21. Yüzyıl İçin 21 Ders : 16 Adalet




Adalet algımızın tarihi geçmiş olabilir


Tüm algılarımız gibi adalet algımızın da çok eski evrimsel kökenleri vardır. İnsanların ahlak algısı milyonlarca yıl süren evrim sürecinde şekillenmiş, küçük avcı toplayıcı toplulukların yaşamında ortaya çıkan toplumsal ve etik ikilemlerle başa çıkmaya adapte olmuştur. Beraber ava çıksak ve siz bir şey avlayamamış, bense bir geyik vurmuş olsam, avımı sizinle paylaşmalı mı­yım? Mantar toplamaya çıkıp bir sepet dolusu mantarla gelseniz, sizden güçlü olmam bu mantarları elinizden almama müsaade mi eder? Veya beni öldürmeyi planladığınızı bilsem, önce davranıp gecenin yarısı boğazınızı kesmeye hakkım var mıdır?1

1 Greene, Moral Tribes, age.; Robert Wright , The Moral Animal (New York: Pantheon, 1994).

Kentin vahşi doğasına atılmak üzere Afrika savanasını geride bıraktığı­mızdan beri görünüşte değişen pek bir şey yok. Günümüzde yaşanan Suriye iç savaşı, küresel eşitsizlik ve küresel ısınma gibi sorunların eski dertlerin bü­yük harflerle yazılmış halinden ibaret olduğu düşünülebilir. Bu bir yanılgı. Boyut önemli ve çoğu açıdan olduğu gibi adalet açısından da içinde yaşadığı­mız dünyayla uyumlu değiliz.

Sorun, bir değer yargısı sorunu değil. 21. yüzyılda hem laik hem de dini pek çok değer yargısı bulunuyor. Sorun, bu değer yargılarını karmaşık küre­sel dünyada uygulamaya koymak. Sayılar başa bela. Avcı toplayıcıların ada­let algısı birkaç düzine insanı ve birkaç düzine kilometrekareyi ilgilendiren ikilemlerle başa çıkmak üzere yapılandırılmıştır. Kıtalara yayılmış milyon­larca insanın birbiriyle ilişkisini kavramaya çalıştığımızdaysa ahlak duygu­ muz allak bullak oluyor.

Adalet bir dizi soyut ilkenin yanı sıra somut sebep sonuç ilişkilerini an­lamayı da gerektirir. Çocuklarınızı doyurmak için mantar topladıysanız ve ben bu mantarları zorla elinizden alıp tüm uğraşınızı boşa çıkararak çocuk­larınızın aç uyumasına yol açarsam haksızlık etmiş olurum. Bunu anlamak kolay çünkü sebep sonuç ilişkisi gayet açık. Ne yazık ki çağdaş küresel dün­yamıza has özelliklerden biri de fazlasıyla dallanıp budaklanmış, karmaşık nedensel ilişkiler barındırmasıdır. Karıncayı bile incitmeden evimde huzur içinde otursam da solcu aktivistlere göre İsrail askerlerinin ve Batı Şeria sa­kinlerinin yanlışlarına baştan sona ortak sayılırım. Sosyalistlere göre ya­şadığım rahat yaşamı Üçüncü Dünya ülkelerindeki iç karartıcı atölyelerde çalıştırılan çocuklara borçluyum. Hayvan hakları savunucularının hatırlat­tığı üzere, dünyanın en dehşet verici suçlarından biriyle (milyarlarca çiftlik hayvanının zalimce bir sömürüye maruz bırakılmasıyla) iç içe yaşıyorum.

Tüm bunlar gerçekten de benim suçum mu? Cevap vermek kolay değil. Varlığım akıllara durgunluk verecek bir ekonomik ve siyasi ilişkiler ağına bağlı bulunduğu ve küresel nedensel bağıntılar bu denli kördüğüm olduğu için bu yediğim şeyin kaynağı ne, giydiğim ayakkabıları kim yapmış, emek­lilik fonumla ne işler çevriliyor gibi en basit soruları bile cevaplamakta zor­luk çekiyorum.2

2 Kelsey Timmerman, Where Am I Wearing?: A Global Tour of the Countries, Fac­ tories, and People That Make Our Clothes (Hoboken: Wiley, 2012); Kelsey Tim­ merman, Where Am I Eating?: An Adventure Through the Global Food Economy (Hoboken: Wiley, 2013).

Nehir hırsızlığı


İlkel bir avcı toplayıcı gayet iyi bilirdi yediği şeyin kaynağını (kendi toplamıştı), çarıklarını kimin yaptığını (az ilerde uyuyordu) ve emeklilik fonunun ne yap­tığını (çamurda oynuyordu; o zamanlar insanların tek bir emeklilik fonu vardı ve adına da "çocuk" deniyordu). Ben bu avcı toplayıcıdan daha cahilim. Yıllar süren araştırmalar sonucu oy verdiğim hükümetin dünyanın bir ucundaki ka­ranlık bir diktatöre el altından silah sattığını ortaya çıkarabilirim. Ama bunu öğrenene kadar geçen süre içinde, akşam yediğim yumurtaları yumurtlayan tavukların kaderi gibi çok daha elzem bilgileri es geçiyor olabilirim.

Sistem öyle bir şekilde teşkilatlanmış ki bir şeyleri öğrenmek için çaba göstermeyenler cehalet içinde mutlu mesut yaşarken, işin iç yüzünü öğren­meye çalışanlarsa hakikate ulaşmakta büyük zorluk çekiyor. Küresel ekono­mik sistem benim adıma ve haberim olmadan boyuna çalıp çırparken, benim çalıp çırpmaktan kaçınmam nasıl mümkün olacak? Eylemleri sonuçlarına göre değerlendirmeniz (çalmak yanlıştır çünkü mağdurları zor duruma dü­şürmüş olursunuz) ya da sonuçlardan bağımsız olarak uyulması gereken kati görevlere inanmanız (çalmak yanlıştır çünkü Tanrı öyle diyor) hiçbir şeyi değiştirmez. Sorun, aslında ne yaptığımızı kavramanın son derece güç bir hale gelmiş olmasıdır.

Çalmayacaksın emri, çalma eyleminin size ait olmayan bir şeyi kendi elle­ rinizle fiilen el koymak anlamı taşıdığı bir dönemde formüle edilmiş. Ancak hırsızlığa dair gerçekten önemli tartışmalar artık bütünüyle farklı senaryolar üzerinden dönüyor. Varsayalım büyük bir petrokimya şirketinin hisselerine 10 bin dolar yatırıyorum ve yılda yüzde 5 kar elde ediyorum. Şirket büyük ka­zançlar elde ediyor çünkü dışsallıklar için vergi ödemiyor. Yörenin su kay­naklarına, halk sağlığına ya da bölgenin doğal hayatına verdiği hasarı umur­ samadan zehirli atıklarını yakındaki bir dereye döküyor. Servetini kullanıp kendisini herhangi bir tazminat talebinden koruyacak bir avukat ordusuna sahip. Ayrıca daha sağlam çevre yasaları çıkarılmasına engel olmak için lobi faaliyetleri yürütüyor.

Bu şirketi "bir nehri çalmakla" suçlayabilir miyiz? Peki şahsen beni? Kim­ senin evini soyduğum ya da cüzdanından paralarını yürüttüğüm yok. Bu şir­ket nasıl kazanç sağlıyor haberim yok. Bu hisse senetlerine yatırım yaptığımı bile hatırlamıyorum belki. O zaman hırsız sayılır mıyım? Konuyla ilgili tüm gerçekleri bilmemin bir yolu yoksa, nasıl ahlaklı davranabilirim?

Bu sorun "niyet ahlakı" yoluyla baştan savılabilir. Önemli olan neye niyet ettiğim, tam olarak ne yaptığım ya da yaptığım şeyin sonucu değil. Fakat her şeyin birbiriyle iç içe geçtiği bir dünyada en mühim ahlaki zorunluluk bilme zorunluluğu. Modern tarihin en büyük suçları sadece nefret ve açgözlülük­ten kaynaklanmadı. Cehaletin ve umursamazlığın rolü belki daha bile fazlay­dı. Afrika ya da Karayipler'e adımını bile atmamış sevimli İngiliz hanımlar, Londra borsasından hisse senetleri ve bonolar alarak Atlas Okyanusu'nda yapılan köle ticaretini finanse etti. Sonra da akşamüstü çaylarına, çekilen cehennem azabından bihaber, kölelerin çalıştığı tarlalardan gelen kar beyaz şekerleri attılar.

1930'ların sonlarında Almanya'da yaşayan yerel bir postane müdürü, belki de emrindekilerin iyiliğini düşünen ve sıkıntı içindeki insanların kayıp posta­larını bulmaya şahsen yardım eden düzgün bir vatandaştı. İşe ilk gelen ve en son paydos eden, kar fırtınalarında bile postaları zamanında yetiştiren biri. Ama idare ettiği bu yetkin ve dostane postane Nazi devletinin sinir sistemi­ni oluşturan elzem hücrelerden biriydi. Irkçı propagandanın, Wehrmacht'ın celplerini ve SS koluna iletilen katı emirlerin çabucak yerine ulaşmasını sağ­lıyordu. Ne olup bittiğini öğrenmeye canıgönülden çabalamayan insanların niyetlerinde ters bir şey vardır.

Peki "canıgönülden çabalamak" neye tekabül ediyor? Tüm ülkelerdeki posta müdürleri iletecekleri postaları açıp içinde devlet propagandası bulduklarında istifa ya da isyan mı etmeli? 1930'ların Nazi Almanya'sına mut­lak bir ahlak yargısıyla bakmak kolay çünkü sebep sonuç ilişkisinin nereye vardığını biliyoruz. Ama geriye dönüp bakma avantajı olmadan kesin ahlak yargılarına varmak bizi aşabilir. Acı gerçek şu ki bu denli karmaşıklaşmış bir dünya avcı toplayıcı beyinlerimize fazla geliyor.

Çağdaş dünyada çoğu haksızlık, kişisel hükümlerden ziyade büyük ölçek­li yapıların yanlı tavırlarından doğuyor ve avcı toplayıcı beyinlerimiz yanlı yapısal tavırları fark edecek şekilde evrimleşmemiş. Hepimiz bu tür yanlı tavırların en azından bir kısmına iştirak ediyoruz ve bunların hepsini keş­fetmeye ne vaktimiz ne enerjimiz var. Bu kitabı kaleme almak, bana şahsen ders oldu. Küresel meseleleri tartışırken her daim yeryüzünün seçkinlerinin bakış açısına öncelik verip dezavantajlı grupları ikinci plana itme tehlikesiy­le karşı karşıyayım. Gündemi küresel seçkinler belirlediğinden onların gö­rüşlerini ıskalamak mümkün değil. Oysa dezavantajlı gruplar mütemadiyen susturuluyor ve bu yüzden kasten kötülük olsun diye değil, safi cehaletten­ onları unutup geçmek kolay.

Mesela Tazmanyalı Aborjinlerin kendilerine has görüşleri ve dertleri hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Hatta o kadar bilmiyorum ki daha önce yazdığım kitaplardan birinde bu halkın Avrupalı yerleşimciler tarafın­dan yok edildikleri için artık var olmadığını varsaymıştım. Oysa kökenleri Tazmanya'nın Aborjinlerine uzanan binlerce insan ve bu insanların kendi­lerine has pek çok sorunu var; varlıklarının sık sık eğitimli akademisyenler tarafından bile görmezden gelinmesi gibi.

Şahsen dezavantajlı bir gruba dahilseniz ve bu grubun bakış açısını doğrudan ve derinlemesine biliyor olsanız da tüm dezavantajlı grupların bakış açısını anlıyor sayılmazsınız. Her grup ve alt grubun içine düştü­ğü fanus, çifte standart, yerleşik hakaret ve kurumsal ayrımcılık labiren­ti farklı. Otuz yaşındaki Afro-Amerikan bir adamın, Afro-Amerikan bir adam olmak konusunda otuz yıllık deneyimi var. Ama Afro-Amerikan bir kadının, Bulgar bir Roman, kör bir Rus ya da lezbiyen bir Çinli olmak ko­nusunda hiçbir deneyimi yok.

Bu Afro-Amerikan adam büyürken defalarca polis tarafından durduru­lup ortada hiç sebep yokken üstü aranmış; Çinli lezbiyenin asla maruz kal­madığı bir şey bu. Buna karşın, Afro-Amerikan bir aileye doğmuş ve Afro­ Amerikanların yaşadığı bir mahallede büyümüş olduğundan etrafı kendisi gibi insanlarla, ona hayatta kalmak ve başarılı olmak için gerekli bilgileri öğretenlerle çevrili. Çinli lezbiyenin ailesi, lezbiyen mahallesinde oturan lezbiyen bir aile değil ve belki de kendisine önemli hayat dersleri verecek kimse­si olmadı. Dolayısıyla Baltimore'da büyümüş bir siyah olmak Hangzhou'da büyümüş bir lezbiyenin mücadelesini anlamayı kolaylaştırmaz.

Önceki devirlerde bu daha az önem taşıyordu çünkü dünyanın öbür ucun­daki insanların dertlerinden sorumlu değildiniz. Sizin kadar şanslı olmayan komşularınıza yakınlık duymanız yeterliydi genellikle. Ancak günümüzde iklim değişikliği ve yapay zeka gibi büyük küresel tartışmalar Tazmanya'dan Hangzhou ya da Baltimore'a herkesi etkiliyor, o yüzden tüm bakış açılarını hesaba katmalıyız. Fakat bunu kim yapabilir? Kim dünya genelinde binlerce kesişen grubun birbiriyle ilişki ağını kavrayabilir?3

3 Reni Eddo-Lodge, WhyIAmNoLongerTalkingtoWhitePeopleAboutRace(Lond­ ra: Bloomsbury, 2017); Ta-Nehisi Coates, Between the WorldandMe(Melbourne: Text Publishing Company, 2015).
Boyutu küçültmek mi göz ardı etmek mi?

Gerçekten istesek de çoğumuz dünyaya hakim asli ahlaki sorunları anlama­ya muktedir değiliz artık. İnsanlar iki avcı toplayıcı ya da iki komşu klan ara­sındaki ilişkileri kavrayabilir ancak milyonlarca Suriyeli, 500 milyon Avru­palı ya da gezegenimizde yaşayan tüm kesişen grup ve alt gruplar arasındaki ilişkileri kavramaya yetecek donanımları yok.

Bu ölçekte ahlaki açmazları kavramaya çalışırken genellikle dört yön­ temden biri tercih edilir. İlki ölçeği küçültmek: Suriye iç savaşını iki avcı toplayıcı arasında cereyan ediyormuşçasına değerlendirmek; Esad rejimi­ni ve ona başkaldıranları, biri iyi diğeri kötü birer şahıs olarak ele almak. Böylece çatışmanın tarihsel karmaşıklığının yerine basit ve net bir hikaye yerleştirilir.4

4 Josie Ensor, "'Everyone in Syria Is Bad Now'', Says UN War Crimes Prosecutor as She Quits Post', New York Times, 17 Ağustos 2017, http://www.telegraph.eo.uk/ news/2017/08/07/everyone-syria-bad-now-says-un-war-crimes-prosecutor­ quits-post/, 18 Ekim 2017'de erişildi.

İkincisi, iç parçalayıcı bir insan hikayesini tüm çatışmanın temsilcisi şek­linde kullanmak. Çatışmanın karmaşıklık boyutunu istatistikler ve eksiksiz veriler aracılığıyla anlatmaya kalkışırsanız insanlar ilgilenmez, oysa bir ço­ cuğun kaderine dair insani bir hikaye gözyaşı pınarlarını harekete geçirir, sinirleri ayağa kaldırır ve sahte bir ahlaki kesinlik yaratır.5 Pek çok hayır ku­rumunun uzun süredir vakıf olduğu bir şey bu. Dikkate değer bir deney da­ hilinde, insanlardan Rokia adında yedi yaşındaki kir bir Malili çocuk için bağışta bulunmaları istenmiş. Çoğu insan çocuğun hikayesinden etkilenip yüreklerini ve cüzdanlarını açmış. Ama Rokia'nın kişisel hikayesinin yanı sıra Afrika'daki kirlik sorununun geneline dair istatistikler de sunuldu­ ğunda deneyin muhataplarının yardım etmeye daha az hevesli olduğu göz­ lemlenmiş. Başka bir çalışma dahilinde, araştırmacılar hem bir hasta çocuk hem de sekiz hasta çocuk için bağış toplamayı denemiş. İnsanlar tek çocuğa sekizli gruptan daha çok para vermişler.6

5 Örneğin Helena Smith, "Shocking lmages ofDrowned Syrian Boy Show Tra­ gic Plight of Re gees", Guardian, 2 September 2015, https://www.theguardian. com/world/2015/sep/02/shocking-image-of-drowned-syrian-boy-shows-tragic­ plight-of-refugees, 18 Ekim 2017'de erişildi.
6 T. Kogut ve 1. Ritov, "The singularity effect of identified victims in separate and joint evaluations", Organizational Behavior and Human Decision Processes97:2 (2005), s. 106-16; D. A. Small ve G. Loewenstein, "Helping a victim or hel­ ping the victim: Altruism and identifiability", fournal of Risk and Uncertainty26:1 (2003), s. 5-16; Greene, Moral Tribes, age., s. 264.

Büyük ölçekli ahlaki açmazları ele almanın üçüncü yöntemi, komplo teo­rileri uydurmak. Küresel ekonomi nasıl işliyor ve bu iyi mi yoksa kötü bir şey mi? Durum algılanamayacak kadar karmaşık. Perde arkasındaki yirmi mul­timilyarderin ipleri elinde tuttuğunu, servetlerine servet katmak için medya­ yı yönetip savaş çıkarttıklarını kurgulamak çok daha kolay. Bu tür fantezi­ler neredeyse her zaman temelsizdir. Çağdaş dünyanın karmaşıklığı sadece ahlak algımızı değil, yönetimsel yeteneğimizi de aşıyor. Multimilyarderler, CIA, Masonlar ve Siyon Liderler dahil hiç kimse dünyada ne olup bittiğine gerçekten hakim değil. Demek ki kimse ipleri elinde hakkıyla tutabilecek du­ rumda değil.7

7 Russ Alan Prince, "Who Rules the World?", rbes, 22 Temmuz 2013, https://www.forbes.com/sites/russalanprince/2013/07/22/who-rules-the­ world/#63c9e31d7625, 18 Ekim 2017'de erişildi.

Bu üç yöntem, dünyanın gerçek karmaşıklığını yadsımaya çalışıyor. Dör­düncü ve en uç yöntem, bir dogma yaratıp kadirimutlak varsaydığımız bir ku­ rama, kurum ya da lidere bütünüyle inanmak ve o bizi nereye çekerse o yöne gitmek. Dinsel ve ideolojik dogmaların, içinde bulunduğumuz bilimsel çağda hala oldukça çekici gelmesinin nedeni tam olarak bu: üzerimize çöken karma­şık gerçeklikten kaçabileceğimiz sığınılacak bir liman sunuyorlar. Daha önce de belirtildiği gibi laik akımlar da bu tehlikeden muafdeğil. Bilimsel hakikate son derece bağlı ve tüm dinsel dogmaları reddederek yola koyulsanız bile, ger­çekliğin karmaşıklığı er ya da geç öyle bunaltıcı bir hal alır ki sorgulanmaması gereken bir doktrin icat etmek gerekir. Bu tarz doktrinler insanların kafasını rahatlatıp ahlaki kesinlik sağlasa da adalet sağlayıp sağlamadıkları tartışılır.

O halde, ne yapacağız? Liberal dogmayı benimseyip seçmen ve müşteri bi­reylerin oluşturduğu kitlelere mi güvenmeliyiz? Yoksa bireyci yaklaşımı red­ dedip, tarihteki pek çok eski kültürün yaptığı gibi toplulukları dünyayı beraber anlamlandırmaya muktedir mi kılmalıyız? Ama böylesi bir çözüm bizi anca bireysel cehalet so asından kaldırıp yanlı grup düşüncesi şölenine oturtur. Avcı toplayıcı kabileler, köy komünleri ve hatta kentlerdeki mahalleler ortak sorunları hakkında beraberce düşünebilirler. Ama artık karşımızda küresel sorunlar var ama küresel bir topluluk yok. Ne Facebook ne milliyetçilik ne de din böyle bir toplum yaratmanın eşiğinde. Mevcut insan kabileleri küresel ha­kikati kavramaktan ziyade kendi kişisel çıkarlarını gözetme derdinde. Ameri­ kalılar, Çinliler, Müslümanlar, Hindular; hiçbiri "küresel topluluk" boyutunda değil. O yüzden gerçekliği nasıl yorumladıklarına güven olmaz.

O zaman pes edip insanların hakikati anlama ve adalet sağlama çabası suya düşmüştür mü diyelim? Resmen hakikat sonrası döneme mi girdik?


Yorum Gönder

0 Yorumlar