Yaşamın Kendisi


EŞSİZ GEZEGEN 

Ay'ın sabitleyici etkisi olmasaydı, Yerküre durmaya yüz tutmuş bir topaç gibi yalpalardı.  … Ama bu sonsuza dek böyle gitmeyecek.  …  Ay, yılda yaklaşık 4 santimetrelik bir hızla elimizden kaçıyor. …  

Şimdiyse, önceki bölümlerden hatırlayacağınız gibi, yaklaşık 4,5 milyar yıl önce Mars büyüklüğünde bir cismin Yerküre'ye çarptığına ve bu çarpışma sonucunda Ay'ı oluşturmaya yetecek miktarda maddenin moloz halinde uzaya saçıldığına inanıyoruz.  

… dinozorlar bir zamanlar bir meteor yüzünden yeryüzünden silinmeseydi mesela…  


Az çok gelişmiş, düşünen bir topluluk haline gelmek istiyorsanız, yeterince uzun istikrar dönemleri içeren çok uzun bir olaylar zincirinin doğru ucunda olmalısınız.  

… Astatin mesela, hemen hiç incelenmemiştir. Periyodik tabloda bir adı ve yeri vardır: Marie Curie'nin polonyumunun yanı başındadır. Ama başkaca hiçbir şeyi yok gibidir. … en ele geçirilmezi fransiyumdur. Fransiyum o kadar ender rastlanan bir elementtir ki gezegenimizin tamamının her zaman için yirmiden daha az fransiyum atomu içeriyor olabileceği düşünülmektedir.  

Romalılar’da şaraplarını kurşunla tatlandırırlardı. Eskisi kadar güçlü olmamalarının sebeplerinden biri de bu olsa gerek.   

Fizikçi Richard Feynman, aposteriori saptamalar hakkında şöyle bir espri yapardı: “Biliyor musunuz, bu akşam akıl almaz bir şey geldi başıma,” derdi. “Plakası ARW 357 olan bir araba gördüm. Düşünebiliyor musunuz ? Bu akşam eyaletteki onca plaka arasından o müstesna plakayı görme olasılığım ne kadardı  acaba ? İnanılır gibi değil doğrusu.” Anlatmak istediği elbette şuydu: Her olağan durumu olağanüstü göstermek kolaydır, yeter ki onu kaderin bir cilvesiymiş gibi düşünün. 

TROPOSFER VE ÖTESİ 

Atmosferin gazlı dolgusunun tamamı 4,5 metre kalınlığında koruyucu bir beton kalkanına eşittir. 

Tropopoz terimindeki poz eki geçici bir duraklamayı değil, tam bir duruşu ifade eder; menopozla aynı Yunanca kökten gelir. 

Güneş ışığı atomlara enerji verir. Onları hareketlendirir ve atomlar da hareketlendikleri zaman birbirlerine çarparak ısı açığa çıkarırlar. Bir yaz günü güneşin sıcaklığını sırtınızda hissettiğinizde, hissetmekte olduğunuz şey uyarılmış atomlardır aslında. Ne kadar yükseğe tırmanırsanız, havadaki molekül sayısı o kadar azalır, dolayısıyla aralarındaki çarpışmalar da seyrelir. 

O ekstra yarım tonluk basınç altında ezilmişlik hissetmemenizin sebebi vücudunuzun denizin derinliklerinde ezilmemesinin sebebiyle aynıdır: Vücudun büyük bölümü, basıncı geri iterek iç ve dış basınçları dengeleyen, sıkıştırılamaz sıvılardan oluşur.  

Küre etrafında her an 1.800, her gün, 40.000 kadar boran iş başındadır. Gece gündüz gezegenin her yanına her saniye aşağı yukarı yüz yıldırım düşer. Gökyüzü çok hareketli bir yerdir. 

Popüler tabiriyle “açık hava türbülansı” diye bilinen bir tür dalga hareketi uçak yolculuklarına renk katar.  

Havayı atmosferde dolaştıran süreç, gezegenin iç motoru çalıştıran süreçle aynıdır; konveksiyon (yani taşınım). Ekvator bölgelerinden yükselen nemli ve ılık hava tropopoz bariyerine çarpıp yayılır. Ekvatordan uzaklaşıp soğudukça, hızla alçalır. Dibe vurduğunda, çöken havanın bir kısmı kendine doldurabileceği alçak basınçlı bir alan arar ve yeniden ekvatora yönelerek çevrimi tamamlar. 

Güneş'ten gelen sıcaklık atmosfere eşitsiz dağıldığından, gezegen üstündeki hava basıncında farklılıklar doğar. … Rüzgar havanın denge sağlamaya çalışma yoludur. Hava, pek tabii ki, her zaman yüksek basınç bölgelerinden alçak basınç bölgelerine akar. … Basınçlar arasındaki fark ne kadar büyükse, rüzgar o kadar hızlı eser.  

Bir tropik kasırga, Britanya ya da Fransa gibi zengin, orta büyüklükte bir ülkenin bir yılda tükettiği elektrik miktarı kadar enerjiyi yirmi dört saat içinde açığa çıkarabilir.  

Yerküre, ekvatorda saatte 1.675 kilometrelik çevik bir hızla dönüyor olsa da, kutuplara yaklaştıkça dünyanın dönüş hızı hatırı sayılır ölçüde azalır:  … Demek ki ekvatora yaklaştıkça daha hızlı dönüyor olmalısınız. 

… bulutlar büyük su hazneleri değildir. Yeryüzündeki tatlı suların her an yalnızca yüzde 0,035 kadarı başımızın üstünde gezinir.  

Her sağanakta yere düşen su moleküllerinin yaklaşık yüzde 60'ı bir iki gün içinde atmosfere iade edilir. Buharlaştıktan sonra yağmur olarak geri dönene kadar gökyüzünde en fazla bir hafta Drury'ye göre on iki gün kalır. 

Akdeniz gibi büyük bir su kütlesi bile, sürekli olarak beslenmediği takdirde bir yıl içinde kurur. 

Denizler, muazzam miktarlarda karbonu emip çevremizden uzaklaştırarak güvenliğimizi sağlar. 

Dünya ikliminin istikrarlı ve serin kalmasını yaşama borçluyuz. … Dover Boğazı kıyılarındaki Beyaz Yalıyarlar gibi olağanüstü bir doğal oluşuma bakarken onların minik deniz organizmaların ölülerinden oluştuğunu düşünmek hayret vericidir, ama ne kadar çok karbona el koyarak biriktirdiklerini fark ettiğinizde hayretiniz daha da büyür. 

Atmosfere eklenip duran karbon atığının temizlenmesinde okyanuslar kadar ormanların da katkısı var.  

Doğal biyosferin emisyonlarımızın etkilerini tamponlamak suretiyle bizi korumayı kestiği ve hatta bu etkileri büyütmeye başladığı kritik bir eşik vardır. Küresel ısınmada kontrolsüz bir artış kaydedilmesinden korkuluyor. Bu durumda, uyum sağlayamayan pek çok ağaç ve bitki ölecek ve depoladığı karbonu çevreye salarak durumu daha da vahimleştirecek.  

DERYA DENİZ 

İnsanların bile yüzde 65'i sıvıdan ibarettir. 

Çoğu sıvı dondurulduğu zaman aşağı yukarı yüzde 10 oranında küçülür.  

Su, donmasına ramak kaldığında, asi, mucizevi ve son derece olanaksız bir davranış göstererek genişlemeye başlar. … Neyse ki su kimya kurallarından da fizik kanunlarından da haberi yokmuş gibi davranır. 

Yerküre'de 1,3 milyar kilometreküp su vardır ve olup olacağı bu kadardır. Sistem kapalı devre çalışır: Yani hiçbir şey eklenemez ve eksiltilemez. İçmekte olduğunuz su, dünya kurulalı beri devridaim halindedir. Okyanuslar şimdiki hacimlerine tahminen 3,8 milyar yıl önce kavuşmuştur.  

Dünya sularının yüzde 3'ünü oluşturan tatlı suların çoğu buz katmanları halindedir. Yalnızca az bir miktarı (yüzde 0,036'sı) göllerde, nehirlerde ve bentlerde bulunur. Daha da az bir kısmı (yalnızca yüzde 0,001'i) bulut ya da buhar halindedir. Gezegendeki buzların yaklaşık yüzde 90'ı Antarktika'da, geri kalanın çoğuysa Grönland'da dır. 

Pasifik'in batı yakası,Yerküre'nin kendi ekseni etrafındaki dönüşünün yarattığı merkezkaç kuvvetin bir sonucu olarak, yaklaşık yarım metre daha yüksektir.  

Keza, dünyanın, doğu yönündeki dönüşü de suyu okyanusun batı sınırlarına yığar.  

… 10.918 metreye inmek dört saatten az vakitlerini aldı. … insanoğlunun bu derinliğe ilk ve son inişiydi bu. 

Bakterilerse kendi enerji ve besinlerini bacalardan durmaksızın boşalan ve yüzey yaratıkları için son derece toksik olan hidrojen sülfürden alıyordu.  

Efsanevi dev mürekkep balığını ele alalım, dokunaçlarının uzunluğu 18 metreyi bulabilir. … Leşleri nedense genellikle Yeni Zelanda'nın South Island sahillerine vurur. Çok sayıda olmalılar, çünkü ispermeçet balinasının diyetinde esaslı bir yerleri var.  

YAŞAMIN DOĞUŞU 

1953'te, Chicago Üniversitesi'nde lisans üstü öğrenim gören Stanley Miller, küçük bir şişeye ilkel bir okyanusu temsilen biraz su, ikinci bir şişeye de Yerküre'nin ilk atmosferini temsilen metan, amonyak ve hidrojen gazlarından oluşan bir karışım koydu. Sonra bu iki şişeyi lastik hortumlarla birbirine bağlayıp, içlerine yıldırım niyetine elektrik kıvılcımları gönderdi. Birkaç gün sonra, şişelerdeki su, bol bol amino asit, şeker ve diğer organik bileşimler içeren yeşilimtırak bir bulamaca dönüşmüştü. “Şayet Tanrı bu işi böyle yapmadıysa,” diye gözlemledi Miller'ın sevinçten havalara uçan danışmanı Nobel ödüllü Harold Urey, “büyük fırsat kaçırmış demektir.” 

Sorun amino asit yaratmakta değil zaten. Sorun, protein yaratmakta. Proteinler amino asitlerin bir araya gelip dizilmesiyle oluşur ve insanların çok sayıda amino aside ihtiyacı vardır.  


Dünyada doğal yollarla oluştuğu bilinen amino asit sayısı aslında yirmi ikidir ve yenileri keşfedilmeyi bekliyor olabilir, ama insanın ve diğer canlı varlıklardan çoğunun oluşumu için bunlardan yalnızca yirmisine gerek vardır.  

Bir protein bu yapısal kompleksliğe ulaşmış olsa da, kendini çoğaltamadığı takdirde hiçbir işinize yaramaz ve proteinler kendilerini çoğaltamaz. Bunun için DNA'ya ihtiyacınız vardır.  … Proteinler DNA'sız var olamaz ve DNA da proteinsiz işe yaramaz.  

Yaşamın unsurları ancak besleyici ve korunaklı bir hücre içinde bir araya gelince yaşam adını verdiğimiz muhteşem dansa katılabilir. Zarı olmayan bir atom ilginç bir kimyasal maddeden başka hiçbir şey değildir.  

Ya proteinler ansızın oluvermediyse ? Ya evrimleştilerse ? 

Evet, proteinlerin kendiliğinden ve aynı anda oluştuğu ileri sürüldüğünde, Hoyle'ın ve aralarında birçok ateşli yaratılışçının da bulunduğu diğer bilim adamlarının itirazı, esas itibariyle bu olmuştu. … Kör Saatçi adlı yapıtında Richard Dawkins' in savunduğu gibi, amino asitlerin topaklar halinde bir araya gelmesini sağlayan birikimli bir tür seçme işlemi meydana gelmiş olmalı.  

Doğada bir sürü molekül bir araya gelerek polimerler denilen uzun zincirler oluşturur. Şekerler nişastalara dönüşme için boyuna birleşir. Kristallerin adeta canlıymış gibi yapabildiği bir dolu iş vardır: Kopyalanabilir, çevresel uyarılara karşılık verebilir, anlamlı bir komplekslik geliştirebilirler. … ama kendiliğinden oluşmuş sıralı dizilişlerin haddi hesabı yoktur: Kar tanelerinin büyüleyici simetrisinden tutun, Satürn'ün güzel halelerine kadar her şeyde bulabilirsiniz onları. 

Belçikalı biyokimyacı ve Nobel Ödülü sahibi Christian de Duve'nin sözleriyle, “maddenin olduğu yerde mutlaka yaşam da vardır, koşullar elverdiği takdirde yaşam kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktır.” 

Dawkins'in belirttiği gibi: “Canlı varlıkları oluşturan maddelerin özel olan hiçbir yanı yoktur. Canlı varlıklar da başka her şey gibi molekül topluluklarıdır.” 

Günümüzdeyse yaşamın 3,85 milyar yıl önce başladığı düşünülüyor, ama bu inanılmaz derecede erken bir tarih. Çünkü Yerküre'nin yüzeyi 3,9 milyar yıl öncesine kadar katılaşmamıştı bile. 

Lord Kelvin … 1871 gibi erken bir tarihte …  yaşamın tohumlarının dünyaya bir göktaşı tarafından atılmış olabileceğini ileri sürmüştü. 

Murchison meteoridinin 4,5 milyar yıllık olduğu ve tam yetmiş dört çeşit amino asitle bezeli olduğu saptandı.  


Bunlara benzer yeterince taşın elverişli bir yere, mesela Yerküre'ye düşmesi halinde, yaşam için gereken temel elementler sağlanmış olur.  

• Panspennia (yaşamın uzaydan geldiği görüşü) iki sorun içerir. 

Yaşamı başlatan olay her ne olursa olsun, yalnızca bir defa oldu.  

Hepimiz, neredeyse dört milyar yıldır nesilden nesile aktarılan tek bir genetik marifetin ürünüyüz.  

Arkeyen dünyasında yıldönümleri seyrek ve uzun aralıydı. İki milyar yıl boyunca bakteriyel organizmalar yegane yaşam formları oldu. Yaşadılar, ürediler, kümelendiler, ama daha meydan okuyucu bir varoluş düzeyine geçmeye hiç eğilim göstermediler.  … fotosentezi icat ettiler. 

1961' de, Avustralya'nın ıssız kuzeybatı kıyısındaki Shark Körfezi bölgesinde canlı bir stromatolit topluluğunun keşfi büyük şaşkınlık uyandırdı.  … Stromatolitler … dünyanın 3,5 milyar yıl önceki halinin canlı kalıntılarına bakıyor olmanın … Stromatolitler, iki milyar yıl içinde buna benzer küçük gayretlerle dünya atmosferindeki oksijen seviyesini yüzde 20'ye çıkararak, yaşam tarihinin bir sonraki ve daha kompleks safhasına zemin hazırladılar. 

KÜÇÜKLERİN DÜNYASI 

Onlara karşı tek silahımız olan antibiyotikleri bu kadar bol keseden harcamasaydık, bakterilerle baş etmekte çok daha başarılı olabilirdik. Dikkate değer bir tahmine göre gelişkin dünyada kullanılan antibiyotiklerin yüzde 70 kadarı düzenli olarak yemlerine katılmak suretiyle çiftlik hayvanlarına verilmektedir. 

ABD hastanelerinde yılda yaklaşık on dört bin kişi hastaneden kaptıkları enfeksiyonlar yüzünden ölüyor. … Başka pek çok hastalığın bakteriyel kökenli olabileceği keşfedileli beri, antibiyotikleri yerli yersiz kullanmanın ne korkunç bir hata olduğunu daha iyi anlamaya başladık.  

… kalp hastalığı, astım, artrit, multipl skleroz, birkaç zihinsel hastalık türü, birçok kanser, hatta obezite gibi tüm diğer hastalıklarda bakteriyel bir unsurun etkili olduğunu ya da pekala olabileceğini göstermiştir. 

Virüs, garip ve sevimsiz bir yaratıktır. … “kötü haberlerle çevrili bir parça nükleik asit”tir. Bakterilerden daha küçük ve daha basit yapıdaki virüsler kendi başlarına canlı değildir. İzole edildiklerinde atıl ve zararsızdırlar. Ama onları uygun bir konak organizmaya yerleştirdiğiniz an derhal faaliyete geçerler: Canlanırlar.  

1943’te elektron mikroskobunun icadına dek, … Çiçek hastalığı sırf yirminci yüzyılda tahminen 300 milyon insan öldürmüştür. 

Yeni ve inanılmaz biçimler alarak dünyayı kırıp geçirdikten sonra ortaya çıktıkları kadar çabuk yok olma kapasiteleri de tüyler ürpertici boyutlardadır. 1916'da 
 20 
yaşanan benzer bir vakada, … uyku hastalığı yüzünden  … On sene içinde hastalık beş milyon kadar insanı canından etti ve sonra sessiz sedasız yok oldu.  

Birinci Dünya Savaşı dört sene içinde 21 milyon insanın ölümüne sebep oldu; domuz gribiyse aynı işi meydana çıkışını izleyen dört ay içinde becerdi. Birinci Dünya Savaşında ölen Amerikalı askerlerin neredeyse yüzde 80'i düşman ateşi yüzünden değil, grip yüzünden can verdi. Bazı birliklerde zayiat yüzde 80'i buluyordu.  

Deer Island askeri cezaevinde gönüllü mahkumlar üzerinde testler yaptılar. … Bu testlere hunharlık demek az kalır. … gönüllü olan üç yüz adam arasından altmış ikisi doktorlar tarafından denek olarak seçildi. Hiçbiri gribi kapmadı, bir tanesi bile. Hastalanan tek kişi ceza evinin doktoru oldu, o da çabucak öldü. … mahkumlar doğal bir bağışıklık kazanmışlardı. 

1918'de yaşanan grip salgınının muallakta kalan ya da hiç anlaşılmayan pek çok yanı vardır.  … nasıl olup da ansızın her yerde, okyanuslarla, sıradağlarla ve diğer doğal engellerle ayrılmış topraklarda ortaya çıkmış olduğudur. Virüsler bir konak organizma dışında birkaç saatten fazla yaşayamaz.  

Olası cevap şudur: Yalnızca hafif semptomlar gösteren ya da hiç göstermeyen insanlar tarafından kuluçkaya yatırılmış ve yayılmıştı. 

Bu cevap 1918 salgınının yaygın dağılımını açıklamaya yeter, ama birkaç ay pusuya yattıktan sonra aşağı yukarı aynı anda her yerde patlak vermeyi nasıl başardığını açıklayamaz. … çoğu grip ölüme yol açmazken, 1918 gribi neden bu kadar gaddarca öldürücüydü ? Hala hiçbir fikrimiz yok. 

AIDS'in başlangıçta kimse tarafından tahmin edilmeyen uzunlukta bir süredir aramızda dolaştığını artık kesinkes biliyoruz. İngiltere'de ki Manchester Kraliyet Hastanesi araştırmacıları 1959'da tedavisi mümkün olmayan esrarengiz sebeplerden ötürü ölen bir denizcinin aslında AIDS'li olduğunu keşfettiler. Ama her nedense, izleyen yirmi sene süresince hastalık genel olarak pasif kaldı.  

HAYAT DEVAM EDİYOR 

Yaşam neredeyse dört milyar yıl boyunca belirgin hiçbir gayret göstermeksizin kompleksliğe doğru aheste aheste ilerlemiş, sonra aniden, beş ila on milyon yıl gibi kısacık bir zaman zarfında, bugün hala kullanımda olan temel vücut tasarımlarının hepsini birden üretivermişti. 

“Yaşam tarihi,” diye yazdı Gould, “toplu imhaları hayatta kalan birkaç soydaki farklılaşmaların izlediği bir öyküdür, durmaksızın artan bir mükemmeliyet, komplekslik ve çeşitlilik masalı değil.” Evrimsel başarı dedikleri şey, meğerse bir piyangoymuş. 

Birçok bilim adamı Gould'un kanaatlerine hiç katılmıyordu ve bu tavır yakında çok çirkin bir hal alacaktı. Kambriyen bağlamında “patlama” terimi, eski fizyolojik gerçeklerden ziyade modern galeyanlarla bağdaştırılır  olacaktı.  


Aslında kompleks organizmaların Kambriyen’den en az yüz milyon yıl önceden var olduğunu artık biliyoruz. ... Bu kayaçlar Kambriyen patlamadan da evvel oluşmuştu.  

Ediacara yaratıklarının hepsi de diploblastikti, yani iki doku katmanından oluşuyordu. Deniz anaları hariç, günümüzde bütün hayvanlar triploblastiktir. 

Bitkilerle hayvanlar arasındaki ayrım günümüzde bile her zaman çok net değildir. Mesela modern süngerler hayatlarını tek bir noktaya yapışık vaziyette geçirirler ve ne gözleri, ne beyinleri, ne de çarpan bir kalpleri vardır, ama onlar yine de hayvandır.  

“Saldırmakta olduğu görüşe, yani evrimin insanoğlu gibi bir zirveye doğru durmaksızın ilerlediği fikrine 50 yıldır kimsenin inandığı yok ki zaten,” diye köpürüyordu Dawkins. 

“İnsanoğlunun düzenli bir  gelişimin ürünü olduğu kadar, doğanın bir rastlantısı da olduğunu ister istemez kabulleniyorlar,” demişti.  

Dawkins, … “Bahçıvanın tekinin bir meşe ağacına bakıp hayretle şöyle düşünmesi kadar garip bir şeydir bu: ‘Bu ağacın yıllardır hiç yeni büyük dal vermemiş olması tuhaf değil mi ?’ Günümüzde yeni gelişimler sadece sürgün düzeyinde oluşuyor anlaşılan.”  

Farklı trilobit cinslerinin yerkürenin dört bir yanında, birbirinden çok ayrı noktalarda, aşağı yukarı aynı zamanlarda esrarengizce ortaya çıkmış olması özellikle düşündürücüydü. 

Çok daha uzak bir geçmişte soyu başlatan bir atalarının olması gerektiğini gösteren hiçbir kanıt bundan daha güçlü olamaz. 

“Kusursuzca işleyen, kompleks bir organizma olmak için ille de büyük olmak gerekmez.”  

“Kambriyen patlama diye tabir edilen olgu, yeni vücut tiplerinin aniden ortaya çıkışından ziyade, belki yalnızca vücut boyutlarındaki büyümeden ibaretti.” diyor Fortey.  … Memeliler nasıl yüz milyon yıl boyunca, dinozorlar yeryüzünden silinene dek doğru zamanı beklemiş ve sonra da görünüşe bakılırsa gezegenin dört bir yanında ansızın ortaya çıkıp çoğalmışsa, …  “Dinozorlar yok olduktan sonra memelilerin vücut boyutlarının çarpıcı bir hızla büyüdüğünü biliyoruz. Gerçi hız derken elbette jeolojik bağlamda bir hızı kastediyorum. Milyonlarca yıldan söz ediyoruz hala.” 

HER ŞEYE ELVEDA 

Liken yeryüzündeki gözle görülebilir organizmaların en dayanıklılarından biri sayılır, ama aynı zamanda en ihtirassızları arasındadır. … “İnorganik taşlar kendiliğinden canlı bitkilere dönüşüyor !”  


Likenler sihirli olmaktan ziyade ilginçti. Onlar aslında bir mantar-alg ortaklığıdır. … Zorlu ortamlarda serpilen çoğu canlı gibi, likenler de yavaş büyür.  

Yaşamın sırf olmuş olmak için olduğu düşüncesini göz ardı etmek kolaydır. Biz insanlar yaşamın mutlaka bir amacı olması gerektiğine inanmaya eğilimliyiz. … Ama bir liken için yaşam nedir ? Onun var olma dürtüsü de her yönüyle bizimkisi kadar güçlüdür, hatta belki daha da güçlü.  … Kısacası yaşam yalnızca var olmak ister. Ama ne ilginçtir ki çoğu zaman var olmak için yanıp tutuşmaz. 

Bu belki de biraz tuhaftır, çünkü yaşamın ihtiraslar geliştirmek için çok vakti olmuştur. 4,5 milyar yıllık Yerküre tarihinin tek bir normal dünyevi güne sığdırıldığını farz ederseniz, yaşam çok erken başlar: Sabah saat 4 gibi, ilk basit, tek hücreli organizmaların doğuşuyla birlikte. Ama sonra, takip eden on altı saat süresince hiçbir ilerleme göstermez. Akşam saat neredeyse 20:30'a, yani günün altıda beşi geride kalana dek, kıpırdak bir mikrop tabakasından başka evrene gösterebileceği hiçbir canlısı yoktur dünyanın. Derken, nihayet ilk deniz bitkileri belirir, bundan yirmi dakika sonra da ilk denizanaları ve Reginald Sprigg tarafından Avustralya'da keşfedilen esrarengiz Ediacara faunası ortaya çıkar. Saat 21:04'te trilobitler yüzerek sahne alır ve neredeyse hemen arkasından, Burgess Şeyli'nin endamlı yaratıkları boy gösterir. 22:00'den hemen evvel, karalarda bitkiler peyda olur. Az sonra, günün sona ermesine iki saatten az kala, ilk kara yaratıkları belirir.  

Havanın on dakikalığına ılık kalması sayesinde saat 22:24'e kadar bütün kömürlerimizi artıklarına borçlu olduğumuz büyük karbonifer ormanları yeryüzünü kaplar ve ilk kanatlı böcekler görülmeye başlanır. 23:00'ten hemen evvel dinozorlar sahne alıp; yaklaşık kırk beş dakikalığına saltanat sürer. Gece yarısına yirmi bir dakika kala yok olurlar ve memeliler çağı başlar. İnsanlar gece yarısına bir dakika on yedi saniye kala ortaya çıkarlar. Bu ölçekte, kayıtlı tarihimizin tamamı birkaç saniyeden uzun sürmeyecek, tek bir insan ömrü bir lahzayı zor dolduracaktır. Bu giderek hız kazanan gün boyunca, kıtalar pervasızca bir o yana bir bu yana kayıp çarpışır. Dağlar bir yükselip bir alçalır, okyanus tabanları bir gider bir gelir, buz katmanları bir ilerler bir çekilir. Ve bütün bunlar olup biterken, dakikada yaklaşık üç defa, gezegenin bir yerlerinde Manson'a düşen göktaşı büyüklüğünde, hatta ondan da büyük bir meteorun çarpışına alamet eden flaşlar patlayıp söner. Böyle insafsızca hırpalanan dirliksiz bir ortamda, herhangi bir şeyin canlı kalabilmesi mucizedir. Bunu uzun süre başarabilen çok fazla canlı da yoktur zaten.  

Bu 4,5 milyar yıllık tablonun son derece yeni bir parçası olduğumuzu kavramanın belki daha da etkili bir diğer yolu ise, kollarınızı iki yanınıza olabildiğince uzatıp elleriniz arasında kalan mesafenin bütün Yerküre tarihini temsil ettiğini düşünmektir. Bu ölçekte, Basin and Range (Havzalar ve Dağlar) adlı kitabın yazarı John McPhee'ye göre, bir elinizin parmak uçlarından öbür elinizin bileğine kadar olan mesafe Prekambriyen zamandır. Kompleks yaşamın tamamı tek bir elde toplanır, yani “orta kalınlıktaki bir tırnak törpüsüyle insanlık tarihinin kökünü kazımak mümkündür.” 


… gerçek şu ki, dünyadaki yaşamın son derece yerinde bir diğer özelliği daha vardır: Nesli tükenir. Bu böyle gelmiş, böyle gidecektir. Türler, bir araya gelip soylarını koruma yolunda verdikleri onca mücadeleye rağmen, dikkate değer bir rutinlikle dağılıp ölürler. 

… hem ot hem de et yiyen yeni bir yırtıcı hayvanın peyda oluşu denizlerde tedirginlik yaratıyordu. … Bu hayvan köpekbalığıydı.  

Bitkiler karalarda kolonileşme sürecine yaklaşık 450 milyon yıl önce başladı. Ölü organik maddelerin onlar adına parçalanıp yeniden kullanıma sokulması için ihtiyaç duydukları minik keneler ve diğer organizmalar da mecburen onlara eşlik etti. Daha büyük hayvanlar ortaya çıkmakta biraz gecikti, ama yaklaşık 400 milyon yıl öncesine gelindiğinde onlar da sudan çıkmayı göze almıştı.  … Oysa büyük ihtimalle, kuru karanın gözle görülebilir ilk seyyar sakinleri modern orman bitlerine daha çok benziyordu. Herhangi bir taşı ya da kütüğü kaldırdığınız zaman telaşla koşturduğunu göreceğiniz türden küçük böcekler, daha doğrusu kabuklulardı bunlar.   

• amfibyumlar: evrimin balıklarla sürüngenler arasındaki basamağı olan canlılar, su ortamından karaya geçen ilk omurgalılar, ikiyaşayışlılar. 

… oksijen-16 ve oksijen-18. (İzotopun ne olduğunu unuttuysanız ziyanı yok, ama ben yine de hatırlatayım: izotop anormal sayıda nötronu olan bir atomdur.) Jeokimyacılar işte bu noktada devreye girerler, çünkü izotoplar, yaratıldıkları dönemde atmosferde ne kadar oksijen ya da karbondioksit bulunduğuna bağlı olarak değişen hızlarla birikir. Jeokimyacılar bu eski oranları karşılaştırmak suretiyle eski dünyanın koşullarını, mesela oksijen düzeylerini, hava ve okyanus sıcaklıklarını, buzul çağlarının uzunluk ve zamanlamasını kurnazca okuyabilirler.  

Sarhoş edici oksijen düzeylerinin organizmalarda bedensel büyümeyi teşvik ettiği çok açıktır. Yüzeyde yaşayan hayvanların şimdiye dek bulunan en eski göstergesi, 350 milyon yıl önce İskoçya'daki bir kayaç üzerine kırkayağa benzer bir hayvan tarafından bırakılmış olan izdir.  

Etrafta böyle yaratıkların kol gezdiği düşünülürse, aynı dönemde böceklerin uzun dilli hayvanlara yem olmaktan kurtulmalarını sağlayabilecek bir hüner geliştirmeleri, uçmayı öğrenmeleri belki de şaşırtıcı değildir.  

Özellikle de, insanların ve dörtayaklılar (tetrapodlar) diye adlandırılan diğer yürüyen yaratıkların atası olduğu tahmin edilen türden saçak-yüzgeçli bir balığın peşindeydiler. 

Çoğu hayvan dörtayaklıdır ve tüm canlı dörtayaklıların ortak bir özelliği vardır: en fazla beşer parmaklı dört uzuv. Dinozorlar, balinalar, kuşlar, insanlar, hatta balıklar ... Hepsi de dörtayaklıdır, ki bu da onların tek bir ortak atadan türemiş olduklarının açık göstergesidir. 


Günümüzde erken dönemlerde yaşadığı bilinen üç tane dörtayaklı vardır ve hiçbirinin beş parmağı yoktur. Kısacası, nereden geldiğimiz hakkında pek bir fikir sahibi değiliz.    Karada yaşam başlayalı beri, canlılar kimilerince mega hanedanlar diye adlandırılan dört sülaleden teşekkül etmiştir. İlk mega hanedan, ilkel, hantal ama bazen oldukça iriyarı amfibyumlardan ve sürüngenlerden oluşuyordu. … Dimetrodon aslında bir sinapsitti. Yani evvel zaman içinde bir zaman, biz de öyleydik. Sinapsitler ilk sürüngen canlıların dört ana bölümünden biriydi; diğer bölümler anapsitler, öriapsitler ve diapsitlerdi. Bu isimler sahiplerinin kafataslarının yanlarında bulunan küçük deliklerin sayı ve konumuna işaret eder.  

Sinapsitler dört kola ayrıldı, ama Permiyen dönemi sağ salim atlatmayı bu kollardan yalnızca bir tanesi başardı. Ne mutlu ki, bu kol bizim ait olduğumuz koldu ve evrimleşerek ilk memelilerin terapsitler diye bilinen bir familyası haline geldi. Bunlar da 2. Mega hanedan'ı oluşturdu. 

Bu büyük dönüşümlerden her biri, o gün bugündür yaşanan daha küçük pek çok dönüşüm gibi, paradoksal önem arz eden şu ilerleme motoruna bağımlıydı: nesil tükenişine. Dünyada tür ölümünün kelimenin tam manasıyla bir yaşam şekli oluşu enteresan bir gerçektir. … gelmiş geçmiş tüm türlerin yüzde 99,99'u artık aramızda değil. … “tüm türlerin nesli tükenmiştir.” Kompleks organizmalar için bir türün ortalama ömrü yaklaşık dört milyon yıldan ibarettir: neredeyse şu ana kadarki yaşamışlığımız kadar.  

Nesil tükenişi kurbanlar için her zaman kötü haberdir elbette, ama görünüşe bakılırsa dinamik bir gezegen için iyi haberdir. “Nesil tükenişinin alternatifi durgunluktur ve durgunluk hiçbir aleme hayır getirmez.” (Burada nesil tükenişinden doğal, uzun vadeli bir süreç olarak bahsetmekte olduğumuza belki de dikkat çekmeliyim. İnsanların düşüncesizliği yüzünden oluşan nesil tükenişleri başlı başına ayrı bir meseledir.) 

Ama en fecisi yaklaşık 245 milyon yıl önce meydana gelen ve uzun bir dinozorlar çağını başlatan Permiyen tükenişi oldu. Permiyen dönemde, fosil kayıtlarında yer aldığı bilinen hayvanların en az yüzde 95'i kayıplara karıştı ve bir daha geri dönmedi. 

Toplam tür sayılarının onarımı uzun zaman alacaktı : bir hesaba göre 80 milyon yıl kadar. 

İki hususu aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. Birincisi, bunlar sadece konuya hakim kişilerin tahminlerinden ibaret. … Dahası, burada bireylerin değil, türlerin ölümünden bahsediyoruz.  

Atlar dahil otlak hayvanları, yaklaşık 5 milyon yıl önceki Hemfiliyen tükenişinde az kalsın yeryüzünden siliniyordu.  


Hemen her durumda, büyüklü küçüklü tüm nesil tükenişlerine yol açan sebebin ne olduğu konusunda şaşırtıcı derecede az fikir sahibiyiz.  … Tükenişlere sebep olduğu ya da katkıda bulunduğu tespit edilen en az iki düzine potansiyel suçlu vardır: küresel ısınma, küresel soğuma, değişen deniz seviyeleri, denizlerin oksijen tüketimi (anoksi diye bilinen durum), salgınlar, deniz tabanındaki çok büyük metan gazı sızıntıları, meteor ve kuyrukluyıldız çarpmaları, azgın tropik kasırgalar, korkunç volkan püskürüşleri, katastrofik güneş patlamaları. 

Bütün bunların bizi getirip bıraktığı nokta, bir araştırmacının da ifade ettiği gibi, “tonla varsayım ve çok az kanıt”tır.  

Bilim adamları mesela omurgalıların karaya çıkmasından önce meydana gelen Geç Devoniyen tükenişinin milyonlarca yıl ya da binlerce yıl mı sürdüğü, yoksa tek bir gün içinde mi olup bittiği konusunda uzlaşamazlar. 

Nesil tükenişlerine ikna edici açıklamalar getirmekte bu denli zorlanılmasının sebeplerinden biri de, yaşamı çok büyük bir ölçekte yok etmenin son derece zor oluşudur.  

O zamanlar var olan türlerin yüzde 70'ini yeryüzünden neyin sildiği sorusundan bile büyük bir soru, geri kalan yüzde 30’un hayatta kalmayı nasıl başardığıdır. Yılanlar ve timsahlar gibi sürüngenler bu badireyi hiç tökezlemeden atlatırken, dünyada var olan her bir dinozor neden bu kadar telafisizce yıkıma uğradı ?  

… dinozor nesillerinin tükenmesinden hemen sonraki dönemi Deniz kaplumbağaları çağı diye adlandırmak hiç de yanlış olmazdı. … Suyu mesken tutmanın işe yaradığı çok açık.  

Sıkça aktarılan yanlış bir görüşe göre, KT olayından yalnızca küçük hayvanlar sağ çıktı. Halbuki kurtulanlar arasında timsahlar da vardı. Üstelik onlar iri  olmakla kalmıyorlardı, bugün olduklarından üç kat iriydiler. Ama genelde, kurtulanlardan çoğunun küçük, göze çarpmayan, sinsi yaratıklar olduğu doğrudur. … Nitekim memeli atalarımızın ayırt edici özellikleridir bunlar.  

Ama işler yolunda gitmeye başlar başlamaz, memeliler olağanüstü büyüdüler. Bu büyüme bazen neredeyse gülünç boyutlara varıyordu. Bir süre için etrafta gergedan büyüklüğünde hint domuzları, iki katlı evler büyüklüğünde gergedanlar dolaştı.  … Titanis denilen, uçamayan, etobur, dev bir kuş Kuzey Amerika'nın belki de en yırtıcı yaratığı oldu. Tüm zamanların en korkunç kuşu hiç şüphesiz oydu. Boyu 3 metre, ağırlığı 350 kilogramdan fazlaydı.  

Bu da bizi nesil tükenişleri konusundaki belirsizliğin bir diğer sebebine getiriyor: fosil kayıtlarının azlığına.  … Dünyanın hangi büyük doğa tarihi müzesine giderseniz gidin, hemen hepsinde sizi eski kemikler değil, antika modeller karşılayacaktır. 


Gerçek şu ki, dinozorlar hakkında pek bir şey bilmiyoruz aslında.  … Unutmayın, dinozorların Yerküre üzerindeki saltanat süresi memelilerinkinin aşağı yukarı üç misli olmuştur.  

Yaşamın dominant türü olarak varoluşumuzun kaçınılmazlığı  fikrine o kadar alışmışız ki, burada bulunuşumuzun sadece tam zamanında uzaydan gelip Yerküre'ye çarpan cisimlerin ve rasgele oluşan diğer tesadüflerin eseri olduğunu kavramamız zor.  … “İnsanların bugün burada olmalarının tek  sebebi, soy çizgimizin hiç kırılmamış olmasıdır: bizi tarihten silmiş olabilecek milyarlarca noktadan birinde bile kırılmamış olması.” 

Yaşam var olmak ister; yaşam her zaman var olmak için yanıp tutuşmaz; yaşamın nesli bazen tükenir. Bunlara bir dördüncüsünü daha ekleyebiliriz: Ve çoğu kez, ileride göreceğimiz gibi, tek kelimeyle acayip biçimlerde devam eder. 

VAR OLMANIN ZENGİNLİĞİ 

“Sorun biyolojik çeşit bolluğu değil zaten, taksonomist kıtlığı !” 

Çoğu canlı küçüktür ve kolayca gözden kaçabilir. Pratikte, bu her zaman kötü bir şey değildir. Şiltenizin iki milyon mikroskobik akara yuvalık ettiğini ve bu akarların sabahın köründe vücut yağlarınızı keyifle yudumlamak ve siz bir o yana bir bu yana dönerken üstünüzden pul pul dökülen tüm o leziz deri parçacıklarını yalayıp yutmak üzere ortaya çıktığını bilseydiniz, yatağınızda öyle mışıl mışıl uyuyamayabilirdiniz. Sırf yastığınız bile kırk bin akar barındırabilir. (Onlara göre kafanız kocaman, yağlı bir bonbon şekeridir.) … Bitli giysileri düşük sıcaklıklarda yıkarsanız, sadece daha temiz bitleriniz olur. 

Doğru yerlere bakmıyoruz.  … tropik yağmur ormanları yeryüzünün yalnızca yaklaşık yüzde 6'sını kaplar, ama hayvan yaşamının yarısından fazlasını ve çiçekli bitkilerin yaklaşık üçte ikisini barındırır. Gel gelelim bu canlılardan çoğu bizim için bilinmeliğini korumaktadır.  

Kimyacılar, kombinatoryal kimya denilen bir yöntem kullanarak laboratuarlarda aynı anda 40.000 bileşim üretebilirler, ama rasgele ürünler olan bu bileşimler genellikle işe yaramaz. Oysa her doğal molekül Economist'in “en üstün tarama programı: en az üç buçuk milyar yıllık evrim” diye tanımladığı süreci çoktan geçirmiş olacaktır.  

Yeterince uzman yoktur. Bulunması, incelenmesi ve kaydedilmesi gereken şeylerin sayısı, bu işleri üstlenebilecek bilim adamı sayısını kat be kat aşar.  

Dünya gerçekten büyük bir yerdir. 

HÜCRELER 

Doğadaki her hücre bir mucizedir. Hücreleriniz, hepsi de kendini sizin genel sağlığınıza körü körüne adamış on bin trilyon vatandaşa sahip bir ülkedir.  


Doğada, nitrik oksit korkunç bir toksin ve hava kirliliğinin başlıca sebeplerinden biridir.  … 1980'lerin ortalarında nitrik oksidin insan hücrelerinde inanılmaz bir gayretle üretilmekte olduğunu bulguladıkları zaman doğal olarak biraz şaşırdılar.  

Yarıştan galip çıkan tek bir sperm, kendinden 85.000 kat büyük bir yumurtayla karşı karşıya kalır. … bir insan hücresi yaklaşık 20 mikron, yani bir milimetrenin yüzde ikisi genişliktedir. … Deri hücrelerinizin hepsi ölüdür. … Eğer ortalama irilikte bir yetişkinseniz, üstünüzde 2 kilodan fazla ölü deri taşıyorsunuz demektir ve bu deriden her gün birkaç milyar zerre pul pul dökülür.  

Beyin hücrelerinin ömrü sizinkiyle aynıdır. Doğarken size yüz milyar kadar beyin hücresi verilmiştir ve ölene dek görüp göreceğiniz bu kadardır. Saatte beş yüz tanesini kaybettiğiniz tahmin ediliyor, dolayısıyla eğer düşünmeniz gereken ciddi konular varsa kaybedecek tek bir saniyeniz yok demektir. 

Hatta, hiçbirimizin vücudunda dokuz sene önce de bize ait olan tek bir zerre bile bulunmadığını ileri sürenler olmuştur. 

… Tek bir su damlasında bu minik varlıklardan 8.280.000 tane (Hollanda’da yaşayan insan sayısından fazla) bulunduğu hesaplanmıştı.  

… bütün canlı maddelerin hücrelerden oluştuğunu anlamak 1839'da Theodor Schwann adında bir Almana nasip olacaktı. … Yaşamın kendiliğinden oluşamayacağı, önceden var olan hücrelerden doğmak zorunda olduğu, Fransız Louis Pasteur'ün kilometre taşı oluşturan bir çalışması sayesinde ancak 1860'larda kesinlik kazandı. Bu inanç “hücre kuramı” diye anılır oldu ve modern biyolojinin tamamına temel teşkil etti. 

Ayrıca, bir atomun tek bir noktası bile atıl kalmaz. Her yerde faaliyet ve kesintisiz bir elektrik enerjisi vardır. Kendinizi fena halde elektrikli hissetmeyebilirsiniz, ama aslında öylesiniz. Yediğimiz gıdalar ve soluduğumuz oksijen, hücrelerde birleşip elektriğe çevrilir.  

Boyut ve şekli ne olursa olsun, neredeyse tüm hücreleriniz temelde aynı plana uygun tasarlanmıştır: Bir dış kılıf ya da zarları, canlı kalmanız için gereken  genetik bilgiyi içeren bir çekirdekleri, bu ikisi arasında da sitoplazma denilen bir faaliyet alanları vardır. Hücre zarı çoğumuzun hayal ettiği gibi ancak keskin bir  iğneyle delinebilecek türden, dayanıklı, esnek bir kılıf değildir. Lipit diye bilinen, Sherwin B. Nuland'ın sözleriyle “hafif bir makine yağının” yaklaşık yoğunluğuna sahip, yağlı bir tür maddeden yapılmıştır. Bu size hiç inandırıcı gelmiyorsa, mikroskobik düzeyde her şeyin farklı davrandığını aklınızdan çıkarmamaya çalışın. Moleküler ölçekteki her şey için su dayanıklı bir jeldir ve lipit de demir gibi sağlamdır. 

Şayet bir hücreyi ziyaret edebilseydiniz, görecekleriniz hiç hoşunuza gitmezdi. Atomların bezelye büyüklüğünde göründüğü bir ölçekte, hücre kabaca 800 metre çapında bir küre olacaktır. Bu küre hücre iskeleti diye adlandırılan kompleks bir kiriş kafesiyle desteklenmektedir. Hücrenin içinde, bazıları basketbol topu, 
 28 
bazıları araba büyüklüğünde milyonlarca obje, mermi hızıyla vızıldar. Orada, dört bir yandan her saniye binlerce kez vurulup parçalanmadan durabileceğiniz bir yer yoktur. Tüm zamanlarını orada geçirenler için bile, hücrenin içi çok tehlikeli bir yerdir. Her bir DNA ipliği, ortalama olarak her 8,4 saniyede bir (günde on bin defa) kendisine şiddetle çarpan ya da dikkatsizce içine dalan kimyasal maddelerin saldırısına uğrayıp zarar görür. Hücrenin telef olması istenmiyorsa yaralarının çabucak dikilip kapatılması gerekir. 

“Moleküler dünya, içinde olup bitenlerin inanılmaz hızı sayesinde, daima hayal gücümüzün sınırları ötesinde kalacaktır.” 

… her hücredeki toplam protein molekülü sayısı hala en az 100 milyonu bulur. Böylesine afallatıcı bir rakam, içimizdeki biyokimyasal etkinliğin muazzamlığı hakkında bize biraz fikir verir. 

Kalbiniz bütün hücrelerinize taze oksijen temin edebilmek için saatte 343, günde 8.000'den fazla, yılda 3 milyon litre (dört olimpik yüzme havuzunu doldurmaya yetecek kadar) kan pompalamak zorundadır. Oksijen mitokondriler tarafından alınır. Bunlar hücrelerin enerji santralleridir ve hücrelerdeki sayılan söz konusu hücrenin ne yaptığına ve mitokondrilerin tutsak bakterilerden evrimleştikleri ve kendi genetik bilgilerini muhafaza ederek, kendi takvimlerine göre bölünerek, kendi dillerini konuşarak hücrelerimizde adeta misafir gibi yaşadıkları düşünülüyor.  … Vücudunuza aldığınız gıda ve oksijenin hemen hepsi, işlendikten sonra mitokondrilere iletilir ve orada adenozin trifosfat  (ATP) denilen bir moleküle çevrilir. 

ATP'den söz edildiğini hiç duymamış olabilirsiniz, ama sizi canlı tutan odur. ATP molekülleri hücre içinde hareket ederek tüm hücre süreçleri için enerji temin eden küçük pil takımlarıdır aslında ve sizde onlardan çok vardır. Her an, vücudunuzdaki tipik bir hücrenin içinde yaklaşık bir milyar ATP molekülü bulunur ve iki dakika içinde hepsi birden tüketilip yerini bir diğer bir milyar ATP molekülüne bırakır. Her gün vücut ağırlığınızın yaklaşık yarısına eşdeğer miktarda ATP üretir ve tüketirsiniz.  

Her gün hücrelerinizden milyarlarcası sizin iyiliğiniz için ölür ve artıkları başka milyonlarca hücreniz tarafından temizlenir. Hücreler bir saldırı sonucu da ölebilir, mesela enfekte olduklarında. Ama genellikle, ölmeleri söylendiği için ölürler. Hatta, yaşamaları söylenmediği, bu yönde başka bir hücreden bir nevi aktif talimat gelmediği takdirde, hücreler otomatikman kendilerini öldürür. Tekrar tekrar güvence verilmeye çok ihtiyaçları vardır onların. 

Bir hücrenin, nadiren rastlandığı gibi, kendisi için tayin edilen biçimde ölmek yerine çılgınca bölünmeye ve çoğalmaya başlamasıyla ortaya çıkan sonuca kanser deriz.  

Ortalama olarak, her 100 milyon milyar hücre bölünmesinden yalnızca biri, habis çıkarak kansere yol açar. Kanser, kelimenin tam manasıyla kötü şanstır. 


Bu sinyallerin çoğu, hormonlar denilen kuryeler tarafından ulaştırılır.  

Bu konunun belki de en çarpıcı yanı, bütün bunların temel çekim ve itim kuralları dışında hiçbir şey tarafından yönetilmeyen sonsuz bir tesadüfler zincirinden, rasgele meydana gelen akıl almaz eylemlerden ibaret olması. Hücresel eylemlerden hiçbirinin arkasında düşünen bir varlığın olmadığı çok açık. Her şey kendiliğinden oluyor, sorunsuzca ve tekrar tekrar.  

Bir süngeri kalburdan geçirerek hücrelerine ayırdıktan sonra hepsini bir solüsyona atarsanız, hücreler gerisin geriye bir araya gelerek yeni baştan sünger halini alır. 

İşte bütün bunlar, … bir molekülün başının altından çıkar. Biz ona DNA deriz … 

DARWIN’İN BENZERSİZ FİKRİ 

Denize açıldıklarında Fitroy yalnızca yirmi üç, Darwin ise sadece yirmi iki yaşındaydı. 

1830'larda evrim çoktan onlarca yıllık bir kavram halini almıştı.  … Malthus bu kitapta gıda maddelerindeki artışların matematiksel sebeplerden dolayı nüfus artışına asla yetişemeyeceğini ileri sürüyordu. 

Darwin, Survival of the Fittest (en iyi uyum sağlayan yaşar) ifadesini, (beğendiğini belirtmiş olmakla birlikte) hiçbir yapıtında kullanmamıştır. Bu ifade, On The Origin of Species'in yayınlanmasından beş sene sonra, yani 1864'te, Principles of Biology (Biyolojinin İlkeleri) adlı yapıtta Herbert Spencer tarafından icat edildi.  

1844'de yani notlarını ortalıktan kaldırdığı sene, Vestiges of the Natural History of Creation (Yaratılışın Doğal Tarihinin İzleri) adlı bir kitap düşünce dünyasının büyük kesimini öfkeyle ayağa kaldırdı. Kitapta, insanların ilahi bir yaratıcının yardımı olmadan daha aşağı düzeydeki primatlardan evrimleşmiş olabilecekleri ileri sürülüyordu. … Halbuki yazar, Robert Chambers adında başarılı ve genellikle iddiasız bir İskoç yayıncıydı ve kendini ön plana çıkarmak istememesinin kişisel olduğu kadar pratik bir sebebi de vardı: Şirketi kutsal kitapların başlıca yayımcılarından biriydi. 

Darwin, fikirleri yüzünden vicdan azabı çekmekten kendini hiç alamadı. Kendinden "Şeytan'ın Vaizi" diye bahsetti ve kuramını açıklamanın “bir cinayeti itiraf etmeye” benzediğini söyledi.  

… fosil kanıtlarıyla hemen hiç desteklenmiyordu. Darwin'in daha düşünceli eleştirmenleri, kuramın açıkça öngördüğü ara geçiş formlarının nerede olduğu sorusunu yöneltiyorlardı ona. Madem ki durmadan yeni türler evrimleşmekteydi, fosil kayıtlarına geçmiş bir sürü ara form olmalıydı ama yoktu. Hatta, o zamanlar mevcut olan ve sonra da uzun müddet değişmeyen fosil kayıtları, meşhur Kambriyen patlama anına kadar hiç yaşam belirtisi göstermiyordu. 


Tesadüfen 1861'de, ihtilafın ayyuka çıktığı bir dönemde, Bavyera’da antik bir Archaeopteryx'in kemikleri işçiler tarafından bulununca, tam da böyle bir kanıt elde edilmiş oldu. Archaeopteryx yarı-kuş yarı-dinozor bir yaratıktı. (Kuşlara özgü tüyleri vardı, ama aynı zamanda dişleri de vardı.) Bu gayet etkileyici ve faydalı bir buluştu ve önemi çok tartışıldı, ama tek bir keşfin belirleyici olması beklenemezdi. 

Ama şimdi Darwin diye biri çıkmış, elinde hiç kanıt olmadığı halde, ilk denizlerin mutlaka bol bol yaşam barındırmış olması gerektiğini ve bunu sadece şimdilik keşfedememiş olduğumuzu, çünkü her nedense bu canlıların fosil olarak muhafaza edilmediğini iddia ediyordu. “Başka türlü olmasına imkan yok, ” diye ısrar ediyordu Darwin. “Bu mesele şimdilik izahsız kalmak zorunda; ve burada benimsenen görüşlere karşı geçerli bir argüman olarak ileri sürülebilir," diye dürüstçe hak veriyor, ama alternatif bir olasılığı dikkate almayı da reddediyordu.  

… Huxley, Darwin’in bu ısrarından hoşlanmıyordu çünkü o bir saltasyonist (sıçramacı), yani evrimsel değişimlerin yavaş yavaş değil, aniden oluştuğu fikrine inananlardandı.  

Jenkin, bir ana ya da babadaki olumlu bir niteliğin sonraki nesillerde dominantlaşmayacağına, tam tersine karma kalıtım yoluyla seyreleceğine dikkat çekti.  … İşte bu yüzden, Darwin'in kuramı bir değişim değil, istikrar reçetesiydi. … Doğal seçme yasasının işleyebilmesi için, farkına varılmamış, alternatif bir mekanizmanın var olması gerekiyordu.  

Gen kelimesini hiç kullanmadı. Bu terim ancak 1913'te İngilizce bir tıp sözlüğünde icat edildi. Ama dominant (baskın) ve resesif (çekinik) terimleri Mendel’in buluşuydu. Her tohumun, biri dominant, biri resesif olmak üzere iki “faktör” ya da onun tabiriyle "element" içerdiğini ve bu faktörlerden oluşan kombinasyonların tahmini mümkün kalıtım modelleri ürettiğini saptamıştı.  

Sonuçlarını kesin matematiksel formüllere aktardı. Mendel bu deneylerle toplam sekiz sene uğraştıktan sonra sonuçlarını çiçekler, mısır ve diğer bitkiler üzerinde yaptığı benzer deneylerle doğruladı.  

Darwin ile Mendel, farkında olmadan, el ele vererek yirminci yüzyılın bütün yaşam bilimlerine zemin hazırladılar. Darwin tüm canlı varlıkların akraba olduğunu ve hepsinin tek bir ortak atadan zamanla çeşitlenerek ortaya çıktığını anlarken, Mendel'in çalışmaları bunun nasıl olabileceğini açıklayan mekanizmayı temin etti.  

Herkes insanların maymunlardan türediği görüşünün Darwin'in argümanında yer aldığını zanneder, halbuki onun tek bir kinaye dışında hiçbir sözünde böyle bir iddia yoktu.  

…  birbirinden çok farklı rivayetler vardır. En popülerlerinden birine göre, Wilberforce hızını alamayıp alaycı bir gülümsemeyle Huxley'ye döndü ve maymunlarla akrabalığının büyükanne tarafından mı yoksa büyükbaba tarafından 

mı geldiğini sordu. … Huxley, ciddi bilimsel tartışmalara sahne olması gereken bir mecliste nüfuzunu cahilce zırvalamak için kullanan birinin akrabası olmaktansa bir maymunun akrabası olmayı yeğleyeceğini söyleyerek karşılık verdi.  

Darwin maymunlarla akrabalığımıza olan inancını nihayet 1871'de The Descent of Man (İnsanın Türeyişi) adlı yapıtında açığa vurdu. … Solucanların toprak verimi açısından ne hayati bir önem taşıdığını anlayan ilk kişi oldu.  

YAŞAMIN ÖZÜ 

Günümüzde akıllıca bir tedbirle yasaklanmış olmakla birlikte bir miktar ensestin, hatta bir hayli ensestin yardımı olmasaydı, şimdi burada olamazdınız. Soyunuzda bu kadar çok sayıda ata olduğuna göre, geçmişte anne tarafından birçok akrabanız baba tarafından birçok uzak akrabanızla birleşip üremiş olmalı. … Hepimiz, kelimenin tam anlamıyla aileyiz. 

Genlerinizi başka herhangi bir insanın genleriyle karşılaştırırsanız, ortalama yüzde 99,9 oranında aynı çıkacaktır. Bizim bir tür olmamızı sağlayan da budur.  

Her hücrede bir çekirdek ve her bir çekirdeğin içinde kromozomlar vardır: yirmi üçü annenizden,  yirmi üçü babanızdan gelen kırk altı komplekslik demeti.  

Kromozomlar sizi oluşturmak ve yaşatmak için gereken bilgi bütününü eksiksiz olarak içerir ve uzun DNA ipliklerinden oluşur. Deoksiribonükleik asit ya da DNA denilen bu küçük mucizevi kimyasal madde, yeryüzündeki en olağanüstü molekül diye nitelendirilmiştir. 

DNA'nın tek bir varoluş amacı vardır: daha fazla DNA üretmek. Ve içinizde barındırdığınız DNA miktarı az buz değildir. Hemen her hücrenize yaklaşık 2 metre uzunluğunda DNA sıkıştırılmıştır. Her bir DNA parçası 3,2 milyar harf kadar şifre içerir.  

DNA'nın kendisi canlı değildir. DNA, cinayet soruşturmalarında DNA'nın çoktan kurumuş kan yada meni lekelerinden ayrılabilmesinin ve eski Neandertal'lerin kemiklerinden özenle çıkarılabilmesinin sebebi budur. Böylesine esrarengizce kısıtlı, daha doğrusu tek kelimeyle cansız bir maddenin nasıl olup da yaşamın özünü oluşturabileceğinin bilim adamlarınca neden bu kadar geç anlaşılabildiği de böylece açıklanmış olur. 

Çünkü çok basitti. Nükleatidler denilen dört tanecik temel bileşeni vardı. Yalnızca dört harf içeren bir alfabe kullanmaya benziyordu bu. Böylesine basit bir alfabeyle yaşamın öyküsünü yazmak nasıl mümkün olabilirdi ? (Nasıl olacak, Mors alfabesinin basit nokta ve  çizgileriyle kompleks mesajlar yaratmaya çok benzeyen bir şekilde tabii: onları birleştirerek.)  

Kanıtlar, DNA'nın yaşam için son derece önemli bir  süreç olan protein yapımıyla bir şekilde alakalı olduğunu akla getiriyordu. Öte yandan proteinlerin çekirdek dışında, yani oluşumlarını yönettiği farz edilen DNA'dan epey uzakta yapılmakta olduğu da çok açıktı. 


DNA'nın nasıl olup da proteinlere mesaj ulaştırıyor olabileceğini kimse anlayamıyordu. Bu sorunun yanıtı, artık bildiğimiz üzere, ikisi arasında tercüman olarak etkinlik gösteren RNA ya da ribonükleik asitti.  … RNA, ribozom adı verilen bir nevi kimyasal yazmanla çalışarak, bir hücrenin DNA'sından gelen bilgiyi proteinlerin anlayıp değerlendirebileceği terimlere tercüme eder.  

Morgan, resmi adı Drosophila melanogaster olan, ama genellikle meyve sineği (ya da sirkesineği, muz sineği veya çöp sineği) olarak bilinen, minik, narin bir canlıyı kendine denek olarak seçmişti. 

Nihayet ani ve tekrarlanabilir bir mutasyon, her zamanki gibi kırmızı değil, beyaz gözlü bir sinek ortaya çıktığında, Morgan'ın, pes etmesine ramak kalmıştı. Bu müthiş keşiften sonra Morgan ve yardımcıları, kalıtımsal bir özelliği birbirini izleyen nesiller boyu takip edebilmelerini sağlayan, kullanışlı biçim bozuklukları üretebildiler.  

1944'te, … zararsız bir bakteri çeşidi yabancı DNA'yla çaprazlanarak kalıcı olarak bulaşıcılaştırıldı. Böylece DNA'nın pasif bir molekülden öte bir şey olduğu ve kalıtımda aktif rol üstlendiğine kesin gözüyle bakılabileceği kanıtlanmış oldu.  

Pauling, son derece parlak geçen kariyeri boyunca (biri 1954'te kimya ödülü, diğeri 1962'de barış ödülü olmak üzere) iki Nobel Ödülü kazanacaktı, ama DNA'nın yapısının ikili değil, üçlü sarmal olduğuna inandığından, doğru yolu hiçbir zaman bulamadı. ... Pauling, yurtdışına çıkmasına izin verilemeyecek kadar liberal görüşlü olduğu gerekçesiyle, New York'taki Idlewild Havaalanı'nda durdurulup pasaportuna el konuldu.  

Genler protein yapım talimatları olmaktan ibarettir. Ne bir eksik, ne bir fazla. Bunu körü körüne bir sadakatle yaparlar. Bu bakımdan bir piyanonun tuşlarını andırırlar: Her biri tek bir notadan başka hiçbir şey çalamaz. Besbelli biraz monoton bir iştir bu. Ama genleri tıpkı bir piyanonun notalarını birleştirir gibi birleştirdiğiniz an, sonsuz çeşitte akor ve melodi yaratabilirsiniz. Bütün bu genleri  bir araya getirdiğinizdeyse, (aynı metaforu sürdürürsek) insan genomu diye bilinen büyük varoluş senfonisini elde edersiniz. 

Genomu anlamanın alternatif ve daha yaygın bir yolu ise, onu vücut için bir nevi talimatname olarak görmektir. Böyle ele alındığında, kromozomlar kitabın bölümleri olarak, genlerse belirli protein yapım talimatları olarak hayal edilebilir. Talimatları yazmak için kullanılan sözcükler kodonlar, harflerse bazlar diye bilinir. Bazlar, yani genetik alfabenin harfleri, bir iki sayfa önce bahsi geçen dört nükleotidden oluşur: adenin, timin, guanin ve sitozin.  

İnsan Genomu Projesi'nin amacı da işte bu şifreyi çözmektir. 

DNA'nın asıl ihtişamı kopyalanma tarzında yatar. Yeni bir DNA molekülü üretme vakti geldiğinde, merdiven kollarını oluşturan iki iplik, bir ceketin fermuarı gibi 

ortadan ikiye bölünür ve her yarısı yeni bir ortaklık oluşturmak üzere diğer yansından uzaklaşır.  

Çoğu zaman DNA'mız şaşmaz bir doğrulukla kopyalanır, ama çok nadiren, yaklaşık olarak milyonda bir defa, bir harfin yanlış konuma yerleştiği olur. … SNP sizi bir hastalığa yatkın kılabilir, ama aynı şekilde, küçük bir avantaj da sağlayabilir. … Zamanla bu hafif modifikasyonlar hem bireylere, hem de nüfuslarda birikerek her ikisinin de ayırt edici özelliklerine katkıda bulunur.  

Kopyalanmada doğrularla yanlışlar arasında hassas bir denge vardır. Çok fazla hata oluşursa organizma fonksiyonunu kaybeder, çok az hata oluşursa adaptasyon yeteneğinden yoksun kalır. …  Darwin'in doğal seçme yasası bizi işte böyle denetler. Neden birbirimize bu kadar çok benzediğimizi de açıklamaya yarar. Evrim sizin çok farklı olmanıza asla izin vermeyecektir, yeni bir türe dönüşmediğiniz takdirde tabii. 

Altı milyar genomumuz var. Hepimiz yüzde 99,9 oranında aynıyız, ama öte yandan, biyokimyacı David Cox'un sözleriyle “tüm insanların hiçbir ortak yönleri bulunmadığını da söyleyebilir ve sonuna kadar haklı olursunuz.” 

DNA'mızın çoğu kendini size değil kendine adamıştır: O sizin çoğalmanızı sağlayan bir makine değil, siz onun çoğalmasını sağlayan bir makinesiniz. Yaşam, hatırlayacağınız gibi, sadece var olmak ister ve bu isteği DNA yerine getirir.  

… insan genlerinin neredeyse yarısı kendi kendini kopyalamak dışında hiçbir şey yapmaz. 

Tüm organizmalar bir bakıma genlerinin kölesidir: Som balıklarının, örümceklerin ve başka sayısız yaratığın çiftleşme sürecinde ölmeye hazır olmasının sebebi de budur. Üreme ve genlerini aktarma arzusu doğadaki en güçlü dürtüdür. Sherwin B. Nuland'ın ifadesiyle: “İmparatorluklar çöker, idler patlar, büyük senfoniler yazılır ve hepsinin arkasında, doyurulmak isteyen tek bir içgüdü vardır.”  Evrimsel açıdan bakıldığında seks, bizi genetik malzememizi aktarmaya teşvik  eden bir ödül mekanizmasından ibarettir aslında. 

Her alanda emek veren araştırmacılar, hangi organizma üzerinde çalışırlarsa çalışsınlar, ister iplik solucanı, ister insan her canlıda temelde aynı genleri incelemekte olduklarını anladılar. Yaşam, görünüşe bakılırsa, tek bir mavi kopyadan çoğaltılmıştı.  

Hepsi de tek bir döllenmiş yumurtadan doğan ve tıpatıp aynı DNA'yı taşıyan milyarlarca embriyo hücresi nereye gideceğini ve ne yapacağını nasıl bilir ? Hangisinin bir karaciğer hücresi, hangisinin elastik bir sinir hücresi, hangisinin bir kan kabarcığı ve hangisinin çırpan bir kanat üstündeki pırıltı kırıntısı olması gerektiğini nereden anlar ? Onlara talimat veren şey hox-genleridir. Hox genleri bunu tüm organizmalar için aşağı yukarı aynı şekilde yapar.  


Bizim kırk altı kromozomumuz vardır, halbuki bazı eğrelti otları altı yüzden fazla kromozoma sahiptir. 

Demek ki, önemli olan kaç gene sahip olduğunuz değil, genlerinizi nasıl kullandığınız.  

Ne yazık ki, birbirinden bağımsız çalışan 35.000 gen, yetkin bir insanoğlunu oluşturan türden fiziksel kompleksliği üretmeye asla yetmez. İşte bu yüzden, genlerin işbirliği yapması gerektiği çok açıktır. Hemofili, Parkinson, Huntington ve kistik fibrosis gibi birkaç hastalığa belli bazı disfonksiyonel genler sebep olur, ama ekseriyetle, yıkıcı genler bir türe ya da nüfusa kalıcı biçimde musallat olmaya fırsat bulamadan doğal seçme tarafından ayıklanır. Kaderimiz sağlığımız ve hatta göz rengimiz, belirli genler tarafından değil çoğunlukla birlikte çalışan gen grupları tarafından belirlenir.  

Genom, insan vücudunun parça listesi gibi: Bize neden yapılmış olduğumuzu söyler, ama nasıl  çalıştığımız konusunda hiçbir açıklamada bulunmaz.  

Ve şimdiki hedefimiz insan proteomunu deşifre etmek. Bu öyle yeni bir kavram ki, on sene önce proteom diye bir terim bile yoktu. Proteom, proteinleri yaratan bilgi kütüphanesidir. 

Proteinler, hatırlarsanız, tüm canlı sistemlerin beygirleridir. Her an her hücrede yüz milyon kadar protein işbaşında olabilir.  

Onları harekete geçirmek genellikle çok kolaydır. İçtiğiniz bir  bardak şarap dahi, Scientific American’ın belirttiği gibi, sisteminizdeki protein sayısını ve çeşitlerini önemli ölçüde değiştirmeye yeter.  

Hücrelere can veren bütün bu minik, kusursuz kimyasal süreçler (nükleotidlerin işbirlikçi çabaları, DNA'dan RNA sentezlenişi) yalnızca bir defa evrimleşmiş ve o zamandan bu yana doğanın tamamında oldukça sabit kalmıştır.  … “E. coli bakterisi için geçerli olan her şey filler için de geçerli olmalı, hatta daha da geçerli.” 

Her canlı varlık, aynı orijinal planın dikkatle işlenmiş bir çeşitlemesidir. İnsanlar olarak yalnızca nicelik farklılıklarından ibaretiz. … Ne gariptir ki, sebze ve meyvelerle bile yakın akrabayız. Bir muzun içinde olup biten kimyasal fonksiyonların neredeyse yarısı, sizin içinizde olup biten kimyasal fonksiyonlarla temelde aynıdır.  

Şunu ne kadar tekrarlasak az: Bütün canlılar birdir. Bu cümle, gelmiş geçmiş en derin gerçektir ve galiba sonsuza dek öyle kalacaktır. 

Yorum Gönder

0 Yorumlar