Güç ve Sıfır







Prof. Dr. Erdem Büyükbingöl

Ankara Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi





Felsefe, düşünen insanı kaotik bir ortama sürükleyen bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır ve düşüncelerimizde birbirleriyle çarpışan tez ve anti-tezlerin bir yumağı olarak yer almaktadır. Düşünebildiğimiz her teze karşın beynimizde ürettiğimiz anti-tezlerin anında şekillenmesi sonucunda kendimizi bir kaos ortamında bulabiliriz. Belki de doğasında bu yükümlülük var. Felsefi yaklaşımların teolojik incelenmesi, anlama sınırlarımızı biraz daha zorlamamıza ve farklı boşluklarda yer almamıza yol açıyor. Biz kimiz ve yaşam nedir gibi soruların çevrelediği bir düşünce ortamında genelde bilimin somut yönüne rağmen felsefenin soyut karakteri ile yüzyüze gelebiliyoruz. Bir soru karşımıza çıkıyor, neden bilimle uğraşıyoruz? Bu sorunun yanıtının belki üstü kapalı olarak verilmeye çalışılması, bir ölçüde daha anlamlı olabilir.



İnsan başta olmak üzere tanık olduğumuz tüm yaşam birimlerinde sürekli olarak bir ‘güç’ faktörünün egemen olduğunu görmekteyiz. Yaşayan varlıkların çevrelerine yansıttıkları egemen olma güdüsünü değişik boyutlarda sergilemeleri ve basit gibi görünen hücresel yapıdan karmaşık yapılara kadar bu güç faktörüne sahip olmaları, bir içgüdüsel “var olma” duygusunun belki de temelini oluşturuyor. Canlı bazında, anlamının farkında olarak ya da olmayarak bu ‘güç’ kavramını sürekli bünyemizde taşıyoruz. Tüm canlılar kendi organlarındaki enerjilerini güçlü olabilmek için belli noktalara bilinçli ya da bilinçsiz şekilde odaklamak ihtiyacını hissediyorlar. Güçlü olmak, yaşamanın birincil öğesini oluşturuyor. Bilim ile teolojik yaklaşımın birbiriyle çelişkili görünen farklı bakış açıları, aslen bu temel içgüdünün değişik yansımaları ile karakterize oluyor. Yüzyıllardır birbiriyle çatışma halinde olan din ve bilim kavramları belki de varoluşumuzdaki ögelerin farklı değer açıları altında ele alındığı ancak, ortak paydası benzer olan bir olgudan ileri gelmektedir. Düşünen bir canlı olan insanoğlu, düşünmeye başladığı andan itibaren içinde var olan bu gücün düzeyi hakkında öncelikle kendi kendine sonra da çevresi ile yorum yapma gereksinimini hissetmiştir. Önceleri kas gücüne bağlı olarak ilkel davranışsal yöntemleri denemesine karşın, bu gücün mekanik oluşumlarla daha etkin kullanabileceğini öğrenmiş ve çeşitli teknikler geliştirmiştir. Amaç, egemen olmaktır ve bu gücü sergilemek, genlerimizdeki varoluş nedenlerimizin başında gelmekte ve yaşamanın 3 temel faktörü olan beslenme, üreme ve uyku kavramları üzerinde kurulu bir düzenin vazgeçilmez yansıması olarak ortaya çıkmaktadır. Aynı düşüncede olanların bir araya gelmesi, karşıtlarla mücadele, hep egemen olma içgüsünün bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Canlılığın temel yaklaşımı, kendini kanıtlama yolunda, çoğalmayı ve istenilen güce ulaşmayı gerektirdiğine göre, bu temel içgüdünün nasıl ortaya çıktığı da yanıt arayan soruların başında gelmektedir. Belki de bunun yanıtı yoktur, ya da moleküler düzeyde atomların sıralanması ve moleküler organizasyon, moleküler bilincin bir güç faktörü olarak düzenlenmesini sağlamıştır. Amino asit moleküllerinin birbirleriyle birleşerek pepdid yapılarını ve daha sonra da proteinleri oluştururdukları andan itibaren somut canlılık kavramının geliştiğini ve canlı olabilmenin ortama uyum sağlama sürecindeki çeşitli organları evrim içinde geliştirmesi, proteinlerin ve nükleik asitlerin koordinasyonunun bir gizemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Atomik yapıların içine girildiğinde benzer şekilde bir güç gösteriminin var olduğunu ve atomları birleştiren ya da parçalayan faktörlerin aynı biçimsel davranışlarla hareket ettiklerini söyleyebiliriz. İnsanoğlunun bugüne değin bilinen en yüksek canlı biçimi olduğu varsayılırsa, gücün ortama uyum sağlamasındaki organize davranışı, genlerin farklı proteinleri kodlamasına bağlı olarak proteinlerin kazandıkları işlevsel davranışlarına bağlanabilir. Bu bağlamda içimizdeki ‘Tanrısal güç’, bulunduğu ortamı tanımada ve uyum sağlamada çeşitli organ ve organelleri geliştirmiştir. Aslında düşünme yeteneğinin ortaya çıkması, ya da anlama, öğrenme ve algılama kavramlarının beyin biyokimyasındaki gelişimi, içimizdeki gücün evrimleşme süreci içindeki organize davranışının bir sonucudur ve düşünme yeteneği kazanan insan, kendi ortamında, aslında yine kendi içindeki güçten kaynaklanan farklı güç biçimlerine yaşam hakkı tanımayacak bir mücadele etme güdüsüne sahiptir. Gücün kendisiyle savaşımı, çok ilginçtir. Canlılık karakteri kazanan ve farklı şekillerde bu karakteri yansıtan yapılanmalar, aynı içgüdüyle birbirlerine karşı mücadele etme ve savunma gereksinimi duymaktadırlar. Bu, belki de gelişmenin anahtarıdır! Ancak, canlılığın temelini oluşturan bu ‘Tanrısal güç’ kavramı kaynağının, insanoğlunun yeterince algılayamayacağı boyutlarda olabileceği varsayımını gözardı edemeyiz.



Canlı varlıklar yaşama içgüdüsünü oluştukları andan itibaren kendilerini dış dünya ile iletişime olanak sağlayan bu ‘Tanrısal güç’ ile edinilen düşünsel yeteneklerin düzeyine göre, kendilerini bulundukları ortama uyum sağlamada belli bir işbirliği oluşturmuşlardır. Bu işbirliği hem kendi iç dünyası, hem de dış dünya ile iletişim durumundadır. İnsanoğlu, açıklayamadığı olaylara da yine düşünce yetisiyle sınırlı olarak son verme eğilimi içine girmiştir. Ama bu, asla bir son değildir. Ateşe tapan, güneşi tanrılaştıran ve böylelikle çevresine egemen olma yolunda bu nesneleri kendisine simge olarak seçen de yine insanoğludur. Beyninin düşünme olanaklarıyla sınırlanan bu faktörlerin, belli bir gelişim sürecinde oynadıkları imgesel ögeler, zaman içinde farklılaşma eğilimi göstermiştir. Zaman kavramını bile açıklamakta çeşitli teoriler üreten insanoğlu sonuçta içinde hissettiği ancak bir türlü açıklayamadığı bu “Tanrısal gücün” kaynağını bulma eğilimindedir.



Gökyüzüne doğru baktığımızda sayamayacağımız kadar gök cisminin bulunduğunu ve evrenin bu gök cisimlerinin varlığına uygun bir ortam oluşturduğunu düşünürüz. Aslında atomik yapınlanma da bir mikro-evren şeklindedir. İçinde yaşadığımız evreni inceleyen insanın evrenin derinliklerine ulaşmasındaki isteminin gizi, içinde taşıdığı ‘Tanrısal güçle’ ilgilidir. Aynı şekilde mikroskopu icat ederek kendi içindeki gücü somut bir görüntüye dönüştürmek istemiştir. Ancak ne yazık ki, insanoğlu ilkel insan döneminde doğanın varlığında nasıl bir gücün egemen olduğunu kavrayamamışsa, yine bugünkü varlığında da aynı belirsizliği sürdüregelmektedir. Değişmeyen, yalnızca meraktır ve bu duygunun sürekli artan bir tempoda devam etmesidir. Bu merak sonucu insanoğlu, kendi yapısını incelemek için mikroskobu, gökyüzünü incelemek içinse teleskobu icad etmiştir. Matematik ise, insanoğlunun somutlaştırdığı ve birincil önemi taşıyan çok önemli bir olgudur. Matematiği geliştiren insan bunu, hem kendi varlığı, hem de içinde bulunduğu ortamı somutlaştırmak için kullanabilmektedir. Düşünsel yeti sonucunda elde ettiği verileri somutlaştırmaya yönelik yapılan çalışmalarda bilim kelimesinin kullanılması; bu çalışmaların soyut ortama yönelmesinde ise dinsel yaklaşımları benimsemesi, “açıklanamamanın açıklanması” kavramının doğal bir çatışmasını, getirmiştir. Bilim, genel olarak belli gözlemlere dayanan güç arayışının bir faktörü, dinsel yaklaşım ise gücün varlığının baştan kesin kez kabul edilmesi ilkelerine dayanmaktadır. Binlerce yıl önceki insanoğlunun ateşe tapma içgüdüsü, şekil değiştirmiş ve farklı boyutlarda ve insanoğlunun yaşadığı ortamla olan uyumuna bağlı olarak yeniden biçimlenmiştir. Ama yine binlerce yıl önceki insan, çevresini araştırmayı ve kendini geliştirmeyi ihmal etmemiştir. Bilimsel düşünen insanoğlunun ‘Tanrısal gücün’ varlığını araştırmada ortaya koyduğu yöntemler ile dinsel düşünen insanın aynı gücü aramadaki yöntemleri birbirinden farklılıklar içermektedir, ancak, her ikisi de Tanrısal gücün varlığını aramada insanoğlunun ortak düşünce evrenini simgelemektedirler. Mikroskopla bir hücreyi araştıran bilim insanı, bu hücrenin içinde yer alan mekanizmaları açıkladığında bir ölçüde Tanrısal gücün ortaya konulması kavramına çok küçük de olsa bir açıklık kazandırmaktadır. Ne yazık ki, canlı ortamında hangi mekanizmaların ne şekilde rol aldığını, tam anlamıyla bilemiyoruz. Örneğin, bir karaciğer hücresinin yapısı konusunda kesin bir bilgimiz yok, üstelik bu hücrenin işleyişine müdahale edemiyoruz (ancak müdehale edebilmek için uğraşıyoruz). Bilebildiklerimiz yalnızca bugüne kadar ortaya konulan basit mekanizma yaklaşımları olmakta ve zaman akışı içinde öngörülen yeni bulgularla bu mekanizmaların güçlendirilmesi ya da çürütülmesi, şeklinde olmaktadır. İşte, karaciğerdeki yer alan bazı enzimlerin çalışma mekanizmasını ortaya koyabilen bir bilim insanı içimizdeki Tanrısal gücün işlevi hakkında çok küçük de olsa bir ayrıntıyı ortaya koyma içgüdüsünü sergilemektedir. Yaşlanma süreci konusunda bilgilerimiz henüz çok yetersiz. Ölümsüzlüğün peşindeki insanoğlu kendisini yaşlandıran ve kaçınılmaz sonun mekanizmasını halen anlamaya çalışıyor; çok uzun sürecek gibi görülen bir zaman süresince de bu “anlamaya çalışmak” devam edeceğe benzemektedir. Canlı organizmasındaki Tanrısal gücü arayan insanoğlu, evrendeki oluşumları da arayarak bu gücün sınırlarını keşfetmeye çalışıyor. Bir yandan hücresel derinlikleri arayan, diğer yandan da evrensel boyutları çözmeye çalışan insanın henüz işin çok başında olduğu bir gerçektir. Bir hücreye mikroskopa baktığımızda karşımıza çıkan mikro-yapıların derinliklerinde ne olduğunu bulma duygusu ile daha güçlü mikroskoplar yapılmış ve daha derinlerde bambaşka yapılanmalar olduğu saptanmıştır. Daha güçlü aygıtlar ile yapılan çalışmalar farklı yeni yapıları işaret etmiştir. Elektron mikroskopları bugünkü insanoğlunun geliştirdiği teknolojinin son aşamasıdır, ancak bununla da ortaya hücre içindeki sınırlamanın saptanmasına ulaşılamamıştır. Hücre içi derinlik ele alındığında buradan ‘eksi sonsuza’ doğru uzanan bir yapılanma olduğunu düşünebiliriz. Diğer taraftan teleskopla yapılan incelemelerde bazı gök cisimlerini gözleyebilme olanağına sahibiz. Daha güçlü teleskoplar bize yeni gök cisimlerinin varlığını göstermektedir ve evrenin boyutları sürekli olarak genişlemektedir. Teorik olarak da buradan ‘artı sonsuza’ gidileceğini varsayabiliriz.



Matematiği yüce bir bilim dalı olarak ortaya koyan insanoğlunun sıfır noktasını tanımlaması çok ilginçtir. Sıfır noktası, belki de matematik biliminin en önemli kavramıdır ve düşünce evreninde son derece küçük bir boyutta olan insanoğlunun bulduğu en önemli sayıdır. Bu sayı insanoğlunun ‘Tanrısal gücü’ aramada belki de ilkel bellek yapısındaki içgüdüsel kavramının oluşturduğu bir bağlantıdır. Kendi organizması içinde eksi sonsuza, organizması dışında da artı sonsuza ulaştığını düşündüğümüz insanoğlunun matematik bilimi içinde öngördüğü ve ‘eksi sonsuzla’ ‘artı sonsuzun’ kesiştiği bir nokta vardır. Bu da, sıfır noktasıdır.



Teknolojik gelişimini sürdürecek olan insanoğlu kendi hücreleri içinde gelecekte daha da derinlere ulaşacaktır. Yeni aygıtlar geliştirecek, mekanizmalar üretecek ve içindeki Tanrısal gücü aramaya devam edecektir. Ancak, yine de bunlar içimizdeki derinliklerin sınırına bizi ulaştırabilecek midir? Beynimizin kapasitesini sürekli artırmaya çalışan insanoğlunun uzayda yolculuğu başlatabilmesi için yeni kuramları ve boyut farklılık teorilerini üretmesi de devam edecektir. Belki de ışık hızına ulaşıldığında kütlesini sıfıra indiren sınırlamalar aşılacaktır. O an geldiğinde evrenin sınırına ulaşmak mümkün olabilecek midir? Hayır, çünkü eğer gerçekten bir sınır varsa onun ötesinde başka boyutların sınırları olacağı olgusunu matematik ve fizik bilimleri bize öğretmiştir. Dolayısıyla, bu da bize insanoğlunun en büyük keşfi olan sıfır noktasının anlamını yeniden düşünmemiz fırsatını vermektedir.



Bu durumda, benzer atomların bir araya gelerek, örneğin bir kaya parçasını oluşturması da ya da karaciğer organı şeklinde organize olmasının anlamını, bilinmeyen “gücün” bilincine ulaşmada evrensel düşünce sınırlarının zorlanmasını sağlamak yerine, teolojik kestirmeciliğin basite indirgediği algılanmayı kabullenmek gibi birbirine zıt görülen olguları tartışmanın ne gibi yararları olacağını, henüz bilemiyoruz. Ancak, “Tanrısal gücü” aramada bilim ve teolojik yaklaşımların aslında ortak amaca yöneldiği fakat farklı yöntemleri seçtiğini görüyoruz. İnsanoğlunun bu anlamda bilinçlenmeye başladığı süreçten itibaren birbirleriyle sürekli kavga halinde olan bu iki yaklaşım, belki de aralarındaki yöntem farklılığını anlamsızlığını bir türlü anlayamadan, gelecekteki süreçlerine devam edeceklerdir. Bu çatışmanın da yarar/zarar oranında nasıl bir dengeye ulaşacağını da kestirmeye gerek görmeyeceklerdir. Bu durumda, belki de sıfır noktasının önemi, gelecekte çok daha iyi anlaşılacaktır.

Yorum Gönder

0 Yorumlar