Kerbela’yı doğru okumak boynumuzun borcudur.


Prof. Dr. Adnan Demircan, geçtiğimiz yıl yayınlanan Kerbelâ/ Keder ve Belâ kitabı ve Kerbela’yı nasıl okumamız gerektiği üzerine Ayşegül Uyar'ın sorularını cevapladı.






Kerbela, “cennet gençlerinin efendisi” (İbn Sa’d, VI, 359-361) denilenHz. Hüseyin’in şehit edildiği yer. Hz. Muhammed (as)’ın “Onları seven beni sever, onlara buğz eden bana buğz etmiş olur.” (İbn Sa’d, VI, 360, 362) dediği güzeller güzeline keder olan topraklar. 

Bir müminin kanının bir diğer mümine haram oluşunun en net örneklerinden biridir Kerbela. Gövdesinden ayrılan tek bir başın ardısıra kopacak binlerce baş demek olduğunun örneğidir. Kerbela ki bir beldenin adının acı ve hüzün ile nasıl da yoğrulacağını bize öğreten yerdir. İyi niyetlerin ve çabaların çare etmediği noktanın ardıdır. İnsanın her yerde insan olduğunu ve kötülüğü emreden nefsin iyiliğe galebe çalmasının her çağda mümkün olduğunu anlatıp duran imtihandır. Kerbela, fitne ateşinin hepten sönmeyeceğinin, tetikte duran uyanık bir bilinçle hareket etmemiz gerektiğinin işaretidir. Çoğu zaman hakkında konuşmaya korktuğumuz, içimizdeki sızıyı sıvazlamakla yetindiğimizdir. İfrat ve tefritin ortasında mutedil bir dille, hükmümüzü tarihe söyletmeden, vakayı günümüze aktarmanın elzem olduğu yerlerden biridir. Tam da bu sebeple hakkında konuşulması yazılması zor, pek zor olan bir silsiledir. 

Biz de işi ehlinden soralım deyip ilk dönem İslam siyasi tarihi üzerine yaptığı çalışmalarla tanıdığımız İstanbul Üniversitesi’nden Adnan Demircan hocamızın kapısını çaldık. Dünyabizim okurları için kendisi ile geçtiğimiz yıl Beyan Yayınları tarafından yayınlanan Kerbelâ/ Keder ve Belâ kitabı ve Kerbela’yı nasıl okumamız gerektiği üzerine istifadeli bir sohbet gerçekleştirdik. 

Kıymetli hocam, öncelikle röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederek başlamak istiyorum. Hocam biz Adnan Demircan ismini ilahiyat kakültesindeki öğrencilik yıllarımızdan beri okuyup takip ettiğimiz kıymetli bir İslam tarihçisi olarak tanıdık. Peki, bilmeyenler için soracak olursak Adnan Demircan kimdir? 

İnsanın kendisinden bahsetmesi oldukça zor bir durum ama dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım. 31.12.1963 tarihinde Mardin’in Ömerli ilçesinde dünyaya gelmişim. İlk ve ortaokulu Ömerli’de, liseyi Mardin Tarım Meslek Lisesi’nde okudum. 1987 yılında Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldum. Aynı yıl Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde İslam Tarihi alanında yüksek lisansa başladım. Ardından doktora çalışmalarımı da aynı enstitüde tamamladım. 1992 yılının başlarında o zamanki adıyla Gaziantep Üniversitesi Şanlıurfa İlahiyat Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak göreve başladım. 2012 yılının Aralık ayına kadar kesintisiz 21 yıl Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde çalıştım. Bu tarihten günümüze değin İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde görev yapmaya çalışıyorum.1994 yılının başında doktorayı bitirdim. Aynı yıl yardımcı doçent olarak atandım. 1996 yılında doçent, 2003 yılında profesör oldum. 

Yayımlanmış yirmiyi aşkın kitabım, birçok makalem, ulusal ve uluslararası sempozyumlarda sunulmuş birçok tebliğim bulunmaktadır. Halen miladî 500-750 yılları arasındaki 250 yıllık dönemle ilgili siyasî, sosyal, kültürel tarihle ilgili çalışmalarım devam etmektedir. 

Adnan Hocam, bugün Kerbela kitabınız üzerinden sorular soracağım size ama müsaadenizle birkaç genel soru sormak istiyorum. Kitaplarınıza ve çalışmalarınıza bakınca ilk dönem siyasi tarihi, özellikle de muhalif gruplar üzerinde yoğunlaştığınızı görüyoruz. İslam tarihinde hassaten bu dönemi seçmenizin sebebi nedir? 




Alan ve dönem seçimi, bir kısmı iradî olan, bir kısmı iradî olmayan, bizim dışımızda gelişen sebeplere dayanıyor. Selçuk Üniversitesi’nde doktora çalışmalarımı, lisanstan hocam İhsan Süreyya Sırma’nın tavsiyesiyle, Prof. Dr. Ahmet Önkal’la yaptım. Rabbim ikisinden de razı olsun. Ahmet Hoca, Hz. Peygamber dönemiyle ilgili yetkin ilim adamlarımızdandır. Ders döneminden sonra Hariciler üzerine çalışmamın uygun olacağına karar verdik. Böylece toplumun bir parçası olan muhalif unsurları araştırmaya yöneldim. Sonraki çalışmalarımı da bu süreç etkilemiş oldu. 

Çalıştığım dönem, İslâm Tarihi’nin en problemli dönemlerinden biri. Bu alanda çok ciddi çalışmalar yapılması gerekiyor. Ben de öğrencilerimi bu döneme yönlendirmeye çalışıyorum. 

Önceki yıllarda yazdığınız Ali-Muaviye Kavgası, İslam Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi isimli kitaplarınızı biliyoruz. Kerbela üzerine bir kitap çalışması yapmak o yıllarda zihninizde var mıydı yoksa süreç içinde alınan bir karar mıdır bu kitabın yazılışı? 

Aslında İslam Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi kitabı, Raşid Halifeler döneminin iki önemli siyasi figürü olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i, siyasi hayatlarını ve mücadelelerini ele aldığım bir çalışma. Bu sebeple Kerbela’yı bu kitabın ikinci bölümünde ayrıntılı bir şekilde ele almıştım. Ancak bu çalışma, rivayet tespiti ve tahlili ağırlıklı bir çalışmaydı. Sonraki yıllarda, biraz da olguyu nasıl anlamak gerektiği sorusuna yoğunlaşmam gerektiği kanaatine vardım. Bu amaçla birkaç yıla yayılan, Müslümanların soruna nasıl baktıklarını tespite imkân veren bazı çalışmalar yaptım. Sonra da asıl problemi, olguya nasıl bakılması gerektiği konusunu ele almaya çalıştım. Böylece kitap son şeklini almış oldu. 

“Tarihî olguları, geçmişinden kopararak anlamak ve anlamlandırmak mümkün değil” 


Peki, hocam kitabınıza da adını veren Kerbela olayına gelecek olursak, katıldığınız bir tv programında ( Çay Tv/ Kuran’la Yüzleşme) hicri 61'de meydana gelen Kerbela olayını biraz daha geriden alıyor ve Haşimoğulları ile Ümeyyeoğullarını Kerbela’ya götüren süreçten bahsediyorsunuz. Konunun zihinlerde netleşmesi açısından biraz değinebilir misiniz bu sürece? 

Tarihî olguları, geçmişinden kopararak anlamak ve anlamlandırmak mümkün değil. Bu ilke, bütün olgular için geçerli. Her şeyden önce insan, geçmişiyle beraber yaşar. Doğup büyüdüğümüz bir coğrafî zemin ve tarihî süreç var. Ailemiz, arkadaşlarımız, eğitim aldığımız kurumlar ve bir kısmı doğrudan, bir kısmı dolaylı olarak bizim zihin ve ruh dünyamızı inşaya katkısı olan birçok etken mevcut. Hayatımızla ilgili kararları verirken bunların bazıları ya da hepsi etkili olabiliyor. Kerbela bağlamında hatırlayacak olursak, Hâşimoğulları ile Ümeyyeoğulları Abdümenâf’ın iki önemli ve rakip kolu. İslâm’dan sonra da geçmişe ait bazı hadiseleri hatırlatacak bir süreç yaşanıyor. Ümeyyeoğulları, Allah Elçisinin (sav) Medine döneminde Kureyş’in Müslümanlara karşı mücadelesinin komuta görevini üstleniyorlar. Geç müslüman olmalarına rağmen kısa sürede etkin bir konuma geliyorlar. Onların bu başarısı, Raşid Halifeler döneminde Hâşimoğulları'nı zayıflatan bir sürece dönüşüyor. Hz. Ali’nin hilafet dönemi, bir kriz ve iç savaş dönemi olduğu için siyasî dengeyi Hâşimoğullarının lehine çevirebilecek bir ortam oluşmasına imkân vermiyor. Ümeyyeoğulları, bu süreçten galip olarak çıkıyorlar. 

Hz. Hüseyin’in ve arkadaşlarının Yezîd’in halifelik için veliaht olarak atanmasına karşı çıkışlarında, bu rekabetin etkisinin olmadığını söylemek doğru olmaz. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, İslâm döneminde başta din ve fetihler olmak üzere birçok yeni etken ilişkilerin seyri üzerinde belirleyici olmuştur. 

Kitabınızda Kerbela öncesi Hz. Hüseyin’in hayatından da bahsediyorsunuz oysa toplumdaki Hüseyin (r.a) algısı Kerbela öncesi Hz. Hüseyin’e hiç değinmeden, hatta doğru düzgün tanımadan, sadece Hz. Hüseyin’in şahadeti üzerinden şekilleniyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? 





Abbasi Devleti kurulduğunda Kerbela ve diğer bazı olayların intikamını alma duygusu, Ümeyyeoğulları'na karşı bir katliama dönüşmüştür. Onlarca, hatta yüzlerce Ümeyyeoğulları mensubu, yeni iktidar kuvvetlerinin hışmına uğrayarak öldürülmüştür. 

Bugüne gelirsek, ümmetin içinde Kerbela’da olanları tasvip eden, ya da destekleyen herhangi bir grubun, kişi ya da kişilerin olduğunu bilmiyoruz. Hz. Peygamber’in torununun ve yakınlarının katledilmesini destekleyecek, bu zulme alkış tutacak bir Müslüman bilmiyorum. Durum böyle olmasına rağmen, Kerbela üzerinden ümmette derin bir bölünme oluşturmaya yönelik gizli bir iradenin mevcudiyetinden kuşku duyar hale geldik. 

Kitabın öncelikli amacının Kerbela olgusunu, bilimsel veriler çerçevesinde ele almak olduğunu ifade etmeye gerek yok. Ancak olguyu bu çerçevede ele almamız, ümmet açısından karşılaştığımız bu büyük sorunu görmemize mani olmadığı gibi, aksine soruna soğukkanlılıkla yaklaşmamıza ve “Ne oluyor?” sorusunu bir daha sormamıza imkân veriyor. 

Hocam yanlışım varsa yaşımın gençliğine vermenizi rica ederek şunu da sormak istiyorum. Kerbela ülkemizde bu kadar gündemde olan bir olay mıydı yoksa son yıllarda Kerbela’ya dair yeni bir bilinç mi oluşuyor? 

Haklısınız. Ülkemizde ve Şiî kardeşlerimizin yoğun olduğu İran ve Irak’ta geçmişte düzenlenen etkinlikler bu kadar gündeme gelmiyordu. Birçok yerde yapılan etkinler, yerel faaliyetler olarak kalıyordu. Son yıllarda görsel, yazılı ve sosyal medyanın daha aktif olarak kullanılması, Şiî-Caferî kardeşlerimizin kimliklerini öne çıkaran tutumları ve Kerbela’yı bu kimliğin inşasında merkezî bir konumda görmeleri, siyasîlerin oy kaygısıyla bu törenlere iştirak etmeleri, hatta bazı kurumların etkinlik düzenlemeleri Kerbela’yı daha yoğun bir şekilde toplumun gündemine taşımaktadır. Geçmiş yıllarda bunların çoğu yoktu, ya da oldukça dar bir çerçevede yapılıyordu ve sınırlı bir etkiye sahipti. 

Kerbela faciasından sonra (sanırım 'facia' diyebiliriz) vicdan azabının da etkisi ile efsanevi bir karaktere bürünmüş görünüyor yaşananlar. Şiilerde olduğu kadar Sünnilerde de bu efsanevi algının etkisini yer yer görüyoruz. Hatta Irak bölgesinde huzurdan yoksun geçen son yıllarda Hz. Hüseyin’i katletmelerinden dolayı Iraklıların bir daha felah bulmayacağı yönünde söylemlere şahit oluyoruz. Bu konuda ne dersiniz? 

Kerbela’da olanların efsaneleştirilmesine Hz. Hüseyin’i Kufe’ye davet edip yalnız bırakanların vicdan azabı çekmelerinin kısmî bir etkisi varsa da bu etkinin günümüze kadar canlı olarak varlığını devam ettirmiş olduğunu düşünmüyorum. Olgunun gündemde tutulmasında siyasî ve bu çerçevede şekillenen dinî tercihlerin daha güçlü bir etkiye sahip olduğunu düşünüyorum. Kerbela’da ihanete uğramış bir mazlum olarak öldürülen Hz. Hüseyin ve yakınlarının maruz kaldıkları acı, sonraki yıllarda muhaliflerin insanları yanlarına çekmeleri için önemli bir gerekçe olarak canlı tutulmuştur. Bugün de İslam dünyasının değişik bölgelerinde Müslümanlar arasında ayrılık çıkarmak, ya da mevcut olan ayrılıkları derinleştirerek çatışmaya dönüştürmek amacıyla bir takım bilinçli tercihlerde bulunanların olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. 

Kerbela’yı Batılıların İslam dünyasındaki çatışmaları derinleştirmek için kullanabileceklerini kabul etmekle birlikte kastettiğim “gizli el”, dışarıdan yapılmış olması muhtemel müdahaleler değil, İslam dünyasındaki ayrılıklardan ve çatışmalardan nemalanan bizim aramızdaki basiret yoksunu kişilerdir. Bunlar, günümüzde tamamen başka sebeplerle ve Batı’nın taraf olup desteklediği bir süreç olarak meydana gelen çatışmaları Kerbela üzerinden okumaya ve anlamlandırmaya çalışarak ümmete ihanet etmektedirler. 

Yine kitabınızdan anladığım kadarıyla Kufelilerin onca mektubuna ve davetine rağmen Hz. Hüseyin’in istişare ettiği sahabilerin hep gitmemesi yönünde telkinde bulunduğunu görüyoruz. Sizce Hz. Hüseyin gerçekten bu kadar güvenmiş miydi Kufelilere yoksa amacı biat almak ve halife olmaktan ziyade sadece gidip olayı yerinde görmek miydi? 




Bildiğiniz gibi Hz. Hüseyin, Kufelilerin davetlerinde samimi olup olmadıklarını öğrenmek ve orada olanlar hakkında bilgi sahibi olmak amacıyla kendisi gitmeden önce amcasının oğlu Müslim b. Akîl’i Kufe’ye gönderiyor. Müslim’in karşılaştığı tablo, kendisini yanılttığı gibi Hz. Hüseyin’i de yanıltmasına sebep oluyor. 

Hz. Hüseyin’in Kufe’ye bir savaş yapmak üzere gitmediğini biliyoruz. Ordu toplayarak oraya gitmiyor. Kufe, babasının ve kısa bir süre de olsa ağabeyi Hasan’ın halife olarak bulundukları bir yer. Orada pek çok destekçileri olduğunu biliyor. Bu destekçilerin Müslim’e Hüseyin adına biat etmeleri, koşulların oraya gitmesine uygun olduğunu düşünmesine sebep oluyor. Keşif için daha önce Müslim’i gönderdiği için, itaat beklentisiyle oraya gittiği anlaşılıyor. 

Kerbela’daki müzakereler sırasında Hz. Hüseyin’in Medine’ye geri dönmeyi, uç bölgelerinden birine yerleşip cihat etmeyi yahut da Yezid ile yüz yüze görüşmeyi teklif ettiğini fakat dönemin Kufe valisi Ubeydullah bin Ziyad’ın bunlardan hiç birine yanaşmayıp kendisine teslim olmak ya da savaşmaktan başka bir seçenek sunmadığını görüyoruz. Valiyi kraldan çok kralcı yapan durum neydi sizce? 

Vali Ubeydullah’ın tutumunu belirlemesinde etkili olduğunu düşündüğümüz kişisel bazı sebepleri olması muhtemeldir. Babası Ziyad b. Ebih yani “Babasının oğlu Ziyad’ın”, gayrimeşru bir beraberlik sonucunda doğduğuna ilişkin bir algı var. Muaviye’nin babası Ebu Süfyan’ın da Taif’te oturan Ziyad’ın annesiyle bir yakınlığı olduğu söyleniyor. 

Muaviye, -hem kendi döneminde ve hem de sonraki yıllarda eleştiri konusu olacak şekilde- bazı şahitler bularak Ziyad’ı babasının soyuna dâhil ederek kardeşi olarak ilan ediyor. Bundan sonra Ziyad, resmi yazışmalarda Ziyad b. Ebî Süfyan yani “Ebû Süfyan’ın oğlu Ziyad” olarak anılıyor. Ubeydullah’tan önce babası Ziyad, Irak’ı demir yumrukla yönetmiş bir valiydi. Ubeydullah da babasının izinden gitmiştir. Sertlik yanlısı tutumunu sadece Hz. Hüseyin ve yakınlarına karşı değil, başta Hariciler olmak üzere binlerce muhalife karşı sürdürmüştür. Onun valilik yıllarında, babasının döneminde olduğu gibi binlerce muhalifin öldürüldüğü rivayet edilir. 

Burada başka bir hususu daha ifade etmek gerekir ki, bu dönemde kabileler arasında siyasî bir rekabet vardı. Yöneticilere yakın olanlar, devlet imkânlarından ve nimetlerinden yararlanıyorlardı. Ümeyyeoğulları, kendilerine yönelik yoğun muhalefetin olduğu Irak eyaletini, Muğîre b. Şuʻbe, Ziyad b. Ebih, Ubeydullah b. Ziyad ve Haccac b. Yusuf gibi Sakifli ve Taifli olan kişiler eliyle yönetmeyi tercih etmişlerdir. Saydığımız bu isimler, özellikle de son üçü, kendilerine tevcih edilen makamın hakkını, muhaliflere karşı takındıkları sert tutumla vermişlerdir. 

Kitabınızda hem ehli sünnet âlimlerinden Gazali, İbn Teymiyye ve İbn Arabi'den görüşler naklediyorsunuz Kerbela’ya dair, hem de Şii ve Alevilerden görüşler yer alıyor. Kitap Kerbela’ya dair çok yönlü bir okumaya izin veriyor diyebilir miyiz? 

Kitabın çok yönlü bir okumaya izin verip vermediğini takdir etmek okuyucuya aittir. Kitabımın bu yönüyle öne çıkması beni mutlu eder. Sorunuza, ideolojik bir okuma yapmaktan kaçındığımı, öncelikle tarihte karşılaştığımız yaklaşımları tarafsız bir şekilde tasvir etmeyi, daha sonra da yorumlamayı hedeflediğimi söyleyerek cevap verebilirim. 

Vuku bulduğu zamanda siyasi bir olay iken zaman içinde Kerbela’nın bir inanç alanına çekildiğini görüyoruz. Günümüz insanı için mutedil bir bakış açısıyla tarihi okumak bu kadar zor mudur hocam? Bir de Kerbela üzerinden (olaya dair aşırı yorumlar ve yas törenleri ile birlikte) son yıllarda yaşadığımız acı tecrübelere de (Işid vb. grupların ortaya çıkması gibi) uzanarak düşünürsek tarihi doğru okuyamamak müminler için devam eden bir imtihan mıdır? 

Tarihin esiri olmamak için önce sağlıklı bir irade ortaya koymak gerekir. Bununla birlikte bizi kuşatan değerlerimiz ve inançlarımız, bildiklerimizi yanlışlayabilecek bir okumaya çok sıcak bakmamızı zorlaştırır. Böyle bir çaba, zor olsa da mümkündür. Bu irade ile tarihe bakılırsa birçok sorun çözülür. Ancak bugün İslam dünyasında karşılaştığımız taassup, tarihi din haline getirme, değişken ve tali olanı sabitelerin ve asılların yerine koyma yaklaşımıyla sağlıklı bir okuma yapılması imkânsızdır. İslam dünyasında karşılaştığımız sertlik yanlısı, kendi görüşlerinden başka doğrular kabul etmeyen yaklaşımların temeli de bu tür okumalardan kaynaklanmaktadır. Bu insanlar kendi düşünce ve inançlarıyla ilgili “Acaba?” sorusunu sorarlarsa farklılıklara daha tahammülkâr olacaklardır. 

Kerbela’yı doğru okumanın günümüz Müslümanlarına kazandıracağı şey nedir yahut Kerbela bir mümine neyi söyler? 

Öncelikle olayın kendisinden çıkarılabilecek birçok ders var. Hz. Hüseyin’in kişisel tutum ve tercihlerinden, Kufelilerin ihanetinden, valinin kararlarından, valinin istihdam ettiği komutan ve memurların tutumlarından, iktidar etrafındaki kavganın ne kadar çetin ve acıtıcı olduğundan kişisel olarak çıkarabileceğimiz birçok ders olduğunu söyleyebilirim. 

Kerbela’yı doğru okumak boynumuzun borcudur. Bilgi kirlenmesine, yönlendirici ve toplumu dizayn edici bir algı inşasına karşı sağlıklı bir bakış açısını anlatma yükümlülüğümüz var. Belki yazdıklarımız, okuduklarımız ve söylediklerimiz, bazı kişilerin hoşuna gitmeyecektir; ama bunu yapmazsak olanlardan şikâyet etme hakkımız olmaz. 

Hicreti nebevi bir direniş olarak görüyorsunuz Nebevi Direniş Hicret kitabınızdan anladığım kadarıyla... Peki hocam Hz. Hüseyin’in Kufe’ye gidişi de bir direniş yöntemi olarak gerçekleştirilmiş bir hicrettir diyebilir miyiz? 




Hz. Hüseyin’in Kufe tercihi ile Hz. Peygamber’in hicreti arasında mahiyet ve süreç açısından benzerlik kurmak güç. Bir kere Hz. Peygamber’in mücadele ettiği kişiler müşrikti. Hz. Hüseyin’in biat etmeyi reddettiği Yezid’in kâfir ya da müşrik olduğunu ilan etmediği gibi Hz. Hüseyin de kendisini tekfir etmemiştir. Hz. Peygamber, takriben 10 yıl süren bir tebliğ faaliyetinden ve mücadeleden sonra, bu mücadelenin bir parçası olarak hicret etmiştir. Hz. Hüseyin’in böyle bir mücadelesi yoktur. Hz. Peygamber, Mekke’de öldürülme kararının verildiği ana kadar mücadeleye devam etmiş ancak artık yapabilecek başka bir şey kalmayınca, tebliğ ve mücadelesini yeni bir ortamda, ama ilk muhatapları olan Mekkelileri de göz ardı etmeden yapabileceği bir yere gitmiştir. Hz. Hüseyin, Mekke’deyken ölüm tehlikesiyle karşı karşıya değildi. Orada kalmaya devam edebilir, ya da başka yere gidebilirdi. Hz. Peygamber, hicretten önce kendisine inanan bütün Müslümanları Medine’ye göndermiştir; Hz. Hüseyin ise, Mekke’de kalan ve kendisinin gitmesinin doğru olmadığını söyleyen birçok dindaşına ve akrabasına rağmen Kufe’ye gitmeyi tercih etmiştir. 

Bu keyifli sohbeti Asr Suresi’nden ilhamla bağlayacak olursak dünyabizim okurlarına ne tavsiye edersiniz kıymetli hocam? 

Asr suresine bağlayacak olursak, Allah’ın söylediğinden daha güzel bir şey söylememiz söz konusu olamaz: “Asra and olsun ki, iman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler hariç insan gerçekten ziyandadır.” 
Vakit ayırıp cevap verdiğiniz için teşekkür ederim hocam. 
Ben teşekkür ederim. Bu vesileyle değerli okuyucularınıza selam ve saygılarımı sunuyor; hepimize rızasına nail olabileceğimiz bir hayat yaşamayı nasip etmesini Yüce Rabbimizden niyaz ediyorum. 



Ayşegül Uyar konuştu

Yorum Gönder

0 Yorumlar