İÇTİHAT VE TAKLİT


İzmir Mebusu Seyyid Bey1 
Hatice Dokgöz 
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğrencisi 
dilefza_44@hotmail.com 

Murat Apay
Metin Düzenleme, Vurgu ve Fotoğraflar

Bu makale İslam Mecmuasında üç bölüm halinde yayınlanmıştır. 1. Kısım: Seyyid Bey, “İctihad ve Taklit”, İslam Mecmuası, Yıl 1, Sayı 4, 14 Mart 1330 (Rebiu’l-ahir 1332) Sayfa 8-11; 2. Kısım: ; İslam Mecmuası, Yıl 1, Sayı 5, 27 Mart 1330 (12 Cemaziye’l-evvel 1332) Sayfa 5-103. Kısım: İslam Mecmuası, Yıl 1, Sayı 7, 24 Nisan 1330 (11 Cemaziye’l ahir 1332) Sayfa 2-5. Biz sadeleştirmede her üç bölümü birlikte ele almanın fayda bakımından daha iyi olacağını düşündüğümüz için, bölümlerin ayrımını yerinde göstersek de, bütünlüğe riayet ederek topluca sadeleştirmeyi vermeyi uygun gördük 

1 Seyyid Bey 1873-1925 yılları arasında yaşamış, büyük İslâm hukuku alimi, cumhuriyet dönemi millet vekili ve bakanlarındandır. Hayatı hakkında geniş bilgi için bkz. İzmir İlahiyat Fakültesi Vakfı, Türk Hukuk ve Siyaset Adamı Seyyit Bey Sempozyumu, (16 Mayıs 1997), İzmir 1999; Sami Erdem, “Seyyid Bey” mad., DİA, 37/54-56.

Herkesin bildiği bir hakikattir ki bugün medeniyet dünyasında en geri kalmış bir millet varsa o da biziz. İslam dünyasının herhangi bir yerine rastgele bir bakış gönderilse, ilk dikkatleri çeken acziyet ve miskinlik oluyor.  Medeniyetin çağdaş şartlarına uygun ciddi, gerçek hayat izleri gösteren bir İslam dünyasına rastlanamıyor. Bir zamanlar dünyayı ilim ve medeniyet nuruyla asırlarca aydınlatan İslam memleketleri bugün nursuz, ruhsuz, harabe halindedir.  

İnsan bir kere İslam dünyasının o zamanki ilim ve marifet yönünden, medeniyet yönünden, insani faziletler yönünden o yüce konumuna, bir de bugünkü düşkün, yıkıntıya uğramış konumuna baktığı zaman hayretten hayrete düşüyor. İnanan-inanmayan bütün milletler ve topluluklar, hatta güneşe, ateşe tapanlar kadar batıl bir dine tabi olan milletler bile günümüzde medeniyet hayatının en yüksek konumunu işgal ettikleri halde temeli Allah’ın birliği (vahdaniyet), rüknü ilim ve eğitim, şartı fazilet olan fıtri bir dinin mensubu olan İslam milleti en geri, en aşağı konumda bulunuyor. 

Bu acıklı hakikati görüp de kalbi sızlamayacak ciddi, sosyal bir Müslüman düşünülmez. Fakat ne yazık ki yalnız kalpleri sızlamakla, üzülmekle iş bitmiyor. Zamanımız üzüntü zamanı değil, harekete, ilim ve eğitime yönelme zamanıdır. Artık iyice anlamalıyız ki bugünkü hayat şartlarımızla şu dünya medeniyetinde bizim için yaşamak, yaşatmak imkânı kalmamıştır. Batıdan doğuya doğru cereyan etmekte olan bir medeniyet akımı gittikçe şiddetini artırmaktadır. Sanmıyorum ki bu psikolojik yapımızla o akıma karşı koymamız mümkün olsun. O öyle şiddetli bir cereyana benzer ki zamanında onun kaynağını açmaz, etrafını ilim ve eğitimle donatmaz ve güçlendirmezsek korkarım ki bir gün gelir, önüne gelecek olan bütün engelleri yerle bir eder. Yalnız vatanımızı değil, dinimizi de milletimizi de siler götürür.  

Bazıları İslam toplumunun bugünkü geri kalmışlığını görüyorlar da İslam’ın ilerlemeye engel olduğunu söylüyorlar. Bu söz uzun zamandan beri önce Avrupalılar tarafından bilerek söylenmiş bir sözdür. Bazıları da İslam dünyasında var olan psikolojiye bakıyorlar da bunu İslam dininin ortaya çıkardığı bir netice sanıyorlar. Onun için bu fikri ileri sürüyorlar, aynı zamanda tarihi gerçeklerden de gaflet etmiş oluyorlar. Acaba İslamiyet kadar medeniyetin ilerlemesine hizmet etmiş bir din, bir mezhep dünyaya gelmiş midir? İslamiyet’in esası vahdaniyet, rüknü ilim ve eğitimdir. Kur’an-ı Kerim baştan başa ilmi yücelten, cehaleti kötüleyen ayetlerle doludur. Cenab-ı Hakk bir ayetinde Hz. Peygamber efendimize ilmi arttırmayı ve eğitimi istemesini ve dua etmesini emrediyor. Yüzlerce sahih hadislerde İslam ümmetinin ilim talep etmesi teşvik ediliyor.   

Bu ayet ve hadislere bile gerek yok, tarih ortadadır. Avrupa’nın bugünkü medeniyetinin esası İslam medeniyeti değil midir? Bugün hâlâ birçok ilim ve fende kullanılan fenni terimler İslam âlimleri tarafından vaz’ edilmiş olan Arapça tabirlerdir. Vaktiyle İslam medeniyeti, o zamanlar var olan medeniyetlerin pek üzerindeydi. Bu tarihen sabit olan bir gerçektir. Bunu inkâr tarihi tamamen inkâr demektir ki, hakikate karşı büyüklenmektir.    

İslam toplumunda görülen şu düşüş halinin sebebini İslam dininde değil, başka şeylerde aramak gerekir. İçerde ve dışarda meydana gelen savaşlar, içerde uzun süre devam eden kargaşalar, hükümetlerin ortaya koymuş oldukları zulüm ve baskıcı yönetim, siyasi maksatlara dayalı olarak ortaya çıkan bazı İslami fırkaların yaydığı hurafeler ve bunların sonucu olarak İslam dünyasında hüküm süren cehalet ve taklit bu geri kalmanın başlıca sebep ve amillerindendir.  

Meydana gelen savaşlar ve ihtilaller yüzünden İslam medeniyetine ait ne kadar temel eser varsa hemen hepsi mahvolup gitmiştir. Hele batıda ve doğuda meydana gelen iki elim istila neticesinde Endülüs kütüphanelerinde bulunan bütün ilmi birikim özel bir ayin yapılarak yakılmış, Bağdat’ta ele geçen bütün medeni eserler Dicle’ye atılarak telef edilmiştir.

Zamanımızda basılı ve basılı olmayan bir halde elde dolaşan, kütüphanelerde var olan İslami kitaplar asıl itibariyle sınırlı olmakla beraber çoğunluğu itibariyle sonraki âlimler tarafından yazılmış özet türü (muhtasar) eserlerden ibarettir. Asıl bunların kaynakları olan büyük selef tarafından pek büyük himmetlerle yazılmış olan o binlerce seçkin eserlere ise hiçbir yerde, hiçbir kütüphanede rastlanamıyor. Yalnız isimleri görülüyor.  

Hicri sekiz yüz senesinden sonra gelen İslam âlimleri de neşrettikleri eserlerde büsbütün başka bir çığır açmışlar, eserlerinde manadan ziyade lafızlara özen göstermişlerdir. Bilimsel yetenek ve maharetlerini bilimsel hakikatleri tahlil ve değerlendirmek için değil, lafızlara hasrederek göstermek istemişler, güya bu şekilde az söz ile çok mana ifade etmek maksadıyla, lafızları sıka sıka cümlelerin başını sonunu ibareden kısıtlaya kısıtlaya eserlerini şerhsiz anlaşılamaz bir halde, adeta bilmece (muamma) haline dönüştürmüşlerdir. Çoğunluğu da özetlemek isteğinden dolayı birçok önemli konuyu eserlerine katmamışlar ve bu eserlerine katmadıkları meselelerin delillerini de gereksiz görerek ya büsbütün kaldırmışlar ya da pek kısa bir halde kitaplarına koymuşlardır.  

Hâlbuki her nasılsa günümüze kadar ulaşmış olan bazı geçmiş âlimlere ait eserler incelenirse anlaşılır ki İslamiyet’in başlangıcında büyük İslam âlimleri, lafızlara asla önem vermedikleri gibi, maksatları övünmek olmayıp bilimsel hakikatleri ifade etmek olduğundan, gayet açık eserler vücuda getirmişlerdir. Onun içindir ki geçmiş (selef) âlimler bir meseleyi bütün boyutlarıyla tahlil edip inceleyerek onun hakikatini ve ruhunu okuyucunun zihnine yerleştirmedikçe, bütün delillerini birer birer ortaya koyup açıklamadıkça diğer meseleye geçmemişlerdir. Bu yönden sonraki dönem âlimlerinin küçük bir cilt içinde sıkıştırdıkları konular, geçmiş âlimlerin eserlerinde on beş, yirmi hatta otuz cilt halinde yazılarak izah edilmişlerdir. 

Ne yazık ki eğitim gören talebelerde dahi geçim sıkıntısı ve diğer sebepler dolayısıyla, eskisi gibi ilme olan düşkünlük kalmadığından dolayı, sonraları İslam medreselerinde ders programlarına en özet kitaplar katılmış, bu şekilde az çok elde bulunan açıklamalı, faydalı, seçkin eserler kütüphane raflarında unutulmuş kalmıştır. İş bu kadarla da kalmamış tefsir, hadis, ahlak, tarih ilimleri gibi en yüce, en gerekli dersler programdan çıkarılmıştır. Bugün eğitim usulü o kadar verimsiz bir tarzdadır ki, ilim talipleri güya eğitimlerini tamamlamak için on, on beş senelik eğitim sürecinin yedi sekiz yılını, hem de bir öğrenme gerçekleştirmeksizin, sadece Arapça ve mantık kurallarını ezberlemekle harcıyorlar. İşte zamanımızda öyle eskisi gibi şer’î ilimlerde ve fende derinleşmiş, bütün yönleriyle bunları kavramış, ilimde gerçekten derinleşmiş zatlara rastlanamamasının sebebi budur.   

Durum2 böyle olunca zorunlu olarak ilim ve araştırma yerine cehalet ve taklit geçmiş ve İslamî ilimler yıkılmaya başlamıştır. Bu, yukarıda bahsettiğimiz ifadelerden kasıt kimseye laf sokmak değildir. İslam âlimleri bu konuda mazeret sahibidirler. Bu hal, çetin bir baskıcı yönetimin şiddeti altında meydana gelen, zorunlu bir sonuçtur. Maksadımız ciddi ve samimi bir fikir alış-verişinden ibarettir. Daha doğrusu İslam ümmetinin asıl en gizli ve en tedavisi olmayan (müzmin) hastalığını ortaya koymak ve tedavi yollarını belirlemektir. 

2 Yazının ikinci kısmı buradan başlamaktadır.  

Özetle durum böyle olmakla beraber vaktiyle hilafet ve imamet kavgalarının sonucu olarak türlü türlü mezhepler, fırkalar ortaya çıkmıştır. Bunların taraftarları siyasi maksatlarını ortaya koymak, kendi taraftar ve bağlılarını arttırabilmek amacıyla İslam’da olmayan bid’atler çıkartmışlar, bir takım batıl fikirler icat etmişler hatta Hz. Peygamber (SAS) adına binlerce yalan hadis uydurma cesaretini bile göstermişlerdir, ki hadis âlimleri bu yalan hadisler için ciltlerce kitap yazmak zorunda kalmışlardır. Giderek batıl dinlerden de bir kısım hurafeler bunlara eklenmiş, cehalet ve taklidin neden olduğu kötülükle bunların tamamı İslamî hakikatlere karışarak öyle itikâdî karışımlar meydana gelmiş ki şer’î hakikatlerin aslı adeta örtülüp gizli bir halde kalmıştır.  

İslam dini bu batıl fikirleri, bu hurafeleri pek şiddetli ve kesin bir şekilde ret ettiği halde bunlar sadece cehalet ve taklit, onlara eğilim ve özen göstermek gibi sebeplerle ümmetin kalbinde öyle derin kökler salmıştır ki bunları onların kalplerinden tamamen çıkarıp atmak çok zordur. Mesela kabirlere, türbelere mumlar yakmak, kurbanlar adamak, onların başında huzur ile huşu ile dualar etmek, onlardan ihtiyaçlarını dilemek, şifa bulsunlar diye hastaları türbelerde yatırmak, oralarda bulunan sulardan içirmek gibi fiil ve düşünceler bunlardandır. Bunlar hep, daha sonradan kasıtlı olarak batıl görüşlerin taraftarları tarafından kötü maksatlarla ortaya çıkarılmıştır, bir kısmı da diğer dinlerden intikal etmiştir. İslamiyet’in aslına hakikatine tamamen aykırıdır. Kim ne derse desin Kur’an-ı Kerim ortadadır. İslam’a göre bunlar şirk sayılır. Şer'î hakikatler ile asla bir arada bulunamazlar. İslam’ın başlarında böyle şeyler ne görülmüş ne de işitilmiştir. İslam dini bu gibi batıl fikirlerden insanlığı kurtarmak için gelmiştir.  
                                                      
İslam dininde Cenab-ı Haktan başka hiç kimseden, hatta Hz. Peygamberden bile, hiçbir ihtiyaç talep edilmez. Onun içindir ki Ravza-i Mutahhara’da (Hz. Peygamberin kabrinde) ziyaret sırasında dua edilirken kıbleye dönmek, peygamberin kabrini arkaya almak gerekir. Bütün din imamları bu hususta fikir birliği etmişlerdir. Zira İslam’da şirke benzer her tür fiil ve düşünce kesin bir şekilde yasaklanmıştır. Bu hakikatler içerisinde peygamber efendimizin en meşhur dualarında biri de: “ االلهم لا تخعل قبرى وثنا يعبد  “ “ Ya Rabbi! Benim kabrimi ibadet edilen put haline koyma”  mealinde olan duasıdır.  

Bu batıl inançlar, o kadar genelleşmiştir ki İslam dünyasının hemen her tarafını işgal etmiştir. Bu hurafelerin her tarafta başka başka şekillerine rastlanır. Uzaklara gitmeye gerek yok, hilafet merkezimiz ve Şeyhü’l-İslamlık makamı bulunan İstanbul’da bu hurafelerin pek çok örneklerine ve şekillerine rastlamak mümkündür. Bu genel bir hastalıktır ve bence en öldürücü hastalığımızda budur. Hatta diğer kalbi hastalıklarımızı ortaya çıkaran etken de budur. Aklımızı, ruhumuzu, halis İslamî inançlarımızı öldüren; milleti tembelliğe, rahata, düşkünlüğe, uyuşukluğa sevk eden yegâne hastalık budur. Bu hastalık sıradan insanlara mahsus değil, seçkin insanlarımız da bu hastalığa yakalanmıştır. Bu yalan yanlış haberlerin nereden ortaya çıktığını, ne maksatlarla icat edildiğini, hangi yollarla hangi batıl dinlerden bize geçtiğini bilmeyen zavallılar bunlara tam bir saflıkla bağlanıp kalmışlardır.  

Bugün bu gibi şeyler yasaklanacak, bunların İslamiyet’in ruhuna tamamen aykırı sapık inançlar olduğu söylenecek olsa, Allah korusun, bir itiraz tufanı kopar, insanı dinsizlik ve Vahabilik ile itham ederler. “Vahabilik nedir?” denilse onu da asla bilmezler. Halk bu konuda mazeretlidir. Onlar böyle bulmuşlar,  böyle görmüşler, böyle işitmişlerdir. Onlara ciddi bir şekilde yol gösteren, dini hakikatleri hakkıyla öğreten olmamıştır. Baskının, bundan önceki dönemin bu hususta tam bir müdahalesi vardır.  

Şimdi insaf edelim, bu psikoloji ile bizim için ilerleme imkânı var mıdır? Biz bu cehalet ve taklit bataklığında mevcut medeniyetin şiddetli akımlarına karşı dinimizi, milletimizi nasıl koruyabiliriz? Millet bu batıl geleneklerden kurtarılmadıkça İslami temel hakikatler bütün saflığı ile ortaya konulmadıkça ben bunun mümkün olacağını sanmıyorum. Gelişmenin esası cehaletten ilme, taklitten tahkike intikal etmektir. Cehalet ile taklit ile hiçbir zaman gelişme gösteremeyeceğimiz gibi dinimizi de,  milletimizi de koruyamayız. Gençlerimiz dinsiz oluyor diye her gün şikâyet ediyoruz, elbette olurlar, bizim şikâyete hakkımız yoktur. Bugünkü medeniyetin bilim ve fenden az çok nasibi olan zihinler, artık hurafe dinleyemez, onları İslamiyet’in kesin hakikatleri ile aydınlatmak gerekir. Onlara karşı dini hakikatler ve İslam’ın faziletleri yerine batıl fikirler doldurulacak olursa şüphesiz İslamiyet’ten uzaklaşırlar. 

Dini hakikatleri içeren İslami eserler Arapça yazılmış olduğundan gençlerimiz bu hakikatlere duyarsız bulunuyorlar. Bu sebeple bugün bizde yaygın olan psikolojik durumların İslamiyet’in gereği olduğunu zannediyorlar. Doğal olarak bunun neticesi olmak üzere de İslamiyet’ten uzaklaşıyorlar. Onların hakikati bilmemeleri cahilliklerinden kaynaklanıyor ise de İslamiyet’ten uzaklaşmaları bizdeki psikolojik durumdan ileri geliyor. Bizdeki bu zihniyet devam ettiği sürece dinsizliğe doğru gerçekleşecek olan bu cereyanın artacağından ve genişleyeceğinden şüphe edilmemelidir.  Onlar İslami faziletleri bilmedikleri için her fazileti Avrupa medeniyetinde arıyorlarsa, biz de şer’î hakikatleri tam anlamıyla bilmediğimizden mevcut medeniyetin her iyisine kötü diyoruz, her türden gelişme sebeplerine derhal “şer’an caiz değildir” hükmünü veriyoruz. Onlar takdir edilmemeleri sebebiyle büsbütün dini terk etmek veyahut mutlak müçtehit kesilerek kafasına göre hüküm vermek arzusunda aşırıya gidiyorlarsa, biz de taklit bataklığını bu çağdaş medeni asırda insanların ihtiyaçlarına asla uygun olmayan ve hakikatte kesin bir nas olmayan, haber-i vahid bile bulunmayan bir müçtehidin içtihadına güya Kur’an’ın hükmüymüş gibi bağlanarak ondan ayrılmamakta aşırılığa kaçıyoruz.  

İşte bizdeki bu taklit zihniyetidir ki bugün medeni kanunumuz olan Mecelle-i Ahkam-ı Adliye’yi3, düzenlenme tarihinden itibaren kırk beş senedir hiçbir değişikliğe uğratmamıştır. Hâlbuki birçok maddeleri asrın ihtiyaçlarına uygun olmadığı için değişime ihtiyaç duyar. Mesela Mecelle’ye göre, akit yapan iki kimseden birinin menfaatine olan şart ile alışveriş akdi (bey’) fasit olduğu gibi gasp edilmiş malın menfaati de tazmine konu değildir. Bu durumda bugün iki kişi kendi aralarında, kendi rızalarıyla bir alışveriş akdinde bulunup da içlerinden birisi malın ücretinin dışında bir şahsi menfaati gerektiren bir şart ileri sürecek olsa, bu şartı diğeri kabul bile etse, bu alışveriş geçersizdir (fasittir). Mahkeme bundan ortaya çıkacak bir davayı görmez, alışverişi geçersiz kılar (fesh eder). Aynı şekilde bir kimse diğerinin ailesine mahsus olan evi, bir şekilde içine girerek zorla işgal etse velev ki kırk sene ücretsiz olarak otursa ev sahibi bu gasptan ücret adına bir şey talep edemez, talep edecek olsa mahkeme bu davayı dinlemez. Çünkü Mecelle’ye göre böyle gasp edilen bir ev için ücret vermek gerekmez. Birinci mesele bir çok ticari işlemleri sekteye uğrattığı gibi ikinci mesele de pek çok hakkın ortadan kalkmasına sebep olur.  

3 Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye, Osmanlı Devletinde 1868-1876 yılları arasında hazırlanan ve daha çok borçlar, eşya ve yargılama hukuku esaslarını içeren kanundur. Geniş bilgi için bkz. Mehmet Akif Aydın, “Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye” mad., DİA, 28/231-235. 

Bu meseleler Hanefi mezhebinin kurucusu olan İmam-ı Azam hazretlerinin içtihatlarına göredir. Vaktiyle ortaya çıkan Mecelle Cemiyeti4, Hanefi mezhebinden ayrılmamak düşüncesiyle bahsedilen bu meseleleri Mecelle’ye bu şekilde katmışlardır.  

Hâlbuki birinci meselede iki farklı tür içtihat daha vardır, ki bu iki düşüncede olanlar da İmam-ı Azam derecesinde mutlak müçtehittirler. Biri İbn Ebi Leyla5 hazretleridir ki, onun rey ve içtihadına göre de yalnız şart fasittir, alışveriş sahih ve geçerlidir. Diğeri İbn Şübrüme6 hazretleridir ki, onun içtihadına göre de hem alışveriş geçerli hem de şart geçerlidir. Hadis imamlarından İmam Tirmizi hazretlerinin Kitabü’s-Sünen’inde açıkladığına göre İbn Şübrüme hazretleri kendi içtihatları hususunda yalnız değildir, ashabın büyüklerinden ve tabiinin büyüklerinden bir kısım müçtehitler de bu meselede İbn-i Şübrüme’nin görüşündedirler.  

İkinci meselede de Şafiî mezhebine göre gasp eden kimsenin cebren oturduğu evin denklerine göre ücreti (ecr-i misli)7 ne kadar ise onu vermesi gerekir. Hanefi fakihlerinin muhakkiklerinden İbn Hümam hazretleri et-Tahrir adlı meşhur kitabında Şafiî mezhebi üzere fetva verilmesi gerektiğini beyan ediyor.  Bundan başka müçtehitler arasında tartışmalı olan (muhtelefün fih) ictihâdî konularda devlet başkanı hangi müçtehidin rey’iyle amel edilmesini emrederse onunla amel edilmesi gerektiği şer’î asıl kaidelerdendir. Zira ictihâdî meseleler şer’î kesin nasslar ile sabit olan meselelerden değildir, müçtehitlerin içtihatlarıyla meydana gelen meselelerdendir. Bir içtihadın diğer içtihada üstün olduğu cihetle böyle tartışmalı olan konularda devlet başkanının emrine uymak Nisa Suresi 59. ayetin8 gereğidir.

4 Mecelle Cemiyeti, uzun mücadelelerden sonra milli ve medeni bir kanun hazırlanmasına karar verildiği zaman, Divan-ı Ahkam-ı Adliye nazırı olan Ahmet Cevdet Paşa, kendisinin başkanlığında bir topluluk (cemiyet) kurarak Mecelle’nin hazırlanması faaliyetini başlatması sırasında kurulan topluluğa verilen isimdir. Geniş bilgi için bkz. Mehmet Akif Aydın, “Mecelle’nin Hazırlanışı”, Osmanlı Araştırmaları IX, İstanbul, 1989, 48-49. 
5 İbn Ebi Leyla: Hicri 148/765’de vefat etmiş Kufe kadısı, mutlak müctehid. Hayatı hakkında geniş bilgi için bkz. Saffet Köse, “İbn Ebu Leyla” mad., DİA, 19/436-437. 
6 İbn Şübrüme: Tam adı Ebu Şübürme Abdullah b. Şübrüme b. Et-Tufeyl ed-Dabbî hizri 144/761 tarihinde vefat etmiş fakih ve kadıdır. Hayatı hakında geniş bilgi için bkz. Şükrü Özen, “İbn Şübrüme” mad., DİA, 20/379-381. 
7 Ecr-i Misl: Benzer mal kıymeti, kullanılan malın kıymetinin emsaline göre belirlenmesi bkz. Ali Şafak, Hukuk Terimleri Sözlüğü, Rehber Yayınları, Ankara, 1992, 112; Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, Rağbet Yayınları, İstanbul, 1998, 85. 
8 Ayet şöyledir: “ اَي اَ َ  هُّيَأ َ  ين ِذَّال آم ا و ا ُن َ َّ وُ يع ِطَأ اللّ ا َ  وُ يع ِطَأَو يِ ول ُسَّ الر ِ ول ُأَو ْ  رْ الأم ْ مُكْنِم ْ  نِإَف يِ مُتْعَ از َنَت ف   ُ  ءْيَش ىَ وه ُّدُرَف ِ َّ لِإ ِ  اللّ ْ ول ُسَّ الر َو ْ  نِإ َ  مُتْنُك ِ َّ ون ُنِمْؤُت اللّ ِب ِ ِ مْوَيْال َو َ رِ الآخ   كِلَذ ُ  رْيَخ ن لا َسْحَأَو يِوْأَت ” “Ey İman edenler! Allah’a itaat edin, Resuler ve içinizden emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve ahret gününe inananlardan iseniz onu Allah’a ve Resulüne götürün. Bu daha iyi ve yorum bakımından en güzelidir” 

Kaldı ki vaktiyle büyük Hanefi fakihlerinden Buhara ahalisinden borcunun artması hasebiyle insanların ihtiyaçlarına binaen bey’-i bil vefa9 (vefa satışı) ve hatta bey’-i bi’l-istiğlal10 (galle satışı)  caiz görülmüştür. Bunun gereği olmak üzere “insanların ihtiyaçları ister genel olsun ister özel olsun zaruret (ölüm derecesine düşmüş hal) olarak değerlendirilir11 ve “zaruretler yasak olan şeyleri mubah kılar12 demişler. Hâlbuki gerek bey’-i bi’l-vefa ve gerek bey’i bi’l-istiğlal akit yapan taraflardan birinin menfaatine olan şart ile alışverişten başka bir şey değildir. Bir de zikredilen ikinci meselede yine Hanefi fakihlerinden, yetimlerin hakları veya vakıfların korunması, onlara ait olan malların gasp ve kullanılmasında Şafiî mezhebi üzere fetva vermişlerdir.  

9 Bey’ bi’l-vefa: Vefaen satış, satılanın ilerde tekrar satanca geri satın alınması şartıyla yapılan satış. Yani bir malı, parasını geri verdiğinde iade etmek üzer bir kimseye belli bir miktar ücret karşılığında satmaktır. bkz. Şafak, 61; Erdoğan, 40. 
10 Bey’ bi’l-istiğlal: Malı satıp, gelir ve menfaatinden istifadeyi elde tutma, satış ve kiralamanın aynı anda yapıldığı satış. Yani bir kimsenin bir malı bizzat kendisinin kiralaması şartıyla satmasıdır. Bkz. Şafak, 61; Erdoğan, 40. 
11 Bu aynı zamanda Mecelle’nin 32. Maddesidir: “ ال حاجة تنزل منزلة الضرورة عامة كانت او خاصة ” “Hacet Umumi Olsun Hususi Olsun Zaruret Menzilesine Tenzil Olunur (Madde: 32) 
12 Bu aynı zamanda Mecelle’nin 21. Maddesidir: “الضرورات تبيح المحظورات”  “Zaruretler Memnu Olan Şeyleri Mübah Kılar” (Madde: 21) 

Bütün bunlar Mecelle Cemiyeti tarafından bilindiği halde yine de Hanefi mezhebinden ayrılmamak amacına bağlı olarak bu iki mesele ile bunlara benzer diğer birçok mesele Mecelle’de Hanefi fıkhı üzere yer almıştır.  

İşte o zamanki Mecelle Cemiyetinde görülen şu zihniyet sadece taklitçilikten başka bir şey değildir. Zikredilen meselelerin bugüne kadar Mecelle’de yerini koruması; yabancıların karışması ve insanlar arası muamelelerinin genişlemesi ve çeşitlenmesi hasebiyle çok fazla ihtiyaç olduğu halde asla değişikliğe uğramaması aynı psikolojik zihniyetin neticesidir.  

Diyelim ki Mecelle’nin düzenlenmesi sırasında zikredilen Mecelle Cemiyeti o zaman ki insanlar arası muameleleri göz önünde bulundurarak Hanefi mezhebinden ayrılmaya pek o kadarda gerek görmemiş olsun, peki ya bugünkü hale ne diyeceğiz? Bu durumda Mecelle’nin yeniden düzenlenmesine gerek yoktur diyebilecek miyiz? Bunu demek, insanlar arası muameleleri, mevcut medeni şartları takdir edememek demektir. O halde niçin değiştirmiyoruz? Acaba çeşitli İslam mezheplerinden hükümler alıntılamak şer’an caiz değildir de onun için mi? Kesinlikle öyle değildir. Onu iddia edenler hiçbir zaman iddialarını ispatlayacak şer’î delil ortaya koyamazlar. Gerçi bazıları, bir mesele Hanefi mezhebine muhalif olursa derhal o mesele hakkında “şer’an caiz değildir” diye bağırıyor, fakat onların o husustaki delilleri, yalnız o surette bağırmaktır. Bu zavallılar şeriatı yalnız Hanefi mezhebinden ibaret sanıyorlar. Hanefi Mezhebi şeriattır de Şafiî mezhebi veya Maliki mezhebi şeriat değil midir? Fer’i meselelerden ibaret olan bu mezheplerin birinin diğerine üstünlüğü ancak şer’î delillerinin kuvveti itibariyledir. Delillerin kuvveti bilinmeyen içtihatlardan birini diğerine tercih etmek ise herhangi bir tercih ettirici vasıf bulunmaksızın taklidi olarak tercihten başka bir şey değildir.  

Açıklamaya13 gerek yok ki asıl şer’î hükümler doğrudan doğruya Şari’ Teâlâ tarafından vaz’ edilen hükümlerdir. Şari’den başka hiç kimse şeriat adına hüküm vaz’ etmeye hak ve yetki sahibi değildir. Dinde, şeriatta vekâlet yürümez. Bu apaçıktır. Bunda hiçbir akıl ve irfan sahibi tereddüt etmez. “Nassın bulunduğu yerde içtihada gerek yoktur14 fıkhi kaidesinin esası da budur.  

13 Yazının üçüncü kısmı burada başlamaktadır. 
14 Bu aynı zamanda Mecelle’nin 14. maddesidir:   لا للاجتهاد فى مورد النص Mevrid-i Nassda İctihada Mesağ Yoktur (Madde: 14) 

İşte bu esasa dayanarak şer’î hükümlerin istinbatında asıl olan Kitap ile Sünnettir. Ancak Kur’an ayetleri ve Peygamber hadisleri, meydana gelmiş ve gelecek olan bütün hukuki meseleleri, her birini ayrıntılarıyla teker teker içermediğinden, peygamber efendimizin döneminde bile kıyas ve içtihat yoluyla hüküm çıkarmaya peygamber efendimiz izin vermişlerdir. Daha sonra İslam memleketlerinin genişlemesi sebebiyle ziraat, ticaret ve toplumun diğer münasebet ve muamelatları artmış ve çeşitlenmiştir. Bu sebeple şer’î nassların söylemediği çeşitli ve pek çok fıkhî mesele meydana gelmeye başladı. Problemleri ve olaylardaki çeşitliliği mümkün olduğu kadar şer’î hükümler dairesinde çözmeye mecbur olan İslam âlimleri daha fazla özen göstererek içtihat yoluna yöneldiler. Genel olarak mevcut nasslar teker teker araştırarak feri hükümlere uygulanacak şer’î esasları çıkararak içtihat kurallarını ortaya koydular. Bununla da yetinmeyip kendilerinden sonra gelecek nesillere kolaylık temin etmek için ilerde meydana gelecek pek çok hukuki hadiseyi birer farazi mesele halinde ortaya koyarak bunların hükümlerini, vaz’ ettikleri asli kaideler üzerine türettiler. 

İşte fıkıh ilmi ile usul-i fıkıh ilmi, bu şekilde meydana gelmiş ve İslami ilimler arasında en büyük ve en sağlam iki özel ilim olma özelliğini kazanmıştır. Lakin taklit ve içtihada engel olduğu gerekçesiyle her bir müçtehit, içtihatlarını kendi anlayışına dayandırmış ve bundan dolayı gerek usul vaz’ etmek ve gerek furu’ meseleler hakkında hiçbiri diğerini taklit etmemiştir. Bunun sonucu olmak üzere de pek çok fıkhi mezhepler ortaya çıkmıştır ve her biri kurucusunun adıyla anılmaktadır. Nitekim zamanımızda mevcut olan Hanefi, Şafiî, Maliki, Hanbelî mezhepleri bunlardandır. Bu zikredilen mezheplerden her biri kurucuları tarafında ortaya konulan usul ve özel kurallar neticesi olarak meydana geldiği ve bu şekilde özel bir ilim halini kazandığı için bu mezheplere Hanefi fıkhı, Şafiî fıkhı, Maliki fıkhı, Hanbelî fıkhı denilmiştir15.

15 Fıkıh Usulü tarihi hakkında geniş bilgi için bkz. Muhammed Hamidullah, “Usûl al-Fıqh’ın Tarihi”, çeviren: M. Fuad Sezgin, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, 1956-1957, cilt: II, sayı: 1, s. 1-18; Ali Duman, İlitam ve İlahiyat Fakülteleri İçin İslam Hukuk Usulü Dersleri, Ankara, 2014. 

Başlangıçta fıkhi mezhepler bu dört mezhepten ibaret değildi, müçtehitlerin sayısı nispetinde çeşitli ve pek çoktu. Hicri dört yüz senesine gelinceye kadar halk bir mezhebe bağlı değildi herkes öğrenmek istediği meseleyi, dilediği veya rastladığı müçtehide sorar ve alacağı cevap ile amel ederdi. Daha sonra diğer mezheplere mensup olanlar son bulmuş, sonra gelen İslam âlimleri zikredilen bu dört mezhepten birini seçerek onun meselelerini öğrenip ve onun kurallarını gerçekleştirmekle meşgul olduklarından diğer mezhepler tamamen ortadan kalmış ve yalnız şu dört mezhep zamanımıza kadar mevcudiyetini koruyabilmişlerdir. Bunlardan Hanbelî mezhebi de bugün ortadan kalkmak üzeredir, tabileri azalmıştır.  

Hülasa bu mezheplere ait yazılan fıkhi eserler, incelenecek olursa görülür ki içerdiği fıkhi meselelerin çoğunluğu şer’î nasslardan daha fazla kıyas ve içtihada dayanmaktadır. Hele Hanefi fıkhında pek çok mesele kıyasa dayandırılmış, bazıları da istihsan yoluyla çıkarılmıştır. İşte bundan evvelki yazımızda açıklandığı üzere gasp edilmiş malın menfaatinin tazmin edilip edilmeyeceği İmam-ı Azam ve İmam-ı Şafiî arasında ihtilaflı olan (muhtelefun fih) fıkhi meseleler bu kabildendir. Adı geçen her iki imamın bu mesele hakkında ki ictihâdî değerlendirmeleri bilinecek olur ise hakikat daha net ortaya çıkacaktır. Bu değerlendirmeye dayanarak her iki imamın bu meselede ki delillerini aşağıda naklediyoruz.  

İmam-ı Azam hazretleri buyuruyorlar ki menfaat, tazmin edilebilir değildir çünkü bir kere menfaat gasp edilen malın parçası değildir. İkinci olarak kendisinden mal gasp edilen kimse (mağsubun minh)  yani mal sahibinin elindeyken meydana gelmiş değildir. Belki gasp eden kimsenin elinde kendi katkısı ve çalışmasıyla da olmuş olabilir. كل الناس احق بكسبه" “ “her insan kazancına müstahaktır” hadis-i şerifinin mantığına göre herkes kendi kazancına diğer insanlardan daha fazla hak sahibi olduğundan dolayı, gasp eden kimse [gasp ettiği maldan] kazandığı şey sebebiyle o menfaatin sahibi olur. Böylece tazminat gerekmez. Çünkü bir insan kendi mülkiyeti olan şeyi tazmin etmez.  

Gasp edilen malın menfaatleri, kendisinden gasp edilen kimsenin (mağsubun minh) mülkü olduğunu kabul ettiğiniz takdirde dahi gasb halinde tazminat gerekmez. Zira menfaati itlaf (ortadan kaldırmak) mümkün değildir. Çünkü menfaat denilen şey kendi başına var olabilen bir vasıf değildir, var olduğu anda derhal ortadan kalkar, hem gâsıbın elinde hem de mal sahibinin elinde varlığı devam etmez. Sürekliliği olmayan şeyin itlafı ise düşünülemez. Zira bir şeyin itlafı ancak o şeyin sürekliliği devam ettirmesi durumda söz konusu olabilir. Farz edelim ki menfaati itlaf mümkün olsun, fakat bu takdirde dahi tazminat gerekmez. Çünkü “  فمن اعتدى عليكم فاعتدوا عليه بمثل  ماعتد ى  عليكم “ “sizden kim haddi aşarsa haddi aştığı oranda onun karşılığını görecektir.”16 ayet-i kerimesine göre tazminatın esas şartı, tazmin edilen şey ile tazmin edilen şeyin bedeli arasındaki denkliktir. Menfaatler ile eşyalar arasında denklik yoktur. İşte bu denkliğin olmaması önermesi iki şekilde ispat olunur; biri mal olmak ve kullanılabilir olma özelliğinin kaldırılması, diğeri menfaat ile eşya arasında mal olmak açısından açık bir farklılığın varlığıdır.   

Birinci yol menfaat mal da değildir, mütekavvim17 de değildir. Dolayısıyla yok edildiği zaman mal ile tazmin edilemez. Ölmüş hayvan eti (meyte) ve şarap gibi. Birinci olarak menfaat mal değildir. Çünkü mal ihtiyaç zamanı için biriktirilen şeyin ismidir. Zira bir şeyin mal sıfatı taşıması ancak temevvül18 ile gerçekleşir. Temevvül ise bir şeyi ihtiyaç halinde biriktirebilmek ve koruyabilmekten ibarettir. İtlaf ile ondan yararlanmak konusu ise temevvül değildir. Bunun içindir ki yeme ve içmeye temevvül denemez. Menfaat hareket gibi kalıcı olmayan sıfatlardan olduğu için iki vakitte varlığını sürdüremez, var olur olmaz ortadan kalkar. Buna dayanarak menfaat temevvül olmaz. Dolayısıyla menfaat mal olma sıfatıyla vasıflandırılamaz.  
                                                     
16 (Bakara 2/194)
17 İslam hukukuna göre kendisinden yararlanılabilir mala mütekavvim denir. Geniş bilgi için bkz. Erdoğan, 352. 
18 Temevvül, bir şeyin mal niteliğini taşıması, mal edinilebilir, taşınabilir, biriktirilebilir, emanet, hibe, kira ya da satış aktine konu edinilebilir olması demektir. 
  
Menfaat mütekavvim değildir. Çünkü bir şeyin kendisinden yararlanılabilir olması için iki şartın varlığı gerekir. Biri o şeyin var olması, diğeri koruma altında olmasıdır. Ortada olmayan bir şeyin (madum) kullanılabilmesi,  kendisinden yararlanılabilir sıfatıyla vasıflanabilmesi için öncelikle var olması gerekir. Sadece mevcut olmak da yeterli değildir. Koruma altında olması da gerekir. Zira av, kendiliğinden biten ot gibi bir takım şeyler vardır ki bunlar aslında mal oldukları halde koruma altına alınmadan önce birinin mülkü değildir. Koruma altında olmak (ihraz) ki bir şeyi ele geçirmek demektir. İki zamanda devam etmeyen bir şeyde koruma gerçekleşmez buna göre menfaati ele geçirmek mümkün değildir. O halde menfaat kendisinden yararlanılabilir bir şey olamaz.  

Menfaatler, “menfaatin bulunduğu yerin ele geçirilmesi sebebiyle korunmuş olur” tarzında itiraz edilecek olur ise buna cevap olarak şöyle denir: Menfaatler gasp edenin elinde meydana geldiği için bu konuda ele geçirme keyfiyeti gasp eden kimse için gerçekleşmiş olur, gasp edilen kimse için değil. Gasp eden kimsenin onu ele geçirmesi ise tazminatı gerektirmez. Çünkü koruma altına alma keyfiyeti gasp edilen kimse için gerçekleşmiş olduğu kabul edildiği takdirde bile tazminat gerekmez. Zira bu koruma altına almak, örtülü bir korumadır kasta bağlı değildir. Korunması geçerli ve tazmin edilebilir olması için kasta bağlı olması gereklidir.  Bu illete dayanarak bir kimsenin arazisinde kendiliğinden biten otlar, diğer bir kimse tarafından telef edilse tazminat gerekmez. Çünkü arazi sahibi bu otları kasıtlı olarak ekmiş ve onları koruma altına almış değildir, onların koruma altına alınması araziye bağlı olarak gerçekleşmektedir ki burada örtülü bir koruma söz konusudur, kast yoktur.  

Kaynak: Hikmet Yurdu

Yorum Gönder

1 Yorumlar

  1. The gambling houses of poker | Dr.MCD
    I have 삼척 출장샵 heard from people saying you can 오산 출장마사지 only go out of town in your casinos and play roulette on a 김천 출장안마 The dealers make some money on the 아산 출장안마 tables, but the money is the 군포 출장마사지

    YanıtlaSil