ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ

HER TÜRK VATANDAŞI OKUMALIDIR.




ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ

Dr. Ali Nazmi Çora



BU KİTABI NEDEN YAZDIM!

13 Kasım 1970 tarihli Milliyet gazetesinde Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk dönemi hakkında bazı ilginç bilgileri açıklamıştır:


“Biz Atatürk'ün ne olduğunu, ne yapmak istediğini anlamamışız ve hiçbir zaman anlayamayacağız.” 
dedikten sonra ilave etmiştir, Atatürk'ün ilk silâh ve mücadele arkadaşları Cumhuriyet sözü ortaya çıkar çıkmaz kıyameti kopardılar ve muhalefet denilen şey ozamandan itibaren başladı. Mareşal Çakmak, General Kâzım Karabekir gibi büyük ordu erkânı Şapka Kanunu'na (671 No'lu "Şapka İktisası Hakkında Kanun”) karşıydılar. Gericiliği ezmekle görevli İstiklâl Mahkemesi Reisi Ali Çetinkaya, Atatürk'ün Kastamonu Nutku'ndan evvel mahkemeye şapka ile gelen birgazeteci arkadaşımızı sövüp sayarak jandarmalarla dışarı attırmıştı. Alfabe reformu içinde de zorluklar baş göstermişti. Eski Arap harflerinin yerine Latin harflerinin kullanılması kararını uygulamak için Atatürk altı ay mühlet veriyor, İsmet Paşa ise hiç olmazsa altı yıl mühlet verilmesini istiyordu. Görüyorsunuz ki, Atatürk, bütün devrim ve reform hareketlerinde yanındakilerden daima ileride yürümüştür.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1970 yılındaki bu makalesini şöyle tamamlamıştır:


"Genç vatandaşlarım, dinleyin, dinleyin bu sözü. Yoksa alınlarımızı Anıtkabir'in duvarlarına dayayıp ‘Affet bizi Atatürk’ diye yalvaracağımız günler yaklaşıyor".
Bence o günler çoktan geldi ve bizler için karanlık çağ başladı, belki de ileride ağlayabileceğimiz anitkabir’i bile yerinde bulamayacağız. Bu kitap bunun için yazıldı.


Atatürk devrimlerine "travma" demek “sosyolojik, tarihsel tespit” değil, artık saklanamayan bir "hesaplaşma"dır. Asıl "travma"yı, Mustafa Kemal Atatürk’ün "manevi mirası" olan akıl ve bilimden pay alamayanlar yaşamaktadır. Aklı ve bilimi esas aldıkları zaman bu "travma"yla kendi beyin ve yüreklerinde açtıkları yaraları, yine kendilerinin iyileştireceğine inanıyoruz.

Çünkü Türk Devrimi, politik çıkar odaklı her türlü hesaplaşmayı tersine çevirecek kadar güçlüdür. Her devrim kendi içinde karşıtlarını yaratır, onlara türlü "travma"lar yaşatır; önemli olan erken tanıdır. Bugün Türkiye olarak, Kur’an’ın, “Allah ile aldatmak” diye andığı bir büyük zulüm karşısındayız. Tarihin en büyük kanlarının, dehşetlerinin, iftiralarının, ihanetlerinin, soygun ve vurgunlarının arkasında, aldatma ve susturma aracı olarak hep Allah var, din var, kutsal yaftalı kavramlar, kişiler var. Türkiye’de maalesef dineğitimi ortak bir dünya yaratmayı başaramadı.


DEAŞ ve FETÖ gibi halkı Allah ile aldatmayı başaran cemaatler çıktı ortaya ve aldatma öyle başarılı olduki cemaatleri yüzbinleri buldu sonra devleti elegeçirip kendi menfaatlerine kullandılar. Binlerce general, subay, asker ve vatansever insanları haksız yere yıllarca hapislerde süründürüp Türk Ordusunu yok ederek düşmanlarımıza hizmet ettiler. Vatan hainliklerini yoğun medya propogandası ile gizleyerek halkı Allah ile aldattılar. FETÖ sonrası ise mikro cemaatçikler doldurdu ortalığı. Şimdi bunlar cirit atıyor. Ancak aşırı dini baskı bu sefer ters etki yapıyor ve gençleri dinden soğutuyor. Çağ zaten gençleri çok hızlı uçlara savuruyor ve maalesef zihin dünyamızdaki bu mikro cemaatleşme de bu savrulmayı tetikliyor.


Allah ile aldatanların zulüm ve kahırları yıllarca, milyonları aldatmış, soyup soğana çevirmiş, sadece kentleri, köyleri değil, umut ve beklentileri de yakıp yıkmış, kitleleri inim inim inletmiştir. Bu böyle olduğu içindir ki Kur’an, insanlığı “Allah ile aldatma” zulmüne karşı ısrarla uyarmaktadır.


Kur’an, küçükten büyüğe doğru dört çeşit aldatmadan söz ediyor:

1. Yaldızlı-süslü laflarla aldatma (En’am, 112): Aydınların, bilgi sahiplerinin aldatması bu türdendir.

2. Beldelerde egemenlik kurmakla aldatma (Aliİmran, 196; Ğafir, 4): Emperyalist güç odaklarının aldatmaları bu türdendir.

3. Sefil-rezil yaşayışlarla aldatma (Ali İmran, 185; En’am, 70, 130; A’raf, 51; Lukman, 33; Fatır, 5; Hadid, 20 ): Şehvet, eğlence, hayvansal duguları okşama yoluyla aldatmalar bu türdendir.

4. Allah ile aldatma aldatışların en etkilisi, en uzunömürlüsü ve yıkıcısı “Allah ile aldatma” dır. 

Kur’an şöyle uyarıyor: 


Sakın, aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın!” 
(Lokman, 33; Fatır, 5;Hadid, 14) ,

Bu özelliği dikkate alarak diyebiliriz ki, insanoğlunun en kahırlı bunalımları, Allah’ın araç yapıldığı aldatıştan kaynaklanan bunalımlardır. En zehirli zulümler de bu aldatıştan doğar. En kalıcı, en yıkıcı bozgunlar bualdatışın vücut verdiği bozgunlardır.

Allah ile aldatma, hiçbir ödün ve uzlaşmayla aşılamaz. O, deyim yerindeyse ölümsüz bir beladır. Çünkü ölümsüz olan bir araç kullanılmaktadır. Allah’ı kullanmaktadır. Oysaki diğer aldatmaların zararı bir şekilde sonra erer. Çünkü onların ne kendileri ne de araçları ölümsüzdür.

Türk halkının büyük bir kısmı Kur’an’da “Allah ile aldatılmayın” diye bir emrin olduğunu bilmiyor. Çünkü bu emirler Kur’an’da. Türk halkı ise asırlardır Kur’an’ı okuyup anlamakta yoksun bırakılmış. Türk halkının Kur’an’dan tek istediği ve beklediği, o kitabın Arap harfleriyle telaffuzunu başarıp ‘sevap’ kazanmak olmaktadır.


Türk halkının, yaşadığı dinin Kur’an’la ilgisi büyük ölçüde yok edilmiş, dinde Kur’an’ın yerini, Arap-Emevi saltanat ideolojisinin kutsallaştırılmış sloganlarıyla İslam dışı örflerin uydurmaları alınmıştır.

Türk halkının en büyük zaafı, dinini, uyanma ve sorgulama aracı olarak değil de uyuma ve susma aracı olarak kullanmasıdır. Sadece Türk halkının değil, bütün Müslümanların en büyük zaaflarından biri, belki de birincisi işte budur. İnsanlık bugün, Allah ile aldatmanın en zorlu devresini yaşıyor. Küresel ve organize aldatma sektörleri’nin faaliyette olduğu bir süreçtir bu.

Allah ile aldatılmanın yıkımına dikkat çeken Kur’an, bu tuzağa düşülmemesi ve bu belanın aşılması için gerekli olan iki hayati donanıma dikkat çekmiştir:
1. Aklın işletilmesi,
2. Takvanın yani dindarlığın insanlar arasında bir değer ve üstünlük ölçüsü olmaktan çıkarılması.
Bu iki buyruk göz ardı edildiğinde “Allah ile aldatılmayın” emrinin sonuç vermesi imkânsız olmaktadır. Allah ile aldatma belasının aşılması için sadece temel çare değil, tek çare aklı işletmektir. Atatürk İslam dini akılcılığın, bilimin bulduğu ve geliştirdiği esaslara ve bunlara uygun olarak toplumların yaptığı uygulamalara karşı değildir, onları olduğu gibi kabul eder.

MİLLİYETÇİLİK

Atatürk’ün düşüncesinde ve devriminde Milliyetçilik büyük bir yer tutar. Ama onun milliyetçiliği ırkçı ya da şoven bir anlayışta değildir. Atatürk devrimi Milli bir devrim olması yanında bir insanlık devrimidir. Atatürk bütün halkın ve tüm ulusun kalkınmasını isteyen bir milliyetçi idi.


Bugün bütün aykırı savlara/karşı savlara karşın (kültürler-kültürlerin yan yana yaşaması gibi) teknolojinin ve iletişim araçlarının açtığı olanaklarla kültürler arasındaki farklılıkların yavaş da olsa azaldığı ve bütün kültürlerin egemen bir modele göre biçimlenmeye başladığı söylenebilir.

Bütün ortaya serilen kültürlerin farklılığı, çok kültürlerin varlığı bir şeyi değiştirmiyor: İlkin orta Avrupa’da gelişen, Batı kültürü dediğimiz çağdaş kültür evrenselleşmektedir. Atatürk bunu 70-80 yıl önce görmüştür ve bütün dünyaya örnek olmuştur.

İnsanlık Son 200 yıllık dünya tarihi içinde üç büyük devrim yaşamıştır:

  1. 1789 Fransız Devrimi,
  2. 1917 Rus Devrimi,
  3. 1923 Türk Devrimi.
İlk ikisi birer sınıf devrimidir; biri orta sınıfın, öteki de işçi sınıfının. Oysa Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşen Türk Devrimi bir sınıf devrimi değil, gerçek anlamıyla bir halk devrimi ve aynı zamanda insanlık devrimidir.




ÖNSÖZ

Beni görmek demek behemahal (mutlaka) yüzümü görmek değildir, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir (yeterlidir).” diyen büyük Atamız gibi, bende bu kitabımda atamızı anarak, onun felsefesini, bizlere vermek istediklerini çocuklarımıza, gençlerimize ve öncelikle bu günlerde Atatürkçü olduklarını savunan ama Atatürk’ün dediklerini anlayamayan ve koruyamayanlara anlatmayı amaçladım.


Atatürk büyük bir asker, büyük bir icraatçi (uygulayıcı). Hatta büyük bir sosyologtur. Atatürk’ün insan ve toplum anlayışı, onun yeni Türkiyeyi kurarken uygulamalarına yansımıştır. Atatürk için gerekli gerçek potansiyel insan potansiyelidir. Bu nedenle Atatürk insana önem vermiş, kalkınmanın temeline insani ve sosyal yapının temel taşı olan insan ilişkilerini yerleştirmiştir. “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” sözü işte bu ilkenin kelimelerde vücut bulmuş şeklidir.


Ulu Önder Atatürk’ün her geçen gün gerekliliği daha iyi anlaşılan laiklik ilkesi her ne kadar bir takım geri düşüncelerle ters düşmüşsede, bağımsız Türkiye’nin modern yapılanmasında ana temeli oluşturmuştur. Atatürk devlet ve din işlerinin ayrılmasını ön görürken, insanların her türlü inançlarına saygı göstermiştir.

Atatürk, ayırıcı değil birleştiricidir. Türk milletinin Hristiyan, Yahudi, Müslüman ve hatta sunni, şii gibi ayrıştırıcı adlarla anılmasına şiddetle karşı çıkmış; dini, sosyal ve coğrafi dağılımına rağmen aslında kitaplar yazılacak kadar kapsamlı düşüncelerini; “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE” cümlesi ile ifade ederek Türk milletinin yüceliğini dünyaya haykırmıştır.


29 Ekim 1923’te söylediği:
“Efendiler bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır, ancak yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparartorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, dini bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak gerekir. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak! Dil bir köprüdür, din bir köprüdür, tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarih içinde bütünleşmeliyiz.”
O zamanın Türkçesi ile söylenen ve benim sizlere bu günün Türkçesi ile aktarmaya çalıştığım bu sözler nasıl mükemmel bir öngörmedir ki aynen gerçekleşmiştir. Ancak Atatürk’ten sonrakiler onun direktifini anlayamadıklarından, uygulamadıklarından Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra maalesef Türkiye şaşkınları oynamıştır. Aslında bu sözler, Atamızın Türk milletinin yüceliğine ve üstün karekterine olan inancının bir örneği olduğu kadar, birleştiriciliği yanında uzak görüşlüğü ve siyasi dehasını yansıtmaktadır.

Avrupa’nın “hasta adam” diye adlandırılan ve artık mirası paylaşılmak için istila devletleri tarafından masaya yatırılan, gerçekte bütün olanaklarını yitirmiş, dağılmış ve çökmek üzere olan bu toplumu tekrar biraraya getirip çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırarak,bu topluma millet olma kimliğini kazandırmış, gururunu kazandırmış, hürriyetini kazandırmıştır. Esareti hiç bir zaman kabullenmeyen karakteri “Biz Türkler bütün tarih boyunca hürriyet ve istiklalin sembolü olmuş bir milletiz.” sözleri ile ne kadar belirgindir.

Ulu Önder Atatürk bütün ömrünü milletinin hizmetine adamıştır. Dünyadaki hiçbir başarıda tesadüflerin yeri yoktur.

Atatürk’ün başarısı analiz edilirse; inanç, bilgi, çalışkanlık, dürüstlük, güvenirlilik, azim, cesaret ve kararlılık görülür. 1920’lerde aynı seviyede olduğumuz Ortadoğu’lu komşularımızla bugün vatanımızı karşılaştırdığımızda büyük Atamızın bizlere ne kadar büyük bir eser bıraktığını daha iyi anlıyoruz.


Benim naçiz (değersiz) vücudum elbet birgün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilalebet (Ebediyete kadar-sonsuzluğa kadar) payidar kalacaktır. (sonsuza kadar itibarlı yaşayacaktır)” sözü yarattığı eserine inancını ve ne derece kuvvetli olduğunu betimler.

Atatürk, gerek askeri dehası, gerek mükemmel devlet adamlığı ve gerekse Türkiye’deki reformların mimarı ve uygulayıcısı olarak geçtiğimiz asrın en büyük devlet adamlarından biri bana göre birincisi olmuştur.

Köhnemiş, neredeyse yok olmaya yüz tutmuş bir toplumu tekrar hayata kavuşturan, onu dünya milletleri arasında layık olduğu itibar edilen seviyeye getiren, bizlere vatan ve hürriyet bağışlayan bu büyük Türk evladına, Atamıza şükranlarımız sonsuzdur.

Atamız bizler yalnız devlet bırakmamış aynı zamanda bu devletin devamı ve yükselmesi için bir takım kurallar ve metodlar da göstermiştir. Atatürkçülük diyeceğimiz bu tavsiye ve metotlara hepimiz sonsuza kadar sahip çıkacağız ve uygulayacağız. Ancak bugüne kadar şahsen ben Mustafa Kemal ATATÜRK’ü ne yazık ki anlayamadığımızı düşünüyorum. Anlayamadığımız için de anlatamadık... Anlayamadığımız ve anlatamadığımız için de onu tamamlamak şansımız da olmadı. Halinden memnun köleyi kimse özgürlüğüne kavuşturamaz. Halkçılık; öncelikle halka, iyiyi, güzeli, doğruyu öğretmektir. Bu da ancak, eğitimle mümkündür. Halk, bilirse iyiyi ve doğruyu arayabilir.

Atatürk Devriminin iki temel taşı vardır:

  1. Laiklik
  2. Eğitim ve Öğretim birliği
Atatürk devriminin en önemli hedefi; eğitim düzenlemesi idi. Her Türk çocuğu, müsbet ilimler ışığı ve disiplini altında yetişecekti. Bugün; eğitim sistemimizin ve o sistemin yetiştirdiklerinin de durumu ortada...

Mustafa Kemal Atatürk, Milli Mücadeleyi başlatırken, üç hedef ortaya koymuştur:

  1. İşgalcileri yurttan kovmak,
  2. Türk milletini muasır medeniyetler (Çağdaş Uygarlık) seviyesine ulaştırmak,
  3. Yıkılan imparatorluk yerine yepyeni bir Türkdevleti kurmak.
Mustafa Kemal Atatürk, bu mücadelede yalnızca düşmanla boğuşmamıştır. Zaferden sonra, İzmir’de kendisini ziyaret eden gazetecilere: “Yunanları denize döktük, şimdi asıl düşmanın üzerine yürüyeceğiz” demiştir. Bu düşman, kara güç, kör inanç ve cehaletti. Aynı gün, bir medrese softası; TBMM’de zafer müjdesi veren Muhittin Baha’ya: “Yunanlardan kurtulduk, bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız?” demiştir. Mustafa Kemal Atatürk, kurduğu düzenle; kadınımızı cariyelikten, erkeğimizide kulluktan, kölelikten kurtarmıştı.


Demokrasi adına bugün geldiğimiz noktada; kadınımız yeniden köleleşme yolunda, erkeğimiz de kulluk yolundadır. Demokrasi elbette, en ideal yönetim biçimidir. Ancak demokrasi, düzeninin değiştirilmesi, Atatürk devrimlerini yok ederek gericiliğe yönelmenin bir aracı olmamalıdır.


"Beni olağanüstü bir kişi olarak yorumlamayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdir.” “Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağımdır.” dediğin halde ve “Ne Mutlu Türküm Diyene" sözüyle bizleri birleştirdiğin halde, ülkede bugün yaşanan bu zulüm, Türklüklerinden utananlar ve Türk düşmanı vatansızlar tarafından yaşatılıyor.

1933'ten beri içimiz titreyerek, gözlerimiz dolarak gururla söylediğimiz, Türklüğümüzü haykırdığımız “Andımız”ın da ne yazık ki yasaklandığını söylemek zorundayım. Hep aynı Türk düşmanı zihniyet senin engüzel sözlerinden; “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünü de, fırsatını buldukça yazıldığı yerlerden kaldırmaya veasil milletimizin hafızasından silmeye çalışıyor. Zor zamanlar yaşadık, Cumhuriyet'in birçok önemli kazanımı alt üst edildi, demokrasimiz ve hukukumuz, demokrasi ve hukuktan başka bir şeye dönüştürüldü. Büyük haksızlıklar, ihanetler, yolsuzluklar ve insanhakları ihlalleri yapıldı, yapılıyor ama sen milletini çok iyi tanıdığın için bilirsin, oraya zor gelir ama bu millet bir kere gayrık yeter dedi mi, düşmanın kaçma zamanı gelmiş demektir.

Her geçen gün seni daha çok özlüyoruz Ata'm...Bizim için yaptığın her şey için sonsuz teşekkürlerimle.


Dr. A. Nazmi Çora

Kasım 2019


İÇİNDEKİLER

  1. ATATÜRK İLKE ve DEVRİMLER
  2. ATATÜRK VE TÜRKİYE'NİN UYGARLAŞMA SORUNU 
  3. ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİNİN İLMİ DAYANAKLARI
  4. ATATÜRK İLKE VE DEVRİMLERİNİN DAYANDIĞI ESASLAR
  5. ATATÜRK İLKELERİ
  6. ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİNE KARŞI DEVRİM
  7. SON HATIRLATMALAR 



BİRİNCİ BÖLÜM

ATATÜRK İLKE ve DEVRİMLERİ


Türk milletinin kurtarıcısı, Cumhuriyetimizin kurucusu, toplumun nadir yetiştirdiği büyük asker ve devlet adamı, devrimci ve düşünür Atatürk, Türk milletine olduğu kadar diğer Dünya Milletlerine de askeri, politik, ekonomik ve sosyo-kültürel alanda değerini hiç kaybetmeyen birçok ilke ve fikirler bırakmıştır.

Kurtuluş Savaşı’ndaki ve yeni Türk Devleti’ni kurmaktaki gayreti, ruhlarımızı daima kamçılayan itici bir güç olmuş, kutsal bir emanet olarak bıraktığı ilkeleri yaşatma, onun izinden gitme ve cumhuriyeti koruma görevleri ulusça benimsenmiştir.


Atatürk gibi, devrimde süreklilik arayan, süreklilik aradığı içindir ki devrimciliği kalıcı bir ilke olarak benimseyen ve ilkeleri arasına alan ve bunu gençliğe emanet eden bir devrimci 10 Kasım 1938'den sonra yaşasaydı, elbette başlattığı devrimleri ve çağa uygun yenilikçi devrimler olarak sürdürecek ve daha ileri götürmek isteyecekti.

O halde Atatürk İlkelerinin; sadece kondukları koşullar içinde ele alınıp, basmakalıp tekrarı çağı artık çoktan geçmiştir. Onun yerine evrensel ve evrimci bir açıdan yorumlanmaları çağı gelmiştir. Bu doğrultuda yapılacak çalışma ve girişimler Atatürk ilkelerine yeni bir dinamizm ve yaşam kazandıracaktır.

Eskiden beri Türk gençliğine hep “Her millet layık olduğu yönetim ve yöneticilere sahip olur” denmiştir. Acaba öyle mi oldu?


Carlyle “Kahramanlar” adlı ilginç kitabında,“kahramanın yetişme tarzı ve kültüründen bahsediyor; halk kitlelerinin birer balçık yığını olduğunu ve heykeltıraş olmadan öyle kalacaklarını söylüyor, ta ki ortaya bir sanatkâr büyük insan, kahraman çıkıncaya dek. Sezar, Napolyon, Büyük Petro, Sokrat, Hz. Muhammed bu balçığı eline alarak ona çeşitli şekiller verdiler.

İnsanlardan, kitlelerden istedikleri şeyi yarattılar. Halk kitleleri, yerde çürümeye yüz tutmuş saman gibidir; ya yanıp kül olacak ya da gübre olacaktır. Büyük insanlar ise gökten düşenve o samanı yakan şimşektir.”1 Bu satırlar ülkemizadına halk kitlesine şekil veren ve o kıvılcımıyakan büyük insanlardan en önde geleni olan Atatürk’ü çok anlamlı bir şekilde betimlemektedir.

1 Grigoriy Petrov, Beyaz Zambaklar Ülkesinde

İki Mustafa Kemal var: Ben Mustafa Kemal, biz Mustafa Kemal. Ben Mustafa Kemal, şu karşınızdaki geçici adam. (...) Onu yarın, üç sene sonra, beş sene sonra öldüğü vakit, götürüp toprağa ve unutmaya terkedeceksiniz. Bu, fani Mustafa Kemal. Bir de ikinci Mustafa Kemal var. O ben değilim, sizsiniz. O ölmez. O okullarda arkamızdan dalga dalga gelen yeni nesillereders veren öğretmenler zümresi. Ordumuzu yetiştiren subaylar zümresi. Ellerinde kalemlerle, gazetelerde, dergilerde, kitaplarda, memleket ihtiyaçlarını anlatan, memleket davalarını savunan yazarlarımız, memurlarımız, bütün ilim, irfan, sanat zümreleri. Bu ikinci Mustafa Kemal, elimdeki bayrağı benden sonra yere düşürmeyecek. Onu nesilden nesile emanet ederek daima elinde tutacak ve istikbale götürecek.”

Atatürk’ün bireysel özellikleri

“Yüzyıllar nadiren dahi yetiştirir, şu şansızlığımıza bakın ki bu yüzyılda o büyük dâhiyi çağımızda Türkler yetiştirdi.” Lloyd George

Önce Atatürk kimdir? Kişi hayatı boyunca ne yaptıysa kimliği odur. Dolayısıyla bir insanı anlamanın, değerlendirmenin en anlamlı ve belgesel yolu o insanın yapmış olduğu işlerdir.

Atatürk, tarihi, ufkun etkinlik alanını en iyi okuyan insanlardan biridir. 19. yüzyılın bütün felsefi ve politik akımlarını bilen bir insan. Baskı ve tahakküme karşı direnen bir insan. Bağımsızlığı haysiyet ve onur meselesi yapan bir insan. Bir millet önderi olarak, bir kanaat önderi olarak bütün konuşmalarına bakarsanız en ciddi tepkilerini o nezih dilini bozmadan cevap verebilme yeteneğine sâhip olan bir insandır. Ve aynı zamanda her zaman kendi toplumuna karşı merhamet gösteren ve saygılı bir insan olarak karşımıza çıkıyor.2

2 Ali Sarıkoyuncu (Prof. Dr.), Atatürk, Din ve Lâiklik, Nisan 2008

Erdal Atabek Cumhuriyet Gazetesindeki köşesinde3 , günümüzde de Atatürk’ü yaşatmanın, onu öğrenmekten geçtiğini vurgularken düşüncesini şöyle dile getirmektedir: 

3 Erdal Atabek, Cumhuriyet Gazetesi, 11 Kasım 2005


“Atatürk öğretisinin bize bugün öğrettiği en önemli ilke ise kanımca şudur: ‘Her zamangerçeği ara, gerçeği bul, gerçekle yüz yüze gelmekten korkma. Özgürlüğün, bunu ne ölçüde yapabildiğine bağlıdır. Özgür düşün, özgür duygularla donan, aklını özgürce kullan, kendini dünyanın uygar geleceğiyle böyle bütünleşir.’ Atatürk bize bugün bunları öğretiyor. Bu ilkelerin hepsi de bugün yapamadığımız, yapmaktan kaçındığımız ya da nasıl yapacağımızı bilmediğimiz işlerdeki yanlışlarımızı anlatıyor. Bugün Atatürk’ü özlemek yerine onu içimizde böyle yaşatmayı öğrenmeliyiz. Atatürk’ü yaşatmak, onuöğrenmekten geçer.
Atatürk, gerçekçi bir siyaset ve devlet adamı karakteri yanında başarılı bir diplomattı. Dış güçlerle, büyük devletlerle ilişkilerinde çok başarılı bir diplomasi yürüttüğüne Ankara’da hizmet eden birçok büyükelçi tanık olmuştur.

Türk milletine bu yolu açan ve bu dinamizmi veren Atatürk'ün bildiğiniz bazı özelliklerini birer cümle ile anımsayalım ve Türkiye'yi son elli yılda yönetenlerle aklımızdan kıyaslayalım. Zira tarihi güncelleştirmediğimiz takdirde hiçbir yarar sağlamaz ve bir masaldan fazla anlam taşımaz.

Atatürk’ün geniş tarih bilgisi vardı. “Tarihî olayların nedenlerinin başlıcaları siyasî, askerîtoplumsal ve ekonomik olabilir. Çoğu zaman bu nedenler karışık olarak etkisini gösterir. Kuşkusuz bütün bu etkenler çok önemlidir.”

Mustafa Kemal’in “Atatürk” olmasını sağlayan etkenler arasındaki en büyük payın, okul yıllarından başlayarak son nefesine kadar sürdürdüğü okuma tutkusunun, dinleme ve gözlem yeteneğinin kazandırdığı söz varlığı olduğunu söyleyebiliriz.


Mustafa Kemal, Cumhurbaşkanı olduktan sonra, “iki gece yatağa girmeden”, yalnızca kahve içerek, aradabir de ılık banyo yaparak, H.G. Wells’in “Dünya Tarihinin Ana Hatları”nı okumuştur; sürekli okumaktan yorulup yaşaran gözlerini “ince bir tülbentle” kurulamıştır.


Aka Gündüz’ün “Dikmen Kızı” romanını, bir gecede bitirmiştir. Çanakkale Muharebelerinde cephede, Reşat Nuri (Güntekin)’nin “Çalıkuşu” romanını okumuştur.


Atatürk’ün, özel kitaplığında kayıtlı 4.289 adet kitap olduğu resmen doğrulanmaktadır. Bunlar 862’si tarih, 261’i askerlik, 204’ü siyasi bilimler, 181’i hukuk, 161’i din, 154’ü dil, 144’ü ekonomi, 121’i felsefe-psikoloji ve 81’i sosyal bilimler alanında yazılmış yapıtlardır. Bu kitapların kenarlarına alınan notlardan ve işaretlerden dikkatli bir biçimde okunduğu anlaşılmaktadır. Özel kitaplığı dışında İstanbul Üniversitesi Kitaplığından kitap getirtip okuduğu da bilinmektedir.4 Günümüz siyasetçilerinin kaç kitap okuduğunu ve bilgilerini de siz değerlendirin!

4 Cemil Ekiyor, Atatürk’ün Söz Varlığı Üzerine Bir Deneme, Türk DiliDergisi, Mart 2008

Atatürk’ün şiire ve edebiyata olan merakı, onun ikna kabiliyeti yüksek büyük bir hatip olmasını; matematiğe olan merakı, onun her şeyi hesaplayıp planlayan, şansa ve tesadüflere imkân vermeyen bir lider olmasını; Fransızca’ya olan merakı onun dünyada meydana gelen değişmeleri takip edebilen bir lider olmasını, tarihe olan merakı ise geçmiş ve geleceğe ait olayları objektif olarak değerlendirebilen bir lider olmasını sağlamıştır.

Atatürk ile ilgili çok fazla bilinmeyenler



Değerli araştırmacı Prof. Dr. İlknur Güntürkün Kalıpçı’nın5 bir kaç izlenimi ile devam edelim; Yıl 1976, UNESCO üyelerine bir öneriyle gelir. Öneri paketindeki bir cümleyi sizlere okumak istiyorum. Diyor ki “Bugün UNESCO’nun üzerinde çalıştığı bütün projelerin isimbabası Mustafa Kemal’dir.” Öneri nedir? Öneri, onun doğumunun yüzüncü yılını, 152 ülkenin devletlerinin (152 üyesi vardı UNESCO’nun) aynı anda kutlaması önerisidir.

5 İlknur Güntürkün Kalıpçı (Prof. Dr.), İçimizden Biri Atatürk

Birden İsveç delegesi ayağa kalkar ve şöyle söyler: “Ne yani dünyada bu kadar devlet adamı var, hepsinin doğum gününü böyle kutlayacak mıyız?” şeklindeki kinayeli sözlerine, Rus delegesi ayağa fırlar; yumruğunu masaya vurur ve 152 ülkenin delegelerine aynen şöyle söyler;
Genç delege arkadaşım, hatırlatmak isterim ki Atatürk öyle dünyadaki herhangi bir lider değildir. Bırakın onu bir yıl anmayı, her ülke her problemimizde çare olarak onu aramalıyız” der. Sonra ne mi olur? UNESCO tarihinde ilk ve tekdir, hiç negatif oy yok, hiç çekimser oy yok, 152 ülke şu metne imza atar; hani İsveç delegesi demişti ya “ne yani?” diye. O İsveç delegesi bu imzanın atıldığı gün mikrofona gelir ve aynen şunları söyler: “Ben Atatürk’ü inceledim; bütün ülkelerden özür diliyor ilk imzayı ben atıyorum.”

 


Gazi 2 Nisan 1922 tarihinde6 yanında Sovyet Elçisi Aralov ile birlikte Konya'dadır. “O gece iki medreseyi ziyaret ettik. Kanlı, canlı hemen hepsi de gencecik mollalar medresenin avlusunda dizilmişlerdi. Bunların yanında, geniş cüppeli, beyaz sarıklı hocalar da yer almıştı. Hepsi de yerlere kadar eğilerek MustafaKemal Paşayı selamladılar. Bunların içinden biri, bunların başı ve en nüfuzlusu, Mustafa Kemal Paşa'dan, Medrese sayısını artırmasını rica etti. Bu zat, ayrıca, medrese öğrencilerinin askere alınmamalarını da istirham etti.”

Hoca konuşurken Mustafa Kemal'in kendini tuttuğu belli oluyordu. Ama medrese öğrencilerinin askere alınmamaları söz konusu olunca, artık kendini tutamadı ve yüksek sesle, sertçe; “Ne o, dedi. Yoksa sizin için medrese, Yunanlar mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz!..

Mustafa Kemal konuşurken gözleri daha korkunç bir hal alıyordu: “Bu asalakların askere alınmaları için hemen yarın emir vereceğim!” Hocalar sindiler, ama yüzleri öfkeden kıpkırmızı kesildi, yabancıların yanında hükûmet başkanı onları paylamıştı. Mustafa Kemal Paşa bize dönerek: “Hadi gidelim, dedi, artık burada bizim için yapılacak bir şey kalmadı. Ve şöyle, isteksizce bir selam vererek oradan ayrıldı.”

Mustafa Kemal Paşa otomobilde uzun bir süre yatışmadı: “Savaş sona erince onlarla daha ciddi konuşacağım! Her şeyden önce onların malî dayanaklarından, vakıflardan, yoksun edeceğim. Yurt topraklarının büyük bir parçası, neredeyse üçte ikisi, belki daha çoğu vakıftır. Bu topraklar mollaların yaşam kaynaklarıdır. Bunların çoğu köylülerin elinden alınmış topraklardır. Buna son vereceğiz. Bir de utanmadan hükûmetten yardım istiyorlar.”
Mustafa Kemal, Anadolu topraklarında, şimdi gördüğümüz dinç, sağlam delikanlıları askerden kaçıran 17 bin medrese bulunduğunu söyledi. Bu tam bir kolordu demekti. Medrese öğrencilerinin şimdiye kadar niçin askere alınmadıklarını sormam üzerine, Mustafa Kemal, bunların askere alınmaları için gerekli emrin verilmiş olduğunu söyledi. Bu devrimci adım, subaylar arasında büyük bir sevinç yaratmış ve bu olay, son günlerin en çok üzerinde durulan bir konusu haline gelmişti.

Günümüzde en önemli konulardan birisi de olaylara ve düşünsel faaliyetlere bakarken “Bütünsel (holistik) bakış açısı” içinde olabilmektir. Yani, daha açık bir söylemle, her soruna bütünlük içinde bakabilme, hiç bir konunun ötekiyle bağlantılı olduğunu gözden kaçırmama, her olayın başka bir olayla ilişkisinin olabileceğini değerlendirebilme. Bütününe bakarken, parçaları görebilmek, her şeyi gereken yere gerektiği biçimde oturtabilecek düşünce yapısında olabilmek... Bu bakışa sahip olamayanlar, bir bakıma “ağaçlara bakmaktan ormanı göremezler” ve elbette yanılgıdan kurtulamazlar.

Yaşama da bütünlük içinde bakarken, görev ve sorumluluğu tam olarak yerine getirirken aynı zamanda yaşama sevincinin de tam olması. Ya o ya öteki diyen Aristo’nun iki kutuplu diyalektik yaşam felsefesi yerine, hem biraz ondan hem de biraz bundandiyen kuantum düşünde yöntemiyle düşünebilme becerisini kazanabilmek... Siyah–Beyaz renklerden başka Gri tonları da görebilmek ve algılayabilmek... “Bütünsel (holistik) bakış açısı” işte budur ve yaşam başarısının bilgeliğe açılan yoludur. Atatürk’ün tüm yaşamında ön plana aldığı bir bakış açısıdır bu olgu…

Atatürk’ün İnanç Dünyası

Bazı kimseler çağdaş olmayı dinsiz olmak sanıyorlar. Asıl dinsizlik onların bu düşüncesidir. Bu yanlış yorumu yapanların amacı, Müslümanların dinsizlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, akılladır. (1923, İzmir, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 94, 1923, Adana)


Mustafa Kemal Atatürk Türk ulusunun yetiştirdiği en büyük komutan ve devlet adamlarından biridir. Ne var ki, bu büyük insanın tüm görüş ve düşüncelerinin aynı derecede, özellikle kendi halkı tarafından tam anlaşıldığı söylenemez. Örneğin onun din ve lâiklik hakkındaki görüş ve düşünceleri en az bilineni ama en çok tartışılan ve istismar edilenidir.

Öyle ki, kimi çevrelerce konu hakkındaki taban tabana zıt, tamamen birbirinden farklı çeşitli düşünceler üretilmektedir. Bunlar arasında Atatürkçülüğü “dinsizlik” olarak takdim edenlerin sayısı anımsanmayacak kadar çoktur. Atatürk'ü dinsiz, lâikliği de dinsizlik olarak takdim etmek isteyenlerin oyunlarını bozmak amacıyla, gençlerimizin doğru ve gerçek bilgilerle donatılması gerekmektedir.

Ata'nın Meclis açılışında ellerini kaldırmış dua ettiği fotoğrafı asılıdır. Fotoğrafın altında da Ocak 1923'teki konuşması vardır. 

"Bizim dinimiz en makulve en tabiî bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabiî olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lâzımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur."

 

 

“Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların vesairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir şekilde tesir etmedi. Bilakis, Türk milletinin milli rabıtalarını (bağlarını) gevşetti, milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. B pek tabii idi. (çok doğaldı), çünkü Muhammed'in kurduğu dinin gayesi milliyetlerin fevkinde şamil (bütün ulusların hepsinin üzerinde) bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu (Arap milliyetçiliği esasına çekiliyordu/Arap milliyetçiliği ve siyaseti diğer ulusların önüne geçiyor ve değerlerini yitiriyordu). Bu Arap fikri ümmet (kavim) kelimesi ile ifade olundu. Muhammed'in dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasr etmeğe (sadece budüşüncenin içinde kalmağa-başka deyişle Türklüğünü unutup araplaşmaya) mecburdular. Bununla beraber, Allah'a kendi lisanında değil Allah'ın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta (Allah’a yalvarmak) bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe Allah'a ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyet karşısında Türk milleti birçok asırlar ne yaptığını ne yapacağını bilmeksizin adeta bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kuran’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler.” 7
7 Afet İnan (Prof. Dr.), Dil Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk'ün El yazmaları-1998
"Baylar ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler,mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakikî tarikat, medeniyet tarikatıdır."
Bir bilgenin “Siperlerde inançsız asker olmaz” sözü, askerlerin duygularını çok iyi yansıtan, çatışmanın zor şartlarını yaşarken, hiçbir çarenin kalmadığı hallerde insan bir yerlere sığınmak, bir Ulu Yaradandan yardım bulmayı umar. Unutulmamalıdır ki Atatürk, çeşitli cephelerde ve zor savaş koşullarında geçen yaşamı boyunca inancını hiç kaybetmeyen bir insandır.


Gerek Atatürk'ü yakından tanıyan kişilerin aktardıkları bilgiler, gerekse Atatürk'ün hayatını anlatan güvenilir kaynaklar incelendiğinde Atatürk'ün materyalist din karşıtı olması bir yana aksine inançlı, samimi bir Müslüman olduğu açıkça görülecektir. Atatürk'ün sağlam bir inanca ve din bilgisine sahip olduğu, çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda açıkça kendini göstermektedir.

Atatürk; Türk insanının yaşadığı dinin gerçek İslam'dan uzak, hurafeler ve batıl inançlar üzerine kurulu olduğunu ve aslından uzaklaştırılmış bu dinin, Türkiye'yi hızla karanlığa doğru götürmekte olduğunu görüyordu. Bu gidişi durdurmanın tek çaresi vardı. Oda, hurafeleri, batıl inançları içinde barındırmayan, Atatürk'ün “akla, fenne, ilme uygun...” dediği, dinin özünü teşkil eden Kuran'ın ve gerçek İslam'ın halka anlatılması idi. Atatürk’ün bu konuda söylediklerini kendisinden nakledelim:


Türkler İslam oldukları halde, bozulmaya, yoksulluğa, gerilemeye maruz kaldılar; geçmişin batıl alışkanlık ve inançlarıyla İslamiyet'i karıştırdıkları ve bu suretle gerçek İslamiyet'ten uzaklaştıkları için, kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar. Gerçek İslam'ın çok yüce, çok kıymetli gerçeklerini, olduğu gibi almamakta inatçı bulundular. İşte gerilememizin belli başlı sebeplerini bu nokta teşkil ediyor.” (İzmir,3.02.1923)

Atatürk Diyor ki, “Türk, Kuran'ın arkasından koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” “Türkler, dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kuran, Türkçe olmalıdır.” (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 (A. Gürtaş, s. 41) “Türk insanı Kuranı kendi ana dili ile okursa daha dindar ve de asıl benimsediği dinin yüceliğini derinden ve şuurla kavramış olacaktır.” (Osman Ergin, TürkMaarif Tarihi 1-5, 1977 -A. Gürtaş, s. 41)

Türk milleti Arapça öğrendikçe asırlardır ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta bir kelimesinin bile anlamını bilmediği halde, beyni sulanmış hafızlara döndüler. Biz kuranı duvarlara asmış, ancak tören olarak okuyoruz, musiki ile duygulanmak için okuyoruz. Aklımızla anlayıp davranışlarımızı geliştirmek için ise başkalarının bize anlattıklarına bağlanıyoruz.” (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri)

Arapça yazılmış olan Kuran; Türkler için tekrarlanan, fakat anlamını bilmediğinden dolayı, ses ve nağmeden öte işlevi olmayan bir kitap görünümündedir. Türk halkı kuranın anlamını da öğrenmelidir. Bu husus hüküm sürmekte olan pek çok hurafe ve geleneğin dinle ilgisi bulunmadığının farkına varılmasını sağlayabilir. Kuranı bilen anlayan Türk halkı, çeşitli çıkar çevrelerince kolay kolay aldatılıp yönlendirilemez. Bu, taklide dayalı dindarlıktan bilinçli dindarlığa geçişin temeli olacaktır.” diyordu. (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri)

Atatürk, Kuran’da yer alan ve İslam dininin esasını teşkil eden bilgi ve öğretilerle, evrende hâkim olankanunların aynı kaynağa dayandığını söylemektedir. Hem dini gönderenin hem de evrendeki kanunları düzenleyenin yüce Allah olduğunu belirtmekte, inanç ve akıl dengesini “İnsana aklı veren de dini gönderen de Allah’tır. Dolayısıyla Allah’ın buyrukları onun verdiği akla aykırı olmaz.” demek suretiyle vurgulamaktadır. (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri)

Atatürk Edirne ziyaretinde Selimiye Camii’nin içini dolaşırken, mihrapla büyük avizenin arasında durarak yukarıdaki yarım kubbenin üzerinde Arapça yazılı olan ayeti okuyarak müftüye sorar. ”Hocam bu ayet Tevbe suresi 18. ayet değil mi?” der. Müftüden “Evet paşa hazretleri” cevabını aldıktan sonra müftüye “Bana bu ayetin manasını söyleyebilir misiniz?” diye sorar. Hocanın doğru cevabı üzerine teşekkür edip “Evet bende öyle biliyorum.” der. Hat sanatının ağdalı uygulamasıyla kubbeye yazılı ayetin hem Arapçasını ve hem de Türkçe anlamını bilecek kadar İslam konusunda birikimli bu büyük, bu güzel insana “Dinsiz, din düşmanı” diyenlerin, her halde Allah katında verecekleri hesapları olacaktır.

Atatürkçülük” ve “Kemalizm” yani “Atatürkçü Düşünce Sistemi” kavramları üzerine:

Şu anda güncel tartışılan konulardan birisi de “Kemalizm” ve “Atatürkçülük” ayrımı. Ahmet Taner Kışlalı, bu soruları şöyle cevaplandırıyordu:8

8 Vural Savaş, Kemalizm ve ADD-Müdafaa-i Hukuk, Nisan 2005, Sayı 7917


...Ben ‘Atatürkçülük’ yerine, ‘Kemalizm’ sözünü kullanmayı tercih ediyorum. Bunun iki nedeni var. Biri içe dönük, diğeri dışa dönük. Türkiye dışına çıktığımız zaman siyaset bilimi kitaplarında, ansiklopedilerde, ilgili insanlarla konuştuğumuzda ‘Kemalizm’ sözcüğüne rastlarsınız. Sosyalizm ve Leninizm gibi evrenseldir. İçe dönük nedeni daha önemli.”

50’li yıllardan beri Türkiye’ye egemen olan çizgi “Atatürk”e evet, “Kemalizm”e hayır çizgisidir. Atatürk’ü sevmekle Kemalizm aynı şey değil. Öyle dönemler olduki Atatürk putlaştırılırken, Kemalizm çiğnendi bir anlamda ve bu bazen Kemalizm adına yapıldı. Bunun en son ve en acı örneğini 12 Eylül’de yaşadık. Atatürk putlaştırılırken, en önem verdiği ilkelerden ödünler verildi. En önem verdiği kurumlar birer birer yıkıldı. Ve o dönemde en gerçek Kemalistlerden Nadir Nadi “Ben Atatürkçü Değilim” diye kitap yazdı.

Kemalizm, akla ve bilime, gerçekçiliğe, insancıllığa, özgürlüğe ve sürekli devrimciliğe dayalı bir "çağdaşlaşma ideolojisi”dir. “Kemalizm” terimi, Türk Devrimi'nin bir ideolojisi olarak, ortaya çıktığından beri tartışılıp durmuştur. Bugün de, “Atatürkçülük” adıyla hep gündemdedir. Bütün ideolojiler gibi, onu kabul edenler ve etmeyenler var.

Ama belki daha da dikkati çeken, Kurtuluş'la Kuruluş'un iç içe ve birbirine sımsıkı bağlarla bağlı oluşlarıdır. Gerçekten, Kurtuluş'la Kuruluş, bu iki süreç aslında iç içe geçmiştir; diyalektik bağlarla birbirine kenetlenmiştir. Kurtuluş için savaşılırken, Kuruluş olgusu da hayata doğmuştur. 23 Nisan 1920, yâni TBMM'nin kuruluşu, her ikisinin de başlangıcıdır. Kurtuluş'tan sonra Kuruluş yeni bir yükseliş kaydederve reformlar takvimi 1940' lara kadar sürer.9 Kuruluş, özünde “inkılâplar”dır, yani “devrimdir.”

9 Server Tanilli, Din ve Politika (2008)

Kemalizm, 1920’lerin Türkiye’sinin yarattığı siyasal bir doktrindir, bilimsel bir statü iddiasında değildir. Temel ilkeleri, çağdaş dünya içinde Türkiye’nin yeri göz önünde bulundurularak, kitaplıklarda değil savaş alanlarında, kongre ve meclislerde, diplomatik konferanslarda geliştirilmiştir. Onun bir ideoloji haline gelişi ve ilkeler halinde özetlenmesi devrimci atılımın bitmesinden sonradır. Atatürk konusunda en az hoşgörülü davranan batılı ülke emperyalizmin başını çeken İngiltere olmuştur. Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara’da bulunmuş tek İngiliz kadını olan Grace M. Ellison bunun ender istisnalarından biri sayılabilir. Gerçekten Ellison büyük zaferden sonra Atatürk’le yaptığı röportajların etkisiyle, onun hayranlık dolu bir portresini çizmiştir. Zekâsı, nüfuz kabiliyeti, sadeliği, alçakgönüllülüğü Atatürk’ün İngiliz gazeteciyi büyüleyen başlıca özellikleridir. “Bu insanın karakter ve politik başarılarını anlatmadan ya da incelemeden, zekâsının gücünü ve derinliğini size aktarmakta tereddüt ediyorum” diye yazar G:Ellison.10

10 Taner Timur (Prof.Dr.), Türk Devrimi ve Sonrası

O sıralarda “Kemalist” sözcüğü yeni yeni kullanılmaktadır. Fakat Atatürk bu sözcüğü benimsememiştir. İngiliz gazeteciye şunları söyler: “Bu kelime hareketin ruhunu anlatmıyor. Ben ölsem de canlı da kalsam hareket devam edecektir.”
İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika’nın siyasal ve askeri güçleri ve bu ülkelerin basını Anadolu’da Mustafa Kemal komutasında savaşan Türk ordusunu ve Mustafa Kemal’in yanında yer alan bir avuç yurtseveri “Kemalist” olarak adlandırmıştır. “Kemalist” deyimini TBMM Hükûmeti’nin resmi bir belgesi ya da Meclisin özel düşünce ortamları oluşturmamıştır. Aksine yukarıda da belirtildiği gibi bu terim batı dünyasının siyasal güçleri tarafından ve yoğun olarak batıdaki basın organları tarafından kullanılmıştır. Bu deyimi, Avrupa basını gibi İstanbul’daki mütareke basını da kullanmıştır.

1930’lara gelindiğinde Avrupa’da Komünizm, Sosyalizm, Faşizm, Nazizim ve Korparatizm gibi deyimler etrafı sarmıştı. Batılı yazarlar Türkiye’deki gelişmeleri Kemalizm deyimi altında belirtmeye başladılar.

Görüldüğü gibi, ilk aşamada Anadolu’da Mustafa Kemal’in önderliğinde gerçekleşen ulusal kurtuluş savaşına verilen “Kemalist hareket” deyimi ve daha sonra kullanılan “Kemalizm” deyimi, hem emperyalist güçlere karşı Asyalı bir toplumun gerçekleştirdiği ulusal kurtuluş eyleminin adı oldu hem de savaştan sonra Mustafa Kemal’in liderliğinde izlenen devrimci atılımların temel felsefesinin tanımı için kullanılan genel bir deyim haline geldi. Aslında, Mustafa Kemal “bir ideolojiye dayanmanın donup kalmakla aynı anlama geleceğini” söyleyerek, ortaya keskin çizgilerle belirlenmiş bir ideoloji koymaktan kaçınmıştır. Ancak özellikle batı dünyasında “Kemalizm” deyimi her zaman kullanılmıştır.11

11 Mehmet Alev Coşkun (Dr.), Atatürkçü Düşünce Sistemi

Mustafa Kemal’in düşünce sisteminin temel öğeleri;

Akılcılık, tam bağımsızlık, ulusal egemenliktir.


1. Bilim ve Akıl

Atatürk, tüm yaşam için, her şey için, en gerçek yol gösterici olarak bilimi kabul etmiştir. Bilim en gerçek yol gösterici olarak seçilince pozitif biryaklaşım ortaya çıkmaktadır. Bilim ana temel alınınca,dine dayalı eski devlet düzeni reddediliyor ve akla dayalı bir Cumhuriyet rejimi benimseniyordu. Atatürk’ün akılcılığı sadece devlet yaşamında değil, kişisel ve toplumsal yaşayışın her yönünde aklı ve bilimi yol gösterici olarak saymaktadır.

2. Devletin temel unsurları “Tam bağımsızlık” ve “Ulusal Egemenlik” ilkesidir.


Atatürk “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben ulusumun ve atalarımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir adamım.” (1924) demişti. Atatürk, tam bağımsızlığı da şöyle tanımlamıştır: “Tam bağımsızlık denildiği zaman elbette siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür ve her alanda tam bağımsızlık ve özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulus ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.” (1919)

Büyük Nutuk’ta da der ki “Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşanmasıdır. Bu ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla sağlanacaktır.” (1927) 


İlhan Selçuk ise, Anadolu’nun aydınlanma Devrimini şöyle bir sürecin ürünü olduğunu söylemekte: 
Kemalizmin özü de aklın inançtan, bilimin dinden bağımsızlaşmasıdır; Mustafa Kemal sorgulanmayan kişileri ve kurumları yıkarak laik cumhuriyeti kurdu; ‘Yaşamda en gerçek yol gösterici ilimdir’ tümcesiyle, her şeyin sorgulanmasını istedi.”

Kemalizm Aydınlanma Devrimi’nin Türkçesidir.   


Gerard Tongas, “Kemalizm on asra sığacak işi, on yılda başarmıştır.” der. Lozan’da heyetimize hukuk danışmanlığı yapan L. Ostrolog şöyle yazmıştır: Türk temsilcileri Lozan’dan döndüğünde; “...devrim sözcüğü kullanılmadı, fakat derhal girişilen eylemler gösterdi ki gerçekte İslam dünyasının o güne kadar hiç görmediği bir devrim yapılıyordu.”

Her fırsatta, Atatürkçülüğü yıpratıp Laik Cumhuriyetimizi yıkmak, Ulusumuzu Atatürk ilkelerinden Atatürkçü laik ulus düşüncesinden ayırıp ümmetçiliğin karanlığına çekmek isteyenler vardır, yarın da olacaktır. Ama Atatürk’ün yarattığı devrimlerle dönüşümlerle oluşan Atatürkçü Düşünce Sistemi’ni hiç bir güç ters yüz edemeyecektir. Akan nehir tersine döndürülemez.

Yaratılan bu model için kimi yazarlar Kemalizm, kimileri de Atatürkçülük deyimini kullanmışlardır. Son yıllarda kimi yazarlar kasıtlı olarak bu iki terim arasında ayrımlar hatta çelişkiler varmış gibi yargılara varırlar, yazı yazarlar, konuşmalar yaparlar. Sonyıllarda, her iki terimi de kapsayan “Atatürkçü Düşünce Sistemi” kullanılmaya başlandı.

Atatürkçü Düşünce Sistemi-Uygarlık İdeolojisi nedir?

Yunanca’da “idea” (fikir/düşünce) ve “Logos” (bilim) sözcüklerinin bir araya gelmesinden oluşan “ideoloji” sözcüğü, toplum yaşamını yönlendiren ve kendi içinde bir düzen ve disiplin içeren fikir, inanç ve düşüncelerdir diye tanımlanabilir. “Resmi ideoloji” ise, bir ideoloji’nin yapısındaki ögelerin, egemen güç tarafından benimsenmesi, belletilmesi ve buna karşı, başkaca fikir, inanç ve düşüncelerin yasaklanması biçiminde tanımlanabilir. Resmi ideoloji “insanları, doğumundan ölümüne kadar izleyen ve onları tek kalıp içinde düşünmeye, inanmaya ve davranmaya zorlayan ve prototip insan yetiştirmeyi amaçlayandikta yönetimleridir.”

Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin, kalıplaşmış hiçbir ideolojiyle benzerliği yoktur ve tam aksine, “Atatürkçü Düşünce” bilimselliktir, akılcılıktır ve olaylara sağduyulu ölçütlerle bakış biçimidir. Atatürkçü Düşüncenin, demokrasi karşıtı ve dogmatik nitelikli Komünist, Faşist, Nazist ya da Kökten dinci ideolojilerle hiçbir benzer yanı bulunmamaktadır.12

12 Arif Çavdar, Büyük Türk Devrimi’nin Diyalektiği


Atatürkçülük, Türkiye Cumhuriyeti'nin kayıtsız ve şartsız tam bağımsızlığına sahip olması, yönetimin demokratik olması ve millet egemenliğine dayandırılması, ülkenin her alanda çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarılması, halkın eşitlik içinde huzur ve güveninin sağlanması ve yaşam düzeyinin yükseltilmesi, bu işlerin, donmuş ve kalıplaşmış çağdışı kurallarla değil, aklın ve bilimin ortaya koyduğu çağdaş verilerle düzenlenmesi için temel unsurları Atatürk tarafından belirlenmiş ve uygulanmış olan devlet yaşamına, düşünce yaşamına ve ekonomik yaşama, toplumun temel kurumlarına ilişkin gerçekçi, devrimci ve laik düşünce yapısı ve ilkelerdir.

Atatürkçülük Devrim mi, Doktrin mi, İdeoloji mi?

Atatürkçülük sadece tavır veya tutumla açıklanacak kadar basit bir yapıya sahip değildir. Din anlamında bir inanç sistemi de değildir. Moda, hiç değildir. Doktrin denebilir mi? Doktrinin tanımı nedir? Doktrin, bir felsefe veya edebiyat okulunun düşüncelerinin tümüdür. Başka bir tanımla felsefi, dinî, siyasî bir sistem oluşturan kavramlar ve dogmaların hepsine doktrin denir. Bir fikir adamıveya filozofun fikirlerinin tümüne de doktrin denir.


Oysa Atatürk sadece düşünce değil, aynı zamanda eylem adamıdır. Ayrıca, Atatürk'ün ortaya koyduğu esasların hiçbiri dogmatik değildir. Öyleyse Atatürkçülük bir "doktrin” değildir.

İdeolojinin ortak noktası, belli kalıplar içinde tutulmuş olmasıdır. Yani donmuş, kalıplaşmış, statik bir yapısı vardır. Oysa Atatürkçü Düşünce Sistemi dinamik bir özellik taşır. Devrimcilik ilkesi, kalıplaşmış, donmuş, dar kalıplar içine sıkışmış ve dış dünyaya kapanmışlığın karşıtıdır. Devrimcilik ilkesine göre, devrim yapılır ama bitmez. Çünkü dünya ve insan toplulukları sürekli bir değişim içindedir. Bunun için devrim sonlu değil süreklidir.

İdeolojilerin belli bir noktadan sonra dogmatik bir yapı içine sıkıştıkları tarihsel bir gerçektir. Oysa Atatürkçü Düşünce Sistemi; değişen çağa ve koşullara göre sürekli olarak kendini yeniler, evrensel değer taşır, siyasal, sosyal, kültürel ve bilimsel gelişmeyi öngörür.

Öyle ise bu gerçek için hangi terimi kullanmak doğru olur?13

13 www.kho.edu.tr, Atatürkçü Düşünce Sistemi ve Laiklik

Atatürkçülük kendi terimini kendisi koymuştur. Uzun şekliyle söylenirse Atatürkçü Düşünce Sistemi'dir. Veya kısaca Atatürkçülük'tür. Bu ifadedeki sistem kelimesi ilk anda bir sınır, bir kalıp gibi görünse de gerçekte öyle değildir. Sistemin bu cümledeki anlamı organizasyondur. Atatürkçü Düşünce Sistemi, kendi dışındaki bazı ideoloji, doktrin, sistem veya akımlara bazı noktalarda benzerlik gösterebilir ama aslında kendi türünde kendine özgü özellikleri ve nitelikleri bulunan bir düşünce sistemidir.


Prof. Anıl Çeçen'e göre;14Atatürkçülüğün doktrin olarak kavramlaştırılmış bir ideoloji olduğunu ileri sürmek çok zordur. Atatürk kendi ideolojisini sistematik biçimlerde ortaya koymamış, yürüyen ve gelişen bir devrimi dondurmamak için böyle bir yol seçmiştir”.

14 Hikmet Özdemir (Prof. Dr.), Atatürk'ü Yeniden Düşünmek


Prof. İsmet Giritli örneğinde olduğu gibi, Kemalizm'i bir siyasî görüş olarak nitelendirenler,“ideoloji” şeklinde kabul edilmesi gerektiğini düşünenler de vardır.


1981 yılında Prof. Suna Kili şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Atatürk devriminin amacı, Türkiye'yi yalnız çağdaş, demokratik bir toplum durumuna dönüştürmek değildir. Aynı zamanda sürekli olarak bu yönde gelişmesini sağlamaktır. Atatürkçülük, durağan bir ideoloji değildir.”

Devrimcilik ilkesi, Türkiye'nin bağımsızlığı, çağdaşlaşması, ülkesi ve ulusu ile bölünmez bütünlüğü ve açık toplum temellerinden uzaklaşmadan zamanla gelişebilmesi için Atatürkçülüğe gereken esnekliği sağlamaktadır.

Devrimcilik, Atatürkçülüğü, Türk devrimini,devrim ilkelerini dogma olmaktan kurtaran; onu yaşayan, çağın, çağların, geleceğin yeni oluşumları, gelişmeleri, değişmeleri karşısında sürekli kılan ilkedir. Çağdaşlaşmanın en büyük engeli devrimleri dogmalaştırmak, ilkeleri yeni gelişmeler karşısında yeni isterlere yanıt veremez hale dönüştürmektir.

Yaşayan, yaşayacak olan devrimler, sürekliliği öngören devrimlerdir. Toplum yaşayan bir varlıktır; değişmek, gelişmek zorundadır. Durağanlık çağdaş düşüncenin, anlayışın kapsamı dışındadır. Atatürkçülük dinamik bir ulusal ideolojidir. Onu durağanlıktan, dogmacılıktan kurtaran, yaşayan ve yaşatacak olan, çağın gerisinde bırakmayacak olandevrimcilik ilkesidir. Devrimcilik ilkesinin sonuncu ilkeolarak benimsenmesinin de bir anlamı, bir yorumu olmak gerekir. Devrimcilikten önceki her ilke ve bu ilkelerin isterleri, önermeleri çağın gelişimi içinde, devrimcilik ilkesi doğrultusunda yeni yorumlarla, yeni yönlendirmelerle işlerlik kazanacak, yaşayan, yenigereksinmelere yanıt veren ilkeler olacaktır.


Atatürk devrimi, lâikliği bir yaşam tarzı olarak benimsemek, demokrasiye sâhip çıkmak, modernleşmek ve çağdaşlaşmak olgularını kapsayan bir süreçtir. Sürekli yenilenme, sürekli devrim anlamına gelen Atatürkçü hareket, Atatürk'ün kişisel fikir ve söylevlerini aşmış; Türk halkının çoğunluğunun iradesi haline dönüşmüştür. Atatürkçülük, sürekli değişim ve gelişim içinde halka mal olan bu aydınlanma iradesinin adı olmuştur. Sonuç olarak herkes bilmelidir ki Atatürkçü Düşünce Sistemi uygarlık ideolojisidir.



İKİNCİ BÖLÜM

ATATÜRK VE TÜRKİYE'NİN UYGARLAŞMA SORUNU



“Türklerin asırlardan beri izlediği hareket, devamlı bir yönü korudu. Biz daima doğudan batıya doğru yürüdük. Eğer bu son yıllarda yolumuzu değiştirdikse, kabul etmelisiniz ki bu bizim yanlışımız değildir. Bizi siz zorladınız. Bu değişiklik gelip geçici ve istemeksizinoldu. Takdir etmelisiniz ki, doğuda yerleşim seçimine zorlandığımız için, ırkımızın beşiği ile ilgili olması nedeniyle, olabildiğince yakın batıda bir yerleşim seçtik. Ama bedenimiz doğuda ise, düşüncelerimiz batıya doğru yönelik kalmıştır. (29.10.1923, Fr. Muhabir Maurice Pernot’ya Demeç.)

Mustafa Kemal Atatürk


Bugünkü sorunlarımızın asıl kaynağı, şüphesiz uygarlaşma davasıdır. Uygarlaşmanın (Sözlük anlamı) zamana uygun / çağcıllaştırma / Çağa uygun demektir. Genelde “Uygarlaşma” ile “Çağdaşlaşma” ülkemizde sıkça karıştırılan kavramlardır. Sosyoloji, uygarlaşma kavramını, ileri-geri uygarlık, değişim ve gelişim gibi değer hükümlerinden sıyırarak, kültür değişimi kavramı içinde değerlendirir. Kültür-uygarlık, insanın toplum ve evrenle ilişkilerinde belli bir yorumlama vedeğerlendirme sistemidir ve organik bir bütün teşkileder. Sonuç olarak uygarlaşmada en önemli olay hayat görüşü ve davranışlarda meydana gelen değişmedir.


Atatürk'e kadar Türkiye'de, bilhassa geleneksel toplumun karşı koyması nedeniyle, uygarlaşmanın yalnız teknikte ve usullerde mümkün ve arzu edilir bir şey olduğu görüşü hâkimdi.15

15 Halil İnalcık (Prof. Dr.), Atatürk ve Demokratik Türkiye28

Türkler, tarihleri boyunca ileri uygarlıkları benimsemekte daima büyük esneklik göstermişlerdir. 20. yüzyıl başında Ziya Gökalp de bile uygarlaşma, daha ziyade yalnız Batı ilim ve teknolojisini almak şeklinde anlaşılıyordu. Uygarlaşmada Atatürk, Batı'yı hayat felsefesi ile ve onun bütün sembolleri ve değer hükümleriyle benimsiyordu. Uygarlaşma, Atatürk tarafından çağdaşlaşma, çağdaş uygarlık seviyesine erişme veya garplılaşma (batılılaşma) terimleriyle açıklanmıştır. Şüphesiz uygarlaşma, zorunlu olarak batılılaşma değildir. Bugün birçok milletler, örneğin, Araplar uygarlaşmak istediklerini, fakat batılılaşmak istemediklerini ilan etmektedirler. Bu fikirde olanlar Batı kültürünün mayasında tarihi Hıristiyan kültürünü bulurlar ve ondan insanî ve akli olan ilmi ve teknolojiyi ayırt etmek isterler.


Toynbee'ye göre Atatürk devrimini tenkit edenlerbu radikal harekette iki zayıf nokta görmektedirler:
1-Öncelikle, tam Batılılaşma, yaratıcı değil, taklitçi mahiyettedir. Mevcut olanın tekrarından, yeniden yapılmasından ibarettir.

2-İkincisi, Batılılaşma ancak toplumun küçük bir zümresini aydınlığa kavuşturur. Bu zümre Batılılaşma dışında kalan çoğunluğu kendi iradesi dairesinde tutmaya çalışır.
Batı kültürü ve Batı tekniği ayrılmaz bir bütün teşkil eder. İşte Atatürk bu soruna devrimci bir çözüm şekli getirmiştir ki, o da laisizmdir. Batı kültürünü, tekniği ile olduğu kadar sosyal ve kültür idealleri ile her türlü telakki ve sembolleri ile benimsemek, ancak laisizmle mümkün olacaktır.

Uygarlaşma yolu Batılılaşmaktan geçmez. Uygarlaşma, önce kendi kendimizi anlamaktan, kendimizi geleneksel bağlarla ilişkili özneler olarak yeniden kurmaktan geçer. Mustafa Kemal'in, “muasır medeniyet seviyesi” (çağdaş uygarlık düzeyi) ile kastettiği; bir bakıma Batılılaşmadan başka bir şey değildir. 1920'lerin, 1930'ların dünyasında; “medeniyet” denildiği zaman, akla Avrupa gelirdi ve bu çağrışım son derece doğal ve doğruydu. Zira Osmanlı'nın son yüzyılında, öykünülen şey daima Avrupa olduğu gibi; yakın dönemlere kadar, ağırlığıAvrupa'da (Rumeli ve Balkanlar'da) olan bir imparatorluktu.


O dönemde, ABD'nin “muasır medeniyeti” (çağdaş uygarlık düzeyi) temsil etmesi düşünülemezdi. Kendi kıtasına kapanmış ve ilgisini (bazı istisnalar dışında), Orta ve Latin Amerika'ya yöneltmiş bir ABD'nin, hedef olarak alınması mantıksız olurdu. O dönemde, ileri bir “teknolojiyi” temsil eden Japonya da “muasır medeniyet” kavramıyla bağdaştırılamazdı. Fakat Mustafa Kemal'in “muasır medeniyeti”, Avrupa'yı hedefliyordu. Çağdaşlaşma adına, örneğin Japonya’yı örnek alan bir Türkiye, bugün bambaşka bir Türkiye olurdu.16

16 Toktamış Ateş (Pof. Dr.), Cumhuriyet Gazetesi-Ekim 200430

Devrimlerin amacını çağdaşlaşma olarak belirleyen ve ulusunu çağdaş toplumlar arasına katmak isteyen Atatürk, ulus olmanın ilk koşulunun dil ve tarihten geçtiğini biliyordu. Çağdaş bir ulus olmak çağdaş kültüre katkıda bulunmakla olabilirdi ancak. Bunun için de bir yandan kendi içinden bir kültür geliştirebilmesi için, ulusun, kendi öz diline ve kendi öz tarihine yönelerek kendi öz kültürünü yaratıp bağımsızlığa kavuşmasının gerekli olduğuna inanıyordu.

Öte yandan Atatürk çağdaş kültüre katılabilmek için, kültürün en yüksek düzeye eriştiği Batı kültürüne yöneliyordu. Uygarlığın ve kültürün, (Atatürk bu ikisi arasında bir ayrım yapmıyordu) en geliştiği yer olan Batı ulusları olduğu için, bizim de batılı uluslar arasına batılı bir ulus olarak katılmamızı istiyordu. Yalnız bizim de değil, yeryüzündeki bütün ulusların da aynı yolda yürümesini, çağdaş uygarlık düzeyine yükselmesini diliyordu. Atatürk’ün Batı kültürüne yönelirken de göz önünde tutuğu, kültürün en yüksek düzeye eriştiği batılı toplumlara temel olan bilimsel görüşe varmak, o temel üzerine Türk kültürünü oturtmak ve o kültür düzeyinin böylece üstüne çıkmaktı. Yöneldiği de batılı düşüncenin temelleri, kaynakları ve Batıya temel olan düşünüş biçimi idi. O da aklın kılavuzluğunda bilimsel düşünüştür. Uygarlığa varmanın araştırma ve eleştirmeden başka yolu yoktu, bu da ancak özgür düşünme ile gerçekleşebilirdi.


Atatürk devrimi, Doğu kültüründen Batı kültürüne bir geçişi de dile getirir aynı zamanda. Doğu kültürü, yorumlamaya dayanır. Batı kültürü ise, Rönesans’tan beri araştırma ve eleştirmeye yer vermiş, aklı, bilimi, dinsel inançlardan sıyrılmış özgür düşünceyi kendisine temel yapmış, bu yüzden her alanda yaratıcı olmuştur.Atatürk’ün Batı kültürüne yönelişi bu anlamdadır, salt bir Batı tekniğinden yararlanma değil. Atatürk’ün ulusal kültür yolundan geçerek çağdaş kültüre katkıda bulunma düşüncesi de onun kültür ve uygarlık anlayışıyla bağlantılıdır.17

17 Bedia Akarsu (Prof. Dr.), İnsan Açısından Teknolojik Gelişmeler ve Evrensel Kültür

Atatürk, tek bir uygarlık olduğuna ve buna daancak doğa ve insan bilimleriyle varılacağına inanıyordu. Atatürk’ün sonradan batılı düşünürlerin de dikkatini çeken ve üzerinde durulan “tarih tezi” de bu “tek uygarlık, tek kültür” düşüncesine dayanır. Daha 1923’te “memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve milletin terakkisi için de yegâne medeniyete iştirak etmek lazımdır” diyordu.


1930 yılında da “uygarlık” sözcüğünü şöyle tanımlar: Bir insan cemiyetinin;
  • Devlet hayatında,
  • Fikir hayatında, yani ilimde, içtimaiyatta (toplum biliminde) ve güzel sanatlarda,
  • İktisadi (Ekonomik) hayatta, yani ziraatta, sanatta, ticarette, kara, deniz ve hava münakalatçılığında (Ulaştırmasında) yapabildiği şeylerin muhassalasıdır (Toplamıdır).

Laik olmayan diğer Müslüman ülkelerle karşılaştırıldığında “Atatürk Devrimleri”nin bütünsellik ve ilericiliğini Sina Akşin bir örnekle ne güzel vurgulamakta ve konuyu “Halkevleri”nin kuruluş ve işlevlerini ortaya koyarak sürdürmektedir18 : Petro-dolara sahip Suudi Arabistan’da Arap şeyhliklerinde her türlü teknoloji, mükemmel şehirler, yollar birinci sınıf, en iyi bilgisayarları kullanmaktadırlar. En son model uçaklar, otomobiller, araçlar, deniz suyundan içme suyu üretebilmektedirler. Çölde patlıcan yetiştirmelerine karşın, günümüzde halen ortaçağda yaşamaktadırlar. Yani 9. yüzyılın sosyal hayatını yaşıyorlar. Dolayısıyla, demek ki bilgisayar kullanıyorsanız, son model bilgisayarları kullanmak ortaçağı yaşamanıza engel değildir ve Suudi Arabistan gibi rejimler bunu göstermişlerdir. İşte Atatürk’ün başarısı topyekün, bütünsel kalkınma modelidir. Ve uygulamış olmasıdır.

18 Sina Akşin (Prof. Dr.), Türkiye’de Aydınlanmanın Gereği


Atatürk’ü kültür konusunda daha da ileri götüren olay sanıyorum, Kubilay’ın (Yedek Subay Mustafa Fehmi Kubilay) katledilmesidir. (Menemen Olayı) Atatürk bu olayda çok derin bir üzüntüye kapıldı. Yani1930 yılına gelinmiş, cumhuriyet ilan edilmiş fakat hâlâkafalar kesiliyor ve teşhir ediliyor. Atatürk’ün bundan sonra üç ay ülkede dolaştığını görüyoruz ve o dolaşmadan sonra Atatürk Halkevleri örgütünü kuruyor, halk odaları. Nedir bu Halkevleri? Bu Halkevleri, dört başı mamur kültür merkezleriydi. Ve kısa zamanda pek çok Halkevi kuruldu. Bu Halkevlerinin dokuz çalışma alanı vardı.


1. Dil, edebiyat ve tarih,
2. Güzel sanatlar yani müzik, plastik sanatlar;
3. Temsil, yani tiyatro,
4. Spor,
5. Sosyal yardım,
6. Halk dershaneleri, halk için kurslar vs.
7. Kütüphane ve yayın birçok halkevleri dergiler çıkartmışlardır ve bunların kütüphanesi vardı.
8. Köycülük, işte yöredeki köyleri incelemek onlara yardımcı olmaya çalışmak.
9. 1951’de halkevleri sayısı 478 tane olmuştu.
Atatürk, 1936’da “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.” diyordu. Ve insan olabilmek için kültürün temel bir unsur olduğunu söylüyordu. Nitekim Atatürk döneminin uygulamaları da hep bu yönde olmuştur. Daha sonra Atatürk döneminin sonuna doğru köylere ilk Köy Enstitüsü uygulaması başlıyor. Hasan Ali Yücel, tipik bir aydınlanma adamıdır. Türkiye’nin en mutlu şeylerinden biri de Hasan Ali Yücel’in bu ülkede 1936’dan 1946’ya kadar on yıl Milli Eğitim Bakanlığı yapmış olmasıdır.


Onun zamanından Köy Enstitüleri başladı ve bu Köy Enstitüleri çok az para ile çok sayıda öğretmen yetiştirdi. Bizzat köylüleri, köy öğretmeni olarak yetiştirdi. Fakat bunlar yalnız öğretmen değildi. Bunlar çağdaşlığın temsilcisiydiler. Bunlar toplum kalkınmasının önderiydiler. Sonunda yirmi enstitü açılmıştı.

Yaklaşık yirmi bin kadar da öğretmen yetiştirdi. Ne yazık ki Türkiye bu sayfayı çevirdi. Türkiye bir karşı devrim yaşadı. Bu karşı devrim özellikle kültür alanındaki bir karşı devrimdir.



ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİNİN İLMİ DAYANAKLARI



“Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyor ve hissediyorsanız bu yeterlidir.”
Mustafa Kemal Atatürk


Her girişiminde halka dayanan, gençliğine güvenen, toplumunu ilerici yönde değiştirmeyi amaç edinen, bu nedenle de eğitime ve kültüre öncelik veren, devrimi ve devrimciliği bu sorunların çözümünde yoğunlaştıran Mustafa Kemal Atatürk, ülkenin güç koşullar altında ve tutsak edilmek istendiği bir dönemde ulusal kurtuluş bayrağını açıp, savaşı lehimize sonuçlandırarak Osmanlı dönemini kapatmış ve Cumhuriyeti kurmuştur.

Ancak bununla da yetinmeyerek, toplumsal değişmeyi ve çağdaşlaşmayı etkinleştirecek temel ilke, prensip ve yöntemleri de belirlemiştir.

Atatürk ilke ve devrimlerini özümseyebilmek için öncelikle “Atatürkçü Düşünce Sistemi” ve Atatürkçü olmanın ne olduğunu bilmek gerekir. Geniş bir anlamıile tekrar vurgulamak gerekirse “Atatürkçü Düşünce Sistemi”, Türk milletinin tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması, devletin millet egemenliği esasına dayandırılması, aklın ve ilmin rehberliğinde çağdaş uygarlık düzeyine çıkarılması amacı ile esasları Atatürk tarafından belirtilen fikir ve ilkelerin bütünüdür.

Atatürkçü Düşünce Sistemi”, aşırı uçlara ödün vermeyen, kişi haysiyet ve onuruna inanan, milli, akılcı, insancıl olan ve statükoculuğu reddeden, atılımcı bir ülküdür. Türk toplumunun tüm modernleşmesini sağlayacak temel ilkeleri ve düşünce sistemini kapsar. “Atatürkçü Düşünce Sistemi”nin ana felsefesi, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün deyimi ile: 
“Memleketi mamur etmek, milleti zengin ve müreffeh, mesut etmektir.” “İmtiyazsız, sınıfsız bir millet yaratarak, Türk ulusu ve ülkesine hizmet etmektir.”


Modern ve çağdaş bir düşünce sistemi olanAtatürkçü Düşünce Sisteminin ilmi dayanakları şu şekilde özetlenebilir;

1-Milli Bağımsızlık; Siyasi, iktisadi ve kültürel alanlarda tam bağımsızlığı ifade eder. Türk milletinin,milli menfaatlerini sağlayan ve milli hedeflerine ters düşmeyen siyasi ittifakları ve antlaşmaları kabulederek ekonomik bakımdan güçlü ve bağımsız olmayı amaçlar. Milli varlığın, milli şuur ve kültür ile korunmasını ve geliştirilmesini öngörür.

2-Hümanizm; Özgür düşünce ve insan onurunu temel alarak insan sevgisi ile saygısını ifade eder.

3-Pragmatizm; Milli modernleşmenin inanç sistemini oluşturan “Atatürkçü Düşünce Sistemi”; katı ve kalıplaşmış dogmatik ve totaliter rejim ve kuralları reddederek, akıl ve bilimin gözlem, bulgu ve deneylerine dayanan, dolayısıyla, zaman içinde değişen gerçekleri benimseyen pozitif bir düşünce yapısı olan pragmatizm (Akılcılık) metodunu esas alır.

4-Plüralizm (Çoğulculuk); Atatürkçü çağdaşlaşma (modernleşme) ilkesi; Karl Marx, Engels ve Lenin’in tarihi süreç içerisinde ortaya koydukları ve zaman içinde uyguladıkları Komünizm ile Adolf Hitler ve Mussolini’nin ülkelerinde tatbik ettikleri katı sağ kanat muhafazakârlığı olan faşizm gibi dogmatik ideolojileri reddeden, insancıl, yumuşak, esnek ve plüralist bir ilkedir.

5-Dinamizm ve Medeniyetçilik; Atatürkçü Düşünce Sistemi pragmatik olduğundan sürekli bir değişmeyi ve gelişmeyi prensip olarak kabul eder. Bu yönüyle realist, ampirik rasyonel ve deneysel metotları kullanır. Bu nedenle Kemalist çağdaşlaşma, kimlik ve içerik olarak dinamik olup, çağdaş uygarlık yolunda ilerlemeyi, buraya varmayı ve hatta bu seviyenin de üzerine çıkmayı öngörür.

 

Atatürkçülüğün Genel Nitelikleri

Atatürkçü Düşünce Sistemi” bir bütündür. İlke ve devrimleri ayrı ayrı değerlendirmek yerine onları, bir bütünü oluşturan unsurlar olarak anlamak ve değerlendirmek gerekir. “Şu ilkeye uymayalım, bu devrimi benimsemeyelim, ama Atatürkçü olalımdenemez.

Atatürk İlkelerinin ve devrimlerinin Atatürkçülükte birbirinden daha az önemli olması diye bir olgu düşünülemez. Her ilkenin ve her devrimin bütünü oluşturmada aynı düzeyde önemi ve değeri vardır. Örneğin “Şapka giyinip, Arap yazısı kullanalım; cumhuriyetçi olalım ama halkçı olmayalım; laik olalım ama devleti şeriatla yönetelim” denemez.

Atatürkçü Düşünce Sistemi” herhangi bir yabancı siyasal akım ya da ideoloji ile açıklanamaz. “Atatürkçü  Düşünce Sistemi”, Türk milletinin tabiatından, tarihinden ve ihtiyaçlarından doğmuştur. Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarma anlayış ve çabalarının bir sonucudur. Başka milletlerin sorunlarının çözümü Atatürkçülüğün ilgi alanına girmez. Ancak, “Atatürkçü Düşünce Sistemi” insani ve gerçekçi yönleri başka milletlere de etkili bir örnek olmuştur. Özellikle geri kalmış ve yabancı egemenliği altından kurtulmak isteyen milletler Atatürkçü Düşünce Sistemi’ni kendilerine örnek alarak, Atatürk’ü manevi önder kabul etmişlerdir. Cezayir’den Çin’e kadar bunun belirtilerini görebilirsiniz.



DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

ATATÜRK İLKE VE DEVRİMLERİNİN DAYANDIĞI ESASLAR



“Biz, büyük bir devrim yaptık. Ülkeyi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Birçok eski kurumu yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat bekledikleriniunutmamak gerekir. Ulusun ve devrimin içeriden ve dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı korunması için, bütün ulusalcı ve cumhuriyetçi güçlerin bir yerde toplanması gerekir.” (AKDTYK, Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara, 1997, Cilt II, s.31)

Mustafa Kemal Atatürk


Kuruluş ve Kurtuluş aşamaları safhasında ülkenin genel koşulları;

Kurtuluş Savaşımızın askeri yönü sona erip vatan toprakları dış düşmanlardan temizlenmesine karşın, iç düşmanlar tüm güçleriyle ayaktaydılar. Bunların başında da bilgisizlik, yoksulluk ve geri kalmışlık ön plandaydı. Ülkemiz yolsuzdu, ışıksızdı, okulsuzdu, yeraltı ve yerüstü kaynaklarımız yeterince değerlendirilemiyordu. Toplumumuz, batılı gelişmiş toplumların arasında yer alamayacak kadar geri kalmış, onların düzeyine çıkabilmek için çok şeyler yapmamız gerekiyordu. Bu nedenle de, çağdaş yaşam tarzını benimsemek ve toplumumuza da bunu benimsetmek en öncelikli hedef olacaktı.

Bunun için öncelikle toplumda uyanmış bulunan “Millet” olma bilincini pekiştirmeye ihtiyaç vardı. Bu bilinç pekiştirilmezse; toplum kendine güven duyamaz, gücünün ne olduğunu gereği gibi anlayamaz, kendimizin olan değerleri gerçekçi olarak algılayıp ortaya koyamaz, özetle toplumu millet yapan niteliklerin kendisine bir yararı olamazdı.

Bir toplumun millet olması, onun uzun bir geçmiş içinde oluşan ortak değerlere sahip bulunmasına bağlıdır. İnsanların toplum olarak çıkarları bir ise; ortak inançlara ve geleneklere sahipseler; geçmişte aynı ülküler, inançlar ve çıkarlar için mücadele eden ataların çocukları iseler; yüreklerini, gerektiğinde uğrunda canlarını seve seve verebilecekleri aynı vatan sevgisi doldurmuşsa; konuştukları dil onları birbirleriyle anlaştıran, birbirlerinin duygularını, dilek ve düşüncelerini anlamalarını sağlayan ortak bir dil; aynı acı ve sevinçleri paylaşıyorlarsa; aynı zevklerin coşkusunu duyuyorlarsa; kısaca bir toplum, aynı tarih, sanat, kültür ve uygarlık değerlerine bağlı iseler o toplum bir millettir.

Türk milleti tarihin en eski dönemlerine kadar uzayan bir geçmişe sahip olan bir millettir. Türk milletini oluşturan insanlar, yüzyıllar boyunca aynı acılara üzülmüşler, aynı başarı ve iyiliklerle mutlu olmuşlardır. Ortak çıkarlar için çalışmış, uğraşmış, yorulmuş ve ter dökmüşlerdir. Aynı vatan ülküsü için kanlarını akıtmış, canlarını feda etmişlerdir. Aynı zevklerin coşkusunu, aynı geçmişe bağlı olmanın onurunu duymuşlardır. Aynı kültür ve uygarlığı oluşturmuşlar, aynı sanatı yaratmışlardır. İşte bütün bu değerlere sahip olan toplumumuzun, bunları bilmesi, hem de bilinçli olarak bilmesi gerekliydi. 


Peki, milletimiz bunları bilmiyor muydu?

Uzun yüzyılların birikimi olan yanlış inançlar ve anlayışlar yüzünden milletimiz bu bilinçten oldukça yoksun kalmıştı. Türk toplumuna yalnız ümmet olduğu, yani aynı dine bağlı bir topluluk olduğu anlatılmış; millet olduğu gerçeğine ilişkin hususlar ortaya konmamıştı. Din de yanlış ve tutucu inanç ve anlayışların etkisi altında kalmıştı. Çok kez din, yani Müslümanlık adına söylenenlerin, yapılanların gerçek Müslümanlıkla ilgisi yoktu. Halk bunu da bilmiyordu. Çünkü halk bu yönde de yanlış eğitiliyordu. Ona dinin gerçek yüzü gösterilmiyordu. Bu nedenle de Müslümanlık her türlü yeniliğe karşı bir set oluşturuyordu.


Hâlbuki bu din, gerçekte insanlığın, uygarlığın, ilericiliğin, iyiliğin, doğruluğun ve güzelliğin gereklerini ortaya koyan bir dindir. Yanlış ve tutucu inançların karşısında olan bir dindir. Vatan ve insan sevgisinin en güzel ortamını yaratan bir dindir. Bilim ve sanatı, bilimsel düşünceyi öngören bir dindir. Amaçeşitli nedenlerden Müslümanlık bu görüntüsünüzamanla yitirmişti. Onun adına toplumu uyuşturan, sindiren, yanlış yollara sürükleyen, korkutan bambaşka bir anlayış gelişmişti. Bir tutucu ve yanlış inançlar topluluğu oluşmuştu.

Öte yandan milletin dili, ana dil Türkçe saflığını, ulusallığını yitirmiş, Arapça’nın ve Farsça’nın güçlü etkisi altında uydurma bir dil olarak gelişmişti. Bu dile Osmanlıca diyoruz. Bu dili halk anlamıyordu.

Bir yandan da devletin ekonomik gücü çok zayıflamıştı. Koca imparatorluk, yüzyıllar ilerledikçe yarı sömürge durumuna gelmişti. Denizlerimizde insan ve yük taşıma hakkı yabancıların elindeydi. Bu yabancılar ülkemizin yeraltı ve yerüstü zenginliklerinidiledikleri gibi kullanmaktaydılar. Ticaret genellikle yabancıların elindeydi. Türk özel sermayesi ticarette,sanayide ve tarımda büyük işleri başaracak ölçüde oluşmamıştı. Sermaye olsa bile teknik bilgi, teknikeleman yoktu. Tarım ürünlerimiz gereği gibi değerlendirilemiyordu. Çünkü ulaşım olanakları yok denecek kadar elverişsiz ve yetersizdi, olan da   yabancılar elinde ya da denetimindeydi. Pazarlama olanaklarından da yoksunduk. Her şey yabancı çıkar çevrelerinin isteğine göre yürür olmuştu. Milli bankacılığımız da gelişememişti.

Ordumuz, modern savaşların gereklerine göre donatılamıyor, eğitilemiyordu. Bu yüzden rahatlıkla kazanabileceğimiz savaşları bile kaybediyorduk. Sağlık hizmetleri, büyük birçoklukla üfürükçülerin, hocaların elinde kalmıştı.

Kısacası, Tanrı’nın yardımı ile ayakta duran bir toplum haline gelmiştik. İşte bütün bu engelleri aşmak, bu yoklukları ortadan kaldırmak gerekiyordu. Türk toplumunun çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarılması, Batının mutlu toplumları arasındaki yerini alması için savaş sürdürülmeliydi. Bunun için de, toplum düzeninde değişikliğe ihtiyaç vardı. Yerleşmiş köhne bir düzenle ne bu sıralanan engeller aşılabilir, ne de çağdaş uygarlık düzeyine ulaşılabilirdi.

Öyleyse, belirgin ilkeler üzerinde yeni bir devlet yapısının kurulmasına ihtiyaç vardı. Bu yapı kurulurken de toplumun kendini yeterince tanıması gerekliydi. Bu da “Millet” olma bilincinin uyanık tutulmasına bağlıydı. Böylece Türk toplumunun adı “Türk Milleti”, Türk Devletinin adı da “Türkiye Cumhuriyeti” olarak belirginleşiyordu. Devleti oluşturan unsurlardan biri olan millet, egemenliğinede sahip oluyordu. Milletin üstünde artık ne sultan, ne hakan ne de padişah vardı. Millet, halk olarak her hizmete, her yarara ve her üstünlüğe hakkı olan bir varlıktır.


Atatürk İlke ve Devrimlerinin Dayandığı Esaslar


Bağımsızlık ve Özgürlük; Tarihi boyunca bağımsız bir vatanda özgür yaşamış Türk milleti için bundan doğal bir şey olamaz. Türk, her zaman kendi vatanının göklerinde kendi bayrağının dalgalanmasını ister. Türk milleti için tutsak ya da başkalarının egemenliği altında olmaktansa ölmek, yok olmak en iyisidir. Onurlu ve soylu bir millet için bundan başkası düşünülemez. Bu görüş ve anlayışta, diğer milletlerin de başkalarının tutsağı olması ya da egemenliği altına girmesi diye bir şey kabul edilemez.

Egemenliğin Millete Ait Oluşu; Egemenlik kesin olarak milletindir. Çünkü her şey, her güç ve her değer millete aittir. Gücünü milletten almayan hiçbir hareketin değeri yoktur. Bir kişi ya da zümre milletin egemenlik hakkını kullanamaz. Türk milleti, kendine ait işleri kendi içinden seçtiği temsilcilerden oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisinin yaptığı yasalarla yürütür. Bu işler herhangi bir kişi ya da zümrenin istek ve buyruğuna göre yürütülemez.

Çağdaş Uygarlık Düzeyinin Üstüne Çıkma Hedefi; Türk milletinin hedefi çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmaktır. Binlerce yıl uygarlıkta insanlığa öncülük yapmış Türk milletini geri bırakan nedenleri kısa sürede ortadan kaldırmak gerekir. Bunun için de her şeyden önce bilim esaslarına dayanmak gerekir. Bilim dışı yol gösterici ve kılavuzlara bağlanmak bizi ilerlemekte olduğumuz uygarlık yolundan alıkoyar.

Milli Birlik ve Beraberlik Anlayışı; Atatürkçülük deyince, milli birlik ve beraberliği akla getirmek gerekir. Türk Vatanı’nın bölünmez bir bütün olduğu anlayışı bu birlik ve beraberliğin en önemli unsurudur. Türk Vatanı’nda Türk milleti yaşar. Türklüğe inanan, Türklük için çalışan, Türk Halkı’nın birlik ve beraberliğini bozacak bir davranıştan kaçınan her vatandaş Türk’tür.

Türk milletini birtakım ayrı nitelikte unsurlardan meydana gelmiş bir varlık olarak görmenin Atatürkçülük anlayışında yeri yoktur. Vatan ve tarih gerçekleri Türk milletinin bir bütün olduğunu bize göstermektedir.


Türk Silahlı Kuvvetlerinin, Okulun ve Dinin Siyaset Dışı Tutulması; “Atatürkçü Düşünce Sistemianlayışının en önemli unsurlarından biri de ordunun yani askerin, okulun ve dinin siyasetin dışında tutulmasıdır. Ordunun esas görevi iç ve dış tehditlere karşı yurt savunması yapmaktır. Ordu kendine verilen bu görevin dışına çıkarsa, siyasete karıştırılırsa, bu büyük tehlike doğurur. Çünkü bu durumda esas görevini yapamaz. Aslında siyasete karışmamak, siyaset çalkantılarının dışında kalmak Türk ordusunun bir geleneğidir. Başka milletlerin orduları ile karşılaştırdığımızda ordumuzun bu seçkin niteliği kolaylıkla ortaya çıkar.


Ordu gibi, okulun da siyasetin dışında tutulması gerekir. Okul bir eğitim ve öğretim yeridir, bilim alanıdır. Orada Türk çocukları, milli kültür, milli ihtiyaçlar, milli inançlar ve bilim doğrultusunda eğitilir. İyi birer Türk vatandaşı ve iyi birer insan olarak yetiştirilmelerine çalışılır. Milletimizin varlığı ve geleceği Türk gençlerinin birbirini seven, birbirine inanan ve güvenen insanlar olarak yetişmelerine bağlıdır. Okula siyaset sokulursa, cumhuriyetimizin güvencesi olan gençlik bölünür, milli varlığımız tehlikeye girer ve ayrı siyasi inançların etkilemesiyle gençlerimiz birbirine düşman gruplara ayrılarak, milli birlik ve beraberliğimiz bozulur.

Dünya düzeni ve işleri, devletin koyduğu kural veyasalarla, din işleri ise din kuralları ile yürütülmekte olup, nasıl din kuralları ile devlet işi yürütülemezse, siyasi faaliyetleri de dini, propaganda vasıtası olarak kullanmayıp, dini istismara yönelik girişimlerde bulunmamak akılcılık ve çağdaşlığın bir gereğidir.

Türk Milletine İnanmak ve Güvenmek; Atatürkçü olmanın en önemli koşularından bir de Türk milletinin sağduyusuna, zekâsına ve yeteneklerine inanmak ve güvenmektir. Bu inançladır ki Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nda ve bu savaştan sonra, başkalarınca olmayacak gibi, yapılamayacak gibi görülen ve sanılan şeyleri yapmış ve gerçekleştirmiştir. Örneğin, bin bir yokluk içerisinde, iç ve dış düşmanlara karşı savaşmış ve zafere ulaşmıştır. Türk milletini tanımayanlarca gerçekleşmesine inanılmayan, başta harf ve kıyafet devrimi olmak üzere diğer devrimleri gerçekleştirmiştir. Bu devrimlere karşı koyanlar çıkmışsa da, bunlar ancak halkın içerisinde yanılmış, bilgisiz ve dar görüşlü kimselerdir. Yoksa halk büyük çoğunluğu ile inanıp benimsemeseydi bütün bu işler gerçekleşebilirmiydi?




BEŞİNCİ BÖLÜM

ATATÜRK İLKELERİ


Atatürk’ün bütün ilkeleri birbirinden ayrı düşünülemez;

Her biri diğerinin tamamlayıcısıdır. Halkçılık, bireylerin eşitliğini, toplumun kalkınmasını ve milli egemenlik gibi prensipleri içermesinden dolayı, cumhuriyetçilik ilkesi ile iç içedir. Milliyetçilik, “Ne Mutlu Türküm Diyene” özdeyişinde de ifade edildiği gibi toplumun bütün bireylerin hangi din ve mezhepten olursa olsun Türk vatandaşı olarak aynı oranda muamele göreceği ve “Yurtta Barış, Dünyada Barış” özdeyişinde olduğu gibi de toplumların hem iç, hem de dışta barış içinde olmasını öngörmesi gibi nedenlerden dolayı çağdaş esasları amaçlamıştır. Bu çağdaş esaslar demokratik cumhuriyet yönetimleri için de geçerlidir. Bu örnekleri, diğer ilkeleri de dikkate alarak çoğaltmak mümkündür. İşte bütün Atatürk ilkelerinin yan yana gelmesi ve birbirini tamamlaması ile hiçbir zaman geçerliliğini yitirmeyecek olan Atatürkçü Düşünce Sistemi ortaya çıkmıştır.


İlkelere Neden Gereksinme Duyuldu?

Niçin Atatürk ilkeleri önce gelir? “İlke” yaşam biçimine yön verdiği için önce gelir. Atatürk ilkelerinin ortak çıkış noktası, Misak-ı Milli’dir. Bu ilkeler, Misak-ı Milli üzerinde yükselmektedir. İlkelerin yaşam biçimine yön verebilmesi için, o ilkelerin araçları olan devrimlerin uygulanabileceği bir topluluk ve bir toprak parçası gerekir. Kısacası ilke ve devrimler için bir vatan ve bu vatan üzerinde yaşayan bir ulus gerekir.

Türkiye Cumhuriyeti oluşturulurken Yüce Önder Mustafa Kemal Atatürk, “Hatt-ı müdafa yoktur, sath-ı müdafa vardır. Bu satıh bütün vatandır” (Bir hatüzerinde savunma yoktur Alan savunması vardır bu alanda tüm yurdumuzdur) diyerek işe başlamıştır. Dolayısıyla, ilkelerin çıkış noktası, bölünmez bütünlüğümüzün korunması ve ulusumuzun tam bağımsız yaşayabilmesine endeksleşmiştir.


Önce “Cumhuriyetçilik” ilkesi benimsenerek, kurulmakta olan yeni devletin rejimi belirlenmiştir. Cumhuriyeti yaşayabilmek için ikinci olarak “Milliyetçilik” benimsenmiştir. Milliyetçi olabilmenin gereği ise “Halkçılık”tır. Bundan dolayı, üçüncü ilke olarak “Halkçılık” benimsenmiştir. Halkın çıkarlarını korumak, kollamak, bireyin bireye karşı olan görevlerini ve bireyin topluma karşı ödevlerini düzenlemek ve yaşama geçirebilmek için devlet erki gerekli olduğundan, dördüncü ilke olarak “Devletçilik”ilkesi benimsenmiştir. Devletin, vatandaşın hizmetinde olabilmesi için “Laik” olması gerekir. Bundan dolayı da beşinci ilke “Laiklik” olarak kabul edilmiştir. “Laikliği” koruyabilmek ve diğer beş ilkeyi de çağın gereklerine uydurmak için sürekli atılım ve yenileşme gerekeceğinden, devrimci olma zorunluluğu vardır. Bunun için de, altıncı ve son ilke “devrimcilik” ilkesidir.

Her bir ilke, geleneksel politik yönlere karşı birer “karşı eylem” olarak değerlendirilmelidir. Örneğin Monarşizme karşı Cumhuriyetçilik, Evrensellik yerine Milliyetçilik, imtiyazlı zümreye karşı Laiklik ve Reaksiyoner, atıl çevrelere karşı ise Devrimcilik ilkeleri ön plana çıkarılmıştır.

Atatürk İlkelerinin İncelenmesi:

Türk halkının Mustafa Kemal’in önderliğinde işgal güçlerine karşı ayaklanmasıyla başlayan Türk Devrimi, bir yandan ulusal egemenliği sağlamak için verilen Bağımsızlık Savaşını, öte yandan Kurtuluş Savaşı zaferinden sonra çağdaş uygarlığa katılabilmek üzere yapılan köklü değişimleri dile getirir.

Atatürk, devrimlerin amacını çağdaşlaşma olarak belirler ve ulusunu çağdaş toplumlar arasına katmak, onların üstüne çıkarmak ister. “Muasır medeniyetin üstüne çıkacağız” diyordu Atatürk.19

19 Bedia Akarsu (Prof. Dr.), Değişen Dünya Değişen Değerler


Atatürk, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyetinin temel ilkeleri olan cumhuriyetçilik, halkçılık, ulusçuluk, devletçilik, laiklik ve devrimcilik ilkelerini altı okla simgeleyerek kurduğu CHP’nin ilkeleri olarak kabul ettirmiştir. Bu altı ilke CHP’nin 1931 kurultayında benimsenmiş, 1937 de Anayasa’ya alınmıştır. Ama günümüzde bu ilkeler kimilerince eskimiş diye,eleştirinin gereği olan düşünceleri gerçek bir süzgeçten geçirmeden, eleştirilmektedir.


Anayasa’ya da girerek resmileşen altı Atatürk ilkesi şunlardır:

  1. Cumhuriyetçilik
  2. Milliyetçilik
  3. Halkçılık
  4. Laiklik
  5. Devletçilik
  6. İnkılapçılık
Bu ilkeler, fikir ve anlayış olarak, Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcından itibaren oluşup gelişmiştir. Başta Atatürk olmak üzere, yeni Türk Devleti’ni kuranlar, davranış, çaba ve kararlarıyla bu ilkelerin gerçekleşmesi yolunu daima açık tutmuşlardır. Bunların niteliklerini ne olduklarını ve dayandıkları temel anlayış ve görüşler aşağıda ayrı ayrı incelenecektir.

Cumhuriyetçilik;

Türk milletinin yapısına ve ilkelerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri) Cumhuriyetçilik ilkesinin özgün anlamı, Atatürk'ün şu özdeyişiyle vurgulanabilir: 


Türk milletinin karakter ve âdetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir. Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi modeliyle devlet şekli demektir. Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir...” (01. 11. 1936, TBMM Açılışı, AKDTYK., Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara, 1997, Cilt III, s.106)
Cumhuriyet bir yönetim biçimi olup Cumhuriyetçilik ilkesi buna dayanır. Cumhuriyet yönetimi halkın kendi kendini yönetmesi gerçeği ve gereği üzerine kurulmuştur. Yani millet bu düzende kendi yönetimini elinde tutar. Kendi egemenliğine sahiptir. Öteki yönetim biçimlerinden “Mutlakıyet”te bu yoktur. “Meşrutiyet”te ise kısıtlıdır. Türkler tarih boyunca mutlakıyet ile yönetilmelerine karşın meşrutiyet ve cumhuriyet yönetimlerinde var olan “Kurultay”lar ve “Danışma meclisleri”ni daima oluşturmuşlardır. Hakan ve padişahlar böyle bir meclis toplamadan hiçbir zaman büyük kararlar vermemişlerdir.


Osmanlı İmparatorluğu’nda bu danışma meclisleri genişletilmiş kubbe altı toplantıları biçiminde olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemlerinde de bu meclisler toplanmıştır. Ama buna karşın, genel olarak bilgisiz kişilerle milletimize düşman unsurlar devlet yönetiminde yer aldıklarından, bu genişletilmiş kubbe altı toplantılarında alınan kararlar ülkeyi yüceltecek nitelikte olamıyor ve bu toplantılara katılanlar padişahı memnun etmek için, onun her türlü isteğine boyun eğiyorlardı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde “Meşrutiyet” yönetimi denenmiştir. Bilgisizlik, siyasal alanlarda tecrübesizlik, imparatorluğun Türk olmayan unsurlarında uyanan bağımsızlık düşünceleri sonunda imparatorluğun kısa sürede dağılmasına neden olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu dağılıp, bütünüyle Türklerin olan toprakların da yağmalanmasından sonra, Türk milleti bir ölüm kalım savaşı demek olan Kurtuluş savaşını yapmıştı. Bu savaş zaferle sonuçlanıp bağımsızlık elde edildikten sonra milletin yeniden eski karanlık dönemlere, mutlakıyete ya da meşrutiyete dönmesi söz konusu olamazdı. Ülkenin yönetimini Atatürk o ülkeyi yağmalamaktan kurtaramayan padişahlara bırakamazdı. Seçilecek yeni yönetim biçimi, insan onuruna en çok yaraşan, egemenliği hiçbir koşul tanımadan millete veren, ülkenin yönetiminde doğrudan doğruya halkı söz sahibi yapan cumhuriyet olabilirdi.


İşte bu nedenledir ki Atatürk Cumhuriyeti Türk milletinin onuruna en uygun yönetim biçimi olarak görmüş ve değerlendirmiştir. Onun anlayışına göre cumhuriyet, halkın halk tarafından yönetilmesidir. Bu yönetimde egemenlik kısıtsız ve koşulsuz halkındır.

Günümüzde cumhuriyet adı ile anılıp da kişi ya da kişilerin egemenliğine dayanan yönetim biçimleri de vardır. Onlar hiçbir zaman halk yönetimi sayılamazlar. Türkiye Cumhuriyeti bu gibi yönetimlerden temelden ayrıdır.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bizim Cumhuriyetimiz halk egemenliğine dayanır. Atatürk’ün kurduğu “Yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir”.

Bütün bunlara göre, Cumhuriyetçilik ilkesinin benimsenmesinde iki önemli hususun etken olduğunu görüyoruz:

Birincisi, yüzyıllar boyu süren padişahlık yönetiminin yarattığı bunalıma duyulan tepki,
İkincisi de Cumhuriyet yönetiminin halkın ruh vekarakter yapısına daha uygun oluşu.
Böylece halkçılık ilkesi de belirgin biçimde ortaya çıkmış oluyor. Atatürk bu konuyu şöyle ifade eder: “Türk milletinin yaradılış ve anlayışına en uygun yönetim Cumhuriyet yönetimidir.” 1924 (Atatürk’ün S.D. 111, s. 74) Atatürk’e göre Cumhuriyet yönetimi milletle devlet arasında bir kaynaşmayı sağlar Busözler de, halkın egemenliğine ve yönetime ne derece sahip olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.


Sonuç olarak; Atatürk’ün milliyetçilik ve halkçılık ilkeleri ile bağlantılı olan Cumhuriyetçilik ilkesi aynı zamanda Türk Siyasal hayatında demokrasiye yönelişin ve hazırlanışın da bir işaretidir. Atatürk: “Demokrasi ilkesinin en çağdaş ve en mantıki uygulamasını sağlayan hükûmet şekli Cumhuriyettir.(Afet İnan, M.B. ve M.K. Atatürk'ün El Yazıları, s. 410-411)

Millet egemenliğini, devlet yönetimine katılmasının ancak zamanında oyunu kullanmakla sağlar.” demek suretiyle Cumhuriyet yönetimini, övmüş, halkın seçime önem vermesine özen göstermesi gereğini belirtmiştir.


Milliyetçilik;

Gerçi bize milliyetçi derler. Fakat biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle birlikte çalışan bütün milletlere hürmet ve riayet (uyarız) ederiz. Onların bütün milliyetlerinin gereklerini tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde bencil ve mağrurane bir milliyetçilik değildir” (15.08.1920, TBMM.) 29.10.1933, Ankara, 10. Yıl Nuktu


1924 Anayasa’sının 88. maddesi şu tanımı yapmaktadır; “Türkiye’de din ve ırk ayırdedilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese “Türk” denir.” Atatürk "Medeni Bilgiler" kitabında şöyle demiştir:"Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türkmilleti denir." 1935 yılındaki resmi tanımlamaya görede, "ulus; dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı yurttaşlardan meydana gelen siyasal ve sosyal bir bütündür.”

Milliyetçiliğin tanımını yapabilmek için öncemillet kavramı üzerinde biraz durmak gerekir. Çünkü milliyetçilik ilkesinin dayanağı millettir. O halde millet nedir? Millet, özellikleri bakımından ırk, kavim ve ümmetten ayrı bir kavramdır. Milleti ırk olarak tanımlayamayız. Irk, kan gruplarına, renklere ve vücut yapılarındaki bazı özelliklere dayanan bir kavramdır. Bu kavramın, insanlığın bugünkü aşamasında milletin yerini almasına olanak yoktur.


Kavim de millet demek değildir. Çünkü kavimde ortak bir tarih bilinci uyanmamış olduğu gibi ayrı bir kültür de yaratılmamıştır. Sonra, kavim ortak bir vatana yerleşmemiş bir birliktir. Bu birliği oluşturan insanlar arasında dil ve soy bağı vardır. Bu özellikler kavmin millet olmasına yeterli bulunmamaktadır. Kavim, milletten daha geride kalan bir toplum aşamasıdır.

Ümmet de ancak bir din birliğini oluşturur ve millet sayılamaz. Aynı dinden, özellikle İslam dininden olan insanlar ümmeti oluşturur. Ümmet millet demek olsaydı aynı dinden olan Türkleri, Arapları ve İranlıları bir tek millet saymak gerekirdi. Kaldı ki, din ve soy bakımından bir oldukları halde aralarında millet olarak ayrılıklar bulunan toplumlar vardır.

Milliyetçilik kavramına yeniden dönersek; “milliyetçilik ilkesi” millete bağlılık ve milleti yüceltmek ve yükseltmek anlayışı olup, bu bir amaç ilkesidir. Çünkü milleti yüceltme ve yükseltme amacı belirgindir, ağırlık kazanmaktadır. Kendilerini aynı milletin üyeleri sayan kişilerin o milleti yüceltme istekleri milliyetçiliği oluşturur. Milli devleti kurma ve yaşatma milliyetçiliğin asıl amaçlarındandır. Bu ilke, bağımsızlık ve egemenlik koşullarına dayanır. Yani milletin bağımsız olması ve egemenliğin millette bulunması esastır. Ayrıca başka milletlerin varlığına ve haklarına saygı gösterme çağdaş milliyetçiliğin niteliklerindendir.


Milliyetçilik ilkesi insan kişiliğine ve özgürlüğüne değer ve önem verir. Milliyetçi bir kişi ya da toplum, kendi insanının, kendi vatandaşının kişiliğinin özgürve uygar bir ortam içerisinde gelişmesini, yücelmesini ister. Ona göre, kişiliksiz ve özgürlüksüz insanların oluşturduğu toplum çağdaş millet olamaz.

Bütün bunlardan şu sonuca varabiliriz: Milliyetçilik ilkesi, milleti içtenlikle sevme, çağdaş bir toplum olarak yüceltme ve onun uğrunda hiçbir fedakârlıktan çekinmeme anlayışına dayanır. Bu anlayışta insan kişiliği ve özgürlüğü en üst düzeyde yerini bulur. Bu ilkeye göre vatanın bağımsızlığı, milletin egemenliği, birliği, bütünlüğü ve bölünmezliği esastır.

Bütün bu açıklamalardan sonra Türk milliyetçiliğini değerlendirdiğimizde; Türk milliyetçiliği, Türk’ün vatan ve milletseverliğinden, vatanı ve milleti için yaptığı fedakârlıklardan ve bu konudaki inançlarından oluştuğunu görürüz. Konuyu daha da açıklığa kavuşturabilmek için tarihe şöylece bir göz atalım.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir Türk milliyetçiliği fikri gelişememişti. Devletin yapısı din temellerine dayandığı için, Türk milleti kendini ümmet sayıyordu. Öte yandan, İmparatorluğu oluşturan Türk’ten başka topluluklar, özellikle 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren kendilerini ayrı milletler olarak görmeye başlamışlardı. Bunda, 18. yüzyılın sonunda gelişen Fransız İhtilalinin getirdiği milliyetçilik fikrinin etkisi büyük olmuştur. Bir de düşmanımız olan ve vatanımızı parçalamak isteyen devletlerin kışkırtmaları vardı.

Devletin içindeki her unsur kendini ayrı bir milletolarak görür, kendi millet adı ile adlandırılırken bir tek Türk bunu yapmazdı, yapamazdı. O kadar ki, Türk sözü bile, aşağılatıcı bir söz olarak kullanılır olmuştu. Türkler Türkülüklerini bilmezlerdi. Çoklukla kendilerini “Müslümanım” diye tanıtır, pek azı da “Osmanlıyım” derdi.

Neden böyleydi? Türk olmak varken, Türklüğü ile övünmek varken niçin insanlarımız böyle düşünmez, böyle davranmazlardı. Bir kere halkımız bu yönde eğitilmemişti. Tarihimiz, ancak Türklerin Anadolu’ya gelişi ile başlatılıyordu. Bu tarih de yalnız ve yalnız İslam tarihine dayanıyordu. Türk kendisinin eski çağlarda ne yaptığını, millet olarak uygarlığa ne gibi katkıları bulunduğunu bilmiyordu. Sonra, Müslüman ve Hıristiyan, öteki toplulukları devletin bayrağı altında bir arada tutabilmek için ya ümmet ya da Osmanlılık görüşüne bağlı kalmak zorunluluğunu duyuyordu. Yani Türk’üm demekle imparatorluktaki Türk olmayan öteki toplulukların devlet bütünlüğünden kopup gitmesinden korkuluyordu. Türk’ün kendisi bile Türk sözcüğünden korkar, ürker ve çekinir olmuştu.


Ne oldu sonra? Biz Türk sözünden kaçındık da İmparatorluktaki Türk’ten başka unsurlar devlete bağlı mı kaldılar? Elbette hayır. Dışarıdan körüklenen milliyetçilik fikirleri ve kışkırtmaların etkisi ile kopupgittiler. Hem de, yüzyıllarca ekmeğini yedikleri devlete nankörlük ve hainlik ede ede...

Bütün bunların bize bir yararı olmadı mı? Oldu, Türk’e Türk’ten başkasının hayır getirmeyeceğini anladık. Türklüğün utanılacak bir şey olmadığını, aksine övünülecek, onur duyulacak bir nitelik olduğunu öğrendik. Birçok fikir adamlarımız, yazarlarımız bu görüşlerin öncülüğünü yaptılar. Sonra Mustafa Kemal geldi. Türklüğü ile o denli övündü ki, soyadında bile Türk sözünün bulunmasını istedi, Atatürk adını aldı Türklük üzerine, Türk milliyetçiliği üzerine nice güzel sözler söyledi. Türk sözünü toprak içerisinden ışıl ışıl parıldayan bir altın külçesi gibi çıkardı. Sesinin bütün gürlüğü ile bütün dünyaya duyurdu.

Atatürk’e göre milliyetçilik bir vicdan, bir duygu işidir. Dini, mezhebi, dili ne olursa olsun kendini Türk duyan, Türk bilen ve Türk olarak yaşayan her insan Türk’tür. Böyle bir kişi Türk milletine içtenlikle bağlıdır. Onu candan sever. Onun için çalışır. Türklüğü ile övünür. Türk milletine güvenir. Atatürk bu anlayışı “Türk, övün, çalış, güven” sözüyle özetlemiştir.


Bunun anlamı şu; Türk olduğumuz için övüneceğiz. Çünkü tarihin en eski ve büyük uygarlıklarından birini kuran bir milletin çocuklarıyız. Tarih çağlarının en karanlık dönemlerinden beri çeşitli alanlarda insanlığa ışık tutmuşuz. İnsana yakışır örneklerle önderlik etmişiz.

Kendi milletimizin haklarına başkalarının saygı göstermesini istediğimiz kadar, başka milletlerin haklarına saygı göstermişiz.

Aldığımız ülkelerdeki insanların dinlerine, inançlarına, geleneklerine, yaşama ve toplum düzenlerine karışmamışız. İnsanca olan, insana yakışan her davranışta bulunmuşuz. Böyle bir milletin çocukları olmakla övünmeliyiz. Ama yalnız övünmek ile yetinemeyiz. Türklüğün ve Türk milletinin bundan sonra da gelişmesi, parlak geleceklere ulaşması ve insanlığa daha çok hizmette bulunması için çalışmalıyız. Her birimiz, kendimize düşen görevi canla başla yaparsak Türk milletine hizmet etmiş oluruz. Demek ki, yalnız “Ben Türk’üm” demekle milliyetçilik olumuyor. Gerçek Türk milliyetçisi,Türklüğü ile övündüğü kadar, Türk milletinin ilerlemesi, yükselmesi ve gelişmesi için çalışan kişidir.

Bir de, övünüp çalıştığımız kadar kendimize ve milletimize güveneceğiz. Bu milletin, en elverişsiz, en olanaksız zamanlarda bile ne mucizeler yarattığını unutmayacağız. Örnek istenirse, işte Atatürk’ün hayatı, işte Türk milletinin Kurtuluş Savaşı’ndayarattığı destanlar...

Bu savaşı başarılı ve mutlu sonuçlara ulaştıranlar, her şeyden önce kendilerine ve Türk milletine güveniyorlardı. Silah yoktu, yiyecek yoktu, ama kendine ve millete güven vardı. Zaten bu güven olmasaydı bu büyük sonuç alınabilir miydi?

Sonuç olarak; Atatürk ilkelerinden biri olan Milliyetçilik, aynı terbiyeyi alan, aynı bayrağı tanıyan, aynı geleneklere ve tarihe sahip olan ve aynı milli hedef doğrultusunda birleşen insanların, varlıklarını millet olarak sürdürme ve yükseltme ilkesidir. Buanlayışa göre Atatürk, milli benliğini tanımayan, bulmayan milletleri başka milletlerin kölesi olarak görür. Bu görüşünü “Bilelim ki, milli benliğini bilmeyen milletler, başka milletlerin avıdır.” sözüyle ifade etmiştir. Milli benliğini bilen millet özgürlük ve bağımsızlığına da sahip olur. Atatürk bu konuda da; “Bence, bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın varlığı ve kalıcılığı mutlaka o milletinözgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla gerçekleşebilir” demiştir.

Bu kitabın yazarına göre Türkçülük; Türk milliyetçiliğinin adıdır. Türk milleti nedir, kimler Türk’tür diye sorulacak olursa;


“Kendisini Türk hisseden, Türkiye Cumhuriyeti, Türklük ve Türk Birliği için karşılıksız kendini feda edebilen, Türkiye Cumhuriyeti, Türklük ve Türk Birliği için faydalı işler yapan, bu amaç için çalışan, bütün varlığı ile nerede yaşarsa yaşasın, ister Türkiye'de ister Antartika'da, bütün varlığı ile "NE MUTLU TÜRKÜM DİYEN", "BEN TÜRKÜM"diye bağırabilen herkestir.
Dr. Ali Nazmi ÇORA



Halkçılık;

Zannederim bugünkü varlığımızın asıl niteliği, milletin genel eğilimlerini ispat etmiştir, o da halkçılıktır ve halk hükûmetidir. Hükûmetlerin halkın eline geçmesidir” Mustafa Kemal Atatürk, (17. 07. 1920, T.B.M.M.)


Atatürk ilkeleri bakımından, halk sözü, milletin bugün yaşayan bölümü için kullanılmaktadır. Türk halkı sözü ile bugün Türk vatanının üzerinde oturan, bu ülkeyi vatan bilen, alın yazısını bu vatanın yazgısına bağlamış olan insanlar Türk halkını oluşturur.

Halkçılık, halkın egemenliği ve mutluluğu esasına dayanır. Halkın kendi yönetimini elinde bulundurması bu anlayışın gereğidir. Yani halk kendi kendini yönetecektir. Halkın üzerinde, halkın gücünden başka güç bulunmayacaktır. Halk sözünün milletin bugün yaşamakta olan bölümü için kullanıldığını söylemiştik. O halde, halkın egemenliği sözü de milli egemenlik yani milletin egemenliği anlamına gelmektedir.

Bunda Anayasa’da belirtildiği gibi, yasa yapma, yürütme ve yargı hakları hep millete aittir. Bu konulardaki işler, millet adına, milletin belirli süreler için seçip Büyük Millet Meclisi’ne gönderdiği millet temsilcileri (milletvekilleri) hükûmet üyeleri ve mahkemelerde yargıçlar tarafından yürütülür. Bu hakları kullanma yetkisi milletten başka kimsenin değildir, olamaz ve kimseye devredilemez. İşte bu, halkın yani milletin egemenliğidir.

Kendi egemenliğine sahip bir toplumda bütün fertler için hak ve hukuka dayalı bir adalet düzeni oluşur. Halk kendi yönetiminin yöntemleriyle refaha ve mutluluğa giden yolları bulur. Herhangi bir üst veya üstün gücün etkisi altında kalmaz. Eziklik duymaz. Çalışmasının ve emeğinin karşılığını hak ve adalete dayanan bir düzen içinde elde eder. Aksaklıklar, yolsuzluklar ve haksızlıklar varsa gene bunları kendi uygun gördüğü ve koyduğu kurallarla, önlemlerle giderir.


Halkçılık ilkesine göre, Türk toplumunda sınıflaşma yoktur. Meslek ve çalışma grupları vardır. İşçisi, memuru, tüccarı, askeri ve diğer meslek gruplarıyla Türk toplumu bir eşitlik dengesi içindedir. Ayrıcalıklı bir sınıf bilinci yoktur ve olamaz. Böyle bir şey Türk toplumunun toplumsal ve ekonomik niteliklerine deaykırıdır. Bu konudaki esaslar yasalarımızda da açık açık belirlenmiştir. Anayasaızdaki, hiçbir aileye, sınıfa ya da cemaate imtiyaz verilemeyeceğine ilişkin hüküm bu yasanın ruhunu ve özünü oluşturur.

Atatürk, büyük davasına atılırken her şeyden önce halka inanmış, halka dayanmıştır. Halkçılığı, milli egemenliğin, milli bağımsızlığın temeli saymıştır. Böyle olmasaydı, Kurtuluş Savaşı mucizesi yaratılabilir miydi? Atatürk’e göre halk, devletin insan unsurunu meydana getiren sınıfsız ve imtiyazsız bir topluluktur. Her şey halk içinde ve halkla birlikte olacaktır. Halk topluluğu içinde, bir yandan çeşitli grupların çıkarları, öte yandan toplumun bütünü ile kişilerin hakları, devlet tarafından düzenlenir ve bir uyum içinde ayarlanır. Kişilerin ve toplumun mutluluk ve refahına aynı derecede önem verilir.

Atatürk halkçılığında, hiçbir sınıf, zümre veya şahıs topluma egemen olamaz. Egemenlik halkın tümüne ait bir husustur. Kişiler ve gruplar milli birlik ve bütünlük içinde kaynaşarak yaşayacaktır. Kişiler ve toplum bu yoldan gelişip, kalkınacak ve yükselecektir. Devlet de bu amaca ulaşmak için yardımcı olacaktır. Her alanda ve bu arada özellikle eğitim ve kültür alanlarında milli birlik ve bütünlüğü sağlayıcı, pekiştirici girişimlerde bulunmak, gerekli önlemleri almak devletin başta gelen görevidir.


Laiklik;

Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi olanağını sağlamıştır.” Mustafa Kemal Atatürk (1930) Nutuk – Söylev, c. II. s. 587


Laiklik, devlet işleri ile din işlerinin birbirine karıştırılmamasıdır. Başka bir deyişle, Tanrı ile kulu arasına, devletin ya da bir başka varlığın girmemesidir. Devlet işleri dünya işleridir. Dünyadaki yaşamımızla ilgilidir.

Devlet bilimden de yararlanma yolu ile dünya işleri için birtakım kurallar koyar. Yasalar bu kuralların başında gelir. Vatanımızda, öteki insanlarla vatandaşlarımızla en iyi ilişkiler içinde olmamız için bu kuralların bulunması zorunludur. Bu kurallar, bizim bir arada, birbirimizi severek, sayarak yaşamamızı sağlar. Toplum düzenimizin bozulmadan sürüp gitmesine katkıda bulunur. Kısacası, devlet bu kurallarla ayakta durur. Devletin işleri, bu kurallarla yürütülür.

Din işleri ise öteki dünya dediğimiz ahretle ilgilidir, Tanrı inancı ile ve ona ibadetle ilgilidir. İnsanlar, bu dünyada ne denli iyi, temiz, dürüst yaşarlarsa, Tanrı’ya ibadetlerini gereği gibi yaparlarsa öteki dünyada o kadar mutlu olacaklarına inanırlar.

Bu dünyanın işlerini düzenleyen kuralların, yani yasaların zorlayıcı yanı vardır. Her vatandaş onlara uymak zorundadır. İstesiniz de istemesiniz de inansanızda inanmasanız da yasaların buyruğunu yerine getirmek zorundasınız. Bunu yapmazsanız ya da yapmak istemezseniz de devlet size yaptırır. Ama din öyle değildir. Din bir vicdan işidir. Kimseyi şu dine, ya da bu dine girmeye, şu dinin ya da bu dinin kurallarına uymaya zorlayamazsınız. İnsan Tanrı’ya istediği yolda ve biçimde ibadet eder. Aynı dinden olan insanlar arasında bile ayrılıklar bulunur. Bu ayrılıklardan mezhepler oluşur. Aynı mezhepten olan insanların da, inanç ve ibadette ayrılıkları olması doğaldır. Kimsenin kalbine, vicdanına giremezsiniz. Bunu korku ile de, ceza ile de sağlayamazsınız. Dünyanın düzeni ve işleri devletin koyduğu kurallarla yani yasalarla, din işleri ise din kuralları ile yürütülür. Nasıl din kuralları ile devlet işleri yürütülemezse, devletin koyduğu kurallarla da ibadetler şöyle ya da böyle yapılamaz. Ancak dinin, toplumu ilgilendiren yönleri dolayısıyla, toplum işlerini düzenleyen kuralları bozucu, çiğneyici yanı olmamalıdır. Din, Tanrı ile kul arasında, bir vicdan işidir. Bir kişi çok dindar görünür de içinden inançsız olabilir. Hele, devlet işlerinin de din kuralları ile yürütüldüğü toplumlarda bu suçun işlenişi daha zorunlu olabilir. Ne yapsın birey, yaşadığı çevre, o çevrenin kuralları, kendisini, inançsız olsa da inanır görünmek zorunda bırakmaktadır. Laiklikte bu yoktur. Kimsenin inancına karışılmaz, kimse inanmaya ya da inanmamaya zorlanamaz. İsteyen dilediği yolda inanır, ibadet eder. Bu tutum da göstermektedir ki laik anlayışta inançlara, dolayısıyla dine büyük ve gerçek saygı vardır.


Bu konuya, yani dinin ve inanmanın bir vicdan işi olduğuna Kur’an’da da değinilmektedir. Yüce Tanrı, Kur’an’ın Kafirun suresinde, “Sizin dininiz size, benimdinim banadır.” şeklinde buyurmaktadır. Başka bir ayette de: “Dinde zorlama yoktur. Eğri doğrudan ayrılmıştır.” buyrulmaktadır. Bundan da anlıyoruz ki Müslümanlık vicdan özgürlüğüne, laikliğe en güzel ve en anlamlı yeri ve değeri vermiştir. Bu açık hüküm ve buyruklar karşısında, Müslümanlık bakımından laikliğin hiçbir şekilde dinsizlik demek olmadığı ortaya çıkmaktadır.

Çoğulculuk, her toplumun, uyum içinde yaşaması ve tüm toplumun iyiliği için birlikte çalışması gereken değişik halk kesimlerinden oluştuğunu kabul eder. Bu halkların değişik dinsel inançları olabilir ya da etnik, dilsel veya ırksal değişik dinsel inançları olabilir, ya da etnik, dilsel veya ırksal ayrılıkları bulunabilir. Çoğulculuk, toplumdaki hiçbir grubun, çoğunlukta olsa bile, görüşlerini başka bir gruba dayatamayacağı anlamına gelir.

Bunun yanı sıra “Çoğulculuk ilkesi”, belirli din grupları içinde bile, dinsel ibadet ve uygulamalarda büyük ayrımlar olabileceğini kabul eder ki bu ayrımlar, dinsel koşulları tüm ayrıntılarına değin uygulayan dindar aşırı uç ile dinsel uygulamalara kayıtsız olan öteki aşırı uç arasında yer alabilir. Çoğulcu bir toplumda, her bir grup öteki grupların dinsel yaklaşımlarına engel olmayacak biçimde dinsel ibadetini yerine getirme özgürlüğüne sahiptir.

Lâiklik, sedece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması demek değildir. Lâiklik bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyetini tekeffül etmektir. Şeklinde lâikliği tanımlayan ve ayrıca İslam dinini akla en uygun ve doğal bir din olarak gören Atatürk, Türk ulusu için dinin güçlü bir duygu, toplumsal dayanışma ve birliktelik için motive bir güç olduğunun bilincindedir.20Lâiklik”, dinin veya her şeyin “akıl” öğesinin peşinden gitmesidir, yâni her işte ölçüt “akıl”dır”.

20 Ali Sarıkoyuncu (Prof. Dr.)-Atatürk, Din ve Lâiklik-Nisan 2008


Siyasal anlamda lâiklik; “Siyasal iktidarın, dinsel kudret ve otoriteden arındırılarak bağımsız hale getirilmesidir. Ya da dinin siyasal erk ve yaptırım gücüne sâhip olmamasıdır.” Kısaca “Siyasi iktidarın dinî otoriteden ayrılmasıdır.”

Hukuksal anlamda lâiklik, devlet ile din işlerinin birbirinden ayrılması yâni devletin din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesinde tarafsız olmasıdır.

Sosyolojik anlamda lâiklik; iki ana grupta toplanabilir:
Birincisi “Lâiklik”, din ve devlet işlerinin ayrılığını benimser.
İkincisi birincisinin karşıtı ilke olarak “Lâiklik”, din özgürlüğünü benimser.
Bu durumda, devlete yurttaşın din özgürlüğünü koruma görevi yükler. Bunun üzerine genç Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet idaresinde din değil, aklın ve hikmetin egemen olmasını laiklik ilkesiyle güvence altına almıştır. Bugün yıkılmak istenen bu ilkedir.

1923 Devrimi'ni yapanlar, devleti olduğu kadar toplumu da bütünüyle yeniden yapılandırmak istiyorlardı. Neydi hedefleri? Belli bir ulusal kimliği de olan çağdaş bir toplum yaratmak! Kurulan Cumhuriyet'in hedefi “Çağdaş uygarlığa ulaşmak”tı; çağdaş uygarlığın felsefesinin temeli ise, “bireyin özgürlüğü ve kendi geleceğini belirleme hakkı” idi.


Bireyin özgür olması ve yaratıcı gücünü ülke ve insanlık yararına kullanabilmesi için de, “dinsel baskılardan kurtarılması” gerekiyordu. Bu, “bireysel özgürleşme”nin ana koşulu idi. İşte bunu sağlayacak yapısal dönüşümün anahtarı laiklikti. Böylece laiklik, yalnızca “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını öngören bir ilke” değil, “dünya yaşamının din kurallarının etkisinden kurtarılıp bilim ve aklın egemenliğine bırakılması”, onun yanı sıra da “dünya sorunlarına akılcı ve bilimsel bakış açısı getiren bir yaşam biçimi” idi. “Dogmalarla bağdaşmayan ve onları reddeden bir niteliği” vardı laikliğin. Öte yandan, “aklı önemseyen ve eleştirel düşünen çağdaş yurttaşlar” yetiştirmenin yolu da laiklikten geçiyordu. Sonuç olarak laiklik, Türk Aydınlanmasının temeli idi ve bütün bir sistemin varlığı ona bağlıydı.21

21 Server Tanilli, Din ve Politika


Emre Kongar, laiklik tanımının genelde eksik bırakıldığından yakınarak, objektif bir açılımla konuya şöyle yaklaşmakta22: “Eksik olarak, eksik olduğu için de yanlış olarak deniyor ki; “Laiklik dinin devlete, devletin de dine karışmamasıdır.” Bu tanım da doğru gibi görünüyor ama aynı demokrasi kavramında olduğu gibi eksik. Eksik olduğu için de yanlış. Laik devletin aktif bir görevi var: “Laik devlet, herhangi bir inanç grubunun başka inanç gruplarına baskı yapmasını önleyen devlettir.” Bu görevi yapmayan bir devlette laiklik olamaz çünkü çoğunluktaki inanç grubu azınlıktaki inanç gruplarına baskı yapar, kafasını kırar, kendisine dönüştürür. Laiklik din devlete karışmasın, devlet dine karışmasın ile başlayacak ama laik devlet herhangi bir inanç grubunun, özellikle de çoğunlukta olan inanç grubunun azınlıkta bulunan inanç gruplarına veya inançsızlara baskı yapmasını da önleyecek.

22 Emre Kongar (Prof. Dr.), “Küreselleşme” konulu konferansı, Ege Üniversitesi, 2001

Laiklik ilkesi kabul edilmeseydi, toplum düzenimiz ortaçağ nitelik ve özelliklerinden kurtulamazdı.

Öteki ilkelerin, özellikle halkçılık, cumhuriyetçilik ve milliyetçilik ilkelerinin gerçekleştirilmesi Laiklik ilkesinin gerçekleştirilmesine bağlıdır. İnsana, halka vicdan özgürlüğünü tanımadan halkçı olunamaz. Bunun gibi, halkın kendi kendini yönetmesi anlamına gelen cumhuriyet yönetiminin gerçekleşmesi de düşünce ve vicdan özgürlüğüne sahip bir halkın varlığına bağlıdır. Gene aynı anlayıştan hareketle, Türkiye’yi Türklüğü ile övünen, Türk milletinin varlığını her değerin üstünde tutan insanların vatanı olarak görme olanağı belirmiştir.


Dinsel inançlardaki ayrılık ya da değişiklikler, bu vatan toprakları üstünde yaşayan vatandaşların, aynı büyük ve şanlı geçmişe sahip milletin çocukları olduklarına ilişkin inançlarının sarsılmasına etken olamaz. Bütün bunların yanı sıra, din ile devletişlerinin birbirinden ayrı tutulması, toplumun, gerçek halk yönetimi olan demokrasiyle yönetilmesinde büyük kolaylıklar sağlar.

Devletin, toplumun yararına olan bütün işleri gerçekleştirmesinde adalet ve eşitlik ilkelerini egemen kılar. Vatandaşlar arasında ayrıcalık gözetilmez. Her vatandaş, en az öteki kadar devletin önem verdiği değerli bir varlık olarak görülür.

Atatürk, din ile dünya işlerinin ve özellikle din ile politikanın kesinlikle birbirinden ayrılmasını öngörmüştür. “Din bir vicdan meselesidir. Herkes, vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz, dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünmeye muhalif değiliz. Biz, sadece din işlerini devlet ve millet işleriyle karıştırma-maya çalışıyoruz.” “Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse, hiçbir kimseyi; ne bir din, ne de bir mezhep kabulüne icbar edebilir (zorlayabilir). Din ve mezhep, hiçbir zaman politika aleti olarak kullanılamaz.” Bu sözler, onun dine saygısının ve laik anlayışının en açık kanıtıdır.

Atatürk, dine saygısı nedeniyle, dini bayram günlerini resmi tatil günleri arasına koydurmuştur. Halkın, kendi dinini daha iyi anlaması, tanıması için Kur’an’ın Türkçe’ye çevrilmesi; Camilerin ve din adamlarının bir devlet teşkilatı olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın gözetimi altında bulundurulması bu konudaki önemli işlerdir. Atatürk’ün anlayışına ve görüşüne göre din, din dışı birtakım safsata ve inançlardan arınmış olmalıdır. Gerçekte din adamı olmadıkları halde din adamı kılığına bürünmüş bilgisiz ve genellikle çıkarcı kişiler dini yozlaştırırlar, halkıdininden ederler.

Bu gibiler, kendi yanlış düşünce ve inançlarını kabul ettirerek toplumu gerçek din yolundan, uygarlık yolundan saptırırlar. Bunları önlemek ve bu gibilere fırsat vermemek en büyük görevdir. “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” adlı kitabın II. cildinde yer alan, onun bu konudaki görüşlerini bugünün diliyle söylemeye çalışalım: “Artık bizim, dinin gereklerini öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Analarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile, bize dinimizin esaslarını anlatmaya yeter. (Atatürk’ün S.D.II, s. 127)

Buna karşın, hafta tatili gibi hayırlı, akla ve dine uygun sorunlar hakkında, dine aykırıdır sözleriyle sizi kandıran ve karanlıkta bırakmaya çalışan kötü kişilere yüz vermeyin. Milletimizin içinde gerçek ve ciddi din bilginleri vardır. Milletimiz bu din bilginlerimizle övünmektedir.

Özellikle bizim dinimiz için elimizde ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uyduğunu kolayca değerlendirebilirsiniz. Hangi şey akla, mantığa, toplumun çıkarlarına uygunsa biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin çıkarlarına uygunsa kimseye sormayın. O şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uygun olduğu bir din olmasaydı en olgun ve son din olmazdı.” İşte, Atatürk, laikliği, dini ve Müslümanlığı böyle anlamış, böyle değerlendirmiştir. Atatürk, devrimlerinde “çağdaş uygarlık düzeyini aşma”yı göstermişti. Çağdaş uygarlık da bu dünyaya dönük olan, akılcı bir insanlık kültürünü geliştirme yolundadır. İnsan ancak bu dünyaya bağlanmakla, onu gerçek yurdu saymakla bu sürece yapıcı olarak katılabilir. Onun için Laiklik, Atatürk devrimlerinin can damarıdır.


“Ekonomik siyasetimizin önemli amaçlarından biri de genel çıkarlarımızı doğrudan doğruya ilgilendirecek kurumlar ve ekonomik girişimleri malî ve ilmî gücümüzün elverdiği ölçüde devletleştirmektir. Bu cümleden olarak, topraklarımızın altında terk edilmiş halde duran maden hazinelerini az zamanda işleterek, milletimizin yararına açık bulundurabilmek de bu yöntem ile gerçekleşir.” Mustafa Kemal Atatürk (01. 03.1922, T.B.M.M. 3. Oturum Konuşması)



Devletçilik;

Devletçilik ilkesi de, diğer Atatürk ilkeleri gibi Türkiye gerçeklerine dayanır. Bu ilkenin amacı da Türk toplumunun uygarlık, mutluluk ve refah düzeyini yükseltmektir. Bu amaca yönelirken batının bilim ve tekniğinden yararlanmayı kabul eder. Ama Türk’ün asıl ve ayırıcı nitelikleri, ruhu, karakteri bozulmayacak, zedelenmeyecektir. Bu yönüyle Atatürk ilkesi olan devletçilik, milliyetçiliğin, halkçılığın ve tam bağımsızlığın gerçekleşme koşulu ve garantisidir.

Atatürk bu ilkeyi şöyle açıklıyor: “Bizim, izlemeyi uygun gördüğümüz devletçilik ilkesi, bütün üretim ve dağıtım araçlarını fertlerden alarak milleti büsbütün başka esaslara göre düzenlemek amacı güden sosyalizm prensibine dayalı kolektivizm ya da komünizm gibi, özel ve kişisel iktisadi teşebbüs ve faaliyete meydan bırakmayan bir sistem değildir.

Türkiye’nin uyguladığı devletçilik sistemi, 19.yüzyıldan beri sosyalizm nazariyatçılarının ileri sürdükleri fikirlerden tercüme edilmiş bir sistem de değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye özgü bir sistemdir.” Böylece, Atatürk’ün devletçilik anlayışı, bugünkü Anayasamızda da öngörüldüğü gibi, karma ekonomiye dayanmaktadır. Sosyal devlet anlayışının açık ve belirgin bir görünüşüdür.

Bir toplumun kalkınması söz konusu olduğu zaman akla ilk gelen, o toplumun ekonomi bakımından gösterdiği gelişme, olur. Ekonomi bakımından gelişme ise, toplumun yapısına, olanaklarına, inanç ve gelenekleriyle, ihtiyaçlarına en uygun yolu tutmakla gerçekleşir. Bu gelişme, toplumun temel yapısını sarsmadan, ona başka toplumlar arasında başkalık kazandıran niteliklerini yitirmeden sağlanırsa işte bu gerçek kalkınma olur. Dünyada birçok toplumlar olup, bunların her birinin kendi ihtiyaç ve niteliklerine göre kabul ettikleri ekonomi düzenleri mevcuttur. Her biri,kendince, en iyi ve en kestirme yoldan nasıl kalkınacağını saptar, ona göre bir düzen kabul eder.


Devletçilik ilkesi, ekonomik bakımından kalkınma-da tutulacak yolu ve yöntemi belirleyen esaslardan biridir. Bu ilkeye göre, ferdin, yani vatandaşın kişisel etkinliği, ekonomide kalkınmanın asıl kaynağı olmalıdır. Ancak, milletin hayatında büyük önemi olup da ferdin yapamayacağı ya da yeterince yararlı ve çıkar sağlayıcı görmediği için yapmak istemediği işler devlet eli ve araçları ile yapılıp yürütülmelidir. Bir de, serbest rekabette, zayıfların kuvvetlilerle karşı karşıya kalmasından doğacak sakıncaları gidermek için de devlet düzenleyicilik görevi yapmalıdır.

Atatürk devrimlerinin temel ilkeleri arasında çok önemli bir yer tutan ve bugün en çok eleştirilen devletçilik ilkesine göre, Atatürk’ün ekonomi sistemi, Türkiye’nin gereksinimleri göz önünde tutularak geliştirilmiş planlı programlı bir ekonomi sistemidir; devletçiliği de az gelişmiş, özel girişimin gidemeyeceği bölgelere ve özel girişimin uzanamayacağı alanlara devletin girmesi demektir. Devletin bağımsızlığı, özgürlüğü sarsılmamak koşulu ile yabancı sermaye karşısında da değildir.

Ayrıca “Yurttaşlık Bilgileri” kitabında şunları söyler Atatürk; “Özet olarak bizim istediğimiz devletçilik, bireysel çalışma ve etkinliği temel ilkesaymakla birlikte, olabildiğince az zaman içinde ulusu refaha ve ülkeyi bayındırlığa eriştirmek için ulusun genel ve yüksek çıkarlarının gerektirdiği işlerde, özellikle ekonomik alanda devleti doğrudan doğruya ilgilendirmektir” Atatürk’ün devletçiliği kendine özgü bir devletçiliktir. Sosyalizm olmadığı gibi liberalizm de değildir; Türkiye’nin koşullarına ve gereksinimlerine uygun planlı, programlı bir ekonomi sistemi geliştirmiştir. Atatürk’ün devletçiliği sosyal devleti öngörür. Özellikle eğitim ve sağlık işleri devletin görevi içindedir.

Atatürk milli bağımsızlığın ekonomik bağımsızlığa dayanması gereğine inanmıştır. Bu nedenle milli bir ekonominin yaratılmasını istemektedir. Böyle bir ekonomi, yani milli ekonomi nasıl yaratılabilir? Elbettemilli güce ve milli sermayeye dayanmak yolu ile. İşte burada bir incelik beliriyor. Milli güç ve milli sermayenin milli ekonomiyi kuracak biçimde gelişmesine katkıda bulunacak bir yabancı sermaye de bize yararlı olabilir. Aksini düşünmenin, Atatürk’ün devletçilik anlayışı içinde yeri yoktur. Bu anlayışta Türk milletinin çıkar ve ihtiyaçları en önde gelir. Bu çıkar ve ihtiyaçlar için de her şeyden önce milli güç ve milli sermaye ile oluşacak milli ekonomi düşünülür. Ferdin gücü, sermayesi ve teşebbüsü de kalkınma etkinliği içinde yerini alır. Devlet özel teşebbüsün tam güvenlik ve özgürlük içinde çalışmasını sağlayacak önlemleri almakla görevlidir.


Türk Devletçiliği Türk milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçeklerine, olanaklarına dayanan bir devletçiliktir. Bu sistemde özel teşebbüse yer verilmiştir. Türk milletinin refahı öngörülmüştür. Türk Devletçiliğinin Komünizm, Sosyalizm, Marksizm gibi sistemlerle benzerliği ve ilişkisi yoktur. İşte Atatürk ilkesi olarak DEVLETÇİLİK, bu anlamda anlaşılmalı ve Türk Devletçiliğinde yabancı etki ve anlamlar aranmamalıdır.

Kurtuluş Savaşı bittiğinde Türk milleti son derece yorgun ve bitkindi. Ülkemizde sanayi kuruluşu sayılabilecek hemen hiçbir varlık yoktur. Kapitülasyonlar ve dış borçlar yüzünden millet ekonomik bağımsızlığını yitirmişti. Yeniden elde edebilmek için her şeyden önce temel ihtiyaç maddelerini üretebilecek sanayinin kurulması gerekiyordu. Devlet hazinesi boşalmıştı. Bu nedenle başlangıçta birkaç küçük askeri fabrika dışında bir işe girişilemedi. Kapitülasyonlar memlekette sermaye birikimini de engellemişti. Para dışarıya akmıştı. Sermaye olmadığı gibi uzman teknik adamlar da yoktu. Sanayii güçlendirmek ve teşvik için yasa çıkarıldı. Sanayi işleri ve kuruluşları kişilere bu yasa ile kredi olanakları sağlanıyordu, vergi kolaylıkları getiriliyordu.

Ancak, bu yasanın sağladığı büyük olanaklara karşılık özel sermaye işe girişmekte çekingen davranıyordu. Bu durgunlukta, 1929 yılında dünyanın geçirdiği büyük ekonomi bunalımının Türkiye’ye etkisi vardı.


Sonuç olarak, 1923-1930 döneminde Türk özel sermayesi tarafından yalnızca Uşak Şeker Fabrikası ile ufak çapta dokuma sanayii kurulabildi. Bunlar da, büyük ölçüde, devlet kredisi ve desteği ile meydana getirilebilmişti. Devlet özel kişileri olanca gücüyle desteklediği halde, istenilen sonuçlar elde edilemiyordu. Sanayileşmede gelişme sağlayabilmek için, artık başka bir yol tutmak zorunlu idi. İşte bu durum karşısında Türk Devrimi kendisine özgü “devletçilik sistemi”ni yarattı.

Devletçilik sistemine dönülmesinden itibaren yurdumuzda fabrika bacaları ardı ardına yükselmeye başladı. Yukarıda açıklanan esaslarına göre, devletçilik anlayışı ile 1939 yılına kadar geçen sürede Türkiye birçok sanayi işletmesine kavuştu. Bu işletmeler, devlet işletmeciliğinin yurdumuza kazandırdığı eserlerdi. Bunlar Türk milli sanayiinin çekirdeğini oluşturmuştur. Bunlarla ilgili uygulamalardan elde edilen sonuçlar, devletçilik ilkesinin yurdumuzun ve milletimizin gerçeklerine ne denli uygun olduğunu ortaya koymuştur.


Devrimcilik (İnkılapçılık)23;

Devrim kanunu, mevcut kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafalarımızdaki akımı boğmadıkça, başladığımız devrim ve yenilik bir an bile durmayacaktır. Bizden sonraki dönemlerde de böyle olacaktır.” (Mustafa Kemal Atatürk 1923) Devrimcilik, Atatürk'ün koyduğu en önemli ilkelerden biri. Atatürk diyor ki: "Uygarlık yolunda başarı yenileşmeye bağlıdır.

23 Devrim: Kısa zaman içinde meydana gelen önemli değişiklikler. Devrimcilik: Eski yaşam kurallarını değiştirip, yeni ve daha üstün bir yaşama şeklini kurma.


Atatürk ilkelerinin özünü, iyiye, güzele ve doğruya gitmek oluşturur. İnsana yakışan, insanca olan her şey bu özde yerini bulur. İnsanı öteki yaratıklardan ayıran nitelik akıl olduğu gibi, yaşamındaki sürekli gelişimdirde... Bu sürekli gelişim hareketi gerektirir. Duran şey gelişemez. İçinde bulunduğu durumu kabullenmek de bir duruştur. İnsan tabiatta her geçen gün bir başkayeninin ardındadır. Elindekiyle yetinmez. Bir başka yeniyi, bir başka güzeli ve bir başka doğruyu arar durur. Ona yakışan da budur. Yoksa en basit deyim ile, öteki yaratıklardan ne ayrılığı olurdu?

İnsanların oluşturduğu toplumlar da böyledir. Milletler hep aynı çağın koşulları içinde yaşamaya razı olsalar, yaşama güçlerini yitirirler. Nitekim tarih bu gibi milletlerin örnekleriyle doludur. Uygarlığın geliştirdiği çağ koşullarına uymayan ya da uyamayan milletler tarihin karanlıkları içinde yok olup gitmişlerdir.

Gene tarih bize gösteriyor ki Türk milleti, en eski çağlardan beri, hep iyinin, güzelin doğrunun ve yeninin arayıcısı olmuştur. Bu nedenlerledir ki Türk milleti yaşamını sürekli olarak sürdürmüştür. Öncelikle şunu belirtelim ki Türk’ün ruhunda “aramak” hep bir ateş gibi yanıp durmuştur. Bu ateş onu Asya’nın doğusundan Avrupa’nın batı ucuna, Afrika’nın ortalarına kadar koşturmuştur. O, bu ateşle birbiri ardı sıra gelen devletleri tarihe armağan etmiş, her çağda yeninin habercisi, müjdecisi olmuştur.

Bütün bu hareketleri yaparken içinde bulunduğu koşullardan sıyrılıp çağdaş uygarlık düzeyindeki yerini almıştır. Kendisine engel olan durumları ortadan kaldırmasını bildirmiştir. Ancak, ne zaman bunuyapmışsa, kısa ya da uzun süreli bunalımların içinde kalmıştır. Bu nedenledir ki Türk’e durmak hiçbir zaman yaraşmamıştır.

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine gelinceye kadar birçok olumsuz nedenler, koşullar ve etkenler yüzünden Türk toplumu duruklaştı. Çağlar değişiyor, Osmanlı toplum düzenindeki müesseseler değişmiyordu. Yeni çağın temsilcisi olan batı ülkelerinin uygarlıkta, bilim ve teknikte ilerleyişlerinden, Türk toplumuolarak, esinlenemiyorduk, yararlanamıyorduk.

Devrimcilik İlkesini Zorunlu Kılan Etkenler;

Yanlış oluşturulmuş bir din anlayışı bizi çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmaktan alıkoyuyordu. Her yeniliğe “gâvur icadı” ya da “şeytan işi” gözüyle bakar olmuştuk. Tılsımdan, üfürükten medet umuyorduk. Hastalarımızı doktora değil üfürükçüye götürüyorduk. Bu yüzden memleketimizde hekimlik mesleği de gelişememişti. Okullarımızda eğitim çağın gereklerine göre yapılmıyordu. Dünyanın tabak gibi düz olduğuna ve bir öküzün boynuzları üzerinde durduğuna inanılıyordu. Bilim ve teknikteki gelişme ve yeniliklerden habersiz bulunuyorduk.

Kılığımız çağın gereklerine uymuyordu. Bildiğimizle ve elimizde olanla yetiniyorduk. Hâlbuki batıda, insanoğlu her gün bir yeninin ardında koşar olmuştu. Bu nedenle Avrupa milletleri bilim ve teknikte durmadan ilerliyor, sanayileşiyor, toplumsal yaşamlarını da bu ilerleme ve sanayileşmenin gereklerine göre düzenleyip yeniliyorlardı. Biz onları izleme olanağından bile yoksun bulunuyorduk.


Yanlış inançlara ve hurafelere bağlılık, eğitimdeki gerilik ve ülkeyi yönetenlerin bilgisizlikleri sonucu olarak, dünyanın uygarlıkta ilerlemiş ve gelişmiş ülkelerindeki yenilikler yurdumuza giremiyor ya da çok gecikerek giriyordu. Türk toplumu önünü kesen ve kendini sürekli biçimde engelleyen geriliklerden, kötülük ve köhnelikten yakasını bir türlü kurtaramıyordu. Hangi adımı atsa ya da atmak istese önüne bunlar çıkıyordu. İnsanlığın uyanışında çağlar açanmatbaanın bizde gecikmesi bunların yüzündendi. Toplumsal yaşamımızdaki bütün kötülükleri yaratanlar bunlardı. Erkeği kadından, anasından, bacısından, kızından utandıran bunlardı. İyiyi, güzeli, doğruyu aramayı, araştırmayı önleyen bunlardı. Bunların dinle, Müslümanlıkla bir ilgisi yoktu, olamazdı. Onun için dinine çok saygılı olan Türk Toplumu bunlara boyun eğmek, her dediklerini yapar olmak durumunda kalmıştı. Bunların kötülüğü hem Türk toplumuna, hem de gerçek insanlık ve uygarlık dini olan Müslümanlığa idi.

İşte, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmak için bu engelleri aşmak gerekiyordu. Bu da ancak ve ancak devrimcilik ilkesinin aydınlatıcı ve atılım yaptırıcı özüne bağlı olmakla gerçekleşebilirdi. Devrimcilik Türk toplumunun gelişmesinde atılımcı bir davranış olmuştur. Bu toplum, yukarıdan beri anlatılmaya çalışan geri kalmışlık durumundan kurtulmak zorundaydı. Değişmeliydi. Bir çağdan bir çağa, bir durumdan başka bir duruma geçmeliydi. Nasıl olurdu bu? Elbette dışardan gelecek ve başkalarının itmesiyle gerçekleşecek bir davranışla olamazdı. Türk toplumunun kendi canlılığı ve kendi isteği, iradesi bunu yapabilir, oluşturabilirdi. Böylece toplumumuz ileri uygarlık düzeyinde hakkı olanyerini alabilirdi.

İşte Atatürk, devrimi bu anlamda anlamıştır. Devrim sözünü her zaman bu anlamda kullanmıştır. Onun devrimciliği başka milletlerin ya da liderlerin gerçekleştirdiği devrimlerden ayrılır. Öncelikle O Türk halkının devrimci ruhunu harekete getirmesini bilmiştir. Onun “Türk milleti her gün yeniden yeniye ve dikkatli tetkik olunmaya değeri olan bir cevherdir” sözü Türk’ün insan yapısındaki ayrıcalıkları görüş ve sezişindeki doğruluğun bir ifadesidir. Bu görüş ve sezişledir ki o cevheri işleme ve gerekli atılımları yaptırma olanağını bulmuştur. Bu yüzdendir ki Atatürk, devrimleri halka kolaylıkla inandırarak gerçekleştirilmiştir. O, ayağına zincir, başına dert olan eski ve tutucu kurumları değiştirirken, Türk halkının bu değişiklikleri benimseyip kabulleneceğini bilmiştir. Örneğin, saltanatın kaldırılıp cumhuriyet yönetimine geçiş böyle olmuştur, halifeliğin kaldırılıp laik yönetim anlayışının gerçekleştirilmesi böyle olmuştur.

Harf devrimi, şapka devrimi, tekke ve zaviyelerin kapatılması, milletlerarası takvim ve saatin kabul edilmesi, çağdaş anlayışa göre eğitim, tarih ve dil anlayışlarındaki değişme ve gelişmeler, kadınlarımıza tanınan haklar, hukuk anlayış ve düzenimizdeki yenilikler hep böyle olmuştur. Türk halkının ruhunda devrimcilik niteliği olmasaydı bütün bu devrimler kolaylıkla gerçekleşebilir miydi?

Şimdi bütün bunları gerçekleştirdik diye duracakmıyız? Her şey bitti mi? Elbette hayır. Atatürk, bu konuda ne diyor: “Devrimlerin temellerini her gün derinleştirmek, takviye etmek lazımdır.” Devrimin temellerini her gün derinleştirirsek, güçlendirirsek toplum hayatımızda yeni atılımlar, yeni gelişmeler elde ederiz. Çağın gerisinde kalmayız. Uygarlığın gidişine uyarız. Yok, böyle yapmazsak, yani devrimin temellerini her gün derinleştirip güçlendirmezsek neolur? Gene eski duruk ve tutucu duruma düşeriz. Ama dedik ya, Türk halkı devrimci ve ruhunda atılımcılık ateşi yanan bir halk olduğu için yeniden böyle bir duruma düşme olasılığı yoktur.


Devrimin gerçekleşme yolunu tuttuğu daha başlangıç yıllarında, 1924 yılında Atatürk: “Vatanın birliğini, özgürlüğünü ve bağımsızlığını sağlayan, milletimizi cumhuriyet yönetimine kavuşturan inkılabımız, ekonomik refah ve mutluluğumuzu, uygarlık âleminde bize yakışan yeri de sağlayacaktır” demişti. Bu sözlerin üzerinden uzun bir zaman geçti. Milletimizin o günkü durumu ile bu gününü bir karşılaştıralım. Neler olduğunu, Türk devrimlerle ve devrimcilik ruhu ile neleri yapıp gerçekleştirdiğini kolaylıkla görüp anlarız.

Atatürk’ün düşünce, davranış ve uygulamalarında çağdaşlaşma, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmanın önemi küçümsenemez. Türk Devriminin iyiyi, güzeli ve yararlı olan amaçları elde edebilmesi ancak devrimciatılımlarla onun ilkeleri yönünde hareket etmekle mümkündür. Bu nedenle “Devrimcilik” ilkesinin sürdürülmesi gerekir. Atatürk’ün yönlendirdiği Türk Devriminin, güçlendirilmesi, kökleştirilmesi ve daha da ileriye götürülmesi devrimci atılımlarla sağlanabilir. Atatürk’ün özellikle kendisi devrimci birkaraktere sahipti. Devrimcilikte en somut örnektir. Obütün hayatında buna bağlı kalmıştı ve şöyle bir hedefi işaret etmişti: “Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını bütünüyle çağdaş ve bütün anlam ve görünüşüyle uygar bir sosyal toplum haline ulaştırmaktır.” O halde Atatürkçülerin ana düşüncesi bu hedefi gerçekleştirmek ve bu yönde ilerlemektir.

Ancak bu alanda üzerinde özenle durulması gereken konu Atatürk ilkelerini saptırmamak, devrimcilik düşüncesiyle Atatürk ilkelerine aykırı düşünce, davranış ve uygulamalara itibar etmemektir.

Genelde, her devrimci atılımdan sonra olduğu gibi Atatürk'ün Cumhuriyeti kuruşundan ve ilk devrimleri yapışından sonra da bu eğilim, "yapılanı yeterli görme" biçiminde ülkemizde de ortaya çıkmıştır. Atatürk'ün ölümünden sonra, bu eğilimi bazı devrimcilerde daha belirgin biçimde görülmüştür. Bu kimseler; Atatürk sağlığında hangi devrimleri yaptıysa, Türkiye için gerekli devrimlerin onlardan ibaret olduğu düşüncesine kapılmışlardır. Oysa Atatürk gibi, devrimde süreklilik arayan, süreklilik aradığı içindir ki devrimciliği kalıcı bir ilke olarak benimseyen ve ilkeleri arasına alan ve bunu gençliğe emanet eden bir devrimci, 10 Kasım 1938'den sonra yaşasaydı elbette başlattığı devrimleri başka devrim ve çağa uygun yenilikçi hareketlerle bütünleştirip sürdürecek, daha ileri götürmek isteyecekti.

Atatürk devrimlerinin özellikleri;

Görülüyor ki Atatürk’e göre Türk Devrimi, Türk ulusunu geri bırakmış, yaşama olanağı olmayan kurumları temelinden yıkıp, yerlerine, ulusun en yüksek uygar gereksinimlerine göre ilerlemesini sağlayacak çağdaş kurumları koymak ve Türk ulusunu çağdaş uygarlık düzeyine çıkartmak için yapılan ani ve köklü değişimi anlatmaktadır. Türk Devrimi, teokratik devletten, ulusal-laik devlete geçiş ve ümmetten ulus yaratan, Türk toplumunun politik, ekonomik, toplumsal yapısının ve bireylerinin yaşam biçimini dünya görüşünü kökten ve ani değiştiren, Türkiye’yi çağdaşlaştıran bir harekettir.24


24 Ergün Aybars ( Prof. Dr.)-Ve Atatürkçülükten Günümüze

Tarihçi Arnold Toynbee, “...Biz batılıların dört yüz yılda kurduğumuz uygar kurumları Atatürk, ülkesinde dört yılda kurmayı başardı.” derken, Lord Kinross “Atatürk, Bir Ulusun Yeniden Doğuşu” kitabında, Modern Türkiye’nin Atatürk’ün önderliğinde doğuşunu anlatıyordu. Türkiye’nin siyasal, sosyal, ekonomik yapısı 1923-1928 yılları arasında köklü bir değişim geçirdi. Devrim mahkemeleri olan İstiklâl Mahkemeleri bu dönem içinde çalıştılar. Modernleşme ve demokrasi temelleri bütün imkânsızlıklara rağmen atılıyordu. Hatta faşizm, komünizm de batının bu değişiminin ürünü idi. Batı’da bu köklü değişim beş yüz yılda, aşağıdan yukarıya doğru olmuşken; Türkiye Batı’nın bu değişiminin dışında ve kendisi sömürge durumundayken varlığını sürdürebilmek çaresi olarak modernleşmeye önemli bir kırılma noktası olarak Tanzimat ile başlamıştır. Türkiye’deki bu değişim, kendi özel koşullarının bir sonucu olarak yukarıdan aşağıya doğru olmuştur. Türk Devrimi’nin örneğin Saltanat ve Hilâfet makamlarının kaldırılması, Cumhuriyet’in ilanı, laik kurumların getirilişi, basit zannedilen şapka giyilmesi, hafta tatili değişikliği referanduma sunulsa idi ne olacağını kestirmek hiç zor değildir diyen Niyazi Berkes (Cumhuriyet 28-31 Ocak 1979), “Halka rağmen, halk için” olmasının Türk Devrimi’nin başarılı bir özelliği ve gerçekçi bir yöntem olduğunu belirtmektedir.

Türkiye’nin yarı sömürge olmasına, on yıl savaş (Balkan, I. Dünya Savaşları ve Milli Mücadele 1912- 1922) sebebiyle, harap bir ülke hastalıklar, sosyal çöküntü, ümmet düzeyinde bir toplum, Ortaçağ kurumları ve gelenekleri ile yaşayan, Sanayi Devrimi’ni ve Rönesans’ı yaşamış bir toplum olmamasına rağmen demokrasiye, çok partili sisteme kendi iç dinamikleriyle geçebildiyse, bunun sebebi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk tarafından belirlenen dinamik idealinde görmek gerekir. Türk Devrimi, Türk toplumunun kapalı, ortaçağ tipi zirai bir toplum olmaktan, demokratik, sivil sanayi ve modern bir toplum olmaya, yani doğulu bir toplum olmaktan çıkartarak, çağdaş, batılı bir toplum olmaya, sömürge ülkesinden, ileri ve tam bağımsız bir ülke yapmaya yönelik kültür ve uygarlık değiştirme olayıdır. Türk Devriminin özünde yatan ve amaç olan ülkü, Atatürk’ün Türkiye’ye getirdiği “Çağdaş” devlet ve toplum olma kavramında yatmaktadır. Bunun için de kullanılan yöntem akıl ve ilmin ışığıdır.


Atatürk’ün dünya görüşünde ulusallıkla evrenselliği, ulusla insanlığı bütünselleştiren de bu kültür anlayışıdır. Uygarlık ve kültürü içi içe geçmiş kavramlar olarak gören Atatürk, Tanzimatın “Batının tekniğini alalım, kendi kültürümüz içinde kalalım” düşüncesinden temelden ayrılıyordu. Kültürü de içine alan uygarlık anlayışı ile Batı’ya yönelirken, çağdaş düşüncenin sonuçlarına değil, temellerine, kaynaklarına inmiş; uygar Batı’ya temel olan düşünüşe uzanmıştır. O da aklın kılavuzluğunda bilimsel düşünüştür. Atatürk, tek bir uygarlık olduğuna ve buna da ancak bilimle, bilimsel düşünüşle varılacağına inanıyordu. Bu nedenle de devrimin temelini düşünüşlerde devrim oluşturuyordu. Onun ereği, kültürü de içine alan bir uygarlık anlayışı ile dünya kültürüne, insanlık kültürüne katkıda bulunarak “çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmak”tır. Ulusal kültürün evrensel kültür temeli üzerinde gelişmesi ve onu daha ileri götürmesidir. 


Atatürk’ün düşüncesinde ve devriminde ulusallık büyük bir yer tutar. Ama onun ulusallığı ırkçı ya da şoven bir anlayışta değildir. Atatürk devrimi ulusal bir devrim olması yanında bir insanlık devrimidir aynı zamanda. Atatürk bütün halkın ve tüm ulusun kalkınmasını isteyen bir ulusçu idi. Bugün bütün aykırı savlara/karşı savlara karşın (çok kültürler-kültürlerin yan yana yaşaması gibi) teknolojinin ve iletişim araçlarının açtığı olanaklarla kültürler arasın-daki farklılıkların yavaş da olsa azaldığı ve bütün kültürlerin egemen bir modele göre biçimlenmeye başladığı söylenebilir. Bütün ortaya serilen kültürlerin farklılığı, çok kültürlerin varlığı bir şeyi değiştirmiyor: İlkin orta Avrupa’da gelişen, Batı kültürü dediğiniz çağdaş kültür evrenselleşmektedir. Atatürk bunu 70-80 yıl önce görmüştür ve bütün dünyaya örnek olmuştur. Son 200 yıllık dünya tarihi içinde üç büyük devrim yaşamıştır insanlık:
1789 Fransız Devrimi,
1917 Rus Devrimi,
1923 Türk Devrimi.
İlk ikisi birer sınıf devrimidir; biri orta sınıfın, öteki de işçi sınıfının. Oysa Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşen Türk Devrimi bir sınıf devrimi değil, gerçek anlamıyla bir halk devrimidir ve insanlık devrimidir aynı zamanda.25

25 Bedia Akarsu (Prof. Dr.), Değişen Dünya Değişen Değerler, Ekim 2003, Berlin

Atatürk devrimleri; aslında Tanzimat’tan bu yana Türk aydınlarını şiddetle uğraştıran temel bir soruya, “Türkiye nasıl kurtulur?” sorusuna verilmiş radikal (köktenci) bir cevaptır. Bu cevap, ömrünü yitirmiş, tarihsel nedenlerle dağılmaya yüz tutmuş imparatorluğun külleri ve yıkıntıları içinden yeni bir devlet, yenibir toplum ve yeni bir insan yaratarak Türklere kaybettiği kendine güven duygusunu yeniden aşılamak, halkın kırılmış gururunu, onurunu onarmak, uluslar toplumunda Türkiye’ye saygın bir yer sağlamak, Türk ulusunu her anlamıyla çağdaş bir düzeye ulaştırmak azmini yansıtmaktaydı.

Türk Devrimlerinin Amacı;

Türk Devrimi’nin amacı, hukuki yaşamı sona ermiş bir İmparatorluğun yerine çağdaş bir Türk Devleti kurmaktır. Devrim ise, sözcük anlamıyla altüst olma, ters dönme, yıkma, devirme, düzen bozma ve önceki durumundan başka bir biçime sokma demektir.


Hukuk dilinde devrim, ülkenin sosyal yaşamının ve kurumlarının, akılcı ve ölçülü kuramlarla, köklü biçimde yenileştirilmesi anlamına gelir.

Türk devrimlerinin ilkeleri, uygulamada ulusal düşünce, amaç ve gereksinimlere uygun esaslar koyarak yeni Türk Yönetimine ulusal kimlik ve öz yapı kazandırmıştır. Bu nedenle Atatürk İlkeleri olarak tanıdığımız bu esaslar geçerli olmuş, yaşam yeteneği kazanmış, yadırganmamış, yürütme ve gelişmede canlılığını korumuş, ulusun ruhuna işlemiştir. Yine bu özelliklerden ötürü Türk Devrimi, Türkiye sınırlarından tüm dünyayı etkilemiş, özellikle zulüm ve sömürüye uğramış toplumlarca benimsenmiş, onaylanmış ve uygulanarak onları özgürlüklerine kavuşturmuştur.

Türk Devrimleri’nin Evreleri;

Türk Devrimi’nin, üç evrede gerçekleştiği görülür:

  1. Düşünsel (fikri) Hazırlık Evresi,
  2. Eylem (Aksiyon) Evresi,
  3. Yeniden Düzenleme (Reform) Evresidir.
Bu evrelere kısaca göz attığımızda; Türk devrimini zorunlu kılan koşulların zorlaması sonucu düşünsel hazırlık evresiyle Eylem evresi karışmış ve birlikte sürdürülmüştür.

Düşünsel (fikri) Hazırlık Evresi:

Türk devrimlerinin dayandığı, batıdaki anlamda ideolojik ve teorik büyük bir hazırlık evresinin tam anlamıyla varlığı ileri sürülemez. Türk devrimi metodu itibariyle orijinaldir. Prensipler, olaylara etki etmekten çok olaylardan prensipler çıkarılmıştır.

Nasıl bir heykeltıraş tunçtan veya mermerden yapmaya karar verdiği eserinde son şeklini, çalışmasının başında görmüyor ve göremiyorsa; Türk milleti dedevriminin bütününü, başında yalnız yaratma, bir yeniye varma suretinde duymuş ve şekil meydana gelip eser ortaya çıkmaya başladıkça onu ruhundaki modele eşdeğer görerek memnun olmuş ve tatmin edilmiştir.


Atatürk devriminde önder düşüncenin, uygulamanın simgesi, Başkomutan ve Devlet Kurucu kimliği altında Mustafa Kemal’dir. Ne var ki o kişiliği ile yarattığı bu büyük yapıtı, her zaman, Türk ulusuna malederek bunu “Türk Devrimi” olarak adlandırmıştır. Devrim düşüncesi, Mustafa Kemal’de Okul sıralarında başlamış, 1905 yılında Şam’da kurduğu “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti” ile gelişmiş, yurdun parçalanmasına yönelik tarihsel olayların itmesiyle de kesin yönüyle belirlenmiştir.

I. Dünya Savaşı yenilgisi sonunda, Osmanlı Devleti’nin onayladığı Mondros Antlaşması’nın 7. ve 16. maddelerini kendi çıkarları doğrultusunda yorumlayan İtilaf Devletleri, kısa sürede Türk yurdunu işgale, Türk ordusunu dağıtmaya başlamışlardı.

Fransızlar Kilikya’yı, İngilizler İstanbul ve Çanakkale, Musul bölgesini ve Anadolu demiryollarını kontrolları altına almışlar, İtalyanlar da Antalya’ya çıkmışlar ve Güneybatı Anadolu’yu işgal etmişlerdi. Doğu Anadolu illeri, Ermenistan ve Kürdistan kurulmak üzere Rusya’ya verilmiş, ancak Rus İhtilali nedeniyle bu gerçekleştirilememişti. Osmanlı Devleti’nin,Anadolu dışındaki toprakları üzerinde yeni devletler oluşturulmuştu.


İşte bu korkunç yıkım, ulusu ve ülkesinin yazgısı üzerinde oynanan bu acımasız oyunları soğukkanlılıkla izleyen Mustafa Kemal Paşa, tarihsel yaşamı sona ermiş ve can çekişen bir imparatorluğu diriltme yerine, onun yıkıntıları üzerine yeni ve çağdaş bir devlet kurma yolunu daha akılcı bulmuştur. Bu yöndeki tasarıları uygulamak için en elverişli ortam Anadolu olabilirdi. Atatürk, İstanbul’da gerekli hazırlıklarını yaptıktan sonra, yola çıkmak için uygun fırsatı beklemiştir. Olaylar, istenilen doğrultuda gelişmiş, Samsun dolaylarında Türklerin, Rum köylerine saldırdıklarına dair bir İngiliz raporu ve buna dayanarak bir İngiliz protestosu gelmiştir. Zaten Osmanlı kabinesince tehlikeli görülen Mustafa Kemal Paşanın, İstanbul’dan uzaklaştırılması kararlaştırılmıştı. Samsun olayları, bu kararın uygulanması için iyi bir fırsat olarak kabul edilmişti. Bu suretle “9. Ordu Kıtaatı Müfettişi” olarak görevlendirilen Mustafa Kemal Paşanın 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a ayak basmasıyla Türk Devriminin Eylem Evresi başlamışoluyordu.


Türk Devriminin Eylem Evresi 19 Mayıs 1919 - 24 Temmuz 1923;

Türk Devrimi, bu sürede tüm nitelikleriyle ortaya çıkmış ve ihtilal şeklinde belirlenmiş oluyordu. Türk Devriminin bu evresi, öteki ihtilaller gibi kısa sürmemiştir. Çünkü ihtilalin karşısında, yıkılması amaçlanan Osmanlı Devleti’nden başka, ülkeyi haksız olarak kontrolleri altına alan, işgal eden yabancı güçlerin de yurt sınırlarından dışarı atılması zorunluluğu vardır. Bu nedenle ihtilal, bir patlama şeklinde olmamıştır.

Eylem evresi oluşum niteliği yönünden iki dönemde gerçekleşmiştir:

- Birinci Dönem:

19 Mayıs 1919 - 23 Nisan 1920’dir ki yeni devletin kuruluş süresini kapsar. Bu süre içinde, Milli Mücadele bilincinin yaratılması uğraşları yer alır. Havza tamimleri, düşmanla işbirliği kuran İstanbul Hükûmeti’nin baskısı nedeniyle Mustafa Kemal Paşa’nın askerlik görevinden istifası (8 Temmuz 1919) Türk ihtilalinin tarihi hareket noktasını, Türk devriminin gerekçe ve felsefesini belirleyen Erzurum Kongresi ve açış konuşması (23 Temmuz-7 Ağustos 1919) kararları, bu dönemin çok önemli noktalarıdır. Amasya görüşmeleri (20-22 Ekim 1919) ve protokolü, Sivas’ta komutanlarla varılan kararlar (16 Kasım1920), Heyeti Temsiliye’nin Ankara’da toplanması kararı (27 Aralık 1919), Osmanlı Meclisi Mebusan’ın son olarak toplanması ve Misaki Milli’yi kabul ve ilan etmesi (28 Ocak 1920) gibi aşamalar bu dönemin, ihtilalin başarısını sağlayan olaylardır.


Misaki Milli’nin ilanından sonra İstanbul İtilaf Kuvvetlerince işgal edilmiş, Kuvayı Milliye’nin red ve ilanı için İstanbul Hükûmeti’ne baskı yapılmış, bu isteklere duyarlı olan Damat Ferit Kabinesi kurdurulmuştur. Bundan sonra Halifenin fetvaları ve kışkırtmalarıyla Anadolu ayaklanmaları başlıyordu. Bu durumda dış ve iç düşmanları yok etmek, ulusal güçleri maddeten ve manen etkili hale getirmek amacıyla olağanüstü yetkilere sahip bir meclisinAnkara’da kurulmasına, ulusal egemenliğin her türlü baskıdan uzak, özgür, bağımsız bir mecliste toplanma-sına karar verilmiştir. Bu karar 22 Nisan 1920’de tüm illere ve komutanlıklara bildirilmiştir.



- İkinci Dönem:

23 Nisan 1920-24 Temmuz 1923’tür. Bu dönemde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılması, yeni devletin dünyadaki saygın yerini almasını sağlayan çalışmalarla İstanbul’daki sözde hükûmete ve işgal devletlerine karşı güçlü ve başarılı bir atılım yapmıştır, ancak ihtilal henüz bitmiş değildi. Sultanlık, halifelik kaldırılıncaya, işgal orduları yurttan atılıncaya kadar sürdürülmesi zorunludur. Seçimle gelmiş ulusal temsilcilerden kurulmasına karşın, o günün meclisinde bir “İhtilal Meclisi” karakteri vardır. Bu nitelik, Milli Mücadelenin bitimine kadar sürecektir.


Türk İstiklâl Savaşı zafere ulaştıktan, düşman güçler Anadolu’dan uzaklaştırıldıktan sonra, 24/25 Nisan 1920 gecesi Mustafa Kemal Paşa, devlet ve hükûmet başkanlığına seçilmiş, 2 Mayıs 1920’de 11 bakandan oluşan "İcra Vekilleri Heyeti" seçilmiş, İhtilal, sonuca ulaşmış ve "Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti" kurulmuştur. Yine, bu süre içinde içayaklanmalar da bastırılmıştır. 24 Temmuz 1924’te Lozan’da kazanılan siyasal zaferle bu evre tamamlanmış, Türk Devriminin “Yeniden Düzenleme” evresine girilmiştir

Yeniden Düzenleme Evresi:

Buraya kadar özetlenen eylemlerle ortadan kaldırılan Osmanlı düzeni yerine, Türk ulusunun ihtiyacı olan çağdaş düzenlemelerin yapılması, topluma yeni bir yön verilmesi çalışmaları "Türk Devriminin Yeniden Düzenleme” evresini oluşturur. Atatürk, 4 Haziran 1933 günü yaptığı bir konuşmada: "Türk ulusunu son yüzyıllarda geri bırakılmış olan kurumları yıkarak yerlerine, ulusun en yüksek, uygar gereklere göre ilerlemesini sağlayacak yeni kurumları koymuş olması zorunluğu"nu belirtirken aynı zamanda, devrimin gereklilik ilkesini de belirtmiş oluyordu.

Türk Devrimi’nin Kapsadığı Sahalar;

Türk devrimleri, bulunulan durumun gerekleri ve çağın koşullarına uygun olarak yer ve zamanı geldikçe aşağıdaki sahalarda yapılmıştır.
1-Siyasal alanda yapılan devrim ve gelişmeler
2-Hukuk alanında yapılan devrim ve gelişmeler
3-Eğitim alanında yapılan devrim ve gelişmeler
4-Ekonomik alanda yapılan devrim ve gelişmeler
5-Öteki sahalarda yapılan devrimler

Şimdi sırasıyla bu devrimleri inceleyelim:

Siyasal Sahadaki Devrimler:

İç sahada yapılan devrimler:

Saltanatın kaldırılması:

Padişahsız bir devletin olabileceğinin düşünülmediği bir ortam ve dönemde, devrimin şaşmaz kararı uygulanmış, 1 Kasım 1922 tarihinde Osmanlı Saltanatı’na son verilmiş, Türk şuurunun körletildiği altı yüzyıl yıllık Osmanlılık tutkusu ile savaşıma girişilmiş, yerine Türk Milliyetçiliği şuuru yerleştirilmiştir.

Cumhuriyetin İlanı:

23 Nisan 1920 günü Türkiye Büyük Millet Meclisince ulusal eğemenliğe dayanan yeni Türk Devleti’nin kurulması kararlaştırılmış, 29 Ekim 1923 günü yeni devletin şekli "Cumhuriyet" olarak ilan edilmiş, Devlet Başkanlığına da Mustafa Kemal Paşa seçilmiştir.

Halifeliğin Kaldırılması:

Laiklik ilkesini temel olarak alan bir devletin, 1400 yıllık şer’i kanunları atarak, mantık kurallarına aykırı yasa düzenini yıkarak yerine çağdaş uygar bir yasa düzeni getirmesi doğaldı. Nitekim 3 Mart 1924’te Modern Eğitim Kanunu getirilmiş, dinsel esaslara dayanan yönetimi elinde tutan Halifelik kurumu kaldırılmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk, bu hususu, bir söylevinde şöyle dile getirmektedir; 


“İşin garibi bazı arkadaşlardan, özellikle dışarıdan bana halifelik önerileri olmuştur. ‘Siz Halife Olunuz’ demişlerdir. Ben, bu önerileri daima gülerek yanıtladım. Halifelik, gereksiz hatta zararlı bir kurum haline gelmiştir. Bundan beklenen amaç gerçekleşmemiştir. Dünya Savaşı’nda gördük: Müslümanlar, Halife ordularına karşı savaştılar. Halife ordularını Suriye’de arkadan vuranlar olmuştur. Bunlar aynı Halife’ye yıllarca başkaldırmış ve bunları ortadan kaldırmak için gönderilen Türk askerlerini şehit etmişlerdir. Halifelik yararlı durumunu korusaydı Müslüman dünyasının buna sahip çıkmaları gerekirdi. Halifeliği ortadan kaldırdığımız günden bugüne kadar kimsenin bunu üstlenmemesi, Müslüman dünyasının halifesiz de yürüyeceğine ve yürümekte olduğuna en güzel örnek değil midir?”
30 Kasım 1925’te getirilen bir kanunla Türk toplum yaşamında birer baskı öğesi haline getirilmiş, çağdışı, boş inançların simgesi olan tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatılmış, tarikat, şeyhlik, evliyalık, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, falcılık, büyücülük, muskacılık gibi mensuplarına çıkar sağlama aracı olan uğraşlar yasaklanmıştır.

10 Nisan 1928’de Anayasa’daki “Türk Devleti’nin dini İslamdır.” hükmü kaldırılmış 1937 yılında yapılan bir değişiklikle de "Türk Devleti’nin” "laik” olduğu kaydı konmuştur.

Dış Siyasal İlişkilerde Gelişmeler:

Lozan Barış Antlaşmasından sonra, devletin dış sorunları, komşu ve öteki devletlerle karşılıklı ilişkilerin "Yurtta barış, dünyada barış" ilkesiyle çözümlenmesi yoluna gidilmiştir. Türk Ordusu, sürekli olarak güçlü, uyanık bulundurulmak suretiyle barış siyasasının başarıyla yürütülmesi ve uygulanması sağlanmıştır.


Bu dönemin siyasal reformları şöylece özetlenebilir.

Musul Sorunu:

Lozan Antlaşması’nda, Musul Sorunu çözümlene-memiş, Türk-İngiliz görüşmelerine bırakılmıştı. Türkordusunun, Musul üzerine yürüyeceğini sezinleyen İngiliz Hükûmeti, 12 Eylül 1924’te Hakkâri civarında Nasturi Ayaklanması’nı başlatmıştı. Bu ayaklanma Türk ordusunun müdahalesiyle bastırılmış ancakİngiliz siyasası, dünya kamuoyunu Türkiye karşısına çıkarmayı başarmıştı. Musul Sorunu böylece Uluslararası Kurul’a aktarılmıştı.


Yine İngiltere’nin ağır basmasıyla adı geçen kurul, Musul civaının Irak’a, Hakkâri civarının da Türkiye’ye bırakılmasına karar vermiştir. Bu haksız kararı tanımayan Türkiye ile İngiltere arasında savaş çıkmasından kuşkulanan İngiltere bu kez de Şeyh Sait Ayaklanması’nı çıkartmıştır. Bu ayaklanma bastırılmışsa da henüz I. Dünya ve İstiklal Savaşları sarsıntılarını giderememiş olan Türk ordusunun bu ayaklanmaların yarattığı tahribat nedeniyle yeni bir savaşa sokulması yoluna gidilmemiştir. Bu nedenle Musul sorunu, İngilizlerin yararına olarak onaylanmış, Musul bölgesi ise Irak’a bırakılmıştır.



Türk Yunan Anlaşmazlığı:

Lozan Antlaşması’yla sonraki görüşmelere bırakılan Türk-Rum Mübadele anlaşmazlığı 10 Haziran1930’da çözümlenmiş, 1954 yılına kadar Türk-Yunan İlişkileri dostça yürütülmüştür.

Balkan Antantı:

Türk-Yunan yakınlaşması, Balkan devletlerinde de olumlu etkiler yapmış, Faşist Almanya ve İtalya’nın saldırgan politikalarının da etkisiyle Balkan Devletleri arasında 17 Ekim 1933’te Türkiye-Romanya, 27 Kasım 1933’te Romanya-Yugoslavya, 9 Şubat 1934’te her üç devlet aralarında savunma antlaşmaları onaylanmıştır. Böylece, Balkan Antantı doğmuş, ancak Bulgaristan’ın antlaşmaya katılmaması, Romanya’nın Almanya’ya eğilim göstermesi Balkan Antantı’nı gereken güce eriştirememiştir.

Sadabat Paktı:

8 Temmuz 1937’de Türkiye, Irak ve Afganistan’ın katıldığı bir paktın onaylanması başarılmıştır. Bu antlaşmalarla Türkiye doğusunda ve batısında gerekli güvenceyi sağlamış, barışçı politikasının gerçekçiliğini dünyaya kanıtlamıştır.


Montreux Boğazlar Sözleşmesi:

Lozan Antlaşması, Boğazlar üzerinde Türk Egemenlik haklarını sınırlamıştı. Alman ve İtalya’nın silahlanma yarışı, Japonya’nın Cemiyeti Akvam’dan çekilmesi, bu topluluğun otoritesini zayıflatmış, dolayısıyla Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenlik hakkını kesinleştirme zorunluğuna itmişti. Böylece 20 Temmuz 1936’da imzalanan Boğazlar sözleşme-siyle bölgedeki sınırlamalar kaldırılmış, asker güvencesine kavuşturulması sağlanmıştır.

Hatay Sorunu:

Lozan Antlaşması’nda, Hatay Bölgesi, Fransız mandasına bırakılmıştı. Uzun süre Türk kamuoyunurahatsız eden bu durumu düzeltmek üzere Hatay’ın yazgısı üzerinde aktif bir politika uygulaması karalaştırıldı. Fransızlarla girişilen görüşmeler sırasında sınırında Hatay sınırında yığınak yapıldı.23 Haziran 1939’da onaylanan antlaşmayla Hatay halkının da isteğiyle Fransa, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını kabul etti. Bunun gibi akılcı siyasal girişimlerle bu dönemde Türk-Fransız ilişkileri geliştirilmiş ve verimli yakınlaşmalar sağlanmış, Türkiye "Milletler Cemiyeti"ne katılmıştır.


Hukuk Alanında Devrimler:

Osmanlı yönetiminde temel durumda olan dinsel hukuk sisteminin, Türk devrimiyle yıkılmasındansonra, laik devlet ilkelerine uygun bir hukuk sistemigetirilmiştir. Bu anlayışla 8 Mayıs 1926’da Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu getirilerek, kişi hak ve ilişkileri yönünden yurttaşın durumu çağdaş düzeye çıkarılmış, kadın-erkek eşitliği sağlanmış, tek kadınla evlenme zorunluğu konmuş, boşanma hakkı mahke-meye verilmiş, nikâhın devlet eliyle kıyılması sağlanmış, böylece aile, kötü uygulamanın yıkılmasın-dan kurtarılmıştır.

3 Nisan 1930 tarihli Belediye Kanunu’nun kabulüyle Türk kadınının belediye seçimlerine katılması, 1924 Anayasa’sının 10 ve 11. maddelerini değiştiren 5 Aralık 1934 Tarihli Kanunla da seçme ve seçilme hakkına kavuşturulması gerçekleştirilmiştir.

Miras konusunda, kız-erkek çocuklar arasındaki eşitlik sağlanmıştır.

1 Mart 1926 tarihli Ceza Kanunu’yla ceza hukuku, 29 Mayıs 1926 tarihli Ticaret Kanunu’yla ticaret veyargılama, icra ve iflas sorunları çağdaş düzeye getirilmiştir.


Eğitim Alanında Devrimler:

Osmanlı düşüncesine göre, dinsel esaslarla yürütülen eğitim düzeni, Türk Devriminin amaçlarına uygun ve çağın gerektirdiği bir sisteme kavuşturulmuştur.
3 Mart 1924’ te kabul edilen kanunla Türkiye’de eğitim birliği sağlanmış, eski dinsel eğitim kurumları kaldırılmıştır.

2 Mart 1926 tarihli bir kanunla eğitim öğretim işleri düzene kavuşturulmuş bu esaslara göre yüzlerce çağdaş okul ve öğretmen okulu açılmıştır.

20 Mayıs 1928 tarihli kanunla Arap rakamları atılmış, Latin rakamları kabul edilmiştir.

3 Kasım 1928 tarihli Kanunla Arap Alfabesi yerine yeni Türk Alfabesi kabul edilmiştir.

31 Mayıs 1933 tarihli kanunla İstanbul Üniversitesi kurulmuş "Darülfûnun" tarihe karışmıştır. 

1929 yılında başlayan Türk Tarihi ve Türk Yurdu çalışmaları sonunda "Türk Tarih Tetkik Cemiyeti" kurulmuş ve sonradan bu kurumun adı,"Türk Tarih Kurumu" olmuştur. Bu kurum, çalışmaları sonunda Türk Tarihinin, bilimsel olarak kökleri incelenmiş, gerçek yapısı ortaya çıkarılmış, Türklük ve Ata Yurdu hakkında gerçek tarih bilgileri dünya kamuoyuna duyurulmuştur.

12 Temmuz 1932’de kurulan “Türk Dil Kurumu”, bilimsel çalışmalarıyla ve Türk diline yerleşmiş olan yabancı dil kurallarının, sözcüklerin ve kalıpların atılmasını herkesin anlayacağı akademik Öztürkçenin oluşmasını sağlamıştır.
Bunlar gibi, güzel sanatlar, tiyatro, müzik ve buna benzer çeşitli alanlarda yapılan Kültür Devrimleriyle formlar getirilmiş, bu kollara ait okullar açılmış ve bu aşamalara ulaşılmıştır.

Ekonomik Alanda Devrimler:

Osmanlı İmparatorluğu döneminde, her on yılda bir açılan savaşların yıkıntısı, düzensiz yönetimin doğurduğu iç ayaklanmalar, toprak kayıpları, kapitülasyonlar plansız ve programsızlıklar gibi nedenlerle perişan duruma düşen devlet iktisadi yaşamı, özellikleI. Dünya ve Türk İstiklal Savaşları sonunda Türk toplumunu yıkmıştı.

Türk Devrimi, böyle bir ekonomik çözüntü ortamında gerçekleştiriliyordu. Atatürk’ün deyimiyle “Türk ekonomisinde de bir İstiklal Savaşı yapılması ve zafere ulaşılması” zorunluydu.


İşte bu amaçla 18 Şubat 1923 günü İzmir’de bir “İktisat Kongresi” düzenlendi. Alınan sonuca göre, aşağıdaki önlemler kararlaştırıldı:

  • Kredi kurumlarının düzenlenmesi,
  • Vergi sisteminde reform,
  • Ulaştırma sorununun çözümlenmesi,
  • İşçi yaşamlarının düzeltilmesi,
  • Topraksız çiftçiye toprak verilmesi,
  • Tarımın ilkel yöntem ve araçlardan kurtarılması,
  • Yeraltı zenginliklerinin saptanması ve işletilmesi,
  • Gümrüklerin sanayiciyi koruyacak şekilde düzenlenmesi,
  • İktisadi ve Ticari alanda düzenleyici kanunların çıkarılması,
Bu kararların ışığında girişilen çalışmalarla ekonomi alanında bir devrim sağlanmıştır. Ekonomik alanda aşağıdaki devrimler yapılmıştır:
  • 17 Şubat 1925 tarihli bir kanunla “Aşar” vergisi kaldırılmıştır.
  • 2 Haziran 1929 tarihli kanunla “Toprak Reformu” getirilmiştir.
  • Hayvancılık, ormancılık alanlarında geniş önlemler alınmış, tarımla ilgili okullar açılmıştır.
  • 28 Mayıs 1926 tarihli “Teşviki Sanayi Kanunu” ile şeker, dokuma fabrikaları kurulmuş, 1929 yılının uluslararası ekonomik buhranının olumsuz etkisi önlenmeye çalışılmıştır. 1937 yılında iktisadi devlet kurumları eliyle Gemlik’te ipek, İzmit’te kâğıt, Paşabahçe’de cam, Karabük’te demir çelik fabrikaları kurulmuş, yeraltı zenginlikleri saptanarak işletilmelerine başlanmıştır.
  • Yine bu dönemde 2048 kilometrelik demiryolu yapılmış, 1939 yılında ise 3000 kilometreye ulaştırılmıştır.
  • 29 Ağustos 1924’te Türkiye İş Bankası, 1930’da Merkez Bankası, 1937’de büyük işletmeler kurma amacıyla “Devletçilik İlkesi” kabul edilmiştir.

Diğer Devrimleri:

Laik ve uygar devletin oluşumunda çok etkili olan bu devrimler özetle şunlardır:

25 Ağustos 1929’da Atatürk’ün Kastamonu konuşmasıyla fes, takke, sarık, şalvar, çakşır, çarşaf peçe gibi giysiler yerine kasket, şapka ve uygar kadın ve erkek giysilerinin giyilmesi sağlanmıştır.

25 Kasım 1925 tarihli “Şapka Giyilmesi Hakkında Kanun”la 3 Aralık 1934’te din adamlarının kılıklarını belirleyen esaslar kabul edilmiştir. Böylece Türkiye’de kılık kıyafet karmaşıklığı önlenmiştir.

21 Haziran 1934 tarihli bir kanunla Soyadları kullanma zorunluğu getirilmiş, bu meyanda Mustafa Kemal’e Türkiye Büyük Millet Meclisince “Atatürk” soyadı verilmiştir.

26 Kasım 1934’te kabul edilen kanunla “Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey, “Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi” gibi sanlar kaldırılmış, yerlerine “Bay, Bayan”, “Paşa” yerine de “General, Amiral” deyimleri kabul edilmiştir.

İslam Peygamberi Muhammed’in Medine’ye göç ettiği günden başlayan Hicri ve Rumi Takvimler, 1926 yılında çıkarılan bir kanunla bırakılmış, uluslararası takvim kabul edilmiştir.

1931 yılında çıkarılan kanunla eski ağırlık ölçüleri (okka, batman, arşın, endaze vb.) değiştirilmiş metrik sisteme geçirilmiştir.
Bunlardan başka, Sağlık Bakanlığı kurularak sağlık kurumları geliştirilmiştir. Ayrıca Türk ordusun-da modernleştirme çalışmalarına başlanmıştır.




ALTINCI BÖLÜM


ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİNE 
KARŞI DEVRİM


“Biz, büyük bir devrim yaptık. Ülkeyi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Birçok eski kurumu yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak gerekir. Ulusun ve devrimin içeriden ve dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı korunması için, bütün ulusalcı ve cumhuriyetçi güçlerin bir yerde toplanması gerekir.” (AKDTYK, Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara, 1997, Cilt II, s.31)

Mustafa Kemal Atatürk


Ne yazık ki Atatürk’ün ölümünden ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra her şey yavaş yavaş değişmeye başladı; karşı-devrimciler 11 Kasım 1938’den başlayarak muhalefete geçtiler. Ama asıl bozulma 1946’dan sonra başladı ülkemizde. Köy Enstitüleri kapatılıp yerine İmam-Hatip Okulları açıldı. Lâik okullara zorunlu din dersi kondu. İlk ödünler başlamıştı böylece.

Değerli Bilim insanımız Bedia Akarsu’nun, “Karşı Devrim” konusundaki değerlendirmesi de anlamlıdır; 

“Aydınlama devriminin beşiği olan Fransa’da bile karşı devrimin soluğu ancak 100 yılda kesilebildi. Karşı devrimin bilinen olumsuz çabaları Türkiye’mizde belli bir hedefe ulaşılabilecek mi? Bizim de dayanmamız gereken bir 25 senemiz mi var?”
Karşı-devrimcilerin “beyaz ihtilal” dedikleri 1950 seçimi ile birlikte devrim karşıtları artık seslerini iyice yükseltmeye başladılar. “Plân değil, pilav istiyoruz” Demokrat Parti’nin sloganı idi. Devletin planlı ekonomisine karşı çıkanlar, özel girişim diye diye Türk ekonomisini altüst ettiler. Devlet eliyle sermaye yaratıldı. 1947’de Amerika’dan alınan Marshall yardımı da koşullu idi. Özel sermayeye kullandırılacaktı verilen bu dolarlar. Son yıllardaki özelleştirme sorunu da yağmalamaya dönüştü. Ekonomik yaşamımız trafikteki durumumuza döndü. Son 20-25 yılda Düşünce dünyamız da çok büyük yaralar aldı. “Yolunu bulup köşeyi dönme” yöntemi aydın sayılan kesimi de sardı. Karşı-devrimciliği ilericilik sananlar ortaya çıktı ve çoğalmaya başladı.26

26 Bedia Akarsu (Prof. Dr.), Değişen Dünya Değişen Değerler

Tarih boyunca bütün devrimleri karşı devrimler izlemiştir, tarih yine de ilerlemesini sürdürmüştür. Ama bizdeki bu karşı-devrimin de çok uzun sürdüğünü, çok büyük boyutlara eriştiğini de görmezlikten gelemeyiz. Kurtuluş Savaşı ile “Sevr Antlaşması”nı yırtıp atan, emperyalist ve kapitalist oyunları bozan, Yeni Dünya Düzeni’nin geçmişteki uygulamasını durduran Atatürk’e, Batı’nın düşman olması doğaldır. Doğal olmayan ise, kendi içimizdeki Atatürk düşmanlığıdır.


Bu süreç, Çetin Yetkin söylemiyle: “Günler kovaladıkça, yaşım ilerledikçe gördüm ki, Türkiye’de yaşanan karşı devrimin başlangıç gün ve saati, 10 Kasım 1938, 09.05’tir. Bu karşı devrimin ilk yılları, II. Dünya Savaşı’na denk geldiği için o günlerin ölüm-kalım kaygısı içinde, pek anlaşılmamıştı, anlayanlar da sesini duyuramamışlardı. Savaşın bitiminde ise, karşı devrim, demokrasi, çok partili düzen, demokratikleşme yaygaralarının arkasına ustaca gizlendi. Bu sürecin sonucu, Türkiye’nin emperyalizme teslim edilmesi olacaktı. Kısacası, bugünün Türkiye’sinde yaşanan tüm olumsuzlukların temeli Atatürk’ün öldüğü gün atılmaya başlandı ve 1945-1950 arasında da bu temel üzerine ülkemizin kara yazgısının taşları teker teker örüldü. Bugün artık çatısı kapanıyor. Eğer hâlâ bu çatının kiremitleri döşenirken, Türk bayrağını çatıya dikenler varsa ya adet yerini bulsun diyedir ya da o bayraklar, yurtsever Atatürkçülerin inançlı direnişleri yüzünden dalgalanmaktadır.” Kısaca, “Karşı Devrim”, Atatürk’ün ölümüyle beraber başlatılmış ve bugünlere gelinmiştir.27
27 Şevket Kemal, Türk ve Atatürk Düşmanlığının Tarihsel Kökenleri


Kamran İnan’ın “Türkiye’deki vatan hainlerinin sayısı iki yüz bini bulmaktadır.” sözü doğrulanırcasına, “mütareke aydınları” “Türkiye, Türklere bırakılmayacak kadar önemli bir ülke” deme cesaretini bile göstermektedir. Ancak, Batılı dostlarımız yerli işbirlikçiler ile beraber, ne yaparsa yapsınlar, ortadan kaldırılmak istenen “Türkiye ve Kemalist” ideoloji hâlâ ayaktadır, ayakta kalmaya da devam edecektir.
Günümüz koşullarına dek geçen süreçte “Karşı devrim” oluşumu ve gelişimini, Prof. Dr. Sina Akşin bakınız nasıl yorumlamakta;


“Karşı devrimin duraklarına, bir göz atalım. 1951’de Halkevleri ve Halk odalarının kapatılması… Bunlar devlete mal edildi. Aslında bunlar devletleştirilip, aynı fonksiyonu, aynı işlevi sürdürebilirlerdi. Hayır, öyle olmadı. Bu canım binalar, bu canım kuruluşlar alındı, belediye binası, tapu müdürlüğü aklınıza ne gelirse yapıldı. Kültür merkezi olma işlevlerine son verildi. Kitaplar dağıtıldı, ziyan edildi. Ondan sonraki sıra Köy Enstitüleri’nin kapatılmasıdır 1954 yılında. Görüyorsunuz ki bu iki olay, Türkiye’de gerçekten bir çeşit barbarlıktır. Bir kültür vandalizmidir. Ve Türkiye’yi geri götürmüştür. Bundan sonra Türkiye’deki siyasetçilerin hedefi yol, baraj, fabrika olmuştur. Kültür ikinci plana, kültür meseleleri de bir yana itilmiştir. Türkiye’deki kitap durumu felakettir. Ankara, İstanbul, İzmir dışında Türkiye bir kitap çölüdür. Yani gerilemiş durumdayız aslında. Tabii okuryazarlık Türkiye’de bir hayli gelişti. Ancak okuryazarlık tek başına hiçbir şey ifade etmiyor.”
Atatürk’çülüğün tekrar uyanmasını; Atatürkçülüğe karşı son 20 yılda yönetilmiş olan ağır eleştiri ve yergilere borçluyuz. O zamana değin Atatürk deyince Türklerin büyük çoğunluğunun yüreğini sevgi ve hayranlık dolduruyordu. Onun büyük bir insan, büyükbir Türk olduğunu güçlü bir biçimde duyumsuyorduk. Fakat konu üzerine fazla kafa yormuyorduk.

Atatürk’ü anlatmayı en çok şairler, ressamlar, besteciler, heykeltıraşlara bırakmış gibiydik. Sevgi ve hayranlığı, çünkü en iyi onlar anlatabiliyorlardı.



Oysa John Stuart Mill’in dediği gibi, kesinlikle doğru bile olsa, tartışılmayan bir düşünce zayıflamaya mahkûmdu. Atatürkçülüğün ne olduğunu anlaşılmadan, biz onu sevgi ve hayranlıkla boğmuştuk. Daha doğrusu, Atatürkçü bilincin uyanmasını engellemiştik. O denli çok katıksız sevgi ve hayranlık olmasaydı belki Atatürkçü bilinç daha erken oluşurdu. Yalnız şunu hemen belirteyim ki tarihte büyükçe akımların, devrimlerin sonradan anlaşılması olağandır. Rönesansın, aydınlanmanın ne olduğunu sonradan anlamıştır insanlar. Lale Devri adını yüz yıl sonra almıştır. Demek ki Atatürkçülüğün Atatürk’ten sonra anlaşılması olağandır. Benim söylemek istediğim, katıksız sevgi ve hayranlığın bu süreci belki daha fazla geciktirmiş olduğudur.

1980 öncesi Atatürk ve Atatürkçülük düşmanları yok muydu? Şüphesiz vardı. Ama bunların çok az, kıyıda köşede kalmış, yok olmayan mahkûm bir çeşit çılgınlar grubu olduğunu sanıyorduk. Sindikleri için güçsüz ve önemsiz görünüyorlardı. Meğer öyle değilmiş. Bunları 1950’den sonra gelişen dondurulmuş Atatürkçülük Modelini izleyen sağ iktidarlar besleyip semirtmiştir. Bir yandan da ABD’nin de özendirmesiyle gelişen sosyalist harekete (ABD ve yandaşlarına göre kısaca “komünizm”) karşı en iyi ilaç İslamiyet’tir düşüncesi yayıldı. Bu çerçevede ABD, Sovyet Rusya’ya karşı “yeşil kuşak” öğretisini geliştirdi. Müslüman ülkelerin oluşturduğu bu kuşak (Türkiye, İran, Afganistan, Pakistan) Rusya’nın güneye yayılmasını önleyecek ve belki Orta Asya’nın Türk Cumhuriyetlerini İslamiyet’i kullanarak Sovyetlere karşı etkileyecekti.


Yeşil kuşakçılığın Türkiye’de en ileri uygulaması 12 Eylül döneminde yaşandı. Camisiz köylere cami yapmak din derslerini Anayasa hükmüyle zorunlu kılmak, Türk-İslam sentezi diye resmi bir ideoloji dayatmaya çalışmak, Almanya’daki Türk imamlarının maaşlarının Suudilere ödetmek bu çabaların birer parçasıydı. Bu arada bu dincilik çabasının gizlemek için Evren aracıyla sıkı bir “Atatürkçülük” uygulandı. Evren sürekli olarak Atatürk’ten söz ediyordu. Ona göre “her taşın altından Atatürk çıkıyordu.” Üniversitelerde her sınıfa “Atatürk ilke ve inkılap tarihi” dersi kondu. Ama dersi namlı Atatürk düşmanları verebiliyordu. Bunca maskaralık karşısında Nadir Nadi patladı ve “Ben Atatürkçü Değilim” diye yazdı. Yani, bunlar Atatürkçüyse, ben değilim demek istiyordu. 12 Eylül Atatürkçülüğü gerçek Atatürkçüleri tiksindirdiği gibi, böyle bir fırsat kollayan bazı solumsu aydın çevreleri de harekete geçirdi. Atatürkçülüğe II. Cumhuriyetçiler, şeriatçılar, emperyalizm ittifakkurarak saldırdılar. Böylece o güne dek daha çok duygu düzeyinde kalmış olan Atatürkçülük, bir bilinç düzeyine yükseldi. Sayıları yüzleri bulan Atatürkçü Düşünce Derneği şubeleri açıldı.


Kısmi karşı-devrimin oluşturduğu ve 1950- 1997 arasında egemen olan Dondurulmuş Atatürkçülük Modelinin (DAM) özelliklerini sıralayalım:

1-DAM Atatürkçü bütünsel kalkınma yerine maddi kalkınma siyasetini uygular. Yani, yatırımlar, kaynaklar öncelikle yol-baraj-fabrika gibi konularda akıtılır, kültür-eğitim-bilim-felsefe-insan hakları gibi konular savsaklanır. Bir ülkede insanları yurttaş değil de kul olmaları, yalnız o ülkenin feodal-geleneksel egemensınıfın çıkarlarına değildir. Aynı zamanda emperyalizmin de çıkarlarınadır. Örnegin, İngiltere, kendinden on kat fazla olan Hindistan’ı belki 40-50 racayı elde ederek parmağında oynatabilmiştir.

2-DAM’da Atatürk döneminin hukuk ve devlet yapısı, Köy Enstitüleri ve Halkevleri dışında eğitim kurumları korunur. Ama aydınlanma devriminden, bütünsel kalkınmadan vazgeçmiştir. Atatürkçülük tümüyle aykırı olan bu durumu gizlemek için tantanalı bir Tören Atatürkçülüğü uygulanır. İlgili yıldönümleri hararetle kutlanır, Atatürk’ün resmi, büstü, adı her yere konur. Dünyanın en büyük iki yüzlülüklerinden biridir.

3- DAM’da oy almak için şeriatçılara göz kırpılır, tarikat şeyhleriyle pazarlığa oturulur. Bir tarikat, buyruğundaki on binlerce oyu bir DAM partisine verecektir. Ama bunun karşılığında, iktidara gelindiğinde müritlerinin işe alınmasını, kimilerinin milletvekiliyapılmalarını, daha çok imam hatip okulunun açılmasını, tarikat etkinliklerine göz yumulmasını, zorunlu eğitimin nitelikli ya da 8 yıl olmamasını, ileri derecede bir sol düşmanlığı yapılmasını ister.

4-DAM’da kökeni dar gelirli olan devletadamlarının genellikle çok zenginleştikleri görülür. Önceleri zenginlikleri daha yavaş ve ulusal çapta oluyordu. Sonradan zenginleşme hızı arttı ve uluslararası çapta zengin olmaya başladılar.

5-DAM’da oy avcılığının bir yolu şeriatçılarla anlaşmak ya da onlara şirin görünmekse ikincisi de popülist siyasetlerdir. Buna göre, örneğin, taban fiyatları gereğinden çok yüksek tutulur, ekonomiyi geliştirecek yatırımlar yerine, oy getirecek yatırımlar yapılır.

Bazen İnönü’yü anlamakta zorluk çekiyorum. Uzun dönemde bakınca çelişkiler yumağı. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra demokrasiyi geliştirmek gereğini Kastamonu Kongresi söylevinde ve İstanbul Üniversitesinde açıkladıktan sonra, kendini Kurultay tarafından “Değişmez Genel Başkan” yaptırıyor ve herkesin kendisine “Milli Şef” demesine izin veriyordu.

Yıllarca Atatürk’ün başarılı Başbakanı olarak Halkevleri örgütünün temelleri atılan ama onun döneminde geliştirilen görkemli Köy Enstitüleri tasarısını yürüttü. Hasan Ali Yücel ile birlikte çok parlak bir hümanizm ve aydınlanma atılımına öncülük etti. Fakat 1946’da 8 yıl birlikte çalıştığı Yücel’e sırtını döndü ve 27 Mayıs’tan sonra dahi ona yakınlık göstermedi. Sanırım bu yüzden Yücel kalbi kırık öldü, çünkü 27 Mayıs onda eski günlere dönme umudu uyandırmıştı. Halkevleri kapatılırken çok yerinde, vurucu sözleri var İnönü’nün, ama bir daha bu konuya değinmiyor. Köy Enstitüleri kapatılırken ondan bir itiraz yükselmiyor gördüğüm kadarıyla. 1945’e değin tutkulu bir aydınlanma önderi, 1945’ten sonra ise kendini tümüyle çok partili dizgenin başarısına adamış bir cesur savaşçı. Sanki iki apayrı İsmet İnönü var. Oysa bu iki rolü pekâlâ bağdaştırabilirdi diye düşünüyorum.

Karşı devrime yönelik yaklaşımı inanç yönünden ortaya koymaya çalışan düşün insanı Yaşar Nuri Öztürk’ün konuyu ortaya koyuşuna bir göz atalım:28

28 Yaşar Nuri Öztürk (Prof. Dr.), Allah İle Aldatmak


“ABD’nin Türkiye’de İslam meselesine el atmasının tarihi 1940’lara gider. Atatürk ölür ölmez işe hemen el koydular ve 1940’ların sonlarına doğru İnönü’nün mukavemetini kırdılar. Türkiye’de ABD lehine ve Türkiye aleyhine İslam-din tezgâhı kurulmasına yâni ülkenin Allah ile aldatılma sürecinin faal hale gelmesine ilk geçit veren İsmet İnönü’dür.”

Cengiz Özakıncı şöyle bir değerlendirme yapıyor: 


Atatürk döneminin dinsiz, Tanrı tanımaz, kâfir, komünist olduğu iddiası Siyasal İslamcıların, ABD’nin Türkiye’ye girdiği yıl başlattıkları ve bugüne kadar kesintisiz biçimde sürdürdükleri yüz kızartıcı bir yalandı. Atatürk döneminde din özgür fakat dininsiyasete alet edilmesi yasaktı. Türkiye ABD güdümüne girince, siyasal İslamcılık ve dinin siyasete, ticarete aletedilmesi serbest bırakıldı. ‘Çocuklara okullarda dindersi verilmiyordu, şimdi din dersleri koyacağız’ diyenler yalan söylüyorlardı. Yapmak istedikleri, Atatürk döneminde okutulan din dersi kitaplarını ortadan kaldırıp yerine Amerika’nın ve Amerikan işbirlikçisi Siyasal İslamcıların işine yarayacak biçimde yeniden yazdırılacak başka din dersi kitapları koymaktı.”

1948 yılında İsmet İnönü’nün Millî Eğitim Bakanı, ilkokullarda okutulmak üzere “Müslüman Çocuğunun Din Kitabı” adıyla bir ders kitabı yayınlayacak ve böylece ABD yardımlarını sürmesi sağlanacaktır. Gel gelelim, bu kitap Atatürk döneminde okutulan din dersi kitabının tersine, çocukları tarikatların ve hurafelerin tutsağına dönüştürücü nitelikte olduğu için şimşekleri üzerine çekti. Öyle ki dönemin en katı İslamcı yayın organı olan Sebilürreşad bile, CHP’nin yazdırdığı bu yeni kitabı tarikatçılıkla suçluyordu. Amerika dinsel aydınlanma istemiyordu, tersine, kendisine bağlı İslamcıların buyruklarına boyun eğerek ABD’nin istediği her yere savaş için koşacak ve niçin gidiyorum diye sormayacak kuşaklar yetiştirilmesini istiyordu.”

1950’li yıllarda ABD, din istismarının şampiyonu olan Demokrat Parti ve Menderes kadrosunukullanarak İslam meselesine fiilen el koymaya başladı. ABD, Türkiye’deki Amerikan okullarının 1930’lu yıllarda Atatürk tarafından kapatılmasının intikamını, 1950’li yıllarda Atatürk’e söven imamlar yetiştirilmesini destekleyerek alıyordu. “Din üzerinden Amerikancılık”, 1960’lı yıllarda İslam’a hizmetle Amerika’ya hizmeti eşitleyen ABD İslamcılarını köşe başlarına oturtmaya başlamıştı.

Gerekçe hazırdı: Komünizme karşı çıkmak, Allahsız Rusya tehdidini aşmak.

Türk düşmanlarından biri olan Amiral Calthorpe’un yardımcısı Amiral Webb, İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı 19 Ocak 1919 tarihli raporda şöylediyordu: “Halife elimizin altında bulunduğu sürece, İslam dünyasında bir denetleme aracına sahibizdemektir. Halife-pâdişah (Vahdettin) bizi buraya(İstanbul’a) yerleştirmek istiyor.” İşte emperyalist- lerin halife isteminin arka planı. Hıyanetin baş yılanı ve Allah’ı İngiltere’yle eş değerde tutan Damat Ferit, aynı yılın 5 Mart’ında yüksek komiserlik danışmanı Hohler’e şunu yazma alçaklığını gösteriyordu: “Bütün umudumuz Allah’ta ve İngiltere’de. İstediğiniz herkesi tutuklamaya hazırım.”

1922 yılı Haziran ayında Kurtuluş’un gerçekleşme noktasına geldiğinin görüldüğü günlerin İstanbul’unda Pera Palas’ta karargâh kurmuş emperyalist komutan Yüzbaşı Amstrong’a, Şehzade Sami eliyle Pâdişah Vahdettin’in bir mesajı iletilir. ‘Türklerin Padişahı ve Müslümanların Halifesi’ unvanını taşıyan Vahdettin’in, emperyalist subaya yakarması şu utanç verici satırlardan oluşuyor: “Mustafa Kemal ve arkadaşları ihtilalcidirler. Bunlar sizin ve benim düşmanlarımdır.Asidirler. Osmanlı’yı yalnız siz kurtarabilirsiniz. Ben sizin dostunuzum. Ne isterseniz size vermeye hazırım. Hâlbuki siz Ankara’dan bir şey alamazsınız. İsterseniz saltanatı ve hilafeti kurtarabilirsiniz. Bana yardım için 4 milyon sterlin borç veriniz. Size mal vererek bu borcu öderim. Ankara’yı tanımayın, barışı benimle yapın. Propaganda yapmam için uçak, adamlarımı korumam için bir savaş gemisi verin. Bursa’ya gider herkesi etrafıma toplarım. Halk benim davetime koşar. Boğazları açık tutarım. Halife olarak sizin lehinizde çalışırım. Çünkü siz müminlerin savunucususunuz. Onlar da size bağlı uyruklar olarak kalacaklardır. Ankara’dakiler katil adamlardır. Moskova’nın tesiri altındadırlar.”

 


Diğer değerli bir Bilim İnsanı Prof. Dr. Alpaslan Işıklı ise Atatürk’ün emanetlerinin ve ilkelerinin bu kadar yaygın ve ağır ölçülerde çiğnendiği ve bu yöndeki tutumun böylesine resmi bir çerçeve içinde yürütüldüğünün görülmediğini “Kemalizm’in Çelişkisi” adlı yapıtında vurgulayarak, bu karşı devrimin yoğunluğunun 12 Eylül 1980’den sonra arttığının altını çizmektedir. Devamla: Kemalizm’in demokrasi ile çelişkili görüşünde olanlar, yalnızca “numaracı cumhuriyetçiler” gibi açıkça Kemalizm karşıtlığı sergileyenler değildir. Kendilerini Kemalizm safında gören veya gösteren bazıları da Kemalizm’in gerçek başarısını temelinde demokrasi kurallarına ve hatta baskıcı bir yönetimin ve bununla uyumlu bazı yöntemlerin bulunduğu görüşündedir.29

29 Sina Akşin (Prof. Dr.), Devrim ve Karşı Devrim

Bunların birinci grupta olanlarına göre;

Ülkenin demokratikleşmesi için Atatürk’ün aşılması gerekir. Elbette ki her tarihsel ve toplumsal gerçeklik gibi Atatürk’ün aşılmasında da yargılanacak bir yan yoktur. Nitekim Kemalizm’in bizzat kendisi de “devrimcilik” (inkılapçılık) ilkesini benimsemek suretiyle, bir anlamda, aşılabilir olmanın ötesinde aşılması gerektiğini ortaya koymuştur. Ancak, Kemalizm’i temel alarak daha ileri hedeflere yönelmek başka şeydir. Kemalizmin kazanımlarını yıkmaya çalışmak ise bambaşka bir şeydir ve günümüzde “Atatürk’ü aşmak” iddiasıyla ortaya çıkmış olanlar, daha çok bu anlayışta olanlardır. Ne pahasına olursa olsun “Atatürk’ü aşmak” (daha doğrusu Atatürk’ten kurtulmak) amaçları için, Marksizm dönekleriyle Özal, Said Nursi, Apo gibi çok değişik isimlerin yandaşlarının sarmaş dolaş göründükleri bir tablo oluşuvermiştir.

İkinci grupta olanlar ise;

Kemalizm’in başarısının antidemokratik oluşundan kaynaklandığı görüşünde oldukları için, bugün de Kemalizme karşı kabaran oluşumların hakkından gelebilmekte geçerli olabilecek yolun “birkaç kişiyi sallandırmak” gibi yöntemlere başvurmaktan ibaret olduğunu savunurlar. Bu anlayış, Atatürkçülüğü, 12Mart ve 12 Eylül rejimlerine kılıf yapmaya kalkmış olanların tutumlarında ifadesini bulmuştur.

Kemalizm’in demokratikleşme süreci ile çeliştiğine dair yargılar, II. Dünya Savaşı sonrasında çok partili rejimin kurulmasından sonra başlayan dönemde Atatürk devrimlerinden tavizler verilmiş olması gözlemine dayanmaktadır. Gerçekten de Arapça ezana bu dönemde dönülmüş, Köy Enstitüleri bu dönemde kapanmış, Arapça metinleri anlamadan ezberlemekten ibaret, din eğitimi adı altında körpe beyinleri tahrip etmeye yönelik uygulamalar vs. bu dönemde başlamış; bu sürecin sonundadır ki Mercümekler, Mezarcılar, Ali Kalkancılar, Şevki Yılmazlar dönemine gelinmiştir.

Bunun gibi, II. Dünya Savaşı sonrasında yeni bir ivme kazanan demokratikleşme süreci, kendisi eş zamanlı olarak başlayan Kemalizm karşıtı akımların ve oluşumların sorumlusu olarak göstermenin geçerli hiçbir nedeni bulunmamaktadır.


12 Eylül, Atatürk döneminde temelleri atılmış olan demokratik ve çağdaş üniversite üzerine çok ağır bir darbe teşkil eden YÖK’ü getirmiştir. Atatürk zamanında Nazizmin baskısından kaçan yabancı bilim adamları Türk üniversitelerinde sığınak bulmuş; 12 Eylül döneminde ise binlerce Türk bilim adamları üniversitelerden uzaklaştırılmış veya ayrılmak zorunda bırakılmıştır. 12 Eylül, Atatürk’ün başlattığı bağımsızlıkçı ulusal ekonomi politikasının sonu olmuştur.

Atatürk, kapitülasyonlara son vermiş; 12 Eylül ise, devlet teşebbüslerini “devletten alıp halka verme” adı altında iç ve özellikle de dış çıkar çevrelerine dağıtmaktan ibaret bir özelleştirme programının koşullarını hazırlamıştır. Ekonomik politikadaki bu dönüşümlere koşut olarak Atatürk’ün bağımsızlıkçı ve kişilikli dış politika ilkesi derin yaralar alınmıştır. Küreselleşmeciler çok iyi görmüşlerdir ki Kemalizm’in özü olan “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” ilkesini yok etmeden “Egemenlik kayıtsız şartsız uluslararası sermayenindir” doğrultusundaki planların hayata geçirmek olanağı yoktur.

Küreselleşme çığırtkanlarının ulusal devleti bir “dinozor” olarak ilan etme ve tarihin karanlığına gömme çabalarının ciddiyeti de asıl burada kendisini göstermektedir. Çünkü ulusal devletin yıkılması, eğer sağlanabilirse, aynı zamanda demokrasiye indirilmiş bir darbe olacaktır.


Evrensel düzeyde Keynesçiliği tahtından indirmiş, “devleti küçültmek” doğrultusunda çığlıklar atarak kamu girişimciliğine ve sosyal devlete karşı bir savaş başlatılmış bulunan küreselleşmeciler, bu konuda da karşılarında Kemalizm’i buluyorlardı. Küreselleşmenin kaçınılmaz uzantısını oluşturan özelleştirmeden tutunuz, parasız eğitime karşı sürdürülen kampanyalara kadar, küreselleşmenin ayrılmaz sonuçlarını oluşturan her ters adım, ister istemez Kemalizmin kazanımlarını tahribe yöneliyor; dolayısıyla, temelinde Kemalizm ruhunun yattığı engellere çarpması kaçınılmaz oluyor. Nitekim Tansu Hanımın 5 Nisan 1995 tarihli kararlarını ilan ederken “son sosyalist devleti de yıktık” sözlerinde ifade edilen de Kemalizm’in sosyal devlet doğrultusunda sağladığı, cılız, fakat anlamlı bazı kazanımlardır.


1973'de, Prof. Cavit Orhan Tütengil, Cumhuriyet'in 50. yıldönümünde "Atatürkçü düşünce ve eylem açısından bugünkü durum nedir ve ne olması gerekir?” sorusuna karşılık şunları söylemiştir: “Durumu saptayabilmek için; bir kumaşın iki yüzü gibi olmasıgereken düşünce ve eylem ikiliğinden yola çıkabiliriz. Görünen odur ki, geçen yılların ‘Türk devrimini’ bölmeye yönelen çabalarından sonra şimdi de sıra, çarpıtılmış düşünce/eylem temeli üzerine kurulu Atatürkçülüklere gelip dayanmıştır. Bir yandan kendieylemlerine uygun düşen Atatürkçü düşünce imalcilerine; öte yandan da Atatürkçü düşünce ile ilgisi bulunmayan anlayışlara dayalı sözüm ona Atatürkçü eylemlere sık sık rastlamamızın kökeninde bu çarpıtılmışlık yatmaktadır.

Bütün bu olup bitenlerin kökeninde ise, Atatürk'ü “olduğu gibi” kabul etmek yerine, küçük büyük çıkarlar uğruna ve kendimize göre, olması gereken bir Atatürk görüntüsü yaratmak isteği vardır. Sonuç olarak herkesin Atatürkçü olduğu, türlü çeşitli Atatürkçülüklerin kol gezdiği bir dönem yaşıyoruz.

Öz yitirilince ortada biçim kalıyor, daha doğrusu, biçim öne geçerek öz'ü arka plana itiyor. Bundan da kocaman bir biçimsellik doğuyor. Bize bir efsane kahramanı gibi görünse de Mustafa Kemal Atatürk’ün 1881-1938 yıllarını kapsayan bir yaşamı, savaşçı ve devrimci karakterini oluşturan, birbirinden ayrılması imkânsız, düşünce ve eylemleri vardır. Düşüncelerini ve eylemlerini kendi açısından açıklamasını basılı kitaplardan öğrenmek zor değildir. Şu halde Atatürk'e ulaşmak hiç de güç değildir. Önemli olan, Gazali'ninkörleri gibi fili bir yanından yakalayıp tutarsız ve dayanaksız sonuçlara varmak yerine, bütün'ü olduğu gibi kavramaktır.


Mustafa Kemal’i militarist gören Avrupa Birliği cahillerine de bir sözüm var;

Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk’ün bir asker olduğunu herkes bilir. Nevar ki son yıllarda, üyesi olmak için yapmadığımız soytarılık kalmayan sözde “medeniyet projesi” (!)

AB’nin etkili ve yetkililerinden, Mustafa Kemal’in sadece bir asker değil, aynı zamanda bir militarist (!)olduğunu da öğrendik!

Kemalizm’in Türkiye’nin demokratikleşmesi ve uygarlaşması önündeki en büyük engel olduğunu, daha Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren ordunun siyasalhayat içinde önemli bir rol ve etkiye sahip kılındığını,Türkiye uzmanı olduğunu iddia eden AB yetkilileri, her fırsatta dile getirdiler ve ruhunu esir gibi pazara çıkarmış “mütareke medyası” da bu “incileri” Türkiye kamuoyuna taşıdı.

Örneğin Avrupa Parlamentosu Üyesi ArieOostlander, 12 Mart 2003'te Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komitesi'ne sunduğu yıllık rapor taslağında şunları söylemekteydi; “Türk devletinin temel felsefesi olan Kemalizm, Türk devletinin bütünlüğüne yönelik ölçüsüz bir endişe kaynağı oluyor. Kemalizm, Türk kültürünün ve milliyetçiliğinin homojenliği üzerinde duruyor. Devletçilik, ordunun güçlü rolü, dine karşı çok katı bir tavır gibi yaklaşımlara öncelik veren Kemalizm feslefesi, Türkiye’nin AB’ye katılımına köstek oluşturuyor ”Oostlander’den yaklaşık bir yıl sonra da AB’nin Türkiye Daimi Temsilciliği, AB Dış İlişkiler Komiseri Chris Patten, ilginç bir Mustafa Kemal değerlendirmesi yapıyordu. Patten’e göre Mustafa Kemal, Türkiye’de derin devletin kurucusu idi! Patten, “Atatürk’ün etnik ve dini azınlıkları bölücü unsurlar olarak gördüğünü ve ordunun, siyasi hayatta çok önemli bir rol üstlenmesini sağladığını...” söylüyordu! (26.5.2004, Günlük Basın)

Mustafa Kemal’in “Savaş zorunlu ve hayati olmalı... Ancak millet hayati tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir.” (16 Mart 1923) şeklindeki görüşlerine rağmen, ne yazık ki Türk kamuoyunun büyük bir kısmı, AB yetkililerinin bu sözde tespitlerini üyelik muzuna ulaşabilme hayali ile içine sindirdi!

Oysa Kemalist dönemde “ordunun güçlü rolü” ve Mustafa Kemal’in “ordunun siyasi hayatta çok önemlibir rol üstlenmesini” nasıl gerçekleştirdiği konusu üzerinde düşünülmeye değerdir. Zira tarih, Avrupa’da II. Dünya Savaşı gibi bir insanlık dramının yaşanmasına yol açacak olan, militarist rejimlerin ve diktatörlüklerin yükselişe geçtiği bir dönemde, Atatürk Türkiye’sinde tam aksi bir eğilimin geçerli olduğunu göstermektedir. 9 Eylül 1922’de Mustafa Kemal’in tüm Türk ulusu ve Türk ordusu üzerindeki saygınlığının en üst noktada olduğu açık bir tarihi gerçektir. Dört yıldır süregelen emperyalist işgal, zaferle sonuçlanan bir bağımsızlık savaşı ile son bulmuştur. Bu mücadelenin önderi ve ruhudur Mustafa Kemal.

Bu saygınlık, 1922’den sonra da devam eder. Lozan Antlaşması ile genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kendini hukuki ve siyasi olarak da tüm dünyaya kabulettirmesi, Mustafa Kemal’in saygınlık ve etkisine katkı yapar.

1922’de Saltanatın kaldırılması, 1923 yılında Cumhuriyetin ilanıyla taçlandırılır. 1924 yılında devrimin siyasi boyutunun diğer bir aşaması tamamlanır, Hilafet kaldırılır. 3 Mart 1924, bizim tarihimizde “Hilafetin kaldırıldığı” ve “Tevhid-i TedrisatKanunu”nun (Öğretim Birliği Yasası) kabul edildiği tarih olarak bilinir. Oysa 1924 senesinin 3 Mart günü, TBMM’nin kabul ettiği bir başka kanun daha vardır aynı gün Erkan-i Harbiye Umumiye Vekâleti de kaldırılmış ve Genelkurmay Başkanlığı hükûmet ve siyaset dışına çıkarılmıştır. Mustafa Kemal, ordu ve ulus üzerinde etkisi ve saygınlığı en üst düzeydeyken, Genelkurmay Başkanlığını hükûmet ve siyaset dışına çıkararak, “militarizm” ve “diktatörlük” konusundaki bu sözde “eleştirilere” en güzel yanıtı tam 82 yıl önce vermiştir.

Öte yandan Milli Mücadele ve Cumhuriyet dönemine yönelik çalışmalar yapan tarihçilerin, Türkiye’de “ordu-siyaset ilişkisi” üzerine incelemeleri olan siyaset bilimci ve araştırmacıların tamamına yakın kısmı da Mustafa Kemal döneminde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyaset dışında, tarafsız bir konumda tutulduğunu teslim ederler.

Bu nedenler, AB’nin sözde “tarih uzmanı” kesilen yetkilileri ile onların yerli şakşakçılarının, Mustafa Kemal’in “ordunun siyasi hayatta çok önemli bir rol üstlenmesini”, 3 Mart 1924’te “Genelkurmay Başkanlığı’nı hükûmet ve siyaset dışına çıkararak” nasıl sağlamış olduğunu açıklamaları, tarih bilimine eşsiz bir katkı yapacaktır.




YEDİNCİ BÖLÜM

SON HATIRLATMALAR


“Uygarlık yolunda yürümek, başarılı olmak yaşamın şartıdır. Bu yol üzerinde bekleyenler veyahut bu yol üzerinde ileri değil geriye bakmak bilgisizlik ve gafletinde bulunanlar, genel uygarlığın coşkun seli altında boğulmaya mahkûmdurlar.” (30.08.1924, Dumlupınar.)

Mustafa Kemal Atatürk




Atatürk ulusumuzun soluğudur. Türk toplumunun temelini oluşturan bir bilinç, bir ilerleme bir ulusalbirlik simgesidir. Geceyi hep onun ışığı kovacaktır. Uygarlık ustası olan Atatürk, her çağda çağdaş kalacaktır.” Evet, Atatürk her çağda çağdaş kalacaktırama onun kurduğu laik Cumhuriyetimizin çağdaş kalması, onun bizlere verdiği Cumhuriyeti koruma ve kollama görevimizi yerine getirmemize bağlıdır.30

30 Eralp Özgen, Eğitimde İrticai Faaliyetler

Bugün Türkiye Cumhuriyeti devrim-karşı devrim sürecinde karşı devrimin ve özellikle irticanın doruk noktasında olduğu bir dönemi yaşamaktadır. Atatürk’ün “Türk Gençliği”ne hitabını çok dikkatle ve ibretle tekrar tekrar okumalıyız. Türk ulusu 1919 Türkiye’sinin içinde bulunduğu güçlükleri nasıl ki Atatürk’ün önderliğinde yendiyse; bugün de Atatürk İlkeleri’nin inanç ve azmiyle bu güçlükler mutlaka yenilecektir. Hiç kimsenin, hiçbir kurumun, ülkenin varlığının tehdit altında olduğu bir sırada kayıtsız kalma hakkı yoktur. Vatanımıza ve ulusumuza Atatürkçülük yolunda karşılık beklemeden hizmet etmek namus ve şeref borcumuzdur.


Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasa ile tayin edilmiş bugünkü siyasal yapısını kökünden değiştirmeyi hedef alan bir girişim, Atatürk’ün kabul ettiği anlamda devrim değil, karşı devrim olur; dolayısıyla da Atatürk İlkeleri’ne ve Atatürk’ün gençliğe emanet ettiği Cumhuriyete ihanet teşkil eder.

Devrimciliğin gereği, yeni atılımlarla ve yeni devrimlerle belirli bir ülküye doğru ilerlemektedir. Atatürk devrimciliğinin de gereği; Atatürk ilkelerinin kuralları içinde yeni atılımlarla Atatürk ülküsüne doğru ilerlemektir.

Genelde, her devrimci atılımdan sonra olduğu gibi Atatürk’ün Cumhuriyeti kuruluşundan ve ilk devrimleri yapışından sonra da bu eğilim, “yapılanı yeter görme” biçiminde ülkemizde de ortaya çıkmıştır. Atatürk’ün ölümünden sonra, bu eğilimi bazı devrimcilerde daha belirgin biçimde görülmüştür. Bu kimseler; Atatürk’ün sağlığında hangi devrimleri yaptıysa, Türkiye için gerekli devrimlerin onlardan ibaret olduğu düşüncesine kapılmışlardır.

Oysa Atatürk gibi, devrimde süreklilik arayan, süreklilik aradığı içindir ki devrimciliği kalıcı bir ilke olarak benimseyen ve ilkeleri arasına alan ve bunu gençliğe emanet eden bir devrimci, 10 Kasım 1938’den sonra yaşasaydı elbette başlattığı devrimleri başka devrim ve çağa uygun yenilikçi hareketlerle bütünleştirip sürdürecek, daha ileri götürmek  isteyecekti. Sonuç olarak, bizim için artık devrim değil Evrim söz konusudur. Bu evrimin hedefi de Atatürk tarafından gösterilmiş olan “Çağdaş Uygarlık” düzeyine ulaşmaktır.


O halde Atatürk İlkeleri; sadece konuldukları koşulları içinde ele alınıp, basmakalıp tekrarı çağı artık geçmiş, evrensel ve evrimci bir açıdan yorumlanması çağı gelmiştir. Bu doğrultuda yapılacak çalışma ve girişimler Atatürk ilkelerine yeni bir dinamizm veyaşam kazandıracak, Türk gençliğine yeni bir ruh ve canlılık getirecektir.


Nietzsche “Kaos olmalı ki, yıldızlar doğsun” sözünü sanki Türk Anayurdu için söylemişti. Dış ve iç düşmanların oluşturduğu kaostan doğan bir büyük yıldız tüm emperyalistleri ve onların işbirlikçilerini ülkemizden, tüm mazlum uluslara örnek sayılan bir Bağımsızlık Savaşı ile kovmuş ve Akdeniz’e kadar kovalamıştı.

Eski bir Amerikan Atasözü vardır; “Düşmanını yenemezsen ona katıl.” Atatürk, hem düşmanını yendi, hem de çağdaşlaşma ve çağdaş batı uygarlığını hedef olarak vererek ve göstererek ona (düşmanına) katıldı.


Altemur Kılıç anlatıyor “Atatürk öldüğünde ben 14 yaşındaydım. Şimdi 89 ve onsuz geçen 75 yıl... “O” nu hep hatırlıyor, her 10 Kasım’da, acısını o günkü gibi duyuyorum... O hayatta iken bize hiç ölmeyecekmiş gibi gelirdi. 10 Kasım sabahı, öldüğünü, Robert Kolej yemekhanesinde, bir Musevi arkadaşımızın, “babamız öldü” diye, hıçkırarak ağlamasıyla öğrendik... Sanki dünyalarımız başımıza yıkılmıştı! Artık O’nun emanetini muhafaza etmek bize düşecekti ve hâlâ da düşüyor!

Bugün, televizyonun önündeyim; kanalların kiminde, gerçek Atatürkçüler, “O” nu hatırlatmaya çalışacaklar. Bazıları, âdet yerini bulsun diye beylik, alışılmış sözler söyleyecekler. Bazı sözde aydınlar da, rahat koltuklarından -gazete ve televizyonlarda- ahkâm kesecekler; “O” nun sözde zayıf taraflarını, hatalarını öne sürecekler!

Atatürk sevgisinin gün geçtikçe arttığını, özellikle gençler arasında, Cumhuriyetini emanet ettiği gençler arasında büyük bir hızla arttığını gözlemliyorum. Günümüzde yaşadığımız değerler yozlaşmasına, vefasızlıklara rağmen iç ve dış tehlikeler arttıkça, millet, özellikle gençler, “Atatürk’ü” arıyor ve “O”na sarılıyorlar! Bunu aldığım e-posta mesajlarından ve Atatürk hakkındaki kitapların “yok” satmasından, 29 Ekim’de Anıtkabir ziyaretinin tüm zamanların rekorunu kırmış olmasından anlıyorum!”

Mustafa Kemal fotoğrafçı John Weimberg’i çağırarak eski “kalpaklı-bıyıklı” imajının yerini alacak fraklı fotoğrafını, bilhassa devrimini simgelemek için çektirdi! “O” nun büyüklüğü şu ki, artık “kalpaklı Mustafa Kemal” le “Fraklı Atatürk” milletin indinde, birlik! Milletin içinde Gazi Mustafa Kemal var! İleride “O”nun Türkiye’nin her yöresindeki heykellerini, okullardaki büstlerini yıksalar, Anıtkabir’i Etnoğrafya Müzesi’ne çevirseler, devlet nişanlarından adını ve T.C.’yi silseler de onu yıkamayacaklardır!

Bugünlere bakarak, bu son yıllarda neleri kaybettiğimiz, daha iyi anlaşılıyor! Nasıl oldu da “olamaz” dediklerimiz hep oldu ve oluyor? Bu kadar Atatürk ve ilkelerine düşman nesil nasıl türedi? Atatürk “Hangi millet vardır ki kalkınmasını yabancıların nasihatlarıyla, yabancıların planlarıyla yapsın!..” diye sormuştu? İktidarlar “Kopenhag Kriterlerine” göre yapmakta! Onun yaptıklarını, dehasını, eserlerini, unutulmaz sözlerini tekrarlayacak değilim...

Müslüman ülkeler laik ve çağdaş Atatürk Türkiye’sini örnek almışlardı. Şimdi bizim için “örnek” ne? Atatürk ne demişti: “Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi,benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir...”, “Her türlü durum ve şartlarda içinde birinci vazifen; Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!” Ve “Ne mutlu Türk’üm Diyene!

Kemal Atatürk gerçeğine sahip çıkmak, yurtseverliktir. Bilinçleri aymazlıklara sürüklenenleri, akıl ve bilime çağrı gerekmektedir. Çünkü gün; devrimci Cumhuriyeti kollamak ve yıkılmaya çalışılan ilkeleri yeniden inşa etmek günüdür

Atatürk'ü bir evliya mertebesine yükselterek dokunulamaz hale getirenlerle, kendi çıkarları doğrultusunda Atatürkçülükler yaratanlar, Atatürkçü düşüncenin özüne karşı olmakta birleşmektedirler. Gerçekte çok Atatürkler olmadığı gibi, birden ziyade Atatürkçülük de yoktur. Üstelik Atatürkçülük bir tarih, olup bitmiş bir olgu değil, yarına açık bir süreç, yeni gereksinmelerle tamamlanıp olgunlaşacak canlı bir örgendir. Atatürk'ün devrim anlayışı, geleceğe uzanan bu yenilenme ve tamamlanma sürecini içermektedir.”

Atatürk Devrimleri Aydınlanmadır;

“Saltanatın yıkılması, Cumhuriyetin kurulması bir devrimdir. Arap harflerinin kaldırılıp Türk alfabesinin kabulü bir devrimdir. Medrese eğitiminin kaldırılıp milli eğitimin tek bir yerde toplanması bir devrimdir.” Bunlar doğrudur; ancak Yeni bir Cumhuriyet kurulmuştur ve bu cumhuriyet toplumun o güne kadarki birçok değer yargılarını ve kurumları ortadan kaldırmıştır. Bir gece önce eski Türkçe yazı TBMM’de lağvedilerek Türk alfabesi getirilmiştir. Bu devrimdir.

Toplumda okuma-yazma oranı sıfıra düşmüştür. Türk alfabesi bilmeyenler için öyledir. Bu bir sosyal, tarihsel tespittir demek, söyleyen kişinin ne denli önyargılı olduğunun “tespiti”dir. Politik bir “manevra” olmaktan öte gitmeyen bu yanlışların, “Harf Devrimini” hedef alan bölümünü hemen düzeltelim, Cumhuriyetten önce halkın büyük bölümü okuryazar değildi; okuma yazma oranı özellikle kadınlarda sıfırdı. Zaten okuryazar olmayan, eski yazıya dinsel anlam yükleyenlerin eline düşen bir halkın, bir gecede okuma yazma oranının düştüğünü söylemek, bile bile toplumu yanıltmaktır. Onlarca kaynağı, bilimciyi yalanlayan bu sözler, yakın tarihi bilinçli olarak çarpıtmaktır. Türk Devriminin hiçbir parçası bir gecede tasarlanmış ve yaşama geçirilmiş değildir. Kimi politikacıların ağzından okullara akan bu yanlış saptamaların tek bir yararı vardır; artık “takiye” denilen maske, hiçbir yüzü saklamamaktadır.

Türk Devriminin her aşaması, yaklaşık 90 yıldır kimileri için gerçekten "travma"dır; hâlâ yüreklerinde saltanat ve hilafeti sancağı taşıyanlar; laik cumhuriyeti, tesettürün kalkmasını, yazının değişmesini sindiremezler. Çünkü yüzyıllarca dinle kurulan dayatmalar ve eski yazının büyüsü ortadan kalktığında tutunacak dalları kalmayacaktır. Laik cumhuriyet, halk egemenliğini getirmiş; tesettürden çıkıp okullu olan kadın erkeğin arkasından yanına gelmiş; yeni yazı halka çağdaş dünyayla yarışma, ulusal ve evrensel değerleri bilgiyle, sanatla harmanlanma yolunu açmıştır. Bu eylemlerin adı, tek sözcükle aydınlanmadır.

Belli ki Latin kökenli Yeni Türk alfabesi, kimi politikacıları yalnızca okuryazar yapmıştır; oysa Türk Devriminin amacı bu değildir; yeni yazı, arkasından gelen Dil Devrimi ve bütün yenilikler, akıl ve bilimden başka doğru tanımayan kuşaklar yetiştirmek için yapılmıştır. Türk Devrimini doğru anlayan ve uygula- yan politikacılar yetiştiğinde de akıl ve bilimden başka doğru tanımayan kuşaklar, bilgi eksikliği içindeki, önyargılı politikacılara inancını kullanma izni vermeyecektir. Elbette doğru bilgiyle yetişecek kadınlarımız, saçını değil aklını sakınması gerektiğini ve Kurtuluş Savaşını doğru öğrenecek, Humeyni'yi Atatürk'ün önüne geçiren "travma"lardan sıyrılacaklardır.

Atatürk devrimlerine "travma" demek "sosyolojik, tarihsel tespit" değil, artık saklanamayan bir "hesaplaşma"dır. Asıl "travma"yı, Mustafa Kemal'in “manevi mirası" olan akıl ve bilimden pay alamayanlar yaşamaktadır. Aklı ve bilimi öncü aldıklarında, bu "travma"yla kendi beyin ve yüreklerinde açtıkları yaraları, yine kendilerinin iyileştireceğine inanıyoruz. Çünkü Türk Devrimi, politik çıkar odaklı her türlü hesaplaşmayı tersine çevirecek kadar güçlüdür. Her devrim kendi içinde karşıtlarını yaratır, onlara türlü "travmalar” yaşatır; önemli olan erken tanıdır.

Atatürkçülükte, vicdan ve din hürriyetinin korunması ve devam ettirilmesi için; Türk milletini oluşturan kişilerin, gericiliği körükleyen dini müesseselerin, tekke ve zaviyelerin, bir takım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin ve babaların arkasından yürümesi önlenir. Dünyevi faaliyetlerle uğraşan, teşkilat kuran, devletin diğer temel müesseselerini etkileyen veya onlarla kısmen veya tamamen birleşmeye çalışan açık veya kapalı din kisvesine bürünmüş bütün faaliyetlerin önlenmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nde görev almış sorumluların ve yasaları uygulayanların vazifesidir. Atatürkçülük vicdan ve din hürriyetinin, Türk Devletinin modern bir devlet olmasının koşulu olduğunu kabul etmiştir. Buna bağlı olarak dünyevi kuruluşların, temel dini vazifesini yapan ve diğer kuruluşlara karışmamayı ve müdahale etmemesini öngörür. Ayrıca hiçbir dini kuruluşun da diğer dinlere ait kuruluşlarla mücadele etmemesini, onları kendi yönünde zorlamamasını ön öngörmekte ve bu şekilde din ve mezhep kavgalarını önlemeyi amaçlamaktadır.

Atatürk bu esası şöyle açıklamıştır: 


“Bizim dinimiz için herkesin elinde bir değer ölçüsü vardır. Bu değer ölçüsü ile herhangi bir şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla mantığa, toplum çıkarına uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin çıkarına, İslam’ın çıkarına uygunsa, kimseye sormayın. O şey dinidir. Eğer bizim dinimiz akıl ve mantıkla uyuşan bir din olmasaydı, en mükemmel din olmazdı, en son din olmazdı.” İslam dini akılcılığın, bilimin bulduğu ve geliştirdiği esaslara ve bunlara uygun olarak toplumların yaptığı uygulamalara karşı değildir, onları olduğu gibi kabul eder.


Atatürk, Devrimi ve Cumhuriyeti Niçin gençliğe emanet etmiştir?

Atatürk Devrimi köklü bir değişmeyi dile getirir her şeyden önce. Devrim sözcüğü iki anlamı içerir:

1. Ayaklanma,
2. Köklü değişme.
Atatürk Devrimi de bir yandan işgal kuvvetlerine karşı toplumca ayaklanma, öte yandan toplumun yapısını değiştirmedir. Toplumun yapısı, düşünüşü, hukuk düzeni, yaşama biçimi kökünden değişmeden uygarlık yoluna adım atılamaz Atatürk’e göre. Özellikle düşüncede devrim, düşünüşlerde devrim sözleri üzerinde durur sık sık. Atatürk geleceğe yönelik bir insan, ama bu, onun tarih anlayışıyla çelişmez. Çünkü o, tarihi bir süreç olarak, geçmişten geleceğe doğru uzanan, ilerleyen bir süreç olarak görür. Atatürk’ün tarihle ilgilenmesi dinamik devrim ideali ile bağlantılı olarak tarihten hız almak içindi, tarihe saplanıp kalmak için değil.

Atatürk’ün devrimini Türk gençliğine emanet etmesi, onun gençliğe verdiği önemin ve geleceğe ve insanlığa olan inancının ne denli büyük olduğunu gösterir. Çünkü gençlik, gelecektir, yeniyi getirendir, ilerlemeyi sağlayandır.31 Atatürk bu çatışmada ölmesini bilmeyen şeylere karşı yaşaması gerekeni yaşatmaya çalışmış ve bunda büyük ölçüde başarıya ulaşmış tek devlet adamımızdır. “Benim yaptığım işler birbirine bağlı ve gerekli şeylerdir. Bana yaptıklarım-dan değil yapacaklarımdan söz edin” derken, devrimlerin tam olmadığını anlatmak istiyordu. Devrimleri tam yaptığına inanacak kadar saf değildi Atatürk. Biliyordu ki devrimleri yetersizdi. Ama bu yetersizliklerin yine devrimlerle giderileceğini ulusun en dinç, en dinamik bölüğüne, gençliğe emanet etmişti.32

31 Bedia Akarsu (Prof. Dr. ), Değişen Dünya Değişen Değerler (10 Kasım1995-İstanbul Üniversitesi)
32 Vedat Günyol, Yeni Türkiye Ardında

Büyük Atatürk’e göre, aşağıdaki devrim ve reformlar gerçekleştirilmedikçe, büyük Türk ulusunun kendi gerçek kimliğini bulmasına, devletler topluluğunda itibarlı bir yer tutmasına, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmasına olanak yoktur: 33

33 Faik Acar, Din, İnanç ve Bilinç (Şubat 2005)

1-Ülkede uygulanan hukuk kuralları, din kural-larından ayrılmalı, hukuk eski durucu (statik) durumdan kurtarılıp, dinamik ve çağa dönük bir duruma konmalıdır.

2-Çağdaş bilim, müspet (pozitif) bilimdir ve gerçek aydınlatıcı odur. Bilimin yolundan şaşmamalıdır.

3-Türk ulusu, ümmetçi düşünceden kurtarılmalı, milliyetçi zihniyetle yetiştirilmelidir.

4-Türk milleti, iktisadi (ekonomik) bakımdan bir daha emperyalizmin boyunduruğuna girmemek için durmadan çalışmalı, kendi doğal kaynaklarını kendisi kullanmalıdır.

5-Türk kadını kölelikten kurtarılmalıdır; çünkü çocuğun ilk öğretmeni anadır.

6-Türk tarihi, Osmanlılıkla başlamış değildir; bu nedenle Türk ulusunun tarihi üzerinde çok daha gerilere, temele, köke doğru araştırmalar yapılmalıdır.

7-Ulusal varlığı ayakta tutan temel direklerden birisi ve en başta geleni “dil”dir. Bu nedenle Türk dili, anlatım gücü bakımından dünyanın en ileri dillerinden biri durumuna getirilmeli. Artık Arap alfabesine de bu ülkede yer olmamalıdır.

8-Ezan ve ibadet Türkçeleştirilmeli ve Türk halkı, Avrupa’nın ileri ulusları gibi, ibadetini kendi diliyle yapmalıdır.

Şimdi aydınlara, özellikle de bütün hukukçulara sormak istiyoruz: Atatürk’ten sonraki kuşaklar onunverdiği direktifleri gereği gibi uyguladı mı? Onun çizdiği yükseliş ve uygarlık doğrultusunda yürüdü mü?

Türkiye, tarihinden, Batı ile ve Batı Medeniyeti ile sıcak diyalogundan, “Yeni Dünya Düzeni” arayışına giren dünyanın içine sürüklendiği “değişim”den ve yeniden yapılanmadan, jeopolitik konumundan, kültüründen ve değerlerinden kaynaklanan çok ciddi bir değişim ve dönüşüm sürecinin içine girmiştir. Bu süreçte, bir yandan Osmanlı’dan kalan mirasın kapanmamış defterleri açılırken, diğer yandan da, gelecekle şiddetli bir hesaplaşma yaşanmaktadır. Sancılar, bunalımlar, tahmin edilenden daha ileri seviyededir. Toplumun bütün kesimleri, bundan kendine düşen payı almaktadır.


Türkiye34; insanlığın geleceğinden, kendine yaraşan onurlu bir yer edinmek, insanlığın kaderinde etkin olmak istiyorsa toplumun önüne “yeni bir uygarlık yaratmak” hedefini bilinçli olarak koymayı başarmalı ve en kısa zamanda, bütün sorunların doğru teşhisi ve onlara yönelik doğru çözüm arayışlarını ciddi olarak etkileyen “din”, demokrasi ve laiklik sorunlarını sağlıklı bir şekilde çözüme kavuşturmalıdır. Bu, mümkün olan bir çözümdür.

34 Hasan Onat (Prof. Dr.), Türkiye'de Din Anlayışı

Atatürk, fikirlerini, düşüncelerini özellikle halk arasında yaydığı için, halk tarafından anlaşılmasını isteyen bir kişi idi. Bunun için de, halka yönelik konuşma, başka bir deyimle dobra dobra konuşma yolunu seçmiştir. Atatürk’ün, tutucu bir grubun, devrimleri eleştirmeye yönelik eylemleri karşındaki tepkisi ilginçtir ve bugünler için de ibret ve işaretlerle doludur. Bu kesimlerin Atatürk’e karşı düşmanlıklarının bu yoğunlukta sürmesinin de göstergesidir. 

Atatürk diyor ki: 


“Eğer, onlar hakkında, yani, devrime karşı koyanlar hakkında ne düşündüğümü bilmek isterseniz, derim ki ben şahsen onların düşmanıyım. Onların ileri atacakları her adım, yalnız benim şahsıma karşı değil, milletimin kaderine karşı bir saldırıdır. Böyle bir saldırı yapanların karşısında, Meclis bulunmazsa, bütün arkadaşlarım beni terk etse, ben yalnız kalsam, onlara karşı yine tek başıma yürürüm.”


Evet, Atatürk düşündüğünü düşündüğü gibi söylemiştir.

Bu üslup, Devrimi perçinlemiştir, ayakta tutmuştur.





KAYNAKLAR

Acar F. (2010), Din, İnanç ve Bilinç, Berfin yayınları, İstanbul
Akarsu, Bedia (Prof. Dr.) İnsan Açısından Teknolojik Gelişmeler ve Evrensel Kültür
Akarsu, Bedia (Prof. Dr.)-Değişen Dünya Değişen DeğerlerEkim 2003-Berlin
Akşin, Sina (Prof. Dr.) -Devrim ve Karşı Devrim
Akşin, Sina (Prof. Dr.) -Türkiye’de Aydınlanmanın Gereği
Aralov, S. İ. (2019), Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları, İş Bankası yayınları, İstanbul
Atabek, Erdal-Cumhuriyet Gazetesi–11 Kasım 2005 Atatürk, Nutuk (2016), Pb. Alfa, İstanbul, Sayfa 600-602Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, s. 59.
Atatürkçülük I, (1988), Pb. Genelkurmay Y. Ankara, s. 181. Atay, F. R. (1966), Atatürkçülük Nedir? İstanbul s. 57–58Atay, F. R. (1980) Babanız Atatürk, İstanbul, s. 120
Ateş, Toktamış (Pof. Dr.)-Cumhuriyet Gazetesi-Ekim 2004
Atillasoy, Y. (2002), Mustafa Kemal Atatürk: First President and Founder of the Turkish Republic, Pb. Woodside House, Sayfa 2, 4, 11
Armstrong, H. C. (1961), Gray wolf the life of Kemal Atatürk, Pb. Capricorn Books, USA, Sayfa 5
Aslantas H. and U.S. Army War College. (1997), Strategic Vision of Mustafa Kemal Askun, I. C. (1988), Karizma veAtatürk’ün Önderliğindeki Gelişimi, Pb. Atatürk Yolu, Sayı 2(October 1988), sayfa 201.
Atatürk (Turkey Book 1), Pb. Penny Hill Press Inc, sayfa 4,12
Aydemir, S. S. (1965) Tek Adam, Folder III, Pb. Remzi K,İstanbul, Sayfa 510.
Aybars, Ergün (Prof. Dr.)-Ve Atatürkçülükten GünümüzeBay, A. (2011), Atatürk: Lessons in Leadership From the Greatest General of the Ottoman Empire (World Generals Series), Pb. St. Martin's Press, USA, p. 188, 191,231 TurkeyBasın-Yayın Enformasyon Genel Müürlüğü (1983),Atatürk
Bayar, C. (1978) Atatürk’ün Metodolojisi ve Günümüz (der.İsmet Bozdağ), Kervan, Ankara, Sayfa 28-30
Barwick, R. W. (2015), Chasing Atatürk, Sparakoff Press, USA, p. 177, 303
Baykal, A. N. (2013), Mustafa Kemal Atatürk'ün Liderlik Sırlari, Destek yayınlari, İstanbul, Sayfa 73
Burns, J. M. (2010), Leadership (Harper Perennial Political Classics), Pb. Harper and Row, USA, p. 423-42
Bayur, H. (1963), Atatürk Hayatı ve Eseri, Atatürk AraştırmaMerkezi, Ankara-Sayfa 345.
Bozkurt, M. E. (1955), Yakınlarından Hatıralar, Sel Yayıncılık İstanbul, Sayfa 96-99
Caldwell, Z. (2015), Flexible Leadership - 7 Leadership Styles to Master, Pb. Amazon Digital Services LLC, p. 117
Cebesoy, A. F. (2013), Sınıf Arkadaşım Atatürk, TemelYayınları İstanbul, Sayfa 135.
Çora, A. N. (2013), İstiklal Harbi Sırasında Atatürk'ün Nutkuna ve Diğer Resmi Belgelere göre Azınlıkların Faaliyetleri, Bunlara Karşı Alınan Tedbirler, Yayınlayan;CreateSpace, USA, Sayfa 5
Çora, A. N. (2014), Türk Birleşik Devletleri, Yayınlayan;CreateSpace, USA, sayfa 6
Çora, A. N. (2014), Türkçülüğün Esasları Pb. CreateSpace, USA, p. 19, 22
Çora, A. N. (2014), Tarih Türklerle Başlar, Pb. CreateSpace, USA, p. 17
Çora, A. N. (2014), Atatürkçü Düşünce Sistemi, Pb. CreateSpace, USA, p. 6
Çora, A. N. (2014), Atatürk ve Din, Atatürk'ün LaiklikAnlayışı, Pb. CreateSpace, USA, p. 12, 13
Çora, A. N. (2014), Atatürk, Pb. CreateSpace, USA, p. 89
Çora, A. N. (2014), Sözde Ermeni Soykırımı İddiasi, Pb. CreateSpace, USA, p. 8
Çora A.N., CORA H, (2016) "Türk Ülküsü" TURAN-SAM Uluslararası Bilimsel Hakemli Dergisi; ISSN: 1308-8041, e- ISSN: 1309-4033; Cilt: 8/İlkbahar, Sayı: 30, s.119-125
Coşkun, Mehmet Alev (Dr.)-Atatürkçü Düşünce Sistemi Çavdar, Arif-Büyük Türk Devrimi’nin Diyalektiği
Daver, B. (1964), Atatürk Gerçeği, Pb. Sümerbank Dergisi 10Kasım Özel Sayısı, Sayfa 167
Depree, M. (2004), Leadership Is an Art, Pb. Double day, USA, p.17
Discorsi sopra Tite Livio, lib I, cp, XI. Aktaran: J.J.Rousseau,Toplum Sözleşmesi, Öteki Yayınevi, Ankara 1999, s. 82.
Egeli, M. H. (1959), Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar, Güven, Sayfa 68.
Ekiyor, Cemil, Atatürk’ün Söz Varlığı, Türk Dili Dergisi, Mart 2008
Erickson, E. J. (2013), Mustafa Kemal Atatürk (Command), Pb. Osprey Publishing, USA, p. 62-64
Erendil, M. (1986), Çok Yönlu Lider Atatürk, ATASE Klasör 3, Dosya 1335/4–2, Fihrist 9, 9–1,8’den, Genelkurmay Y.,Ankara, sayfa 292– 293.
Garrett W. S. (2005), Atatürk and Jefferson, (cev. Balam Kenter), Pb. Nokta, İstanbul, p. 13
Gawrych, G. W. (2015) The Young Atatürk: From Ottoman Soldier to Statesman of Turkey, Pb. B. Tauris, USA, p. 34-35, 87-89
Giritli, I. (2004), Bir Ulusal Modernleşme İdeolojisi olarakAtatürkçülük, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, Sayfa 11
Giritli, I.(2007), Gunumuzde Ataturkçuluk, Der Yayınları,İstanbul, Sayfa 292
Giritli, I., Baykal, H., Baykal M., (2008), Atatürk veAtatürkçülük, Der Yayınları, İstanbul, Sayfa 35
Gocgun, O. (1999) Edebiyat Dünyası ve Atatürk, Pb. AKM, Ankara, sayfa 198.
Gibson, F. (2016), Leadership: How To Lead & Influence People To Ultimate Success, Pb. Kindle, Giuliani, R. (2007), Leadership, Pb. Miramax, p. 332
Güldiz, M. (1998), Atatürk: The Birth of A Nation, Pb. Revas Rehber, p. 32, 43
Gingeras, R. (2015), Mustafa Kemal Atatürk: Heir to an Empire (The World in a Life Series), Pb. Oxford University Press, USA, p.165,181
Gökberk, Macit (Prof. Dr.), (1997), Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk, Cumhuriyet Gazetesi
Günyol V., (1998), Yeni Türkiye Ardında, Çağdaş, İstanbul Gürcihan B., Açık İstihbarat 21.07.2008
Hanioğlu, M. S. (2013), Atatürk: An Intellectual Biography, Pb. Princeton University, p. 291-295
İnan, A. (1950), Atatürk’ten Hatıralar, Türk Tarih Kurumu, Ankara, Sayfa 177, 180
İnan, A. (1956), Kemal Atatürk’ü Anarken, Türk TarihKurumu, Ankara, Sayfa 185, 187
İnan, A. (1963), Atatürk ve Ilim, Pb. MSB ARGE, Ankara, S 2
İnan, A. (1969), Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazılari, TTK Y., Ankara. S 78, 542
İnalcık, Halil (Prof. Dr.)-Atatürk ve Atatürkçülük
İnalcık, Halil (Prof. Dr.)-Atatürk ve Demokratik Türkiye (Temmuz 2007 Yayımı)-Kırmızı yayınları, İstanbul
Jackh, E, (1946), (cev. Perihan Kuturman), Yukselen Hilal, Pb. Ugur K., p. 223.
54. King, C. (2015), Midnight at the Pera Palace: The Birth of Modern İstanbul, Pb. W.W. Norton & Company, USA, p. 77,
Kalıpçı, İlknur Güntürkün (Prof. Dr).İçimizden biri Atatürk139
Kansu, Mazhar Müfit -Atatürk’le Beraber
Karal, Enver Ziya (Prof. Dr.)-Türkiye Cumhuriyeti TarihiKaral. E. Z. (1969), Atatürk’ten Düşünceler, Pb. İş Bankası, Ankara, p. 174.
Karaosmanoğlu, Y. K. (2005), Atatürk, Pb. İletişim, İstanbul, p. 137-141.
Kemal, Şevket -Türk ve Atatürk Düşmanlığının Tarihsel Kökenleri
Kışlalı, Ahmet Taner (Prof. Dr.)-Kemalizm, Köprü, Mart 1987
Kili. S. (2004), Atatürk Revolution: A Paradigm of Modernization, Pb. Milet Publishing Ltd, USA, p.6
Kinross, P. B. and Lord Kinross, (1992), Atatürk: A Biography of Mustafa Kemal, Father of Modern Turkey, Pb. Quill, USA, p. 201-207
Kinross (1985), Atatürk The Rebirth of A Nation, Pb. Rüstem, USA, p. 41-44, 212
Kinross, P. (2001), Atatürk, Pb. Phonix, USA, p. 5-7, 127-135 Kinross, (1995), Atatürk, P. Altın Kitaplar, İstanbul p. 575
Kornrumpf, H. J. (1997), Mustafa Kemal Paşa ile YapılanSöyleşi, Pb. Ankara AAM Y., p. 23
Kongar, Emre (Prof. Dr.)-“Küreselleşme” konulu konferansı-Ege Üniversitesi-2001
Kreiser, K. (2010), Atatürk, Pb. İletişim, İstanbul, p. 101, 388 Lowney, C. (2005), Heroic Leadership: Best Practices from a 450-Year-Old Company That Changed the World, Pb. Loyola, p. 45
Macfie, A. l. (1994), Atatürk (Profiles In Power), Pb. Routledge, New York USA. p.102-17
McGinnis, G. (2016), Leadership: Essential Leadership: Leadership Skills To Explode Your Potential,
Motivate Others, And Make Everyone Around You Better, Pb. Kindle, USA, p. 14
Mango, A. (2004), Atatürk, Pb. John Murray, USA, p. 7-11, 681-683
Mango, A. (1999), Atatürk, Pb. Sabah, İstanbul, p. 268
Mango. A. (1999), Atatürk: The Biography of the Founder of Modern Turkey, Pb. Overlook Press, USA, p. 122
Mango. A. (2005), The Turks Today: Turkey after Atatürk, Pb. John Murray, USA, p. 68, 300
Mango. A. (2009), From the Sultan to Ataturk Turkey, The Peace Conferences of 1919-23 and Their Aftermath, Pb. Haus Publishing, USA, p. 12, 234
Maxwell, J. C. (2007), Be a People Person: Effective Leadership Through Effective Relationships, Pb. Kindle, USA, p. 14
Maxwell, J. C. (2014), Good Leaders Ask Great Questions: Your Foundation for Successful Leadership, Pb. Berrett Koehler, USA, p 102
Miller, M. and Lencioni P. (2013), The Heart of Leadership: Becoming a Leader People Want to Follow, Pb. Berrett Koehler, USA, p 102
Michel, Thomas S. J-Laisizme Katolik Bir Bakış/Çeviren: Deniz Şengeç Macfie, A. L. (1994), Atatürk (Profiles In Power), Pb. Routledge; USA, P. 11-13
Northouse, P. G. (2015), Leadership: Theory and Practice, 7th Edition, Pb. Western Michigan University, USA, p. 427
Onat, Hasan (Prof. Dr.)-Türkiye'de Din Anlayışı
Ozdemir, H. (2003), The Political Dimension of Kemalist Turkey, (The paper presented to Symposium on the Occasion of the 80th Anniversary of the Republic of Turkey, in the Diplomatic Academy, Vienna, 29 October 2003,)
Ozdemır, H. (2006), Atatürk’ün Liderlik Sırları, Destek,İstanbul, p. 123
Özdemir, Hikmet (Prof. Dr.)-Atatürk'ü Yeniden Düşünmek
Ozdemir, H. (2004), Amasya Belgelerini Yeniden Okumak, P. Amasya Valiligi Y., Amasya, p. 64–65.
Özgen, Eralp (Prof. Dr.)-Eğitimde İrticai Faaliyetler Öztürk, Yaşar Nuri (Prof. Dr.)-Allah İle Aldatmak
Palmer, A. (1991), Kemal Atatürk (Makers of the 20th Century), Pb. Abacus, USA, p. 56
Petrov, Grigoriy-Beyaz Zambaklar Ülkesinde
Pope, N. and Pope, H. (1997), Turkey Unveiled: Atatürk and After, Pb. John Murray
Pettit, P. (1997), Cumhuriyetçilik, (cev. Abdullah Yılmaz), Pb.Ayrıntı, İstanbul, p-34
Publishers Ltd; UK, p. 289-290, 388
Ronneberger, Franz (Prof. Dr.) -Alman Gözüyle Atatürk
Rustow D. A. (1969), Devlet Kurucusu Atatürk, Pb. Ankara Siyasal Bilgiler Fakultesi, Ankara, p. 579-592
Sarıkoyuncu, Ali (Prof. Dr.)-Atatürk, Din ve Lâiklik-Nisan 2008
Savaş, Vural-Kemalizm ve ADD-Müdafaa-i Hukuk-Nisan 2005-Sayı 79
Sinek, S. (2011), Start with Why: How Great Leaders Inspire Everyone to Take Action, Pb. Kindle, p.43
Shils, E.(1988), Charisma, (ed.) David L. Silis, International Encyclopedia of the Social Sciences, Pb. Macmillan Co., Nex York p. 201
Sheldon, G. W. (2000), Jefferson and Atatürk: Political Philosophies, Pb. Peter Lang Publishing Inc., USA, p. 97, 133
Sonyel, S. R. (1989), Atatürk, The Founder of Modern Turkey (Publications of Turkish Historical Society. Serial XVI),
Pb. Turkish Historical Society Printing House Ankara, p .44
Smedley, T. C. (2011), How to Mend a Broken World: A Comparative Study Of And Augustine's City Of God, Pb. CreateSpace, USA, p. 220
Sheldon, G. W. (2005), Ataturk ve Jefferson, (çev. Balam Kenter), (Istanbul, Nokta K., 2005), s. 13.
Sassoon, E. (2014),The Individual In Atatürk's Revolution, Pb. CreateSpace, USA, p. 12, 76
Şahbudak A. B., Demokratik kitle örgütleri birliği
Timur, Taner (Prof.Dr.)-Türk Devrimi ve Sonrası
Tanilli, Server-Din ve Politika (2008)
Tunaya, T. Zafer-Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük
Tunay, B. (1995), Atatürk ve Liderlik, Atatürkcü Düşünce El Kitabı, AAM Y., 97. Ankara, p. 381.
Tüfekçi, G. D. (1986), Atatürk’ün Düşünce Yapısı, Pb. Turhan K., Ankara, p. 47.
Tunaya, T. Z. (2015), Tarihin Yolu Nasıl Keşfedilir? Atatürk ve Osmanli Mirası Pb. Hurriyet, p. 10–11
Tütengil, C. O. (1975), Atatürk’ü Anlamak ve Tamamlamak,Pb.Varlık Y., İstanbul, p. 54–55
Tachau, F. and Schlesinger, A. M., (1987), Kemal Atatürk(World Leaders Past & Present), Pb. Chelsea House Publications, USA, p, 35-37, 107
U.S. Army War College, (2015), Strategic Vision of Mustafa Kemal Atatürk, P. CreateSpace, p. 4,5
Volkan, V. and Itzkowitz, N. (1986), The Immortal Atatürk: A Psychobiography, Pb. Univ of Chicago, USA, p. 301-303, 376
Yenen, S. (2011), Mustafa Kemal Atatürk, QG Cultural Series, USA, p. 3, 46
Yetkin, Murat-Radikal -28 Eylül 2004
Yetkin Ç. (1994), 12 Eylül'de İrtica Niçin ve Nasıl Gelişti, Ümit Yayıncılık, Birinci Baskı, Ankara 1994, s. 77.

Yorum Gönder

0 Yorumlar