Manipülatif Zihin
Defne Özdemir
Bu yazıda, kendi zihinlerinin insanlar üzerindeki etkisini sorunsallaştırarak, zihnin ‘fark edilmesi’ çabası olmadığında, insanların kendi zihin faaliyetlerinin olumsuz etkisi altında kalarak, nasıl da farkına varmadan bu durumu ‘normalleştirdiklerini’ ve insanda, bellek, anlayış, kavrayış ve algılama yetisi olan zihnin işleyişinin farkında olmanın öneminden bahsettim.
Zihin, elbette, felsefi, teolojik ve psikolojik açılardan yani farklı disiplinlerle ve daha geniş kapsamda ele alınabilir. Ancak burada, ‘biyolog’ kimliğim ile zihnin organı olan beynin fizyolojik yapısını da konunun içine katarak, benim kendi içimde cevabını aradığım sorular olan; zihin nedir, yapısı nasıldır, bize ne anlatmaya/göstermeye çalışıyor, güvenilir midir, içeriğini nasıl oluşturuyor vb. soruların cevaplarını oldukça konsantre bir şekilde yazıya dökmeye çalıştım.
İstisnasız her insan, kendinin manipülatörüdür. İnsanın yaşam içerisinde, aile, eğitim, toplum, örgütsel yapılar gibi etkisi altında kaldığı tüm çevresel etkenler ve bu etkenlerin yol açtığı zihinsel yapısındaki değişimlerle, doğduğunda kendisi ile birlikte getirdiği ‘benzersiz’ ve ‘biricik’ olan özelliklerini nasıl kaybettiğini ve yaşadığı toplumun dayattığı ‘standart bir insan’a, adeta bir otomatik pilota dönüşmek durumunda kaldığı sorunsalına da kısaca değindim.
Zihnin organı olan beyin, bebek dünyaya geldiğinde, diğer organlardan farklı olarak yapılandırılması gereken sonsuz bir potansiyel olarak dünya ile temas kurar. Beyin, dış dünya ile karşılaşmaya başlar başlamaz, şekillenmeye başlar. Şöyle ki; yeni doğan bir bebeğin beyninde, bir yetişkine oranla çok daha fazla sayıda nöron ve sinaptik bağlantı vardır. Beyin ve sinir sistemini oluşturan hücreler olan nöronların uzantıları, duyu organları aracılığı ile gelen uyarılarla birbirleri ile bağlantı kurar ve sinaptik bağlantı dediğimiz yapıyı oluştururlar. Bu yapı, elektrik akımı ile çalışır ve elektrokimyasal nehirler bütünü olarak işler. Beyin, oldukça karmaşık ve milyarlarca elektrokimyasal nehirler yatağı ile donanmıştır.
Beynin, fikir, düşünce, bilgi, vb. tüm faaliyetleri aslında elektrik akımı olarak dolaşır. Yazının başlığında manipülasyon ifadesini kullandım. Manipülasyon, en basit anlamı ile, belli etmeden ve taktiksel yollarla harekete geçirme ve etkileme faaliyetidir. İşte bu anlamda manipülasyon, beyinde parçacık düzeyinde olur. Beyin, elektrikle çalışır ve atom altı parçacıklardan biri olan elektron, çevresindeki elektrik alanını yönetmekte rol oynar. Elektron, enerjiye dönüşebilir ve enerji ise tekrar parçacığa, yani elektrona dönüşebilir. Ayrıca enerji, sinaptik ağlarda ilerlerken yeni bir elektronun oluşmasını sağlar. Yani enerji, bir parçacık halinde tekabül eder. Beyindeki enerjinin içeriğini ise duyular yolu ile alınan veriler, kelime, görüntü, ses, ışık, vb. tüm dış etkiler ve düşünceler (iç diyalog, imgelem) oluşturduğu için temas edilen her uyaran ve düşünce, parçacık oluşturur. Yani beyinde, anbean, enerji maddeye, madde de enerjiye dönüşür. Böylece beyin ve sinir sisteminde sinaptik bağlantılar meydana geldiği gibi, az önce bahsettiğim elektrokimyasal nehir yatakları da sürekli şekil değiştirir.
Yeni doğan bir bebeğin beyninde çok sayıda sinaptik bağlantı olsa da, bu bağlantılar bebek henüz herhangi bir yaşam deneyimi kazanmadığı için ‘etkili’ bağlantılar değillerdir. Bebek, yaşam deneyimi kazanmaya başladığı an itibariyle, yaşadığı deneyimle bağlantılı olarak beynindeki bazı sinaptik bağlantılar güçlenir, yeni sinaptik bağlantılar oluşur veya bazıları devre dışı kalırlar. Sinaptik bağlantılar ise, bağlantının içeriğine uygun olarak, hormon ve salgı bezlerini harekete geçirirler. Bu süreç, insanın yaşamı boyunca devam eder. İnsanın yaşamı süresince merak, araştırma, öğrenme ve deneyimlemeye ilişkin ilgi alanlarına dair odaklı yaklaşımı ne ölçüde ise, o kadar çok sayıda sinaptik bağlantısı var demektir. Böylece, sinaptik bağlantının çokluğu, yeni deneyim üretme çokluğu ile doğru orantılı olur. Yani zihin, sonsuz olasılıkları barındıran, yapılanabilen ve sonsuz genişlikte bir sahadır, denilebilir.
Zihin, bilişsel işlevlerin toplamı olarak tanımlanabilir. Zihin, algılamayı, isimlendirmeyi, belleği, karar verme süreçlerini, anlayışı ve kavrayışı içine alır. Zihnin tanımı bilimsel açıdan zordur çünkü zihin tanımlanırken yine kendi zihni kapasitesi içinde tanımlanmaya çalışılıyor olacağı için, ötesi görülemez. Bilimin geldiği bugünkü noktada, zihnin nerede olduğu sorusunun cevabı net değildir. Çünkü yapılan deneylerde, beynin önemli bir bölümü (%80’i) çıkarılmış deneklerde, belleğin hâlâ var olduğu ispatlanmıştır. Yani zihin, bedeni içine alan ve bedeni de aşkın bir konumdadır.
Günümüzde, zihin-beden ayrımı (düalistik görüş) değişmiş ve yerini ‘bütünsel bakış’a çevirmiştir. İnsan, varoluşun bilinçli tek varlığıdır ve tüm varoluş ile aynı töze sahiptir. Ayrıca, insanlığı okyanusa, bir insanı da okyanustaki bir su damlasına benzetirsek, su damlası, ancak okyanus için ve okyanusun içinde vardır benzetmesi doğru bir benzetme olur.
İnsan, zihin evreleri içerisinde yaşayan bir varlıktır. Zihin, duyular yolu ile dış dünya ile ilişki içindedir ve sürekli değişen algı mekanizması ile haritalama yapar. Her insanın birbirinden farklı bir zihin haritası vardır. Zihin, duyu organları aracılığı ile aldığı tüm verileri işler ve bir ‘biliş’ oluşturur. Biliş, kısaca, kişinin nesne, olay ya da olgu ile ilgili bilgi sahibi olması ya da bilinçli duruma gelmesi sürecidir. Bilinç ise, insanın kendi varlığının, nesnelerin, olayların, kendi zihin içeriklerinin, yapıp ettiklerinin farkında olması ve seçim yapabilme yeteneğine sahip olması yetisidir. Ayrıca insan ‘öz bilinç’ sahibidir, yani konusu nesne olmayan, ‘kendini’ ve ‘kendi bilincini’ bilincinin önüne koyarak konu edinebilir. Bu tanımlardaki bilince zihin diyemeyiz. Çünkü bilinç, zihnin bir hâlidir. Bilinçsiz iken de, meselâ uyku, koma, vb. durumlarda, zihin faaliyetini sürdürür.
Nesne, olay ya da olgular ile ilgili zihin tarafından yapılan yorumlar, sinaptik bağlantılar ile hormonlar ve salgı bezleri aracılığı ile duyguları ortaya çıkarır. Duygular ise davranışları belirler. Bu davranışlar zamanla alışkanlıklara dönüşür ve kişinin yaşamı bu şekilde inşa edilmiş olur. Kararlar, kurulan bağlamlar sonucu verilir ve kişi bu bağlam içinde hareket eder. Bu anlamda zihin, düşünsel ağlar kurarak, bir şekilde fikir yürütmeyi, anlamayı ve akıl yürütmeyi sağlayan geniş bir sahadır. Zihin, akıl yürütme yeteneğini barındırır ve uyaranlar arasındaki bağlamsal bütünlüğü sağlayarak bunu yapar. Kısaca, akıl yürütme, geçmişten öğrenilen her şeyi bugüne taşıyarak bugün öğrenilenlerle birleştirmek ve tüm öğrenilenleri işlevsel olarak kullanmak demektir.
İnsan yaşamı bir enformasyon ağıdır. İnsan, duyu organlarıyla sınırlı şekilde aldığı enformasyonu toplar ve zihninde anlam verir. Zihin, veri işleyen sinir sisteminin, yaptığı seçimler sonucunda oluşan bir enformasyon işleme mekanizmasının ürünü olan seçimlerinin toplamıdır, diyebiliriz.
İnsan beyninin kabaca biyolojik yapısından bahsedersek, beyin yaklaşık 1,4 kg. ağırlığındadır. Beyin, insan vücudunun ağırlığına oranla bu denli hafif olsa da, tüm vücut enerjisinin %25’ini harcar. Çünkü beyin faaliyetini her an devam ettirir ve yüksek potansiyelli bir işlemcidir. Beyinde yaklaşık yüz milyar nöron vardır ve her bir nöron, her an diğer on beş bin nöron ile iletişim halindedir. Beyin, enformasyonu işleme konusunda uzmanlaşmış bir organdır. Dolayısıyla beyin, et olan beynin ötesinde bir bilgi işleme mekanizması barındırır.
Beyin plastisiteye sahiptir. Plastisite, beynin bağlantılar düzenleme ve yeni bağlantılar kurma yetisidir. Bu yeti her an faaliyettedir. Beynin bir bölgesi herhangi bir nedenle fonksiyon kaybına uğrarsa, diğer bölgesi onu anında tamamlar. Bu özellik olmadan hiçbir beyin gelişemez ve herhangi bir beyin hasarında iyileşme sağlanamaz. Plastisite sonsuz bir çeşitliliğe sahip olduğu için beyin, bilgi işleme olarak sonsuz olasılığa sahiptir.
Beynin %70’i sudur ve bu sıvı boşluk içerisinde nöronlar sürekli hareket halindedir. Beyin diğer organlardan farklı olarak elektrikle çalışır. İnsanın biyolojik donanımı diğer canlılara çok benzese de, çok karmaşık bir sinir sistemi vardır ve beyninin ön kısmı (prefrontal korteks) çok daha gelişmiştir. İnsan beyninin ön kısmı olan prefrontal korteks, toplam beyin bölgesinin yaklaşık %40’ına tekabül eder. Yani insanı insan yapan prefrontal kortekstir. Bir anlamda, adına ‘kültür’ dediğimiz ne varsa beynin ön kısmıyla ilgilidir, diyebiliriz.
Zihin güvenilir midir? Bu soru aslında zihnin güvenilemez olduğunu kendi içinde barındırıyor. Beyin plastisiteye sahiptir yani şekil alabilen bir organdır, demiştik. İnsan türünün genetik olarak getirdiğinin ötesinde evrimsel olarak da bir plastisitesi vardır. Yani insan, beyninde evrimsel olarak kodlanmış hazır sinaptik bağlantılar ile dünyaya gelir. Zihin duyulardan aldığı veri ile anbean değişikliğe uğrayan bir yapıya sahiptir. Beyin, topladığı veriyi ayırarak kendi içinde farklı bölümlerinde tutar. Beynin özelliklerinden biri de, gelen veriyi düzelterek kaydetmesidir. Zihin ise her veriyi kendi bildikleri ile yani daha önce öğrendikleri ile karşılaştırır. Gördüğü bir şeyi işlerken, eğer tanımıyor ise, kişiye geri döner, ‘burada bir hata var’ der, tekrar düzeltir ve tekrar gönderir. Yani beynin kendi beklentisine ve alışkanlıklarına uygun olarak tamamlama özelliği de vardır. Yani aslında olmayanı da araya koyabilmektedir. Bellekte ne varsa onları düzelterek ve tamamlayarak bir senaryo oluşturur. Bu senaryo zihnin rahatını kaçırmıyorsa senaryoyu böylece kabul eder. Yani kişi kendi zihninden asla emin olamaz. Zihin son derece güvenilmezdir ve kendini manipüle edebilir.
Beynin kendi algoritmaları ve içsel aktivitesi çok yoğun bir şekilde çalıştığı için, kişinin algısına göre, belleğe konulan şeylerle rahat bir şekilde oynar ve insanın duygu durumuna göre boşlukları uydurarak doldurur. Bu patolojik boyutta da olabilir. Peki, bunu neden yapar? Çünkü insan, belirsizliğe tahammülü oldukça düşük bir varlıktır. Oysa yaşamda belirsizliklerin oranı belirliliklerden daima fazla olmuştur. Yaşamda belirsizliklerin sayısının, belirli olanlardan daima fazla olacağı bilincine sahip olmak ise özel bir gayret ve farkındalık gerektirir. Ama insan için belirsizlik, ‘tehlike’ ile eş anlamlıdır. Tehlike algısı ise kaygıyı tetikler ve kaygıya karşı önlem almak için belirsizliği ortadan kaldırmak ister. Yani insan, belirsizliği ve belirsizliğin yol açtığı kaygıyı ortadan kaldırmak için anlam vermek ister. Bu anlam verme çabası, kişilerin kendine has tasarımsal hikâyelerini oluşturur. Bu hikâyeler nasıl oluşur? Zihin bağlamsaldır, demiştik. Yani bellek ve algı birbirinden izole fonksiyonlar değildir. Her şey bütünle birlikte vardır ve ayrıksı düşünülemez. Algı, ne, neden ve nasıl sorularını sorar. ‘Ne’ sorusu gerçekleri tanımlar. ‘Neden’ ve ‘nasıl’ sorularının cevaplarında ise kişiye özel tasarımsal hikâyeler devreye girer. Meselâ, oturduğumuz bir mekânda bir masanın devrildiğini düşünelim. Masanın devrildiği gerçektir ama masanın neden ve nasıl devrildiği ortamdaki kişi sayısının her birinin algısına göre farklıdır ve her biri diğerinden farklı bir hikâye anlatacaktır. Ya da, aynı sinema filmini izleyen insanların, hangi filmi izledikleri (‘ne’ sorusu) konusunda fikirleri ortak olsa da, filmin bazı sahnelerini hatırlayıp diğer sahnelerini hatırlamamaları ve film hakkındaki yorumlarının farklı olacağı aşikârdır. Yani hikâyeler, algı ve bakış açılarına göre, kişiler ve kişilerin farklı zamanlardaki anlatım sayısı kadardır. Yani hikâye sayısı bitmez. Hikâye sayısı bu kadar farklı olsa da, hikâyeler gerçekleri değiştirmez. Şöyle özetleyebiliriz, kişiler, algı çeşitliliklerine bağlı olarak kendi tasarladıkları hikâyeleri üzerinden yaşarlar. Kişi için ‘iyi’ olan hikâye kendisi için anlamlı olandır. Yani burada, ‘iyi’ oldukça görecelidir. Anlattığı hikâyede anlam bulduğunda, kişi bu hikâyeyi ‘iyi’ olarak tanımlar.
Olmamış şeylerin kaygısı yaşanıyor. İnsan bugünü, geçmişin algısı ve geleceğin korkusu ile kirletir. Aslında zihni anlamaya çalışan, ‘anlık’ olarak anlar. Herkes anı yaşar ve önemli olan anda kalabilmektir. O anın parçası olabilmek ve o anda yargılamadan durabilmektir. Bu neyi getiriyor? Acı ile yüz yüze gelebilmeyi getiriyor. İnsan düşünceleri ile neden geçmişe ve geleceğe kaçar? Çünkü o anın getirdiği duyguyu taşımakta zorlanır. Aslında her duygunun kendi içinde bir anlamı vardır. İnsan anda iken gelen o duyguyu taşımakta zorlanınca, andaki kendisi ile duyguları arasına zihnini koyar, zihin anda kalamadığı için kişiyi geçmişe ya da geleceğe götürür ve insan olmamış şeylerin kaygısını yaşayarak, geleceğe yönelik olarak önlem almaya çalışır. Böylece düşünceler ile gerçek üst üste gelir ve düşünce ile gerçek birbirine karışmış olur. Her düşünce gerçekmiş gibi algılanmaya başlandığı zaman, onlara ‘gerçekleşebilir’ gözüyle bakılıp kaygı yaratılır. Kişi, oluşturduğu bu kaygılar için daima önlem alarak yaşar. İşte o zaman bu an yok olur. İşte burada, daha farkındalıklı, daha şimdiki zamana odaklı ve anın parçası olarak kalabilmek önemli hale gelir.
Gerçeği yalın olarak algılamak, duyguları olduğu gibi karşılamak ama düşünceleri tartışabilmek gerekir. Rasyonellik budur. Duygunun rasyoneli olmaz, çünkü önemli olan o duyguyu ortaya çıkaran düşüncenin rasyonelliğidir. Ne yaşandığından ziyade yaşanılan ile kurulan ilişkinin niteliği ve onlara verilen anlamın önemini algılamak gerekir.
Zihnin yanlış temellendirilmesi, yanlış düşünce şekilleri yani ‘yanılsama’dan sakınmanın önemi gün geçtikçe daha çok tartışılan bir konu haline geldi. Aynı yanlışlarla geçirilmiş bir yaşama, ‘yaşam tecrübesi’ demek pek doğru olmaz. Daha kaliteli, daha odaklı düşünmek ve nitelikli akıl yürütmek mümkündür. Bilgiler duyularla gelir ama çok büyük bir bölümü çıkarım yoluyla oluşur. Oysa, olayları olması gerektiği gibi değil olduğu gibi görebilmek gerekir. Bu kabul ile bu gerçekle ‘ne yapabilirim’ sorusunu sormak sağlıklı düşünmeyi yaratır. Kişinin daha kaliteli, daha nitelikli çıkarımlar yapabilmesi için eğitimden geçmesi, odaklı, nitelikli ve kavramsal düşünebilmeyi öğrenmesi mümkündür.
Yanlış zihinsel çıkarımların bir diğer nedeni ise bireyselleşme ve toplumdan kopuştur, diyebiliriz. Bu kopuş kişilerin ürettiği düşünce sistemi üzerinde olumsuz etki eder. Bunun nedenlerinden biri de, kişilerin, kendi düşüncelerine yapışmasıdır. Bu düşünceler zihnin manipülatif yapısı gereği genellikle gerçek dışı ve olumsuz düşünceler olduğu için, kişiyi alırlar ve inanılmaz yerlere götürürler. Kişi kendini, olmamış şeylerin ağıtını tutarken bulur. İnsan kendi kelimeleri ve kavramları ile yarattığı dünyanın içine kendini hapsetmiş olur.
Zihnin organı olan beynin, dış dünya ile ilişkisi olduğu gibi içeride de sürdürdüğü sürekli bir faaliyet vardır. Zihin, bedende de genişletilebilir. ‘Bedenin zihni’ ile ilgili yapılan bilimsel çalışmalar vardır. Nitekim F. Nietzsche “İnsan bedeniyle düşünür,” der. Bazı beden hareketleri yapıldığında, beyinde de değişiklikler olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Bedendeki her hücre diğerleri ile bilgi alışverişi içerisindedir ve her hücrenin bilinci vardır. Beden bir bütündür ve beden faaliyeti zihni etkilediği gibi, zihinsel faaliyetler de beden faaliyetlerini etkiler. Yani çift taraflı bir etki vardır.
Bir enerji olan düşünce, salgı bezi ve hormonlar ile bedende somut hareketlere yol açar. Meselâ, daha önce limonun tadını bilen bir insan, limon yediğini sadece düşüncesinde canlandırdığında bile, sanki gerçekmiş gibi bedeninde salgı bezleri harekete geçer ve ağzı sulanır. Yani her düşünce bedende hormon ve salgı bezleri aracılığı ile duygu durumu oluşturur. Bu nedenle neden-sonuç ve etki-tepki ilişkisi daima göz önünde bulundurularak, uyaranlara karşı tetikte ve dikkatli olmak, bilinçli ve odaklı düşünmeyi öğrenmek son derece önemlidir.
İnsan bedeni karmaşık bir yapıdır ve bir bütündür. Bu anlamda beden sağlığını parçalara ayırarak düşünemeyiz ancak burada zihin, dolayısıyla beyin sağlığını ele alacak olursak, beyin sağlığı için ‘yağ’ elzemdir. Neden? Çünkü beyin plastisiteye sahip olduğu için beyin hücrelerinin esneyebilmesi için yağa ihtiyacı vardır. Faydalı yağlar (örn. başta ceviz olmak üzere kuruyemişler, balık yağı, köy tereyağı, zeytinyağı) tüketilmelidir. Trans yağlar (hazır gıda besinlerinde, margarinlerde, işlenmiş yiyeceklerde, ticari kızartma yağlarında bulunurlar) ise zararlı yağlardır ve tüketilmemelidir.
İnsanı insan yapan prefrontal korteksin çalışıyor olması sempatik sinir sistemi ile ilgidir. Sempatik sinir sistemi devredeyse endişe yüksektir çünkü bireyin kişiliğini kuran ve oluşturan ana öğe olan egonun alanı prefrontal kortekstir. Fakat uykudaki duruma benzer olarak prefrontal korteksi devreden çıkardığımızda parasempatik sinir sistemi çalışır. Yani bir nevi ‘reset’ modudur. İnsan, doğru beslenir (işlenmemiş besinlerle ve bitki -güneş gören ortamda yetişmiş- ağırlıklı), kendine zaman ayırır, egzersiz yapar, kaliteli bir uyku düzeni içinde olur ve doğa ile topraklanırsa parasempatik modda olur, yani endişe ve stresten uzak olur. İnsan gün içinde yarattığı kısa aralıklarda parasempatik sinir sistemi içinde olursa, vücut tüm noktaları ile birbiri ile sağlıklı bağlantı kurar ve iyileşme moduna geçer. Bütünsel sağlık için olduğu gibi beyin sağlığı içinde özellikle, dinginliği sağlayan nefes ve esneme içeren egzersizler (pilates, yoga, vb.) ve meditasyon vb. uygulamalar son derece faydalıdır.
Özetle şöyle söyleyebiliriz ki, insan, yanlı olarak işleyen bir zihne sahiptir. Yaşamında ne arıyorsa ve ne görmek istiyorsa, onu bulur ve görür. Aranılana göre bulunan da değişir. Bir de, ‘yargılama’ meselesi kişinin yaşamına yön verir. Yargılamadan ve anda kalarak yaşanılabilirse, işte bu ‘güvenilir’ zihni oluşturabilir. İnsan olay ve nesnelere olduğu gibi bakabilirse, kaygı ortadan kalkar. Diğer anlamda ‘farkındalıklı bir yaşam’ başlar. Bu yargısız anlarda yani iç diyaloğun sustuğu anlarda, bir ağda boşluklar olması gibi, düşüncelerde veya iç diyalogda boşluklar oluşur. Bu boşluklar, asıl gerçekliğe geçit sağlayan pencereler veya dönüşüm koridorlarıdır. Ayrıca, ne için buradayız, ben neyim, kimim, vb. kendini tanımaya yönelik nitelikli sorular sormak, farkındalığa atılan ilk adımlardan biridir.
Günümüzde ‘zaman ekonomisi’ önemli hale geldi ve bununla birlikte modernizm insanı nesne haline getirdi. Sanayileşme süreci ile birlikte hızlı karar alma zorunluluğu ortaya çıktı. Karar alırken, daha derin düşünmek, bağlamsal düşünmek, tasavvufi tabir ile ‘mütefekkir’ olmaya zaman kalmadı. Bu anlamda böylesi kendine yabancılaşmış bir otomatik pilot haline gelen insanın, ‘insan’ olmaya, yani ‘farkındalığa’ geçişi zorlaştı. İnsanların bu otomatik pilottan çıkıp esnek düşünebilen, olayları tek bir anlama bağlamayan, yani çok anlamlılığı içselleştiren bir formasyon kazanması gerekiyor. İnsan kendini tanıma ve keşfetme gayreti içinde olursa, farkındalıklı bir yaşamı benimseyebilir ve kendi öz değerleri ile yeni bir yaşam inşa edebilir.
0 Yorumlar