Türk Olgusu


TÜRKLERİN TARİHİ 

Jean Paul Roux 
Fransız oryantalist ve Türkolog

Çevirmenler
Prof. Dr. Aykut Kazancıgil
Lale Arslan Özcan




Türkler hakkında çok az şey biliyoruz, ama bu bilgileri birbirine bağlayan öğelerden yoksunuz. Okulda öğrendiklerimizden aklımızda kalanlar, Haçlı Seferlerine Kutsal Toprakların onların ellerinden kurtarmak için girişildiği; Türklerin 1453'te Konstantinopolis'i ele geçirdikleri ve bu olayın ortaçağın sonu sayıldığı; Kanuni Sultan Süleyman'ın Charles Quint (Şarlken)'in hegemonyasına karşı I. François'ya yardım ettiği; tüm 19. yüzyılın, "hasta adamı" adı takılan Osmanlı İmparatorluğunun zayıflaması sonucunda ortaya çıkan Doğu sorunlarıyla uğraşarak geçtiği ve 19. yüzyıldaki "Jön Türk Devrimi"dir. Racine aracılığıyla Sultan Bayezid'i tanıyoruz; Moliére ve Kibarlık Budalası adlı eseri vesilesiyle ve daha sonra Rotrou ve Scudéry gibi yazarlar aracılığıyla 18. yüzyılda da gözde olmaya devam eden [Türklere özgü alışkanlıklar ve özellikler anlamına gelen] Turquerie'leri biliyoruz. Théophile Gaurtier "gökyüzü ile yeryüzü arasında rastlantısallığın mükemmelliğiyle uzanan siluet"iyle İstanbul'un düşünü kurdurmuştur. Anatole France geçmişe takılıp kalmış, ölmeyi bile başaramayan, İslamiyetin devamını ancak tüm Hristiyanları öldürerek sağlanabileceğine inanmış bir "Kızıl Sultan" akıllarımıza işlemiştir. Pierre Loti bize Aziyade'nin (1879) ve Mutsuz Kadınlar'ın [Les Desenchantées, 1906] güzel yüzleriyle ince ve şiirsel bir dünyanın düşüne davet etmiştir. Ayrıca belleğimizde Hugo'dan kimi dizeler, Lamartine ve Nerval'den cümleler, Ingres ve Delacroix'nın bazı tabloları, Mozart'tansa bazı ezgiler (Saraydan kız kaçırma) kalmıştır. çalışılmıştır. 

Türklerin yaşam biçimi ve Türklere ait eşyalar günlük yaşamımıza fazla girmiştir. Ortaçağ'da Fransa'da yel değirmenlerine Turquois denilirdi. Fransızcada kiosque adıyla bilinen halka açık müzik ya da gazete bayilerimiz, Türklerin köşk adını verdikleri küçük, gösterişli binalardan devşirmedir. Hollandalıların Avrupa'ya Boğaziçi'nden taşıdıkları lale, tulipe adını, bu çiçeğin taç yapraklarının bir türbana andırmasından dolayı tülbent sözcüğünden almıştır. 14. yüzyıldan beri Avrupalılar evlerini, çoğunlukla Türklerden, arada sırada İranlılardan (uzakta kalan İran yerine daha çok Türkiye'den alış-veriş yapıyorlardı) aldıkları Doğu halılarıyla süslemişlerdir; ressamlar Türklerden o kadar çok etkilenmişlerdir ki, bugüne kadar ulaşan değerli birçok parçaya adlarını vermişlerdir. Bellini, Lotto, Holbein halıları (Holbeinler en ünlüleri ve en değerlileridir) 15. ve 16. yüzyıllarda ve 17. yüzyılın bir bölümünde Türkiye'de üretilmiştir. 

Sandığımızdan daha sık Türk yemekleri yemekteyiz.; bunlar şiş kebap'tan ibaret değildir. Kahve, Osmanlıların Viyana Kuşatmasından sonra Avrupalılar arasında yayılmıştır, ki o güne kadar çok bilinen bir içecek değildir. Avrupa'da ve kahvaltılarımızın baş tacı croissant'lar aslında Türklerin bayraklarındaki hilalden esinlenerek ortaya çıkmışlardır. Ve yoğurt, Larausse tarafından çok uzun bir süre şaşırtıcı bir biçimde "dağlı Bulgarların ulusal yemeği" olarak adlandırılırken, aslında yüzyıllardır bozkır göçebelerinin baş yiyeceği olmuş ve Fransızca yaourt sözcüğü de yoğunlaştırmak anlamına gelen eski Türkçe bir fiilden (yoğurtmak) türetilen yoğurt sözcüğünden gelmiştir.

Türklerden alınan şeylerin bu görece bolluğu, bu kadar geniş olabileceği hiç aklımıza getiremediğimiz bir ufkun önünü açmaktadır. Oysa her  duyduğumuzda libidomuzu harekete geçiren saray, odalık gibi sözcükler ya da tüylerimizi ürperten pala, Hergé'nin tiplemesi Kaptan Haddock'un ağzından düşürmediği başıbozuk* hareketi kulaklarımızda çınlamaktadır. Yeniçerilerin bilinçaltımızda yaktıkları ateşlerin dumanı hâlâ tütmektedir.

* Başıbozuk, "deli,çılgın" anlamına gelmektedir. Bu sözcük Osmanlı ordusundaki disiplinsiz askeri tanımlamak için kullanılırmış.

Dostum, dedi Yunanlı bir çocuk, mavi gözlü çocuk,
Barut ve kurşun istiyorum.

Ama Ingres'in kadınları hamamda dolgun kalçaları ve göğüsleriyle salınırlar; pazar yerlerinde kavuklu adamlar birbirlerini selamlarlar; kayıklar Asya'nın durgun sularında gezinirler. Bu güzel tablo giderek daha da zenginleşir ve nargilenin dumanında ve siste biraz silikleşir ve bu duman bizi Borodine'nin müziği eşliğinde yavaş adımlarla ilerleyen kervanların kaldırdığı toza dumana götürür...

Böylece oldukça tanınan ve sınırlı bir dizi anı, bizi, fantezilerimizle renklendirdiğimiz gerçeküstü hayallere taşır, çarpıcı, güzel, ilginç, korkunç ya da kaba bir dizi hayale..

Ama elbette gerçek başkadır. Türkler insanlık tarihinde Pasifik'ten Akdeniz'e, Pekin'den Viyana'ya, Cezayir'e oradan Troyes'e uzanan ikibin yıllık tarih demektir, kaderleri dünyanın tüm eski halklarının kaderiyle harmanlanmıştır, ve tarihimizdeki pek çok büyük olayda, biz bilmesek de onların payı ya da etkisi söz konusudur, ancak tarihin kimi dönemlerinde tamamen bizden uzak, görüş alanımızın dışında kalmışlardır. Atilla ve Hunlar, Kuzey Çin'de Tabgaçlar İmparatorluğu, Güney Rusya'da bir Musevi krallık, Abbasilerin başkenti Sâmerrâ kentinin kuruluşu, Uygur döneminde Orta Asya'da tüm büyük dinlerin bir arada barış içinde yaşaması, İran Selçukluları, Cengiz Han ve Moğol egemenliği, Mısır Memlukları, Altınordu Devletinin iki yüzyıl boyunca egemenliği altında tuttuğu Rusya, Timur, Semerkand ve Herat'ta Timur Rönesansı, Osmanlı İmparatorluğu, (16)XVI. yüzyılın en büyük gücü Babur Şah ve Hindistan İmparatorluğunun kuruluşu, Atatürk ve yeni Türk devrimi...

Türkoloji

Türkoloji şarkiyatçılıktan doğmuş yeni bilim dallarından biridir. Günümüzde kısa süre öncesine kadar Ortadoğu konusunda, İslam çalışmaları içinde yer alırdı. Uzakdoğu konusunda ise Çinbilimcileri uzmanlık alanına girerdi ve böylece de Çinbilimciler kendi uzmanlık alanlarının dışına çıkarılmış olurlardı. Türkolojinin temel nitelikteki bazı bilgileri şimdilik oldukça sınırlıdır, tıpkı eski bir haritadaki bilinmeyen yerler gibi tarihte bilinmeyenler, uzun aralıklar, boşluklar mevcuttur. Bugün bu konuyla ilgili olarak elimizde, çevirisi yapılmamış ve incelenmemiş binlerce elyazması ve arşiv belgesi bulunmaktadır. Bu kaynakları değerlendirmek güçtür ve büyük bir sabır ve azimli bir hazırlık dönemi gerektirir. Kaynaklar sadece Türkçe olmayıp, Türkler tarafından konuşulmuş çeşitli dillerde ve çevrelerinde onlarla mücadele etmiş, diplomatik ilişkiler kurmuş ya da sadece Türkler hakkında yazmış olan çeşitli topluluk ve halkların da dilindedir. Araplar, Sogdlar, Çinliler, Farsiler, Ermeniler, Süryaniler, Gürcüler, Ruslar, Moğollar, Yunanlılar, Latinler ve daha küçük ölçüde başka topluluk ya da halklar.

Türk tarihinin bazı yazılı kaynaklara başvurma olanağını ortadan kaldıran kimi özel güçlükleri vardır. Yüksek kültürlü ülkelerde cereyan etmiş olaylar genelde ya okuması yazması olmayan ya da davranışlarının ayrıntılarını bir kenara kaydetmek pek alışkın olmayan topluluklarca gözden uzak bir biçimde hazırlanmışlardır. Kimi zaman, bu olayların ortaya çıkış nedenlerini bilmiyoruz ve bu nedenleri araştırmaya çok az bilgiyle başlamak zorunda kalıyoruz. Araştırmalarımızın bizi götürdüğü, dünyanın hiç de konuksever olmayan bu bölgelerinde alanlar sonsuz denecek kadar geniştir ve aradığımız kişiler sürekli olarak yer değiştirme alışkanlığındadır. Kuşkusuz göçebelik sanıldığı gibi düzensiz bir biçimde dolaşıp durmak demek değildir, her topluluğun yaz ve kış için kendine ait konaklama yerleri ve göç yolları vardı, hiçbir topluluk komşusunun yolunu kullanamazdı ve yüzyıllar boyunca düzenli olarak aynı bölgelerde giden göçebeler elbette kıtalararası yolculuklara diğer halklardan daha yatkındırlar. Örgütlenme biçimleri ve adları değişmediği sürece izlerini takip etmek kolaydır. Ama onlar sanki izlerini kaybettirmek istiyormuş gibidirler. Dağınık boylar, federasyon biçiminde bir araya gelir, içlerinden biri bu federasyonun başına geçer ve adını kabul ettirir ve daha sonra bir araya gelişleri kadar ani bir biçimde dağılırlar. Boyların her biri yeniden bağımsız olur ve bu geçici, ama büyük bir karmaşa yaratır. Derken başka bir boyun yönetiminde, dolayısıyla yeni bir adla başka bir birleşme olur. Bu birleşme, eski katılımcılardan  bazıları ve yenilerin bir araya gelmesiyle gerçekleşir. Kimi zaman, bu işleri biraz karıştırır, aşağı yukarı aynı birlik, büyüklüğü ne olursa olsun, başka bir adla ortaya çıkar. Örneğin kimileri Kuman der, kimileriyse Plovest veya Kıpçak. Hatta çoğu zaman geçmişteki başarılı boyların itibarlarından yararlanmak, sanki onların soyundan geliyormuş gibi görünmek için onların isimlerini almaktan çekinmezler. Bizim Batı tarihimizde Avarlar olarak adı geçenler gerçek Avarlar değil, bu adı Çince karşılığı olan "Juan-juan" olan bir halktan alan bir halktır. (16)XVI. yüzyıldan itibaren Mançular da dahil olmak üzere tüm göçebe ve yarı göçebeleri kapsayacak bir topluluğun tanımlamak üzere Tatarlar olarak değiştirilmiştir. Türk adını taşıyanlarsa başlangıçta Altay Dağlarında yaşayan demirci bir halktır.

Ortak Paydalar

Farklılıklarını ve çeşitliliklerini belirtme çabasına girdiğimiz insanlarla ilgili olarak, onların ortak nitelik ya da kusurlarından, Türk karakterinin baskın özellikleri ya da eğilimlerinden söz edebilir miyiz? Sibirya'daki avcı bir Yakut ile bozkırda hayvan yetiştiricisi bir Kazak, Sin-kianglı bir çiftçi ile İstanbullu bir kentli arasında nasıl ortak bir bağ olabilir? Bir Hun savaşçısı ile (8)VIII. yüzyıldaki Moğol bir kervancı, (10)X. yüzyıldaki mutasavvıf, (16)XVI. yüzyılda Avrupa'da savaşan Osmanlı paşası, (18)XVIII. yüzyıldaki Berberi ile korsan, çağdaş Altaylardaki bir Şaman, komünist şair Nazım Hikmet ya da Yol filminin yönetmeni arasında bir soy ilişkisi olduğu nasıl düşünülebilir?

Kuşkusuz Avrasya'nın bir ucundan diğerine sürüklenen iki bin yıllık bir maceradan yaşam koşulları aynı olmamıştır. Siyasal, ekonomik, kültürel koşullarda köklü değişiklikler olmuştur. Ama bazı gelenekler varlığını sürdürmüştür. Örneğin Afganistan'daki Türk köylülerinde, Anadolu'daki göçebe ve yerleşiklerde, çağımızın birinci bin yılının son yüzyıllarında, Güney Sibirya'da yazılmış metinlerin açığa kavuşturduğu ayinlere şahit oldum. Öte yandan ortaçağın başlangıç dönemindeki Uygur toplumlarına, Hazar Denizi kıyısındaki Hazar Krallığına, Altınordu Hanlığına ve Osmanlı İmparatorluğuna özgünlüğünü veren bazı tutum ve davranışlar da aynı kalmıştır: maddi ve manevi sağlamlık, yüksek onur, verilen söze sadık kalmak, ihanet edenlere karşı acımasızlık, ırkçılıktan uzak oluş, vurgulu bir askeri anlayış ve buna uygun erdemler, gözü peklik, savaşanlar arası dayanışma, üste kesin itaat, kendisinin ve başkalarının yaşamını hiçe saymak, idarecilik ve muhasebe anlayışı, arşivleme becerisi, toplumsal sınıfların çok güçlü bir biçimde yapılandırılmış olmasıyla birlikte aralarında geçiş yapma kolaylığı, bilim ve sanat sevgisi, büyük mimarlık başarıları, İslamiyetin ancak çok yavaş bir süreçle yok edebildiği, kadınların toplum içindeki şaşırtıcı sağlam konumları, din alanında bitmek tükenmek bilmeyen merak ve kiliseleri örgütleme çabası, hoşgörü, tasavvuf merakı ve bir tür alaycı kuşkuculuk. Zihniyet dilin yansıması (ya da dil zihniyetin yansıması) olduğuna göre, bu özelliklerin aynı zamanda Türkçenin özellikleri olduğunu söylememiz yadırganmamalıdır.

Irk ya da Dil

Türk olgusunu çerçevelemek istiyorsak yine dil konusuna dönmemiz gerekir. Kullanıma uygun olması açısından "olgu" dedim; ama Türk gerçekliğinden söz etmek daha uygun olacaktır.

Türklerle ilgili olarak kabul edilebilecek tek tanım dilbilimsel olandır. Türk, Türkçe konuşandır. Başka bir tanım son derece yetersiz kalır. Bir ansiklopedide, Türklerin, dar anlamda, Türkiye Cumhuriyeti'nin yurttaşları olduğunu yazarsak, sözcüğün geniş anlamında, Türkçe konuşan ya da konuşmuş bütün insan topluluklarını dışta tutmuş oluruz. Öte yandan da Türk hükümetinin yönetiminde oldukları için, Türkiye'deki azınlıkları, özellikle, İranlı olan ve kendilerini Türk saymayan Kürtleri Türk saymış oluruz. Dolayısıyla siyasal nedenler yüzünden dilin kötüye kullanıldığı açıktır. Buna karşılık, Türkçe konuştuklarını kabul ettiğimiz halde, SSCB'den çıkmış bağımsız ya da Rus nüfuzundan kalmış cumhuriyetlerin halklarını (Tatarlar, Başkırtlar, Çavuşlar, Yakutlar vs.) Türk niteliğinden mahrum bırakmak, onların yalnızca Türkçe konuşan halklar olarak kabul edip, basitçe Azeriler, Özbekler, Kazaklar, Türkmenler ve Kırgızlar vs olarak görmek -ki bir düzeyde doğal olarak öyledirler- sözcüklerle oynamaktır. *

* Bazı Fransız yazarlar Türkiye'de yaşayan Türkler için turcs, Türkçe konuşan öteki topluluklar için türks karşılığını kullanmaktadırlar. Bu çözüm tamamen yazımsal, oldukça yapay ve çok da anlamlı olmayan bir ayrımdır.

Karışıklık önleme açısından faydalı olan adlandırma, yine aynı siyasal nedenler kimsenin Türk olarak adlandırmakta tereddüt etmeyeceği Gazneliler, Selçuklar, Uygurlar, Karahanlılar ve Hazarlar için de kullanılmıştır. Şayet Türk gerçekliğini ele almak amacıyla, sadece kendilerini Türk olarak adlandıran halkları Türk saysaydık, araştırma alanımızı çok daraltmış ve çoğu zaman Türkçe konuşmuş olan toplulukları dışarıda bırakmış olurduk. İleride, tarih boyunca Türkiye sözcüğünün kapsamının ne kadar sınırlı tutulmuş olduğunu göreceğiz.

Bu arada bu söylediklerimizle çelişen bir başka olguya da belirtmemiz gerekir. Resmi dili Farsça ve diğer İran dillerinden olan, Türk topluluklar da var olmuştur. Bunların Türklükten uzaklaşma sürecine girdikleri apaçıktır; ama bu sürecin sonuna kadar sadece yönetici sınıf gitmiş, bu nedenle de Türk dünyasının içinde kalmışlardır. Ataları Türkçe konuşan bu toplulukların çocuklarının dili de Türkçe olmuştur. Buna karşılık göçebe Bulgar Türk toplulukları tamamen Slavlaşmış, Türkçe konuşanlar dünyasından kesinlikle çıkmış ve Türk dünyasının bunlarla bir ilgisi kalmamıştır: aldatıcı görünümlere karşın yegâne ölçüt hep dil olmuştur.

Bu ölçüt asla etnik değildir. Arkeologlar en eski Türk yerleşimini, mezarlarında sadece bırakisefal, yani Moğol özellikleri gösteren kafataslarının bulunduğu bölgelerde belirmeye çalışmışlardır. Her ne kadar girişimleri ihtiyatsızca sayılabilirse de büyük bir ırkın özelliklerini taşıdığı doğrudur. Ama bu antropolojik niteleme ayırıcı özelliğini hemen kaybetmektedir. Hristiyanlıktan hemen önceki dönemde, uzun boylu, sarışın, mavi gözlü paleo-Asyalılar ya da Türkleştirilmiş Hint-Avrupalılar olması gereken insanlardan oluşan Kırgız halkından Türk olarak söz edilir. Bu durum yüzyıllar boyunca artarak sürmüştür. Türkler dışarıdan evlenme eğiliminde oldukları ve eşlerini Türk olmayanlar arasından seçtikleri, rastladıkları her kavimle karıştıkları, dilleri çok büyük bir çekim gücüne sahip olduğu ve pek çok topluluk da bu dili benimsediği için Türklerle ilgili karakteristik denilebilecek fiziksel herhangi bir özellik saptama olanağı kalmamıştır. Yeryüzünde saf ırk olmadığını biliyoruz. Ama bu konuda dala ileri gitmek ve Türklerin karma bir ırk oluşturmadıklarını da söylemek zorundayız. Dolayısıyla kendi içinde  bir Türk ırkından söz edemeyiz. Belki sadece Orta Asya'nın ücra dağlarında dünyanın herhangi bir yerine, Türklerin damarlarında eski Türk kanından, elmacık kemiklerini çıkık ve gözlerini çekik yapan o kandan daha çok yabancı -Moğol, Çinli, İranlı, Yunanlı, Kafkas, Rus, Afrikalı- kanı akmaktadır.

Uzun süre, en azından Fransa'da, tıpkı bugün bütün Müslümanların Arap sanılması gibi, Türklerle Müslümanlar da birbirine karıştırılmıştır. Aslında bu saptama çok da temelsiz değildir. Türkler Batılılara Haçlılar döneminde (20)XX. yüzyıla kadar, Hz. Muhammed ve Kur-an'ın ateşli yandaşları, halefleri olarak görünmüşlerdir. Türklerin Müslümanlığa eğilimleri görece yeni bir olaydır ve yalnız onlara özgü değildir. İslamiyet Türklerle çok erken bir tarihte -en azından (8)VIII. yüzyıldan başlayarak- ilişki kursa ve Türklerin ilgisini çekse de, onları derin bir biçimde etkilemeye başlaması ancak (11)XI. yüzyıldan sonra ve yavaş yavaş olmuştur. Orta Asya'da çok geniş topluluklar İslamiyeti kabul etmeye ancak (17)XVII. yüzyılda başlamıştır; ancak İslamiyetle hiçbir zaman ilişki kurmamış Türk toplulukları bugün de vardır ve sayıları az olmakla birlikte kayda değerdir. Hatta içlerinde ilk uygarlıkları geliştiren ve İslamiyete yalnız direnmekle kalmayıp onu etkilemiş de olan özgün Türk dinsel yapıları da mevcuttur. Ve nihayet Türkler tarihinin çeşitli zamanlarında bütün büyük evrensel dinleri kabul etmiş ve çoğu zaman bu dinleri başarılı biçimde temsil etmişlerdir.

Türkler ve Türkiye

Ne etnik ne de dinsel değeri olan Türk sözcüğü herhangi bir devlet ya da ulus kavramını akla getirmez. Türkler tarihlerinin hiçbir döneminde, tek bir yerde, belirli sınırlar içinde, ortak bir buyruk altında bir arada olmamışlardır. Kurdukları en büyük imparatorluklar bile içlerinde ancak bir bölümünü ilgilendirmiş ve kendilerinden daha kalabalık Türk olmayan topluluklara dayanmıştır. Hatta günümüzden önce gerçek bir Türk devletinin, yani çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu, Türklerin yönettiği ve kendini Türk olarak kabul eden bir devletin hiç var olmadığı bile söylenebilir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından önceki tek istisnanın (oldukça paradoksal bir biçimde Çin transkripsiyonuyla, yani T'u-kü-e'yle bildiğimiz) Türük devleti olduğu söylenebilir.

Daha sonraları Türkiye adı, bazıları bugün bize şaşkınlık veren kimi anlamlar kazandırmış. Örneğin Marco Polo Küçük Asya'ya (Anadolu) Türkomanlar ya da Türkmenler, yani göçebe Türkler ülkesi anlamına gelen Türkmenistan, Lob-nor'dan Kâşgar'a, yani Çin Türkistanı'na "Büyük Türkiye" adını vermiştir. İbn Batuta ise Anadolu'ya "el Türkiye" diyecek, ama aynı zamanda da buranın Müslüman Türkmenlerin koruması altındaki "Rumların ülkesi" (yani Romalıların, dolayısıyla onların mirasçısı Yunanlıların ülkesi) olduğunu ekleyecektir. Arap tarihçi ve coğrafyacılar da Türklerin sayıca az olmalarına karşın, Memluk Mısır ve Suriye'sini 1917'ye kadar "Devletü-l Türkiye" ve "Devletü-l Etrak", yani Türk Devleti adıyla anacaklardır.

Buna karşılık modern Türkiye'nin (aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğunun sona ermesine ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasına bağlı olarak ortaya çıkmış birçok ulusun da) atası olan Osmanlı İmparatorluğu kurucu hanedanın adıyla anılır ve Osmanlı ya da Osmanoğullarının Türk sözcüğünü küçümsemesi, bu sözcüğün garip bir biçimde gözden düşürür. Türk sözcüğü (19)XIX. yüzyılda köylüyü, kaba saba olan kişiyi anlatmak için kullanılırmış. Ve Türk sözcüğü ancak yeniden, Fransız Devrimi taraftarları, Doğuya milliyetçiliği getirdikleri zaman moda olmuştur. Şair Mehmet Emin Yurdakul kamuoyunun tepkisini çeken, "Ben bir Türk'üm, dinim, cinsim uludur" dizesiyle başlayan şiirini söyleme cesaretini gösterdiğinde, milliyetçilik, Osmanlı İmparatorluğunun Hristiyan milletleri tarafından uzun bir süre önce benimsenmişti.

Ama ne denli hırpalanmış olursa olsun yine de Türk sözcüğü Türk halkları arasında gerek temel yakınlıklar gerek tarihsel koşulların bir sonucu olarak, kimi zaman Moğollara kadar yayılmış, yalnız duygusal değil, aynı zamanda dinamik, etkin bir akrabalık duygusu yaratmıştır. Hatta bu akrabalık duygusu, kimi zamanlarda da utanmazca sömürme amaçlı kullanılmıştır. Çağımız -Sovyet Devriminin, daha sonra da İkinci Dünya Savaşının sonucu olarak- bazı "Tatar" topluluklarının Orta Asya'dan Türkiye'ye göçüyle ya da çok yakın tarihlerde Rusların Afganistan'ı işgaliyle, Pamir Yaylasındaki Kırgızların, önce Pakistan'a ardından Doğu Anadolu'ya sığınma istekleriyle bu akrabalığın kanıtları ortaya konmuştur. Geçmiş bu konuda çok dikkat çekici örnekler sunmaktadır.

Tek Tanrı, Tek İmparator

Belirli bir güç düzeyine gelen Türk önderlerin öncelikle komşuları olan tüm Türkleri ve gerektiğinde Moğolları da yok etmeyi temel görev saymaları tipik bir durumdur. Bu durumun en açık örneğini Timurlenk sunmuştur; Timur'un tüm seferleri o sırada var olan büyük Türk devletlerine, Harezm Devleti, Altınordu Devleti, Memluklar, Halaciler [Kalaçlar] ve Osmanlılara karşı olmuştur. Bunun başka örnekleri de vardır. Bu iradeyi tetikleyen, nasıl gökyüzünde tek bir Tanrı varsa yeryüzünde de tek bir hükümdar olması gerektiği düşüncesidir. Bu, çoğunlukla kibirden, ama genelde belirli bir ideal uğruna, yani tüm halkların birleşmesi, dünyanın uyumlu bir yönetime ve barışa kavuşması ideali muzdarip insanlara arzu edilir gelen her şey uğruna defalarca tekrarlanacaktır. Pek çok kavmin, kavimlerin gelecekteki mutluluğu için bir kuşağın feda edilmesi inancıyla bu ideale bağlı kalmıştır ve bunu öteki kavimlere de dayatmaya çalışmıştır. Elbette bu düşüncelerini hayata geçiremediklerini söylemeye gerek yoktur.

Silahlı çatışmalarda, düşman da Türk ise, Türk birliklerinin meşru önderlerini terk ederek, düşman tarafına geçmeleri, yabancı paralı askerlerinse sadık kalmaları ve Türklerin bunu, üstün saydıkları bir meşruluk adına yapmaları da hiç de az rastlanan bir olay değildir. Örneğin 1402'de Ankara Meydan Savaşında böyle de oldu: Yıldırım Bayezid'in askerlerinden olan Türkler, Türk Timur'un tarafına geçti; oysa Yıldırım Bayezid'in ordusundaki yardımcı kuvvetler, Sırplar savaşarak can verdiler. Müslüman ordularının Türk paralı askerlerinin sınırları neden etkili bir biçimde korumadıkları ve Selçukluların büyük istilaları karşısında neden kolayla dirençlerinin kırıldığı böylece daha iyi anlaşılmaktadır.

Bu arada birlik eğiliminin çokluk yönünde aynı derecede etkin bir eğilimle kaynaştığı görülür. Tek bir yüce Tanrı vardır; ama onun çekiciliğine sahip, ondan küçük çok sayıda Tanrı vardır. Bu nedenle de Türk boylarının tarihi süreli olarak ülkeyi refah ve ihtişam getiren merkeziyetçi monarşi ile kimi zaman oldukça ağır bedellerle boyların dağılmasına neden olan bağımsızlık aşkı arasında gidip gelmiştir. Tek tek topluluklar gölgede kaldığında gün ışığına çıkan imparatorlukların daha fazla tanındığı açıktır. Ama bu iki kanatlı tablonun sadece çok da özgün olmayan kanadını oluşturan devletlere bakarak bir yargıya varmaktan kaçınmak gerekir. Çünkü imparatorluk kültürü sürekli olarak halkın kültürüyle çatışma içindedir ve yabancı ögelerin imparatorluk kültüründe sayıca çok oldukları görülür; bu durum bağdaştırmacılıkla sonuçlanır. Bu, birliğin yerleşik uygar ülkeleri fethetmesi durumunda özellikle geçerlidir. Aşırı uç durumlarda, örneğin fatihlerin fethedilenler arasında küçük bir azınlık olmaları durumunda, fatihler uyruklarını yitirir ve sonunda onların içinde yitip giderler. Hatta varlıklarını sürdürmeye yetecek kadar kalabalık oldukları zaman bile özelliklerini kısmen ya da tümüyle yitirebilirler.

Bu durumda Türkologların bu boyların öz malı olan özelliklerini ve boyun eğdikleri ve adına konuştukları boyların özelliklerini göz önünde olduğu ve sürekli olarak -tek başlarına ya da üstünlüklerine katlanmak zorunda oldukları Moğollarla birlikte- Çin, Hindistan, İran, Mısır gibi büyük devletleri yönetmek durumunda kalmaları olgusu bunu daha da zorunlu kılar. Özetle onları imparatorluk kurmaya ya da imparatorlukların içinde belirli bir rol oynamaya yönelten kader gerçeklikten yoksun, modern çağ icatlarından pantürkizmin doğmasını ve gelişmesini doğal olarak önlemiştir. Bu en azından dün ve bugün için böyledir.

Pantürkizm, gerileme dönemindeki Osmanlı imparatorluğunda ve devrim Rusya'sında, Avrupa milliyetçiliğinin nihai bir sonucu, gerilemelerin ve bozgunların bir telafisi olarak ortaya çıkmıştır. Liberallere, modern olmayan isteyen, 1789 Devriminin fikirleriyle dolu insanlara pek uygun gelmeyen ve düş kırıklığına uğratan panislamizme rakip olarak gelişmiştir. Pantürkizmi benimseyen en ünlü kişilerden biri, Birinci Dünya Savaşında Osmanlı imparatorluğunun önde gelen kişilerinden Enver Paşa 1922'de, o sıralar Bolşevizmin depremiyle sarsılmakta olan Orta Asya enginliklerinde, bu hayalinin peşinde ölmüştür. Pantürkizmin Rusya çarlığın devrilmesinden önce sahip olduğu konum Panislamizm tarafından tehlikeye atılıyordu. Zaten Enver Paşa'nın amacı, dünyadaki tüm Türkçe konuşanları bir araya getirmek değil, ileride Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği olacak ülkenin sınırları içinde yaşayanlara açık bir cumhuriyet kurmaktı. Ama bu çabası, Müslüman-Türk bir kitle yaratmak istemeyenlerin iradesi sayesinde birçok federe cumhuriyet kurulmasıyla sonuçsuz bırakıldı.

Türk Dilleri

Milattan sonraki ilk yüzyıllardan günümüze kadar varlıklarını sürdürmüş ve Kuzeydoğu Sibirya'dan Kıbrıs ve Balkanlar'a kadar konuşulan tek bir Türk dilinden değil, tıpkı ya da hemen hemen Roman dillerinde olduğu gibi aynı ortak dilden çıkmış birçok Türk dilinden ya da lehçesinden söz edebiliriz. Bunlardan birçoğu birbirine çok yakındır ve bu dilleri konuşanlar çok az bir çabayla birbirlerini anlayabilirler. Diğerleriyse birbirinden oldukça farklıdır ve bu dilleri konuşanlar arasına belirgin bir engel koyar.

Bu dil ya da lehçeler eskiden Ural-Altay denilen, bugünse Ural dilleri ya da Fin-Uygur dilleri (Fince, Estonca, Laponca, Macarca) ve Altay dilleri (Türkçe, Moğolca, Tunguzca) olarak ayrılan ve "bitişimli" olarak nitelenen bir dil grubuna girerler. Altay dilleri kuramı tartışmalı olmakla birlikte en azından uzmanlar için bir çalışma alanı olarak yaygın bir kullanıma sahip olmayı sürdürmektedir. Bu diller ile Hint-Avrupa dilleri (örneğin Farsça) ve Sami dilleri (özellikle Arapça) arasında aktarımlar, özellikle de sözcük aktarımları dışında ortak bir nokta yoktur. Bu diller uzun bir süre önce birbirinden ayrılmış başlıca iki öbekten oluşmaktadır. Bu öbeklerden birincisi olan ve "R grubu" denilen öbek az sayıda dili kapsar: eski Bulgarca ve modern Çavuşca. İkinci grup "Z grubu"dur ve bütün öbür Türk dilleri bu gruba girer; ama bu grup da ikiye ayrılır: "D grubu dilleri" ve "Y grubu dilleri". "D grubu dilleri" batı, "Y grubu dilleri" ise doğu, yani Sibirya, Moğol ve Türkistan dilleridir.

Bitişimli bir köke, bu kökü değiştirmeyen ve kendileri de (ünlü uyumu dışında) değişmeyen sonekler getirilmesine dayanan ve çeşitli dilbilgisel bağlantıları dile getiren bir dildir. Lois Bazin Grammaire Turque [Türkçe Dilbilgisi] adlı kitabında bu konuyla ilgili olarak oldukça eğlenceli bir uç durum örneği verir. Buna göre, Türkçe ''Türkleştiremediklerimizden misiniz? sözcüğünün Fransızca şöyledir: Etes-vous de ceux que nous n'avons pas pu turquiser? Nitekim Moliére de Kibarlık Budalası adlı yapıtında, haklı olarak, "Şu Türkçe ne hayran kalınacak bir dil!" der ve sözünü şöyle sürdürür, "az sözcükle çok şey söyler."

Daha basit bazı örnekler bu dilin mekanizmasını anlamamızı sağlayacaktır. Örneğin Türkiye Türkçesiyle ev sözcüğünün Fransızcası la maison, evlerin Fransızcasıysa les masions; evlerimin, mes maisons, evlerimde ise, dans mes masions'dur. Örneğin Fransızcada erkeği lion, dişisi lionne olan, "aslan"ın dişisi de erkeği de Türkçede aynı biçimde yazılır. Erkek çocuklar tek bir sözcükle belirtilir: oğlan. İnsan yavruları için de tek bir sözcük kullanılır: çocuk; kız olduğunu belirtmek için kız çocuk, erkek olduğunu belirtmek için erkek çocuk denilir. Türkçe sözdiliminde yan tümce ana tümceden sonra gelir. Bunun sonucu olarak da ortaya, genç  edebiyatçıların anlatım tarzını değişmeden kalmış kesin ve birleşimsel bir cümle yapısı çıkmıştır. Başka bir sözcükle ilişkisi olan her sözcük, tümce içinde söz konusu sözcükten önce yer alır ve birbirine bağlı sözcük kümeleri de sıra bakımından tek sözcük gibi ele alınır. Basitleştirerek söylemek gerekirse, Fransız okurun Türkçe bir tümceyi, Fransızca bir tümceyi sondan başına doğru okuyormuş gibi okuması gerekir. Ad çekim ve fiil çekiminin tek bir kipi vardır ve dilbilgisinde hemen hemen hiç istisnaya rastlanmaz.

Bu dilbilimsel yapı Türk karakterinin temel özeliklerini, onun ayrıntıdan esasa giden zihin yöntemini, mantığını, bireşim, kesinlik, düzenlik, belirli ve değişmez kurallara düşkünlük ile uyum ve denge eğilimini ortaya koymayı sağlar. Dilin tutuculuğu o dili konuşanın tutuculuğuyla örtüşür.

Ama yine de ne denli tutucu olursa olsun zamanla değişmeyi kabul etmek zorunda kalmayan hiçbir tutucu yoktur! Çok istikrarlı olan Türk dili de zamanla yıpranmıştır ve bu yıpranma, elimizdeki Türk diliyle ilgili belgelerden anlaşıldığına göre, daha (8)VIII. yüzyılda belirgindir ki, bu da bu dilin en azından sözel bir iletişim aracı olarak çok kullanıldığını gösterir. O zamandan beri ise evrimin daha yavaş geliştiği anlaşılıyor. Buna karşılık iki büyük dala ayrılmasının milattan önceye rastladığını kanıtlayan bir bulgu mevcut değildir.

Türk dilinin uğradığı ilk önemli değişim Osmanlı yönetici sınıfların dinsel snobizminin sonucudur. Türk dilini çok sayıda Arapça'ya ya da Farsça sözcük ve kural istila etmiştir. Bu durum ince, ama karanlık ve yapay bir tümce yapısı ortaya çıkarmıştır. Bu dil, halkın konuştuğu ve Osmanlı İmparatorluğu yıkıldığı zaman yeniden yükselen ve Türkiye'nin bugünkü çağdaş dilinin temelinde yer alan dilden çok uzaktı. Çoğu zaman telaffuz kusurunun sonucunda ortaya çıkan lehçe farkları, bölgesel deyimler (20)XX. yüzyılda farklı siyasal-ekonomik sistemlere (sosyalist dünya ve kapitalist dünya) ait genç Türk cumhuriyetlerinin dillerine bir yandan Fransızca-İngilizce, öte yandan da Rusça sözcük ve deyimlerin girmesi istila edici bir nitelik kazanmaktadır. Böylece Sovyetler tarafından çizilen yolda devam ederlerse ortaya, Türkçenin çeşitli kolları arasındaki kopmayı artıran yeni edebi diller çıkacaktır. Ancak bu kolları yakınlaştırma arzusunun bu evrimi frenlemesi ya da eğitimi tersine çevirmesi de mümkündür.

Çağlar boyunca Türk dillerini yazmak için çeşitli alfabeler kullanıldı. Bunlardan en eskisi, yanlış olarak Runa Yazısı ya da Runik Yazı denilen, önceleri sadece yazıtlar, sonraları elyazmaları için de kullanılan bir alfabedir. Bu alfabe Türk fonolojisine  iyi uyarlanmıştır. Türklerden kaldığı bilinen ilk metinler dikilitaşlar üstüne bu alfabeyle yazılmıştır. Bu alfabe Türkler tarafından sanıldığından daha uzun bir süre, en azından (11)XI. yüzyıla kadar kullanılmıştır. "Uygur Alfabesi" denilen alfabe ortaya çıktığı sırada bu alfabe vardı ve büyük bir olasılıkla kısa bir süredir kullanılıyordu. El yazısına daha uygun olan Uygur alfabesi Runik alfabeden daha işlevsel olmayan, yeniden düzenlenmiş bir Sogd alfabesi türeviydi. Bu alfabenin (9)IX. yüzyıldan başlayarak kullanımı yaygınlaşacak ve Müslümanlığın yayılması Arap yazısını zorunlu kılıncaya kadar çeşitli Türk halklarının "ulusal" aracı olacaktı. Arap alfabesi Türk foneteğine fazla uygun olmamakla birlikte çok tutuldu; Arap alfabesinde çok ünlü harf yoktur, oyda Türkçede sekiz ünlü vardır. Arap alfabesi Türkçede bulunmayan Sami seslerini yazmaya yarar, ama buna karşılık Arap alfabesinde Türk dilindeki bazı sesleri vermeye yarayan harfler yoktur. Bununla birlikte Arap alfabesi çok geniş bir edebiyatın doğmasını sağlamıştır.

(20)XX. yüzyıldan bu yana Türkiye Türkleri dillerindeki her sesin yazıda bir tek işaretle gösterilebilmesini sağlamak amacıyla, biraz değiştirilmiş bir Latin alfabesini kullanıyorlar, Sovyet dünyası Türkleri ise önce Latin, sonra Kiril alfabesini, daha sonra yeniden Latin alfabesini benimsediler.

İmparatorluk Kurma Eğilimi

Daha önceki bölümlerde Türk uygarlığının değişmez eğilimleri olarak kabul ettiğimiz özellikleri ortaya koymuştuk. Şimdi yine bu konuya dönmemiz gerekiyor, çünkü bunlar bize iki bin yıllık ve bütünlükten yoksun bir tarih içinde arayacağımız Türk olgusunun ortaya koyma yolunda kılavuzluk edecekler.

Bu arada bir ilk saptama zorunlu görünüyor. Savaştan söz etmeksizin bir Türk olgusundan söz edemeyiz. Yalnız bununla Türklerin savaşı diğer uluslardan daha fazla sevdiğini söyleyemiyoruz; bu, Türklerin evrensel barış özlemini yok saymak demek olur. Ama kendilerinin savaşa karşın ortaya koymayı başaranlar olduğu gibi, savaşa hizmet etmiş, savaştan kendilerine övünç payı çıkarmış ve yazgıları tümüyle savaşa bağlı olmamakla birlikte savaştan yararlanmış olanlar da vardır. Bu arada eğer Türkler silaha sarılmasalardı, sürülerini bozkırlarda otlatmaya devam etselerdi yazgılarının ne olabileceği sorusu da ayrı bir sorudur.

Bunun nedeni Türklerin askeri niteliklerinden başka erdemlere sahip olmamaları değildir. İlk yurtlarından, yani Sibirya ormanlarından çıktıktan sonraki ilk durakları büyük bir uygarlığın doğmasına elverişli değildi; nüfusları azdı ve yiyeceklerini bile ancak hayvanlarla mücadele ederek ve rakiplerine en küçük bir hoşgörü göstermeyerek elde edebiliyorlardı. Herhangi bir nüfus artışı birbirlerini öldürmeleri ya da göç etmeleriyle sonuçlanıyordu. Boyları bölünmüş olarak yaşayan Türkler varlıklarını ancak savaşarak sürdürüyorlardı. Federasyonlar, René Grousset'nin çok doğru adlandırdığı gibi, "bozkır imparatorlukları" biçiminde bir araya gelmişti ve bunu ancak güçlünün iradesini en zayıfa kabul ettirerek yapabilmişlerdi. Bu devletleri kurduklarında o kadar büyük bir vurucu güce sahip oldular ki, kaçınılmaz olarak bu güçten yararlanmak durumunda kaldılar. Bu gücü, yerleşik krallıklara karşı kullanarak onları yerle bir ettiler; kimi zaman birini, bazen de aynı anda birçoğunu birden işgal ettiler.

Bozkırlardaki uzun sessizlikten sonra böyle birden ortaya çıkışlarıyla yeryüzü, yankılarını birbirini izleyen dalgalarla sarsıldı. Atilla, Cengiz Han, Timur geriye korkunç anılar bıraktılar. Üç kıtada, Pekin'de, Delhi'de,  Isfahan'da, Şam'da, Kahire'de, Konstantinopolis'te, Cezayir'de, sahip oldukları güce bağlı olarak kabul edildikleri için buraları bırakmamak için yine kuvvete başvurmuşlardır. Kimi zaman bazı halklar Türkler tarafından ezildiklerini söylemişlerdir. Örneğin Altınordu döneminde Ruslar için durum böyleydi. Ama genelde Türkler egemenlikleri altına aldıkları halklara olağanüstü parlak dönemler yaşatmışlardır. Bu durumun örnekleri ise Selçuklu dönemi İran'ı, Tabgaçlar dönemi Çin'i, Memluklar dönemi Mısır'ı ve Moğollar zamanı Hindistan'ıdır. Öte yandan Osmanlı İmparatorluğu da dünyanın en büyük güçlerinden biriydi. Çoğu zaman Türklerin Müslümanlığın önce kılıcı, sonra da kalkanı olduğu söylenmiştir. Türkler hep savaşmıştır.

Düşmanları kimlerdi? Herkes. En yakındakilerden en uzaktakilere tüm halklar. Çinliler, hatta kuşkusuz Japonlar ve onlarla birlikte Koreliler, Tonkinliler, Birmanlar, Cavalılar, Hintliler, İranlılar, Araplar, Ermeniler (günümüzde onları unutmanın pek olanağı yok), Gürcüler, Kafkasyalılar, Ruslar, Polonyalılar, Litvanyalılar, Yunanlılar, Sırplar, Rumenler, Bulgarlar, Arnavutlar, Fransızlar, Almanlar, Macarlar, İspanyollar, Portekizliler, İtalyanlar, Afrikalılar ve fazla kayda değer olmayan diğerleri. Sınır komşuları ise her zaman düşmanları olmuştur! Kuşkusuz pax turcica [Türk barışı] dönemleri de olmuştur; ama bunlar her zaman büyük kıyım dönemleri arasında yer almıştır.

İnsan bir şeyin üzerinde dururken başka şeyi unutabiliyor. Ancak bir ölçüde de her şey birbirini tamamlıyor. Aslında Marco Polo'nun sözünü ettiği Türkler değil, onları askeri güçleri ve yıkımlarıyla geride bırakan ve aslında onlardan doğan Cengiz Han'ın Moğollarıydı. Cengiz öldüğünde onun için, "Öldün mü? Çok yazık oldu! Çünkü cesur ve bilge bir adamdı" denmiştir. Tüm bu yangınlar ve kıyımlar içinde Venedikli Marco Polo ortaya çıkan eseri görebilmiştir ve yargısı kesinlikle anlamsız değildir: "Cengiz Hanlı'lar her zaman dünyanın kurucularından biri olmuştur."

Türklerde imparatorluk kurma eğilimi vardır. Türkler sözcüğünün tam anlamıyla yeryüzünün hükümdarlarıdır. Kurdukları ve hiçbiri diğerine benzemeyen imparatorluklar iki bin yıl boyunca bazı ortak özelliklere sahipti. Bu imparatorluklar birer halk mozaiğiydi: Türkler bu imparatorluklarda halkları uyum içinde bir arada yaşatmaya çalışıyor, onlara güçlü bir biçimde merkezileştirilmiş ve despotik bir iktidarın yönetimi altında kimliklerini, dillerini, kültürlerini, dinlerini, hatta çoğunlukla önderlerini muhafaza etme hakkını da tanıyorlardı. Fetih hakkı olan en yüksek görevler kendilerinin olduğu halde, ele geçirdikleri ülkenin insanları onlardan uygarsa, yerli halkı güven gerektiren görevlere getirmekten çekinmiyorlardı. Osmanlı İmparatorluğunda yüksek devlet görevlerinin çoğu Ermeni, Rum, Arnavut kökenliydi. Hatta Latin kökenli paralı askerlerin bile devlet hizmetine girdiği biliniyordu. Devlete yararlı olabilecek yabanları çekiyorlardı, Galata'ya yerleşen Cenevizliler, Hristiyan Reconquista tarafından İspanya'dan kovulan Yahudiler. Hatta onların, kendilerine yararlı olacağını düşündükleri tekniklerini, kimi zaman yaşam tarzlarını, kimi  zaman dinlerini, kimi zaman da dillerini de almışlardır. Başlıca kaygıları ise, onları örgütlemek, idare etmek, savaşa sürüklemek, ticaretlerini, sanayilerini geliştirmek, sanat eserleri üretmelerini sağlamak, arşivler kurmaktı. Neden, genelde, ele geçirdikleri ülkelerin halklarının içinde eridikleri de böylece daha iyi anlaşılmaktadır.

Kırtasiyeci Batı uygarlığında, Türk arşivlerinin gerçekten şaşkınlık verici nitelikte ve nicelerini kavramak güçtür. Bunlara her yerde, işgal ettikleri tüm büyük kentlerde rastlanır; çünkü Türkler her şeyi kaydetmiş ve muhafaza etmişlerdir. Bu konuda tek bir örnek vermek yeter. Büyük ölçüde Osmanlı İmparatorluğu vezirlerinin arşivlerinden oluşturulmuş Türkiye Cumhuriyeti'nin Başkanlık Arşiv Genel Müdürlüğü arşivlerinde yüz milyondan fazla belge bulunduğu ve bu belgelerden bazılarının yüzlerce sayfalık bir kütük de olabildiği bilinmektedir. Kütüphaneler de olağanüstü zengindir. İstanbul'da yirmi kadar kütüphane vardır ve bunların başlıcaları Topkapı Kütüphanesi ile Süleymaniye Camii Kütüphanesi'dir. Süleymaniye Camii Kütüphanesi'nde elyazması sayısının 56.483 olduğu düşünülmektedir. Bu durumda insan ister istemez bir karşılaştırma yapmak zorunda kalıyor. Avrupalıların gerileme dönemindeki Osmanlı İmparatorluğunun ortaçağdan sonra hiçbir gelişme göstermediğini düşünmelerine karşın biz burada sadece, Fransa kralı (5)V. Charles'ın öldüğünde kitaplığında 1200 elyazması bulunduğunu, bunun son derece yüksek bir miktar sayıldığını, bu nedenle de "kitaplığın" dönemin seçkin aydınlarını çeken bir yer durumuna geldiğini anımsatmakla yetinelim.

Dışarıdan gelen her şeyi almaya çok yetenekli bu insanlar ilkel yapılarında, antik Yunan alışkanlığıyla Batılıların barbarlık* olarak adlandırdığı atalarından kalma yabaniliklerini muhafaza etmekle birlikte, bazı dönemlerde uygarlığın en incelikli düzeyine de yükselebilmişlerdir. Kendilerini güçle kabul ettirdikleri dünyaya açılmaları onları çevirmenler, aracılar durumuna getirmiştir. Zaten birbiri ardınca yerleştikleri yerlerin coğrafi konumları da onları buna hazırlamıştır. Yukarı Asya'sa, Uzakdoğu'nun zenginliklerinin Batıya iletildiği, aynı zamanda Budizm, Hristiyanlık, İslamiyet ve Manizm gibi dinlerin ve sanatların da dolaşım yolu olan, (19)XIX. yüzyıldan sonra bir Alman seyyahın ona verdiği isimle tanınan İpek Yolu onların denetimindeydi. Yakındoğu'da ise Türkler Avrupa'dan doğuya, Karadeniz'den Akdeniz'e, kimi zaman da Akdeniz'den Kızıldeniz ve Hint Okyanusu yönüne dek uzanan kilit niteliğindeki sınırlarına sahip olmuşlardır.

* Çinlilerin de Han olmayan herkesi "barbar" olarak tanımladıklarını biliyoruz.

Günümüzdeyse Türkiye Cumhuriyeti'nin özelliklerinden biri hem Müslüman hem Avrupalı olmasıdır. Doğu ile Batı arasında köprü konumundadır. Bu özellikle Orta Asya'daki bazı ülkeler için de geçerlidir, ancak bu role sahip olmak için coğrafi olarak çok elverişli bir konumda değillerdir.

Fanatizm ya da Hoşgörü? 

Fanatizm, Yunanlılar ve Ermenilerin bugün hâlâ belirgin bir kötü niyetle sürdürdükleri, ancak nedensiz de olmayan Türk aleyhtarı propagandanın değişmez ve en eski konularından biridir. Gerçekten Türkler, özellikle İslamiyeti bir dava olarak kucakladıktan sonra, saldırılar sırasında savaş türküleri ve savaş destanları söylemeye, kıyımlara girişmeye başladıkları zaman hoşgörüsüz görünebilirler. Ancak Türklerin tarihe geçmiş fanatizm örnekleri nadir olarak kendiliğinden meydana gelmiş olaylardır. Aslında olayların çok büyük bir bölümü çeşitli entrikaların sonucudur. Çok uluslu ve çok dinli varlıklarını ancak herkesin uzlaşmasıyla sürdürebilen devletlerin başında bulunan Türkler nasıl fanatik kalabilirdi? Hoşgörüsüzlük, temel yönetim esaslarına tamamen ters düşen ve onların mahvını getiren bir kusur olurdu. Türkler, imparatorluk kurucuları olarak kavimlerini düzene koydukları gibi, dinleri düzene koymayı, onlara da hak ettikleri yeri vermeyi, birinin diğerini ezmesine izin vermemeyi de kendileri için görev sayıyorlardı. Bunu her zaman başaramadılar ve Budistler, Taocular, Hristiyanlar ve Müslümanlar zorbalıklarını uygulamak için verilen ödünlerden, sağlanan kolaylıklardan yararlandılar: sonunda suçlanan Türkler oldu!

Türkler doğaüstü güce sahip olduklarını ya da tanrıyla ilişkili olduklarına inandıkları her şeye karşı doğuştan saygılıdırlar ve bunlardan çekinirlerdi. Kiliselerin önde gelenleriyle çatış içine girmekten kaçınmışlar, onlara iyi davranmış, onları ayrı tutmuş ve büyük bir beceriyle onlara hizmet eder gibi görünüp, onların kendilerine hizmet etmelerini sağlamışlardır. Devletlerinin teokratik olduğu söylenmektedir, ancak dine hizmet eden genelde devlet olmamıştır; dinden yararlanmışlardır, her zaman ustalıkla dinsel duyguları kullamasını bilmişlerdir. Her zaman devlet ve din kurumunu uyumla çalışmasını sağlayamamış olabilirler; çatışma kaçınılmaz olduğunda baştaki hükümdarın din sınıfına üstün gelmesi her şeyden öncelikli olmuştur. Ancak hükümdar yine de din erkine ya da en azından onun temsil ettiği ruhani erke her zaman saygıyla davranmıştır. Kıyımlarda, kentlerin yağma ve tahrip edilmeleri sırasında, papazların öldürülmemeleri için emir verilmesi hiç de az görülmüş bir şey değildir. Devletinde sürekli olarak ibadet özgürlüğünün tanınması anlamında, din adamlarına onlar için dua etmeleri koşuluyla vergi muafiyeti sağlayan "Hoşgörü Fermanları" çıkarılmıştır.

Türklerin dinle ilgili her şeye karşı büyük bir merakları olmuştur. İslamiyetle yolları kesişmeden önce birbiri ardınca dünyanın bütün dinlerini tecrübe etmişlerdir. Müslüman olduktan sonra bile, önceki kadar sık olmamakla birlikte, diğer dinsel inançlara ilgi göstermeyi sürdürmüşlerdir. Kutsal metinleri dillerine çevirtmişler, teologlara danışmışlar, toplantılar düzenlemişler ve bunlara çeşitli dinsel inanç temsilcilerinden olabildiğince çok sayıda kimsenin katılmasına çalışmışlardır. Kimi zaman senkretizme eğilim göstermişlerdir. Bir uç örnek verirsek, Hintlileşmiş Türk I. Ekber Şah temeli İslamiyet olan, ama farklı ögeleri bir araya getiren bir din kurmuştur.

Halkın hükümdarın dinini benimsemesini isteyen Avrupa'nın tersine oldukça şaşırtıcı biçimde cu jus regio ejus religio [insan nerede yaşıyorsa oranın inancını benimser] ilkesini benimsemelerine karşın Türkler, tüm din ve inançların bir arada barış içinde yaşayabileceği düşüncesini kabul ettirmeye çalışmışlar, ancak Müslüman olduklarında Müslüman olmayanları "kafir" olarak nitelendirerek bunun aksi tutumlarda da bulunmuşlardır. Yine de bu konudaki tavırları evrensel uygarlığa en büyük katkılarından birini sağlamıştır.

Türk Toplumları 

Geleneksel olarak göçebe olan Türk imgesi, Müslümanlığa geçişten sonra Arap imgesiyle yer değiştirmiştir. Ancak birinin göçebeliği ile diğerinin Bedeviliği aynı yasalara uymadığı gibi aynı ideali de içermez. Kuşkusuz göçebelik Türkün başta gelen yaşam tarzlarından biri olmuştur, ama tek yaşam tarzı değildir. Türklerde hiçbir zaman soyluluk geçer akçe olmamıştır. Bunu yanı sıra tarımla uğraşan yerleşiklerin, çiftçilerin hor görülmesi de söz konusu değildir. Türk ancak nadiren ahlakçı olmuştur. Pragmatizmle hareket eden Türkler kendileri için yararlı gördükleri zaman her türlü yaşam tarzından vazgeçmeyi bilmişlerdir. Yerleşik yaşam Türkler için her zaman çekici olmuştur. Ama tehlikelerle dolu olan çekiciliğe karşı durmak zorunda kalmışlardır. Bunu, daha (8)VIII. yüzyılda bir kent kurarak yerleşmek isteyen Bilge Kağan'ın çok direndikten sonra, kentlerin imparatorlukların kalıcılığı açısından bir tehdit oluşturduğuna inanan Tonyukuk'un bu tasarısından vazgeçmesi yolundaki istediği kabul etmesinde görürüz. Buna (20)XX. yüzyılda Anadolu'da, devlerini satmalarına karşın mevsimlik göçlerini otobüslerle gerçekleştirmeye devam eden Toros yörüklerinde de görüyoruz.

Türklerin yerleşik yaşamı çekici bulmalarının nedeni göçebeliği sevmemeleri ya da bunun onlar için sadece bir dönemlik bir eğilim olması değildir. Sarayların dört duvarı içinde hükümdarlar göçebeliklerin özlemini her zaman içlerinde taşımışlar; yazlık ve kışlık saraylar inşa ettirmekle kalmamış, sarayların geniş bahçelerine birçok köşk yaptırarak, bir çadırdan ötekine gider gibi, bunlar arasında gezinmişlerdir. Türkiye ve İran'daki idarecilerin, yerleşik düzene geçirmek için halka yüzyıllar boyunca baskı yaptıkları görülmüştür. Dilleri göçebeliklerinin kanıtı niteliğindedir. Örneğin oda, otağ, yani çadır'dan gelir; "ateş yakılan yer" demektir. Damga önceleri tamga, "sürü hayvanlarına vurulan işaret"tir; ordu ise "boy başının tahkimli ordugâhı"dır.

Türkler kendilerini tarıma vermeye eğilimlidirler ve toprağa bağlandıkları zaman da -bugünkü Anadolu halkı gibi- dünyanın en dayanıklı çiftçi halklarından birini teşkil ederler. Dünyanın en eski maden işleyicilerinin, yontucuların mirasçıları Türkler madenci, sanayici, zanaatkar olmuşlardır. Kent yalnızca yağma, ırza geçme ve ateşe verme bakımından değil, yaşamak için de başlarını döndürmüştür. Soylu Arap göçebeliği olgusuna karşın, temelde burjuva toplumu, kent toplumu olan İslam toplumu modeline geçişleri, onların bölgesel metropollere ve daha o zaman bile "megapol" olarak adlandırılabilecek yerlere düşkünlüklerini arttırmıştır. İstanbul'da Rum, Ermeni ve Musevi satıcıların oldukça fazla sayıda olması aksini ortaya koymuş olsa da Türkler iyi tüccarlardır. Uygur belgeleri arasında, bono ya da poliçe niteliğinde onlara ayrı bir yer vermek gerekir. Öte yandan küçük Asya'daki son derece güzel Selçuklu kervansarayları da olağan dışı bir olguyu, Müslüman bir toplumda ticaretin dinden önce geldiğini ortaya koymaktadır.

Görece daha yakın zamanlara ait olan Osmanlı harem anlayışının mevcudiyetine karşı, Türk toplumlarında kadının yüksek bir yeri ve göçebeliğin getirdiği doğal özelliklerden biri olarak özgürlüğü vardır. Erkeklerin cinsel gücünün yüksek olması nedeniyle kadın her zaman bir av olarak görülmüştür. Ama aslında bu av, tıpkı öykülerde ve mitlerde olduğu gibi gündelik hayatın gerçekliğinde de kendini avcıya karşı korur, kaçar, dövüşür. Kadının elde edilmesi, Türklerde bir savaş ve av başarısı değerindedir. Çoğu zaman düşmanlarının karısına ya da kızına sahip olmak Türkler için elde ettikleri başlarının yeterli bir kanıtıdır.

Sanatçı 

Türkler büyük bozkır hayvanbiçimi sanatını yok etmekle ve İslam topraklarında sanatsal hiçbir şey yaratmamakla suçlanmışlardır. Selçuklular, Osmanlı ve Büyük Moğolların, İran, Ermeni, daha sonra da Bizans sanatını taklit ettikleri söylenmiştir. Zamanla bu yargılardan ilk ikisinin yanlış, üçüncüsünün de abartılı olduğu anlaşılmıştır. Türklerin mimaride, heykel sanatında, resimde ve güzel sanatlarda oynadıkları rolü, genelde tebaasının rolünden ayırt etmek güçtür. Bir Türk halısı, İran halısından yalnızca dokuma tarzıyla değil motif ve renkleriyle de ayırt edilebilir. Aynı şekilde kimi durumlarda tıpatıp aynı olsalar bile Türk seramiğini İran seramiğinden ayırabiliriz. Safevi minyatürleri ile çağdaşları arasında, yani Osmanlı ya da Hint minyatürleri arasında büyük fark vardır! Her ne kadar Mehmed Siyah Kalem'de [(15)XV. yüzyıl] Çin etkisi belirginse de sanatına kişiliğini yansıtmayı başarabilmiştir. İran dehasının en çarpıcı örneklerinden, İsfahan'daki Ulu Caminin [Câmi-i Kebir] (inşaasının tamamlanması neredeyse bin yıl sürmüştür), Agra'daki dünyanın en güzel anıtkabiri Tac Mahal'in, çok fazla tanınmayan ve büyük bir şaheser olan Edirne Selimiye Camiinin, bu halkın egemenliği sırasında yapılmasını, onların baskın varlıklarına değil de tesadüfen atfetmek oldukça güç olacaktır.

Türkler iyi sanatçılardı, bunu kimse inkâr edemez. Ayrıca sanatçılara karşı her zaman saygılı davranıp, onları ve benzer bir şekilde rahipleri ve din adamlarını da korumuş ve onları saraylarına, başkentlerine götürmüşlerdir ve bu, bir biçimde, sunulan bir onur olmuştur. Türkler antika toplamak ve oldukça tutkulu bir koleksiyoncular olmak gibi eski zamanlarda oldukça ender görülen eğilimlerin de taşıyıcısı olmuşlardır. (15)XV. yüzyılda Osmanlılar, (17)XVII. yüzyılda Büyük Moğollar, Avrupa resim sanatına büyük bir ilgi göstermişler, sanat eserleri satın almışlar, birbirlerine hediye etmişler ve sanatçıları ülkelerine davet etmişlerdir. Ortaçağda Selçuklular, Yunan-Roma heykelleri toplamışlar, bunlarla şehirlerinin ve saraylarının duvarlarını süslemişlerdir; dünyanın başka bir yerinde kim Türklerden daha fazla geçmişin eserlerine ilgi göstermiştir? Gazneliler, İslamiyetteki tasvir yasağı uyarınca, Hindistan'daki bazı tapınakları ve başyapıtları yok etmişler, ama Afganistan'ın yüksek dağlarına kurulmuş şehirlerine, hepsi birbirinden çarpıcı pek çok parçayı taşıtmayı da ihmal etmemişlerdir. Hugo'nun  ünlü "Bir Türk geçmeye görsün bir yerden, geriye sadece yas ve harabe kalır!" deyişinin bir yalan olduğunu görmek için Anadolu'yu dolaşmak yeterlidir.

Türklerin edebi yetenekleri üzerine tartışabiliriz, çünkü eserleri henüz yeterince tanınmamaktadır. Mevcut çağdaş roman yazarlarının nitelikleri bize arkalarında büyük bir geleneğin olduğunu gösteriyor. Türk edebiyatı içinde en geniş yere sahip olan Osmanlı edebiyatı İslam, Arap ve Fars edebiyatıyla karşılaştırıldığında çok öne çıkamamaktadır ve yüzyıllar içinde birbirine dolaşmış cümle yapısının işini pek kolaylaştırmadığı söylenebilir. Ancak popüler metinleri dikkate değer güzelliktedir: Kitab-ı Dede Korkut, hala coşkuyla okunan Yunus Emre şiirleri, Nasreddin Hoca'nın mizah dolu, nükteli fıkraları ... (8)VIII. yüzyılda karşımıza çıkan ilk örneklerinden Babur Şah'ın Vekayi'sine, oradan da 2000 yılı eserlerine kadar Orta Asya da bu anlamda oldukça bereketli bir topraktır. 

qooxtar

Yorum Gönder

0 Yorumlar