadar yoğun değildi. Bir zamanların rağbet gören eğlence anlayışı çengiciliğe dolayısıyla Sulukule’ye gösterilen ilginin azalması 1850 yılından takiben başlayan ve 20. yüzyıl başlarından itibaren kendini iyice hissettiren batılı eğlence tarzlarının Beyoğlu gibi semtlerde revaç bulmasıyla başlamıştır. Yakın dönemde çingenelerin evlerini eğlence mekanı olarak müşterilerine açmaları da 1990’lı yılların başında son bulmuştur. Ancak dönemin Emniyet müdürü tarafından evlerinin kapattırılması bu mesleğe son vermemiş, bunların yer altına çekilmesine hatta çingenelerin fuhuşa yönelmesine neden olmuştur. Günümüzde ise bu mahalle “Sulukule Dönüşüm Projesi” adı altında kaldırılmayı beklemektedir.
Şurname-i Vehbi'de yer alan Çingeneler, 18. Yüzyıl |
0 Yorumlar