Balkan milliyetçiliği; siyasî literatürde yeniçağ Avrupası’nın bir yan ürünü gibi tarif ve takdim edilir. Bu pek ezbere ve
toptancı bir tariftir. Birçok tarihçi bu milliyetçiliğin kaynaklarını
aramak için, çoğu zaman Rönesans’a bile uzanamazlar.
Fransa büyük devrimi ve Napolyon istilâsı Balkanlarda
ulusçuluğu ortaya çıkartan hadiseler olarak gösterilir: Oysa
Balkanlar ulusçuluk ve etnik münaferet için biçilmiş bir
kıtadır. Balkan halklarının kabilevî yapısı vardır ve etnik
bağlar canlıdır. Batı’dan kopuktur ve aynı zamanda Batı’nın
içindedir. Imperium olgusuna Kuzeybatı Avrupa’dan daha
önce girmiş ve Roma-Bizans devirlerinde etnik oluşumun
uzun süren sancılarını yaşamış ve bu nedenle de tarihin
bilincine sahip olmuşlardır.
Balkanlarda tarih menkîbe ile iç içedir. Menkîbenin
renkleri ve motifleri tarih yazımıyla birebir örtüşür ve tarih
yazıcılık menkıbeyi izler; menkîbe tarih yazımını besler
ve ikisinin de doğduğu ortam birbirine benzer. Daha da
önemlisi modern tarihin insanları, kendilerini menkibevî
devirlerin nesnesi olan toplumla aynileştirir ve büyük ölçüde de menkibevî devir modern devrin insanı için zihinlerde
tashih edilir. Bu asırda modern devrin toplumu da bütüncül
(entegrist) bir yorumla birtakım nitelikler edinmeye zorlanır.
Dünya tarihinde saptırılmış tarih yazıcılığının Balkanlar
kadar yıkıcı etkilerinin görüldüğü bir dünya parçası yoktur,
denilebilir. Hegelci teleolojik (gai) tarih felsefesi ve misyonu
Balkan aydınlanmasını yönlendirmiştir.
Sonra Balkanlıların bir yönleriyle Batı Avrupalı toplumlardan
bile daha çok birbirine benzediği, müşterek altyapının
folkloru ve günlük hayatı kapsadığı bilinir; (ensoi) ne var
ki bunların dış dünyada yani Batı Avrupa’daki algılama ve
sınıflandırmaları da birbirinden farklıdır. Niçin Yunanlı,
Bulgar’dan ayrı ve imtiyazlı bir yere sahiptir? Menkıbe ruhu
sade Balkanlılar arasında değil; Balkanlılar söz konusu olunca,
başka kavimler ve gruplar arasında da öne çıkıyor. Rusya
için Bulgarlar ve Sırplar önemlidir. Avusturya-Almanya’ya
Sloven ve Hırvat; Türklere Arnavut ve Boşnak her zaman
daha yakındır. Bunların içinde Rusya ve Türkiye’nin yaptığı
tasnifin kendilerine göre bir nedeni var ve bir ölçüde gerçeğe
dayanıyor. Balkanların önemli bir kısmının dindaşı ve ırkdaşı
Rusya’dır; bir kısmının dindaşı da Türkler. Bu gerçek Balkanlıların
bazılarının baskıya uğradıklarında ve beynelmilel
sorunların altında kaldıklarında yönelecekleri adresin kimler
olduğunu belirliyor ve Türkiye ile Rusya da bu nedenle hiçbir
zaman Balkan çekişmelerinin dışında kalamıyor.
Balkan milliyetçilikleri, milliyetçiliğin kendisi kadar eskidir;
içlerinde tarih bilincine geç ulaşma dolayısıyla, yanlış
oluşan kimliği tashih eden kavimler vardır. Ama Balkan
milliyetçilikleri (Türkler ve Arnavutlar hariç) Balkan milletlerinin kendi içlerinde oluştuğu kadar dışarıda da geliştirilip
desteklenmişlerdir. Slav kavimlerin ulusçuluğunu, Çekler ve
Ruslar besledi; bilimsel kimliğin araştırılması ve siyasî destek
yönünden... Yunanlıları ise bütün Avrupa bilimsel, malî,
siyasî hatta askerî yönden destekledi. Tarihte Batı Avrupalı
gönüllülerin Ölmeye gittiği savaş Yunan ayaklanması diye
bildiğimiz uzun savaştı. Bu tip bir romantik kitle desteğini,
Avrupa bir daha ancak İspanya İç Savaşı’nda gördü (bu arada
bir istisna 1848 Macar Ayaklanmasını destekleyen Polonyalı
ve İtalyan gönüllülerdi). O günden bugüne Philhellenism
bir Avrupalı icadıdır diye bilinir. Oysa çok geniş Avrupalı
çevrelerde bundan söz edemiyoruz; bir anti-Hellen tutum
bile vardır. İşin garibi Yunanistan Avrupa Birliği’ne kabul edilince
ve Avrupa platformlarının üyesi olarak söz hakkı artıp,
gördüğü malî destek de yükselince, Batı Avrupa’nın çeşitli
çevrelerinde bu anti-Hellen söz ve davranışı daha da arttı.
Balkan Hıristiyanları arasında bir tür ortak kimlik olan,
Hellenizm ve Hellen kimliği vardı. Bu saf bir Hellenlik değil,
Ortodoks-Rum inancı etrafında biçimlenen bir Hellenlik’ti.
18. yüzyılda birtakım Avrupalıların Bulgar’la Hellen’i ayırmadığı
söylenir. Bulgarların bir önemli kısmı, hem de okumuş
yazmış ve tacir takımı da böyle bir kimlik ayrımı yapamı
yordu. Mesela en tipik örnek, haldi olarak Bulgar eğitim
hareketinin babası sayılan Aprilov'dur. Aprilov hayatının bir
döneminde Slav ve Bulgar kimliğinden çok Hellen eğitimi
almış bir Hıristiyan Ortodoks’tu ve Hellen kimliğine yakındı.
Ukraynalı tarihçi Venelin in etkisiyle Slav ve Bulgar kimliğini
benimsedi ve servetini, vaktini Bulgar halkının eğitimine
adadı. Rum-Ortodoks kimlik, Hellen temeline oturan ve onu aşan bir kimlikti. Bütün Hıristiyan Ortodokslar, Hellenlik’i
etnik ve tarihî olarak fazla benimsemeden Hellen dilini, Hıristiyanlığı öğreten Incil’in ve liturjinin, Hıristiyan akîde ve
felsefesinin dili olarak benimserdi. Ana dilin yanında bizatihi
din Hellen etnik kimlikte bağdaştırılır. Çoğu zaman kendini
Grek olarak tanıtan kimse o dili iyi bilmezdi. Hellenlik
gururunu da benimsemiş değildi; Ortodoks Hıristiyan’dı ve
tabii Hellenlik’e tapınmazdı ama meselâ kendi Bulgarlığını da
önemsemez, saygı duymaz ve fazla benimsemezdi. Hellenizm
ve Yunanca, Ortodoks Hıristiyanlığın ifadesiydi. Okumuşlar
kadar, az okumuşlar da Yunanlılık ve Yunancanın ortak dil
ve kültür dili, ortak kök olduğuna inanırdı. Pope Mihail'in
(bir Vlah, yani Eflâklı) halka Yunancayı öğretmek (bu iyi
Hıristiyanlık için gerekli görülürdü) için kaleme aldığı basit
lügatin başında bu ifade açıkça yer alır. İlk defadır ki 17.
asırda Katolik Bulgar papazları, yani Katolisizm’i Bulgarlar
arasında yaymak isteyenler; Bulgarlığın tarihî bilincini yaratmaya
çalışıyorlar. Sofya’nın Katolik piskoposu Peter Boğdan
Buşkev “Bulgar Çarlığının Tasviri-Opisanie na bolgarska
Tsartsvo” adlı eserini kaleme alıyor. Başkaları da var; Petar
Parçeviç gibi... Ama Bulgarların çoğunluğuna hitap etmeyen
bir akidenin, yani Roma Katolisizminin hizmetindeki bu
adamların mesajı kimsede pek derin etki yapmamış. İlk defa
bir din adamının milliyetçi mesajı Yunanistan’ın kalbindeki
bir manastırdan geliyordu; Aynaroz’da Hillander manastırı
keşişlerinden Paissiy, “Bulgar dilini ve tarihini tanı! Çarlarını
ve şanlı tarihini öğren” diyerek bir Slavyan-Bulgar tarihi yazıyor.
Paissiy yanı başındaki Hellenlere aksülamel olarak mı
18
bu tarihi yazmış? Orası hiç önemli değil; Bulgarlar Hellen
olmadıklarını biliyor.
1844’te İzmir’de Komtantin Fotinov, “Lyuboslovye” diye
bir gazete çıkarıyor; İzmir’de gene birtakım Levanten ve
Hellen unsurun yanında, Bulgar unsur kimliğini daha çok
benimsiyor. Demek Hellen milliyetçiliği öbürleri için ger
çekten bir model oluyor. Belirttiğimiz gibi Bulgar okullarının
ve eğitimin kurucusu Aprilov; Bulgarlık bilincini
Ukraynalı Venelin’in Slav tarihinden edinmiş; o vakte kadar
kendini Hellen dünyasının içinde sanıyormuş. 1826 Mora
Ayaklanması’na kalabalık bir birlik teşkil eden Bulgar gönüllüler
Hellenlerin yanında çarpışmak için savaşa katılmıştır;
Yunan Filiki Eterya örgütünün üyesi olan Bulgarların sayısı
kalabalıktır ama Mora’daki kan ve can desteği iki kavmin
münaferetinin tarihinde de önemli bir kilometre taşıdır. Nihayet
19. asırda Fener patrikhanesi; Balkanlı milliyetçilerin
Bab-ı âli, Bulgar halkı ve din adamlarının Rum metropolitler
aleyhindeki faaliyeti ve gene Rum ruhbanın Bulgarları Rus
casusu diye ihbarları şikâyetleriyle meşguldü.
Tabii Bulgar halkı çareyi Ortodoks kilisesinden kaçmakta
buldu. Roma’daki Papa onlara kendi dillerinde ibadet
edecekleri bir özerk kilise vaat etmişti. Tıpkı Ermeni-Katolik,
Süryan-Katolik, Kobt-Katolikler gibi... 1860’h yılların
başında her yerde Katolik-Bulgar kiliseleri inşası için izin
istenmeye başlandı. Rusya ilk anda ne yapacağını bilemedi.
Rum patrikhanesine mi sahip çıksın, yoksa artık İstanbul
sokaklarına dökülen Katolik Bulgarların milliyetçi taleplerine
mi? Bab-ı âli doğrusu biraz keyifle manzarayı seyretti, asayişin
ucunun kaçacağını anlayınca da Bulgar kilisesini tanıdı ama Fenerdeki patrikhane İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar bu
özerk Ortodoks Bulgar kilisesini tanımadı.
Balkan toplumlarının tarihî gelişimi genelde Batı Avrupa’nınkine
benzemez. Osmanlı öncesi tarihin bir geç feodal
düzen olduğu, çözülmekte olduğu ve ufuktaki Rönesans’ın
Osmanlı istilâsı ve feodal restorasyonla(l) kesildiği; yani
ilerleyen tarih çarkının durduğu, 1945 sonrası MilliyetçiMarksist
tarih yazımı mesela Bulgaristan’da Dimiter Angelov
tarafından ileri sürüldü. Gerçi bu gibi yorumlar ülkelerin
kendi akademileri dışında da kimseden kabul görmedi. Ama
akademi güçlü bir organ; bu Marksist milliyetçi tezler, Marksist
yorumcuların bile tepkisini çekerken, okul ve üniversite
sistemiyle bütün kavmin ezberlediği mütearifeler haline geldi.
Mesela Yunanlılar akademisiz amatör gayretkeş tarihçiler
aracılığıyla okul kitaplarına ayıklanması zor mütearifeler
yerleştirdiler.
Balkan ülkeleri için feodal magnatlardan, burjuvazinin
doğuşundan söz etmek abes; Osmanlı’nm hâkimiyeti eski
toprak lordlarım yavaş yavaş emmişti. Çiftlik sahibi, esnaf
ve Orta Avrupa ile ticaret sayesinde 18. yüzyılda ve 19. yüzyılda
zenginleşen bir grup dışında bu ülkelerde öyle öncü
ticarî burjuvazi de yok. 19. yüzyıl başında Yunanistan’ın
zenginleşen armatörleri öncü olmaktan çok artçıydı; ihtilale
ayaklanan gemici vs.nin ardından katılıyorlar.
Peki, kimdir Balkan milliyetçisi; Balkan milliyetçisini
Osmanlı meydana getirmiş denebilir. Kalıplaşmış sınıfların
ve sınıf kültürünün olmadığı yerde; köyden çıkma kabiliyetli
genç, şehirli esnafın çocuğu, cevval ve hatip bir din adamı
(Papaz Mihail, Sofroni Vraçanski, Paissi Hilanderski vs.), 18-19. yüzyıllarda doğan milli aydın sınıfların üyeleridir.
Balkan aydınının Avrupa’daki diasporadan beslenme şansı da
var. Venedik, Viyana, Berlin, Londra, Paris’teki kolonileriyle
Yunanistan bu alanda bir bakıma daha talihlidir. Ama hem
Sırpların hem Bulgarların Orta Avrupa’da tüccar kolonileri
var. Bunlar Balkan ülkelerine Alman dili ve Alman kültürünü
taşımışlar; dolayısıyla Balkanlar bir yanıyla Fransa ve AngloSakson,
bir yanıyla Germen kültürünün serpintilerine açık
olmuş. Rusça ikinci Dünya Savaşı’na kadar, Slav bölgesinde
Balkan Slavlarının büyük egzotik ülkede konuşulan kardeş
dilidir. Rusya, yüz yüze geldiklerinde, iç içe girdiklerinde
Balkanlı kardeşlerin gözündeki büyüsü kaybolan bir büyük
kardeştir.
Friedrich Engels; Rusya’yı Balkanlardaki ahalinin beşte
birinin dini ve diliyle yakınlığı olan, başarılı bir kuvvet diye
tarif eder (Alman Joseph Hammer dışında Batı Avrupa için
ise bu dünyada gezinen bilgisizler; bu dünyayı tanımayan
dandy diplomatlarla temsil ediliyor, der). Engels Rusya’nın
Balkanlara nüfuz etmesinden hiç de hoşlanmıyordu. Balkanlı
ve Sovyet Marksist tarihçiler bu gerçeğe ve yazılara hiç
değinmedikleri gibi, kendi ulusçu özentisi yorumlarında da
nasılsa Marx ve Engels’e müracaat edebiliyorlardı. Rus tarihçi
akademik Norocnitskiy bir tebliğinde “Türk-Rus Savaşı ve
Rusya’daki ilerici çevreler” başlığı altında Rusya’ nın Balkan
politikasına sözde ilericilerin göstermediği destekten söz
ediyordu. Marx ve Engels’in Rusya’nın Balkan politikasına
karşı yazılarından hiç bahsetmedi.
Tabii Rusya ve Balkanlar zıt akımlar ve themalardan olu
şan bir romanstır. Rusya’ nın asilleri ve münevveri, “zavallı Bulgarlar”a acıyordu; Karadağ ve Sırbistan’daki- kardeşleri
için ölüme koşuyorlardı deniyor; kimler koşuyordu acaba?
Lev Tolstoy ünlü romanı “Anna Karenina”sının sonunda
iğneyi batırıyor. Anna’nın intiharından sonra adamakıllı
işe yaramaz hale gelen Vronski gönüllüler alayındadır.
Tolstoy’un deyişiyle okuyucusuz gazetelerin yazarları ve
üyesiz partilerin liderlerinin kışkırttığı kalabalık, Slavları
kurtarmaya koşuyordu. Bir zabit evine mektup yazıyordu
Bulgaristan’dan; “Bulgarları kurtardık; peki bizim zavallı
mujikleri kim kurtaracak?”
Balkanlı Slav gençlerden Slav anavatanına okumaya gidenler,
bir müddet sonra Rusya’nın çelişkilerini gördüler;
yüksek düzeyde dar bir aydın tabaka, çok zengin müsrif
toprak sahipleri, irtikâbla çalarak yükselen bir burjuvazi,
gaddar bürokrasi ve kalabalık mujiklerden oluşan bir tebaa...
Balkanlı’nın yurdundaki uyanık ve bilmiş köylüyle mukayese
edilemezdi bu henüz emancipationunu tamamlamamış, sefil
insanlardan oluşan tebaa... Kendi Balkan köylüleri onlardan
daha iyi durumdaydı; sırtlarını Rusya’ya döndüler, yüzlerini
Batı’ya; yükselen Prusya Balkanlara daha cazip göründü.
Balkan milliyetçileri için Türk farklıdır. Karavelov “Türk’ü
ne Tanrı ne de Şeytan insan haline getirebilir” derken, “Çorbacı,
metropolit (Hellen asıllı) ve Türk yönetici üçlüsü ağaç
lara asılmadıkça Bulgaristan kurtulamaz” der. Vasil Levsky
ise bir Balkan Konfederasyonunda Türk’e de yer verir. Çok
önce Hellen R. Pharaios muhayyel konfederasyonundan
Türkleri dışlamıştı. Balkanlarda federasyon ve birlik; o günden
bugüne zaman zaman ortaya çıkan bir özlemdir. İki adet
Balkan Paktı (ilki 1930’larda Atatürk’ün önderlik ettiği) ve II. Dünya Savaşı’dan sonra da Türkiye ve Tito Yugoslavyası’nın
başı çektiği paktlar bile, arada büyük devletler olmadığı için
yaşamadılar.
Atatürk Yugoslav kralı Aleksandr ile İtalya’ya karşı Balkan
paktını güçlendirirken, sacayağının biri Venizelos çoktan
ittifak için Roma’nın yolunu tutmuştu. Balkanlı’nın ittifak
anlayışı, büyük bir Avrupa devletiyle beraber olmaktır. Kan
ve barutla bağımsızlık alan Cumhuriyetçiler; işsiz Alman
prenslerini hükümdar olarak kabul edip önlerinde adeta bin
yıllık milli hanedanın varisleri gibi eğilmişlerdir. Tek istisna
Sırbistan’ın iki, milli hanedanıydı; onların da birbirleriyle
devamlı kavgasi ve karşılıklı darbeler ülkeye pahalıya mal
oldu. Ülkelerin içinde Alman partisi, Anglo-Fransız partileri
iktidar kavgası yaptılar. Rus taraftarları Slav devletlerde bile
aslında zayıftı. Balkanlarda Rusya ciddi bir akit yapılmayan
ve Batı devletleri lehine unutulan bir kardeşti. Bulgaristan
prensliğinin akıl başbakanı Stambulov un ilk işi Rusya’ya sırtını
dönmek, Batı’ya yanaşmak ve Osmanlı Devleti ile sözde
var olan vassal-süzeren ilişkilerini Rusya’ya karşı vurgulamak
oldu. Böyle bir görünüm işine geliyordu. Öte taraftan da
bağımsızlık desteğini Batı Avrupa’da arıyordu. Balkanlarda
Rusya bu nedenle II. Dünya Savaşı sonrası, Bulgaristan hariç
hiçbir zaman hâkimiyet kuramadı.
Balkan milliyetçisi 15. yüzyılın Slav irredandistleri olan
Ivan Gunduliç ve 17. yüzyılın Juraj Krijaniç’inden beri şair ve
din adamlarıdır. Hiçbir sınıfı tahlile girmeyelim; milliyetçiler
şairler ve papazlardır. Bunlar yani Gunduliç gibi 16. yüzyılda
İtalya’dan ilim ve fikri öğrenip Polonya’dan siyasî destek
bekliyorlardı. 17. yüzyılda Polonya ümit verici görünümünü kaybetti. Bu yüzden Krijaniç Rusya’dan umut bekliyor. Ama
birtakım kilise papazı, zenginleşen köylüler başka bir dünyadaydı.
Osmanlı ile iyi geçinen ve Fenerle kavga edenler
var. Fener’in yüzünden etnik milliyetçiliği kuvvetlenen var.
Çetecilik Balkan tarihinin temel kurumudur. Komita siyasî
partinin zayıf olduğu dünyada siyasî örgütlenme biçimidir.
Merhum Tarık Zafer Tunaya haklı olarak işaret etmiştir;
“İttihat Terakki’nin kozası ve örgüt modelini Paris, Londra,
Brüksel’de değil; Balkan komitalarında arayınız” diye... Komitacılık
temeli bağımsızlıktan sonra, hürriyet ve demokrasi
değil; kavga, kin ve diktatörlük gelirdi. Skupçina’da Hırvat
milletvekili tabancı ile vuruldu. Sırbistan gizli polisi Hırvat
ve Slovenlere güvenmediğinden gizli polis içinde başka bir
gizli polis (Karael) kuruyor, buraya sırf Sırp kökenli memur
alıyordu.
Hem halkın gelişmesini hem de diktatörlüğü besleyen;
hem milliyetçiliği, hem de dış dünyaya yamanmayı kolaylaştıran
iki kurum vardır: Eğitim ve basın. Prenslik ve krallık
idaresi Bulgarların eğitimine Rusya Çarlığı ve Osmanlı’ya
göre; çok daha fazla para ayırıyordu. Gazete bir haber organı
olmaktan çok, tıpkı bizdeki gibi hatta daha fazla olarak,
tarih, coğrafya, edebiyat ve ilimleri öğreten bir organdı. Gazete
güvenilen bir organdı ve gazeteciyle öğretmen; Bulgar,
Sırp, Yunanlı, Romen toplumlarında Delphoi kâhini gibi
etkiliydiler. Diktatör rejimler de doğrusu bu iki organdan
iyi istifade ettiler. Politikaya giren veya çekilen öğretmen
ve Profesör Balkan toplumlarının tipik adamıdır ve bu iki
zümrenin slogan ve yorumlan kadar mudhike (grotesk olay)
de az bulunur.
19-20. yüzyıllarda Balkanları inşa eden ve yıkan zümre;
bilgisizlik ve tecrübesizliklerine karşın cüretkâr ve örgütçüydüler.
Aydın gibi zor tarif edilen kavram bu ülkelerde kısa
sloganla tarif edilir; “halkına inen sorumlu adam... vs.” ve
Batı’da az kullanılan bu kavram burada ağza sakızdır. Son
asır Türk münevver veya aydını da bu zihniyete göre tarif
edilmiştir. Batı’da kimse “aydın” lafını kartvizit olarak kullanmaz;
buralarda bu bir kimliktir. Meselâ 1980 yılında Sofya
Üniversitesi’nde dekan mezunlara; “birazdan diplomalarınızı
alacak ve milli aydın sınıfımıza katılacaksınız” diyordu. Budapeşte
Çeper endüstri tesislerinde Kari Marx’ın kapitalini
okuyarak umutlanan ve aydınlanmış çehreli bir işçi heykeli
vardır. Balkan ve Ortadoğu aydınlarının hepsi bu heykel
gibiler. Bir iki roman çevirisi, yanlı ve basit üsluplu bir iki
tarih kitabı, vülgarize bir felsefe risalesi (çeviri) tabii bolca
şiir, aydın olmaya yeter. Batı Avrupalı’nın aksine nesirle eğitilen
ve nesirle eğiten biri değildir; şiirin büyüsüne, etkileyen
kolaylığına sığınır; şiirle öğrenir, şiirle düşünür. Ulusçuluk,
demokrasi, sosyalizm hepsi şiirle birbirine karışır ve hayatta
traji-komik uygulamalar bu rüştüne ermemiş heyecan ve
sözde fikrî temel üzerinde inşa edilir. Şairlerin şairin ötesinde
mütefekkir ve önder olarak tanıma çocukluğu, Balkan ve Ortadoğu
ülkelerinde yaygın ve ortak bir tutumdur. Duygusal
yoğunluk ve bilgisel sığlıkla bazı gruplar sevk-i tabi-i kader
ile iktidara ulaşır, ülkeyi kurtarmaya, dünyayı kurtarmaya
kalkar ve tamiri olmayan hatalarla yurtlarını sarsıntılı bir
tarih yolculuğuna çıkarırlar. Köylünü kasidelerle översin, ama
itimat etmezsin, tabii büyük hayaller için cepheye sürersin;
sonra mersiye yazarsın.
Osmanlı’dan kurtulduktan sonra Balkan savaşları, Birinci
ve ikinci Dünya savaşları Balkan ülkeleri için böyle
acılı ve entegrist milliyetçilik olaylarıyla doludur. Acaba bu
çocukluk arazı kayboldu mu? Buna dair pek kuvvetli deliller
ve göstergeler yok ortada. Değişen dünyanın yarattığı yeni
şartlar ve gelişen olaylar Balkan sözünü tekrar ürkütücü
hale getiriyor. Balkan milliyetçiliklerinin en problemli yanı
şudur; özellikle 18-19. yüzyıllarda bu ülkelerde yaşam Batı
ve Orta Avrupa’yı Avusturya-Alman tarzına yöneltmiş. Milliyetçilik
kendi özgün geleneksel yaşam biçimini ve kültü
rünü savunmak derdinde değil. Bu anlamda bir geleneksel
muhafazakârlıktan çok değişimci ve modernist bir saldırgan
grup söz konusudur. Milliyetçiliğin en hızlıları, ancak hangi
Blok’un adamı ve mukallidi olmanın kavgasındadır. Buralarda
milliyetçilik komşunun toprağım kırpmak ve bölgede
nüfuz kurmak kavgası anlamına geliyor. İşte maalesef bu
asrın iyimser değerlendirme ve düşünce sahipleri bu nedenle
Balkan coğrafyasında sukût-ı hayale uğramaktadırlar.
0 Yorumlar