BALKAN MİLLİYETÇİLİĞİ




Balkan milliyetçiliği; siyasî literatürde yeniçağ Avrupası’nın bir yan ürünü gibi tarif ve takdim edilir. Bu pek ezbere ve toptancı bir tariftir. Birçok tarihçi bu milliyetçiliğin kaynaklarını aramak için, çoğu zaman Rönesans’a bile uzanamazlar. Fransa büyük devrimi ve Napolyon istilâsı Balkanlarda ulusçuluğu ortaya çıkartan hadiseler olarak gösterilir: Oysa Balkanlar ulusçuluk ve etnik münaferet için biçilmiş bir kıtadır. Balkan halklarının kabilevî yapısı vardır ve etnik bağlar canlıdır. Batı’dan kopuktur ve aynı zamanda Batı’nın içindedir. Imperium olgusuna Kuzeybatı Avrupa’dan daha önce girmiş ve Roma-Bizans devirlerinde etnik oluşumun uzun süren sancılarını yaşamış ve bu nedenle de tarihin bilincine sahip olmuşlardır. 

Balkanlarda tarih menkîbe ile iç içedir. Menkîbenin renkleri ve motifleri tarih yazımıyla birebir örtüşür ve tarih yazıcılık menkıbeyi izler; menkîbe tarih yazımını besler ve ikisinin de doğduğu ortam birbirine benzer. Daha da önemlisi modern tarihin insanları, kendilerini menkibevî devirlerin nesnesi olan toplumla aynileştirir ve büyük ölçüde de menkibevî devir modern devrin insanı için zihinlerde tashih edilir. Bu asırda modern devrin toplumu da bütüncül (entegrist) bir yorumla birtakım nitelikler edinmeye zorlanır. Dünya tarihinde saptırılmış tarih yazıcılığının Balkanlar kadar yıkıcı etkilerinin görüldüğü bir dünya parçası yoktur, denilebilir. Hegelci teleolojik (gai) tarih felsefesi ve misyonu Balkan aydınlanmasını yönlendirmiştir. 

Sonra Balkanlıların bir yönleriyle Batı Avrupalı toplumlardan bile daha çok birbirine benzediği, müşterek altyapının folkloru ve günlük hayatı kapsadığı bilinir; (ensoi) ne var ki bunların dış dünyada yani Batı Avrupa’daki algılama ve sınıflandırmaları da birbirinden farklıdır. Niçin Yunanlı, Bulgar’dan ayrı ve imtiyazlı bir yere sahiptir? Menkıbe ruhu sade Balkanlılar arasında değil; Balkanlılar söz konusu olunca, başka kavimler ve gruplar arasında da öne çıkıyor. Rusya için Bulgarlar ve Sırplar önemlidir. Avusturya-Almanya’ya Sloven ve Hırvat; Türklere Arnavut ve Boşnak her zaman daha yakındır. Bunların içinde Rusya ve Türkiye’nin yaptığı tasnifin kendilerine göre bir nedeni var ve bir ölçüde gerçeğe dayanıyor. Balkanların önemli bir kısmının dindaşı ve ırkdaşı Rusya’dır; bir kısmının dindaşı da Türkler. Bu gerçek Balkanlıların bazılarının baskıya uğradıklarında ve beynelmilel sorunların altında kaldıklarında yönelecekleri adresin kimler olduğunu belirliyor ve Türkiye ile Rusya da bu nedenle hiçbir zaman Balkan çekişmelerinin dışında kalamıyor. 

Balkan milliyetçilikleri, milliyetçiliğin kendisi kadar eskidir; içlerinde tarih bilincine geç ulaşma dolayısıyla, yanlış oluşan kimliği tashih eden kavimler vardır. Ama Balkan milliyetçilikleri (Türkler ve Arnavutlar hariç) Balkan milletlerinin kendi içlerinde oluştuğu kadar dışarıda da geliştirilip desteklenmişlerdir. Slav kavimlerin ulusçuluğunu, Çekler ve Ruslar besledi; bilimsel kimliğin araştırılması ve siyasî destek yönünden... Yunanlıları ise bütün Avrupa bilimsel, malî, siyasî hatta askerî yönden destekledi. Tarihte Batı Avrupalı gönüllülerin Ölmeye gittiği savaş Yunan ayaklanması diye bildiğimiz uzun savaştı. Bu tip bir romantik kitle desteğini, Avrupa bir daha ancak İspanya İç Savaşı’nda gördü (bu arada bir istisna 1848 Macar Ayaklanmasını destekleyen Polonyalı ve İtalyan gönüllülerdi). O günden bugüne Philhellenism bir Avrupalı icadıdır diye bilinir. Oysa çok geniş Avrupalı çevrelerde bundan söz edemiyoruz; bir anti-Hellen tutum bile vardır. İşin garibi Yunanistan Avrupa Birliği’ne kabul edilince ve Avrupa platformlarının üyesi olarak söz hakkı artıp, gördüğü malî destek de yükselince, Batı Avrupa’nın çeşitli çevrelerinde bu anti-Hellen söz ve davranışı daha da arttı. 

Balkan Hıristiyanları arasında bir tür ortak kimlik olan, Hellenizm ve Hellen kimliği vardı. Bu saf bir Hellenlik değil, Ortodoks-Rum inancı etrafında biçimlenen bir Hellenlik’ti. 18. yüzyılda birtakım Avrupalıların Bulgar’la Hellen’i ayırmadığı söylenir. Bulgarların bir önemli kısmı, hem de okumuş yazmış ve tacir takımı da böyle bir kimlik ayrımı yapamı­ yordu. Mesela en tipik örnek, haldi olarak Bulgar eğitim hareketinin babası sayılan Aprilov'dur. Aprilov hayatının bir döneminde Slav ve Bulgar kimliğinden çok Hellen eğitimi almış bir Hıristiyan Ortodoks’tu ve Hellen kimliğine yakındı. Ukraynalı tarihçi Venelin in etkisiyle Slav ve Bulgar kimliğini benimsedi ve servetini, vaktini Bulgar halkının eğitimine adadı. Rum-Ortodoks kimlik, Hellen temeline oturan ve onu aşan bir kimlikti. Bütün Hıristiyan Ortodokslar, Hellenlik’i etnik ve tarihî olarak fazla benimsemeden Hellen dilini, Hı­ristiyanlığı öğreten Incil’in ve liturjinin, Hıristiyan akîde ve felsefesinin dili olarak benimserdi. Ana dilin yanında bizatihi din Hellen etnik kimlikte bağdaştırılır. Çoğu zaman kendini Grek olarak tanıtan kimse o dili iyi bilmezdi. Hellenlik gururunu da benimsemiş değildi; Ortodoks Hıristiyan’dı ve tabii Hellenlik’e tapınmazdı ama meselâ kendi Bulgarlığını da önemsemez, saygı duymaz ve fazla benimsemezdi. Hellenizm ve Yunanca, Ortodoks Hıristiyanlığın ifadesiydi. Okumuşlar kadar, az okumuşlar da Yunanlılık ve Yunancanın ortak dil ve kültür dili, ortak kök olduğuna inanırdı. Pope Mihail'in (bir Vlah, yani Eflâklı) halka Yunancayı öğretmek (bu iyi Hıristiyanlık için gerekli görülürdü) için kaleme aldığı basit lügatin başında bu ifade açıkça yer alır. İlk defadır ki 17. asırda Katolik Bulgar papazları, yani Katolisizm’i Bulgarlar arasında yaymak isteyenler; Bulgarlığın tarihî bilincini yaratmaya çalışıyorlar. Sofya’nın Katolik piskoposu Peter Boğdan BuşkevBulgar Çarlığının Tasviri-Opisanie na bolgarska Tsartsvo” adlı eserini kaleme alıyor. Başkaları da var; Petar Parçeviç gibi... Ama Bulgarların çoğunluğuna hitap etmeyen bir akidenin, yani Roma Katolisizminin hizmetindeki bu adamların mesajı kimsede pek derin etki yapmamış. İlk defa bir din adamının milliyetçi mesajı Yunanistan’ın kalbindeki bir manastırdan geliyordu; Aynaroz’da Hillander manastırı keşişlerinden Paissiy, “Bulgar dilini ve tarihini tanı! Çarlarını ve şanlı tarihini öğren” diyerek bir Slavyan-Bulgar tarihi yazıyor. Paissiy yanı başındaki Hellenlere aksülamel olarak mı 18 bu tarihi yazmış? Orası hiç önemli değil; Bulgarlar Hellen olmadıklarını biliyor. 

1844’te İzmir’de Komtantin Fotinov, “Lyuboslovye” diye bir gazete çıkarıyor; İzmir’de gene birtakım Levanten ve Hellen unsurun yanında, Bulgar unsur kimliğini daha çok benimsiyor. Demek Hellen milliyetçiliği öbürleri için ger­ çekten bir model oluyor. Belirttiğimiz gibi Bulgar okullarının ve eğitimin kurucusu Aprilov; Bulgarlık bilincini Ukraynalı Venelin’in Slav tarihinden edinmiş; o vakte kadar kendini Hellen dünyasının içinde sanıyormuş. 1826 Mora Ayaklanması’na kalabalık bir birlik teşkil eden Bulgar gönüllüler Hellenlerin yanında çarpışmak için savaşa katılmıştır; Yunan Filiki Eterya örgütünün üyesi olan Bulgarların sayısı kalabalıktır ama Mora’daki kan ve can desteği iki kavmin münaferetinin tarihinde de önemli bir kilometre taşıdır. Nihayet 19. asırda Fener patrikhanesi; Balkanlı milliyetçilerin Bab-ı âli, Bulgar halkı ve din adamlarının Rum metropolitler aleyhindeki faaliyeti ve gene Rum ruhbanın Bulgarları Rus casusu diye ihbarları şikâyetleriyle meşguldü. 

Tabii Bulgar halkı çareyi Ortodoks kilisesinden kaçmakta buldu. Roma’daki Papa onlara kendi dillerinde ibadet edecekleri bir özerk kilise vaat etmişti. Tıpkı Ermeni-Katolik, Süryan-Katolik, Kobt-Katolikler gibi... 1860’h yılların başında her yerde Katolik-Bulgar kiliseleri inşası için izin istenmeye başlandı. Rusya ilk anda ne yapacağını bilemedi. Rum patrikhanesine mi sahip çıksın, yoksa artık İstanbul sokaklarına dökülen Katolik Bulgarların milliyetçi taleplerine mi? Bab-ı âli doğrusu biraz keyifle manzarayı seyretti, asayişin ucunun kaçacağını anlayınca da Bulgar kilisesini tanıdı ama Fenerdeki patrikhane İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar bu özerk Ortodoks Bulgar kilisesini tanımadı. 

Balkan toplumlarının tarihî gelişimi genelde Batı Avrupa’nınkine benzemez. Osmanlı öncesi tarihin bir geç feodal düzen olduğu, çözülmekte olduğu ve ufuktaki Rönesans’ın Osmanlı istilâsı ve feodal restorasyonla(l) kesildiği; yani ilerleyen tarih çarkının durduğu, 1945 sonrası MilliyetçiMarksist tarih yazımı mesela Bulgaristan’da Dimiter Angelov tarafından ileri sürüldü. Gerçi bu gibi yorumlar ülkelerin kendi akademileri dışında da kimseden kabul görmedi. Ama akademi güçlü bir organ; bu Marksist milliyetçi tezler, Marksist yorumcuların bile tepkisini çekerken, okul ve üniversite sistemiyle bütün kavmin ezberlediği mütearifeler haline geldi. Mesela Yunanlılar akademisiz amatör gayretkeş tarihçiler aracılığıyla okul kitaplarına ayıklanması zor mütearifeler yerleştirdiler. 

Balkan ülkeleri için feodal magnatlardan, burjuvazinin doğuşundan söz etmek abes; Osmanlı’nm hâkimiyeti eski toprak lordlarım yavaş yavaş emmişti. Çiftlik sahibi, esnaf ve Orta Avrupa ile ticaret sayesinde 18. yüzyılda ve 19. yüzyılda zenginleşen bir grup dışında bu ülkelerde öyle öncü ticarî burjuvazi de yok. 19. yüzyıl başında Yunanistan’ın zenginleşen armatörleri öncü olmaktan çok artçıydı; ihtilale ayaklanan gemici vs.nin ardından katılıyorlar. 

Peki, kimdir Balkan milliyetçisi; Balkan milliyetçisini Osmanlı meydana getirmiş denebilir. Kalıplaşmış sınıfların ve sınıf kültürünün olmadığı yerde; köyden çıkma kabiliyetli genç, şehirli esnafın çocuğu, cevval ve hatip bir din adamı (Papaz Mihail, Sofroni Vraçanski, Paissi Hilanderski vs.), 18-19. yüzyıllarda doğan milli aydın sınıfların üyeleridir. Balkan aydınının Avrupa’daki diasporadan beslenme şansı da var. Venedik, Viyana, Berlin, Londra, Paris’teki kolonileriyle Yunanistan bu alanda bir bakıma daha talihlidir. Ama hem Sırpların hem Bulgarların Orta Avrupa’da tüccar kolonileri var. Bunlar Balkan ülkelerine Alman dili ve Alman kültürünü taşımışlar; dolayısıyla Balkanlar bir yanıyla Fransa ve AngloSakson, bir yanıyla Germen kültürünün serpintilerine açık olmuş. Rusça ikinci Dünya Savaşı’na kadar, Slav bölgesinde Balkan Slavlarının büyük egzotik ülkede konuşulan kardeş dilidir. Rusya, yüz yüze geldiklerinde, iç içe girdiklerinde Balkanlı kardeşlerin gözündeki büyüsü kaybolan bir büyük kardeştir. 

Friedrich Engels; Rusya’yı Balkanlardaki ahalinin beşte birinin dini ve diliyle yakınlığı olan, başarılı bir kuvvet diye tarif eder (Alman Joseph Hammer dışında Batı Avrupa için ise bu dünyada gezinen bilgisizler; bu dünyayı tanımayan dandy diplomatlarla temsil ediliyor, der). Engels Rusya’nın Balkanlara nüfuz etmesinden hiç de hoşlanmıyordu. Balkanlı ve Sovyet Marksist tarihçiler bu gerçeğe ve yazılara hiç değinmedikleri gibi, kendi ulusçu özentisi yorumlarında da nasılsa Marx ve Engels’e müracaat edebiliyorlardı. Rus tarihçi akademik Norocnitskiy bir tebliğinde “Türk-Rus Savaşı ve Rusya’daki ilerici çevreler” başlığı altında Rusya’ nın Balkan politikasına sözde ilericilerin göstermediği destekten söz ediyordu. Marx ve Engels’in Rusya’nın Balkan politikasına karşı yazılarından hiç bahsetmedi. 

Tabii Rusya ve Balkanlar zıt akımlar ve themalardan olu­ şan bir romanstır. Rusya’ nın asilleri ve münevveri, “zavallı Bulgarlar”a acıyordu; Karadağ ve Sırbistan’daki- kardeşleri için ölüme koşuyorlardı deniyor; kimler koşuyordu acaba? Lev Tolstoy ünlü romanı “Anna Karenina”sının sonunda iğneyi batırıyor. Anna’nın intiharından sonra adamakıllı işe yaramaz hale gelen Vronski gönüllüler alayındadır. Tolstoy’un deyişiyle okuyucusuz gazetelerin yazarları ve üyesiz partilerin liderlerinin kışkırttığı kalabalık, Slavları kurtarmaya koşuyordu. Bir zabit evine mektup yazıyordu Bulgaristan’dan; “Bulgarları kurtardık; peki bizim zavallı mujikleri kim kurtaracak?” 

Balkanlı Slav gençlerden Slav anavatanına okumaya gidenler, bir müddet sonra Rusya’nın çelişkilerini gördüler; yüksek düzeyde dar bir aydın tabaka, çok zengin müsrif toprak sahipleri, irtikâbla çalarak yükselen bir burjuvazi, gaddar bürokrasi ve kalabalık mujiklerden oluşan bir tebaa... Balkanlı’nın yurdundaki uyanık ve bilmiş köylüyle mukayese edilemezdi bu henüz emancipationunu tamamlamamış, sefil insanlardan oluşan tebaa... Kendi Balkan köylüleri onlardan daha iyi durumdaydı; sırtlarını Rusya’ya döndüler, yüzlerini Batı’ya; yükselen Prusya Balkanlara daha cazip göründü. 

Balkan milliyetçileri için Türk farklıdır. Karavelov “Türk’ü ne Tanrı ne de Şeytan insan haline getirebilir” derken, “Çorbacı, metropolit (Hellen asıllı) ve Türk yönetici üçlüsü ağaç­ lara asılmadıkça Bulgaristan kurtulamaz” der. Vasil Levsky ise bir Balkan Konfederasyonunda Türk’e de yer verir. Çok önce Hellen R. Pharaios muhayyel konfederasyonundan Türkleri dışlamıştı. Balkanlarda federasyon ve birlik; o günden bugüne zaman zaman ortaya çıkan bir özlemdir. İki adet Balkan Paktı (ilki 1930’larda Atatürk’ün önderlik ettiği) ve II. Dünya Savaşı’dan sonra da Türkiye ve Tito Yugoslavyası’nın başı çektiği paktlar bile, arada büyük devletler olmadığı için yaşamadılar. 

Atatürk Yugoslav kralı Aleksandr ile İtalya’ya karşı Balkan paktını güçlendirirken, sacayağının biri Venizelos çoktan ittifak için Roma’nın yolunu tutmuştu. Balkanlı’nın ittifak anlayışı, büyük bir Avrupa devletiyle beraber olmaktır. Kan ve barutla bağımsızlık alan Cumhuriyetçiler; işsiz Alman prenslerini hükümdar olarak kabul edip önlerinde adeta bin yıllık milli hanedanın varisleri gibi eğilmişlerdir. Tek istisna Sırbistan’ın iki, milli hanedanıydı; onların da birbirleriyle devamlı kavgasi ve karşılıklı darbeler ülkeye pahalıya mal oldu. Ülkelerin içinde Alman partisi, Anglo-Fransız partileri iktidar kavgası yaptılar. Rus taraftarları Slav devletlerde bile aslında zayıftı. Balkanlarda Rusya ciddi bir akit yapılmayan ve Batı devletleri lehine unutulan bir kardeşti. Bulgaristan prensliğinin akıl başbakanı Stambulov un ilk işi Rusya’ya sırtını dönmek, Batı’ya yanaşmak ve Osmanlı Devleti ile sözde var olan vassal-süzeren ilişkilerini Rusya’ya karşı vurgulamak oldu. Böyle bir görünüm işine geliyordu. Öte taraftan da bağımsızlık desteğini Batı Avrupa’da arıyordu. Balkanlarda Rusya bu nedenle II. Dünya Savaşı sonrası, Bulgaristan hariç hiçbir zaman hâkimiyet kuramadı. 

Balkan milliyetçisi 15. yüzyılın Slav irredandistleri olan Ivan Gunduliç ve 17. yüzyılın Juraj Krijaniç’inden beri şair ve din adamlarıdır. Hiçbir sınıfı tahlile girmeyelim; milliyetçiler şairler ve papazlardır. Bunlar yani Gunduliç gibi 16. yüzyılda İtalya’dan ilim ve fikri öğrenip Polonya’dan siyasî destek bekliyorlardı. 17. yüzyılda Polonya ümit verici görünümünü kaybetti. Bu yüzden Krijaniç Rusya’dan umut bekliyor. Ama birtakım kilise papazı, zenginleşen köylüler başka bir dünyadaydı. Osmanlı ile iyi geçinen ve Fenerle kavga edenler var. Fener’in yüzünden etnik milliyetçiliği kuvvetlenen var. Çetecilik Balkan tarihinin temel kurumudur. Komita siyasî partinin zayıf olduğu dünyada siyasî örgütlenme biçimidir. Merhum Tarık Zafer Tunaya haklı olarak işaret etmiştir; “İttihat Terakki’nin kozası ve örgüt modelini Paris, Londra, Brüksel’de değil; Balkan komitalarında arayınız” diye... Komitacılık temeli bağımsızlıktan sonra, hürriyet ve demokrasi değil; kavga, kin ve diktatörlük gelirdi. Skupçina’da Hırvat milletvekili tabancı ile vuruldu. Sırbistan gizli polisi Hırvat ve Slovenlere güvenmediğinden gizli polis içinde başka bir gizli polis (Karael) kuruyor, buraya sırf Sırp kökenli memur alıyordu. 

Hem halkın gelişmesini hem de diktatörlüğü besleyen; hem milliyetçiliği, hem de dış dünyaya yamanmayı kolaylaştıran iki kurum vardır: Eğitim ve basın. Prenslik ve krallık idaresi Bulgarların eğitimine Rusya Çarlığı ve Osmanlı’ya göre; çok daha fazla para ayırıyordu. Gazete bir haber organı olmaktan çok, tıpkı bizdeki gibi hatta daha fazla olarak, tarih, coğrafya, edebiyat ve ilimleri öğreten bir organdı. Gazete güvenilen bir organdı ve gazeteciyle öğretmen; Bulgar, Sırp, Yunanlı, Romen toplumlarında Delphoi kâhini gibi etkiliydiler. Diktatör rejimler de doğrusu bu iki organdan iyi istifade ettiler. Politikaya giren veya çekilen öğretmen ve Profesör Balkan toplumlarının tipik adamıdır ve bu iki zümrenin slogan ve yorumlan kadar mudhike (grotesk olay) de az bulunur. 

19-20. yüzyıllarda Balkanları inşa eden ve yıkan zümre; bilgisizlik ve tecrübesizliklerine karşın cüretkâr ve örgütçüydüler. Aydın gibi zor tarif edilen kavram bu ülkelerde kısa sloganla tarif edilir; “halkına inen sorumlu adam... vs.” ve Batı’da az kullanılan bu kavram burada ağza sakızdır. Son asır Türk münevver veya aydını da bu zihniyete göre tarif edilmiştir. Batı’da kimse “aydın” lafını kartvizit olarak kullanmaz; buralarda bu bir kimliktir. Meselâ 1980 yılında Sofya Üniversitesi’nde dekan mezunlara; “birazdan diplomalarınızı alacak ve milli aydın sınıfımıza katılacaksınız” diyordu. Budapeşte Çeper endüstri tesislerinde Kari Marx’ın kapitalini okuyarak umutlanan ve aydınlanmış çehreli bir işçi heykeli vardır. Balkan ve Ortadoğu aydınlarının hepsi bu heykel gibiler. Bir iki roman çevirisi, yanlı ve basit üsluplu bir iki tarih kitabı, vülgarize bir felsefe risalesi (çeviri) tabii bolca şiir, aydın olmaya yeter. Batı Avrupalı’nın aksine nesirle eğitilen ve nesirle eğiten biri değildir; şiirin büyüsüne, etkileyen kolaylığına sığınır; şiirle öğrenir, şiirle düşünür. Ulusçuluk, demokrasi, sosyalizm hepsi şiirle birbirine karışır ve hayatta traji-komik uygulamalar bu rüştüne ermemiş heyecan ve sözde fikrî temel üzerinde inşa edilir. Şairlerin şairin ötesinde mütefekkir ve önder olarak tanıma çocukluğu, Balkan ve Ortadoğu ülkelerinde yaygın ve ortak bir tutumdur. Duygusal yoğunluk ve bilgisel sığlıkla bazı gruplar sevk-i tabi-i kader ile iktidara ulaşır, ülkeyi kurtarmaya, dünyayı kurtarmaya kalkar ve tamiri olmayan hatalarla yurtlarını sarsıntılı bir tarih yolculuğuna çıkarırlar. Köylünü kasidelerle översin, ama itimat etmezsin, tabii büyük hayaller için cepheye sürersin; sonra mersiye yazarsın. 

Osmanlı’dan kurtulduktan sonra Balkan savaşları, Birinci ve ikinci Dünya savaşları Balkan ülkeleri için böyle acılı ve entegrist milliyetçilik olaylarıyla doludur. Acaba bu çocukluk arazı kayboldu mu? Buna dair pek kuvvetli deliller ve göstergeler yok ortada. Değişen dünyanın yarattığı yeni şartlar ve gelişen olaylar Balkan sözünü tekrar ürkütücü hale getiriyor. Balkan milliyetçiliklerinin en problemli yanı şudur; özellikle 18-19. yüzyıllarda bu ülkelerde yaşam Batı ve Orta Avrupa’yı Avusturya-Alman tarzına yöneltmiş. Milliyetçilik kendi özgün geleneksel yaşam biçimini ve kültü­ rünü savunmak derdinde değil. Bu anlamda bir geleneksel muhafazakârlıktan çok değişimci ve modernist bir saldırgan grup söz konusudur. Milliyetçiliğin en hızlıları, ancak hangi Blok’un adamı ve mukallidi olmanın kavgasındadır. Buralarda milliyetçilik komşunun toprağım kırpmak ve bölgede nüfuz kurmak kavgası anlamına geliyor. İşte maalesef bu asrın iyimser değerlendirme ve düşünce sahipleri bu nedenle Balkan coğrafyasında sukût-ı hayale uğramaktadırlar.

Yorum Gönder

0 Yorumlar