Hekim, akademisyen, tıp tarihçisi, kültür adamı ve seçkin sanatkâr kimliği içersinde rahmetli babam A. Süheyl Ünver’in şahsiyeti ve fikrî dünyasının çok yönlü bir portresini lâyıkıyle sunmaya bu satırların yeterli olamıyacağı muhakkaktır. Yine de O’nun dopdolu geçen hayatında yorulmak bilmeyen çalışma gücü, çeşitli konulardaki görüş ve düşünceleri kadar özel hayatına ait bazı anılarından derlediğimiz kesitlerin, Ünver’in tekrar hatırlanmasına ve genç kuşak doktorlarca tanınmasına vesile olmasını diliyoruz.
Ahmed Süheyl Ünver, 17 Şubat 1898 tarihinde İstanbul’da doğdu. Babası Posta ve Telgraf Nezareti İstanbul Muhaberat-ı Umumiye Müdürü Tırnovalı Mustafa Enver Bey, annesi Hattat Mehmed Şevki Efendi’nin kızı Safiye Rukiye Hanım’dı. Menbaül İrfan Rüşdiyesi ile Mercan İdadisi’ni bitirdikten sonra 1915 yılında Mekteb-i Tıbbiye’ye girdi. 1920 yılında tıp eğitimini tamamladı. 1921-26 yılları arasında Gureba ve Haseki Hastahaneleri’nde cildiye, dahiliye ve intaniye servislerindeki asistanlığından sonra 1927’de hekimlik ihtisasını tamamladı. 1927-29 yılları arasında iki yıl Paris’te Pitié Hastahanesi’nde Prof. Marcel Labbe’nin yanında ecnebi asistanı olarak çalıştı. 1930 yılında memlekete dönüşünde Istanbul Darülfünûn’u Tıp Fakültesi’nde hocası Prof. Dr. Akil Muhtar Özden’in Tedavi ve Farmakodinami kürsüsünde doçent olarak akademik hayata geçti. 1 Eylül 1932 tarihinde evlendi. 1933 yılında Atatürk Üniversite Reformu ertesinde İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi bünyesinde Tıp Tarihi Enstitüsü’nün kurucusu ve direktörü olarak tıbbî deontoloji derslerine başladı. 1939 yılında profesör, 1954 yılında da Ordinaryüs profesör oldu. 1956 yılında serbest hekimliği bırakarak kendisini tümüyle fakülte mesaisine ve hocalığa hasretti.
Akademik hayatı süresince, Türk tıp tarihinin seçkin bir temsilcisi olarak yurtiçi ve yurtdışındaki sayısız kongre ve toplantıya katılarak bildiriler sundu ve bu sahada sayısız neşriyata imza attı. Bu meyanda Türk Tıp Tarihi Kurumu kuruculuğu ve azalığı, Türkiye Tıp Encümeni’nde, Türk Dil Kurumu’nda, Türk Tarih Kurumu’nda ve Milletlerarası Tıp Tarihi Cemiyeti’nde, Türkiye Tıp Encümeni gibi kuruluşlarda üyelik görevi yaptı.
Hekimlik, tıp tarihi, deontoloji, ilimler tarihi, kültür ve süsleme sanatları konularındaki yayınlarını 1920 yılından başlayarak kesintisiz olarak sürdüren Ünver’in kitap, monografi ve makale şeklinde 2000 dolayında yayını mevcuttur. Ünver, ayrıca eski yazıyla basılmış tıp kitaplarını derlemiş, binlerce fişten oluşan bir tıp tarihi arşivi geliştirmiştir. Bu çalışmalar yanında Orta Doğu’nun ilk ve en önemli Tıp Tarihi Enstitüsü’nü yönetirken yurtdışı yayınlarıyla sesini duyurmuş, iyi bir hoca olarak pek çok doktorun kültür konularıyla ilgilenmesini temin etmiştir.(1) Bu yayınlar Türklerin Orta Şark tıp ve ilimler tarihinde bilinmeyen, kabul edilmeyen mevkiini ortaya koymaya yardımcı olmuş, böylelikle garp literatürüne geçmiş, bu suretle garp memleketleriyle temaslarımızı artırmış ve ilmi eserler mübadelesini de hızlandırmıştı.(2)
A.S. Ünver, 1967 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin ikiye ayrılmasıyla Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne geçerek bu fakültede ikinci bir Tıp Tarihi ve Deontoloji Kürsüsü kurarak, buradaki derslerini emekli olduğu 1973 yılına kadar aralıksız sürdürdü. Emeklilik dönemini ilmî ve sanat çalışmaları, çeşitli araştırma seyahatleri, yayınlar, sohbet ve konferansları ile dolu dolu yaşayan Ünver, 14 Şubat 1986 tarihinde İstanbul’da Kalamış’taki evinde vefat etti.
Ünver’in akademik hayatıyla başabaş giden sanat eğiliminde ailesinden gelen atavistik tesirlerin büyük rolü olmuş, bu daldaki eğitimi için 1916 yılında tıp öğrenimi ile eş zamanlı olarak girdiği Medresetü’l Hattâtin bir başlangıç oluşturmuştu. Bu okulda 1923 yılında tezhip ve ebru dallarından aldığı iki icazetle formel sanat eğitimini de tamamlamış oldu. Aynı dönemlerde, hekimlik çalışmaları ve bilimsel araştırmalarının yanısıra ressam Üsküdarlı Hoca Ali Rıza Bey’in öğrencisi olmuş, 1917-1930 yılları arasında hocasıyla İstanbul’ un çeşitli semt ve mimari yapılarını karakalem ve suluboya resimlerle tespit etmişti.
Çok sevdiği suluboya ressamlığını daha sonraki yıllarda tarihi dokümantasyon için geliştirerek belgesel resimler yapmış ve aynı zamanda bu konuda geniş bir yayın faaliyeti içinde bulunmuştu. Ünver’in klasik Türk süslemesini öğretmek amacıyla 1936 yılında Güzel Sanatlar Akademisi’nde “Şark süsleme bölümüne” minyatür hocası olarak başladığı görevi 19 yıl sürdü. Yine 1936 yılında tarihi Topkapı Sarayı Nakışhanesi’ni ihya ederek burada da tezhip ve minyatür dersleri verdi. Bu sahadaki eğitim çalışmalarını 1957- 58 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde kurucusu bulunduğu Tıp Tarihi Enstitüsü’ne ‘cuma dersleri’ olarak taşımış ve 1986’daki vefatından üç ay öncesine kadar aralıksız sürdürmüştü. Tıp Tarihi Enstitüsü’nün seçkin bir sanat faaliyeti olarak uzun yıllar devam eden bu sanat seminerleriyle Ünver, talebelerine klasik Türk sanatının özünü ve özelliklerini tanıttı; bu alanda uzmanlaştığına ve olgunlaştığına inandığı öğrencilerine özel “icazetnameler” verdi. Hocaları tarafından bu çok anlamlı belge ile onurlandırılmış öğrencilerin çoğu bugün klasik Türk sanatı dalında söz sahibi olmuşlardır.
A.Süheyl Ünver, çalışma düzenini ve hayat programını çevresine örnek olacak biçimde kurmuş bir ilim adamı ve sanatkâr kimliği içersinde, bulunduğu her çevrede etrafına ışıklar saçmıştır. Tıp tarihinin önemli bir konusu olan deontoloji alanında hekimin ahlâki sorumluluklarını hem öğretmiş hem de hayatını ve davranışlarını misal olarak ortaya koyarak derslerinde söylediklerinin canlı bir sembolünü oluşturmuştur.(3) 20. yüzyıl Türk kültürünün eskiyle kopan bağlarının kurulmasının ve unutulan geleneksel sanat dallarından pek çoğunun canlandırılmasının en sadık ve vefakâr hadîmi olmuştur. Tıp tarihi ve Türk tezyinat tarihi ona giderek Türk tarihine dair en hurde ayrıntıları öğretmiş, sonuçta, Türk’ü ilgilendiren tek yapraklı bir arşiv malzemesinden mezaristanlardaki tarihi taşlara dek hiçbir şeyi kaçırmayıp tespit etmesi, Türk kimliğini ayakta tutacak her unsura dikkatle eğilmesine neden olmuştur.(4)
Sayısız yurtiçi ve yurtdışı gezilerinde, 1950’li yıllarda kurmuş olduğu zengin notlar arşivine tıp tarihi, tıbbi ve mistik folklor konularında yeni malzemeler katacak önemli dokümanlar toplamış, ayrıca Türk tezyinatına hizmet azmiyle kütüphanelerde çalışmış, aradığı bilgilere kavuşmuş olmanın hazzı içinde resimli ve yazılı bütün tespitlerini gezi defterleri içinde toplamıştı. Günümüzde artık mevcut olmayan ama Ünver’in bir belge niteliğinde resimlediği tarihi cami, konak, hamam, çeşme vb. mimarî yapılar ve yine bunlara ait tezyini örneklerin çoğu artık onun defterlerinde ve özel koleksiyonunda yaşamaktadır.
Akademik hayatı süresince, Türk tıp tarihinin seçkin bir temsilcisi olarak yurtiçi ve yurtdışındaki sayısız kongre ve toplantıya katılarak bildiriler sundu ve bu sahada sayısız neşriyata imza attı. Bu meyanda Türk Tıp Tarihi Kurumu kuruculuğu ve azalığı, Türkiye Tıp Encümeni’nde, Türk Dil Kurumu’nda, Türk Tarih Kurumu’nda ve Milletlerarası Tıp Tarihi Cemiyeti’nde, Türkiye Tıp Encümeni gibi kuruluşlarda üyelik görevi yaptı.
Hekimlik, tıp tarihi, deontoloji, ilimler tarihi, kültür ve süsleme sanatları konularındaki yayınlarını 1920 yılından başlayarak kesintisiz olarak sürdüren Ünver’in kitap, monografi ve makale şeklinde 2000 dolayında yayını mevcuttur. Ünver, ayrıca eski yazıyla basılmış tıp kitaplarını derlemiş, binlerce fişten oluşan bir tıp tarihi arşivi geliştirmiştir. Bu çalışmalar yanında Orta Doğu’nun ilk ve en önemli Tıp Tarihi Enstitüsü’nü yönetirken yurtdışı yayınlarıyla sesini duyurmuş, iyi bir hoca olarak pek çok doktorun kültür konularıyla ilgilenmesini temin etmiştir.(1) Bu yayınlar Türklerin Orta Şark tıp ve ilimler tarihinde bilinmeyen, kabul edilmeyen mevkiini ortaya koymaya yardımcı olmuş, böylelikle garp literatürüne geçmiş, bu suretle garp memleketleriyle temaslarımızı artırmış ve ilmi eserler mübadelesini de hızlandırmıştı.(2)
A.S. Ünver, 1967 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin ikiye ayrılmasıyla Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne geçerek bu fakültede ikinci bir Tıp Tarihi ve Deontoloji Kürsüsü kurarak, buradaki derslerini emekli olduğu 1973 yılına kadar aralıksız sürdürdü. Emeklilik dönemini ilmî ve sanat çalışmaları, çeşitli araştırma seyahatleri, yayınlar, sohbet ve konferansları ile dolu dolu yaşayan Ünver, 14 Şubat 1986 tarihinde İstanbul’da Kalamış’taki evinde vefat etti.
Ünver’in akademik hayatıyla başabaş giden sanat eğiliminde ailesinden gelen atavistik tesirlerin büyük rolü olmuş, bu daldaki eğitimi için 1916 yılında tıp öğrenimi ile eş zamanlı olarak girdiği Medresetü’l Hattâtin bir başlangıç oluşturmuştu. Bu okulda 1923 yılında tezhip ve ebru dallarından aldığı iki icazetle formel sanat eğitimini de tamamlamış oldu. Aynı dönemlerde, hekimlik çalışmaları ve bilimsel araştırmalarının yanısıra ressam Üsküdarlı Hoca Ali Rıza Bey’in öğrencisi olmuş, 1917-1930 yılları arasında hocasıyla İstanbul’ un çeşitli semt ve mimari yapılarını karakalem ve suluboya resimlerle tespit etmişti.
Çok sevdiği suluboya ressamlığını daha sonraki yıllarda tarihi dokümantasyon için geliştirerek belgesel resimler yapmış ve aynı zamanda bu konuda geniş bir yayın faaliyeti içinde bulunmuştu. Ünver’in klasik Türk süslemesini öğretmek amacıyla 1936 yılında Güzel Sanatlar Akademisi’nde “Şark süsleme bölümüne” minyatür hocası olarak başladığı görevi 19 yıl sürdü. Yine 1936 yılında tarihi Topkapı Sarayı Nakışhanesi’ni ihya ederek burada da tezhip ve minyatür dersleri verdi. Bu sahadaki eğitim çalışmalarını 1957- 58 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde kurucusu bulunduğu Tıp Tarihi Enstitüsü’ne ‘cuma dersleri’ olarak taşımış ve 1986’daki vefatından üç ay öncesine kadar aralıksız sürdürmüştü. Tıp Tarihi Enstitüsü’nün seçkin bir sanat faaliyeti olarak uzun yıllar devam eden bu sanat seminerleriyle Ünver, talebelerine klasik Türk sanatının özünü ve özelliklerini tanıttı; bu alanda uzmanlaştığına ve olgunlaştığına inandığı öğrencilerine özel “icazetnameler” verdi. Hocaları tarafından bu çok anlamlı belge ile onurlandırılmış öğrencilerin çoğu bugün klasik Türk sanatı dalında söz sahibi olmuşlardır.
A.Süheyl Ünver, çalışma düzenini ve hayat programını çevresine örnek olacak biçimde kurmuş bir ilim adamı ve sanatkâr kimliği içersinde, bulunduğu her çevrede etrafına ışıklar saçmıştır. Tıp tarihinin önemli bir konusu olan deontoloji alanında hekimin ahlâki sorumluluklarını hem öğretmiş hem de hayatını ve davranışlarını misal olarak ortaya koyarak derslerinde söylediklerinin canlı bir sembolünü oluşturmuştur.(3) 20. yüzyıl Türk kültürünün eskiyle kopan bağlarının kurulmasının ve unutulan geleneksel sanat dallarından pek çoğunun canlandırılmasının en sadık ve vefakâr hadîmi olmuştur. Tıp tarihi ve Türk tezyinat tarihi ona giderek Türk tarihine dair en hurde ayrıntıları öğretmiş, sonuçta, Türk’ü ilgilendiren tek yapraklı bir arşiv malzemesinden mezaristanlardaki tarihi taşlara dek hiçbir şeyi kaçırmayıp tespit etmesi, Türk kimliğini ayakta tutacak her unsura dikkatle eğilmesine neden olmuştur.(4)
Sayısız yurtiçi ve yurtdışı gezilerinde, 1950’li yıllarda kurmuş olduğu zengin notlar arşivine tıp tarihi, tıbbi ve mistik folklor konularında yeni malzemeler katacak önemli dokümanlar toplamış, ayrıca Türk tezyinatına hizmet azmiyle kütüphanelerde çalışmış, aradığı bilgilere kavuşmuş olmanın hazzı içinde resimli ve yazılı bütün tespitlerini gezi defterleri içinde toplamıştı. Günümüzde artık mevcut olmayan ama Ünver’in bir belge niteliğinde resimlediği tarihi cami, konak, hamam, çeşme vb. mimarî yapılar ve yine bunlara ait tezyini örneklerin çoğu artık onun defterlerinde ve özel koleksiyonunda yaşamaktadır.
Not tutmak, bunları defterlemek, fişlemek ve arşivlemek, Ünver’in tarihi kültürümüze ait gözlemlediği belge noksanlığının sebebi olarak belirttiği “şifahilik hastalığı”na karşı sürdürdüğü amansız mücadelesi ve bu hususta duyduğu sorumluluğun bir sonucu olmuştur. Türk kültür konularının bugün artık çok önemli belgeleri konumundaki bu toplamaları doğuran merakının nasıl doğduğunu 18 Haziran 1984 tarihli “Benim arşivim nedir, ne değildir?” başlıklı bir anı notunda şöyle dile getirmişti:
“Çocukluğumdam bu yana babamın not defterlerini görürdüm. Hatta birgün bunlardan birini yanına almıştı, bir cuma idi. Fatih’ten ileride Çarşamba’da sevdiği, devrin, yüksek âlimlerinden yaşlıca bir zatı ziyaretten dönüyorduk. Bayezid Camii içinden girilen Şeyhülislam Veliyüddin Efendi Kütüphanesi’ne girdik. Sene 1906. Babam defterine bir el yazması kitaptan yanında taşıdığı hokka ve kalemi ile notlar aldı. Eser herhalde Arapça idi. Bunları ben anlamıyarak görüyordum, ama bunun mânâsını bana seneler anlattı. İşte hayatımın programı böyle başladı. Artık ben de bu usûlü severek benimsedim. Peki ne yaptım? Okuduklarımı, gördüklerimi her zaman yazmayı esas tuttum. Sene 1911-1912’de Mercan Lisesi’nde edebiyat hocamız Süleyman Şevket Tanlı’nın rehberliği bana yol gösterdi. Yazdıklarımı tasnif etmem tavsiyesinde bulundu. 1898 doğumluyum. Şimdi 1984’deyiz. Bütün bu yaptıklarım bir gün gelir lâzım olur”.
Süheyl Ünver’in bu anlayışla bir ömür boyu meydana getirmiş olduğu ve “milletten aldıklarını yine millete sunma” görüşü ve düşüncesi içinde İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi ve Çapa Tıp Fakültesi’deki Tıp Tarihi Anabilim Dallarına, Türk Tarih Kurumuna ve Süleymaniye Kütüphanesi’ne ‘A.Süheyl Ünver Arşivi’ olarak bağışladığı zengin dosyalar, notlar, defterler ile el yapması suluboya, karakalem resimleri ve tezyini tarzdaki eserleri, bugün Türk tıp, kültür ve sanat tarihine ışık tutan çok önemli belgeler sayılmaktadır.
S. Ünver’in eşsiz kişiliği ve zengin iç dünyası, özel hayatında biz ailesine saygı telkin eden, gönül huzuru veren bir örnek teşkil etmiştir. Her zaman ölçülü, programlı ve vakur tavrı ile ağabeyim Aydın Ünver’e ve bana örnek bir baba olmuştur. 54 yıllık vefakâr eşi, annemiz Müzehher Ünver’i “Hayatım boyunca üzerimden maddi ve manevi ihtimamını esirgemeyen çok aziz zevcem” diye zikrederken, eşinin engin müsamahası sayesinde eve bile taşıdığı çalışma düzenini huzurlu ve yoğun biçimde sürdürmesini her zaman minnetle dile getirmişti. Zira onun için yaşamın anlamı durup dinlenmeksizin çalışmak demekti. Ev günlerinde dahi kendisinin bir meşguliyetsiz, daha uygun bir deyişle kalemsiz kâğıtsız gördüğümüz anlar sayılı idi. Her zamanki alışkanlığı içersinde tertemiz giyimli, çevresine ışıklar saçan güleryüzü ile sabahları erkenden başlayan çalışma programı içinde sıkılıp yorulmamak için o gün yapmayı programladığı işleri kendi deyişiyle “mütenevvi” (çeşitli) konulara bölerdi. Oturduğu herhangi bir koltukta dizlerinin üzerine yerleştirdiği küçücük bir altlık, onun için en ideal masaydı. Yazmaktan sıkıldığı an, kucağındaki dosyadan çıkardığı tezyini bir motif üzerinde çalışır, sonra tekrar yazılarına döner ve bu hararetli çalışma temposu kısa dinlenmelerle gün boyunca sürerdi.
Renkli ve dopdolu geçen günlerinde çeşitli gailelerle onu vakit vakit üzen olayları sükûnetle karşılar, yüzündeki tebessümünü kaybetmemeye çalışırdı. “İçinizde öyle bir yer olsun ki, oraya hiçbir üzüntü, sıkıntı girmesin” sözü, bunaldığı zamanlarda ona huzur veren kendi sanat alemi içinde avunması demekti. Gerçekten de, yoğun akademik faaliyetlerle dolu geçen ömrünün hiç kuşkusuz sıkıntılarla dolu nice dönemlerinden en yakın çevresine bile bir sezinti vermeden sıyrılabilmesi ve iyimserliğini her daim koruması, hayatının son demlerine kadar koruyabildiği bu gizli yerin varlılığına bağlıydı. “Her şey boştur, ama çalışmak ve bunların güzel semerelerini almak hiçbir zaman boş şeyler değildir. İyilik ve maddi refah daima onu takip eder; ben buna inananlardanım” sözünü sık sık tekrarlardı. Randımanlı çalışmalarının ertesinde aldığı sayısız ödüllere teşekkür mealinde, “bu ödüllerin, onu yeni hizmetler yapmak için milletine tekrar borçlandırdığı” anlamına geldiğini ifade ederdi. “Hayatta her türlü hırsımı yendim, öğrenme hırsımı bir türlü yenemedim” derken, tükenmeyen merakı ve çalışma şevki içinde ilgi alanına giren her konuda yeni bir şeyler görmek ve bu mutluluğunu sohbetleri yoluyla öğrencileri ile paylaşmak ona ayrı bir haz verirdi. 1986 yılındaki vefatından üç ay öncesine kadar Cerrahpaşa’daki kürsüsünde aksatmadan katıldığı ‘cuma dersleri’, bu sohbetlerin mânâlarından yararlanmasını bilenler için bulunmaz bir fırsattı.
“Çocukluğumdam bu yana babamın not defterlerini görürdüm. Hatta birgün bunlardan birini yanına almıştı, bir cuma idi. Fatih’ten ileride Çarşamba’da sevdiği, devrin, yüksek âlimlerinden yaşlıca bir zatı ziyaretten dönüyorduk. Bayezid Camii içinden girilen Şeyhülislam Veliyüddin Efendi Kütüphanesi’ne girdik. Sene 1906. Babam defterine bir el yazması kitaptan yanında taşıdığı hokka ve kalemi ile notlar aldı. Eser herhalde Arapça idi. Bunları ben anlamıyarak görüyordum, ama bunun mânâsını bana seneler anlattı. İşte hayatımın programı böyle başladı. Artık ben de bu usûlü severek benimsedim. Peki ne yaptım? Okuduklarımı, gördüklerimi her zaman yazmayı esas tuttum. Sene 1911-1912’de Mercan Lisesi’nde edebiyat hocamız Süleyman Şevket Tanlı’nın rehberliği bana yol gösterdi. Yazdıklarımı tasnif etmem tavsiyesinde bulundu. 1898 doğumluyum. Şimdi 1984’deyiz. Bütün bu yaptıklarım bir gün gelir lâzım olur”.
Süheyl Ünver’in bu anlayışla bir ömür boyu meydana getirmiş olduğu ve “milletten aldıklarını yine millete sunma” görüşü ve düşüncesi içinde İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi ve Çapa Tıp Fakültesi’deki Tıp Tarihi Anabilim Dallarına, Türk Tarih Kurumuna ve Süleymaniye Kütüphanesi’ne ‘A.Süheyl Ünver Arşivi’ olarak bağışladığı zengin dosyalar, notlar, defterler ile el yapması suluboya, karakalem resimleri ve tezyini tarzdaki eserleri, bugün Türk tıp, kültür ve sanat tarihine ışık tutan çok önemli belgeler sayılmaktadır.
S. Ünver’in eşsiz kişiliği ve zengin iç dünyası, özel hayatında biz ailesine saygı telkin eden, gönül huzuru veren bir örnek teşkil etmiştir. Her zaman ölçülü, programlı ve vakur tavrı ile ağabeyim Aydın Ünver’e ve bana örnek bir baba olmuştur. 54 yıllık vefakâr eşi, annemiz Müzehher Ünver’i “Hayatım boyunca üzerimden maddi ve manevi ihtimamını esirgemeyen çok aziz zevcem” diye zikrederken, eşinin engin müsamahası sayesinde eve bile taşıdığı çalışma düzenini huzurlu ve yoğun biçimde sürdürmesini her zaman minnetle dile getirmişti. Zira onun için yaşamın anlamı durup dinlenmeksizin çalışmak demekti. Ev günlerinde dahi kendisinin bir meşguliyetsiz, daha uygun bir deyişle kalemsiz kâğıtsız gördüğümüz anlar sayılı idi. Her zamanki alışkanlığı içersinde tertemiz giyimli, çevresine ışıklar saçan güleryüzü ile sabahları erkenden başlayan çalışma programı içinde sıkılıp yorulmamak için o gün yapmayı programladığı işleri kendi deyişiyle “mütenevvi” (çeşitli) konulara bölerdi. Oturduğu herhangi bir koltukta dizlerinin üzerine yerleştirdiği küçücük bir altlık, onun için en ideal masaydı. Yazmaktan sıkıldığı an, kucağındaki dosyadan çıkardığı tezyini bir motif üzerinde çalışır, sonra tekrar yazılarına döner ve bu hararetli çalışma temposu kısa dinlenmelerle gün boyunca sürerdi.
Renkli ve dopdolu geçen günlerinde çeşitli gailelerle onu vakit vakit üzen olayları sükûnetle karşılar, yüzündeki tebessümünü kaybetmemeye çalışırdı. “İçinizde öyle bir yer olsun ki, oraya hiçbir üzüntü, sıkıntı girmesin” sözü, bunaldığı zamanlarda ona huzur veren kendi sanat alemi içinde avunması demekti. Gerçekten de, yoğun akademik faaliyetlerle dolu geçen ömrünün hiç kuşkusuz sıkıntılarla dolu nice dönemlerinden en yakın çevresine bile bir sezinti vermeden sıyrılabilmesi ve iyimserliğini her daim koruması, hayatının son demlerine kadar koruyabildiği bu gizli yerin varlılığına bağlıydı. “Her şey boştur, ama çalışmak ve bunların güzel semerelerini almak hiçbir zaman boş şeyler değildir. İyilik ve maddi refah daima onu takip eder; ben buna inananlardanım” sözünü sık sık tekrarlardı. Randımanlı çalışmalarının ertesinde aldığı sayısız ödüllere teşekkür mealinde, “bu ödüllerin, onu yeni hizmetler yapmak için milletine tekrar borçlandırdığı” anlamına geldiğini ifade ederdi. “Hayatta her türlü hırsımı yendim, öğrenme hırsımı bir türlü yenemedim” derken, tükenmeyen merakı ve çalışma şevki içinde ilgi alanına giren her konuda yeni bir şeyler görmek ve bu mutluluğunu sohbetleri yoluyla öğrencileri ile paylaşmak ona ayrı bir haz verirdi. 1986 yılındaki vefatından üç ay öncesine kadar Cerrahpaşa’daki kürsüsünde aksatmadan katıldığı ‘cuma dersleri’, bu sohbetlerin mânâlarından yararlanmasını bilenler için bulunmaz bir fırsattı.
Sanat formasyonu üzerine dikkat çekici bir sohbetini zikredersek: “Sanata olan merakım dolayısiyle çok seneler muahezeler (eleştiriler) işittim. Sanata bağlılığım irsî olarak gelişmişti. Annemin babası hattat Şevki Efendi meşhur bir hattattı. Onun dayısı hattat Hulûsi Efendi ve damadı Emin Efendi, dayım Sait Bey keza. Babam telgrafçılık fenninde mahir ve musikişinas. Babamın babası Hacı Mehmed Efendi de Tırnova’da ressam. Amcam Vasıf Bey zabit ve hattat. İşte ben bu ruhların telâkisinden doğunca bittabi sanata irsî olarak girdim. Eğer bu saydıklarım hastalık da olsa idi onları da tevarüs edebilirdim. Sanat hevesim hekimlik tahsilim esnasında inkişaf etti. Üsküdarlı Ressam Ali Rıza Bey’den resim dersi aldım. Hattat Mektebine Tıbbiye’de talebe iken girdim. Sanat benim ruhum üzerinde işlediğinden hekimliğimin insanlık tarafında da faydalı oldu ve mesleğim dışındaki meşgalem oldu. Yani insanlığa karşı şefkat ve bağlılık hislerim arttı. Sanat beni mütevazı, sessiz, mücadelesiz bambaşka bir adam yaptı. Yani ahlâkımı düzeltmekte âmil oldu. En büyük sanatkâr ahlâklı insandan olur. Bir sanat eseri ahlâk tezahürüdür. Sanat tarafım hekimliğimin yanında benim zevk ve his cephemdir. Beni dinlendiren ve ruhumu ilâ eden bu şubeyi bırakmama imkân yoktur. Velev ki dünyayı değiştireyim.”(5)
Not alma ve kaydetme hakkındaki israrlı görüşlerini yazılarında şöyle dile getirmiştir: “Nedir bu şifahilik? Hep dinleriz. Sonra bizde bir intiba bırakmadan unutur, geçer gideriz. Türk, tarihte ve hatta bugün işittiği her güzel şeyi kalemiyle bir kâğıda yazmanın lüzumunu duymamıştır. Bizim kolay kolay her ulusa nasib olmayan müstesna bir kültürümüz ve cidden derin bir görüşümüz vardır. Bunların geçmiş asırda olanlarını kaybettik. Tesbit olunmalı idi... Geçen asırda tevekeli dememişler: Dünyada keşfedilecek iki meçhul vardır. Biri kutuplar, diğeri Türkler. Biz şimdi o ikinci meçhulün çocuklarıyız.
Asya tarihi, Türk tarihi bilinmeden anlaşılmaz, demişler. Şimdi onun mirası üzerinde oturan milletler, Türk geçmişini inkâr yolundadır. Toynbee diyor ki, dünyada 3 tarih var: Eski Yunan, eski Roma ve eski Türk tarihi. Bizse elimize kâğıt kalem alamama yüzünden hâlâ bocalıyoruz. Artık kalemlere sarılalım, kâğıtlara, daha iyisi defterlere. Asırlardan beri an’anelerle gelen milli hasletlerimizi ve duyduklarımızı mutlaka kaydedelim. Mazimizden gelen milli ve an’anevi servetimizi kaydetmekle milletimize bu vatanseverlik vergimizi verelim.”(6)
Bizlere armağan bıraktığı hatıraları içimizde bütün canlılığıyla yaşayan aziz babam ve hocamız A. Süheyl Ünver’i sevgi, rahmet ve özlemle anıyoruz.
A. S. Ünver’in yayınlanmış eserlerinden bazıları:
Türk Tababeti Tarihi Simalarından İbni Sina (1931)
Fatih Darüşşifası (1932)
Kitabül Cerrahiye-i İlhaniye (1932)
Tarihte Eski Türk Hastahaneleri IX-XVII. Asır (1933)
Selçuk Tababeti (1933)
Uygurlarda Tababet (1936)
Tıb Tarihi (1943)
İlim Ve Sanat Bakımından Fatih Devri Notları (1947)
Tarihte 50 Türk Yemeği (1948)
Türkiye’de Çiçek Aşısı ve Tarihi (1948)
Ressam Ali Rıza, Hayatı ve Eserleri (1949)
Ressam Levni, Hayatı ve Eserleri (1949)
Ressam Nakşi (1949)
Müzehhip Karamemi (1951)
İstanbul’da Sahabe Kabirleri (1953)
Müzehhip ve Çiçek Ressamı Üsküdarlı Ali (1954)
Anadolu Hisarında Amucazade Hüseyin Paşa Yalısı (1956)
Fatih Devri Saray Nakışhanesi ve Baba Nakkaş Çalışmaları (1958)
The Origins of the History of Medicine (1958)
Türk Farmakoloji Tarihi (1960)
50 Türk Motifi
Sevakıb-ı Menakıb- Mevlânâdan Hatıralar (1973)
Türk İnce Oyma Sanatı - Kaatı (1980)
Yahya Kemal’in Dünyası (1980)
Tüm yayınları için bakınız:
“A. Süheyl Ünver Bibliyografisi” Gülbün Mesara, Prof. Dr. Aykut Kazancıgil, Prof. Dr. Ahmet Güner Sayar, İşaret Yayınları, İstanbul 1998.
Kaynaklar
1- A. Kazancıgil, “Bir Bibliyografyanın Uzun Hikâyesi” A. Süheyl Ünver Bibliyografyası,- (İstanbul. 1998), sf. 8.
Kaynaklar
1- A. Kazancıgil, “Bir Bibliyografyanın Uzun Hikâyesi” A. Süheyl Ünver Bibliyografyası,- (İstanbul. 1998), sf. 8.
2- C. Yalın, “A. S. Ünver’in Kişiliği ve Kültür Katkısı” İst. Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Umumi Sosyoloji Lisans Tezi (1978), sf. 17.
3- A. Kazancıgil, a.g.m. sf. 9.
4- A. G. Sayar, “Tanıdığım A. Süheyl Ünver” Bütün Dünya, Sayı: 9, (2001), sf. 23-24.
5- A. S. Ünver (Basılmamış notları)
6- A. S. Ünver “Artık Kâğıtlı Kalemli Millet Olalım” Yeni İstanbul (11.9.1972)* Mart-Nisan-Mayıs 2008 tarihli SD 6’ncı sayıda yayımlanmıştır.
0 Yorumlar