Hücrelerin Büyüsü


İkinci sınıfların öğretmeni olan Bayan Novak'ın dersliğinde küçük bir kutu ile karşılaştığımda henüz yedi yaşındaydım. O zamanlar boyum bir mikroskobun mercek ve göz için ayrılmış olan kısmına yetişebilecek kadar uzundu. Ancak, o kadar yaklaşmıştım ki sadece bir parça ışık görebiliyordum. Nihayet sakinleşerek mercekten uzaklaştım ve talimatları dinlemeye başladım. Ve işte hayatımın geri kalanına yön verecek kadar etkileyici olay gerçekleşti. Terliksi hayvanı gördüm, büyülenmiş gibiydim. Artık ne diğer çocukların seslerini, ne de okulda olduğumu hatırlamamı sağlayan ucu yeni açılmış kalemlerin, mumlu pastel boyaların ve plastik, artist resimli kalem kutularının kokularını duyabiliyordum. Bütün varlığım bu hücrenin yabancı dünyası tarafından esir alınmıştı. Bu hücreyi izlemek benim için günümüz teknolojisi kullanılarak bilgisayarlarda hazırlanan, özel efektli filmleri izlemekten çok daha heyecanlıydı.


Çocukluğun verdiği masumiyetle, bu organizmayı bir hücre olarak değil de çok küçük (mikroskobik) ama düşünce ve duygulan olan bir varlık gibi algılamıştım. Bu küçük tek hücreli organizma amaçsızca dolanıyor gibi görünmemişti bana, ne çeşit bir görevi olduğunu bilmesem de sanki bir görevi vardı. Terliksi hayvanı birbirine dolaşmış alglerin içinden geçerken ve oralarda gezinirken "omzunun" üzerinden sessizce izledim. Ben bir yandan dikkatimi terliksi hayvan üzerinde yoğunlaştırırken, bir amip çetesinin oluşturduğu büyük bir pseudopod da görüş alanıma doğru sızmaya başladı. 

Bu minik dünyaya yaptığım ziyaret, sınıfın kabadayısı olan Glenn adlı çocuk beni aniden geri çekip mikroskop sırasının onda olduğunu söylemesiyle sona erdi. Glenn'in yapmış olduğu haksız hareketin bana mikroskopta sıra beklemeden birkaç dakika daha kazandırabileceğini umut ederek Bayan Novak'ın dikkatini çekmeye çalıştım. Ancak birkaç dakika sonra öğle yemeğine çıkacaktık ve sırada bağrış çağrış bekleyen daha başka çocuklar da vardı. Okuldan hemen sonra eve koşup mikroskopla yaşadığım bu macerayı heyecanla anneme anlattım. İkinci sınıfta olmamın bana kazandırdığı ikna kabiliyetini en iyi şekilde kullanarak, anneme bana bir mikroskop alıp alamayacaklarını sordum, sonra yalvardım ve en sonunda onu tatlı sözlerle kandırmaya çalıştım. Bu sayede, merceklerin mucizevî gücünü kullanarak hücrelerin yabancı dünyası tarafından büyülenmiş bir şekilde saatlerimi geçirebilirdim.

Daha sonra, üniversiteye giderken bir elektron mikroskoba terfi ettim. Elektron mikroskobunun bildiğimiz ışık mikroskobundan üstün yönü, ondan 1000 kez daha güçlü olmasıydı. İki mikroskop arasındaki farkı şöyle bir karşılaştırma yaparak anlatmak da mümkün; içine atılan 25 sentle çalışan bir gözlem teleskopu turistler tarafından manzara izlemek için kullanılır, yörüngedeki Hubble teleskopu ise uzaydan gelen görüntüleri aktarmaktadır. Elektron mikroskobu ile araştırma yapılan bir laboratuara girmek hevesli biyologlar için bir geçit töreni gibidir. İlk önce, tıpkı fotoğrafçılıkta kullanılan karanlık odaları aydınlık çalışma alanlarından ayıran kapılara benzeyen siyah döner bir kapıdan girersiniz.

Bu döner kapıdan ilk geçme teşebbüsümü ve onu döndürmeye başladığım anı hatırlıyorum. İki dünya arasındaki bir karanlıkta kalmış gibiydim: Öğrenci olarak şu anki yaşamım ve araştırmacı bir bilim insanı olarak geleceğim. Kapı dönüşünü tamamladığında büyük, karanlık, sadece birkaç kırmızı ışık tarafından belli belirsiz aydınlatılan bir odada kalmıştım. Gözlerim ışığa yavaş yavaş alışırken önümde duran şeyi fark etmem beni korku ve hayranlık içinde bıraktı. Kırmızı ışıklar odanın merkezinde duran ve tavana kadar uzanan devasa ve ayak kalınlığındaki krom ve çelikten yapılmış elektromanyetik merceklerin parlayan yüzeyini korkutucu bir şekilde yansıtmaktaydı. Sütunun taban kısmından iki yana doğru uzanan şey ana denetim masasıydı. Düğmelerle, aydınlatılmış sayaçlarla ve rengârenk işaret lambaları ile dolu olan denetim masası, bir Boeing 747'nin gösterge panellerine benziyordu. Büyük, tentaküze benzeyen kalın kordonlardan oluşan bir dizi su borusu ve emme boruları yaşlı bir meşe ağacının tabanındaki ana köke benzeyen bir mikroskoptan çıkmaktaydı. Vakum pompalarının ve donmuş suların devri daim sırasında çıkardıkları sesler havayı dolduruyordu. Adeta U.S.S Enterprise gemisinin kaptan köşküne çıkmış gibiydim. Görünüşe bakılırsa, Kaptan Kirk izinliydi çünkü çelik sütunun tam ortasındaki yüksek vakum odasına yeni bir doku örneği sunmanın dikkat gerektiren süreciyle meşgul olan ve denetim masasında oturan kişi benim profesörlerimden biriydi. 


Dakikalar geçerken, ikinci sınıfta bir hücreyi ilk gördüğüm zamanki duygularımı anımsatan duygular yaşıyordum. Nihayet, yeşil floresan bir görüntü fosforlu ekranda belirdi. Normal boyutlarının otuz katı oranında büyütülmüş olmalarına rağmen koyu renkteki hücreler plastik bölümlerde zar zor seçilebiliyordu. Daha sonra her defasında büyütülme oranı bir adım daha yükseltildi. İlk önce 100x, daha sonra 1000x ve daha da sonra 10.000x. Nihayet istediğimiz sonuca ulaştık ama hücreler normal boyutundan 100.000 defa daha fazla büyütülmüşlerdi. Bu hiç şüphesiz Uzay Yolu gibi bir şeydi ama bu defa dışarıdaki uzaya gitmektense "daha önce hiçbir insan tarafından denenmeyen" içe doğru bir yolculuk yapmıştık. Bir an kendimi minyatür bir hücreyi incelerken bulmuştum ve işte şimdi saniyeler sonra onun moleküler mimarisinin derinliklerine indim.

Bilimsel bir sınırın bu uç noktasında, korku ve hayranlığım aşikârdı. "Fahri ikinci pilot" seçildiğimde de aynı heyecanı hissetmeye devam ettim. Bu yabancı hücresel manzaranın üzerinden "uçabilmek" adına ellerimi dümenin üstüne koydum. Profesörüm tur rehberimdi ve önemli noktaları bana gösteriyordu. "İşte burası mitokondri ve burada da golgi aygıtı var ve işte orada da hücre çekirdeği. Bu kolajen bir molekül ve bu da ribozom."

Acele etmemin en büyük sebebi kendimi bir öncü gibi hissetmem ve insan gözü ile daha önce hiç görülmemiş yerlere geçmemden kaynaklanıyordu. Işık mikroskobu hücreleri duyguları olan birer canlı varlık gibi algılamama sebep olurken, elektron mikroskobu beni yaşamın temelini oluşturan moleküllerle karşı karşıya getirdi. Hücre yapısının mimarisi içinde yaşama dair birçok sırrın gizli olduğunu biliyordum.

Kısa bir an için, mikroskobun lombozları kristal bir küre haline geldi; floresan ekranın ürkütücü bir şekilde parlayan yeşilinde kendi geleceğimi gördüm. Hücre biyologu olacağımı biliyordum çünkü onların araştırma alanı hücresel yaşamın gizemlerine yeni anlayışlar kazandırmak için hücrenin üstün yapısındaki her değişimin incelenmesi üzerinde yoğunlaşıyordu. Üniversitedeki çalışmalarımdan öğrendiğim üzere yapı ve işlev açısından biyolojik organizmalar birbirleriyle yakından ilişkiliydi. Hücrenin mikroskobik anatomisini davranışlarıyla bağdaştırarak, doğanın özünü kavramaya bir adım daha yaklaşacağımdan hiç şüphem yoktu. Üniversite hayatım boyunca, doktora sonrası yaptığım araştırmalarda, tıp fakültesi profesörü olarak edindiğim kariyerimde, her dakikamı hücrenin moleküler yapısını keşfetmeye harcadım. Çünkü hücrenin yapısı içinde işlevlerinin sırları da saklıydı.

"Yaşamın sırrı"nı çözmek için verdiğim uğraşlar beni araştırmacı bir kariyer seçmeye yönlendirdi; doku kültürü üzerinde büyütülen kopyalanmış insan hücrelerini inceleyecektim. Elektron mikroskobu (EM) ile ilk karşılaşışımdan bu yana on yıl geçmişti ve oldukça saygın Wisconsin Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde kadrolu öğretim üyesi olarak ayrıcalıklı bir konumum vardı. Kopyalanmış kök hücreler üzerinde yaptığım araştırma ve bir öğretme yeteneğim beni uluslararası camiada oldukça tanınan bir isim haline getirmişti. Artık daha güçlü elektron mikroskopları ile çalışıyordum ve onlar sayesinde bilgisayarlı tomografi sonucu elde ettiğimiz görüntülere benzeyen üç boyutlu görüntüler elde ediyordum. Organizmaların bu görüntüleri beni yaşamın temelini oluşturan moleküllerle karşı karşıya bırakıyordu. Kullandığım araçlar daha gelişmiş olduğu halde, duruma yaklaşım tarzım değişmemişti. Yedi yaşındayken gördüğüm bu hücrelerin bir amacı olduğuna inanmıştım ve hâlâ bu inancımı kaybetmemiştim.


Ne yazık ki, yaşamımın bu hücreler gibi bir amaç dahilinde ilerlediğine kendimi bir türlü inandıramamıştım. Tanrıya inanmıyordum ancak itiraf etmeliyim ki tek yönlü, inceden bizimle alay eden bir espri anlayışıyla üzerimizde hüküm süren bir Tanrı kavramı bana zaman zaman eğlenceli geliyordu. Her şeye rağmen gelenekçi bir biyologdum ve Tanrının varlığı benim için sorulması gereksiz bir soruydu çünkü bana göre yaşam kör talihin, şanslı kartın havaya fırlatılmasının ya da daha kesin bir ifade kullanmak gerekirse genetik zarının rastgele sallanmasının bir sonucuydu. Bizim mesleğin parolası Charles Darwin'den bu yana, " Tanrı mı? İşe yaramayan bir Tanrıya ihtiyacımız yok!" olmuştu.

Darwin, Tanrının varlığını yalanlamamıştı, o sadece dünyadaki yaşamın niteliğinin ilahi bir müdahale tarafından değil de tamamen şans eseri ortaya çıkmış olabileceğini ima etmişti. Türlerin Kökeni adını taşıyan 1859 yılında yayımlanmış kitabında, Darwin, kişisel özelliklerin kalıtım yoluyla ebeveynlerden çocuklara geçtiğini söylüyordu. Bir bireyin hayatının niteliğinin ebeveynden çocuklara aktarılan "kalıtsal faktörler" tarafından kontrol edildiğini öne sürüyordu. Bu ufak içgörü, bilim insanlarının, yaşamı küçük moleküler parçalara ayırıp en ince ayrıntısına kadar incelemek gibi çılgınca bir teşebbüse girişmelerine neden oluyordu çünkü hücrenin yapısı içinde yaşamı yöneten kalıtsal mekanizmanın bulunuyor olması söz konusu idi.

Elli yıl önce James Watson ve Francis Crick genleri oluşturan DNA çift sarmalının yapısını ve işlevini açıkladıklarında, yapılan araştırmalar dikkate değer bir sona ulaştı. Bilim insanları sonunda Danvin'in on dokuzuncu yüzyılda bahsetmiş olduğu "kalıtsal faktörlerin" özünü kavrayabilmişlerdi. Sansasyon yaratan olayın ardından gazeteler genetik mühendisliğinin yeni cür'etkâr dünyasını ve nasıl olacakları önceden tasarlanabilecek bebeklerin ve yeni mucizevi tedavilerin vaat edildiğini yazıyordu. 1953 yılının bu tarihe geçen gününde, büyük harflerle gazete manşetlerinde yer alan "Yaşamın sırrı çözüldü!" gibi başlıkları daha dün gibi hatırlıyorum. Tıpkı gazeteler gibi biyologlar da bu yeni gen modasını kabul edip benimsemişlerdi. DNA'nın biyolojik yaşamı yönettiği mekanizma, moleküler biyolojinin temel dogmalarından biri haline gelmişti ve artık ders kitaplarının konusuydu. İnsan hayatında kalıtımın mı yoksa çevrenin mi daha etkili olduğu konusunda yapılan uzun tartışmalarda, kalıtımın etkili olduğu cevabı daha çok kabul görüyordu. İlk başta DNA'nın sadece fiziksel görünüşümüz ve özelliklerimiz üzerinde etkili olduğu düşünülüyordu ama daha sonraları duygularımızı ve davranışlarımızı da yönettiğine inanmaya başladık. Kısaca eğer kusurlu bir mutluluk geni ile doğduysanız, mutsuz bir yaşam sizi bekliyordu.

Ne yazık ki, eksik ya da mutasyona uğramış bir mutluluk geni ile dünyaya gelmiş kurbanlardan biri olduğumu düşünüyordum. Etrafıma duygusal yönden zayıflatıcı, acımasız kuvvetler set kurmuştu ve ben onlara yenik düşmüştüm. Babam kansere karşı verdiği uzun ve acı dolu bir mücadelenin ardından ölmüştü. Onun başlıca bakıcısı bendim ve bu geçen dört ayı onun New York'taki eviyle Wisconsin'deki işim arasında her üç dört günde bir mekik dokuyarak geçirmiştim. O ölüm döşeğindeyken yanında geçirdiğim zaman dışında bir de araştırma programı yürütmeye, eğitmenlik yapmaya ve Ulusal Sağlık Enstitüsüne önemli bir bağış yenilenmesi yazısı yazmaya çalışıyordum.

Beni duygusal açıdan tüketen ve maddi açıdan da epeyce zarara uğratan bir boşanma sürecinin tam ortasında olmam da yaşadığım stres düzeyini katlıyordu. Bakmakla yükümlü olduğum yeni kişileri, yani adli sistemi geçindireyim derken finansal kaynaklarımı tüketmiştim. Maddi açıdan zor durumdaydım. Artık bir evim yoktu ve kendimi cehennemi andıran bir sitede yaşarken buldum. Komşularımın çoğu römork kamplarında kalacak yer arayarak yaşama standartlarını yükseltmeye çalışıyorlardı. Özellikle yan dairedeki komşularım beni çok korkutmuşlardı. Yerleştiğim ilk hafta evime giren hırsız yeni stereo sistemimi çalmıştı. Bir hafta sonra 1.90 boyunda ve 80 cm. enindeki Bubbha kapımı çaldı. Bir elinde koca bir bira vardı. Diğer elindeki 10 penilik çivi ile dişlerini temizlerken, kasetçalar kullanım kılavuzunun bende olup olmadığını sordu.

Dibe vurduğum gün, telefonu ofisimin camlı kapısından fırlatmamla birlikte "Dr. Bruce H. Lipton, Anatomi Dalı Asistan Profesörü, U. W. Tıp Fakültesi" yazısı paramparça olmuştu ve bu sırada "Beni buradan çıkarın!" diye bağırıyordum. Bankadan gelen bir telefon bu çöküşümün son noktasını oluşturmuştu. Bankacı bana çok nazik ama kesin bir dille mortgage başvurumu onaylamadıklarını söyledi. 


Hücrelerin Büyüsü - Déjà Vu 

Şans eseri, kaçışı Karayipler'deki tıp okulunda, tıp fakültesinden "ücretli izin" alarak yaptığım görevde bulmuştum. Bütün problemlerimin yok olmayacağını biliyordum ama tıpkı Chicago üzerindeki gri bulutları yararak yükselen uçakta öyle hissettim. Yüzümdeki gülümsemenin sesli bir kahkahaya dönüşmemesi için yanağımın içini ısırdım. Kendimi yedi yaşımda, hayatımın tutkusunu, hücrelerin büyüsünü keşfettiğimde hissettiğim kadar neşeli hissediyordum.


Beni Montserrat'a götüren kısa mesafeler için kullanılan altı kişilik uçakta keyfim daha da artmıştı. Montserrat Karayip denizinde minik bir noktaydı. Eğer dünya üzerinde bir cennet bahçesinin varlığından söz ediyorsak, bu kesinlikle birçok açıdan devasal zümrüdü andıran parlak yeşil mavi tonlarındaki denizin ortasında yer alan ada evimdi. Adaya ayak bastığımızda, bahçenin hoş ve güzel kokularını barındıran hafif hafif esen bir meltem havaalanının asfaltımsı kokusunu yok ederek bizleri mest etti.

Oradaki insanların yöresel geleneklerine göre gün batımı sessiz bir tefekkür zamanı olarak geçirilmeliydi ve ben bu geleneği hiç düşünmeden benimsedim. Her gün bitiminde bu göksel ışık gösterisini izlemek için sabırsızlanıyordum. Evim okyanusun 15 metre uzağındaki bir tepenin üzerindeydi ve batıya bakıyordu. Etrafı ağaçlarla kaplı bir mağaranın içinden geçen rüzgârlı bir yol beni suya götürüyordu. Mağaranın sonunda, yasemin çiçekleri ile kaplı bir duvardan gizli bir kumsala geçiş vardı. Günbatımı ayinlerimi ılık ve berrak suya birkaç dalışla zenginleştirmiştim. Yüzdükten sonra, kumsala uzanıp, arkama yaslanıp,, güneşin yavaş yavaş denizin içine doğru batışını izliyordum.

Bu gözlerden uzak adada yaşamın kargaşasından uzaklaşmıştım ve dünyayı medeniyetin bize dikte ettiği dogmatik inançların etkisinden kurtularak farklı bir bakış açısı ile değerlendirebiliyordum. İlk zamanlar, bir fiyasko olarak gördüğüm yaşamımı sürekli gözden geçiriyor ve eleştirmekten kendimi alamıyordum. Bir süre sonra, kafamın içinde şu ana kadar geçirdiğim kırk yılı sürekli sorgulayan Siskel ve Ebert nihayet susmuşlardı. Anı yaşamanın ve o an için yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu yeniden tecrübe etmeye başlamıştım. En son kaygısız bir çocukken hissettiğim duygularla yeniden tanışıyordum. Hayatta olmamın verdiği mutluluğu yeniden hissedebiliyordum.


Bu cennet adada yaşadığım süre boyunca insan olduğumu daha derinden hissettim. Ayrıca çok daha iyi bir hücre biyologu oldum. Neredeyse tüm resmi ve bilimsel eğitimim steril, yaşamın canlılığından uzak sınıflarda, konferans salonlarında ve laboratuarlarda geçmişti. Artık bir kere Karayiplerin zengin ekosistemi beni içine çekmişti ve bu sayede biyolojiyi toprakta bir yere sahip bireysel türlerin toplamı olarak değil de yaşayan, nefes alan bütünleşmiş bir sistem olarak görmeye başlamıştım.

Adanın bahçeye benzeyen ormanlarında sessizce otururken ve şnorkel ile yaptığım dalışlarda parlak mercanlar arasında gezerken, adadaki bitki ve hayvan türlerinin şaşırtıcı bir uyum ve bütünlük içerisinde olduğuna tanık oldum. Hepsi, sadece diğer yaşam formları ile değil, aynı zamanda fiziksel çevre ile de nazik ve dinamik bir denge içerisinde yaşıyorlardı. Karay ipteki cennetten bahçede otururken gerçekten duyumsadığım şey bunun yaşamın mücadelesi değil; yaşamın uyumu olduğuydu. Günümüz biyolojisi işbirliğinin doğadaki önemine çok az ilgi gösteriyordu. Buna emindim çünkü günümüz biyolojisinin kökleri Darwin'e dayanıyor ve doğa kurallarının rekabet üzerine kurulu olduğunu vurguluyordu.

Biyolojinin neredeyse kutsal kabul edilen temel inançlarına karşı çıkan radikal bir eğilimle Wisconsin'e geri dönmüş olmam, ABD'deki öğretim üyesi meslektaşlarımı hayal kırıklığına uğratmıştı. Hatta Charles Darvvin'in evrim teorisinin akla yatkın olup olmadığını açık bir şekilde tartışan ve eleştiren biri haline gelmiştim. Diğer biyologların çoğunun gözünde, benim bu davranışım bir rahibin Vatikan'a hışımla girip Papayı sahtekâr olarak adlandırması gibi bir şeydi.


İşimdeki ayrıcalıklı pozisyonumu bırakıp, bir rock grubuna dahil olabilme hayallerimi gerçekleştirebilmek için müzik turnesine çıkmış olsam, meslektaşlarım kafama bir hindistancevizi düştüğünü düşünmekte haklılardı. Nihayet ünlü müzisyen Yanni'yi keşfettim ve beraber bir lazer gösterisi hazırladık ama sonradan eğitim ve araştırma konusunda rock konserlerinde olduğumdan çok daha yetenekli olduğumu keşfettim. Bir sonraki bölümde çok daha detaylı bir şekilde anlatacağım orta yaş bunalımımı müzikle uğraşmayı bırakarak ve Karayiplere biyoloji dersleri vermeye devam etmek için geri dönerek yendim.

Gelenekçi akademideki son durağım Stanford Üniversitesi'ndeki Tıp Fakültesi'ydi. O zamana kadar "yeni" biyoloji'nin yılmaz savunucularından biriydim. Ancak daha sonra sadece Darwin'in kıyasıya rekabeti vurgulayan evrim şeklini değil aynı zamanda biyolojinin temel dogması olan genlerin yaşamı yönettiği önermesini de sorgulamıştım. Bu bilimsel önerme büyük bir hata içeriyordu; genler kendi kendilerini açıp kapayamazlardı. Daha bilimsel bir ifade ile genlerin kendi kendine ortaya çıkabilme gibi bir özellikleri yoktu. Genlerin hareketinin çevresel bir etmen tarafından harekete geçirilmesi gerekiyordu. Bilim çevrelerinde bu oldukça kabul görmüş bir gerçek olduğu halde, genetik dogma tarafından gözleri kör edilmiş gelenekçi bilim insanları bu gerçeği görmezden geliyorlardı. Bu temel dogmaya açık bir şekilde karşı çıkışım beni bilimsel alanda dinden çıkmış bir kişi gibi gösteriyordu. Aforoz edilmeye aday birisi olmamın yanı sıra yakılarak idam edilmeye de uygundum.

Stanford'la yaptığım görüşmeler esnasında, verdiğim bir konferansta kanıtların aksi yönde olmasına aldırmaksızın, kendimi birçoğu uluslararası camiada tanınan genetikçiler olan dinleyicilerimi Merkezi Dogmaya bağlılıklarının köktendincilerin tavırlarından pek farklı olmadığı konusunda suçlarken buldum. Kutsal şeylere karşı saygısızlık içeren yorumlarımdan sonra, kızgınlıkla dolu bağrışmalar salonu inletti. Sanırım bu iş başvurumun kabul edilmeyeceği anlamına da geliyordu. Tahminlerimin aksine, yeni biyolojinin mekanizmaları hakkında sahip olduğum içgörüler işe alınmamı sağlayacak kadar etkili olmuştu. Stanford'daki tanınmış bilim insanlarından bazılarının desteği ile ve özellikle de Patoloji Bölümü Başkanı Dr. Klaus Bensch sayesinde, düşüncelerimin peşini bırakmamaya ve onları klonlanmış insan hücreleri üzerinde araştırma yaparken kullanmaya karar verdim. Yapılan deneyler ileri sürdüğüm alternatif biyoloji görüşünü destekliyordu ve bu çevremdeki insanların şaşırmasına neden olmuştu. Bu konu üzerine yaptığım araştırmalarımdan iki tanesi yayınlandı ancak ardından akademiyi bu defa sonsuza kadar terk ettim. [Lipton, et al, 1991, 1992]

Terk ettim çünkü Stanford'da gördüğüm desteğe rağmen söylediğim şeylerin gerçekten dikkate değer bulunmadığını hissediyordum. Ayrılışımdan bu yana yapılan yeni araştırmalar Merkezi Dogma ve DNA'nın yaşamın yönetimi konusundaki şüphelerimi sürekli olarak haklı çıkarıyordu. Aslına bakarsanız, Epigenetik yani çevrenin genlerin hareketini yönetmesini sağlayan moleküler mekanizmaları inceleyen alan, bu gün bilimsel araştırmaların en hareketli alanlarından biridir. Gen hareketinin düzenlenmesi konusunda yeni yeni üzerinde durulmaya başlanan çevre, yirmi beş yıl önce hücreler üzerine yaptığım araştırmanın başlıca konusuydu ki o dönemlerde Epigenetik diye bir alanın varlığı dahi söz konusu değildi. [1977a, 1977b] Bu entelektüel açıdan beni tatmin ediyordu. Ama tıp fakültesinde eğitim veriyor ve araştırma yapıyor olsaydım, meslektaşlarımın hâlâ kafama bir hindistancevizi düşüp düşmediğini merak ediyor olacaklarını biliyordum çünkü son on yılda akademik açıdan radikallik sınırlarını aşmıştım. Zihnimin sürekli yeni biyolojiyle meşgul olması artık entelektüel bir fikir yürütmenin ötesindeydi. Hücrelerin bize sadece yaşamın mekanizmalarını değil aynı zamanda nasıl daha zengin ve dolu dolu bir yaşam geçirebileceğimizi öğretebileceğine inanıyordum. 

Bilimin fildişi kulelerindeyken böyle bir düşünceye sahip olmam, bana hiç şüphesiz antropomorfizm alanında ya da daha uygunu sitopomorfizm (bir hücre gibi düşünmek) alanında çatlak profesör ödülünü kazandırırdı ancak bu benim için biyolojiye giriş dersiydi. Kendinizi bir birey olarak düşünebilirsiniz ama bir hücre biyologu olarak ben tek hücreli 50 trilyon vatandaştan oluşan dayanışma içindeki bir toplum olduğunuzu söyleyebilirim. Vücudunuzu oluşturan hücrelerin neredeyse tamamı amibe benzeyen, bir diğerinin hayatta kalabilmesi için sürekli dayanışma içinde olan bireysel organizmalardır. Daha basit bir ifade ile insanlar sadece "kolektif amipsel uyanıklığın" sonucu ortaya çıkmışlardır. Bir ulusun vatandaşlarının özelliklerini taşıması gibi, "insan"lığımız hücresel birliklerimizin temel özelliklerini yansıtmalıydı. 

Hücrelerden Çıkardığımız Dersler 

Hücre topluluklarını rol modeli olarak kullandığımda, genlerimizin kurbanı olmadığımız sonucuna ulaştım, aksine kaderlerimizin efendileriydik. Barış, mutluluk ve sevgi dolu bir yaşama sahip olabilmek bizim elimizdeydi. İçgörülerimin beni neden daha mutlu bir insan yapmadığını sürekli soran dinleyicilerimin ısrarına dayanamayarak kurduğum bu hipotezi kendi yaşamım üzerinde test ettim. Haklılardı; günlük yaşamımı ve bu yeni biyolojik farkındalığımı bütünleştirmem gerekiyordu. Güneşli bir pazar sabahı Big Easy adlı kafede otururken, orada çalışan bir kız yanıma gelip, "Tatlım, şu ana kadar gördüğüm en mutlu insan sensin. Neden bu kadar mutlu olduğunu bana söyler misin?" diye sorduğunda başardığımı anladım. Sorusu beni şaşırtmıştı ancak buna rağmen ağzımdan "Cennetteyim!" cümlesi çıkıverdi. Kız kafasını iki yana sallayıp bir şeyler mırıldandı ve kahvaltı siparişimi almaya başladı. Evet, doğruydu. Mutluydum, hayatımda hiç olmadığım kadar mutluydum.

Eleştirel bir tavır takınan bazı okuyucularım dünyanın cennet olduğu konusundaki iddiama haklı olarak kuşkuyla bakacaklardır. Çünkü tanımı açısından cennet tanrıların ve kutsal ölülerin meskenidir. New Orleans'ın ya da diğer büyük şehirlerden birinin cennetin bir parçası olduğunu gerçekten düşünmüş müydüm? Eski püskü elbiselerle dolaşan evsiz barksız bir sürü kadın ve çocuk sokaklarda yaşıyorlardı, hava o kadar kirliydi ki yıldızların gerçekten var olup olmadığını bile bilmiyorduk, nehir ve göller o kadar pisti ki sadece hayali "korkunç" yaşam formları oralarda yaşayabilirdi. Bu dünya cennet miydi? Tanrılar burada mı yaşıyorlardı? BU adam da Tanrıları tanıyor muydu?

Bu soruların cevapları: Evet, evet ve öyle olduğuna inanıyorum. Aslında dürüst olmam gerekirse, Tanrıların hepsini kişisel olarak tanımıyorum çünkü hepinizi tanımıyorum. Tanrı aşkına, sizden 6 milyar kadar var. Ve daha da dürüst olmam gerekirse, •onların da Tanrıyı oluşturduklarına inanmama rağmen, bitki ve hayvan âleminin üyelerini de tam olarak tanımıyordum.

Tool Time'ın Tim Taylor'ının ölümsüz kelimeleriyle "Şu işe bakın! İnsanların Tanrı olduğunu mu söylüyor?"

Evet... Aslında öyle söylüyorum. Tabii ki bunu söyleyen ilk kişi ben değilim. İncil'de Tanrının suretinde yaratıldığımız yazıyor. Evet, rasyonalizmin bu kayıtlı üyesi İsa'nın, Buda'nın ve Mevlana'nın sözlerinden alıntılar yapıyor. İndirgemeler yapan, bilimsel bir bakış açısından daha spirituel bir bakış açısına tam anlamıyla bir geçiş yapmıştım. Tanrının suretinde yaratılmıştık ve bu denklemin içine fiziksel ve zihinsel sağlığımızı geliştirmek istediğimizde Ruhumuzu yeniden koymalıyız.

Çünkü bizler güçsüz biyokimyasal makineler değiliz ve kendimizi zihinsel ve fiziksel olarak her kötü hissedişimizde ağzımıza bir ilaç atmak sorunlarımızın çözümü değil. Gereğinden fazla kullanılmadığı sürece, ilaçlar ve ameliyat elimizdeki güçlü araçlar ancak sadece ilacın bizi iyileştirdiği düşüncesi temel olarak yanlış. Her defasında bir ilaç vücuda girdiğinde A'nın işlevini düzeltirken kaçınılmaz bir şekilde B C ya da D'nin işlevini bozmaktadır. Vücudumuzu ve zihnimizi, genler tarafından yönlendirilen hormonlar ve sinirsel iletkenler kontrol etmiyor; aksine, inançlarımız vücudumuzu, zihnimizi ve dolayısıyla yaşamlarımızı kontrol ediyor... Ya evet inançlarımız! 

Kutunun Dışındaki Işık 

Bu kitapta kuma şu bildik çizgiyi çizeceğim. Çizginin bir yanında yaşamı birbiri ile rekabet eden biyokimyasal robotlar arasındaki dur durak bilmeyen bir savaş olarak gören Neo-Darwinizm tarafından tanımlanmış bir dünya vardır. Diğer yanda ise yaşamı, coşku dolu hayatlar yaratabilmek için kendilerini programlayabilen güçlü bireyler arasındaki işbirliğine dayanan bir yolculuk olarak gören "Yeni Biyoloji" var. Bu sınır çizgisini geçtiğimizde ve Yeni Biyolojiyi gerçekten anladığımızda, artık çevre mi yoksa kalıtım mı sorusunu sürekli tartışmayacağız çünkü gerçekten bilinçli bir zihnin kalıtımdan da çevreden de daha üstün olduğunu fark edeceğiz. Ve inanıyorum ki dünyanın tepsi şeklinde olduğuna inanan bir medeniyet onun yuvarlak olduğunu öğrendiğinde nasıl insanlığı derinden etkileyen paradigmatik bir değişim yaşadıysa biz de öyle bir değişim yaşayacağız.

Bu kitabın anlaşılamaz bir bilim konferansı olduğunu düşünerek endişeleniyorsanız, endişelenmenize gerçekten gerek yok. Bir akademisyenken, üç parçalı ve sürekli kaşındıran takım elbisem, boğazımı sıkan kravatım, sivri burunlu ayakkabılarım ve bitmek tükenmek bilmeyen görüşmeler sinirlerimi bozardı ama bir şeyler öğretmeyi seviyordum. Ve akademiden sonraki yaşamımda, eğitim alanında çokça pratik yapabilme imkânı buldum, dünyanın her yerinden binlerce insana Yeni Biyolojinin ilkelerini anlattım. Bu konferanslar sayesinde, bilimsel sunumumu renkli grafiklerle, ki pek çoğu bu kitapta da mevcut ve kolay anlaşılan bir dille ifade edebilecek hale geldim.

Birinci bölümde "akıllı" hücreleri ve onların neden ve nasıl zihnimiz ve vücudumuz hakkında bilgiler verdiğini tartışacağım.

İkinci bölümde genlerimizin biyolojimizi kontrol etmediğine dair bilimsel kanıtlar ortaya koyacağım. Aynı zamanda, sizi çevrenin genetik şifreyi değiştirmeksizin hücresel hareketi nasıl değiştirdiği ile ilgili sorulara cevap veren yeni Epigenetik alanının şaşırtıcı bulguları ile tanıştıracağım. Bu, kanseri ve şizofreniyi de içine alan hastalıkların özündeki yeni karmaşıklıları ortaya çıkarmaya çalışan bir alandır. 

Üçüncü bölüm hücrenin "deri"si olarak adlandırabileceğimiz hücre zarı ile ilgili. Şüphesiz DNA'yı barındıran hücre çekirdeği hakkında hücre zarından çok daha fazla bilgi edinmişsinizdir. Ancak gelişmekte olan bilim benim yirmi yıl önce ulaştığım, hücre zarının aslında hücresel faaliyetin asıl beyni olduğu sonucunu çok daha ayrıntılı bir şekilde gözler önüne sermektedir.

Dördüncü bölümde kuantum fiziğinin zihin bulandıran keşifleri hakkında konuşacağım. Bu keşifler hastalıkların teşhis ve tedavisinde çok önemli yeni öneriler sunar. Ancak, gelenekçi tıp müessesesi, ortaya çıkan tüm trajik sonuçlara rağmen, henüz kuantum fiziğini araştırma alanına ya da tıp fakültesi eğitimine dahil etmedi.

Beşinci bölümde bu kitabın adını neden İnancın Biyolojisi koyduğumu açıklıyorum. Pozitif düşünceler davranışları ve genleri derinden etkiliyor; ancak bilinçaltı programlanması ile uyumlu iseler. Ve negatif düşünceler aynı şekilde güçlü bir etkiye sahip. Pozitif ve negatif inançların biyolojimizi nasıl yönettiğini anlamaya başladığımızda, bu bilgiyi sağlık ve mutluluk dolu bir yaşam yaratabilmek için kullanabiliriz.

Altıncı bölüm hücrelerin ve insanların neden gelişmek zorunda olduğunu ve korkunun bu gelişimi nasıl engellediğini açığa çıkarıyor.

Yedinci bölüm çocuk yetiştirme konusunda ebeveynlerin rolü üzerinde duruyor. Ebeveynler olarak çocuklarımızın inançlarını programlarken oynadığımız rolü ve bu inançların çocuklarımızın yaşamı üzerindeki etkisini anlamamız gerekir. Ebeveyn olsanız da olmasanız da bu bölüm önemli çünkü vaktiyle bir çocuk olarak, programlanmamıza ve bunun hayatımız üzerindeki etkisine getirdiğimiz içgörü gerçekten aydınlatıcı.

Sonsöz'de yeni biyoloji anlayışımın beni nasıl olupta Spiritüellik ve Bilim alanlarını bir araya getirmenin önemini anlamaya yönlendirdiğinin (ki, bu benim için, agnostik bir bilim insanı olarak geçmişim göz önünde bulundurulursa, büyük bir değişim) yeniden değerlendirmesini yapacağım.

Genetik mühendislerinin yardımı olmadan ve ilaç bağımlısı haline gelmeden, sağlık, mutluluk ve aşk dolu bir yaşam yaratmak için bilinçli zihninizi kullanmaya hazır mısınız? İnsan vücudunun biyokimyasal bir makine olarak görüldüğü tıbbi model yerine farklı bir gerçeklik düşünmeye hazır mısınız? Bir şeyler satın almanıza veya sigorta yaptırmanıza gerek yok. Sadece bilimin ulaştığı son aşamada size sunulan yeni ve heyecan verici farkındalığı kullanabilmek için bilimsel kaynaklar ya da medya yolu ile edindiğiniz eski inançlarınızı geçici bir süreliğine rafa kaldırmanız gerekiyor. 

İnsan kurallara sığmaz! 



Bölüm 1 

PETRİ KABININ BİZE ÖĞRETTİKLERİ; 
AKILLI HÜCRELERLE AKILLI ÖĞRENCİLERE ÖVGÜ 

Cennette Huzursuzluk 

Karayiplerdeki ikinci günümde, diken üstünde oldukları gözle görülen yaklaşık yüze yakın tıp öğrencisi karşısında dururken adanın herkese bir sığınak gibi gelmediğini birden fark ettim. Bu tedirgin öğrenciler için, Montserrat huzur dolu bir kaçış değil aksine doktor olma hayallerini gerçekleştirebilmeleri için son şanstı.

Sınıfım coğrafi bakımdan homojen bir sınıftı, çoğunlukla Doğu yakasından gelen Amerikalı öğrenciler vardı ama ırk ve yaş olarak karışıklardı. Mesela aralarında hayatta gerçekleştirmek istediği daha çok şey olan altmış yedi yaşında emekli biri vardı. Geçmişte yaptıkları da farklı farklıydı: Eski ilkokul öğretmenleri, muhasebeciler müzisyenler, bir rahibe ve hatta bir uyuşturucu kaçakçısı. 

Tüm bu farklılıklara rağmen, öğrencilerin sahip olduğu iki ortak özellik vardı. Birincisi, Amerika'da tıp fakültelerindeki sınırlı sayıdaki pozisyonlara kabul edilmek için gerekli olan bir hayli rekabetçi seçim sürecini başarı ile tamamlayamamışlardı. İkincisi, doktor olmayı amaç edinmişlerdi ve bunun için çabalıyorlardı; yani aslında nitelikli olduklarını göstermek için gereken fırsatı kaçırmak üzere değillerdi. Hemen hemen herkes şu ana kadarki birikimleriyle geçiniyor ya da okul harcını ve şehir dışında yaşamanın neden olduğu ekstra masrafları karşılamak için bir yerlerde çalışıyordu. Ailelerini, arkadaşlarını ve sevdiklerini arkada bırakmışlardı ve bu yüzden çoğu hayatında ilk defa kendini tamamıyla yalnız hissediyordu. Kampustaki en dayanılmaz yaşam koşulları ile mücadele etmeye çalışıyorlardı. Ancak tüm engellemelere ve sorunlara rağmen tıp alanında bir mevki sahibi olabilmek için verdikleri uğraştan vazgeçmemişlerdi.

Yani en azından beraber yaptığımız ilk derse kadar durum böyleydi. Benim gelişimden önce, öğrencilerin üç tane farklı doku bilimi/ hücre biyolojisi profesörü olmuştu. İlk eğitimci kişisel işlerini çözmek için üçüncü hafta adadan kaçarak öğrencileri yüzüstü bırakmıştı. Daha sonra okul, onun yerine durumu toparlayacak iyi birini bulmuştu ancak o da üç hafta sonra rahatsızlandığı için ayrılmıştı. Daha önceki iki haftada ise başka bir alandan sorumlu olan bir öğretim üyesi derslerde öğrencilere kitaptan bölümler okuyordu. Bu hiç şüphesiz öğrencileri çok sıkıyordu ama okul dersin verilebilmesi için belli saatler ayarlamak konusunda aldığı direktifleri yerine getiriyordu. Mezunların ABD'de çalışabilmeleri için, Amerikalı tıbbi denetleyiciler tarafından konulan ön şartlara uyulmalıydı.

Bir dönem içinde dördüncü kere, artık bu durumdan sıkılmış ve yorulmuş olan öğrenciler yeni bir profesörü dinlediler. Onlara kısaca geçmişimi anlattım ve dersle ilgili beklentilerimden bahsettim. Yabancı bir ülkede olmamıza rağmen onlardan Wisconsin'deki öğrencilerimden beklediğim performanstan daha düşük bir performans beklemediğimi açıkça belirttim. Bunu benden istememeleri de gerekir çünkü tıp fakültesine nerede gitmiş olurlarsa olsunlar tüm doktorlar aynı sağlık kurulundan onay almak zorundalar. Daha sonra çantamdan bir deste sınav kâğıdı çıkardım ve kendilerini değerlendirmeleri için onlara bir test yapacağımı söyledim. Dönemin ortasını daha yeni geçmiştik ve ders konularının en azından yarısını bildiklerini umuyordum. Bu ilk gün dağıttığım test yirmi sorudan oluşuyordu ve hepsi Wisconsin Üniversitesi'ndeki öğrencilere yaptığım vizeden doğrudan aldığım sorulardı.

Testi dağıttığım ilk on dakika boyunca sınıftan çıt çıkmadı. Daha sonra öğrenciler bir biri ardına tedirgin bir şekilde kıpırdanmaya başladılar. Bu tedirginlik öğrenciler arasında Ebola virüsünden bile hızlı yayılmıştı. Sınav için ayrılan yirmi dakikalık sürenin bitiminde, sınıfı büyük bir panik kaplamıştı. "Kalemleri bırakın" dediğimde sessiz tedirginlikleri gürültülü ve heyecanlı konuşmalara dönüşmüştü. Sınıfı sakinleştirmeyi başardıktan sonra onlara soruların cevaplarını okumaya başladım. İlk beş ya da altı cevaba hafifçe iç çekerek karşılık verdiler. Onuncu soruya ulaştıktan sonra, her bir cevaba iç çekmeler yerine acı içindeki inlemelerle tepki verdiler. Sınıfta en yüksek notu alanın on doğrusu vardı ve birkaç öğrenci de yedi doğru cevapla not sıralamasında bunu takip ediyorlardı. Geriye kalanların ise tahminen bir ya da iki doğru cevabı vardı.

Sınıfa baktığımda, bozguna uğramış üzgün yüzlerle karşılaştım. "Mücadeleciler" kendilerini büyük sekizlerin gerisinde bulmuşlardı. Onların yarım dönemden fazla gerisinde kalmışlardı ve derse en baştan başlamaları gerekiyordu. Sınıfı sıkıntılı bir hava kapladı, çoğu diğer çaba gerektiren tıp dersleri ile zor başa çıkıyordu. Birkaç dakika sonra sıkıntıları umutsuzluğa dönüşüverdi. Derin bir sessizlik içinde öğrencilere baktım, onlar da bana baktılar. İçimde bir acı hissettim çünkü öğrencilerin durumu Greenpeace'in çektiği fotoğraflardaki acımasız avcılar tarafından öldürülmeden önce şaşkın şaşkın bakan fok yavrularının durumuna benziyordu.

İçimi bir sevgi ve acıma hissi kapladı. Belki de güzel hava ve hoş kokular beni çoktan yüce gönüllü biri yapmıştı. Her durumda, birdenbire kendimi eğer kendileri de gereken çabayı göstermeye söz verirlerse, her öğrenciyi finale tam anlamıyla hazırlayacağıma dair kişisel sözler verirken buldum. Başarılarını bu kadar önemsediğimi fark edince, öğrencilerin daha önce korku ile bakan gözleri parlamaya başlamıştı.

Kendimi takımını büyük maça hazırlamaya çalışan bir koç gibi hissederek, onlara en az ABD'deki öğrencilerim kadar zeki olduklarını söyledim. Onlara Amerika'daki yaşıtlarının ezbere dayanan bir çalışmada onlardan daha maharetli oldukları için tıp fakültesine giriş sınavlarında onlardan yüksek puan aldıklarına inandığımı söyledim. Doku bilimi ve hücre biyolojisi derslerinin aslında o kadar zor olmadığına inanmaları için de çok uğraştım. Doğanın bütün zarafetiyle çok basit kurallara göre hareket ettiğini açıkladım. Olguları ve şekilleri sadece ezberlemek yerine hücreleri anlayacaklarına dair söz verdim çünkü basit prensiplerden çok daha basitlerini sunacaktım onlara. Akşamları ekstra etütler yapmayı önerdim ki bu zaten gün boyu laboratuarda geçen uzun derslerden sonra dayanma güçlerini zorlayacaktı. On dakika süren sürükleyici konuşmamdan sonra öğrenciler heyecanlanmıştı. Süre dolduğunda sistemin onları alt edemeyeceğine karar vererek şiddetli bir azim ve kararlılıkla sınıftan çıktılar.

Öğrenciler sınıftan ayrıldıktan sonra verdiğim sözün büyüklüğünü idrak ettim. İçimde kuşkular uyanmıştı. Öğrencilerin önemli bir çoğunluğunun tıp fakültesine devam edebilecek niteliklere sahip olmadığını biliyordum. Diğerleri ise geçmişlerinde rekabet etmek üzere yetiştirilmemiş kabiliyetli öğrencilerdi. Adadaki yaşam tarzımın hem öğrenciler hem de onların öğretmenleri olarak benim açımdan bir fiyasko sayılabilecek çılgınca ve zaman kaybettiren akademik bir savaşa dönüşmesinden korkuyordum. Wisconsin'deki işim aniden gözüme kolay görünmeye başladı. Wisconsin'de doku bilimi ve hücre biyolojisi bölüm derslerini oluşturan yaklaşık elli dersten sadece sekizini ben veriyordum. Anatomi bölümünde ders yükünü bölüşen beş eğitmen vardı. Derslerde kullanılacak materyallerden tabii ki sorumluydum çünkü onların parçası olan laboratuvar dersleriyle de ilgileniyordum. Öğrencilerin sorabilecekleri dersle ilgili bütün sorulara cevap verebilmem gerekiyordu. Ama ne var ki konuyu bilmek ile konu ile ilgili ders vermek aynı şey değildi!

Kendi kendime yarattığım bu sorunu çözebilmek için üç hafta sonum vardı. Eğer ülkemde böyle bir kriz ile karşılaşsaydım, A tipi kişiliğim yüzünden çileden çıkmış olurdum. Garip olan şu ki, havuzun kenarında otururken, olası bir endişe yerini heyecan verici bir maceraya bırakmıştı. Eğitim ve öğretim kariyerimde ilk defa bir dersin tüm sorumluluğuna sahip olmak ve takım çalışmasının kısıtlamalarına ve tarzına uyum göstermek zorunda olmamak beni heyecanlandırmaya başlamıştı bile. 

Minyatür İnsanlar Olarak Hücreler 

İşin sonunda, doku bilimi dersini verdiğim dönem akademik kariyerimin en heyecan verici ve entelektüel olarak da en tatmin edici dönemi haline geldi. Dersi istediğim şekilde vermekte özgür olduğum için birkaç yıldır aklımda olan yeni bir yaklaşımı konuyu anlatırken denemeye karar verdim. Hücreleri "minyatür insanlar" olarak düşünmenin onların fizyolojisini ve davranışlarını anlamayı kolaylaştıracağı düşüncesi beni büyülemişti. Ders için yeni bir taslak oluşturmayı düşünürken heyecanlanmıştım. Hücre ve insan biyolojisi arasındaki benzerlikleri bulmak çocukken bilimin bana verdiği ilhamı yeniden canlandırmıştı. Ayrıcalıklı bir fakülte üyesi olarak sonu gelmeyen görüşmeleri ve bana işkence gibi gelen fakülte partilerini de düşünecek olursak idari detaylarla uğraşırken hissedemesem de araştırma laboratuvarında hâlâ bu heyecanı hissedebiliyordum.


Hücreleri "insanmış gibi" düşünmek istiyordum çünkü yıllardır onları mikroskopla inceliyorum. Başta anatomik olarak oldukça basit görünseler de, Petri kabında hareket eden küçük damlacıkların karmaşıklığı ve gücü karşısında kendimi aciz hissediyorum. Belki okulda hücrenin temel parçalarını öğrenmişsinizdir. Genetik materyalleri de kapsayan bir çekirdek, enerji üreten mitokondri, dış kısmı çevreleyen koruyucu hücre zarı ve aradaki sitoplazma. Fakat anatomik olarak basit görünen bu hücrelerin içinde oldukça karışık dünyalar var; bu akıllı hücrelerin kullandığı teknolojiyi bilim adamları hâlâ tam olarak çözemediler.

Aklımdan hiç çıkmayan bu hücrelerin "minyatür insanlar" olduğu düşündüm. Ama bu düşünce birçok biyolog tarafından sapkınlık olarak adlandırılırdı. İnsan olmayan herhangi bir şeyin, o şeye insan özellikleri katılarak anlatılmaya çalışılmasına insanbiçimcilik deniliyor. "Gerçek" bilimciler insanbiçimciliği ölümcül bir günah olarak görüyor ve bunu çalışmalarında kullanan bilim insanlarını da dışlıyorlar.

Ancak ben doğruluktan haklı bir sebep uğruna ayrıldığıma inanıyorum. Biyologlar, bilimsel anlayışı doğayı gözlemleyerek ve olayların işleyiş şekli ile ilgili hipotezler üreterek edinmeye çalışıyorlar. Öne sürdükleri fikirleri test etmek için deneyler yapıyorlar. Hipotezler oluşturmak ve deneyler yapmak bilim insanlarını ister istemez hücre veya yaşayan başka bir organizmanın yaşamını nasıl sürdürdüğünü düşünmeye sevk ediyor. "İnsan" çözümlerini uygulamak yani biyolojinin sırlarını çözmenin insan bakış açısından görünüşü bazı bilim insanlarını otomatik olarak insanbiçimcilikten suçlu hale getiriyor. Ne kadar görmezden gelmeye çalışırsanız çalışın, biyolojik bilim ele aldığınız konuyu az da olsa insanileştirmek üzerine kuruludur.

Aslına bakarsanız ben insanbiçimciliğe karşı çıkan ve hiçbir şekilde yazılı olmayan bu yasaklamanın, dini otoritelerin insan ve Tanrının yarattığı diğer canlılar arasında hiçbir şekilde doğrudan bir ilişki olamayacağını savundukları karanlık çağlardan kalma eski bir düşünceden kaynaklandığına inanıyorum. İnsanlar ampulü, radyoyu ya da çakıyı insan özellikleri ile tanımlamaya çalıştıklarında insanbiçimcilik değer kazanırken, aynı şeyi yaşayan organizmalar için yapmaya çalıştıklarında neden sorun oluyor? Bunun için geçerli bir sebep bulamıyorum. İnsanlar çok hücreli organizmalardır yani doğamız gereği hücrelerimizle aynı temel davranış biçimlerine sahibiz.

Ancak, bu paralelliği kabul etmek bakış açımızı değiştirmemizi gerektiriyor. Bu konuyu, tarihsel olarak yani Museviliğe ve Hıristiyanlığa dayanan inançlarımız doğrultusunda ele alacak olursak diğer tüm bitki ve hayvanlardan daha aynı ve farklı bir şekilde akıllı yaratıklar olarak yaratıldığımızı söyleyebiliriz. Bu görüş bizim diğer canlıları, özellikle evrimsel yaşam basamaklarında alt sıralarda yer alanları, düşünme yetisi olmayan yaşam formları olarak küçük görmemize neden oluyor.

Hiçbir şey gerçekten daha uzak olamaz. Diğer insanları bireysel varlıklar olarak incelediğimizde ya da kendimizi aynada bireysel bir organizma olarak gördüğümüzde bir bakıma, en azından kendi gözlemleme seviyemizde baktığımızda haklıyız. Buna karşın vücudu bu açıdan kavrayabilmeniz için sizi tek bir hücre boyutuna getirirsem, dünya ile ilgili yepyeni bir bakış açısı ile karşılaşırsınız. Ve bu açıdan geriye dönüp kendinize baktığınızda kendinizi artık tek bir varlıkmış gibi göremeyeceksiniz. Aksine, telaşla hareket eden 50 trilyon tek hücrenin oluşturduğu bir topluluk olarak göreceksiniz.

Doku bilimi sınıfım için sürekli yeni şeyler düşünürken bir yandan da çocukken kullandığım bir ansiklopedideki bir çizim sürekli zihnimi meşgul ediyordu. İnsanlara ayrılan bölümde, insan vücudunu ana hatlarıyla gösteren birbiriyle özdeş ve üst üste konduğunda örtüşen, saydam plastik sayfalarda yedi resim vardı. İlk sayfasında çıplak bir insan resmi vardı. İlk sayfayı çevirdiğimde sanki derisini soymuşum gibi adale ve kas kısımlarını ortaya çıkaran başka bir resim ortaya çıkıyordu. İkinci sayfayı çevirdiğimde, kalan sayfalardaki birbiriyle örtüşen resimler vücudu tüm parçalarıyla açık bir şekilde gösteriyordu. Sayfaları çevirirken sırayla iskeleti, beyini, sinirleri, damarları ve organ sistemlerini görebiliyordum.

Karayiplerdeki dersim için böyle bir şey yapabilirdim. Ben de bu saydam sayfaları birkaç eklemeyle güncelleyerek birbiriyle örtüşen sayfalar haline getirdim. Hücre yapılarının çoğuna sitoplazma adı verilen bir sıvı tarafından tutulan ve onun "minyatür organları"nı oluşturan organeller olarak bakılır. Organeller vücudumuzdaki doku ve organların işlevsel açıdan karşılığıdırlar. En büyük organel, çekirdeği, mitokondriyi, golgi aygıtını ve kofulları içine alır. Dersi geleneksel olarak işlerken ilk olarak hücresel yapılara, daha sonra insan vücudundaki doku ve organlara değinilirdi. Bunun yerine insan hücrelerinin birbiriyle örtüşen yapılarını göstermek amacıyla, dersi oluşturan bu iki bölümü birleştirdim. 

Öğrencilerime hücresel organel sistemlerinin kullandığı biyokimyasal mekanizmaların, insan organ sistemlerinde kullanılan mekanizmanın aynısı olduğunu anlattım. İnsanlar trilyonlarca hücreden oluşuyorlar. Buna karşın, tek kişilik bir hücrenin işlevlerinden farklı "yeni" bir işleve vücudumuzda rastlayamayacağımızı özellikle belirttim. Her ökaryot yani çekirdeği olan her hücre, sinir sisteminin, sindirim sisteminin, solunum sisteminin, boşaltım sisteminin, endokrin sisteminin, kas ve iskelet sisteminin, dolaşım sisteminin, deri ve üreme sisteminin ve hatta antikora benzeyen "ubikuitin" proteinlerinden faydalanan bağışıklık sisteminin temel halinin bile işlevsel karşılığını içermektedir.

Ayrıca öğrencilerime, her hücrenin kendi kendine yaşamını devam ettirebilen akıllı bir varlık olduğunu açıkladım. Bunu, bilim insanları bir hücreyi vücuttan alıp kültür ortamında yetiştirerek kanıtlamışlardır. Çocukken sezgisel olarak anlamıştım, akıllı hücreler belli bir niyet ve maksatla hareket ederler; zehirli ve kötü ortamlardan uzak durmaya çalışırken bir yandan da yaşamlarına devam etmelerini sağlayacak uygun ortamlar ararlar. İnsanlar gibi hücreler de yaşadıkları minik çevrelerinden gelen binlerce uyarıyı incelerler. Bu bilgilerin incelenmesinin ardından hücreler yaşamlarının devamı için gereken bir davranışı tepki olarak seçerler.

Tek hücreler, çevresel tecrübelerinden yeni şeyler öğrenebilme ve hücresel bir hafıza yaratabilme yeteneğine de sahiptirler. Hatta hücresel hafızalarını kalıtım yoluyla diğer nesillere aktarabilirler. Örneğin bir çocuk kızamığa yakalandığında, gelişimini tamamlayamamış bir bağışıklık hücresi, kızamık virüsüne karşı koruyucu bir protein antikoru üretmesi için çağırılır. Bu süreçte, hücre kızamık antikor proteini üretebilmek için şablon olarak kullanabileceği yeni bir gen yaratır.

Özgün bir kızamık antikoru üretirken ilk oluşum gelişmekte olan bağışıklık hücrelerinin çekirdeklerinde meydana gelir. Hücrelerin genleri arasında pek çok kendine özgü bir biçimde oluşmuş DNA parçası vardır. Bunlar protein parçacıklarını kodlarlar. DNA parçalarını rasgele toplayıp yeniden birleştirerek, bağışıklık hücreleri bir sürü farklı gen yaratırlar ve bu genlerin her biri kendine özgü bir şekli olan antikor proteinlerinin tamamlayıcısıdır. Gelişmekte olan bir bağışıklık hücresi, vücuda saldıran kızamık virüslerine karşı fiziksel anlamda en "yakın" tamamlayıcı antikor proteinini ürettiğinde, hücre harekete geçer.

Harekete geçen hücreler, hücrenin antikor proteininin son halini mükemmel bir şekilde "ayarlamak" için çekim olgunlaşması adı verilen şaşırtıcı bir mekanizma kullanırlar. Bu şekilde, onu vücuda saldıran kızamık virüslerine karşı tam anlamıyla bir tamamlayıcı haline getirirler. [Li, et al, 2003; Adams, et al, 2003] Çoktan harekete geçmiş olan bağışıklık hücreleri Somatik Hipermutasyon adı verilen bir işlemle orijinal antikor geninin yüzlerce kopyasını üretirler. Ancak, bir genin, farklı şekilde bir antikor proteini şifreleyebilmesi için, her yeni halinin hafifçe değiştirilmesi gerekir. Hücre, en iyi antikoru üreten değişken geni seçer. Seçilen gen de defalarca somatik mutasyona maruz kalır. Bu şekilde, şekli daha da düzgünleştirilen antikor kızamık virüsüne karşı mükemmel fiziksel bir tamamlayıcı haline gelir. [Wu, et al, 2003; Blanden ve Steele 1998; Diaz ve Casali 2002; Gearhart 2002]

Şekillendirilmiş antikor, virüsün üzerine kilitlendiğinde, onu etkisiz hale getirir ve imha etmek için işaretler, bu şekilde çocuğu kızamığın neden olacağı tahribatlardan korur. Birey gelecekte yine kızamık virüsüne maruz kalırsa diye hücreler bu antikoru "genetik" hafızalarına alırlar ve derhal koruyucu bağışıklık tepkisini başlatabilirler. Ve hücre ikiye bölündüğünde, yeni antikor geni bir sonraki nesle geçirilir. Bu süreçte hücre yalnızca kızamık virüsü hakkında bilgi edinmez aynı zamanda kalıtım yoluyla aktarılabilen ve yavru hücreler arasında paylaşılan bir "hafıza" yaratır. Genetik mühendisliğinin bu inanılmaz başarısı son derece önemli çünkü hücrelerin gelişimini sağlayan kalıtsal bir "zekâ" mekanizması olduğunu gösteriyor.

Yaşamın Başlangıcı: 

Akıllı Hücreler Daha da Akıllanıyor 

Hücrelerin bu kadar akıllı olmasına şaşmamak gerekir. Bu gezegen üzerindeki ilk yaşam formları tek hücreli organizmalardı. Dünya oluştuktan sonraki ilk 600 milyon yıl içinde burada olduklarını ortaya çıkan fosillerden anlayabiliyoruz. Bunu izleyen 2,75 milyar yıllık dünya tarihinde ise sadece serbest yaşayan, tek hücreli organizmalar (bakteriler, algler ve amibe benzeyen protozoanlar) dünya nüfusunu oluşturmaktaydı.

Yaklaşık 750 milyon yıl önce, çok hücreli organizmalar (bitkiler ve hayvanlar) ilk defa ortaya çıktığında, bu akıllı hücreler daha da akıllı hale gelmenin yolunu bulmuşlardı. Çok hücreli yaşam formları başlangıçta tek hücreli organizmalardan oluşan dağınık topluluklar ya da "koloni"lerdi. Önceleri, hücresel topluluklar birçok hücreden oluşuyorlardı. Ancak topluluk halinde yaşamanın evrimsel avantajı, onları aynı toplulukta ve birbiriyle etkileşim içerisindeki milyon, milyar, hatta trilyonlarca tek kişilik hücreyi kullanarak organize olmaya yönlendirmiştir. Her bir hücre mikroskobik boyutlara sahip olmasına rağmen, çok hücreli toplulukların boyutları değişkenlik gösterir. Ya çok zor görülebilirler ya da tek bir parça halindedirler. Biyologlar, bu örgütlenmiş toplulukları gözlemleyebildikleri yapılarına göre sınıflandırmaktadırlar. Hücresel topluluklar çıplak gözle tek bir varlıkmış gibi görünseler de (bir fare, bir köpek ya da bir insan) aslında milyonlarca ve hatta trilyonlarca hücrenin iyi bir şekilde örgütlenmesi sonucu oluşmuşlardır.

Daha da büyük topluluklara doğru evrimsel baskı, yalnızca biyolojik hayatta kalma zorunluluğunun bir yansımasıdır. Bir organizma çevreyi ne kadar iyi tanır ve farkına varırsa, yaşama şansı o kadar artar. Ve hücreler bir araya gelip bağlandığında, bilgi ve farkındalıkları katlanarak artar. Eğer her bir hücreye X adı altında rasgele bir farkındalık değeri verecek olursak, koloniye ait her organizmanın topluca bakıldığında kolonide bulunan hücre sayısının en az X katı kadar farkındalık değeri sahibi olabilme potansiyeli vardır.

Böyle yüksek yoğunluklarda hayatta kalabilmek için, hücreler yapılandırılmış ortamlar yaratırlar. Bu karmaşık topluluklar, iş yükünü kendi aralarında büyük şirketlerdeki sürekli değişkenlik gösteren teşkilat şemalarındakinden çok daha özenli ve kullanışlı bir şekilde dağıtırlar. Özel görevler için ayrılmış bireysel hücrelere sahip olmanın topluluk için çok daha verimli olduğu anlaşılmaktadır. Bitkiler ve hayvanlar gelişirken, hücreleri daha embriyo halindeyken bu özel işlevleri edinmeye başlar. Sitilojik özelleşme süreci hücrelerin vücuttaki özel doku ve organları oluşturabilmelerini sağlar. Zamanla, farklılaşma modeli yani topluluğun üyeleri arasında iş yükünün dağıtılması topluluktaki her hücrenin genlerindeki hafızaya kazınır. Böylece organizmanın yetkinliği ve hayatta kalabilme yetisini önemli ölçüde artırır.

Örneğin, daha büyük organizmalarda, hücrelerin sadece çok az bir bölümü çevresel etkileri okumak ve onlara tepki vermekle uğraşır. Bu, sinir sistemindeki doku ve organları oluşturan uzmanlaşmış hücreler grubunun görevleri arasındadır. Sinir sisteminin işlevi, çevreyi algılamak ve büyük bir hücresel topluluktaki diğer bütün hücrelerin davranışlarını düzenlemektir.

İş yükünün topluluktaki hücreler arasında bölünmesinin bir faydası daha vardır. Sayesinde daha çok hücre daha az şeyle yaşayabilir. Eski bir atasözünde olduğu gibi, "İki kişi, bir kişinin yaşadığı fiyata yaşayabilir. " Ya da iki yatak odası inşa etmenin maliyetini düşünün, tek bir ev ile yüz daireli bir sitede iki odalı bir daire inşa etmenin maliyetini karşılaştırın. Hayatta kalabilmek için, her hücrenin belli bir miktar enerji harcaması gerekir. Topluluktaki bireylerin sakladığı bu enerji hem hayatta kalma şansını artırır hem de daha kaliteli bir yaşam sağlar.


Amerikan kapitalist düzeninde, Henry Ford toplumsal çabanın farklı bir şekilde kullanıldığında düzenli avantaj sağlayabileceğini fark etti ve bunu araba üretirken kendi montaj hattı sistemini yaratmakta kullandı. Ford'dan önce birçok konuda yetenekli işçilerin oluşturduğu küçük bir grup tek bir araba yapabilmek için bir ya da iki haftaya ihtiyaç duyuyordu. Ford dükkânını her işçinin uzman olduğu alanda çalışabileceği şekilde hazırladı. Alanlarında farklılaşmış bir sürü işçi, Ford tarafından uzun bir sıra halinde konumlandırıldı ki buna montaj hattı deniliyor ve her aşamada biraz daha gelişen araba bir uzmandan diğer uzmana gidiyor. İş alanında uzmanlaşmanın sağladığı verimlilik, Ford'un yeni bir arabayı haftalarca süren bir zaman dilimi yerine doksan dakika içinde üretmesini sağladı. 

Charles Darwin yaşamın ortaya çıkışı ile ilgili radikal bir teori üzerinde dururken, ne yazık ki evrim için gerçekten gerekli olan "işbirliğini" işimize öyle geldiği için, gözden kaçırdık. Yüz elli yıl önce, Darwin yaşayan organizmaların hayatta kalabilmek için sürekli "var olma mücadelesi" içinde oldukları sonucuna varmıştı. Darwin'e göre, mücadele ve şiddet sadece hayvan (insan) doğasının bir parçası değildi, aynı zamanda evrimsel ilerlemenin temel itici güçleriydi. Türlerin Kökeni kitabının son bölümünde Doğal Ayıklanma Yöntemi ya da Yaşam Mücadelesinde Tercih Edilen Türlerin Korunması başlığı altında, Darwin hayatta kalabilmek için kaçınılmaz olan bir mücadeleden bahsediyor ve evrimin "doğanın açlık ve ölüme karşı savaşı" olduğunu belirtiyor. Darwin'in evrimin rasgele olduğu bir dünyaya sahip olduğumuz görüşünü Tennyson şiirsel olarak ve yaşam için verilen anlamsız ve kanlı savaşı kastederek "dişleri ve pençeleri kanlı" diye tasvir etmektedir. 


Kanlı Pençeler Olmadan Evrim 

Darwin kesinlikle en ünlü evrimci bilim insanı sıfatını taşısa da, evrimi bilimsel bir gerçek olarak ortaya koyan ilk bilim insanı, tanınmış Fransız biyolog Jean-Baptiste de Lamarck'tır. [Lamarck 1989, 1914, 1963] Darwin'in teorisinin çağdaşlaştınlmış ve yirminci yüzyıl moleküler biyolojisini de içine alan versiyonu "Neo-Darwinizm" in önde gelen mimarı Ernst Mayr bile Lamark'ın bu yönden bir öncü olduğunu kabul etmektedir. Evrim ve Yaşam Çeşitliliği [Mayr 1976, sayfa 227] adını taşıyan 1970 yılına ait kitabında Mayr, bu konuya şöyle değiniyor; "Bana öyle geliyor ki birkaç Fransız tarihçinin de savunduğu gibi Lamarck "evrim teorisinin kurucusu" olarak anılmaya çok daha uygundur. .. Organik evrim konusunu anlatabilmek için koskoca bir kitabı sadece bu konuya ayırmıştır. Bütün hayvanlar aleminin evrim sonucu ortaya çıktığını da ilk gösteren odur."

Lamarck teorisini Darwin'den elli yıl önce ortaya atmakla kalmayıp aynı zamanda evrimin mekanizmaları hakkında çok daha ılımlı bir teori öne sürmüştür. Lamarck'ın teorisine göre evrim, organizmalar arasındaki "eğitici" ve işbirlikçi etkileşime ve yaşam formlarının dinamik bir dünyada hayatta kalmasını ve evrim geçirmesini sağlayan çevreye bağlıdır. Onun düşüncesine göre, organizmalar değişen bir çevrede hayatta kalmaları için gerekli olan uyumluluğu edinip diğer nesillere aktarırlar. Lamarck'ın evrim mekanizmaları hipotezinin yukarıda bahsedilen biyologların bağışıklık sisteminin çevreye uyum sağladığı düşüncesi ile bağdaşması ilginçtir.


Lamarck'ın teorisi ilk zamanlarda kilisenin hedefi olmuştu. İnsanın alt yaşam formlarından geliyor olduğu fikri dini açıdan yanlış görülüyor ve kınanıyordu. Bunun yanı sıra yaradılışçı düşünceyi benimseyen meslektaşları da teorileri ile dalga geçiyor ve onu küçük görüyorlardı. Gelişim biyologu August Weismann, Lamarck'ın organizmaların hayatta kalmak için çevre ile etkileşimleri sonucu edindikleri özelliklerini gelecek nesillere aktardıklarını iddia eden teorisini test etmeye çalıştığında, bir anlamda Lamarck'ın unutulmasına yardımcı oldu. Weismann, yaptığı deneylerden birinde bir erkek ve bir dişi farenin kuyruklarını keserek onları çiftleştirdi. Weisman'a göre eğer Lamarck'ın teorisi doğru ise şu an kuyrukları olmayan ebeveynlerin bunu gelecek nesillere de aktarmaları gerekiyordu. Doğan ilk farelerin kuyrukları vardı. Weismann deneyi yirmi bir nesil boyunca sürdürdü ancak kuyruksuz tek bir fare bile doğmadı. Bu Weismann'ın Lamarck'ın kalıtım teorisinin yanlış olduğu sonucuna ulaşmasını sağladı.

Ancak Weismann'ın deneyi Lamarck'ın teorisini gerçek anlamda test etmiyordu. Lamarck'ın biyografisini yazan LJ. Jordanova'ya göre, Lamarck bu şekildeki evrimsel değişimlerin gerçekleşmesi için çok uzun zamana ihtiyaç duyulduğunu iddia ediyordu. 1984 yılında Jordanova, Lamarck'ın teorisinin birkaç "önerme" üzerine kurulu olduğunu yazmıştı ve bu önermelerin içinde; "yaşayan canlıları yöneten yasalar, aradan çok uzun zaman geçtikten sonra giderek daha karmaşık formları ortaya çıkarıyordu." cümlesi de vardı. [Jordanova 1984, sayfa 71] Weisman'ın beş yıl süren deneyi açık bir şekilde bu teoriyi test etmek için yeterince uzun değildi. Deneydeki çok daha önemli bir hata ise Lamarck'ın hiçbir zaman organizmada meydana gel: her değişimin bu teoriye dahil olduğunu iddia etmemiş olmasıydı. Lamarck, organizmaların hayatta kalmak için ihtiyaç duyduklarında bu özelliklere tutunduklarını (kuyruklar gibi) söylemektedir. Weismann farelerin hayatta kalmak için kuyruklarına ihtiyaç duymuş olduğunu düşünmemiş olmasına rağmen, kimse farelere kuyruklarının yaşamaları için gerekli olduğunu düşünüp düşünmediklerini sormamıştı!

Bariz hatalarına rağmen, kuyruksuz fareler çalışması Lamarck'ın şöhretini yok etmeye yaradı. Hatta, Lamarck çoğunlukla görmezden gelindi veya kötülendi. Bir Evrimcinin Evrimi adlı eserinde, Cornell Üniversitesi evrimcisi C.H Waddington [Waddington 1975, sayfa 38] şöyle yazar, " Biyoloji tarihinde Lamarck adı, niyet ve amacı ne olursa olsun, bir kötüleme terimi haline gelen tek önemli kişiliktir. Pek çok bilim insanının katkıları zamana dayanamayabilir fakat çok az yazarın kitabı yazıldığından iki asır sonra dahi öyle yoğun bir umursamazlıkla dışlanmıştır ki, kuşkucu bir kişilik bunun vicdani bir rahatsızlığa denk olduğundan kuşkulanabilir. Esasen, bana göre Lamarck haksız yere yargılanmıştır."

Waddington ileri görüş sahibi bu cümleleri otuz yıl önce yazmıştır. Bugün zamanında çok fazla kınama ve suçlamaya maruz kalmış biyoloğun aslında tamamıyla haksız olmadığını ve çok fazla övdüğümüz Darwin'in de tamamen haklı olmadığını öne süren Yeni Biyolojinin ışığında Lamarck'ın teorileri yeniden gözden geçirilmektedir. Oldukça saygın bir dergi olan Science'da 2000 yılında yayınlanan bir makalenin başlığı ifade özgürlüğünün bir işaretiydi; "Lamark sanki biraz haklı mıydı?" [Balter 2000]

Bazı bilim insanlarının Lamarck'ın teorilerini yeniden gözden geçirmelerinin bir nedeni de evrimi savunanların biyosferde yaşamımızı sürdürebilmemiz için işbirliğinin ne kadar önemli olduğunu sürekli hatırlatmalarıdır. Bilim insanları doğadaki ortak yaşam ilişkilerini uzun zamandır vurgulamaktadırlar. Darwin'in Kör Noktasında [Ryan 2002, sayfa 16] İngiliz fizikçi Frank Ryan böyle ilişkilerden bir kısmını tarihleriyle beraber kaydetmiştir. Bu kayıtların içinde partneri olan balık onu etraftaki tehlikeli balıklardan korurken yiyecek toplamaya çalışan bir karides ve kabuğunun üzerinde pembe bir anemon taşıyan bir pamavur da var. "Balıklar ve ahtapotlar parnavurlarla beslenmekten hoşlanırlar ancak bu türlere yaklaştıklarında anemon parlak renkteki, üzerinde zehirli okçuklar bulunan antenlerini dışarı çıkarırlar ve potansiyel düşmanı sokarlar ve bu yüzden de onu yemeğini başka yerde aramaya yönlendirirler." Savaşçı anemon da bu ilişkiden bir şekilde faydalanır çünkü pamavurdan geriye kalanları o yer.

Ancak, bugün doğadaki işbirliği anlayışı göründüğünden çok daha derin bir anlama sahiptir. Yakın bir zamanda Science dergisinde yayınlanan "Küçük Arkadaşlarımızdan Aldığımız Küçük Yardımlarla Yaşıyoruz" ismini taşıyan makaleye göre "Biyologlar gün geçtikçe hayvanların beraberce evrim geçirmiş olduklarının ve normal sağlık ve gelişim için gerekli olan farklı mikroorganizma topluluklarıyla beraber yaşamaya devam ettiklerinin farkına varıyorlar." [Ruby, et al, 2004] Bu ilişkiler üzerine yapılan çalışmalar "Sistem Biyolojisi" adı verilen ve çok çabuk büyüyen bir alandır.

İronik bir şekilde, son yıllarda bize anti-bakteriyel sabunlardan tutunda antibiyotiklere kadar kullanabileceğimiz her şeyi kullanarak mikroorganizmalarla savaşmak öğretildi. Ancak bu basit mesaj bakterilerin sağlığımız için gerekli olduklarını gözden kaçırmaktadır. İnsanların mikroorganizmalardan nasıl faydalandığının en basit ve klasik örneği hayatta kalabilmemiz için gerekli olan sindirim sistemimizdeki bakterilerdir. Mide ve bağırsaklarımızdan bakteriler yiyecekleri sindirmemize ve gerekli vitaminleri emmemize yardımcı olur. Mikroplar ve insanlar arasındaki bu işbirliği antibiyotiklerin yaygın olarak kullanıldıklarında hayatımız için tehlikeli olmalarının temel nedenidir. Antibiyotikler seçici davranmadan her şeyi öldürürler; zararlı bakterileri öldürebildikleri gibi hayatta kalmamız için gerekli olan bakterileri de öldürebilirler.

Genom bilimi alanında kaydedilen son gelişmeler türler arasında fazladan bir işbirliği mekanizması daha olduğunu ortaya çıkardı. Görünen o ki, yaşayan organizmalar aslında genlerini paylaşarak hücresel toplulukları bir araya getiriyorlar. Genlerin bireysel bir organizmadan bir sonraki nesle ancak üreme yolu ile aktarılabildiği düşünülüyordu oysa. Artık bilim insanları genlerin sadece bir türü oluşturan bireysel üyeler arasında değil aynı zamanda farklı türler arasında da paylaşıldığını fark etti. Gen transferi yolu ile genetik bilgiyi paylaşmak evrimi hızlandırır çünkü organizmalar diğer organizmalardan "öğrenilmiş" tecrübeleri edinirler. [Nitz, et al, 2004; Pennisi 2004; Boucher, et al, 2003; Dutta ve Pan 2002; Gogarten 2003] Genlerin paylaşımı göz önüne alındığında, organizmalar artık birbirinden bağımsız varlıklar olarak görülemez; türler arasında duvarlar yoktur. Enerji Bölümü Mikrobik Genom Programı müdürü Daniel Drell Bilim dergisine şunları söyledi (2001 294:1634): "...artık rahatlıkla bir türün ne anlama geldiğini söyleyebilmemize imkân yok" [Pennisi 2001]

Bu bilgi paylaşımı tesadüfen olmuş bir şey değil. Bu biyosferdeki yaşamı geliştirmek ve güzelleştirmek için doğanın kullandığı bir yöntem. Önceden de bahsedildiği gibi, genler organizmanın öğrenilmiş tecrübelerinin fiziksel hafızalarıdırlar. Kısa bir süre önce fark edilen bireyler arasındaki gen değişimi bu hafızaların dağılmasını sağlar ve bu yüzden toplum yaşamını oluşturan tüm organizmaların hayatta kalmasında etkilidir. Artık iç ve dış türlerdeki gen mekanizmasının farkında olduğumuza göre, genetik mühendisliğinin tehlikeleri daha açık bir şekilde görülmektedir. Örneğin bir domatesin genleri üzerinde oynama yapmak sadece o domatesle sınırlı kalmayabilir ve tüm biyosferi tahmin edemeyeceğimiz bir şekilde değiştirebilir. Bu alanda çoktan yapılmış bir çalışma var ve bu çalışma insanlar genetik olarak değiştirilmiş yiyecekleri sindirdikleri zaman yapay olarak yaratılmış olan genlerin devreye girdiğini ve bağırsaklardaki yararlı bakterilerin karakterini değiştirdiğini göstermektedir. [Heritage 2004; Netherwood, et al, 2004] Aynı şekilde, genetik bir plana uygun olarak üretilen tarım ürünleri ve etraflarındaki yerli ürünler arasındaki gen transferi superweeds (ilaç türlerine dayanıklılık oluşturan otlar) olarak düşünülen gerçekten dayanıklı türlerin ortaya çıkmasına yol açtı. [Milius 2003; Haygood, et al, 2003; Desplangue, et al, 2002; Spencer ve Snow 2001] Genetik mühendisleri çevreye genetik olarak değiştirilmiş organizmalar yayarken, hiçbir zaman gen transferi gerçeğini dikkate almadılar. Onların belli bir plana göre oluşturduğu genler yayılırken ve çevredeki diğer organizmaları da değiştirirken bu ihmalin doğurduğu korkunç sonuçlan işte şimdi yaşamaya başlıyoruz. [Watrud, et al, 2004] 


Türler arasındaki işbirliğinin önemini gösteren ortak genetik kaderimizden aldığımız dersleri uygulamada başarısız olursak, insan yaşamını tehdit edeceğimiz konusunda kalıtımsal evrimi savunan bilim insanları bizi uyarıyor. Bireylerin önemini vurgulayan Darwin'in teorisinin ötesine geçerek topluluğun önemini vurgulayan bir teori üretmemiz gerekiyor. İngiliz bilim insanı Timothy Lenton, evrimin türlerin içerisindeki bireylerin etkileşiminden çok türler arasındaki etkileşime bağlı olduğuna dair kanıtlar sunuyor. Bu şekilde evrim en uygun bireyin değil en uygun grubun hayatta kalması üzerine kurulu bir hale geliyor. Nature''da yayınlanan bir makalesinde Lenton bireyler ve onların evrimdeki rolü üzerinde odaklanmak yerine "hangi özelliklerin devam edip hakimiyet kazandığını tam anlamıyla anlamak için organizmaların hepsini ve maddesel çevrelerini göz önünde bulundurmalıyız" diyor. [Lenton 1998]

Lenton dünyanın ve üzerindeki tüm türlerin birbiriyle etkileşim içinde olan ve yaşayan bir organizma olduğunu savunan Gaia hipotezini kabul ediyor. Hipotezin doğru olduğunu kabul edenler ya bir yağmur ormanını yok ederek ya ozon tabakasını delerek ya da genetik mühendisliği ile organizmaları değiştirerek bir şekilde Gaia adı verilen bu süper organizmanın dengesini bozabileceğimizi ve onun yaşamını ki dolayısıyla kendi yaşamımızı tehdit edebileceğimizi söylüyorlar. İngiltere'nin Doğal Çevreyi Araştırma Kurulu tarafından gerçekleştirilen son çalışmalar bu endişelerin doğru olabileceğini gösteriyor. [Thomas, et al, 2004; Stevens, et al, 2004] gezegenimizin tarihinde beş kere toplu soy tükenmesi gerçekleşirken, hepsi bir kuyruklu yıldızın dünyaya çarpması gibi uzayda gerçekleşen bir olay sonucu meydana geldiği tahmin ediliyor. Yapılan yeni çalışmalardan biri "doğal dünya tarihindeki altıncı ve en büyük soy tükenmesi olayını yaşıyor" şeklinde bir sonuca ulaşmıştır. [Lovell 2004] Ancak bu defa soy tükenme sebebi uzayda gerçekleşen bir olayla bağlantılı değil. Çalışmayı yürütenlerden biri olan Jeremy Thomas'a göre "Söyleyebileceğimiz kadarıyla bu seferki bir hayvan organizması yüzünden gerçekleşiyor-insan.

Hücrelerin Dilinde Gezinmek 

Tıp fakültesinde eğitim verdiğim yıllarda, tıp öğrencilerinin akademik bir ortamda bir kamyon dolusu avukattan çok daha rekabetçi ve dedikoducu olduğunu fark ettim. Dört yorucu yılın ardından mezun olabilen en "uygun" öğrenci olabilmek için Darwin'in öne sürdüğü tarzda bir mücadeleyi yaşıyorlardı. Sadece tıp derslerinden yüksek not almak için uğraşan öğrencilerin etraflarındaki diğer öğrencileri dikkate almayan arayışları hiç şüphesiz Darwinsel bir modeli takip ediyordu ama bu merhametli şifacılar olmak için uğraşan öğrenciler için biraz ironik bir arayış gibi görünüyordu.

Ancak adada kaldığım süre boyunca tıp öğrencileri hakkında kafamda oluşan tüm kalıplar yıkıldı. Deyim yerindeyse, onları savaşa çağırdığımda, tıp öğrencisi olmaya pek de uygun olmayan sınıfım klasik tıp öğrencileri gibi davranmayı bıraktı. En uygunun hayatta kaldığını savunan zihniyeti bir kenara bırakıp, dönem boyu hayatta kalmalarını sağlayacak bir takım için, tek bir güç için birleştiler. Daha güçlü öğrenciler onlardan daha zayıflara yardım ettiler ve bu şekilde hepsi güçlenmiş oldu. Uyumları hem şaşırtıcıydı hem de çok güzel görünüyordu.

Sonunda onlara bir sürprizim vardı. Hollywood filmlerindeki mutlu sonlar gibi bir şey olacaktı. Final sınavları için Wisconsin'deki öğrencilerin geçmek zorunda olduğu sınavın tamamen aynısını öğrencilerime verdim. Bu "dışlanmış" öğrenciler ve onların Amerika'daki "elit" akranları arasında performans açısından neredeyse hiç fark yoktu. Çoğu öğrenci daha sonra evine döndüğünde ve kendisi gibi tıp okuyan yaşıtlarıyla tanıştığında, hücre ve organizmaların yaşamını yöneten prensipleri onlardan çok daha iyi bildiğini fark etti. Bu gurur verici bir gelişmeydi.

Öğrencilerim akademik açıdan bir mucize gerçekleştirdikleri için tabii ki çok sevinçliydim. Ama bunu nasıl yapabildiklerini tam olarak idrak edinceye kadar yıllar geçmişti. O zamanlar, bir ersin formatının her şeyden önemli olduğunu düşünüyordum ve hâlâ dersi işlerken insan ve hücre biyolojisini örtüştürmenin daha iyi bir yol olduğunu düşünüyorum. Daha önceden de söylediğim gibi bazıları bu iddialarımdan sonra benim bir çatlak profesör olduğumu düşünebilir ama ben yine de öğrencilerimin başarısının en önemli nedenlerinden birinin Amerika'daki akranlarının davranışlarından kaçınmaları olduğuna inandığımı söylemeden geçemeyeceğim. Amerikalı akıllı tıp öğrencilerini taklit etmektense, akıllı hücrelerin davranışlarını taklit ettiler ve daha akıllı olabilmek için bir araya geldiler. Öğrencilerimin yaşamlarını hücrelerin yaşamlarına göre şekillendirdiklerini söylemedim çünkü hâlâ gelenekçi, bilimsel eğitimin etkisi altındaydım. Fakat benim hücrelerin yardımlaşarak daha karmaşık ve etkin organizmalar oluşturmak için gruplar kurma yeteneği hakkındaki konuşmamdan sonra, öğrencilerimin de sezgileriyle bu yönde yol aldıklarını düşünmek hoşuma gidiyor.

O zamanlar bunun farkında değildim ama şimdi hücreleri sürekli övmemin öğrencilerimin başarısının başka bir nedeni olduğuna inanıyorum. Öğrencilerimi de övmüştüm. Birinci sınıf öğrenciler gibi performans gösterebilmeleri için birinci sınıf öğlenciler olduklarını duyma ihtiyacındaydılar. Çoğumuz zorunda olduğumuz için değil zorunda olduğumuzu düşündüğümüz için kısıtlı yaşamlar sürdürüyoruz ve gelecek bölümlerde bu konunun üzerinde ayrıntılı bir şekilde duracağım. O yüzden şimdi bu konuyu atlıyorum. Kısaca özetlemek gerekirse, cennette geçirdiğim dört ayın ardından, hücreler ve insanların hücrelerden öğrenebilecekleri şeyler hakkındaki fikirlerimi netleştiren bir şekilde eğitim verdim. Yeni Biyoloji'yi anlama yolundaydım ki Yeni Biyoloji hem genetiksel ve ebeveyne dayalı programlanma sonucu yenilgiyi kabul etmeyi hem de en uygun olanın hayatta kaldığını iddia eden Darvvinizm'i reddediyordu. 


İnsan kurallara sığmaz! 

Yorum Gönder

0 Yorumlar