İslam’ın Beş Şartı Ya Da Hz. Hüseyin Neden Şehit Oldu?
CEMİL KILIÇİLAHİYATÇI
Miladi 680 yılının 10 Ekim günü Kerbela’da büyük bir katliam gerçekleşti. Katliam, İslam toplumunu derinden sarstı. Zira İslam peygamberi Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin ve yanındaki 72 yakını, Emevi Arap İslam Devleti’nin halifesi Yezit’in ordusu tarafından Kerbela’da hunharca katledildiğinde İslam’ın doğuşunun henüz 70. yılı idi.
Bir din düşünün ki, doğuşunun üzerinden henüz 70 yıl gibi kısa bir süre geçmişken o dinin peygamberinin çok sevdiği torunu, yine o pegambere iman ettiğini söyleyenler tarafından acımasızca katledilsin. İşte İslam, böyle bir facianın dinidir. İslam, Kerbela çölüne Hz. Hüseyin’le birlikte gömülen mazlum ve mahzun bir dindir.
Gerçek şu ki Kerbela’da katledilen Hz. Hüseyin’in bedeni değildi. Onda simgeleşen İslam’ın ta kendisiydi. İslam, o gün orada aslında 73 kez katledildi. 73 şehidin biri Hüseyin’di, diğerleri ise onun en yakını olan kardeşleri, çocukları, kuzenleri ve yol arkadaşlarıydı. Her birinin şahsında İslam bir defa daha katledilmiş oldu.
Peki neydi İslam? Neden katledildi?
Emeviler Kerbela şehitlerinin şahsında İslam’ı katletmeyi neden çok istediler?
Oysa onlar da İslam’a iman ettiklerini iddia ediyorlardı.
Ne var ki onlar tarihe İslam peygamberi Hz. Muhammed’in en yakınlarını katledenler olarak geçse de bizce onlar doğrudan doğruya dinin kendisini öldürdüler.
Bunu anlayabilmek için İslam’ın, üzerine kurulu olduğu beş ilkeyi iyi bilmek gerek.
Evet; İslam beş ilke üzerine kurulmuştur. Biz buna İslam’ın beş şartı diyoruz.
Apaçık Kur’an ayetleriyle sabittir ki; ilk şart adalettir.
İkincisi emanettir.
Üçüncüsü ehliyet, dördüncüsü maslahat, beşincisi ise meşverettir.
Ne oldu?
Şaşırdınız mı?
Yoksa siz namaz, oruç, hac gibi ritüellerden mi bahsedeceğimi sanmıştınız?
Hayır, hayır!
Onlar İslam’ın şartı değildir.
Şart öyle birşeydir ki o olmazsa onun temsil ettiği sistem de olmaz.
Adalet olmadan İslam olur mu?
Emanete sadakat olmadan İslam olur mu?
İşi ehline vermeden yani ehliyet olmadan İslam olur mu?
Bir şahsın yahut bir grubun değil halkın yararını esas almadan yani maslahat olmadan İslam olur mu?
Danışma, fikir alışverişi, düşünce özgürlüğü ve şurayı ikame etmeden yani meşveret olmadan İslam olur mu?
Dediler ki bunlar olmadan da İslam olur.
Yeter ki namaz kıl ama Muaviye’nin, Yezid’in adaletsizliğine itiraz etme!
Yeter ki oruç tut ama açın, yoksulun halini sorma! Devlet erkanının lüks ve şatafat içinde yaşamasını dert etme!
Yeter ki hacca git ve Kabe’yi tavaf et ama farklı düşünüyor, farklı inanıyor diye zalim iktidarlar tarafından hapse atılıp şehit edilen İmamı Azam Ebu Hanife’leri, çöle sürgün edilip ölüme terkedilen Ebu Zer Gıfari’leri, kılıçla boynu kesilen Hucr bin Adiyy’leri sakın gündeme getirip de fitne çıkarma!
Evet; böyle dediler.
Allah’tan başkasına kul olmamayı ve gerekirse zalim sultana karşı kıyam etmeyi öğreten mukaddes namaz ibadetini yozlaştırıp onu neredeyse iktidar sahiplerine itaat etme ritüeline dönüştürdüler.
Aynı tahribatı oruçta, hacda da gerçekleştirdiler.
Allah, ihtiyaçtan fazla olanı yoksullara verin dediği halde zekatı kırkta bire indirdiler.
İnfakı unutturdular.
Saraylar yaptılar. Servetlerine servet kattılar. Ezdiler, sömürdüler, yoksulun ve geniş halk yığınlarının iliğini emdiler. Kendileri sözde dünya nimetlerinden alabildiğince yararlandılar da yoksul müminler içinse sadece öbür dünyada cennet hayalini bıraktılar.
Hesap vermediler. Hesabı ahirete havale ettiler.
Sonuçta Muhammedî İslam’ı yerle yeksan edip yeni bir din ürettiler. Ürettikleri din, aslında İslam öncesi şirk dininin İslam maskesi giydirilmiş halinden ibaretti.
İşte Hz. Hüseyin, dedesi Muhammed Mustafa’nın ve babası Hz. Ali’nin toplumcu, devrimci, ilerici İslam’ını kurtarmak uğruna Kerbela kıyamını gerçekleştirdi.
Ölüme yürüdüğünü bildiği halde İslamî değerlerden vazgeçmedi.
Lakin onu kuşatanlar, günlerce aç ve susuz bırakanlar, kundaktaki oğluna ok atıp boğazına saplayanlar ve en hainane biçimde canını alanlar çoktan terketmişlerdi İslam’ı…
Bundandır ki Hz. Hüseyin, Yezit halife ilan edildiğinde şöyle demişti:
“Ümmete Yezit gibi biri halife oluyor ve ümmet de buna razı oluyorsa o halde İslam’la vedalaşılmış demektir.”
Peki bizler bugün ne durumdayız?
Gerçekten İslamî değerlerin üzerine titriyor muyuz?
Kur’an’a iman ettiğimizi ve Hz. Muhammed’i, Hz. Hüseyin’i çok sevdiğimizi söyleyen Müslümanlar olarak, İslam’ın en büyük değeri ve şartı olan adalet ilkesine bağlı mıyız?
“Biz Müslümanız ve bizim için en önemli değer adalettir,” diyebiliyor muyuz?
“Biz Müslümanız, bizim elimizden ve dilimizden herkes emindir, bizden kimseye zarar gelmez,” diyebiliyor muyuz?
Kur’an’daki; “İnnallahe ye’mürü bil-adli…” yani “Allah adaleti emreder…” ifadesi mucibince davranıyor muyuz?
Bir kez daha soralım kendi kendimize;
Mukaddes adalet kavramı; bizim, şahsi, toplumsal, ticari ve siyasi hayatımıza hakim midir?
Yoksa biz yargı erkini, muhaliflerimize karşı tıpkı Yezit’in ve Muaviye’nin yaptığı gibi bir sindirme aracı olarak mı kullanıyoruz?
Bize verilen emanete sadakat gösteriyor muyuz?
Yönetim mekanizmalarına ehliyet ve liyakat sahibi kişileri mi yoksa çok iyi nutuk atan, kendi hizbimizden olan, dünyevi çıkarımıza uygun düşen kimseleri mi seçiyor ve tayin ediyoruz?
Toplumsal ve siyasi, kültürel ve dini, ticari ve ekonomik işlerimizde halkın maslahatını mı yoksa ailevi ve partisel menfaatlerimizi mi esas alıyoruz?
Toplumun en küçük yapı taşı dediğimiz aileden başlayarak ülke yönetimine varıncaya değin İslam’ın meşveret ilkesini gözetiyor muyuz?
Farklı fikir ve inançlara, farklı siyaset ve yaşam tarzlarına asgari insanî ve İslamî saygıyı gösteriyor muyuz?
Yoksa herşeyi en iyi ben bilirim, ben bilemiyorsam oğlum bilir, kızım bilir, benim hizbim bilir, taraftarlarım bilir deyip diğerlerini ötekileştirmeyi hatta terörize etmeyi bir hayat ve siyaset tarzı haline mi getiriyoruz?
Hepimiz biliyoruz ki Yezit’in hilafetine karşı çıkıp biat etmeyi reddeden Hz. Hüseyin’e zamanın bazı sözde din alimleri; “fitne çıkarma!” dediler. O gün fitne kavramını kullananların devamcısı olan bazı çevrelerin bugün de benzer kavramları kullandıklarını ibretle görüyoruz.
Allah aşkına; Muharrem mateminin yaşandığı bu günlerde Hz. Hüseyin’in şehadeti ve Yezit’in zulmü arasında sallanıp duran hayatımızı hesaba çekip bir kez daha kendimizi sorgulayalım.
Biz gerçekten Hüseyin’den yana mı yoksa farkında olmadan Yezit’ten yana mı saf tutuyoruz?
Eğer Hüseyin’den yana isek bu adaletsizlikler neden yaşanıyor?
Eğer Hüseyin’den yana isek bu zulümler neden devam ediyor?
İslam’ın beş şartını ayaklar altına alan bir toplumu Allah hidayete erdirmez.
Çünkü Kur’an’da Gök Gürültüsü Bölümü 11. Sözde / Rad Suresi 11. Ayette apaçık bir biçimde buyurulduğu gibi; “… İnnallahe la yugayyiru mâ bikavmin hatta yugayyirû mâ bienfusihim…” / “…Allah, bir toplum kendini değiştirmedikçe onların durumunu değiştirmez…”
O halde Hz. Hüseyin ve Kerbela şehitleri için sadece ağıtlar okumak ve gözyaşı dökmek yetmez. Onların, korumak uğruna ölüme yürüdükleri İslamî değerleri yani İslam’ın beş şartı olan adalet, emanet, ehliyet, maslahat ve meşvereti biz de canımız pahasına korumak ve ikame etmek zorundayız. Aksi halde imanımız da, ikrarımız da sahih değildir.
Hz. Hüseyin ve Kerbela şehitleri sadece İslam’ın değil aynı zamanda bütün insanlığın da beş temel değeri olan o Kur’anî ve Muhammedî ilkeler uğruna direnip şehadete yürürken yalnızca Alevisi, Sünnisi, Şiisiyle biz Müslümanlar için değil bütün insanlık için emsalsiz bir fedakarlığın faili oldular.
İşte bu cümleden olarak; sözlerimizi modern Hindistan’ın kurucusu büyük lider Mahatma Gandhi’nin şu abidevi sözleriyle sonlandıralım:
“Hz. Hüseyin ve Kerbela şehitleri sadece Alevilerin, Şiilerin ve İslam’ın şehidi değildir. Onlar bütün insanlığın ortak şehididir.”
0 Yorumlar