İntihar Bazen de Varoluştur


İntihar Bazen de Varoluştur: 

Anayurt Oteli’nde Modernizm 




Hepimizin, içinde bir Zebercet’le yaşadığını düşünerek… 


1973 yılında yayınlanan ve Yusuf Atılgan’ın başyapıtlarından biri olan Anayurt Oteli, Türk edebiyatında geniş yankı uyandıran, incelenmeye değer “modernist” eserler arasında yerini almıştır. Kendisini, sanatsal kurgu içerisinde gerçekçi olarak kabul eden yazar, bu romanında, dış dünyayla ve insanlarla iletişimini asgari düzeyde tutan Zebercet adlı kahramanın iç buhranlarını, intiharını, iletişimsizliğini ve davranışları arkasındaki nedensizliği(?) anlatmıştır. 




1921 yılında, Manisa’nın Göktaşlı Mahallesi’nde dünyaya gelen Atılgan, Yunan işgalinden hemen sonra Manisa’nın 20 km uzağındaki Hacı Rahmanlı Köyü’ne -yazarın hayatına ve romanlarına mekân olan ve yaratıcı gücünü kuşatan topraklara- yerleşir. Nüfus cüzdanındaki adı Yusuf Ziya Atılgan’dır. Babası Hamdi, annesi ise Avniye’dir. Tarihsel soyağacı geriye götürüldüğünde 1847 savaşında Yunanistan’dan göç etmiş bir aileye mensup olan Atılgan’ın, Turgut adında bir de küçük kardeşi vardır. Turgut Atılgan, daha sonra ağabeyinin hikâyelerini yarışmaya bizzat gönderen kişi olmuştur. 

Hacı Rahmanlı Köyü, Atılgan’ın eğitim hayatına ilk adımı attığı yerdir. İlk üç yılı burada okuyup son iki sınıfla ortaokulu Manisa’da okumuş ve liseyi Balıkesir paralı yatılı okulunda bitirmiştir. Atılgan’ın ailesi, onun Tıbbiye’de okumasını istese de o, öğretmen olabilmek arzusuyla edebiyat fakültesini seçer. Babası, sadece ilk sene kendisine para gönderir, daha sonraki seneler para göndermeyeceğini belirterek oğluna başının çaresine bakmasını öğütler. Bunun üzerine Atılgan, askeriyeye başvurur ve kabul edilir. Atılgan’ın fakültedeki hocaları, onu oldukça etkilemiştir. Reşit Rahmedi Arat, Halide Edip Adıvar, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Caferoğlu, Ali Nihat Tarlan, Fahir İz gibi isimlerden ders alan Atılgan, özellikle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencisi olmaktan büyük gurur duymuştur. Sonraları Atılgan, Akşehir’deki Maltepe Askeri Lisesine öğretmen olarak atanır. Ancak bir yılını bile dolduramadan bir yığın soruşturmaya maruz kalır. İleri Gençlik Birliği adındaki bir örgütle ilişkisi olan Atılgan, dönemin sıkıyönetim mahkemesine çıkarılır. Mahkeme sonunda ordudan ihracına karar verilir. Altı aylık cezasını, on aydan daha fazla çeker ve öğretmenlik hakkı elinden alınır. Hapishaneden çıkar çıkmaz köyüne döner ve geçimini çiftçilikle sağlar. 1949’da annesinin isteğiyle Sabahat Hanım’la evlenir. Sabahat Hanım, kendi halinde bir köylü kızıdır. Bu evlilik fazla uzun sürmez ve boşanmaya karar verilir. Atılgan, boşandıktan sonra kendini edebiyata daha çok verir. Tercüman gazetesinin açtığı öykü yarışmasına kardeşi Turgut’un ısrarları üzerine iki öyküsünün gönderilmesine izin verir. “Kümesin Ötesi” adlı öyküsü, Ziya Atılgan; “Evdeki” adlı öyküsü ise Nevzat Çorum imzasıyla yarışmaya gönderilir. “Evdeki” öyküsü yarışmada birinciliği, “Kümesin Ötesi” öyküsü ise yarışmaya gönderilen sekiz yüze yakın öykü arasından yedinciliği kazanır. Atılgan, ödülünü almaz. Onun için hikâyelerinin dereceye girmesi yeterlidir çünkü. 1958 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü’ne katılımın son günü ve saati “Aylak Adam” romanıyla başvurur. Jürideki isimlerse, Halide Edip Adıvar, Sabahaddin Eyüpoğlu, Azra Erhat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Orhan Kemal, Behçet Necatigil, Vala Nureddin, Haldun Taner ve Cevad Fehmi Başkut’tur. Birinciliği, Fakir Baykurt’un “Yılanların Öcü” adlı romanı alır. Atılgan, “Aylak Adam”la ikinci olur. Romanı, 1959’da Varlık Yayınları tarafından kitaplaştırılır. “Aylak Adam”, hayatının bundan sonrasını devam ettireceği kadınla tanışmasına da vesile olur. Ankara Devlet Konservatuarı öğrencisi ve henüz 17 yaşındaki Serpil Gence, roman kahramanlarından “C.”yi kendine yakın bulur. Atılgan’ın adresini bularak ona mektup yazar. Mektuplaşmaya ve sonrasında Manisa’da ve Ankara’da görüşmeye başlarlar. Serpil Atılgan ile on dört sene süren görüşmeleri, evlilikle neticelenir. 




Zebercet” karakteriyle bir nevi kendisini yansıtmış olan Atılgan, büyük bir tutkuyla bağlandığı Serpil Gence’ye yalnızca ikisinin çözebileceği türden şifrelerle dolu bu romanı ithaf etmiştir. Serpil Gence, bu sırada Arena Tiyatrosunda oyunlarda oynamaktadır ve işi dolayısıyla İstanbul’a taşınmıştır. Atılgan da İstanbul’a yerleşir. 1979’da oğlu Mehmet dünyaya gelir. Oğluna fazlasıyla düşkündür ve oğluna daha iyi bir gelecek sunabilmek adına 1980’de Milliyet (sonra Karacan) Yayınlarında danışmanlık ve çevirmenlik; sonrasında ise Can Yayınlarında redaktörlük yapar. “Anayurt Oteli”, Ömer Kavur tarafından aynı adla sinemaya aktarılır. 

1989 senesi Atılgan’ın hastalıklarla boğuştuğu ve yaşama veda ettiği senedir. Böbrek taşı düşürür, fıtık ameliyatı olur, beynindeki kan pıhtısını aldırmak için bir operasyon geçirmek zorunda kalır. 9 Ekim’de de bir kalp krizi sonucu hayata gözlerini yumar. 

Atılgan’ın “Tutunamayanlar”dan bir yıl sonra 1973’te yayımladığı “Anayurt Oteli”, neden-sonuç ilişkisinin yok edildiği bir ortamda, 20. yüzyıl insanının evrensel sorunsalları olan yabancılaşma/yalnızlık ve iletişim kopukluğunu odağına alır. Romanın yazarı, tek bir düzlemde anlamlandırılması olanaksız olan bu absürd metinde, anlam boşluklarını doldurmayı okuruna bırakır. Jale Parla’ya göre, hiçbir metin tamamlanmış bir bütün değildir. Bu da okur ve yazarın yeni bir konumda düşünülmesini gerektirmektedir. Okur ve yazar bir dil denizinde sözcüklerinin anlamlarının dalgalar gibi birbirini izlediği bir devinim içerisinde yüzerken metinler, benlikler, kimlikler ve yorumlar da yeni göstergelere dönüşmektedirler. Bu epistemolojiye göre de yazar, okur, metin yoktur; yalnızca o metnin aracılığıyla oluşan söylemler söz konusudur. 

Atılgan’ın psikolojik romanı olan Anayurt Oteli’nde, Zebercet’in hayatı anlatılır. Zebercet, ‘Anayurt Oteli’nin başkâtibidir. Otel, geçmişte bir yangın geçirmiştir, yangından sonra köyde sağlam kalabilen birkaç binadan biridir. Otel, ailenin tek çocuğu olan Zebercet’e babasından kalmıştır. 

Bir gün otele gecikmeli Ankara treniyle yirmi altı yaşında, uzun boylu güzel bir kadın gelir, bir gün kalır ve çıkış yapar. Kadın kahraman, Zebercet’e bir hafta içinde geri geleceğini söyler. Kadının otelden ayrılmasıyla yaşlıca bir adam otele gelir ve “Boş oda var mı?” diye sorar. Zebercet ona da bir oda verir ve bu adamın emekli bir subay olduğunu öğrenir. Emekli subay her gün Zebercet’in yanına inip konuşmak ister. Zebercet, onunla konuşmak istemez. 

Otelde çalışan bir de ortalıkçı kadın vardır. Bu kadının adı Zeynep’tir. Köyden gelmiş, acı çekmiş bir kadındır. İki evlilik yapmıştır. İlk evliliğinde bakire olmadığı iddia edilerek sokağa atılmıştır. İkincinde de kocası tarafından istenmemiştir. Bunun üzerine kızın bir akrabası, kızı alıp Zebercet’in oteline getirir. Ortalıkçı kadın, işini çok iyi yapar ve sürekli otel işleriyle ilgilenir. Bir de zaman zaman Zebercet’le beraber olur. Bu noktada Zebercet kadınla beraber olur demek daha doğru olacaktır. Zira cinsel birleşmelerde kadın tepkisizdir, devamlı uyur. 

Zebercet, gecikmeli Ankara treniyle gelen kadına karşı duygusal şeyler hissetmeye başlar, zaman zaman kadını hayal edip kendini tatmin eder. Her gün kadını bekler. Kadın bir türlü gelmez. Yeni başlayan her güne, kadının otele tekrar gelme umuduyla uyanır. Onun için her gün hazırlanır. Yeni elbiseler alıp tıraş olmaya başlar. 

Günler sonra emekli subay gelir ve otelden ayrılacağını söyler. Emekli subay otelden ayrılınca Zebercet otelin kapısına kapalı levhası asar. Otele gelip kalmak isteyenlere “kapalıyız ya da yer yok” der. Bir gün aşevine gittikten sonra çok fazla içki içer. Ardından bir adamın peşine takılır. Adam onu, horoz dövüşü yapılan bir yere götürür. Bunu izledikten sonra on yedi yaşlarında bir çocukla tanışır. Çocukla birlikte sinemaya gidip film izler ve Zebercet çocuğa cinsel istek duyar. Otele döndüğünde ortalıkçı kadının yanına gider ve kadını soyup birlikte olur. Kadın tepkisiz uyur. Zebercet bu tepkisizliğe dayanamaz ve kadını öldürür. Kadının akrabaları gelip kadını sorduğunda onları bir şekilde geçiştirir. Bir gün otele polisler gelir. Otelde yaşlı bir adamın kalıp kalmadığını sorarlar. Zebercet, “Evet, o emekli subaydı.” diye karşılık verir. Polis ise “o aranan bir katil” der. Kızını boğmuştur ve kaçmıştır. Zebercet, adamın oteli apar topar terk etmesinin sebebini anlar. O günlerde diğer bir adamsa gerdek gecesinde karısını öldürmüştür. Zebercet de bu adamın mahkeme sorgusuna gider. Adam kadını neden öldürdüğünü bir türlü söyleyemez. Zebercet sanki kendi yargılanıyormuş gibi hisseder. 

Zebercet, bir gün dışarı çıktığında yaşlı bir adamla karşılaşır. Yaşlı adam, ona kimlerden olduğunu sorar. Zebercet, “Ben Keçicilerdenim.” diye karşılık verir. Adam, “Sizin ailenizde kendini asmış olan biri var mıydı?” diye sorar. Zebercet, “Evet, benim dayımdı.” der. Faruk’un başından geçenleri, adam ona da anlatır. Faruk, yengesi Semra’ya âşık olmuştur ve kavuşamayacaklarını anladığında kendini öldürmüştür. Hem de bu adam, on dokuz yaşındayken bunu yapmıştır. Zebercet olayı düşünüp kendi haliyle Faruk’un durumu arasında bağlantı kurar. Kendini otele hapseder ve aklına ara sıra geçmişi gelmeye başlar. Eskiden ramazanda anne ve babasıyla yaşadığı olayları hatırlamaya başlar. O günleri özler. Şimdiyse hayatını mahvettiğini düşünmektedir. Masasına geçer ve otelde kalanların adlarını yazar, sonra bunun ne kadar saçma olduğunu düşünür. Yaşamasının da bir anlamı kalmamıştır. Ne yapacağını bilemez. Kendini öldürmeye karar verir ve kendini asar. Böylece bu saçma hayatı da sonlandırmış olur. 

MODERNİZM ve ANAYURT OTELİ 


Hemen hemen aynı dönemde, dünyanın değişik edebiyatlarında birbirine yakın benzer görüşleri ortaya koyan sanatçılar, sanat kuramcıları belirmiştir. Virginia Woolf, yazdıklarıyla daha sonra da edebiyat üzerine görüşleriyle modernist edebiyatın ilklerini ortaya koyarak bu kopuk sanatçıları bir ekolün parçası haline getirmiştir. Öyle ki bu ilkler, daha önceden tasarlanmış ilkler değildir ve zaman içerisinde eser üretimleriyle birlikte oluşmuşlardır. 

Modernizm anlayışında esas olan “birey”dir. Roman, bireysel bir anlayış halini almış ve bireyin hayat karşısında kendisini “gerçekleştirme” çabası olmuştur. “Ben” ön plana çıkmış ve “ben”i anlatmanın gereği olarak da romanda, 3. bakış açısı terk edilmiş, iç konuşmalar ve bilinç akışı tekniği ön plana çıkmıştır. 

Modernist roman anlayışının başlıca sorunsalı olan bireyin yabancılaşması, modernizm anlayışı doğrultusunda oluşan yaşam tarzına uyum sağlayamama, tepki duyma ve bunun sonucunda iç dünyaya çekilmedir. Roman kahramanlarının toplumdan uzaklaşması ve bireyselleşmesi söz konusudur. Toplum düzenine karşı çıkan ilk akım romantizm olmuştur. Onlar doğaya kaçarak toplumdan ve yeni baş veren kapitalist düzenden uzaklaşmak istemişlerdir. Modernist akımın insanları ise topluma “yabancılaşmış” bir kesimi oluşturmaktadır. Onlar sürrealistler gibi toplum düzenine isyan etmek yerine toplumdan uzaklaşmayı tercih etmişlerdir. Bu bakımdan modernist akıma bağlı birçok yazarın hayatı intihar ile sona ermiştir, intihar etmeyen yazarlar ise anlattıkları kahramanların yaşamalarına izin vermemişlerdir. 
Atılgan, özellikle yabancılaşma ve bunun zorunlu sonucu yalnızlık temasını başarıyla işleyen bir yazar olarak tanınmıştır. “Anayurt Oteli”nde iletişimsizlik, yaşamın anlamsızlığı, olayların rasyonel bir biçimde açıklanamayacağı, davranışların nedeninin bilinemeyeceği tezi işlenmiştir. Atılgan, ilk romanı Aylak Adam’da klasik anlatı yöntemlerinden yararlanırken Anayurt Oteli’ni daha değişik bir yöntemle “saçma kavramının göstergesi olarak” kurmaya çalışmıştır, ele aldığı konular kadar o konulara yaklaşım biçimi ve işleyişiyle de farklılaşmış ve Türk romanında modern anlatının öncüleri arasında yer almıştır. 
Kitapta, psikolojik yöntemi bir yana bırakarak, onun yerine birtakım karşıtlıklara dayanan bir yapıdan yararlanmaya çalışan Atılgan, bu yapıyı açıklamak için, anlatının kurgu, karakter, zaman ve mekân gibi ögelerine yaymıştır. Metni bütünleyici bir rol oynayan iletişimsizlik/iletişim karşıtlığı ile bu ana karşıtlıktan doğan birey/toplum, kapalı/açık, susma/konuşma, içerisi/dışarısı karşıtlıklarına başvurmuştur. 

Atılgan, geleneksel roman çizgisinin aksine daha modern sınırlar belirlediği roman anlayışında, toplumdan kopmuş ya da toplumla arasında belli bir ölçüde bağ kuran karakterleri ele alır. Kendini “gerçekçi” olarak tanımlayan Atılgan, bu gerçekliği şu şekilde ifade etmektedir: “Gerçekçi bir yazar olduğumu düşünüyorum ama bu natüralist bir gerçekçilik değil. Bir öykü, roman ‘sanatsal kurgusuyla’ gerçektir, inandırıcıdır bence. Bu sanatsal kurguda kimi gerçeküstü ögeler bile yadırganamaz. Örneğin, Kafka’nın öyküsünde Gregor Samsa bir böceğe dönüşebilir, Marquez’in romanında güzel Remedias gökyüzüne uçabilir.” 

Atılgan’ın yukarıdaki sözlerine uygun olarak Anayurt Oteli’nde, kendi sanatsal/ roman kurgusu içerisinde pek çok şey bizi gerçekliğin dışına sürüklemez. Okura, “Bu da mı olur?” dedirtmez. Zebercet, ailesinden kendisine kalan oteli işleten gerçeğe uygun bir kahraman olarak karşımıza çıksa da konu ve karakter bakımından Anayurt Oteli, geleneksel Türk romanının dışında kalır. Bu noktada, konu ve çizdiği karakterler açısından Atılgan’ın, Oğuz Atay’a yaklaştığını söylemek yerinde olacaktır. 

Zebercet, insanlarla şiddetli iletişimsizlik yaşayan bir karakterdir. Kendisini, kendince “sebepli”, okuyucu açısından ise belki de “sebepsiz” yere öldüren, bunu yapmadan birkaç gün önce de otelde kendisine temizlik işlerinde yardımcı olan kadını ve otelin kedisini de öldürebilen bir kahramandır Zebercet. Önce yakınındakilerin hayatına, sonra da kendi hayatına son vererek var olabilen bir kahramandır. 



MEKÂN: OTEL 




Toplumdan kopmuş veya kopmayı seçmiş, insanlarla iletişim kurmakta zorlanan veya iletişim kurmayı seçmeyen ve kendine yabancı bir anti-kahraman olarak karşımıza çıkan Zebercet, öyle ki otel gibi kalabalık ve insan akışının yoğun olduğu bir mekânda dahi tek başınadır. Otelden ayrılıp kalabalığa karıştığı ortamlarda bile -sinemaya gittiği zamanlar, horoz dövüşleri, öğlen yemekleri- insanlarla iletişim kurmak için kendisini çok da zorlamadığına şahit oluruz. 

Zebercet’in karakteri ve ruh hali, genel çerçevede romana yön veren yegâne unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Zebercet, babasının ölümünden sonra otelin kâtipliğini tek başına yapmaya çalışan, tam anlamıyla bir “yalnızlık” figürüdür. Tekdüze hayatından sıkılmayan bu kahramanın hayatının gidişatı da zaten bu rutine bağlıdır. 

Kitapta olaylar, iki temel mekân üzerinde gelişir. Bunlar otel ve şehirdir. Bu iki temel mekânın da kendi içinde alt bölümleri vardır. Daha öncesinde konak olarak yapılan otel, eski, ahşap bir binadır ve istasyonun hemen karşısındadır. Şehirdeki mekânlar ise otel kadar ayrıntılı belirtilmemiştir. Zebercet’in dolaştığı cadde ve sokaklar, tıraş olduğu berber dükkânı, içki içtiği meyhane, horoz dövüşü izlediği kahve, otelin günlük fişlerini götürdüğü karakol, önce Ekrem’le daha sonra yalnız gittiği sinema, sokakta gördüğü kızı izleyerek gittiği şekerci dükkânı, dayısına havale göndermek için gittiği banka, önünde ayakkabı boyattığı adliye, bir duruşma izlediği ağır ceza salonu, pazar yeri, mezarlık yanındaki park ve çarşı şehirdeki mekânlardan bazılarıdır. Ancak Zebercet, bu mekânlarda da uzun uzun vakit geçirmeyi tercih etmez. 

“…Otelden pek seyrek çıkardı. Şimdiki gibi olağanüstü bir durum olmasa yılda ya da iki yılda bir terziye, altı ayda bir keselenmek için hamama, dört haftada bir saç tıraşına, ayda bir otelin paralarını İstanbul’a yerleşen Faruk Keçeci’ye göndermek için postaneye giderdi. Yılda bir otelin vergisini yatırırdı ama bunun için ayrıca çıkmazdı; postaneye gittiği bir gün yatırırdı. Her çıkışında, özellikle hamama gittiğinde, o yokken otelde kötü bir şey olacakmış gibi tedirginlik duyardı…” 

Anayurt Oteli’nde, insan akışının olduğu bir mekânda, kahramanın bize yalnız bir birey olarak sunulması başarılı bir ironi olarak kabul edilebilir. Otel, “gelip geçici” bir mekân olsa da romanda, okuyucuya “yaşayan bir varlık” olarak sunulmuştur. 

Otel, Zebercet’in dışarıyla olan iletişimini minimuma indirdiği kalesidir. Zamanının çoğunu otelde geçirir. Dışarı çıktığı zamanlarda bile Zebercet’in aklı oteldedir. Aslında bedenen dışarıda olduğu zamanlarda da beynen otelin içindedir ve otel, tam anlamıyla Zebercet’in kendisidir. Romanda otelin karakteriyle Zebercet’in karakteri birbirine çok benzemektedir. Ruhundaki o karanlık havayı otelin duvarlarında, odalarında, merdivenlerinde görmek mümkündür. 

Zebercet’in ruhsal bunalımlarının arttığı günlerde, otele artık müşteri almadığı görülür. Öyle ki Zebercet, otelin kapısına “kapalı” yazısını asar, ortalıkçı kadını ve otelin kedisini sebepsiz yere öldürür. Bir anlamda, romanda, Zebercet’in dramıyla birlikte otelin de artık tamamen öldüğünü görürüz. Bunun tam tersini söylemek de mümkün olacaktır: beklediği kadından ümidi kesmesi-otele artık müşteri kabul etmemesi, ortalıkçı kadını ve kediyi öldürmesi-otelin bakımsızlaşması, Zebercet’in intiharı-otelin unutulması. 

ZAMAN 


Anayurt Oteli’nin başkişisi Zebercet, geçmişi, parçalanmış/kırılmış anılar, gerçekleşmemiş projeler ve yok edilen yaşamlar boyutunda bir tükenişler dizgesi olarak algılar. Böyle bir geçmişin “anı” niteliğindeki sığınakları, onun dünya gerçeklerinden daha çok kaçmasına neden olur. Zebercet’in iletişim başarısızlıkları, adeta geçmişin bu sığınak mekânlarını besleyen bir kaynak niteliğine dönüşür. Bu yüzden kendini kuran bu “kalıt sığınak”a her gidişinde/kaçışında itilmişliğini, yalnızlığını ve başarısızlığını daha çok duyumsar. İçinden çıkılmaz bu durum, onu labirentin vehmine sürükler. 

Anayurt Oteli’nin konak olarak yapılış tarihi 1839’dur. Bu da Tanzimat’ın ilan edildiği tarihtir. Aslında otelin doğumu, o zamanın Osmanlısının yüzünü Batı’ya doğru dönmeye başladığını ve yeni bir “doğum”u işaret etmektedir. Konağın otel şeklini alma zamanı ise 1923’tür ki bu da Cumhuriyet’in ilan edildiği yıldır. Zebercet, kendisini 10 Kasımda, Mustafa Kemal Atatürk’ün vefat gününde asmıştır. Tüm bu tarihlerin birer gönderme olduğu açıktır fakat yalnızlık, iletişimsizlik ve bunalım kavramları, bu tarihlerden çok daha baskındır. Dolayısıyla bu tarihsel göndermeler, romanda geri planda kalmıştır. 
Kitap, genellikle şimdiki zamanda geçer. Sadece Zebercet’in düşüncelerini ve zihinsel davranışlarını yansıtmak amacıyla kısa kısa zaman geçişleri kullanılır. Sık sık çocukluk anılarına, eskilere dönüşüne şahit olunur. Bu kısımlarda zaman geri sarar fakat kahraman daha sonra yaşadığı ana geri döner. 

BUNALIM, İLETİŞİMSİZLİK, YALNIZLIK 


Zebercet, çocukluğundan beri etrafı tarafından dışlanmış, alay edilmiş, küçük yaşlardan itibaren eziklikle büyüyen ve kişiliği de o şekilde oluşan bir karakterdir. Bunun yanında fiziksel olarak cılızdır. Uzun veya kilolu değildir. Zebercet’in karakterindeki zayıflık bu noktada fiziğinde de görülmektedir. 

Olayların geçtiği tarihte Zebercet, 33 yaşındadır. Hayata tutunmak ve “bir şeyler yapmak” için çok da geç bir yaşta değildir. Fakat karakterindeki eziklik ve pasiflik, dış dünyaya kapalı olan yapısı, onu “yaşamak” için herhangi bir girişimde bulunmasını engeller. Zaten Zebercet, kendi hayatına kendi başına karar verebilecek, kendisine bir yön çizebilecek bir karakter de değildir. 

Zebercet, gecikmeli Ankara treniyle gelen kadından çok etkilenir. Yalnızlığının bilincine varır. Kendisine gerçek sevgiyi yaşatabilecek bir model olarak gördüğü bu kadının etkisiyle, bıyıklarını kestirip tıraş olur, yeni elbiseler giyip kendine çeki düzen verir. Fakat bu olumlu değişiklik, kadının bir türlü geri gelmemesi sebebiyle bir yıkıma dönüşecektir. Kadın, sadece bir gün otelde kalmıştır. Zebercet geri döneceğini söyleyen kadının kaldığı odayı kimseye vermemiştir. Kadını hemen benimseyen Zebercet, onun eşyalarını kimseyle paylaşmayı dahi istemez. Hatta ona olan özlemini, kadının unuttuğu havluyla, başına koyduğu yastıkla fetişist bir şekilde tatmin etmeye çalışır. Ankara’dan gelen kadın, böylece gerçekliğini yitirir ve yerini bir saplantıya bırakır. Zebercet, hakkında hiçbir şey bilmediği bu kadının odasına bir hafta boyunca girip onu düşünür. Bu hayalleri tutkuya dönüşen Zebercet, hemen hemen her gün ziyaret ettiği odada karşılıklı çay içtiği düşlerinde birlikte olduğu kadının gelmeyeceğine karar verdikten sonra, bir haftadır açık duran ışığı söndürüp kapıyı kapatır. 




Toplumdan kopmuş veya kopmayı seçmiş, insanlarla iletişim kurmakta zorlanan veya iletişim kurmayı seçmeyen ve kendine yabancı bir anti-kahraman olarak karşımıza çıkan Zebercet, öyle ki otel gibi kalabalık ve insan akışının yoğun olduğu bir mekânda dahi tek başınadır. Otelden ayrılıp kalabalığa karıştığı ortamlarda bile -sinemaya gittiği zamanlar, horoz dövüşleri, öğlen yemekleri- insanlarla iletişim kurmak için kendisini çok da zorlamadığına şahit oluruz. 

Zebercet’in karakteri ve ruh hali, genel çerçevede romana yön veren yegâne unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Zebercet, babasının ölümünden sonra otelin kâtipliğini tek başına yapmaya çalışan, tam anlamıyla bir “yalnızlık” figürüdür. Tekdüze hayatından sıkılmayan bu kahramanın hayatının gidişatı da zaten bu rutine bağlıdır. 

Kitapta olaylar, iki temel mekân üzerinde gelişir. Bunlar otel ve şehirdir. Bu iki temel mekânın da kendi içinde alt bölümleri vardır. Daha öncesinde konak olarak yapılan otel, eski, ahşap bir binadır ve istasyonun hemen karşısındadır. Şehirdeki mekânlar ise otel kadar ayrıntılı belirtilmemiştir. Zebercet’in dolaştığı cadde ve sokaklar, tıraş olduğu berber dükkânı, içki içtiği meyhane, horoz dövüşü izlediği kahve, otelin günlük fişlerini götürdüğü karakol, önce Ekrem’le daha sonra yalnız gittiği sinema, sokakta gördüğü kızı izleyerek gittiği şekerci dükkânı, dayısına havale göndermek için gittiği banka, önünde ayakkabı boyattığı adliye, bir duruşma izlediği ağır ceza salonu, pazar yeri, mezarlık yanındaki park ve çarşı şehirdeki mekânlardan bazılarıdır. Ancak Zebercet, bu mekânlarda da uzun uzun vakit geçirmeyi tercih etmez. 

“…Otelden pek seyrek çıkardı. Şimdiki gibi olağanüstü bir durum olmasa yılda ya da iki yılda bir terziye, altı ayda bir keselenmek için hamama, dört haftada bir saç tıraşına, ayda bir otelin paralarını İstanbul’a yerleşen Faruk Keçeci’ye göndermek için postaneye giderdi. Yılda bir otelin vergisini yatırırdı ama bunun için ayrıca çıkmazdı; postaneye gittiği bir gün yatırırdı. Her çıkışında, özellikle hamama gittiğinde, o yokken otelde kötü bir şey olacakmış gibi tedirginlik duyardı…” 

Anayurt Oteli’nde, insan akışının olduğu bir mekânda, kahramanın bize yalnız bir birey olarak sunulması başarılı bir ironi olarak kabul edilebilir. Otel, “gelip geçici” bir mekân olsa da romanda, okuyucuya “yaşayan bir varlık” olarak sunulmuştur. 

Otel, Zebercet’in dışarıyla olan iletişimini minimuma indirdiği kalesidir. Zamanının çoğunu otelde geçirir. Dışarı çıktığı zamanlarda bile Zebercet’in aklı oteldedir. Aslında bedenen dışarıda olduğu zamanlarda da beynen otelin içindedir ve otel, tam anlamıyla Zebercet’in kendisidir. Romanda otelin karakteriyle Zebercet’in karakteri birbirine çok benzemektedir. Ruhundaki o karanlık havayı otelin duvarlarında, odalarında, merdivenlerinde görmek mümkündür. 

Zebercet’in ruhsal bunalımlarının arttığı günlerde, otele artık müşteri almadığı görülür. Öyle ki Zebercet, otelin kapısına “kapalı” yazısını asar, ortalıkçı kadını ve otelin kedisini sebepsiz yere öldürür. Bir anlamda, romanda, Zebercet’in dramıyla birlikte otelin de artık tamamen öldüğünü görürüz. Bunun tam tersini söylemek de mümkün olacaktır: beklediği kadından ümidi kesmesi-otele artık müşteri kabul etmemesi, ortalıkçı kadını ve kediyi öldürmesi-otelin bakımsızlaşması, Zebercet’in intiharı-otelin unutulması. 

ZAMAN 


Anayurt Oteli’nin başkişisi Zebercet, geçmişi, parçalanmış/kırılmış anılar, gerçekleşmemiş projeler ve yok edilen yaşamlar boyutunda bir tükenişler dizgesi olarak algılar. Böyle bir geçmişin “anı” niteliğindeki sığınakları, onun dünya gerçeklerinden daha çok kaçmasına neden olur. Zebercet’in iletişim başarısızlıkları, adeta geçmişin bu sığınak mekânlarını besleyen bir kaynak niteliğine dönüşür. Bu yüzden kendini kuran bu “kalıt sığınak”a her gidişinde/kaçışında itilmişliğini, yalnızlığını ve başarısızlığını daha çok duyumsar. İçinden çıkılmaz bu durum, onu labirentin vehmine sürükler. 

Anayurt Oteli’nin konak olarak yapılış tarihi 1839’dur. Bu da Tanzimat’ın ilan edildiği tarihtir. Aslında otelin doğumu, o zamanın Osmanlısının yüzünü Batı’ya doğru dönmeye başladığını ve yeni bir “doğum”u işaret etmektedir. Konağın otel şeklini alma zamanı ise 1923’tür ki bu da Cumhuriyet’in ilan edildiği yıldır. Zebercet, kendisini 10 Kasımda, Mustafa Kemal Atatürk’ün vefat gününde asmıştır. Tüm bu tarihlerin birer gönderme olduğu açıktır fakat yalnızlık, iletişimsizlik ve bunalım kavramları, bu tarihlerden çok daha baskındır. Dolayısıyla bu tarihsel göndermeler, romanda geri planda kalmıştır. 

Kitap, genellikle şimdiki zamanda geçer. Sadece Zebercet’in düşüncelerini ve zihinsel davranışlarını yansıtmak amacıyla kısa kısa zaman geçişleri kullanılır. Sık sık çocukluk anılarına, eskilere dönüşüne şahit olunur. Bu kısımlarda zaman geri sarar fakat kahraman daha sonra yaşadığı ana geri döner. 

BUNALIM, İLETİŞİMSİZLİK, YALNIZLIK 


Zebercet, çocukluğundan beri etrafı tarafından dışlanmış, alay edilmiş, küçük yaşlardan itibaren eziklikle büyüyen ve kişiliği de o şekilde oluşan bir karakterdir. Bunun yanında fiziksel olarak cılızdır. Uzun veya kilolu değildir. Zebercet’in karakterindeki zayıflık bu noktada fiziğinde de görülmektedir.
 
Olayların geçtiği tarihte Zebercet, 33 yaşındadır. Hayata tutunmak ve “bir şeyler yapmak” için çok da geç bir yaşta değildir. Fakat karakterindeki eziklik ve pasiflik, dış dünyaya kapalı olan yapısı, onu “yaşamak” için herhangi bir girişimde bulunmasını engeller. Zaten Zebercet, kendi hayatına kendi başına karar verebilecek, kendisine bir yön çizebilecek bir karakter de değildir. 

Zebercet, gecikmeli Ankara treniyle gelen kadından çok etkilenir. Yalnızlığının bilincine varır. Kendisine gerçek sevgiyi yaşatabilecek bir model olarak gördüğü bu kadının etkisiyle, bıyıklarını kestirip tıraş olur, yeni elbiseler giyip kendine çeki düzen verir. Fakat bu olumlu değişiklik, kadının bir türlü geri gelmemesi sebebiyle bir yıkıma dönüşecektir. Kadın, sadece bir gün otelde kalmıştır. Zebercet geri döneceğini söyleyen kadının kaldığı odayı kimseye vermemiştir. Kadını hemen benimseyen Zebercet, onun eşyalarını kimseyle paylaşmayı dahi istemez. Hatta ona olan özlemini, kadının unuttuğu havluyla, başına koyduğu yastıkla fetişist bir şekilde tatmin etmeye çalışır. Ankara’dan gelen kadın, böylece gerçekliğini yitirir ve yerini bir saplantıya bırakır. Zebercet, hakkında hiçbir şey bilmediği bu kadının odasına bir hafta boyunca girip onu düşünür. Bu hayalleri tutkuya dönüşen Zebercet, hemen hemen her gün ziyaret ettiği odada karşılıklı çay içtiği düşlerinde birlikte olduğu kadının gelmeyeceğine karar verdikten sonra, bir haftadır açık duran ışığı söndürüp kapıyı kapatır. 

Kadının geri dönmeyeceğini anlayan Zebercet’in buhranlı durumu bu noktadan sonra başlamaktadır. Zebercet, artık sağlıklı bir insan değildir. Prof. Dr. Cengiz Güleç, ona şizoid kişilik tanısı koymuştur: “Zebercet, psikiyatrik teşhisler açısından bakıldığında tam bir şizoid kişilik yapısı göstermektedir. Alabildiğince içine dönük, toplumsal ilişkileri kopuk ve mesafeli, karşısındakine güvensiz, kuşkucu ve ürkek bir insan. Küçük bir otel neredeyse bütün evrenini doldurmaya yetmektedir. Doğup büyüdüğü kasabada çalıştığı otelin bulunduğu sokaktan bir adım öteye hemen hiç geçmemiş ve tüm gününü otelin içinde geçirmekten hiç yakınmayan sessiz, biraz ‘garip’ bir insan. (..) Şizoidler bir bakıma doğal bir savunma mekanizması geliştirerek kendilerini ruhsal/ duygusal yönden muhtemelen örselenmelere karşı korumak için yakın ilişkilerden uzak tutarlar.” 

Berna Moran’a göreyse Zebercet’in hayat karşısındaki korkusu ölüm değil; polis, savcı, yargıç gibi tanımadığı insanlar tarafından sorgulanmak ve bilmediği nedenleri açıklamaya zorlanmaktır. 

Zebercet, iç dünyası gibi aslında dış dünyayı da kafasının içinde kurgulamaktadır. Kendi kurguladığının olmaması halinde ise müthiş bir hayal kırıklığı içerisine girer. 
“…Polis defterdekileri bir kâğıda yazıyordu. 
-Günlük fişlere yazmıştım ben. 
-Ne fişleri? 
-Polis fişleri, karakola göndermişti. 
-Ha, şunlar. Karakolda bir yere atarlar onları; kimse bakmaz. 

Şaşılacak şeydi yıllardır gerek babasının gerekse onun önemle, aksatmadan her hafta polise gönderdikleri kâğıtların orada bir yerlere atılması. Yukarıyla bir bağlantı sanırdı bunlar. 

-Ama neden yazdırıyorlar öyleyse? 
-Bir yararı var elbet. Bırak şimdi bunu…” 

Zebercet’in günü gününe özenle tuttuğu fişleri polis pek de önemsememektedir. Kendisinin “bir önem arz ettiğine inanarak” tuttuğu fişlerin polisin umursamaması onda yeni bir yıkıma neden olur. 

Modernizm ve postmodernizmin felsefesinde dünyanın bir kaos olduğu ve hiçbir şeyin planlandığı gibi gerçekleşmediği savunulur. Bu durumda Zebercet’in özenerek ve önemseyerek tuttuğu otel kayıtlarının, karakollarda önemsenmeden bir köşeye atılması bu nedenle, onda şok etkisi yaratır ve romanın önemli bir kırılma noktası haline gelir. 

Tüm bunlar birleştiğinde Zebercet, bilinçli olmasa bile, yaşamın anlamsız, uyumsuz ve saçma olduğunun farkına varır. Aslında hiçbir şey yaşamaya değer değildir. Romanın özellikle sonlarında ortaya çıkan Zebercet’in bu tavrı, okuyucuyu “saçma felsefesi”ne götürecektir. Zebercet’in yaşadıkları ve yaşamak istedikleri sorgulandığında onun ne kadar anlamsız bir boşlukta sallandığı göze çarpar. Zebercet, hayatını anlamlı kılacak bir “şey”e sahip değildir. Beklediği kadının otele tekrar gelme ihtimali, tutunduğu tek dal olur. Fakat bu dal da kırılır. Sallandığı karanlık boşluk onu içine çekmeye başlar. 

İNTİHAR 


Atılgan’ın romanları üzerinde kapsamlı bir inceleme yapan Ali İhsan Kolcu, Zebercet’in intiharını romanın sonunda “belirgin bir şekilde vurgulanan Albert Camus’nün absürd (saçma) felsefesiyle” ilişkilendirerek şu tespiti yapar: “Camus’nün saçma felsefesi temelde insana sunulan hayatın yaşanmaya değer olup olmadığı sorusu üzerinde yoğunlaşmaktadır. İnsan hayatın yaşanmaya değer olduğuna karar verirse onun zorluklarına, sıkıntı ve zahmetlerine katlanmak zorundadır. Bunun tam aksini düşünenler yani hayatın yaşanmaya değer olmadığına karar verenler için intihar kaçınılmaz bir sondur.” 

“…ben kaçamam bağlıyım buradaki ölülere konağa…” 
Görüldüğü gibi Zebercet bir süre sonra gelgitler yaşamaya başlamıştır ve bu gelgitlerin sonu intihar olacaktır. 
“…Ne ölüyüm ne sağım. Aşevinin yanındaki kahvenin radyosunda kalın sesli bir erkeğin bağıra bağıra söylediği, çoğu sözleri pek anlaşılmayan bir türküdendi bu…”
 
Zebercet, intihar edeceği tarihi, kendince 28 Kasım olarak ayarlasa da daha sonra bu kadar beklemenin de saçma olduğu kanısına varır. 10 Kasımda, Atatürk’ün vefat gününde, beklediği kadının odasında tavana astığı bir iple intihar eder. 

Zebercet’i intihara sürükleyen önemli modellerden biri, dayısı Faruk Bey’dir. Yengesine tutkun olduğu söylenen Faruk Bey, bu umutsuz aşk çıkmazı yüzünden on dokuz yaşında kendisini otelde asar. Zebercet, zaman zaman bu intiharın izini sürer. Dayısının intihar ettiği odaya girdiğinde olanları yaşar gibi ürperir. Yolda karşılaştığı ve dayısının sınıf arkadaşı çıkan yaşlı bir adamdan dinledikleriyle kendi yaşantısını karşılaştırır. Yaşlı adam, Faruk’un okul sıralarında arkadaşlarından baskı gördüğünü, itilip kakıldığını söyler. Zebercet de dayısı gibi itilip kakıldığı bir okul devresi yaşar. Hatta Faruk’un yengesine karşı duyduğu ümitsiz aşkın bir benzerini o da Ankara’dan gelen kadına karşı yaşar. Böylece Faruk Bey’le birlikte onun yengesini de model seçer. Bu aşkı bir yönüyle engelleyen ve artık kendisi için hiçbir şey ifade etmeyen ortalıkçı kadını ortadan kaldırır. Faruk Bey’in korkmadan olanakların sonuncusuna varınca kendini asması, onun için de başvurulacak en son yöntemdir. Ölüm insanlar için kaçınılmazdır. 

“…İpi boynuna geçirdi; düzeltti. Tam o sıra dışarıdan birkaç arabanın korna seslerini duydu; başka araçlar da katıldılar buna; kornalar, tren düdükleri, fabrika düdükleri, kesintisiz ötmeye başladılar. Neydi bu? Kulakları mı uğulduyordu? … Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük. Ayaklarıyla masayı itip aşağıya yuvarlandı…” 

Burada Atılgan, okuyucuya özellikle Zebercet ölse de dışarıda hayatın devam edeceğini vurgulamıştır. Bu hayattan bir Zebercet eksilir ama günlük hayat onun eksikliğine aldırış etmeden devam eder. 

İlk romanı “Aylak Adam”la modern Türk edebiyatı içinde çok önemli bir yere sahip olan Atılgan, özellikle yabancılaşma ve bunun zorunlu sonucu yalnızlık temasını başarıyla işleyen bir yazar olarak tanınmıştır. ”Anayurt Oteli”nde iletişimsizlik, yaşamın anlamsızlığı, olayların rasyonel bir biçimde açıklanamayacağı, davranışların nedeninin bilinemeyeceği tezi işlenmiştir. Yusuf Atılgan ilk romanı Aylak Adam’da, klasik anlatı yöntemlerinden yararlanırken Anayurt Oteli’ni, daha değişik bir yöntemle ”saçma kavramının göstergesi olarak” kurmaya çalışmıştır. 




Modernizmin özellikleri göz önünde tutulduğunda, Anayurt Oteli’nde psikolojik yabancılaşma ve yalnızlık temasını başarıyla işleyen bir yazar olarak tanınan Atılgan, modern Türk edebiyatının önde gelen romancıları arasında sayılmış ve modernist eserleriyle Türk edebiyatına damgasını vurmuştur. Romanda intihar ederek hayatına son veren Zebercet ise, kütüphanelerimizde ölümsüzlüğünü yakalamıştır. 




KAYNAKÇA 


Atılgan, Yusuf, (2014). Anayurt Oteli, İstanbul: İletişim Yayınları, 28. Baskı 
Ecevit, Yıldız, (2012). Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İstanbul: İletişim Yayınları, 8. Baskı 
Korkmaz, Ramazan (2005). Yurtsuzluk İtkisi ve Anayurt Oteli İlmi Araştırmalar, 20, 139-148 
Taştan, Zeki (2007, Güz). Yusuf Atılgan’ın Eserlerinde İntihar Milli Eğitim, 176, 212-230 
Oğuz, Orhan (2012, Kış). Yusuf Atılgan’ın Hikâyelerinde Kent Turkish Studies, 1653-1669

Yorum Gönder

0 Yorumlar