Bize Giden Yol


BUZ DEVRİ 

1815'te Endonezya'daki Sumbawa Adası'nda, görkemli Tambora Dağı'nın … patlaması … İki yüz kırk kilometreküp kül, toz ve kum dumanı atmosfere karışıp güneş ışınlarını bloke etmiş ve Yerküre'nin soğumasına neden olmuştu. … Bahar hiç gelmedi, yazın hava hiç ısınmadı. 1816 yazsız sene oldu. Ekinler her yerde sararıp, soldu. … Her şeye rağmen küresel sıcaklık yalnızca 1 santigrat derece düştü.  

… son derece  yüksek standartlı bir yapıt olarak kabul görmeye başladı. Sonradan Croll'un bir akademisyen değil, bir hademe olduğu ortaya çıkınca, biraz şaşkınlık ve belki biraz da utanç yaşandı tabii. … Yerküre yörüngesinin şeklindeki periyodik değişimlerin (yörüngenin eliptik, yani ovalimsi iken neredeyse dairesel bir şekil almasının ve sonra yeniden eliptikleşmesinin) buzul çağlarının başlayış ve bitişlerini açıklayabileceğini öne süren ilk kişiydi.  

Ekvator civarı dahil hemen her yerde buzullara alamet eden kanıtlar bulmaya başlamıştı. 

Buz katmanlarının oluşum sebebi ille de yağan karın miktarı değil, miktarı ne kadar az olursa olsun, karın yağdığı yerde kaldığı gerçeğidir. Sıcaklığın mevsim normallerinin altında seyrettiği tek bir yazın bile bir buzul çağını başlatabileceği düşünülüyor.  

Gerçek şu ki, bugün halen bir buzul çağı yaşadığımız söylenebilir.  

Tarihinin büyük bölümü boyunca, yani oldukça yakın bir geçmişe kadar; Yerküre hiçbir yerde buz barındırmayacak ölçüde sıcak olma eğilimindeydi. İçinde bulunduğumuz buzul çağı (buzul bölümü hatta) yaklaşık kırk milyon yıl önce başladı ve kah "öldürücü derecede-fena" kah “hiç fena olmayan dönemler” içerdi. … Ama görünüşe bakılırsa aşağı yukarı son 2,5 milyon yıldır, yani modern insanların atası olan  Homo erectus'un Afrika'da ortaya çıkışından bugüne, en az on yedi ağır buzul dönemi geçirmişiz. İçinde bulunduğumuz buzul çağının sık sık itham edilen iki sorumlusu, Himalayaların yükselişi ve Panama Kıstağı’nın oluşumudur. Bunlardan birincisi hava akımlarını, ikincisiyse okyanus akıntılarını bozdu. Bir zamanlar bir ada olan Hindistan son kırk beş milyon yıldır Asya kara kütlesinin içine doğru 2.000 kilometre sokularak yalnızca Himalayaları değil, arkasındaki Tibet platosunu da yükseltti. Hipoteze göre, yükselen coğrafya havayı serinletmekle kalmadı, rüzgarları saptırıp Kuzey Amerika'ya doğru esmelerine yol açarak bu bölgenin uzun süreli soğuklara maruziyetini artırdı. Sonra, yaklaşık beş milyon yıl öncesinden itibaren, Panama denizden yükseldi ve kuzey ile Güney Amerika arasındaki boşluğu kapatıp Pasifik'le Atlantik arasındaki ılıklaştırıcı akıntıların dolaşımını bozarak, dünyanın en az yarısının yağış kalıplarını değiştirdi. Bu değişimin sonuçlarından biri Afrika'nın kuruması oldu ve bu da maymunların ağaçlardan inip, yeni oluşan savanlarda yeni bir yaşam tarzı aramalarına yol açtı.  


Eğer Yerküre tamamen donduysa, … nasıl olup da yeniden ısınabildi ? … Yardım belki de dünyamızın eriyik haldeki içinden geldi … Yani kurtarıcımız volkanlar oldu: Buza gömülü yüzeyi kırıp dışarı fışkırdılar, muazzam miktarlarda ısı ve gaz pompalayarak karları eritip atmosferi yeniden oluşturdular. Ne ilginçtir ki, bu hiper soğuk dönemin sonuna damgasını vuran olay Kambriyen patlamadır: yaşam tarihinin ilkbaharı yani.  

Uzunca bir müddet, buzul çağlarına yüz binlerce yıl süren aşamalarla yavaş yavaş girip çıktığımız düşünüldü, ama artık bunun böyle olmadığını biliyoruz. Grönland'dan temin edilen buz çekirdekleri sayesinde, yüz bin yılı aşkın bir süreyi kapsayan ayrıntılı bir iklim kaydımız var ve bu kaydın çizdiği tablo hiç de iç açıcı değil: Yerküre'nin, yakın tarihinin büyük bölümü boyunca uygarlıklarca algılanan istikrarlı ve durgun gezegenle hiç alakası olmadığını, bir ısınıp bir soğuyan iklim dönemlerine sık sık girip çıktığını gösteriyor. 

ESRARENGİZ İKİ AYAKLI 

* eksik halka: insanımsı maymunlarla insanlar arasındaki geçiş formu olduğu varsayılan hayvan   

… Huxley, söz konusu askerin ölümcül bir yara almış olmasına karşın uçurumdan yukarıya on sekiz metre tırmanmış, giysilerini çıkarıp özel eşyalarından kurtulmuş, mağara girişini sıkı sıkı kapamış ve kendi kendini yarım metre toprağa gömmüş olmasını son derece çarpıcı bulduğunu alayla ifade etti. Neandertal'in fırlak alın çıkıntısına kafa yoran bir diğer antropolog, bu çıkıntının yanlış kaynamış bir ön kol kırığının acısı yüzünden uzun süre kaş çatmaktan ileri geldiğini savundu. (Otoriteler, ilk insanlar fikrini reddetmeye can attıklarından, genellikle en mantıkdışı olasılıkları bile benimsemeye razıydılar. İskelet ilk Cro-Magnon İnsanlarından birine aitti aslında.)  

Kemik çabucak "Cava İnsanı" olarak benimsendi. Bugün onu Homo erectus diye tanıyoruz.  

Dart, Taung kafatasının Dubois'ın Cava İnsanı gibi Homo erectus'a değil daha eski, daha maymunumsu bir yaratığa ait olduğunu bir bakışta anladı. Yaşını iki milyon yıl olarak belirledi.  

Bu konuları hükme bağlayan merkezi bir otorite yok. Bir isim ancak genel mutabakat sağlandığı takdirde kabul görüyor, o da pek sağlanamıyor zaten. 

Sorunun büyük bölümü, paradoksal görünse de kanıt kıtlığından kaynaklanıyor.    Oysa insanın tarih öncesi hakkında anlayabildiklerimizin tamamı, bu birkaç milyar varlıktan belki en fazla beş bin tanesinin çoğunlukla un ufak olmuş kalıntılarına dayanıyor.  

İnsanlar Hominidae familyasına dahil edilmiştir. Hominidae maymunu süperfamilyasının adıdır ve bizi de kapsar. 


Gürcistan'da yaklaşık 1,7 milyon yıl öncesine tarihlendirilmiş insan kafatasları var, ama bu tarihe en yakın olan ve kıtanın öbür ucundaki İspanya'da bulunan kalıntılar 800.000 yıl öncesine ait.  Yani neredeyse bir milyon yıllık bir gedik var arada. … “Bütün türlerin tarihlerini işte böyle bölük pörçük parçalardan çıkarmaya, çalışıyoruz. İğneyle kuyu kazmak gibi bir şey bu. Birçok eski tür arasındaki ilişkiler hakkında aslında çok az fikrimiz var. Hangileri sonunda bize evrimleşti ve hangileri evrimin çıkmazları olarak kaldı ? Bazıları muhtemelen ayni türler olarak görülmeyi bile hak etmiyor.” 

Doğruluğundan emin olunabilecek veriler bu kadar azken bilim adamları yakın çevrede bulunmuş başka objeleri temel alan varsayımlar üretmeye çoğunlukla mecbur kalırlar ve bunlar da cesur tahminler olmaktan öteye gitmeyebilir. 

“Yeni kanıtlara dair ilk yorumların çoğu zaman bulucusunun önyargılarını doğrular nitelikte olması fevkalade ilginçtir.” 

İnsanın tarih öncesi hakkında, bir tarih öncemizin muhakkak var olduğu gerçeği dışında, bir yerlerde birilerinin itirazıyla karşılaşmadan söylenebilecek çok az şey var. Bunu aklımızda tutarak özetlersek, kim olduğumuz ve nereden geldiğimiz hakkında bildiğimizi sandığımız tek şey kabaca şundan ibarettir:  Organizmalar olarak tarihimizin ilk yüzde 99,99999'u süresince, şempanzelerle aynı soyu paylaştık. Şempanzelerin tarih öncesi hakkında bilinenler yok denecek kadar azdır, ama onlar o zaman neydiyseler, bizler de oyduk. Derken, yaklaşık yedi milyon yıl önce çok önemli bir şey oldu. Afrika'nın tropik ormanlarında yeni bir canlı topluluğu ortaya çıkıp, açık savanlarda dolanmaya başladı. 

Bunlar Australopithecus'lardı ve sonraki beş milyon yıl boyunca dünyanın dominant insansı türleri olacaklardı. … ama hepsi de iki ayak üstünde yürüyebiliyordu.  

Dünyanın en meşhur insansı kalıntıları, 1974'te Donald Johanson liderliğindeki bir ekip tarafından Etiyopya'daki Hadar'da bulunan 3,18 milyon yıllık bir Australopithecus'a ait olanlardır.  … Bu iskelet herkesçe Lucy olarak tanınıp benimsendi.  

Lucy ufacık tefecik bir şeydi: Yalnızca bir metre boyundaydı. Yürüyebiliyordu, ama bunu ne kadar iyi yaptığı ayrı bir tartışma konusudur.  

İnsan vücudunda 206 kemik vardır, ama bunlardan birçoğu birbirine eştir. Eğer bir örneğin sol kalça kemiği elinizdeyse, boyutlarını bilmek için sağ eşine ihtiyacınız yoktur. Bütün gereksiz kemikleri çıkarırsanız, geriye toplam 120 kemik kalır, yani yarı-iskelet denilen şey.  

… Johanson onu neşeyle yanıtlayarak, el ve ayaklardaki 106 kemiği hesaba katmadığını söyler. Bunlar vücuttaki toplam kemik sayısının yarısından fazladır. Üstelik, Lucy'nin en tanımlayıcı özelliğinin değişim halindeki bir dünyayla başa 
 38 
çıkabilmek için el ve ayaklarını kullanması olduğu düşünülürse, oldukça önemli bir yandır bu.  

New-York'taki Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nde, bu iki Australopithecus'un küllerin üzerinden geçiş anını temsil eden bir dioraması vardı. … Bu dioramayı yeniden yapacak olsaydım, sanırım onları birazcık daha maymunumsu ve daha az insani yapardım. Bu yaratıklar insan değildi. İki ayaklı maymunlardı onlar. 

“Lucy'nin ve soydaşlarının, hareket kabiliyeti açısından modern insanlarla alakası yoktu.” diye diretir Tattersall. “Bu insansılar ancak ağaçlı habitatlar arasında gidip gelmek zorunda kaldıkları zaman gayri ihtiyari olarak iki ayak üzerinde yürüyorlardı, bunu yapmaya onları kendi anatomileri zorluyordu.” Johanson bunu kabul etmez. “Lucy'nin kalçaları ve leğen kemiğinin adale düzeni,” diye yazmıştır, “ağaçlara tırmanmayı modern insanlar için olduğu kadar Lucy için de zorlaştırırdı.” 

… yaklaşık 7 milyon yıllık bir insansıyı gün ışığına çıkarttı ve onu Sahelanthropus tchadensis olarak adlandırdı (Bazı eleştirmenler onun insan değil, bir erken maymun olduğuna dolayısıyla Sahelpithecus diye adlandırılması gerektiğine inanır.) Bunların hepsi de erken yaratıklardı ve oldukça ilkeldiler, ama iki ayak üstünde yürüyorlardı. Ve bunu yapmaya daha önce zannedildiğinden çok daha erken başlamışlardı. 

Bipedalizm (iki ayakla yürüme), talepkar ve riskli bir stratejidir. Leğen kemiğinin yeniden şekillenerek tam bir yük taşıma aracına dönüşmesini gerektirir. Gereken gücün muhafazası için, doğum kanalı nispeten dar olmak zorundadır. Bunun derhal ortaya çıkan iki önemli neticesi ve uzun vadeli bir diğer neticesi daha vardır. Birincisi, anneye doğum sırasında büyük acı verir ve hem anne için hem de bebek için ölüm riskini büyük ölçüde artırır. İkincisi, bebeğin kafasının böylesine dar bir aralıktan geçebilmesi için, beyni hayli küçükken ve dolayısıyla hala acizken doğması icap eder. Yani uzun süre bakıma muhtaç olacaktır. Bu da erkekle dişi arasında sağlam bir bağlılığı şart kılar. 

O halde Lucy ve soydaşları ağaçlardan neden indiler ve ormanlardan neden çıktılar ? Belki de başka çareleri yoktu. 

Beynin mutlak büyüklüğü size her şeyi anlatmaz . Önemli olan, beynin göreceli boyutudur.  

Adını sıralayabileceğiniz hemen her büyük hayvan bizden daha güçlü, daha hızlı ve daha dişlidir. Saldırıyla karşılaştığımız modern insanlar olarak yalnızca iki avantajdan yararlanırız: Güçlü bir beynimiz vardır, onu kullanarak stratejiler planlayabiliriz. Bir de karşımızdakinin canını yakacak nesneler fırlatabilmemizi sağlayan ellere sahibiz.  

Öyle anlaşılıyor ki, üç milyon yıl öncesiyle iki milyon yıl öncesi arasında bir noktada, aynı anda Afrika'da yaşayan belki altı tip insansı vardı. Ama neslini 
 39 
sürdürmek bunlardan ancak birine nasip olacaktı: yaklaşık iki milyon yıl önce adeta bir sis perdesinin içinden çıkagelen Homo'ya.  

“Belki de” diye öneriyor Matt Ridley, “onları biz yemişizdir.” 

“Bildiğimiz kadarıyla, insan beyinlerinin neden büyüdüğünü açıklayan hiçbir  zorlayıcı sebep yok,” diyor Tattersall. Büyük beyinler talepkar organlardır: Vücut kütlesinin yalnızca yüzde 2'sini oluşturur; ama enerjisinin yüzde 20'sini bir çırpıda tüketirler. Yakıt olarak kullandıkları maddeler konusunda da nispeten seçicidirler. Bir daha ağzınıza hiç yağ koymasanız mesela, beyniniz bundan şikayetçi olmaz, çünkü yağa zaten elini sürmez. Diğer organlara kazık atmak pahasına, bol bol glikoz ister.  

“İnsanlar için kabulü en zor fikirlerden biri de,” diyor, “bizim hiçbir şeyin zirvesi olmadığımızdır. Bugün burada oluşumuzun kaçınılmaz olan hiçbir yanı yoktur. Evrimi neticede bizi üretmek üzere programlanmış bir süreç olarak düşünmeye eğilimli olmamız, kısmen insanlık kibrimizden kaynaklanır.” 

Her insansı türü, gelişim bayrağını bir yere kadar taşıdıktan sonra daha genç ve taze bir koşucuya  teslim etmişti. Oysa şimdi, bu erken formlardan birçoğunun hiçbir yere ulaşmayan tali yollar izlediğine kesin gözüyle bakılıyor. 

Ne şanslıyız ki, içlerinden biri doğru yolu bulmayı başardı: Alet kullanan bir gruptu bu. Adeta gökten zembille inmiş ve hakkında çok tartışılan gizemli Homo habilis'le çakışmıştı. Bu yaratık Homo erectus’tu.   

… neredeyse eksiksiz bir Homo erectus iskeleti bulunca hayretler içinde kaldılar. 1,54 milyon yıl önce ölmüş, dokuz ila on iki yaşlarında bir erkek çocuğuydu bu. 

Bu da bize, her şeyden önce, Homo-erectus'un et yediğini gösteriyordu. Üstelik demek ki biri ona bakmıştı. İnsansı evriminde şefkatin gün ışığına çıkan ilk göstergesiydi bu. 

Homo erectus'lara ait kafataslarının bir Broca alanı içerdiği de keşfedildi. Broca alanı, beynin ön lopunda bulunan, konuşma yetisiyle alakalı bölgedir.  

Kesin olan tek şey, bir milyon yılı hayli aşkın bir süre önce, yeni, nispeten modern, iki ayak üstünde yürüyen insansıların Afrika'dan ayrılıp, yerkürenin dört bir yanına cesurca dağılmış oldukları.  

… gelişimini tamamlamış modern insana kadar, beş milyon yıldır devam eden bütün bu evrimsel süreç, yüzde 98,4'ü genetik olarak hala modern şempanzeden ayırt edilemeyen bir yaratık üretti. Yani bir zebrayla bir at arasındaki ya da bir yunusla bir musur arasındaki fark, uzak atalarınızın dünyayı ele geçirmek üzere yola çıktıkları zaman geride bıraktıkları tüylü yaratıklarla sizin aranızdaki farktan daha büyüktür. 



YERİNDE DURAMAYAN MAYMUN … 

okyanus yolculuğuna uygun tekneler yapıp, ada kıtalarda kolonileşmek için gereken türden işbirlikçi  icraatlara girişmek şöyle dursun, 60.000 yıl önce insanların konuşabildiğini bile gösteren hiçbir kanıta rastlanmamıştır. 

… antropologlar Papua Yeni Gine'ye ilk gittiklerinde iç kesimlerin yüksek bölgelerinde tatlı patates yetiştiren insanlar bulduklarını biliyor muydunuz ? … Tatlı patates de Güney Amerika'ya mahsus bir sebzedir. … kesin olan şu ki, insanlar geleneksel kuramların öngördüğünden çok daha uzun zamandır hatırı sayılır bir cüretle dolaşıyorlar yeryüzünde. Bilgilerini olduğu kadar genlerini de paylaştıkları muhakkak. 

Irak'la Vietnam arasındaki yaklaşık 5.000 kilometrelik mesafe içinde, biri Hindistan'daki o tek fosil, diğeri de Özbekistan'dan çıkarılan bir Neandertal olmak üzere yalnızca iki fosil bulunmuştur. 

İnsanların yeryüzündeki hareketlerini açıklayan ve bu alanda faaliyet gösterenlerin çoğundan hala kabul gören geleneksel kuram, onların Avrasya'ya iki dalga halinde yayıldıklarını ileri sürer. İlk dalga, yaklaşık iki milyon yıl öncesinden başlayarak Afrika'yı hayret verici bir hızla, hatta neredeyse bir tür olarak ortaya çıkar çıkmaz terk eden Homo erectus'lardan oluşuyordu.  

Derken, yüz bin yılı aşkın bir süre önce, bugün yaşayan herkesin atası olan daha akıllı ve daha kıvrak bir yaratık türü, Afrika ovalarında ortaya çıktı ve ikinci bir dalga halinde yeryüzüne yayılmaya başladı. Kurama göre, bu yeni Homo sapiens'ler her gittikleri yerde daha aptal ve daha beceriksiz seleflerini saf dışı ettiler.  

Neandertal'lerin ve modem insanların Ortadoğu'da on binlerce yıl bir nevi birliktelik içinde var oldukları da biliniyor.  

Aklınıza şöyle bir soru takılabilir: Madem Neandertal'ler bu kadar kuvvetli, uyumlu ve beyinsel açıdan avantajlıydılar, neden artık aramızda değiller ? Olası (ama çok tartışılan) cevaplardan biri de şudur: Belki de aramızdalar. … Bu kurama göre insan evrimi süreklilik arz etmiştir: … 

Çok bölgelilik karşıtları, Eskidünya'nın dört bir yanında, yani Afrika’da, Çin'de, Avrupa'da, çok uzaktaki Endonezya Adaları'nda, insansıların ortaya çıktığı başka her yerde olanaksız miktarda paralel evrim gerektirdiği gerekçesiyle bu kurama itiraz ediyorlar. Antropolojinin başından defetmek için çok uğraştığı ırkçı bir görüşün, çok bölgelilik hipotezi tarafından teşvik edildiğine inananlar da var. 1960'ların başlarında, Pennsylvania, Üniversitesi'nden Carleton Coon adında ünlü bir antropolog, bazı modern ırkların farklı köklerden geldiğini ileri sürerek, aramızdan bazılarının daha üstün soylara ait olduğunu ima etmişti.  

Başka bir deyişle, siyahi Afrikalılar kısa bir süre önce ve Homo sapiens'e yalnızca "yakın" olan yaratıklardan türemişti.  


Thorne, kuramının herhangi bir bakımdan ırkçı olduğu fikrini üstüne basa basa (ve öyle inanıyorum ki içtenlikle) reddediyor. … “Bunlar farklı türlerin değil, fiziksel birtakım farklılıklara sahip aynı türün buluşmalarıydı.” 

Neandertal ve modern özelliklerin çarpıcı bir kolaylıkla ayırt edilebilir olmasından rahatsızlık duyanlar da vardı. Bir eleştirmenin ifadesiyle: "Bir katırın mesela; ön tarafı eşeğe, arka tarafı ata benzemez." 

Neandertal'lerle Cro-Magnon'ların farklı sayılarda kromozomlara sahip olmaları da mümkündür. Birbirine yakın ama tıpatıp aynı olmayan türler birleştiği zaman sık sık ortaya çıkan bir komplikasyondur bu. Atlar aleminde mesela, atların 64, eşeklerin 62 kromozomu vardır. Bu ikisinin çiftleşmesi sonucu; üreme açısından işe yaramaz sayıda (63 tane) kromozoma sahip bir döl çıkar ortaya. Anlayacağınız, kısır bir katırınız olur. 

... mitokondriyal DNA'nın iki özelliği sayesinde bir nevi moleküler saat vazifesi gördüğünü anlamışlardı: Yalnızca dişiler tarafından aktarıldığından, her yeni nesilde babaların DNA'sıyla karışıyor ve normal nükleer DNA'dan yaklaşık yirmi kat hızlı mutasyon geçiriyordu. Bu da zaman içinde genetik kalıplarının saptanmasını ve takip edilmesini kolaylaştırıyordu. Mutasyon hızlarının izlenmesiyle, büyük insan topluluklarının genetik tarihleri ve ilişkileri çözülebilirdi. 

… anatomik bakımdan modern insanların son 140.000 yıl içinde Afrika'da ortaya çıktığını ve günümüzde yaşayan tüm insanların bu nüfustan türediğini açıkladı. … söz konusu incelemede kullanılan "Afrikalıların" aslında Afrikalı-Amerikalılar olmalarıydı.  … Mutasyonların varsayılan hızları konusunda da çok geçmeden şüpheler oluştu. 

Bu sefer kanıtlar sağlam çıktı. Neandertal DNA'sının şu anda yeryüzünde bulunan hiçbir DNA'ya benzemediğini bulgulayarak, Neandertal'lerle modern insanlar arasında hiçbir genetik bağlantı bulunmadığını açıkça gösterdi. Çok-bölgelilik savına indirilen asıl darbe, işte bu oldu. 

… insanların 25.000 yıl öncesi kadar yakın bir tarihte anayurtlarını terk eden, en fazla birkaç yüz Afrikalıdan türemiş olduklarını açıkladı. 

Yakın zaman önce küçük bir kurucu nüfustan türemiş olduğumuz için, büyük bir değişkenlik kaynağı oluşturmaya yetecek kadar zamana da insan sayısına da ulaşılmamıştır.  

Ancak bütün bu saptamalar, Yeni Güney Galler'in batısındaki eski Mungo İnsanları'nın neredeyse sınırsız yükseklikteki sürpriz kapasitesini hiçe sayıyordu. ... Bulgulara göre, Mungo İnsanı anatomik bakımdan moderndi: Tıpkı sizin ve benim gibiydi. Ama tükenmiş bir genetik nesle aitti. … oysa o da tüm diğer modern insanlar gibi, yakın geçmişte Afrika'yı terk eden atalardan türemiş olsaydı, tam tersi olması gerekirdi.  


"Böylece her şey bir kez daha altüst oldu," diyor Thorne, saklamaya çalışmadığı bir sevinçle.   

“Genelde,” diye devam etti sözlerine, “genetik kayıtlar Afrika'dan çıkış hipotezini destekler. Ama öte yandan, çoğu genetikçinin hiç değinmemeyi tercih ettiği bu aykırı insan gruplarına da rastlarsınız. İşin içyüzünü anlayabildiğimiz takdirde elimize inanılmaz miktarlarda bilgi geçecek, ama henüz anlayamıyoruz. Daha yolun çok başındayız.” 

Kitapta, mitokondriyal DNA üzerine yapılmış incelemeleri kullanarak, yaşayan tüm Avrupalıları yalnızca yedi kadından oluşan bir kurucu nüfusa (kitaba adını veren "Havva'nın Kızları’na) köklendirebildiğini ileri sürüyordu.  

“Eh, sanırım zor bir konunun halka sevdirilmesine katkıda bulunduğu için teşekkürü hak ediyor,” … “Tek bir hücreden sağlanmış hiçbir veri sizi bu kadar kesin bir sonuca ulaştıramaz. Mitokondriyal DNA'yı geriye doğru takip ederseniz sizi belli bir yere götürecektir: bir Ursula'ya, bir Tara'ya ya da adı her ne ise ona. Ama herhangi bir başka DNA parçasını alıp, yine geriye doğru takip ettiğiniz takdirde, bambaşka bir yerde bulursunuz kendinizi.” 

Düşündüm de, gelişigüzel bir yola sapıp Londra dışına çıkmaya ve yolun John O'Groats'da son bulduğunu görüp, Londra'daki herkesin İskoçya'nın kuzeyinden geldiği sonucuna varmaya benziyordu bu. Oradan gelmiş olabilirler elbette, ama yüzlerce başka yerden gelmiş olmaları da eşit derecede mümkün.  

“Araştırmalara tabii ki güvenebilirsiniz, yani çoğuna. Güvenemeyeceğiniz şey, insanların onlara ekseriyetle yükledikleri genel yargılardır.” 

HOŞÇAKALIN 

İnsanoğlunun ilahi ve caniyane tabiatını bundan daha iyi örnekleyen iki olay daha zor bulursunuz, benden söylemesi. Bir yandan ilahi kudretin en derin sırlarını çözerken, öte yandan bize asla zararı dokunmamış, kendisine ne yaptığımızı anlamaktan bile aciz bir yaratığın kökünü kurutabilen bir organizma türüdür insanoğlu. 

Onlar maalesef yok olup gittiler ve bizler boyutları bir hayli küçülmüş canlılarla dolu bir gezegende yaşıyoruz. Günümüzde yeryüzünde yaşamakta olan cüsseli (en az bir ton ağırlığında) kara hayvanlarının sayısı dördü geçmez: Filler, gergedanlar, hipopotamlar ve zürafalar.  

Kısacası, insanlık yaradılış itibariyle diğer canlı varlıklar için kötü haber miydi, değil miydi ?  

Deniz ineği, nesli tükenen son devasa hayvanlardan biriydi. Muazzam büyüklükteydi: Yetişkin bir deniz ineği neredeyse 9 metre uzunluğa ve 10 ton ağırlığa ulaşabilirdi. 

Yorum Gönder

0 Yorumlar