İLK MECLİS
Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu
Murat Apay
Metin Düzenleme, Vurgu ve Fotoğraflar
ÖNSÖZ
Kuvayı Milliye Ruhu:
70 yıl önce, 23 Nisan 1920'de Ankara'da toplanan ilk Büyük Millet Meclisi,
"Kuvayı Milliye Ruhu"nu temsil eden bir meclisti.
Ne demekti "Kuvayı Milliye ruhu?"
Ulusal güçlerin bütün milletçe benimsenme ve özümsenmesinden oluşan bir ruh, ulusal bir kükreyiş demekti bu. Yunanlılar 15 Mayıs 1919'da İzmir'e çıkmış, Anadolu'nun içlerine doğru ilerliyordu. Millet her yerde tedirgindi. Yer yer "Müdafaa-i Vatan", "Müdafaa-i Hukuku Milliye", "Vilayatı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk", "Reddi İlhak" gibi«türlü adlar altında dernekler kurulmuştu.
Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktığında, direniş odaklan böyle dağınık ve güçsüzdü. Mustafa Kemal'in parolası "Kuvayı Milliyeyi âmil, iradeyi milliyeyi hâkim kılmak" idi. Bu parola Amasya buluşmasından Erzurum Kongresi'ne, oradan Sivas Kongresi'ne ulaştı. Sivas Kongresi 'nde, yurttaki bütün müdafaa-i hukuk dernekleri "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında birleştirildi; "Kuvayı Milliyeyi âmil, iradei milliyeyi hâkim kılmak" (Ulusal güçleri harekete geçirmek, ulusal istenci egemen kılmak) sloganı Amasya'dan Erzurum'a, Erzurum'dan Sivas'a, oradan da Ankara'ya ulaşarak ilk Büyük Millet Meclisi'nin de parolası oldu.
İlk Meclis'in, Kuvayı Milliye ruhunu temsil ettiğini söylemekliğim bundandır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin birinci devresi 23 Nisan 1920'de başlayıp eylemli olarak 21 Mayıs 1923 tarihine kadar sürdü; ama hukuksal olarak İkinci Meclis'in işe başlama tarihi olan 11 Ağustos 1923'e değin görevi bitmedi. Bu devreye "İlk Meclis" denir. Buradaki "devre" sözcüğü "seçim dönemi" demektir. Osmanlıcada buna "devre-i intihabiye" denirdi. Biz, görevi üç yıldan biraz fazla süren bu Meclis'e Birinci Meclis ya da yukarıda belirtildiği gibi İlk Meclis diyoruz. Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğinde bu Meclis sürdürmüş ve kazanmıştır; önemi bu yönden çok büyüktür.
Seçimlerin yenilenmesiyle oluşan İkinci Meclis, 11 Ağustos 1923'te göreve başlayıp eylemli olarak 26 Haziran 1927 tarihine kadar sürer. Hukuksal olarak ise görevi, yeni seçimler sonunda gelen Üçüncü Meclis'in işe başlama tarihi olan 1 Kasım 1927'ye değin devam eder.
Üçüncü Meclis'in görev süresi ise 1 Kasım 1927'den başlayıp 1 Kasım 1931'de biter.
Ben, Meclis'in ilk açıldığı gün olan 23 Nisan 1920'den 1 Ocak 1929 tarihine kadar her üç Meclis 'te türlü görevlerde bulundum. Bunlar Cumhuriyet tarihinin en ilginç ve önemli meclisleridir: Birinci Meclis, az önce vurguladığım gibi "Milli Mücadele Meclisi", İkinci ve Üçüncü Meclisler ise "Siyasal ve toplumsal devrim meclisleri "dir. Bu nedenle hem Milli Mücadele'nin başından sonuna değin bütün evrelerini hem de devrimlerin türlü aşamalarını onların içinde yaşadım.
Şunu hemen not etmeliyim ki, İlk Meclis'te göreve başladığımda, o zaman "Sultani Mektebi" denilen Ankara Lisesi'nin 11. sınıfına yeni geçmiştim. Okulun tatili bitince, lise öğrenimimi tamamlamak için 5 Ekim 1920'de liseye geri döndüm. 11 ve 12. sınıfı bitirip lise diplomamı aldıktan sonra, yani tam iki yıl geçince, Ekim 1922'de Ankara'ya dönüp ilk Meclis'te yeniden memurluğa başladım.
Meclis 'ten uzak kaldığım bu iki yıl, birbirini izleyen rastlantılar zinciriyle, çoğunca kendi istencim dışında, beni Milli Mücadele Anadolusu'nun türlü yörelerine sürükledi. Bu sürüklenişin başlangıcında çok üzülmüştüm, ama Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın etki ve yansımalarını yurdumuzun türlü yörelerinde izlemek ve gözlemlemek fırsatı verdiği için bu olgunun yetkinleşmemde büyük payı oldu. İki yıl içinde Anadolu'nun türlü yörelerini, dahası, düşman siperlerine çok yakın olan savaş cephesini, düşman işgali altındaki İstanbul'u gördüm, gözlemlerimi not ettim.
Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu |
Şunu hemen belirtmeliyim ki, Milli Mücadele'ye savaş boylarında eylemli bir katkım olmadı, olamazdı; yaşım elverişli değildi. Bu nedenle, yazdıklarım bir başarının öyküsü değil, çok önemli bir tarih döneminde Ankara, Anadolu ve İstanbul'daki gözlem ve izlenimlerimin, özellikle İlk Meclis'in öyküsüdür. Bunları anlatırken, o dönemin koşullan dolayısıyla, vaktinden önce olgunlaşıp ülkemizin türlü sorundan üzerinde kendine göre bir görüş açısı edinmiş liseli bir gencin yetmiş yıl önceki gözlemlerini, ruh tazeliğini ve anlığım bozmadan, olabildiğince doğru ve tıpkısı tıpkısına kâğıda aktarmaya çalıştım.
Şurasını önemle belirtmeliyim ki bu kitap bir yandan ilk Meclis'i bütün yönleriyle tanıtmak isteyen "bilgi verme", öte yandan da "anılarım açıklama" amacını güdüyor.
Bilginin kaynağı, TBMM'nin açık ve gizli Zabıt Cerideleri (Tutanak Dergileri), Atatürk'ün Büyük Söylev'idir (Nutuk). Anıların kaynağı ise küçük güncelerim, o dönemdeki fotoğrafların, kişisel gözlem ve izlenimlerimdir. Kısacası kitap, bilgi ve anılardan oluşan karma bir nitelik taşımaktadır. Bu, doğaldır. Hem İlk Meclis'te hem de Anadolu'nun türlü önemli merkezlerinde ve İstanbul'da toplam üç buçuk yıl bulunmuş bir insanın o dönemi olabildiğince eksiksiz anlatabilmesi, ancak sözünü ettiğim iki kaynağı kullanmakla mümkün olabilirdi. Ben bunu yaptım.
İkinci ve Üçüncü Meclisler de çok önemlidir. Ancak bu kitabın konusu değildir; bunlar belki ayn bir kitapta ele alınabilir.
İstanbul-Göztepe, 23 Nisan 1990
İLK MECLİS'İN KURULUŞU VE TÜRLÜ YÖNLERİ
I. İSTANBUL MEBUSAN MECLÎSÎ'NİN
KAPATILMASI VE ULUSAL ANT
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyeti Temsiliyesi (yönetim kurulu) Sivas'tan Ankara'ya taşınıp bu kente çalışma merkezi olarak yerleştikten bir süre sonra İstanbul Hükümeti, Osmanlı Mebusan Meclisi'ni (Osmanlı Parlamentosu'nu) toplamak için genel seçim yapılmasına karar verdi. Anadolu'nun düşman işgali altında bulunmayan bölgelerinde Osmanlı "intihab-ı mebusan kanunu"na (milletvekilleri seçim yasası) göre iki dereceli seçim yapılarak seçilen mebuslar İstanbul'a gitmeye başladılar. Bu seçimlerde çoğunlukla Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin desteklediği adaylar kazanmıştı. Cemiyetin başkanı Mustafa Kemal Paşa, İstanbul'da toplanacak olan Mebusan Meclisi'ni güvencede görmüyor, Meclis'in Anadolu içlerinde güvenli bir yerde toplanmasını istiyordu. Ne yazık ki, onun bu öngörüsüne önem verilmedi; Mebusan Meclisi İstanbul'da toplandı.
16 Mart 1920'de İngilizlerle savaş ortakları Fransız ve İtalyanlar İstanbul'u eylemli olarak askeri işgal altına alınca üyelerinin büyük çoğunluğu Anadolu'daki Milli Mücadele'yi destekleyen Mebusan Meclisi kapatıldı. Mustafa Kemal'in yakın arkadaşlarından bir bölümü, Rauf (Orbay) Bey başta olmak üzere, Milli Mücadele yanlısı birçok üye ve yurtsever kişi İngilizler tarafından Malta Adası'na sürgün edilip gözaltına alındı. Bir bölüm mebuslar da çok güç koşullar altında Anadolu'ya kaçarak Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne katıldı.
İlk Meclis'i ve Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu ve İstanbul'un durumunu anlatmaya geçmeden önce, İstanbul Mebusan Meclisi'nden söz etmemin nedeni, bu Meclis'in vermiş olduğu en önemli karan, yani Misakı Milli (Ulusal Ant) adıyla anılan ünlü bildirgeyi vurgulamak içindir. Osmanlı Mebuslar Meclisi'nce 17 Şubat 1920 tarihinde kabul edilen "Misakı Milli"nin, günümüzün Türkçesine çevirdiğim tam metni şöyledir:
ULUSAL ANT
Osmanlı Mebuslar Meclisi üyeleri, devlet ve ulus bağımsızlığının; ancak haklı ve sürekli bir barışa kavuşmak için göze alınabilecek ödünlerin en son sınırını içeren aşağıdaki ilkelere eksiksiz uyulmak koşuluyla sağlanabileceği ve bu ilkeler dışında bir Osmanlı devlet ve toplumunun kalımlılığına olanak bulunmadığı inancına varmışlardır:
Madde: 1 - Osmanlı ülkesinin, yalnız Arap çoğunluğunca oturulan ve 30 Ekim 1918 günlü Ateşkes Antlaşması'nın yapıldığı sırada düşman ordularının işgali altında kalan bölümlerinin yazgısı, halkın özgürce açıklayacağı olaylara göre belirlenmelidir. Adı geçen ateşkes sınırlan içinde ise din, ırk ve soyca birlik ve karşılıklı, saygı, özveri duygularıyla dolu olan sosyal ve toplumsal haklan ile bölge koşullarına hepten saygılı bulunan Osmanlı-İslam çoğunluğunun oturduğu toprakların tümü, eylemli ya da varsayımlı hiçbir nedenle bölünmez bir bütündür.
Madde: 2 - Özgürlüğe kavuşur kavuşmaz halkın oylarıyla anavatana katılmış olan Kars, Ardahan ve Batum için yeniden özgürce oylamaya başvurulmasını kabul ederiz.
Madde: 3 - Batı Trakya'nın, Türkiye barışma değin askıda bırakılan tüzesel (hukuksal) durumu da ora halkının tam bir özgürlük içinde açıklayacağı oylara göre saptanmalıdır.
Madde: 4 - İslam Halifeliği'nin yeri, sultanlığın merkezi ve Osmanlı devletinin başkenti İstanbul'un ve Marmara Denizi'nin güvenliği, her türlü tehlikeden korunmuş olmalıdır. Bu ilke saklı olmak koşuluyla, Akdeniz ve Karadeniz Boğazları'nın ticarete ve dünya ulaşımına açık olması konusunda, bizimle birlikte bütün öteki devletlerin oybirliğiyle verecekleri karar geçerlidir.
Madde: 5 - İtilaf devletleri ile onların savaştaki hasımları ve kimi ortakları arasında antlaşmalarla saptanan ilkeler uyarınca, azınlıkların haklan, komşu ülkelerdeki Müslüman halkın da özdeş haklardan yararlanmaları (koşul ve) inancıyla tarafımızdan desteklenip güvence altına alınacaktır.
Madde: 6 - Ulusal ve tutumsal (ekonomik) gelişmemize olanak sağlamak ve işlerin çağdaş bir yönetim düzeniyle yürütülmesinde başarıya ulaşabilmek için her devlet gibi bizim de gelişme koşullarını sağlamakta bağımsız ve tam özgür olmamız, yaşam ve varlığımızın temelidir. Bu nedenle siyasal, yargısal, parasal gelişmemize engel olacak sınırlamalara (kapitülasyonlara) karşıyız.
Saptanacak (dış) borçlarımızın ödenme koşullan bu ilkelere aykırı olmayacaktır.
Yeni Türkiye Cumhuriyeti Ulusal Ant'ta belirlenmiş olan sınırlar içinde kurulmuştur. Bu Ant'ın önemi, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın amacı bakımından büyüktür.
Ancak şurasını önemle not etmek gerekir ki Osmanlı Mebusan Meclisi "Misakı Milli"yi, doğal olarak Osmanlı devletinin ayakta kalıp yaşayacağı varsayımıyla kabul etmiş bulunuyordu. Türkiye'de 3.5 yıl soma cumhuriyetin ilan edileceği, Misakı Milli'yi kabul eden Osmanlı Mebusan Meclisi üyelerinden hiç kimsenin aklından geçmiyordu ve geçemezdi de. Nitekim ileri bölümlerde görüleceği gibi İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi de kendisine hedef olarak "cumhuriyetin kurulmasını" değil, "Makam-ı Hilafet ve Saltanat'm tahlisini" ve yurdun düşmandan kurtarılmasını saptamıştı.
Büyük Utku'dan (zaferden) ve İzmir'in kurtarılmasından sonra olaylar yıldıran hızıyla değişecek, gelişecek, sonunda cumhuriyete varılacaktır.
II. İLK MECLÎS"İN TOPLANTIYA ÇAĞRILMASI
İstanbul Mebusan Meclisi'nin kapatılması haberi Ankara'ya ulaşır ulaşmaz Mustafa Kemal Paşa "salahiyeti fevkaladeyi haiz bir meclisin" (olağanüstü yetkili bir meclisin) Ankara'da toplanmasına karar verdi (*) ve bu kararan 19 Mart 1920'de aşağıdaki telgrafta görülen sivil ve askeri makamlara bildirdi.
(*) Mustafa Kemal Paşa İstanbul'un l Mart 1920'de işgalinden sonra Anadolu'da almış olduğu askeri güvenlik önlemlerini Büyük Millet Meclisi'nin açılışının ikinci günü sabahtan akşama kadar beş oturumda yapmış olduğu uzun konuşması sırasında birer birer anlatmıştır. (TBMM Zabıt Ceridesi, Devre I, Cilt 1, s. 8-30). 12
İllere, Bağımsız Sancaklara ve Kolordu Komutanlarına
Devlet başkentine de İtilaf devletlerince resmi olarak el konulması, yasama, yargı ve yürütme erklerinden oluşan ulusal devlet gücünü kırmış ve Mebuslar Meclisi, bu durum karşısında görev yapamayacağını hükümete resmi olarak bildirip dağılmıştır. Şu duruma göre devlet başkentinin korunmasını, ulusun bağımsızlığım ve devletin kurtarılmasını sağlayacak önlemleri düşünüp uygulamak üzere ulusça olağanüstü yetki verilecek bir meclisin Ankara'da toplantıya çağrılması ve dağılmış olan mebuslardan Ankara'ya gelebileceklerin de bu meclise katılmaları zorunlu görülmüştür. Bunun için aşağıda bildirilen yönerge uyarınca, seçimlerin yapılmasını yurtseverliğinizden ve anlayışlılığınızdan beklerim:
1- Ankara'da, olağanüstü yetkili bir meclis, ulusun işlerini yürütmek ve denetlemek üzere toplanacaktır.
2- Bu meclise üye olarak seçilecek kişiler, mebuslara ilişkin yasal koşullara uyacaklardır.
3- Seçimde sancaklar seçim bölgesi olacaktır.
4- Her sancaktan beş üye seçilecektir.
5- Her sancakta, ilçelerden gelecek ikinci seçmenlerle sancak idare ve belediye meclisleriyle Müdafaa-i Hukuk yönetim kurullarından; illerde, il merkez kurullarından ve il yönetim kurulu ile il merkezlerindeki belediye meclisinden ve il merkeziyle merkez ilçesi ve merkeze bağlı ilçelerin ikinci seçmenlerinden oluşacak bir kurulca belli günde ve oturumda seçim yapılacaktır.
6- Meclis üyeliğine, her parti, dernek ve toplulukça aday gösterilebileceği gibi her kişinin de bu kutsal savaşa eylemli olarak katılması için bağımsız adaylığım istediği yerden koymaya hakkı vardır. 7- Seçimlere her yerin en yüksek sivil yöneticisi başkanlık edecek ve seçimin doğru ve yolunda yapılmasından sorumlu olacaktır.
8- Seçim gizli oyla ve salt çoğunlukla yapılacak; oylan, kurulun kendi içinden seçeceği iki kişi, kurul önünde sayacaklardır.
9- Seçim sonunda, bütün kurul üyelerinin imza edecekleri ya da kendi mühürleriyle mühürleyecekleri üç tane tutanak düzenlenecek; bir tanesi yerinde alıkonularak öteki iki taneden biri seçilen kişiye verilecek, öteki de Meclis'e gönderilecektir.
10- Meclis üyeliğine seçilenlerin alacakları ödenek, daha sonra Meclis'çe kararlaştınlacaktır. Ancak, geliş yollukları, seçimi yapan kurulların zorunlu giderleri olarak uygun görecekleri tutarlar üzerinden her yerin hükümetince sağlanacaktır.
11- Seçimler, en geç on beş gün içinde Ankara'da çoğunlukla toplanmayı sağlamak üzere belirtilerek üyeler yola çıkarılacak ve sonuç, üyelerin adlarıyla birlikte hemen bildirilecektir.
12- Bu telin vanş saati bildirilecektir.
Çıkma: Kolordu komutanlıklarına, illere, bağımsız sancaklara bildirilmiştir.
Temsilciler Kurulu adına
Mustafa Kemal
22 Nisan 1920 günü de Anadolu'daki sivil ve askersel makamlara bir telgrafla şu buyruğu verdi:
"Tanrı'nın yardımıyla Nisan'ın 23. Cuma günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından o günden sonra bütün sivil ve askeri makamların ve bütün ulusun emir alacağı en yüksek kat bu Meclis olacaktır. Bilgilerinize sunulur" (*)(*) Söylev (Velidedeoğlu çevirisi, 18. Bası), s. 242
Böylece Büyük Millet Meclisi'nin toplanması için bütün işlemler tamamlanmış oldu.
III. İLK MECLİS'İN AÇILIŞI BİRİNCİ OTURUM
Günlerden 23 Nisan 1920 Cuma. Tatlı ve ılık bir bahar günü. İngilizler ve müttefiklerince işgal edilmiş olan İstanbul'un son Mebuslar Meclisi'nden kaçıp gelebilen mebuslarla Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyeti Temsiliyesi Reisi Mustafa Kemal Paşa'nın genelgesi ve çağrısı üzerine il meclislerince yerinde seçilmiş olan milletvekilleri Ankara'ya ulaştılar. O gün Meclis açılacak. Cuma namazı Hacıbayram Camii'nde kılındı. Kurbanlar kesildikten sonra İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı.
Meclis vaktiyle İttihat ve Terakki Kulübü olarak yapılmış olup Birinci Dünya Savaş'ından yenik çıktığımız için Ankara'ya kadar sokulan birkaç Fransız subayına bir süre konut olmuş, somadan, yani ikinci Meclis binası yapılınca uzun süre Halk Partisi'nin merkez binası olarak kullanılmış bir yapı. Bugün inkılap Tarihi Müzesi olarak aynı doğrultuda görevini sürdürüyor.
O zaman bu binanın birçok bölümü henüz tamamlanmamış olduğu için ivedi olarak onarılıp tamamlanmış. Toplantı salonu küçük, mobilya adına Ankara Valiliği bürolarından, şuradan buradan derlenmiş kırık dökük bazı eşya var. Milletvekilleri Ankara Öğretmen Okulu'ndan ve Ankara Sultanisi'nden (lisesinden) getirilmiş öğrenci sıralarında oturuyorlar.
Bunların kılıkları, giysileri, yaşlan, düşünsel düzeyleri ve görgüleri başka başka ve çok değişik; beyaz sarıklı, ak sakallı, cüppeli, eli tespihli hocalarla pırıl pırıl üniformalı genç subaylar; yazma veya şal sarıklı aşiret beyleri, külahlı ağalar ve kavuklu çelebilerle Avrupa'daki yüksek öğrenimlerini bitirip yeni dönmüş, Batı kültürüyle yetişmiş, nokta bıyıklı, "Kuvayı Milliye" kalpaklı gençler yan yana oturuyorlar.
İlk gün sayılan yirmiyi geçmeyen Meclis memurları da şuradan buradan gelmiş, daha doğrusu getirilmiş. Ankara ilinin bürolarından çağrılan memurların Abdülhamit ve Meşrutiyet dönemlerini yaşamış olanlarından çoğu, İstanbul'daki Sultan hükumetine ve Saray'a karşı başkaldırma niteliğinde gördükleri böyle bir kurumun içine, memur kimliğiyle de olsa karışmayı ihtiyatlı bulmamış olacaklar ki Meclis memurluğunu kabul etmemişler. Okullar erken tatil edildiğinden Ankara Lisesi (o zamanki adı ile Mektebi Sultanisi) ve Darülmuallimin (Öğretmen Okulu) öğretmenleri Meclis'te memurluk görevine çağrılınca koşa koşa gelmişler. Lisenin yüksek sınıf öğrenci erinden el yazısı düzgün olan kimileri de mübeyyiz (yani resmi yazıların müsvettelerini temize çeken kâtip) olarak alınmışlar. Müdürü, öğretmeni, öğrencisi, il sağlık müdürü; defterdarlık kalemi bürosu şefi, genç dinamik Birinci Dünya Savaşı'nda uzun yıllar görev yapmış bir kurmay subayı olan başkâtipleriyle birlikte Meclis Yazı Kurulu (hey'eti tahririyesi) adı altında birleşerek uyumlu ve ideal bir çalışma kurulu oluşturmuşlar.
İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin her yanında uyum var.
Gerçi milletvekillerinin kılık kıyafetleri değişik ve renk renk, öğrenimlerine ve yetişme ortamlarına göre düşünce yöntemleri değişik, ama gönülleri ve amaçlan bir. Gerçi Meclis binası küçük ve eşyası gösterişsiz, ama dava büyük.
Bu Türk ulusunun ölüm-kalım savaşı davası. Tarihte bağımsızlığım hiç yitirmemiş olan Türk ulusu ya düşmanı yurdundan kovacak ve özgür yaşayacak ya da son erine kadar ölecek. Parola bu.
Gerçi silah, cephane ve düzenli ordu yok, ama Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğinde Türk halkının birleşmiş çelik istenci var.
Gerçi para yok, ama halkın cömertliği ve gönül zenginliği sonsuz.
Gerçi düşman bir değil, pek çok; zayıf değil, çok güçlü; ama Türk'ün kükreyişi ve bağımsız azmi daha güçlü.
Meclis'te herkes yerini almıştı. En yaşlı üye Sinop Milletvekili Şerif Bey, Meclis'i o gün, yani 23 Nisan 1920 Cuma günü saat 14.00'te kısa bir konuşma ile açtı.
Küçük toplantı salonunun iki yanındaki dar dinleyici locaları ve bunlara çıkan merdivenler hiç yer kalmamacasına dolu.
Ben, toplantı salonunun, bizim kalem odasına yakın olan kapısının hemen yanındaki merdivenin alt basamağında, locanın oturduğu direğin yanında ayakta duruyorum. Başkanlık kürsüsünün önünde bulunan konuşmacı kürsüsünün hemen önünde, daha alçak bir sırada tutanak kâtipleri ve tutanak grubu şefi, yüzleri milletvekillerine ve arkalan kürsüye dönük olarak yerlerini aldılar.
Bu tablo ve salondaki bekleyiş dakikaları, çok canlı bir resim, bir sinema filmi gibi, en küçük ayrıntılarına kadar bugün de gözlerimin önündedir. Lisenin onuncu sınıfından on birinci sınıfa henüz geçmiş, on altı yaşını bile tam doldurmamış bir gencin o tarihsel andaki yürek çarpıntılarını da hâlâ duyarım.
En yaşlı üye Şerif Bey vakarlı ve yaşına göre çok dik bir yürüyüşle ağır ağır başkanlık kürsüsüne çıkıp açış söylevini okudu.
Bağılsız koşulsuz (kayıtsız şartsız) Türk bağımsızlığının Ulusal Kurtuluş Savaş'ındaki ilk ve değişmez belgesi olan bu söylevi, günümüzün diline çevirip aşağıya alıyorum:
"Saygıdeğer dinleyiciler:
İstanbul'un, geçici kaydıyla yabancı güçler tarafından işgal olunduğu, bütün temelleriyle halifelik makamının ve hükümet merkezinin bağımsızlığının yok edildiği hepinizce bilinmektedir. Bu duruma baş eğmek, ulusumuzun bize sunulan yabancı tutsaklığını kabul etmesi demektir. Ancak tam bağımsızlık (istiklali tam) ile yaşamak için kesinlikle kararlı olan ve ezelden beri özgür ve başına buyruk yaşamış bulunan ulusumuz tutsaklık durumunu son derece sertlik ve kesinlikle reddetmiş ve hemen vekillerini toplamaya başlayıp yüksek meclisinizi oluşturmuştur.
Bu yüce Meclis'in en yaşlı üyesi kimliğiyle ve Tanrı'nın yardımıyla ulusumuzun iç ve dış tam bağımsızlık (istiklali tam) içinde yazgısının sorumluluğunu doğrudan doğruya yüklenip kendisini yönetmeye başladığım bütün cihana duyurarak Büyük Millet Meclisi'ni açıyorum. Kutsal olarak bağlı olduğumuz bütün Müslümanların Halifesi ve Osmanlıların Padişahı Altıncı Sultan Mehmet Hazretleri'nin yabancı boyunduruğundan kurtarılmasında ve saltanatın sürekli merkezi olan İstanbul'umuz ile işgal altında ve türlü kıyım ve işkence içinde nesnel ve tinsel (maddi ve manevi) bakımdan insafsızca yok edilmekte olan zulüm görmüş bütün illerimizin kurtarılmasında bizi başarılı kılmasını yüce Tanrı'dan dilerim."
Bu konuşma Türk ulusunun kendi egemenliğini artık tümüyle kendi eline aldığının ilk açıklaması ve müjdecisidir. Gerçi konuşmanın sonuna "Bütün Müslümanlığın Halifesi ve Osmanlıların Padişah'ının düşmanın elinden kurtarılması ''sözü eklenmişse de bu ek Padişah Vahdettin'in taç ve tahtım korumak kaygısıyla, Türk ulusunun İstiklal Savaşı'nı hiçbir zaman hoş görmeyen, dahası, İngilizlerle anlaşan hain bir padişah olduğunu henüz bilmeyenleri, Ulusal Kurtuluş Savaşı'na karşı harekete geçirmemek için alınmış psikolojik bir önlemden başka bir şey değildi.
Nitekim Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, Büyük Millet Meclisi'nin 24 Nisan 1920 Cumartesi günü yapılan ikinci toplantısında, Mondros Mütarekesi'nden o güne kadarki siyasal olayları ve o günkü siyasal ve hukuksal durumu Meclis'e bildiren uzun tarihsel açıklamalara arasında sözü hilafet ve saltanata da getirerek harfi harfine şöyle demişti:
"Hilafet ve saltanat makamının tahlisine muavaffakiyet hasıl olduktan soma padişahımız ve Halife-i Müslümin Efendimiz bir nevi cebr-ü ikrahtan âzâde (baskı ve tehditten kurtulmuş), tamamıyla hür ve müstakil olarak kendisini milletin aguşu sadakatinde (sadık bağrında) gördüğü gün Meclisi âlinizin tanzim edeceği esasatı kanuniye dairesinde vaz'ı muhterem ve mübeccelini ahzeder (alır)."
Bu sözlerin üzerindeki süslü ve yaldızlı tabaka çıkarılırsa anlamı şöyle olur:
"Padişah Meclis'in ve dolayısıyla milletin emrine bağlıdır, onun vereceği karara uymakla yükümlüdür."
Meclis'in ilk günkü toplantısında gerek İstanbul'dan gelen mebusları gerek Anadolu'dan ve Rumeli'den yeni seçilmiş olan milletvekillerinin seçim tutanaklarını incelemek üzere iki komisyon seçilmiş, başka bir işlem yapılmamışta.
Ulusal Egemenliğin Hukuksal Olarak Gerçekleşmesi: Meclis'in açılmış olduğu 23 Nisan Cuma günü geçici başkan Sinop Milletvekili Şerif Bey'in konuşmasıyla Büyük Millet Meclisi, ulusun yazgısına eylemli olarak el koymuş bulunuyordu. Ancak bunu hukuksal temellere oturtmak gerekliydi. Bu noktayı belirtmeden öne yukarıda sözünü ettiğimiz "Tetkik-i mezabit encümeni" denilen "tutanakları inceleme komisyonu" adı altında kurulmuş olan iki kuruldan kısaca söz etmek isterim. Bu komisyonlar, bir torbadan çekilen fişlerdeki adların yüksek sesle okunması ve tutanağa geçirilmesi yoluyla oluyordu. Başkan Şerif Bey'e, Mustafa Kemal Paşa'nm önerisi üzerine, divan kâtibi kimliğiyle Bursa Milletvekili Muhittin Baha (Pars) ve Kütahya Milletvekili Cevdet Bey yardım ediyorlardı. Ad çekme işi ve fişlerin ayrımı bitince, seçilen komisyon üyeleri Meclis'e bildirildi.
Birinci komisyonda, bugün'de adlan bilinen kişilerden Edirne Milletvekili Albay İsmet Bey (İnönü), Konya Milletvekili Refik Bey (Koraltan), Konya Milletvekili ve Mevlevi çelebisi Abdülhalim Çelebi Efendi; ikinci komisyonda ise Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, İkinci Meşrutiyet'te hürriyet kahramanı olarak anılan Niyazi ve Enver paşaların arkadaşlarından Eskişehir Milletvekili Eyüp Sabri, Kayseri Milletvekili Sabit ve Kırşehir Milletvekili Hakkı Behiç Beyler vardı.
Bu komisyonlardan birincisinde Albay İsmet Bey'in, ikincisinde ise Mustafa Kemal Paşa'nın adlarının torbadan çıkmış olmasına o zaman şaşırmıştım. Bugün bu durumun herhalde bir rastlantı sonucu olmadığım, Mustafa Kemal Paşa'nın daha ilk günden Meclis'e tehlikeli sızmaları önlemek için komisyonlarda kendisinin ve güvendiği kişilerin bulunmasını sağlayıcı önlem almasından ileri geldiğini kabul ediyorum.
Komisyonların kurulması işi bittikten soma geçici başkan Şerif Bey ertesi sabah saat 10.00'da toplanılmak üzere o günkü oturuma son verdi.
Liderlik niteliği, iktidar ve halk: İlk Büyük Millet Meclisi'nde lider-iktidar-halk ilişkisi tarihsel ve sosyal bâbından, tarih uzmanlarınca ayrıntılı olarak incelenmeye değer önemli bir konudur. Biz burada bu konuya, örnekler vererek değinmekle yetineceğiz.
İstanbul'u alıp Osmanlı İmparatorluğu'na merkez yapan Fatih Sultan Mehmet'in şu sözü tarih kitaplarına geçmiş: "Padişah bir babadan doğmuş olmaklığım bir rastlantıdır, ama Padişah (yani iktidar sahibi) olmaklığım rastlantı değildir."
Bu söz bize devlet başkanı olmada Tanrısal gerekircilik anlayışının, "iktidar sahibi" olmada ise kişiliğin ve kişisel toparlayıcılık ve buyurma gücünün somut örneğini veriyor.
Yalnız eski çağlarda güçlü bir padişah ya da kral olmanın değil, günümüz demokrasilerinde de güçlü bir lider olmanın koşulu bu kişisel buyurma etkinliği, derleyip toparlama ve yürütme gücüdür.
Yetiştikleri ortam, bilgi, görgü, taşıdıkları zihniyet bakımından birbirinden büsbütün başka, ayrı ayrı nitelikte olan milletvekillerinden oluşmuş Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni, vatanı kurtarma ve tam istiklal kazanma amacına yönelterek hiç çatlak vermeden yürüten giz ve kerameti, Mustafa Kemal Paşa'daki liderlik gücünde aramak gerekir.
Ancak Mustafa Kemal Paşa, liderlik otoritesini Büyük Millet Meclisi toplantılarında hiçbir zaman dokundurma yoluyla da olsa kullanmamış, tersine her zaman "Ben bu milletin bir memuruyum" diyerek halkın ve Meclis'in emrinde olduğunu söylemiştir.
IV İKİNCİ OTURUM VE MUSTAFA KEMAL PAŞA 'NIN ÜNLÜ ÖNERGESİ
24 Nisan 1920 Cumartesi günü sabah saat 10:00'da yeniden toplanan Meclis, milletvekillerinin seçim tutanaklarını inceleyen komisyon raporlarını kabul etti. Daha sonra söz alan Mustafa Kemal Paşa, öğleden önce ve soma, birisi gizli olarak yapılan (*), beş oturumda, 1918 Mondros Silah Bırakması'ndan (mütarekesinden) başlayarak Büyük Millet Meclisi'nin açılmasına değin geçen zaman aralığındaki olaylara ilişkin olarak yer yer çok alkışlanan uzun ve ayrıntılı açıklamalarda bulundu. Kürsüden inince, o zamana kadarki eylemleri dolayısıyla kendisine teşekkür edildiğinde harfi harfine şöyle konuşmuştur:
(*) 1980 yılında yayımlanan gizli tutanak dergisinin birinci cildinde, gizli oturumda Mustafa Kemal Paşa'nın, ulusal sınırlarımızı elde etmek konusundan başlayarak sınırlarımızdaki Suriye, Irak, Kafkasya, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan'la ilgili durumlar, Fransızlarla olan ilişkiler, Yunanlıların doğrudan doğruya İngilizlere dayandığı konularında geniş açıklamaları yer almıştır.
(*) TBMM Gizli Celse Zabıtları, cilt 1. s. 2-10
"Benim için dünyada en büyük mükâfat, milletin en ufak bir takdir ve iltifatıdır. Meclisi âlinizi teşkil eden âzâyı kiram bütün milletin mümessili olmak itibarıyla, teveccühatını umum milletin teveccühatı gibi telakki ederim. Binaenaleyh, bu dakikada hissettiğim saadetin azametini tarif edemem. Yalnız hayatımda en zevkli bir an yaşadığımı arzetmekle kesbi mübahat eylerim. Teşekküratımı ikmal için şunu ilave etmeliyim ki ben diğer milletdaşlarımdan fazla bu vatana ve bu millete medyun olduğum vazifeden daha fazla bir şey yapmış değilim. Eğer mütezahir bir muhassala varsa bunu yine milletin bana müteveccih olan enzarı itimadına medyunum ve millet esas olduktan soma her ferdinin azami muhassalasından istifade edilmek pek tabiidir."(*)
(*) TBMM, Zabit Ceridesi, Devre 1, cilt 1., s. 33
Bu sözleri o tarihte Meclis'in küçük bir memuru olarak ben de dinledim ve (şiddetli) alkışlara tanık oldum.
Bilindiği gibi Atatürk, yeni Türkçe akımın ve Türkçenin anlattırılması ilkesini başlatıncaya değin, Büyük Nutku'nda bile çok koyu Osmanlıca konuşmuştur, özelliğini bozmamak için o zaman söylediklerini, ağzından çıktığı ve tutanağa geçirildiği biçimde buraya aktardım. Ufak bir çaba ile bunu herkes anlayabilir. Bu sözlerin yalnız son cümlesini bugünkü dile çevirmek isterim:
"Ulusal temel olarak alınca, onun bireylerinin her birindeki potansiyelden en geniş ölçüde yararlanmak pek doğaldır."
Bundan sonra Antalya Milletvekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver) de Meclis üyelerini coşturan bir konuşma yaptı. O gün hemen yasama çalışmalarına ve hükümet kurulması işinin görüşülmesine başlandı. Mustafa Kemal Paşa Meclis genel kuruluna anayasal nitelikli ve ayrıntılı bir önerge sundu. Bu önergenin en önemli bölümleri günümüzün diliyle şöyledir:
Bugünkü güç durumda vatanı çökmek ve yok olmak tehlikesinden kurtarmak için gerekli tedbirleri almak, pek doğaldır ki yüksek kurulumuza düşer. (...) Yüksek Meclisiniz denetleyici ve inceleyici bir parlamento değildir. Böylece, yalnız yasama ve kanun koyma ile görevli olarak sorumlu bir kattan ulusun alın yazısıyla ilgili işleri gözetim altında bulunduracak değil, bununla eylemli olarak uğraşacaktır. Nitekim olağanüstü durumlarda bütün uluslar bu ilkeleri bir yana bırakarak ya yasama görevine ara verip yürütme kurullarına üstün yetkiler tanırlar ya da bütün ulusun genel oyuna başvurarak kararlar alırlar. Biz halkın oy birliğine her organdan çok yetki tanıyan İslamlık ilkelerini göz önünde tutup yüksek Meclisinizi ulusun bütün işlerine doğrudan doğruya el koymuş olarak tanımak yanlısıyız. Bu temel ilke kabul edildikten soma, yüksek Meclisinizin genel kurulu bütün işlerin ayrıntılarına değin doğrudan doğruya inceleme ve görüşme yapma olanağını bulamayacağından, saygıdeğer kurulunuzdan ayrılacak ve kendilerine vekillik verilecek üyelerin, bugünkü hükümet kuruluşlarına uygun olarak, gereken iş bölümü ilkesine göre görevlendirilmesi ve her birinin ayrı ayrı ve hepsinin ortaklaşa genel kurul karşısında sorumlu olması, amacın sağlanması için yeterlidir. Bu durumda yüksek Meclisinize başkanlık edece zat yüksek Meclisinizi temsil edeceğinden, işlerle görevlendirilen üyelerden oluşacak kurula da onun başkanlık etmesi ve yüksek Meclisiniz adına imza koymaya ve kararlan onaylamaya yetkili olması ve yürütmeye ilişkin konularda, öteki üyeler gibi, genel kurul karşısında her yönden sorumlu bulunması zorunludur. Böyle bir yürütme kurulu, yüksek Meclis'in uygun görmesi sonucunda, vekil olarak görevlendirilecek ve genel kurula karşı sorumlu bulunacak saygıdeğer üyelerden oluşacak ve hatta "vekil" adını alacaktır. Gerçi başkan olacak zatın bir sorumluluk altında bulunacaktır. Çünkü yürütme kurulu ve vekiller ile saygıdeğer Meclisiniz arasında bütün sorumluluk ilk önce ona düşecek ve bu sorumluluk hem yüksek Meclisinizdeki hem vekiller kurulundaki başkanlık makamının her ikisini birden kapsayacaktır. (...) Anadolu'da, geçici nitelikte bile olsa, bir devlet başkanı tanımak veya bir padişah vekilliği ortaya çıkarmak hiçbir zaman caiz değildir. Şu halde başkansız bir hükümet meydana getirmek zorunluğu içindeyiz. Oysa bir tek noktada denge kurmayan devlet güçlerinin çalışmasını uyumlu biçimde sürdürmek de olanaksızdır. Öte yandan herhangi bir makama devletin ve ulusun güçlerini birleştirme ve dengeleme yetkisi vererek o makamı sorumsuz tanımak felaket getirir. Halifenin bile sorumluluğunu ilke olarak kabul etmiş olan İslamlığın böyle çözüm yollarına elverişli olamayacağı açıktır. Bu güç ve birbiriyle bağdaştırılması olanaksız prensipler içinde uzun uzadıya inceleme yaparak en sonunda İslamlığın temel ilkelerine başvurup yüksek Meclisinizde yoğunlaşmış olan ve bütün Müslüman halkın birleşmiş oylarıyla uygun görülen ulusal iradeyi, vatanın alın yazısıyla ilgili işlere eylemli olarak el koymuş tanımak ilkesini kabul ediyoruz. (...) Böylece yüksek Meclisiniz taşıdığı olağanüstü yetki dolayısıyla karşısına çıkacak bir yürütme kurulunu yalnız denetlemek ve ulusun çok önemli (yaşamsal) sorunları üzerinde böyle bir kurulla çatışma zorunda bulunmak gibi, günümüzdeki durumun hiç de elverişli olamayacağı dar bir yasama görevi ile değil, ulusun genel yönetimini eylemli olarak yüklenmek, ülkenin ve Hilafet'in kurtuluşunu doğrudan doğruya sağlamak ve savunmak görev ve yetkisi ile kurulmuştur. Ve artık yüksek Meclisinizin üstünde bir güç yoktur.
İşte ülkemizin, şimdiye değin geçirdiği bunalımda, felaketlerde, kimi zaman Avrupa'yı taklit etmek, kimi zaman devlet işlerinin yönetimini kişisel görüşler açısından düzenlemeye çalışmak, kimi zaman anayasayı bile kişisel ihtiraslara oyuncak yapmak gibi pek acıklı sonuçlarını gördüğü, uzak düşünceden yoksun tutumlardan doğan genel uyanışa tercüman olduğumuz kanısıyla şu güç ve bunalımlı tarih döneminin savaşlarını bu yoldan yürütmek taraflıyız. Doğallıkla karar saygıdeğer kurulunuzundur. Yalnız karşı karşıya bulunduğumuz yok olma tehlikesine devlet ve ulus işlerinin uzun süredir mercisiz kaldığına dikkat gözünü çekerek gereksiz teoriler ortasında sürüp gidecek tartışmaların en kötü yönetimden daha fena etkiler doğuracağını arz etmeyi de bir yurt görevi olarak gerekli görüyorum. Yüce Tanrı başarıya ulaştırsın, amin!(*)
(*) TBMM Zabıt Ceridesi, Devre I, cilt 1, s. 30/32, (Alkışlar üç dakika sürdü)
Bu önerge üzerine duraksamalar ve çeşitli konuşmalar oldu. Konya Milletvekili Refik (Koraltan) Bey bunun bastırılıp üyelere dağıtılmasını istedi. Buna karşılık Kırşehir Milletvekili Hoca Müfit Efendi, Mustafa Kemal Paşa'nın önerisini destekledi.
Duraksamaları gören Mustafa Kemal Paşa yeniden söz alarak şöyle konuştu:
"Efendiler; bütün nesnel ve tinsel (maddi ve manevi) sorumluluğu Heyeti Temsiliye adını taşıyan kurul üstlenmiş ve 16 Mart 1336 (1920) tarihinden bu dakikaya değin, bütün acı gelişme ve görünümlere karşın görev yapmayı olağanüstü bir ödev bilmiştir. Bu sorumluluk çok ağırdır. O kurulu artık bu sorumluluğun altında bırakamayız. Şunu öneriyorum ki bu dakikadan başlayarak ulusun yazgısının sorumluluğunu üstleniriz. Bundan kaçınmak gereksizdir. Bu görev o denli önemli, içinde bulunduğumuz zaman o denli tarihseldir ki, koca sorumluluğu içinizden üç beş kişiye yüklemekle yetinemeyiz. Bütün bu Meclis'in, bütün anlamıyla sorumlu olması gerekir. Millet bizi ancak bunun için gönderdi. Bizi buraya, ulusu beş kişinin eline bırakalım diye göndermedi."
Mustafa Kemal Paşa'nın bu enerjik ve mantıklı konuşmasına karşın kimi milletvekilleri yine direndi. Özellikle Sivas Milletvekili Hoca Mustafa Tak Efendi şöyle konuştu:
"Yüksek bilgileri içindedir ki ivmek pek uygun değildir. İşin önemi oranında, ileriyi düşünerek ivediliğe düşmemek de gereklidir. İvediliğe düşmeyelim, bu çok önemli bir sorundur. Önergenin örneği bildirilsin, herkes kendisi enine boyuna ve derinliğine düşünsün, incelesin, ayrı ayrı konuşulsun, görüşülsün; bu acele edilecek bir şey değildir. Paşa Hazretleri ve saygıdeğer Heyeti Temsiliye arkadaşları şimdiye dek aylarca şu ulusun ağır yüküne katlanmışlar; sanırım ki birkaç gün âaha katlanırlar."
En sonunda Mustafa Kemal Paşa'nın önergesi çoğunlukla kabul edildi ve böylece Türkiye Büyük Millet Meclisi ulusun işlerine doğrudan doğruya el koyarak eylemli olarak ulusal egemenlik kurulmuş oldu.
Aynı gün, yani 24 Nisan Cumartesi öğleden sonra Meclis başkanlık divanı seçimleri yapıldı ve Mustafa Kemal Paşa Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne birinci başkan, İstanbul Mebusan Meclisi'nden gelen ve o Meclis'in birinci başkanı olan gelişme ve görünümlere karşın görev yapmayı olağanüstü bir ödev bilmiştir. Bu sorumluluk çok ağırdır. O kurulu artık bu sorumluluğun altında bırakamayız. Şunu öneriyorum ki bu dakikadan başlayarak ulusun yazgısının sorumluluğunu üstleniriz. Bundan kaçınmak gereksizdir. Bu görev o denli önemli, içinde bulunduğumuz zaman o denli tarihseldir ki, koca sorumluluğu içinizden üç beş kişiye yüklemekle yetinemeyiz. Bütün bu Meclis'in, bütün anlamıyla sorumlu olması gerekir. Millet bizi ancak bunun için gönderdi. Bizi buraya, ulusu beş kişinin eline bırakalım diye göndermedi.
Aynı gün, yani 24 Nisan Cumartesi öğleden soma Meclis Başkanlık Divanı seçimleri,Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne birinci başkan, İstanbul Mebusan Meclisi'nden gelen ve o Meclis'in birinci başkanı olan Erzurum Milletvekili Celalettin Arif Bey de ikinci başkan seçildi.
Mustafa Kemal Paşa Meclis'e birinci başkan seçildikten soma milletvekillerinin çağrısı üzerine başkanlık kürsüsüne çıkınca, temelini "ulusal egemenlik" üzerine oturttuğu şu konuşmayı yaptı:
"Sayın efendiler; ulusun yazgısına ilişkin işlere eylemli ve tüm olarak el koyup Halifeliği ve Saltanatı içine düştüğü tutsaklıktan kurtarmaya ve ülkenin bütünlüğü ve kurtuluşu uğrunda her türlü özveriye büyük bir azim ile katlanmaya karar vermiş olan yüksek Meclisinizin başkanlığına seçerek hakkımda cömertçe gösterilen güvene ve sıcak yakınlığa teşekkür ve minnetimi sunarım. Yaşamımın bütün evrelerinde olduğu gibi son zamanların bunalımları ve felaketleri arasında da bir dakika geçmemiştir ki her türlü huzur ve rahatlığımı her çeşit kişisel duygulanım ulusun esenlik ve mutluluğu için feda etmekten zevk duymayayım. Gerek askerlik hayatımda gerek politika yaşamımın bütün dönem ve evrelerini kapsayan savaşlarında her zaman tuttuğum yol ulusun ve vatanın gereksindiği amaçlara yürümek olmuştur. Bugün saygıdeğer kurulunuzun oy birliğinde açıklanmış olan ulusal güveni, layık olduğumun çok üstünde görmekle birlikte, kendim için bir amaç olarak değil, el birliğiyle giriştiğimiz kutsal savaşın yöneldiği amaçlan elde etmek için ulusun armağan ettiği bir destek sayıyorum. Bu ulusal birliğin bana yüklediği sorumluluk, biliyorum ve hepiniz de biliyorsunuz ki pek ağırdı. İçinde yaşadığımız, benzeri çok az olan dakikaların çok tehlikeli olmasına rağmen bu ağır ulusal sorumluluğun yükü altında, ancak sayın kurulunuzun yardımı, arka olması ile ve savaşımızın her zaman hak yolunda olmasına rağmen, Yüce Tanrımın yardımından ve desteğinden umutlu olarak çalışacağım. İnşallah cihan padişahı olan Efendimiz Hazretlerimin sağlık ve esenlikle ve her türlü yabancı boyunduruğundan kurtulmuş olarak yüce tahtlarında sürekli kalmalarım, Tanrı'nın lütfundan yakarırım." (Şiddetli alkışlar) (*)
Ertesi günü, yani 25 Nisan Pazar sabahı saat 10.00'da Meclis yeniden toplanıp akşama değin çalışmalarını sürdürdü. Türkiye'nin her yanından gelen mutasarrıf, kaymakam, belediye başkanı, birçok kentin ileri gelenleri, kimi askeri birlikler komutanlarının imzalarını taşıyan çeşitli kutlama telgrafları Meclis kürsüsünden genel kurula okundu.
(*) TBMM Zabıt Ceridesi, Devrel, cilt 1, s. 39
V HALKA BİLDİRİ
Ülkenin her yöresindeki türlü çevrelerden gösterilen ilgi ve bağlılığa karşın Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Anadolu'da bütün halk tarafından henüz anlaşılmamış olması kuşkusu vardı. Oysa bağımsızlık savaşı, ancak halkın inancı ve bu davaya can ve yürekten katılması ile başarılabilirdi. Halk arasında, çeşitli yollardan çok olumsuz ve zararlı propaganda rüzgârları estiriliyordu. Böyle propagandaları etkisiz kılmak için Türkiye Büyük Millet Meclisi halka ilk bildirisini yayımladı. Antalya Milletvekili Hamdullah Suphi Bey tarafından, o çağa göre oldukça sade bir Türkçe ile kaleme alınmış olup konuşma kürsüsünden kendisince okunan bu bildiri, bugünkü Türkçe ile şöyledir:
Büyük Millet Meclisi'nin Memleketine Bildirisi
Anadolu'nun her köşesinden gelen vekillerinizin kurduğu Büyük Millet Meclisi, olanı biteni dinleyip anladıktan sonra ulusa gerçeği söylemeyi gerekli gördü. İngilizler tarafından satın alınan ve ulusu birbirine düşürmek amacını güden kimi hainler sizi aldatmak için türlü türlü yalanlar söylüyorlar. İzmir ilinin, Antalya'nın, Adana'nın, Antep'in, Maraş ve Urfa yöresinin düşmanlarca işgali üzerine silahına sarılan milletdaş ve dindaşlarınızı yine size yok ettirmek için Padişah ve Halife'ye isyan sözünü ortaya atıyorlar. Millet Meclisi, Halife ve Padişahımızı düşman baskısından kurtarmak, Anadolu'nun şunun bunun elinde parça parça kalmasına engel olmak, devlet merkezimizi yine anavatana bağlamak için çalışıyor. Biz vekilleriniz ulu Tanrı ve yüce Peygamberi adına yemin ederiz ki Padişah'a ve Halife'ye isyan sözü bir yalandan başka bir şey değildir ve bunun amacı vatanı savunan güçleri, aldatılan Müslümanların elleriyle yok etmek ve ülkeyi sahipsiz ve savunmasız bırakarak elde etmektir. Hint' in, Mısır'ın başına gelen durumdan kutsal vatanımızı kurtarmak için İngiliz casuslarının sizi aldatmak üzere uydurdukları yalana inanmayın! İzmir'ini, Adana'sını, Urfa ve Maraş'ını kısacası düşman salgınına uğramış bölgelerini savunanları, din ve uluslarının şerefi için kan döken kardeşlerinizi arkadan size vurdurmak isteyen alçakları dinlemeyin ve onları Millet Meclisi'nin karan üzerine cezalandıracak olanlara yardım edin. Taa ki din son yurdunu kaybetmesin! Taa ki ulusumuz köle olmasın! Biz birlik oldukça düşmanın üzerimize gelmeyeceğini kamusal olarak (resmen) açıkladı. Onun candan özlediği, aramızda aynine çıkması ve birbirimize düşmemizdir. Tanrı'nın laneti düşmana yardım eden hainlerin üzerine olsun ve kutsal yardımı, Halife ve Padişahımızı, ulusu ve vatanı kurtarmak için çalışanların üzerinden eksik olmasın. (*)
Bir gün önce halka böyle bir bildiri yayımlanmasını önermiş olan Antalya Milletvekili Hamdullah Suphi Bey, bunu 25 Nisan 1336 (1920) Pazar günkü Meclis'in öğleden somaki altıncı oturumunda okudu. Bu bildirinin alkışlarla kabul edildiği, tutanağa geçirildiği ve ayrıca bunun basılarak her yana dağıtılacağı o oturumda toplantıyı yöneten ikinci başkan Celalettin Arif Bey tarafından açıklandı(**)
(*) TBMM Zabıt Ceridesi, Devre I, cilt 1, s. 60.
(**) TBMM Zabıt Ceridesi, Devre I, cilt 1, s. 60.
Görüldüğü gibi Meclis, bu bildirisi ile Ulusal Kurtuluş Savaşımı baltalamak ve çökertmek, bunun için de Türk ulusunu iki düşman parçaya ayırmak isteyen gerçek düşmanların amacını açığa vurmak için yayımlanmıştı. Bu ülkede her çağda hainler çıktığı gibi, o ölüm kalım döneminde de düşmanla işbirliği eden hainler vardı. Meclis, bu bildirisiyle halkı o hainlere karşı uyarıyor, Kurtuluş Savaşımı daha ilk aylarında içten çökertmek isteyenlerin bu girişimine karşı koymak amacını güdüyordu.
VI. GEÇİCİ İCRA ENCÜMENİ, İLK BAKANLAR KURULU VE HÜKUMET PROGRAMI
Şimdi biraz geriye dönüp benim gözümün önünde yeni Türk devletinin nasıl doğduğunu belgelere dayanarak anlatayım.
Mustafa Kemal'in bir hükümet kurulması konusundaki önergesi 24 Nisan 1920'de kabul edildi ve 25 Nisan'da Meclis kararıyla, Fevzi Paşa ile Celalettin Arif, Cami, Bekir Sami, Hamdullah Suphi beylerden oluşan bir icra encümeni (yani geçici kabine) kuruldu; Büyük Millet Meclisi Başkanımın, bu geçici kabinenin de tabii başkanı olduğu bildirildi.
Bir hafta kadar süren görüşmelerden soma 2 Mayıs 1920 Pazar günü "Büyük Millet Meclisi İcra Vekillerinin, Suret-i İntihabına Dair Kanun" kabul olundu. Bu yasa, Meclis'in kuruluşundan soma kabul ettiği üçüncü yasa idi. (*)
(*) 1 sayılı yasa Ağnam Resmi Kanunu, 2 sayılı yasa Hıyaneti Vataniye Kanunu'dur.
1) İlk Bakanların Listesi: Bu yasaya göre 3 Mayıs 1920 Pazartesi günü İcra Vekilleri Heyeti (Bakanlar Kurulu) üyelerinin seçimine başlandı. Seçim, her bakan için ayrı ayrı olmak üzere, salt çoğunlukla yapılıyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bu yolda seçimle kurulan ilk kabinesi, her üyenin aldığı oy sayısı sırasıyla şöyledir:
1) Miralay İsmet (İnönü) (Edirne): Erkânı Harbiyei Umumiye Reisi.
2) Dr. Adnan (Adıvar) (İstanbul): Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili.
3) Bekir Sami Bey (Amasya): Hariciye Vekili.
4) Fevzi (Çakmak) (Kozan): Müdafaai Milliye Vekili.
5) Yusuf Kemal (Tengirşenk) (Kastamonu): İktisat Vekili. 6) Cami Bey (Aydm): Dahiliye Vekili. 7) Celalettin Arif Bey (Erzurum): Adliye Vekili.
8) Mustafa Fehmi Efendi (Bursa): Şer'iye Vekili.
9) İsmail Fâzıl Paşa (Yozgat): Nafıa Vekili.
10) Hakkı Behiç Bey (Denizli): Maliye Vekili.
11) Dr. Rıza Nur Bey (Sinop): Maarif Vekili.
Milli hükümetin bu ilk kabinesi on bir bakandan kuruldu. Aynı zamanda Başbakan durumunda olan Meclis Bakanı da buna eklenirse, bu sayı on iki ediyordu.
En çok oyu İsmet Bey (129), en az oyu da Rıza Nur Bey (65) almıştı.
Hükümet kurulmuş ve böylece yeni ulusal Türk devleti, bütün resmi kuruluşlarıyla tarihte yerini almıştı.
Ben ise bu tarihsel olayın bütün evrelerine tanık olduğum için pek mutluydum. Gözümün önünde, ulusal yeni bir devlet doğmuştu. İki yıl soma da Osmanlı devletinin resmen sona erişine tanık olacaktım.
2. İlk Hükümet Programı: Türkiye Büyük Millet Meclisimin ilk Bakanlar Kurulu seçildikten sonra 9 Mayıs 1920 günkü toplantının, Birinci Reis Mustafa Kemal Paşa'nın başkanlığındaki birinci oturumunda bu ilk hükümetin programı okundu. Bunun önemli parçalarını vermeliyim ki hangi sorunların hâlâ bugün bile "sorun" olarak kaldığı görülsün.
Başkan Mustafa Kemal Paşa: "İcra Vekilleri Kurulumun yüksek Meclis'e sunulmak üzere bir programı vardır. Müsaade edilirse Rıza Nur Beyefendi okuyacaklar" dedi ve Maarif Vekili Rıza Nur Bey -genç kuşakların anlaması için dilini sadeleştirdiğim- şu kısa programı okudu:
TEMEL AMAÇ, bağımsızlığı sağlamak:
Ulusun karşı karşıya bulunduğu olağanüstü durumdan dolayı kuramsal, karışık ve uzun süreli iş ve işlemlere yer olmadığı yüksek bilgileri içindedir. Yüksek Meclisiniz adına işe başlamış olan İcra Kurulumuzun üzerine aldığı işler vatanın kurtarılması, Hilafet ve Saltanat'ın bağımsızlığı ve dokunulmazlığı, ulusumuzun şan ve şeref dolu bir zafer ve uygarlık tarihine dayanan varlığım ayakta tutma amacına yönelmiştir. Bu nedenle üstlendiğimiz görevi, bu amacın elde edilmesine değin, ulusun birlik ve dayanışmasına güvenerek atıldığımız bir savaş diye kabul ediyoruz. Bu savaşta en büyük silahımız, ulusun bağımsızlığına ilişkin doğal ve meşru hakkını koruma yolundaki istenç ve direnmesidir ve bu istenç ve direnmenin belirdiği yer de yüksek Meclisinizdir.
DIŞ POLİTİKADA güttüğümüz amaç bugün başkentimizi tutsaklıkta ve zorbalıkla elinde bulunduran devletleri, daha önce İstanbul'da toplanmış olan son Mebuslar Meclisi'nin oybirliğiyle düzenleyip saptadığı ant ve "Milli Misak" uyarınca bağımsızlığımıza saygılı kılmaktır. Barışta varılacak kararların kabulü, kesin olarak onaylanması doğallıkla, yüksek kurulunuzun alacağı karara bağlıdır.
İÇ POLİTİKADA bütün çalışmalarımızın ortak amacı, ulusun birlik ve dayanışmasının korunması ve genel güvenliğin kurulup yerleştirilmesidir. Dış ve iç kışkırtmalarla meydana getirilen hainlik olaylarının etkili biçimde ortadan kaldırılıp yok edilmesiyle güvenliğin her yerde tezelden sağlanmasını en büyük bir vatan görevi saymaktayız. Yürütme işlerinin her yönden güvenilir, dayançlı (azimli) ve güçlü ellerde bulunmasını istediğimizden, yüksek Meclisinizin bunu emretmek ve sağlamlaştırmak üzere düzenleyeceği kurallar, doğaldır ki kararlılık ve kesinlikle uygulanacaktır.
MİLLİ SAVUNMA: Gerek dış gerek iç politikamızın gerektirdiği askeri önlemlerin sağlam bir yoldan yürütülmesi için "Kuvayı Milliye" düzenli ordu kuruluşlarına katılarak resmi bir şekle konmak üzere, gerekli önlemlerin alınmasına girişilmiştir.
MALİ POLİTİKADA dahi amacımız, ulusal savaşımızda ülkenin iktisadi durumunu, halkın gönenç (refah) ve mutluluğuna uygun, düşmanlarımızın kötü niyet ve saldırılarına karşı dayanıklı kılmaktır. Dostluğunu eylemli olarak kanıtlayacak devletlerin ekonomik çıkarlarını, ülkemizin temel yaran ile bağdaştırarak, kabulden yanayız.
BAYINDIRLIK İŞLERİNDEKİ girişimimize gelince: Ülkenin iktisat bakımından çok gerekli olup da şimdiye değin yapımına başlanmamış olan ana ulaşım yollarının, bilinen bunalım yüzünden, bu yıl yapımının sürdürülememesi zorunluluğu vardır. Ancak mevcut olan yollarda halkımızın işlemesine engel olan harap yol parçalan ile köprülerin onarımına ve bu yollarda yapımı bitmemiş olan önemli bölümlerin yapımının bitirilmesine başlanacağı gibi Ankara-Sivas demir yolunun yapımı "Yahşi Han" durağına kadar tamamlanıp işletilmesiyle ilgili önlemler alınmıştır.
SAĞLIK, SOSYAL YARDIM konusunda bugünkü parasal durumumuzun elverdiği ölçüde ve olabildiğince tutumlulukla, sağlık ve sosyal yardımın gerçekleştirilmesine çalışılacaktır. Halkın ve ülkede bulunan sağlık kurumlarının ilaç ve sağlıkla ilgili gereçler konusunda güçlüğe uğramamaları için şimdiden bu gibi gereçlerin ülkeye ithal edilmesine çalışılıyor. Elimizde bulunan ilaçlan ve hekimliğe özgü eczayı savurganlık yapmadan kullanırsak bu bunalımlı dönemi kolaylıkla atlatabileceğimizi sanıyoruz. Salgın hastalıkların bu yıl ülkede, önceki savaş yıllarına oranla pek az olduğunu şükranla belirtmekle birlikte, bugün sosyal hastalıklar adı altında anılan malarya ve frenginin zararının sınırlanması için devlet yönetiminin öteki kollarıyla birlikte önlem alınacağını söylemek isteriz.
MİLLİ EĞİTİM (MAARİF) işlerindeki amacımız, çocuklarımıza verilecek eğitimi her anlamıyla dinsel ve ulusal bir duruma koymak ve onları, yaşam savaşında başarılı kılacak, dayanaklarını kendi kendilerinde bulunduracak girişim gücü ve kendine güven gibi karakterler verecek, onlarda üretici bir düşünce ve bilinç uyandıracak yüksek bir düzeye ulaştırmak; resmi öğretimi, bütün okullarımızı, en bilimsel, en çağdaş olan bu ilkeler ile sağlık kuralları uyarınca yeniden düzenleyip programlarını düzeltmek, ulusun öz yapısına, coğrafya ve iklim koşullarımıza, tarihsel ve sosyal geleneklerimize uygun bilimsel ders kitapları meydana getirmek, halk yığınlarından sözcükleri toplayarak dilimizin büyük sözlüğünü yapmak, bizde ulusal ruhu besleyecek tarih, yazım (edebiyat) ve sosyal bilimlere ilişkin kitapları yetkililere yazdırmak, ulusal eski eserlerimizi kütüğe geçirmek ve korumak, Batı'nın ve Doğu'nun bilim ve teknik alanındaki kitaplarını dilimize çevirtmek, kısacası, bir ulusun yaşam ve varlığının korunması için en önemli etken olan milli eğitim işlerinde dikkat ve özel bir çaba ile çalışmaktır. Bugün ise ilk işimiz mevcut okulları iyi yönetmektir.
ADALET kurumlarında durumun ilk iki açıdan incelenmesi gerekir: Birisi yargıç ve memurlar, öteki genel işlemler.
1- Kuşku yoktur ki yürürlükteki yasaları iyi uygulayabilecek yargıçlarımız çok değildir. Ancak bu azlık, yargıçların düşünsel açıdan yetersiz olmasından çok, onlara, mesleğe kesin bir bağlılıkla bağlanacak ölçüde (refahlarının) parasal olanak sağlanmasının düşünülmemesinden ileri gelmiştir. Pek yüksek yetkilere sahip olan yargıçlar kurulu, öteki memurlara oranla, çok az maaş alarak geçim derdi içinde çırpınıyor. Bunun için yargıçların parasal durumlarının iyileştirilmesi bizim için bir ilkedir...
2- Yargıçların parasal durumlarının düzeltilmesi ve görevine dikkat ve özen göstermeyenlerin görevden atılması ilkesinin kabulünden sonra sıra mahkemelerdeki günlük işlerin çabuk sonuçlandırılmasını amaç tutan önlemlerin alınmasına gelir... Sorgu yargıcı veya savcının suçüstü olaylarına giderek tamamladığı soruşturma kâğıtlarının, bir iki tanığın eksik olması yüzünden, sorgu dairelerinde uzun süre kalmasına ve sonra suçlama kuruluna gitmesine ve sorgu yargıçlığınca ifadesi alınan kişilerin altı ay sonra yeniden cinayet mahkemesi kapılarında sürünmesine ve daha başka sakıncalara yol açan bugünkü adalet kuruluşlarının değiştirmek ve yerine, suçüstü halinde, hemen işin olduğu yere gidilip sorgu ve dinleme işlemim aynı zamanda yaparak (gereken) karan vermekle görevli üçer kişilik toplu yargıçlar kurulu ve öteki ceza işlerinde suçlama (itham) gibi işlemleri uzatan ve yiyicilik ve rüşvete büyük kapılar açan kuruluşları ortadan kaldırmak; gezici barış yargıçları eliyle tek yargıç usulünü kabul etmek, sorgu ve adaleti halkın ayağına götürmek en iyi yoldur...
3. Tartışmalar: Bu kısa hükümet programı okunur okunmaz, Kırşehir Mebusu Müfit Hoca programda şer'iye işlerine ilişkin noktalardan ve medreselerden söz edilmediğini söyledi.
Hükümet programım okuyan Maarif Vekili Rıza Nur Bey yanıt olarak, "Hayır efendim, söz edilmiyor" deyip kısa kesti. Program üzerine uzun tartışmalar oldu. Bunlardan en dikkate değer olanları, Kütahya Mebusu Besim Atalay, Bolu Mebusu Tunalı Hilmi Beylerin ve Karahisar Sahip (Afyon) Mebusu İsmail Şükrü Efendimin konuşmalarıydı.
Besim Atalay Bey, hükümet programında değinilen "Büyük Türk Sözlüğü" dolayısıyla şunları söylemişti:
"Arkadaşlarım; hepiniz bilirsiniz ki bizim dilimiz - hele elimizdeki çorba dil- kadar dünyanın hiçbir yerinde hiçbir zamanımda, hiçbir anında karışık bir dil görülen şeylerden değildir. Nasıl ki bizim kıyafetlerimiz fesli, sarıklı, kalpaklı, şalvarlı, donlu vesairedir; nasıl ki bir Arap, Arabistan'dan gelir masalı ile dolaşır, bir Frenk Frengistan'dan gelir şapkasıyla gezer; bilmem hangi millete mensup bir fert bizim memleketimizde kendi milli kıyafetini taşır; herhangi bir kelime ve terkip de bizim dilimiz içine girince, kendi özelliğini, kendi kurallarını korur, durur. Aldırılmaz. Halk dili arasında esaslı sözcüklerimiz kaybolup gidiyor. Biz halk dilinde kullanılan sözleri toplayarak ulusal büyük bir sözlük meydana getirirsek hiç kuşkusuz uygar ve çağdaş bir ulus olduğumuzu göstermiş oluruz. Zamanımızda kendisi büyük sayılan maarif yetkilerinden, bilim yetkilerinden sayılan kişilerin ulusal dilimize karşı yabancı ve ilgisiz kalması hiçbir zaman doğru değildir.
Din terbiyesine gelince, sanılmasın ki şimdiye değin ulusal ve dinsel bir eğitime özen gösteriliyordu. Ben sizi temin ederim ki ezber gidiyordu. Dinsel terbiye demek, çocukların ruhunda, duygusunda, din terbiyesini, din duygularını yaşatmak demektir. Kuru kuru ezberlemek hiçbir zaman din eğitimini sağlamaz..."
İlk Meclis'in devrimci ve açık yürekli milletvekillerinden Tunalı Hilmi Bey şöyle konuştu:
"Söz, eyleme dönüşmedikçe benden hiçbir övgü, hiçbir eleştiri beklemeyiniz. Eğer biz ayrıntılarla uğraşacak olursak, korkarım ki bir gün vatan çan seslerinin çınladığı bir yer olur arkadaşlar. Hükümet programı, ulusun birliğine, Meclis'in azim ve dayanışmasına güveniyor. Bu programın "Kuvayı Milliye kuruluşlarının düzenli askeri kuvvetlere katılması için gerekli önlemler alınacaktır" sözüne kadar olan bölümünün bütün köylere kadar duyurulmasını öneririm."
Afyon Milletvekili İsmail Şükrü Efendi ise medreselerden söz ediyor ve şöyle diyordu:
"Yüksek bilgileri içindedir ki ulusların yükselmesi için 'maddiyat' ile 'maneviyatı' birleştirmek gerektiğinden, buna çare olmak üzere 'Dar-ül Hilafetül Âliyye' kurulması kararlaştırılmış, hatta bir zamanlar padişah hazretlerinin iradesinde bile yer almıştı. Bu programda medreseler ile okullar karıştırılmış; unutulmasın ki milli eğitim başkadır, medreseler başkadır. (...) İcra Vekilleri Kurulu'nun buraya dikkat gözünü çekmek isterim."
4. Onaylama: Maarif Vekili Rıza Nur Bey buna cevap olarak "resmi kurullar" sözü içinde medreselerin de bulunduğunu ve hükümet programında dini terbiyeden söz edildiğini bildirdi ve Şer'iye Vekili Bursa Mebusu Mustafa Fehmi Efendi de, önemli olan medrese konusunun birkaç kez değişikliğe uğradığını, teşkilatın pek önemli olduğunu, ancak şimdilik mevcudu korumakla yetinmek ve Milli Mücadele'nin başarıya ulaşmasından soma bunların düzeltilmesi üzerinde durmak gerektiğini söyleyerek ortalığı yatıştırdı. Sonunda, Beyazıt Milletvekili Refik (Saydam) ve Hakkâri Milletvekili Mazhar Müfit Beylerin: "İcra Vekilleri Kurulu'nun programına ilişkin bilgi edinilmiş olduğundan görüşme gündemine geçilmesi" konusundaki önergelerini Reis Paşa oya koydu; oylama sonucunda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ilk hükümetinin programı onaylandı. Artık halka dayanan parlamentosu ile birlikte yeni bir hükümete sahip, yeni bir devlet kurulmuş ve bu, benim gözümün önünde olmuştu. Bu devletin o zamanki resmi adı "Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti" idi.
VII. İLK MECLÎSTE SEÇİM BÖLGELERİ
Biz memurlar bütün mebusların seçim bölgelerini daha ilk günden, seçim tutanaklarını sıraya dizerken öğrenmeye başlamıştık, çünkü öğrenmek zorundaydık. O zaman Soysallıoğlu İsmail Suphi, Besim Atalay, Tunalı Hilmi gibi soyadı kullanan milletvekilleri müstesna olmak üzere, bütün milletvekilleri kendi adlarıyla anılırdı. Böyle olunca onları birbirinden ayırt edebilmek için nerenin mebusu olduğunu bilmek gerekirdi. Mesela Necip Bey adında bir milletvekilinin herhangi bir işi veya önergesi memurlar arasında söz konusu olsa, "Mardin" mi yoksa "Ertuğrul" mu (Bilecik) diye sorulurdu. Böylece çok geçmeden hemen bütün mebusların seçildikleri yerleri, sanki bir soyadı gibi onların adıyla birlikte ezberlemiştik. Hacı Şükrü Bey denildiğinde, hemen Diyarbakır, Zamir Bey denildiği zaman hemen Adana, Hafız İbrahim Bey denildiği zaman hemen Isparta aklımıza gelirdi. Hele Refik Bey, Refik Şevket Bey gibi ilk Meclis'in en çok söz alan milletvekillerinin adı söylenince "Konya" veya "Saruhan" sözleri ağzımızdan çıkardı. Haydar Bey denilirse, "Kütahya" mı "Van" mı, diye sorardık. Öyle bir zaman geldi ki, Birinci Büyük Millet Meclisi'ndeki -hiçbir işe karışmayan, hiç söz almayan silik mebuslar dışında- hemen bütün milletvekillerinin adlan ve seçim bölgeleri bir arada olmak üzere belleğimizde yerleşti.
Bugün aradan yetmiş yıl geçtiği halde, örneğin "Hüseyin Hüsnü Efendi" denilse, bir çağrışımla hemen "Isparta" ve rahmetlinin dikkatli bakışları, sakallı ve sarıklı görünüşü hatırıma gelir.
Mebusların seçildikleri illerin adı, sanki askerlikteki künye veya şimdi öz ad ile birlikte kullanılan soyadı niteliğinde idi o Meclis'te.
VIII (ZABIT CERİDELERİ)
İLK MECLİS'İN TUTANAK DERGİLERİ
Tutanak yöntemi: Meclis'te genel kurul görüşmeleri başlamadan önce, tutanak kâtibi arkadaşlarımız, milletvekillerinin konuşma kürsüsü önünde bulunan yerlerine -sırtları bu kürsüye, yüzleri salona dönük olarak- otururlar, grup şefi arkalarında ayakta beklerdi. Görüşmeler başlayınca tutanaklar şöyle tutulurdu: Konuşmacıların söylediklerini tek kişi zapt edemeyeceği için on beş kişilik tutanak kâtipleri kurulu, birer şefin yönetiminde, beşerden üç gruba ayrılmıştı. Bu beş kâtipten biri "yedek"ti. Dört kişilik grup oturur, konuşmacı söze başlayınca tutanak şefi elindeki kalemle en sağdaki kâtibin omzuna dokunur (O zaman yazı sağdan sola doğruydu), konuşmacının sözlerinden o kâtibin belleğinde tutabileceği kadar bir zaman geçince onun solundakinin omzuna, daha sonra ötekine dokunur, en soldakinden sonra yeniden en sağdakinin arkasına gelir ve görüşmeler süresince bu iş böylece yinelenirdi. Omzuna dokunulan kâtip, konuşmacının sözlerini -cümle başı veya cümle sonu olduğuna bakmaksızın- hemen duyduğu yerden yazmaya başlar, kendisine yeniden sıra gelip omzuna vurulana değin, belleğinde tutabildiği sözleri önündeki kâğıda döker, yeniden omzuna vurulunca, yazmakta olduğu satırın hemen olduğu yerde kesip alt satıra geçerek konuşmacının o anda konuştuğu yerden yazmaya başlardı.
Kalem odasına (yani büroya) gidilip kâğıtlar yan yana konduğu zaman her satırda yazılanlar birbiri hizasına getirilerek konuşmacının sözlerinin tümü meydana çıkarılıp ayn bir kâğıda temize çekilirdi. Buna "zaptın tevhidi" (tutanağın birleştirilmesi) denilirdi.
Zabıt grupları her on beş veya yirmi dakikada bir nöbet değiştirerek büroya dönüp, "tevhid"i yaparlar, süre dolunca yeniden salona giderek nöbet değiştirirlerdi. Meclis görüşmelerinin gece yarılarına değin sürdüğü günler "tevhid" işi de kimi zaman, sabahlara kadar sürerdi.
İlk Meclis'in Tutanak Dergilerinin ikinci basısı yeni yazılarla Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'nca 29 cilt halinde çıkarıldı.
İlk Meclis'teki görüşmelerin bir de suyun altında, hiç görülmeyen bir yönü vardır. Bunlar, gizli tutanaklardaki görüşmelerdir.
Böyle gizli görüşmelerin tutanaklarını Meclis'in zabıt kâtipleri değil, milletvekillerinin kendileri yazarlardı. Bu gizli tutanaklar ilk Meclis'in 50. yılında yine TBMM Başkanlığınca dört cilt olarak yayımlandı.
Meclis Tutanak Dergileri'nden (Zabıt Cerideleri'nden) söz ederken, birer devrim Meclisi olan ikinci ve üçüncü dönem Meclislerinin Tutanak Dergileri'nden de kısaca bilgi vereyim. Çünkü bunların da önemi çok büyüktür.
TBMM'nin ikinci dönem Tutanak Dergileri 33 cilttir. Bunların da ilk basılan Arap harfleriyle, ikinci basılan yeni Türk abecesiyle yayımlanmıştır.
Yine bir devrim Meclisi olan ve yeni Türk abecesini bir yasa ile kabul eden üçüncü dönem TBMM'nin Tutanak Dergileri 31 cilt olup, ilk yedi cildi Arap harfleriyle, sekizinci ciltten sonrakiler ise yeni Türk abecesiyle basılmıştır. Sonradan bu yedi cildin de Türk abecesiyle ikinci baskısı yapılmış, böylece yeni abeceyle basılan koleksiyonlar tamamlanmışta Bunlar Türk Devrim Tarihi balonundan olağanüstü önem taşımaktadır.
IX. İLK MECLİS'İN
AMİR VE MEMURLARI
1) Reis Paşa
Burada Mustafa Kemal'i, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın önderi olarak değil, özellikle Türkiye Büyük Millet Meclisi memurlarının en yüksek amiri olarak, benim küçük memur gözümle anlatmaya çalışacağım.
Onun adı, bizim bürodaki memurlar ve dışarıda koruyucu polis, jandarma ve hatta odacılar arasında hep "Reis Paşa" diye geçerdi. Milletvekillerinden çoğu da O'nu böyle anarlardı.
Biz buradakiler için Meclis'te iki büyük kişi vardı: Reis Paşa ve Başkâtip Recep Bey. Bunların ikisi de askerdi. Aralarında rütbece büyük mesafe vardı: Biri (kurmay) paşa, öbürü kurmay binbaşı; ama ikisi de rütbe işareti taşımazdı. Biz memurlar için aralarındaki fark sanki kıl payı gibiydi. Hatta Recep Bey'den daha çok çekinirdik.
Meclis'teki kimi memurlar, örneğin bizim Evrak ve Tahrirat Kalemi Müdür Yardımcısı Ankaralı Tevfik Bey, Mustafa Kemal Paşa'yı ilk kez Meclis'te gördüğü halde ben, birisi Ankara'ya ilk ayak bastığı gün (1), öbürü, 30 Aralık 1919'da Ankara Lisesi 'ni ziyaret ederek bir konuşma yaptığı gün olmak üzere, O'nu daha önce iki kez görmüştüm.
(1) "Mustafa Kemal" ile "Ankara''nın ayrılmazlığını bir yazımda şöyle dile getirmiştim:' 'Mustafa Kemal ve Ankara!.. Bunlardan biri Türk vatanını batmaktan, Türk ulusunu tutsaklıktan kurtarma savaşma başarıyla önderlik eden ve cumhuriyetimizi kuran Türk kahramanı ve devlet adamı. Öteki bu savaşın kalbi ve genç Türkiye Cumhuriyeti'nin merkezi olan kahraman kent. Simgeleşmiş bu iki ad birbirine öylesine kenetlenmiştir ki Mustafa Kemal'siz bir Ankara'da ve Ankara'sız bir Mustafa Kemal'de kavram olarak bir eksiklik duyarız, Mustafa Kemal Paşa 27 Aralık 1919'da Ankara'ya geldi. O tarihten başlayarak sürekli konutu Ankara oldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra Ankara milletvekilliğini kabul etti ve ölünceye değin bu görevde kaldı. Öldükten sonra da fani ve aziz vücudu Ankara toprağının bağrına gömüldü. Onları birbirinden nasıl ayırırsınız?''
Reis Paşa'yı Meclis'in genel kurul toplantılarından başka zamanlarda pek gördüğümüz olmazdı. O, ya Başkanlık Kürsüsü'nde Meclis'i yönetir ya da -eğer Meclis'i ikinci Başkan yönetiyorsa- kürsünün solundaki ikinci sırada, her zaman aynı yerde otururdu. Onu böylece hep uzaktan görürdük.
Yalnız bir kez Ramazan Bayramında bütün memurlar O'nun makamına bayram kutlamasına gitmiş, elini sıkmıştık. Bir de küçük memurlardan yalnız ben, makamına giderek onu çok yakından gördüm.
Benim için her ikisi de çok büyük ve değerli birer anı olan bu olayları burada anlatmalıyım:
Kutlamaya gidiş: 1920 yılının Ramazan Bayramı, o yıl haziran ayma rastlamıştı. Daha mayısta, kimi milletvekilleri Meclis Başkanlığıma bir önerge vererek Meclis'in ramazan süresince tatile girmesini istemişlerse de "ahvalin nezâketine binaen Meclis'in müstemirren çalışmak mecburiyetinde olduğu" düşüncesi üstün gelmiş ve önerge kabul olunmamıştı. Hacı, hoca, şeyh, çelebi milletvekillerinin oldukça çok bulunduğu bu Meclis gerçekten vatansever bir Meclis'ti. Birçok milletvekili: "Meclis daha yeni açılmışken bırakıp gitmek ve tatile girmek, halkın gözünde Mücadele-i Milliyeyi zayıflatır" diye diretiyordu. Zaten ramazanda tatile girmek isteyenlerin düşüncesi de ramazandan yararlanarak ülkenin içine dağılıp halkı Kurtuluş Savaşı'nın amacı üzerinde aydınlatmaktı.
Ankara sıcak günlerini yaşıyordu. Kent içinde hiçbir taşıma aracı bulunmadığından, her gün okuldan Meclis'e yürüyerek gidip gelirdim. Ramazan akşamları erkence, yâni tam iş saatinin bitiminde Meclis'ten ayrıldığımız günler (başka günler geç saatlere değin çalıştığımız çok olurdu) okula dönerken, kimi zaman birdenbire havanın kararması ve şimşeklerle başlayan "kırk ikindi" yağmuruna yakalanır, yol kıyısında bir yere sığınarak geçmesini beklerdim. O yıl bu "kırk ikindi yağmurları" ne kadar da bol yağmıştı.
Ramazanın sonuna gelmiştik. Arife günü başkâtibimizden büroya bir haber geldi: Bütün memurlar ertesi günü Reis Paşa'ya bayram kutlamasına gidecektik. Bu bayram, Meclis açıldıktan soma gelen ilk bayramdı.
En önde Başkâtip Recep Bey, sonra müdürler, müdür yardımcıları, büro şefleri ve onların ardından küçük memurlar, kalem odasının önündeki dar koridorda sıralandık. Boş olan toplantı salonundan geçerek binanın öteki ucunda bulunan başkanlık odasına yöneldik. Ben, en genç memur olarak en sondaydım. Az önce milletvekilleri kutlamayı bitirmişlerdi. Odanın kapısı açıldı. Girdik. Başkâtip Recep Bey, Reis Paşanın elini sıkarak masanın yanında ayakta durdu. Reis Paşa da ayakta idi. Kalem müdürlerini zaten önceden tanımış olduğu için Recep Bey yalnız öbür memurları, adları ve görevleriyle Paşa'ya tanıtıyordu. Memurlardan kimisi Reis Paşa'nın elini öpmeye davrandı. O da bundan memnun olmadığını belli ederek elini çabuk geri çekti.
Sıra bana gelince Reis Paşa, herkese yaptığı gibi: "Teşekkür ederim, memnun oldum'" diyerek elini uzattı. Uçları sigaradan sararmış ince parmaklı zayıf fakat biçimli elini sıkarken yüreğim göğsümden dışarı fırlayacakmış gibi şiddetle çarpıyordu. Elini öpmeye kalkışmadım. Hafifçe eğilerek sıktım. Çok kısa süren bu tören benim kutlamam dan sonra bitti.
Bu kutlama, kalem memurlarının Reis Paşa'yı ilk ve son kutlaması oldu. O tarihten sonra bayram kutlamalarına kalem müdür ve ve memurları adına yalnız Umumi Kâtip (yani başkâtip) giderdi.
Reis Paşa ile son kez karşı karşıya gelişim, resmi bir kâğıdın imzalanması işi için oldu: Bir gün başkâtibin odacısı kaleme gelip Evrak Müdür Yardımcısı Tevfik Bey'i çağırdı. Tevfik Bey yerinde yoktu. Odacı yeniden geldi, "Başkâtip Bey evrak memurlarından kim varsa gelsin diyor" dedi. Yalnız ben vardım; gittim. "Şu kâğıdı al, çabuk Reis Paşa'ya imzalat getir" buyruğunu verdi.
Ceketimin düğmelerini kontrol ettim. Yakamın kopçalarını ilikledim. Henüz sivil elbisem olmadığından okul üniforması giyiyordum, ilk maaşımla siyah kuzu derisi bir Kuvayı Milliye kalpağı almıştım. Kalpağımı düzelttim ve Reis Paşamın makamına gidip kapıyı vurdum. "Giriniz!" sesini duyunca girdim. Sanki insanın gözlerinden içeriye doğru delip geçerek ta ruhuna işleyen keskin bakışlarıyla, yüzüme baktı: "Ne var?" demek istiyordu. Ben hemen: "Efendim, (Paşam demeyi becerememiştim) Başkâtip Bey zatıalinize imzalatmak üzere gönderdi" diyerek kâğıdı uzattım. Aldı okudu, masanın üzerine koydu ve "Peki kalsın. Siz Recep Bey'e söyleyin, bana kadar gelsin" dedi; çıktım.
Recep Bey bana hep "sen" diye hitap ederdi. Reis Paşa ise " siz" demişti. O anda genç ruhumda büyük bir gurur duydum: "Reis Paşa bana, 'siz' diyordu." Büyük adamlık duygusu geldi içime!
Bu iki anıyı hiç unutamam.
O günden soma Başkâtip dışında hiç kimse Reis Paşa'ya kâğıt imzalatmaya gitmedi. Oysa eskiden müdür ve yardımcıları imzalatırlardı. Reis Paşa askerlikte o zaman "silsile-i meratip" denilen emir ve komuta zincirindeki sırayı Meclis'te de uygulamıştı.
O günden soma Reis Paşa ile doğrudan doğruya karşı karşıya gelmek fırsatına bir daha kavuşamadım. Fakat Meclis'teki hemen hiçbir konuşmasını da kaçırmadım ve 1927 'deki Büyük Nutku'nu da başından sonuna dek dinledim.
2) Başkâtip Recep (Peker) Bey
Büyük Millet Meclisi "heyeti tahririyesi"nin (yazı kurulunun) amiri olan başkâtibimiz Recep (Peker) Bey, yüzü hemen hiç gülmeyen, ama asık suratlı ve ters bir adam da olmayan, görev konusunda çok dikkatli ve titiz, gözünden virgül ve nokta kaçmayan, hepimize örnek olacak kertede çalışkan, dürüst bir insandı. Şakaklarına hafifçe kır düşmüş olmasına karşın, genç ve çok dinamikti. Uzunca denecek boyda, vücutça toplu, fakat çevik, hafif esmer yüzlü, top bıyıklı, çok zeki gözlü bir görüntüsü vardı. İş konusunda, zaman zaman çok sert olurdu. Yakası kapalı bir ceket, bacaklarına getir taktığı bir külot pantolon giyerdi. Bu, aslında apoletsiz ve yıldızsız bir subay üniformasıydı.
Bir gün beni odasına çağırmış: "Bugün gizli bir yazıyı temize çekeceksin. Şunu bil ki Meclis'in mahrem işlerinin dışarıya ifşası çok büyük cezayı muciptir. Zaten sen aklı başında vatanperver bir gençsin, yapmazsın. Fakat usulen yemin etmen de lazım" diyerek bir kâğıda: "Muttali olduğum mahrem hususları kimseye ifşa etmeyeceğime dair Allah'ım ve şerefim üzerine yemin ederim" cümlesini yazıp bana yüksek sesle okutmuş, ondan soma kendisinin kaleme almış olduğu bir yazı müsvettesini vermişti. Aradan yetmiş yıl geçtiği ve sonra ki olaylarla gizliliği kalmadığı için şimdi söyleyebilirim: Bu yazı Çerkez Etem'le ilgiliydi.
O güne değin; bir kahraman olarak bildiğim ve Reis Paşamın otomobilinde ve onun yanında gördüğüm, Büyük Millet Meclisi dinleme locasına gelince bütün mebuslar tarafından ayakta alkışlandığına tanık olduğum Çerkez Etem'in, Yunanlılarla ve İstanbul hükümetiyle ilişki kurmak istemesinden kuşkulanıldığını öğrenmekliğim, genç ruhumda adeta şok etkisi yapmıştı. Bunun yanında, böyle bir devlet sırrını bana güvenle açıklanmış olmasından ötürü içimde büyük bir büyüklerime duygusu doğmuştu. O tarihte gerçekten bir sır olan bu olayî, hiçbir gizlilik yanı kalmadığı halde, bugüne değin kendimde saklamış ve hiç kimseye anlatmamışımdır.
Recep Bey'in odasına birçok milletvekili gelir giderdi. Herhalde Mustafa Kemal Paşa'nm güvenini kazanmış bir insan olduğu için olacak bunlardan çoğu onun yanında çekingen dururdu. Zaten Recep Bey milletvekilleriyle bir "Meclis Başkâtibi" gibi değil, eşit, hatta kimi zaman rütbece sanki onlardan üstünmüş gibi konuşurdu. Ben buna şaşakalır, Recep Bey benim gözümde daha da büyür, ona karşı olan korkuyla karışık saygım günden güne artardı. Benim, gerektiğinde, tatil saatlerinde bile çalışarak işimi düzgün yaptığımdan memnun olur, sert duruşunun ardından kimi zaman yumuşak bir ruh meydana çıkar, değer verici ve özendirici sözler söylerdi.
Arkadaşça ve senli benli konuştuğuna tanık olduğum milletvekillerinden yalnız, her zaman şık giyinen ve kalpağını da yanlamasına değil, köşeleri öne ve arkaya gelmek üzere diklemesine taşıyan Trabzon Milletvekili Hüsrev (Gerede) Bey'i anımsıyorum. Ne zaman bir iş için Recep Bey'in odasına gitsem, çoğunda, Hüsrev Bey'i orada görürdüm.
Bu kitapta rahmetli Recep (Peker) Bey'e başlı başına bir yer ayırmaklığının birinci nedeni, daha Meclis açılmasından bir gün önce rahmetli amcazadem Halil Şerafettin ile birlikte, memurluk sınavının sonucunu öğrenmek için odasına gittiğimizde, onun kişiliğinin benim üzerimde büyük bir etki yaratmış olmasıdır. O, sıradan bir adam olmayıp, belirgin bir kişiliğe sahip seçkin bir insandı.
Recep Peker, prensip bildiği konularda hiçbir ödün tanımayan, dik başlı, pek yürekli, halkın "dört dörtlük" dediği türden bir kişiydi. Bu nedenle Atatürk ona "peker"den gelen "Peker" soyadını koymuş (1).
Paraya-pula, mala-mülke düşkün değildi. Milletvekili olduktan soma Keçiören'de, o zamanlar çok ucuz olan bir bağ almış, içindeki binayı ve çevresini onartmıştı. Orada otururdu. İstanbul'da ise Sultanahmet Meydanı'nda Yüksek Ticaret Okulu karşısındaki sağ köşede, sanırım eşine ait, ahşap, iki katlı bir evi vardı. İstanbul'a geldiği zamanlar orada kalırdı.
(1) Duyduğumuza göre Atatürk, Recep Bey'in düşmanlarının gammazlamasıyla onun aileye ilişkin özel bir işine karışmak isteyince: "Paşam vatan içinde yüzde yüz ölümle sonuçlanabilecek bir görev veriniz, emrinizi derhal yerine getireyim. Fakat buyurduğunuz şey benim özel bir isimdir. Emrinizi maalesef yerine getiremeyeceğim'' yanıtını vermiş ve bunun üzerine öfkelenen Atatürk, onu CHP Genel Sekreterliği'nden uzaklaştırmıştı. Bu haber gazetelerde büyük manşetlerde ''Atatürk Recep Peker'i Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliği'nden affetti" diye çıkmıştı. Söylentiye göre aslı "azletti" imiş; rahmetli Saffet Arıkan'm ricası üzerine Atatürk "affetti"ye çevirmiş. Yine bir söylentiye göre Recep Bey Başvekil iken -eski başvekiller zamanında devlet işlerinin bütün ayrıntılarına karışmaya alışmış olan- Cumhurbaşkanı Milli Şef İnönü, bir gün ona:' 'Recep Bey, ne var, ne yok? işlerden haberdar olamıyoruz'' deyince anayasaya göre devlet işlerinden sorumlu olmayan Cumhurbaşkanı'na Recep Bey, sorumluluğunu bilen gerçek bir başbakana yaraşan şu karşılığı vermiş:'' Reisicumhur Hazretlerine arzedilmesi gereken hususlar olursa arzedilir efendim.''
Recep Peker'e bu kitapta genişçe yer ayırmanın ikinci nedeni de, onunla aramızda 22 Nisan 1920 Perşembe günü ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi binasında başlayan "en büyük kalem âmiri - en küçük kalem memuru" ilişkisinin, somadan da hiç kopmadan, türlü ilişkiler halinde sürüp girmesidir. Gerçi o Meclis'in ikinci döneminde 1923'te Kütahya Milletvekili olunca artık kalemle ilişkisi kesilmiş, bizim odaya seyrek uğrar olmuştu. Fakat eski memurlarını tanır, Meclis binasında rastladıkça, başkâtipliği zamanındakinden daha çok iltifat ederdi.
Zaman geçti. Ben 1929 yılı başında Meclis memurluğundan ayrıldım. Devletçe açılan sınavı kazanarak hukuk doktorası yapmak üzere, İsviçre'ye ve sonra Almanya'ya gönderildim. 1932'de Berlin'de öğrenci iken Recep Bey oraya geldi. Bütün Türk öğrencilerini öğrenci müfettişliğinde toplayarak bir konuşma yaptı. O sırada Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri idi. Öğrenciler arasında beni görünce memnun olduğunu gözlerinden anladım. Öğrenci Müfettişi rahmetli Cevat (Dursunoğlu) Bey'e bir şeyler sordu. O da yüksek sesle: "Hıfzı Bey çok iyi çalışıyor, yüzümüzü ağartıyor. Kendisiyle iftihar ediyoruz" deyince Recep Bey'in: "Daha İlk Meclis'te küçük bir memur iken de iyi çalışırdı. Kendi kendisini yetiştirmiş bir halk çocuğudur" demesi, bugünkü gibi kulaklarımdadır.
1934 yılı başında İstanbul Hukuk Fakültesi'nde doçent olmuştum. 1935'te bütün fakülte ve yüksekokulların son sınıflarına Türk Devrim Tarihi dersleri konuldu. Bu dersler o zamanki Edebiyat Fakültesi'nin "sirk" denilen yuvarlak amfisinde yapılırdı. Milletvekillerinden Yusuf Kemal Tengirşenk, Hikmet Bayur, Mahmut Esat Bozkurt, Recep Peker bu derslere profesör olarak atanmışlardı. Bu profesörlere yardımcı olarak sırasıyla Doçent Rüçhan Naci, Enver Ziya Karal, Yavuz Abadan ve ben atanmıştık. Ben, "partiler ve ideoloji" bahsini anlatan Recep Bey'in doçenti olmuştum. İlk Türkiye Büyük Millet Meclisinden on beş yıl soma -fakat bu defa üniversitede- Recep Bey'le yeniden bir çeşit âmir-memur durumuna gelmiştik. Fakat bu kez o bana karşı, kimi zaman beni mahcup edecek derecede alçakgönüllü davranır, her defa derse gelirken yanında bulunan milletvekillerinin karşısında, beni onlara üstün tatardı. Ders vermek için bu konulardaki formasyonunun eksikliğine rağmen, çok çalışır, "vatan, millet, bayrak" edebiyatı yapmaz, hazırladığı notlarına göre ders verirdi. Sonradan bu notlarım yayımladı.
Recep Peker, Atatürk döneminde Meclis Başkâtipliği, milletvekilliği, bakanlık, CHP Genel Sekreterliği yapmıştı. O dönemde İtalya'da Mussolini, Rusya'da Stalin, Almanya'da Hitler, kendi partilerinin ideoloj isini yaparlar ve bu konuda kitaplar yayımlarlardı. Bizde de CHP Genel Sekreteri olarak bu işi Recep Bey yapmaya çalışırdı. Yukarıda belirttiğim gibi formasyonu bu işe yeterli değildi. Fakat çok yakından biliyorum ki, Türkiye' nin devletçilik ile kalkınacağına ve laiklik sayesinde kurtulacağına yürekten inanmıştı. Milliyetçi, fakat şoven değildi. Irkçılıktan ise nefret ederdi. Tam bir Atatürk milliyetçisi idi.
Recep Bey'in gözden düştüğü zamanlar da oldu. Kimi sözüm ona- devlet adamları koltuklarını yitirince ortadan silinir, nam ve nişanları kalmaz, kimsenin yüzüne bakamaz duruma gelir. Recep Peker "menkûp" (yani gözden ve mevkiden düşmüş) olduğu zamanlar hiç aldırmaz, sanki bir şey olmamış gibi her zaman gittiği yerlere gider, milletvekilleriyle yine eskisi gibi üstten konuşurdu. Mebuslar Recep Peker'i sevmez, fakat ondan çekinirlerdi. "Korkarlardı" demiyorum; çünkü Recep Bey intikam duygusu nedir bilmez, kimseye kötülük yapmazdı.
Milletvekili profesörler 1940'ta profesörlükten ayrıldılar. O da ayrıldı. 4 Mayıs 1942'den sonra ben Cumhuriyet gazetesinde hemen her hafta "Hukuki Düşünceler" genel başlığı altında, yurttaşlar hukuku, ulusun haklan, hukuk devleti, demokrasi üzerine yazılar yazmaya başladım. Ankara'ya gittiğimde Recep Bey'i her zaman ziyaret ederdim. Bu ziyaretlerimden birinde bana "Yazılarını dikkatle okuyorum. Bazı düşüncelerinle beraber değilim. Fakat tebrik ederim, yaz yaz; inkılaba inanmış, samimi insanların yazması memleket için her zaman faydalıdır" demişti.
Bence Recep Peker, kafasının içinde tilki dolaştıramadığı ve düşüncelerim açıkça ve dobra dobra söylediği için bir Doğu ülkesi olan Türkiye'de, bütün ülkücülüğüne rağmen, başarılı bir devlet adamı olarak görev yapamamış, ama namuslu bir devlet adamı olarak ölmüştür.
3) Yazı Kurulu
İlk Meclis'in "Yaz Kurulu" çoğunlukla Ankara Lisesi'nin ve Öğretmen Okulu'nun öğretmenlerinden ve Ankara Vilayet Kalemi'nden gelen birkaç memurdan oluşmuştu.
Bütün memurlar bir tek odada, vilayet dairelerinden ve okullardan derlenerek getirilmiş ve odanın dört yanma, duvarlara paralel biçimde yan yana dizilmiş derme çatma masalarda görev yapıyordu. Bu oda, İlk Meclis binasının batı kanadındaki kapısından girilince sağdaki ilk büyük oda idi. Kapısından girilir girilmez, soldan ikinci masayı bana vermişlerdi. Benimkinden önce, yani kapının hemen dibindeki küçükmasa "Evrak Tevzi Memuru" Mehmet Bey'indi.
Bu odanın adı, kısaca "kalem" diye anılırdı. Zabıt (yani tutanak) ve kav anin (yani kanunlar) kalemleri ve -o sırada henüz Kanunlar Müdürlüğü'ne bağlı olan- evrak ve tahrirat (yani yazı işleri) kalemi, müdür, müdür yardımcısı, kalem şefi, kâtip ve memurlarıyla birlikte, bu tek odanın içinde toplanmıştı. Bu kişilerin arasında, lisede tarih öğretmenim olan Hâmit, coğrafya öğretmenimiz Zeki Beyler kavanin ve zabıt müdürü idiler. Bunlar daha soma liseden büsbütün çekilerek uzun yıllar bu görevlerde kaldılar. Kimya öğretmeni Muhittin ve Avnürrefik, Fransızca öğretmeni Server, matematik öğretmeni İbrahim Sıtkı, tabiat bilgisi öğretmeni Kâzım Beylerle İhsan Bey, başka öğretmenler ve Erkek Öğretmen Okulu'ndan rahmetli Şeref Ağabeyim, Cevat (Duru) Bey ve öteki bir kısım öğretmenler, Ankara vilayet kaleminden bazı memurlar, ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde, kimisi müdür yardımcısı, kimisi kalem şefi, kimisi de tutanak kâtibi veya yazı işleri memuru olarak görevlendirilmişlerdi. Başkâtip Yardımcısı Doktor Muhittin Celâl Bey çok kısa bir süre soma görevinden ayrıldı.
Memurlar arasında öğrenci olarak ilk zamanlar yalnız ben vardım. Bir süre soma bizim okulun gündüzcü öğrencilerinden Vehbi (Koç) de Meclis Matbaası'na memur olarak geldi. Vehbi bizden aşağı sınıflarda olduğu için kendisiyle yakın arkadaşlığımız yoktu; ara sıra konuşurduk. Tatil günlerinde kimi zaman babasının Karaoğlan Çarşısı'ndaki nalburiye dükkânında, terazi başındaki minderde, tıpkı babası gibi bağdaş kurup oturur, çivi, tel, musluk ve benzeri nalburiye gereçleri satardı. Temiz beyaz yüzlü, sakin ve utangaç davranışlı, ciddi edalı bir çocuktu. Ben onun okulda koşup oynadığıma, okulda veya Meclis'te bir günden bir güne güldüğüne rastlamadım. Hayatı daha o yaşımda pek ciddiye alan, insanlara bakışları, normal bir bakış olmaktan çok, sanki yoğunlaşmış bir dikkat, bir süzme, hatta bir şüphe belirtisi gibi gelirdi.
Vehbi (Koç), ilk Meclis Basımevi'nde pek kısa bir süre çalıştı ve soma ayrıldı.
Benim görevim, başta söylediğim gibi müsvetteleri temize çekmek, yani bugünkü daktiloların gördüğü işi yapmaktı. Müsvetteleri, Kavanin Müdürü Hamit Bey ya da Evrak ve Tahrirat (yazı işleri) Müdür Yardımcısı Tevfik Bey yazar, Başkâtip Recep Bey gerekli gördüğü yerleri düzeltir, ben de temize çekerdim.
Temize çekilmiş yazılar eğer Meclis Başkam tarafından imzalanacaksa, bir dosya içinde başkâtip veya kavanin müdürü tarafından Reis Paşa'ya götürülüp imza ettirildikten soma yine bana gelir, ben de onları, Tevfik Bey'den öğrendiğim yöntem uyarınca, "Sadıra" (yani "Gitti") defterine kaydedip numaralayarak yerlerine gönderilmek üzere "evrak tevzi memuru'na verirdim. Ortaokul mezunu olan tevzi memuru Mehmet Bey bizim evrak kaleminde derece ve maaşça benden soma gelen tek memurdu.
Kalemde en sonuncu olmayıp sondan ikinci olduğum için gizli bir teselli duyardım içimde.
Temize çekilecek kâğıt olmayınca, yani boş zamanlarımda, bürodan ayrılıp doğruca on adım ötedeki toplantı salonuna giderek Meclis görüşmelerini ayakta izlemekten büyük bir zevk duyardım. Dinleyici locasına çıkan merdivenin dibi benim mekânım olmuştu. Bu yüzden benim ilk derecede doğrudan doğruya amirim olan Yazı İşleri Müdür Yardımcısı Tevfik Bey'den birkaç kez ihtar almıştım. "Seni arayınca yerinde bulmalıyım" diyordu. Ben kolayını bulmuş, masa komşum tevzi memuru Mehmet Bey'le anlaşmıştım. Tevfik Bey beni arayınca Mehmet Bey hemen gelip bana haber verir, ben de sanki ellerimi yıkamaktan geliyormuşum gibi mendil elimde kaleme girerdim. Tevzi memuru görevle dışarıya giderken ben toplantı salonunda isem önce bana gelerek dikkatli olmamı söylerdi. Bu Mehmet Bey Ankaralı, mert bir çocuktu. Küçük yaşlarımıza rağmen görev başında ve dışarıda birbirimize büyük memurlar gibi "siz" derdik. Liseden öğretmenim olan müdür ve muavinler de bana büroda hep "siz"le hitap ederlerdi. Yalnız Başkâtip Recep Bey, askerlikteki "üst-ast" uygulamasından kalma alışkanlıkla, yalnız beni değil, hemen herkesi "sen" diye çağırırdı.
4) İlk Meclis'in Yazı Kurulumda Görevlendirilişimin Öyküsü
İlk açıldığı günden başlayarak birinci, ikinci ve üçüncü dönemlerinde, çeşitli kalemlerinde tam altı buçuk yıl (1920-1929) (*) memurluk yaptığım ve mübeyyizliğe kadar yükseldiğim Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1920 yılının nisan sonlarına doğru açılacaktı. İstanbul'un 16 Mart'ta müttefikler, özellikle İngilizler tarafından işgalinden sonra Mustafa Kemal Paşa'nm Ankara'da bir "Meclisi Milli'yi toplantıya çağırdığını daha önceden duymuştuk. Okulda sınavlarımız erken yapılmış, sınıftaki sıralardan bir bölümü, mebusların oturması için Meclis'in toplanacağı salona gönderilmişti(1).
(*) Liseyi bitirmek için Kasım 1920'den Kasım 1922'ye kadar iki yıl atanmış olsaydım bu süre sekiz buçuk yıl olacaktı.
(1) Ne garip bir rastlantıdır ki 1920 Nisanında Büyük Millet Meclisi'ne gönderdiğimiz okul sıralarında ben 1925'te -fakat bu kez yükseköğrenim görmek için- yeniden oturdum. Çünkü Ankara Hukuk Mektebi 5 Kasım 1925 'te Türkiye Büyük Millet Meclisi binasında Atatürk'ün bir söyleviyle açılmış ve sabahlan öğretim iki ay gibi kısa bir süre için orada yapılmıştı. İlk günlerdeki sıra arkadaşım, sonradan doktora yapmak üzere İsviçre'ye birlikte gittiğimiz rahmetli Profesör Hüseyin Cahit Oğuzoğlu idi. Öğrenciler, mebusların oturduğu eski lise sıralarında yer alır, profesörler de Meclis Başkanı'nın oturduğu kürsüde otururlardı. O tarihte İstanbul'daki üniversiteye ''Darülfünun'' ve onun hocalarına "müderris", Ankara Hukuk Mektebi'nin hocalarına ise "profesör" denirdi. Birkaç ay sonra okulumuz, hükümet konağı arkasındaki eski postane binasına kaldırıldığı zaman çok üzülmüştüm. Çünkü o Meclis binasında benim hem lise öğrenciliği hem Meclis memurluğu hatıralarım vardı.
O yıl on birinci sınıfa geçmiştim. Liseyi bitirmeme daha iki yıl vardı. Ankara Darülmuallimininde (erkek öğretmen okulunda) tabiat bilgisi öğretmem olan -öz ağabeyim gibi sevdiğim- amca oğlu Halil Şerafettin, sınavların bitiminden birkaç gün soma, yani 20 veya 21 Nisan sabahı liseye gelip beni buldu. Bahçenin yoluna çıktık: "Hıfzı! Biz öğretmenler, yeni açılacak Milli Meclis'te memur ve zabıt kâtibi olarak bütün tatil boyunca çalışacağız. Mustafa Kemal Paşa öyle istemiş. Meclis Başkâtibi Recep Bey isminde bir Erkânı Harp zabiti. Bu zat bizi çağırdı. Yazısı iyi ve imlası düzgün, şayanı itimat kimseler tanıyorsanız getiriniz. Daha memura ihtiyacımız var, dedi. Senin yazın güzeldir, bakalım beğenecekler mi? Haydi gidelim" diye kolumu tortu. Meğer Ankara Vilayeti dairelerinden göreve çağrılan yaşlı memurların Abdülhamit ve Meşrutiyet dönemlerini yaşamış olanlarından çoğu, Saray'a ve İstanbul Hükümeti'ne karşı başkaldırmış durumunda saydıkları böyle bir Meclis'te, memur niteliğiyle de olsa çalışmayı ihtiyata uygun bulmayıp birer bahane ile çağrıyı kabul etmiyorlarmış. Bunun üzerine okullara başvurulmuş. Öğretmenler hemen gitmişler; ancak kadro dolmamış; yazısı düzgün olan öğrencilerden de Meclis'e memur alacaklarmış.
Bu işe çok sevinmekle birlikte: "Benim yaşım küçük diye Kuvayı Milliye'ye bile almadılar. Memur alırlar mı?" diye duraksadım. Şerafettin ağabeyim, "şimdi olağanüstü bir durum bulunduğunu, benim Sultani Mektebimin on birinci sınıf öğrenişi olduğumu, memurluk için yaşa bakılmayacağını" bildirdi. Liseyi yarım bırakmak istemediğimi söyleyince de: "Esasen ben de öğretmenlik mesleğini bırakacak değilim. Tatil bitince okula döneceğim. O zaman sen de görevden çekilirsin" dedi. Bu son söz bu işe aklımı yatırdı ve bütün duraksamalarımı ortadan kaldırdı.
O zamanki duygumu gerçek olarak yansıtmak gerekirse söylemeliyim ki, tarih dersinde okuduğumuz Amerikan Bağımsızlık Savaşımdaki Kurucu Meclis'e ya da Fransız Ihtilali'nin başındaki Parlamento'ya benzettiğim bu "Meclisi Milli"de çalışmak, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını çok yakından görmek, benim için bir "nimet" ve bulunmaz tarihsel bir fırsattı. Ancak Çorum'da bulunan babam acaba bu işe ne derdi? Herhalde sevinç ve belki de henüz çocuk sandığı oğlunun böyle önemli yerde görev aldığından gurur duyardı (1).
(1) Düşüncelerimde aldanmamışım. Meclis memurluğuna atanmamdan sonra babamdan: "Nur-ı aynım evladım; seni tebrik ederim. Sayın meşkûr olsun. Ben sizleri bugünler için yetiştirdim. Vatan uğrunda tarik-ı iffet ve istikamette sıdk ile çalış. Avni Bâri ile vatanımız halâs bulacaktır" cümlelerini içeren ve beni çok sevindiren güzel bir mektup aldım.
***
Şeref ağabeyimle birlikte Meclis'e gittik. O sırada Başkâtip Recep Bey odasında yokmuş. Şeref ağabeyim beni Evrak Müdür Yardımcısı Ankaralı Tevfik Bey'e götürdü ve durumu anlattı.
Tevfik Bey, boş bir kâğıt uzatarak beni imla ve hüsnü hattan (yazım ve kaligrafi) sınava çekti, sonuçtan çok memnun olduğunu söyledi. Başkâtip Recep Bey odasına gelince, yazdırdığı kâğıdı ona götürdü. Az soma Recep Bey'in çağırtması üzerine, ağabeyimle birlikte odasına girdik. Heyecandan titriyordum. Gerçi daha önce Tevfik Bey gülerek onun odasından çıkmış, sınavı kazandığımı ve "mübeyyiz" tayin edildiğimi bildirmişti, ama ben yine heyecanlıydım. Recep Bey, ağabeyime dönerek memnunluğunu belirttikten soma, bana da: "Aferin küçük! Çok okunaklı yazın var. Seni mübeyyizliğe (müsvetteleri temize çeken kâtipliğe) tayin ettim" dedi. "Teşekkür ederim efendim" diyebildim ve çıktık.
Henüz on altı yaşımı doldurmadan Milli Meclis'in, o zamanlar Kanunlar Kalemi'ne bağlı olan Evrak ve Tahrirat Kalemi mübeyyizi olacaktım. Hatta olmuştum bile. Tevfik Bey 23 Nisan günü sabahleyin orada hazır olmamı, ancak maaşa (maaşım ayda 600 kuruştu) mayıs başında geçebileceğimi, şu halde bir hafta parasız çalışacağımı söyledi. Benim maaş filan, düşündüğüm yoktu. "Peki" dedim (Maaşa ÎO Mayıs'ta geçmiş, fakat 23 Nisan -10 Mayıs arasındaki süre için herkes gibi gündelik almıştım).
Meclis memurluğuna atandığımı ve bu göreve tatil süresince okuldan gidip geleceğimi okulda müdür yardımcımıza, bir büyük adam edasıyla, fakat her zamanki saygımı göstererek söyledim. Önce pek inanamadı. Çalışkan öğrencilerden olduğum için hocalar ve idareciler beni severlerdi. İnanmadığım açıkça söylemedi. Belki aldatıldığımı sanıyor, fakat beni kırmak da istemiyordu. Meclis Başkâtipliği'nden "resmi bir yazı" getirmedikçe idarenin bana her gün sabahtan akşama değin okul binası dışında kalmak üzere izin veremeyeceğim söyledi. Aslında haklı idi. Fakat benim yine de canım sıkılmıştı.
Meclis'e gitmek üzere izin aldım, çıktım. Açılışa bir gün kalmıştı. Her ne olursa olsun, ilk açılış günü orada bulunmak istiyordum. Hemen koşa koşa giderek Şeref ağabeyimi buldum, durumu anlattım. Yine birlikte Meclis'e gittik.
Evrak Müdür Yardımcısı Tevfik Bey beyaz bir kâğıt alarak benim, "An karib küşâd olunacak Meclisi Milli'de evrak mübeyyizi olarak ifayı vazife edeceğimi, resmi tayin muamelemin, Meclis açıldıktan soma tekemmül ettirilip ayrıca iş'ar olunacağım"(*) kendi eliyle yazıp bir kenarına paraf koydu ve içeri giderek bu kâğıdı Başkâtip Recep Bey'e de imzalattı. Kâğıt "Ankara Sultanisi Müdiriyeti Aliyyesine" başlığını taşıyordu. Bunu zarfa koydu, yapıştırmadan bana verdi.
(*) Bu günümüzün Türkçesiyle şöyledir: "Yakında açılacak olan Millet Meclisi'nde görev yapacağımı, resmi atanma işleminin, Meclis açıldıktan sonra tamamlanıp aynca bildirileceğini..."
Meclis binası Ulus Meydam'nda, okulumuz ise Samanpazarı'nın ötesinde, Hacettepe'nin yakınında idi. Bunlar o zamanki Ankara'nın iki ucunda bulunuyordu.
Meclis'ten okula dönerken -hem bedence hem ruhça sanki uçuyordum. Vakit akşamdı. Müdür yardımcımız gitmiş, kendi yerine orta kısım öğretmenlerinden birini bırakmıştı. Kâğıdı ona vermedim.
O akşam ve gece, koyu Osmanlıca bir anlatımla yazılmış olan bu resmi kâğıdı en azından elli kez okumuşumdur. Bir daha duyulmasına artık olanak bulunmayan ne tatlı, ne temiz, ne bozulmamış bir heyecandı o! Ben o çağımda Milli Mücadeleyi de, cephe haberlerini de, arkadaşlarımızın zaman zaman anlattıkları savaş yaşantılarını da aynı coşkunluk rüzgarının harekete geçirdiği yürek çırpıntısı ile karşılıyordum. Olayları izlemek değil, sanki yaşamaktı benimkisi!
Ertesi sabah okul idaresinden izin çıkmış ve ben ilk İhtilal Meclisimin ilk hey'eti talıririyesinde (yazı kurulunda) yer almıştım.
X. İLK MECLİS'İN İSTİKLAL MAHKEMELERİ
1920 yılının Eylül başlarındaydı. Meclis'te çok seyrek görünen Müdafaai Milliye (Milli Savunma) Bakanı Fevzi (Çakmak) Paşamın bir gün kürsüye çıktığını görünce merakla dinlemeye başladım. Vakarlı, yapmacıksız, tam askerce konuşuyor, memlekette firar ve bekaya (yani kıt'alardan kaçma veya askerliğe hiç gitmeme) olaylarının pek çoğaldığından rakamlar vererek söz ediyor, silahıyla ya da silahsız olarak kaçıp birliklerini boş bırakanların bu tehlikeli davranışlarının önüne geçmek için İcra Vekilleri Heyeti'nce (Bakanlar Kurulu'nca) bir yasa tasarısı hazırlanarak Meclis'e gönderildiğini, bunda, askerlikten kaçanların ailelerinin sürgün edileceğinin ve bütün mallarına el konulacağının öngörüldüğünü, asker kaçaklığı durumunun önüne ancak bu yolla geçilebileceğini söylüyordu.
Bu tasan, Meclis'in ilgili komisyonlarından geçtikten sonra Meclis Genel Kurulu'na geldi. Orada günlerce süren çok sert ve uzun tartışmalara konu oldu. Çünkü komisyon bu tasarıya -onda yazılı şiddet önlemlerini uygulamak üzere- gerektiği kadar "İstiklal Mahkemesi" kurulmasına ilişkin bir madde eklemiş bulunuyordu. Bu mahkemelerin üyeleri Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri arasından ve Meclis'çe salt çoğunlukla seçilecekti.
Mahkemelerin kuruluşu ve üyelerinin seçilişi konusundaki hemen bütün tartışmaları hiç kaçırmadan izledim.
Daha önce anlatmış olduğum gibi, kalemde yapılacak bir iş veya temize çekilecek bir yazı olmayınca, boş oturacağıma, hemen 7-8 adım ötedeki toplantı salonuna gidip Meclis'in genel kurul görüşmelerini özel bir ilgiyle izlerdim. Müdür muavinimiz Tevfik Bey beni arayınca, arkadaşım evrak tevzi memuru Mehmet Bey'in yavaşça bana haber ulaştırması durumu, yalnız iki ay kadar sürdü. Tevfik Bey beni birkaç kez toplantı salonunda yakalayınca bir gün ona açık yüreklilikle ve biraz da başkaldırıcı bir eda ile: "Muavin Bey! Şimdiye kadar hangi işim geri kaldı veya gecikti? Kalemdeki masamın başında avare durmaktansa, heyeti umumiye müzakerelerini takip ederek bir şeyler öğreniyorum. Kalemden üç adımlık yer, lazım olunca hemen geliyorum" dedim.
Yumuşadı: "Evet ama burası devlet dairesi. Siz mektepte müdürden izin almadan nasıl bir yere gidemezseniz, burada da gidemezsiniz. Bana haber ver, öyle git" dedi. Kendisine teşekkür ettim.
O günden soma her sabah, Zabıt (Tutanak) Müdürlüğü'ndeki ruznameye (gündeme) bakar, gümrük, vergi, bütçe ve harcırah (yolluk) işleri gibi o zamanlar benim için ilginç olmayan konuların görüşüldüğü günler hiç masamdan ayrılmaz, İstiklal Mahkemeleri ve Men'i Müskirat (İçki Yasağı) Kanunu gibi ilginç ve önemli tasan veya önerilerin görüşüleceği günler ise Tevfik Bey'den izin alıp tartışmaları izlerdim.
Tevzi memuru Mehmet Bey'in bana anlattığına göre, kimi zaman ben toplantı salonunda iken kaleme gelen küçük işleri, iyi kalpli Tevfik Bey: "Haydi, bunun için bizim küçük mebusu (!) çağırmayalım. Şunu sen yapıver" diye Mehmet Bey'e verirmiş; hatta kimi zaman kendisi yazarmış.
Görüşülen tasarının adı "İstiklal Mahkemeleri Kanun Layihası" değil, "Firariler Hakkında Kanun Layihası" idi. Görüşmelerde birçok mebus, Anadolu'nun asker kaçaklarıyla dolu olduğundan, bir kısmının eşkıyalık yaptığından, ülkede güvenlik kalmadığından, bu yasanın gerekliliğinden söz ederken, ben bir yıl önce Tatar arabalarıyla Yozgat'tan Ankara'ya gelirken rastlayıp bir hayli korktuğumuz kaçak askerleri düşünüyor, Onları) durumunu gözümün önüne getiriyor, bu tehlikeli rastlantıdan ucuz kurtulduğumuza bir kez daha seviniyordum. İçimden bu yasanın kabul edilmesi dileğinde bulunuyordum.
Kimi zaman görüşmelere kendimi kaptırır, yasayı savunanları -orada küçük bir memur olduğumu unutarak- bir kısım milletvekilleriyle birlikte alkışlayasım gelirdi. Ama pek iyi biliyordum ki, eğer dalgınlıkla böyle bir densizlik yaparsam, ya beni büsbütün memurluktan atarlar ya da bir daha toplantı salonuna sokmazlardı. Bu ise benim için felaketli bir şey, büyük bir mutsuzluk olurdu.
Bu tasarı üzerine pek çok milletvekili söz alıp konuştu. Bunlardan belleğimde kalanlar, başka konulardaki eski tartışmalarda sık sık söz alıp dikkatimi çekmiş olan milletvekilleridir. Bunlara özellikle Tevfik Rüştü (Aras), Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Abdülkadir Kemali, Mahmut Celâl (Bayar), Çorum'un mebuslarından İsmet (Eker), sonradan Maarif Vekilliği yapmış olan Mustafa Necati ve Refik Şevket'tir (İnce).
Hamdullah Suphi Bey'den gayrisi bu yasayı bütün güçleriyle savunuyordu. Ben Hamdullah Suphi Bey'in konuşmasına hayrandım; ağzından çıkanları sanki güzel bir şiir dinler gibi dinlerdim. Hamdullah Suphi Bey halkın güç durumunu, perişanlığım canlı tasvirlerle anlatıyor, asker kaçakçılığının önüne sertlikle değil, yumuşaklıkla, aydınlatma ile geçilebileceğini söylüyordu.
Türk köylüsünün durumunu küçük yaşımdan beri çok iyi bildiğim için içimden ona hak vermeye başlamıştım. Ancak kim olduğunu görmediğim bir mebus; "Hamdullah Bey, Hamdullah Bey, memleket şiirle, hissiyatla idare edilemez. Hakikatlere bakınız" diye bağırınca kendime geldim. Yukarıda adlarını saydığım mebuslar ve onların dışında daha birçok milletvekili, tam üç gün süre ile bu konu üzerinde konuşta ve tartıştı.
Saruhan (Manisa) Milletvekili Mahmut Celâl (Bayar) Bey'in kürsüye gelip cephede bulunduğu sırada, kaçan bir askerin köyüne başka askerleri göndererek onun bütün koyun, keçi ve sığırlarını müsadere ettirip cepheye getirttiğini ve arkasından o kaçağa haber salarak: "Eğer cephedeki birliğine katılmazsa, bunları kestirip askere yedireceğini" bildirdiğini, bunun üzerine o kaçağın hemen gelip özür dilediğini ve birliğine katıldığını hikâye etmesi ve böyle sert tedbirlerin gerekli olduğunu bildirmesi, rahmetli Refik Şevket'in (ince) Hamdullah Suphi Bey'e "korkak" demesi ve Hamdullah Suphi Bey'in bunu sert karşılaması yine Refik Şevket Bey'in: "Efendiler, asacağız, asılacağız, fakat bu istiklal mücadelesini kazanacağız" diye bağırması bugün bile kulağımda çınlar.
Bu Meclis gerçekten bir "ihtilal meclisi" idi.
Üç gün süren çetin tartışmalardan sonra yasa kabul edildi: Meclis'çe, milletvekilleri arasından seçilen üçer üyeden oluşacak İstiklal Mahkemeleri kurulacaktı.
Hükümet adına konuşan Erkânı Harbiyei Umumiye Reisi (Genelkurmay Başkanı) Miralay İsmet Bey (İnönü), bu mahkemelerin ivedi olarak yedi yerde kurulmasını istedi. Kimi mebuslar bunu çok bulup yalnız düşmanla savaşılan cephelerin gerisinde kurulmasını istiyorlardı. Bunun tartışılması da birkaç gün sürdü ve en sonunda, gerektiğinde yerleri değiştirilmek üzere yedi yerde kurulmasma karar verildi.
Arkasından üye seçimine geçildi. Bunların salt çoğunlukla seçilmesi gerektiğinden, birkaç kişi müstesna olmak üzere, bu salt çoğunluk sağlanamadı. İlk günü seçilenler Muhittin Baha (Bursa), Mustafa Necati (Saruhan), Refik Şevket (Saruhan) idi. Her üçü de Meclis'in çok ateşli, devrimci hatiplerindendi .Bunlardan başka birkaç kişi daha çoğunluğu sağladı ise de onları anımsamıyorum. Fakat daha en az on beş kişinin seçilmesi gerekiyordu.
Bu seçimin işi bir hafta-on gün sürdü. Birçok üye seçimde çekimser kaldığından, salt çoğunluk bir türlü sağlanamıyor, üye seçimi işi uzayıp gidiyordu.
İşte o günlerde Refik Şevket, Mustafa Necati ve Muhittin Baha Beyler enerjik müdahalelerde bulundular ve "Bizler ilk seçimde seçildik, memleketin içine gider vazife görürüz" diye adeta Meclis'e meydan okudular. Burada o günkü tartışmaların yüzde birini bile yansıtamıyorum. Kendim de şaşırmıştım: Bir hafta önce yasayı kabul eden Meclis, bir haftadan beri İstiklal Mahkemeleri'ne üye seçimi işini bir türlü bitiremiyordu. Bunun nedenini anlayamıyordum.
Sonunda en çok oy alan on beş milletvekilinin İstiklal Mahkemeleri'ne üye seçilmiş sayılması Meclis'çe kabul edildi de seçim işi tamamlandı ve mahkemeler ülkenin türlü bölgelerinde görev yapmaya başladı.
İstiklal Mahkemeleri'nin, önce Milli Mücadelemin kazanılmasında ve daha sonra devrimlerin gerçekleştirilmesinde büyük payı vardır.
XI. ÎLK MECLİS'İN BİNASI
Ankara'da Ulus Meydanı'nda, ilkin "Türkiye Büyük Millet Meclisi Müzesi" olarak düzenlenen, yıllar soma ise adı "İnkılap Müzesi"ne çevrilen İlk Meclis binası, İttihatçılar döneminde "İttihat ve Terakki Kulübü" olmak üzere yapılmış; fakat içinin kimi bölümleri yarım kalmış; biten kısımları, İlk Dünya Savaşı'ndaki yenilgiyi izleyen yılda Ankara'ya gelen birkaç yabancı subay ve er tarafından kullanılmış; Atatürk'ün Ankara'ya gelişinden az soma, yani 1919 yılının son günlerinde, bu yabancı askerler Ankara'dan kaçınca boş kalmıştı.
Bu taş bina, Birinci Dünya Savaşı sırasında büyük bir yangın felaketi geçirmiş olan, harap ve kerpiç evlerle dolu o zamanki Ankara'nın -tıpkı Ankaralıların "Taş Mektep" dedikleri bizim lise binası gibi- hemen dikkati çeken güzel yapılarından biriydi. İstanbul'un 16 Mart 1920'de işgali ile "Misakı Milli"yi kabul ve ilan etmiş olan Meclis-i Mebusan'ın İngilizler tarafından basılması ve kimi üyelerinin yakalanıp Malta Adası'na sürülmesi üzerine Ankara'da bir Milli Meclis'in toplanmasına karar verilince, bu yapının eksikleri hemen tamamlanmış ve eşyası da evvelce anlattığım gibi resmi daire ve okullardan, derme çatma olarak toplanmıştı.
Bu binaya "Bizim Meclis Binamız" derdim; çünkü biz Meclis memurları, içinde İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmış olduğu bu binayı çok severdik. Hele ben, burasını sanki dedelerimizden yadigâr kalmış, her köşesi anılarla dolu eski bir mülk gibi ilk günden beri çok sevmiş ve benimsemiştim.
İlk Meclis binasına karşı beslediğim bağlılık duygusu belki şundan doğmuştur: Türkiye tarihinin büyük bir dönüm noktası olan "ulusal egemenlik çağının başlayışı" ve dünya tarihinde de "tutsak ulusların emperyalist saldırganlara karşı başkaldırma çağının açılışı" gibi çok büyük çaptaki devrimsel olayları, o binada kendi gözlerimle, günü gününe izlemiş, onun içinde -küçük bir görevle de olsa- çalışarak o devrim çağını doğrudan doğruya yaşamıştım.
Bu, benim için az şey değildi.
Bugün müze olan İlk Meclis binası, Milli Mücadele'nin sanki soluk alıp verdiği "göğüs kafesi" idi. Bu mücadelenin yüreği onun içinde çarpıyor, cepheye ve yurdun her yanına, her gün inanç, yüreklilik, savaş dayancı (azmi), umut ışığı oradan dağılıyordu. Duraksamaları, inançsızlıkları, İslamcı ihanet ve başkaldırmaları yok eden bütün atılımlar, Mustafa Kemal'in başkanlığındaki Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin çalıştığı bu binadan yapılıyordu. Milli Mücadele ve Kuvayı Milliye ruhu Türkiye'nin her yanma oradan yayılıyordu. Bu bina bu ruhun bir "füze rampası" idi ve ben, devlerin yönettiği bu rampada ince bir teli saran ya da küçük bir cıvatayı sıkıştıran teknik personelden biriydim. Benim için ne büyük bir mutluluktur ki, o sırada, yalnız sardığım teli ya da sıkıştırdığım cıvatayı değil, rampanın tümünü, füzenin gücünü ve onu yöneten beynin güçlülüğünü görebilecek, kendime göre değerlendirebilecek yetenekte idim.
MÜZE İÇİN MÜCADELE:
Milli Mücadele'nin, madde olarak en önemli ve en büyük yadigârı olan İlk Meclis binasının iç bölümlerini betimlemeye geçmeden önce, bu binanın müze yapılması için harcadığım çabalan kısaca anlatmalıyım. O zaman bu satırları okuyanlar, bu kitap içinde bu binaya neden ayn bir bölüm özgülediğimi daha iyi anlayacaklardır.
***
1937 yılındayız.
İlk Meclis' in açılışı üzerinden tam on yedi yıl geçmiş. Ben İstanbul Hukuk Fakültesi'nde Medeni Hukuk Doçenti ve bütün fakülte ve yüksekokulların son sınıflarında okutulan "Türk Devrim Tarihi" kürsüsünde de Devrim Tarihi doçentiyim. O zaman bu dersin profesörlerinden biri Recep Peker'di. Recep Peker aynı zamanda Cumhuriyet Halk Partisi'nin genel sekreteri ve partinin, Atatürk'ten sonra en güçlü adamlarından biriydi. İlk Meclis binası ise bu partinin genel merkez binası durumuna konulmuştu. 1937'de görevle Ankara'ya çağrılmış, Devrim Tarihi derslerinin sınavları dolayısıyla rahmetli Recep Peker'i CHP genel sekreterliği makamında ziyaret etmiştim.
Cumhuriyet Halk Partisi'nin işgal etmiş olduğu bu eski Meclis binasına girince, 1920 yılı anıları kafamda ve gönlümde canlandı. Etrafa şöyle bir göz atar atmaz, eski dekordan eser kalmadığını görerek çok üzüldüm. Bekleme odasında hüzünle geçen on dakikadan soma Recep Peker'in yanıma girince, ders konusundaki konuşmalar sırasında gösterdiği ilgi ve yakınlıktan ve o günkü neşesinden cesaret alarak, "Efendim, bu bina büsbütün değişmiş; oysa eski haliyle korunup müze durumuna getirilseydi daha iyi olmaz mıydı? Çünkü..." diye söze başladım.Rahmetlinin yüzü birden değişti ve sözümü keserek "İstanbul'dan Ankara'ya bu vazife ile mi geldin? Bunları konuşmanın sırası değil. Mevzumuza gelelim" diyerek bana bu işle uğraşmamaklığım konusunda bir tür uyanda bulundu.
O gün o binadan çıkarken, duyduğum üzüntüyü hiç unutamam. Bir daha Recep Peker'le bu konuda tek bir söz konuşmadım.
1944 yılındayız.
Milletvekilleri Devrim Tarihi profesörlüklerinden çekileli çok olmuş. Devrim Tarihi doçentleri profesörlüğe yükselince, her fakültede ayn ayn olmak üzere, ek görev olarak, bu dersin de profesörlüğüne atandık. Devrim Tarihi Enstitüsü'nün resmi bir toplantısındayım. Ankara'da yapılan bu toplantıya rahmetli Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel başkanlık ediyor. İnkılap Tarihi Enstitüsü'nün ayn bir binası yok; Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nin bir odasına sığınmış. O sırada hâlâ CHP'nin işgal etmekte olduğu, "İlk Meclis binasının iç bölümleri ve ilk eşyası ile birlikte restore edilip 'İnkılap Müzesi'ne dönüştürülmesi ve Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü'ne özgülenmesi" dileğini bu toplantıda açıkladığım zaman rahmetli Hasan Âli Yücel, yan ciddi yan şakacı bir sesle:
"- Oooo, o binayı partiden alıp İnkılap Enstitüsü'ne tahsis etmeye benim gücüm yetmez" dedi ve mesele öyle kaldı.
***
1949 yılının 23 Nisan'ı geldi.
Benim içimdeki sönmez arzu yine depreşti ve şöyle yazdım:
"O tarihi günü birçoklarımız hatta onun içinde çalışıp yükselenlerimiz bile unuttu. Onu, bahar çiçekleri gibi canlı, sevimli ilkokul çocuklarımız - 23 Nisan Çocuk Bayramı adı altında- kutluyor. Fakat bu çocuklar resmi nutuklarda bol bol övdüğümüz ve kendisiyle övündüğümüz Türk Devrimi'nin tarihsel beşiği olan İlk Büyük Millet Meclisi binasını, ilk biçimi ile görmekten yoksundurlar. Cumhuriyet bayramlarında yurdun her yanından Ankara'ya koşan, asker, sivil, izci, mektepli gençlere, 'İstiklalimizi ve bugünkü milli varlığımızı sağlayan Türk İnkılabı işte şu küçük salonda, şu mütevazı sıralarda oturan senin baban, amcan, deden, hocan tarafından başarıldı. Günü gelirse sen bundan daha fakir, daha az elverişli şartlar altında daha büyük işler başarabilirsin' diyemiyoruz ve onları yurdun dört bir yanına inkılâp ateşi ile ve nefse itimat imanı ile geri yollayamıyoruz. Avrupa'da milli tarihe ait her şey ilk şekli ile titizce saklanır. Biz, inkılâp beşiğini, yokluk içinde iradenin harikalar yarattığı ilk demokratik Meclis'in binasını ilk şekli ile yirmi dokuz yıl neden saklayamadık? Bu yazımızda herhangi bir siyasi tenkid veya tariz tevehhüm edilmesin! Bu satırlar, Türk milletindeki manevi hazineye ve Türk inkılabına can ve gönülden inanmış, hiçbir siyasi ihtirası olmayan, yalnız vicdanının ve idealinin çizdiği yolda yürüyen sayısız ve isimsiz Türk aydınlarından biri sıfatıyla yazılmıştır. Milli Hâkimiyet Bayramı'nın bu yirmi dokuzuncu yıl dönümünde bütün dileğim -ne kadar çok maddi fedakârlığa mal olursa olsun- İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi binasının, onun içinde bu vatanın kurtuluşu için çalışanlar henüz sağ ve iktidarda iken, ilk haline konulması, onların eliyle, bir 'İnkılap Müzesi' olarak Türk milletine armağan edilmesi ve otuzuncu Milli Hâkimiyet Bayramı'nda halka açılmasıdır. Bu, milli mücadele tarihine, milliyetçilik ve inkılapçılık idealine yapılacak çok önemli bir hizmet ve milli tarihimize güzel harflerle işlenecek mutlu bir icraat olur." (Cumhuriyet gazetesi 23 Nisan 1949)
Ne yazık ki benim bu dileğim o zaman yine ters karşılandı ve gerçekleştirilmedi.
1950 seçimlerinde iktidara gelen Demokrat Parti devrinde -1952 yılının 23 Nisanında- ise şöyle yazdım:
"CHP iktidarı o zaman bu içten dileğe aldırış bile etmedi ve İlk Meclis binası, otuzuncu Milli Hâkimiyet Bayramı'nda, yani 23 Nisan 1950'de yine CHP genel merkez binası olarak kaldı. CHP bu tarihten üç hafta soma 14 Mayıs 1950'de yapılan seçimlerde iktidardan düştü. Oysa CHP'nin kendi iktidarı sırasında bu binayı İnkılap Müzesi yapması bu partiye şeref kazandırırdı. Böyle olmadı. DP iktidarı, CHP'nin mallan hakkındaki kanunla bu partiyi, genel merkez olarak kullandığı (İlk Meclis) binasından çıkardı. CHP iktidarı biraz uzağı görseydi, bu bina meselesinde uğradığı hüsran yerine, memleket tarihine şerefli bir yaprak eklemiş olurdu. İnsan ihtirası bazen milli işlerde neden bu kadar miyop oluyor, bilmem. Bugün 32. Milli Hâkimiyet Bayramını kutluyoruz. Geçen yıl bu binanın İnkılap Müzesi haline konulması için bir kanun teklifi yapılmış. İnşallah dileklerimiz 33. yılda gerçekleşir. Yeniler birçok eski hadiselerden ibret almalı. Bu dünya kimseye kalmıyor." (Cumhuriyet gazetesi, 23 Nisan 1952)
Burada şu gerçeği dile getirmek gerekir ki, eski eşyalarını da onun içine taşıtmak suretiyle bu binayı eski durumuna getirip TBMM Müzesi yapmak DP iktidarına nasip oldu.
BÖLÜMLERİ:
İlk Meclis binasının bölümlerini, memurlar bölümünden anlatmaya başlayayım: Müdür ve memurların toplamı 23 Nisan 1920'de 30 kişi kadardı. Binanın kalem tarafına girilen dış kapısının merdivenlerinde, en önde Recep Bey olmak üzere, bütün Meclis memurları toplu olarak bir resim çektirmiştik. Ben dik, yakası kapalı olan okul üniforması taşıyordum. Başımda fes vardı. Yedek subaylıktan gelme toplu resimde tam benim önümde duran- bir arkadaş müstesna olmak üzere benden başka kravatsız memur yoktu. Resim çekilmeden önce hemen yakamın kopçasını ve ceketin üst iki düğmesini açarak sağ elimi göğsüme koydum, kendimce büyük adam pozu aldım. Herhalde o gün kravatlı olmayışımın yarattığı bir kompleks içindeydim. (1)
(1) Özel dosyamda bulunan bu resmi agrandisma yaptırıp büyük bir tablo boyutunda camlı çerçeve içinde armağan olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi Müzesi'ne sundum (1970).
Bütün memurlar -Başkâtip Recep Bey müstesna olmak üzere- önceleri bir tek odada otururduk. Birkaç ay soma memur kadrosu genişletildiğinde, iki odaya ayrıldık. Recep Bey'in odası bizim odanın karşısındaki küçük odaydı. Kendisi orada tek başına otururdu.
Bu odaların bulunduğu koridordan Meclis'in toplantı salonuna girilirdi. Bu salon, tablası kuzeye ve ayağı güneye bakan (T) biçiminde olup tabla kısmının iki yanında tahta merdivenlerle çıkılan ve ahşap direklere oturan dar ve uzun balkonlar biçiminde birer loca vardı. Bunlar, dinleyici localarıydı. Meclis toplantılarını, gazeteciler de buradan izlerdi. Toplantı salonunun geniş kısmının orta gerisinde, duvara yaslanmış birkaç basamakla çıkılan başkanlık kürsüsü ve hemen önünde biraz daha alçakta hitabet (konuşma) kürsüsü, onun önündeki yerde ise tutanak kâtiplerinin oturduğu sıra ve sandalyeler vardı.
Milletvekili sıralan, yer darlığı yüzünden, kürsünün hemen dibine yakın bir yerden başlayarak geriye ve yanlara doğru dizilmiş, aralarında ancak bir insanın geçebileceği dar geçitler bırakılmıştı. Söz alan milletvekilleri konuşma kürsüsüne, bu geçitlerden adeta sıyrılırcasına geçerek ulaşırlardı.
Toplantı salonunun, Ulus Meydanı tarafındaki koridorun iki yanındaki odalar, bizim kalemin bulunduğu bölümün benzeri idi; çünkü bina simetrik yapılmıştı. O tarafın büyük giriş kapısından Reis Paşa, Başkanlık Divanı üyeleri ve milletvekilleri işlerdi. Bu kapıdan girilince soldaki ilk oda Reis Paşa'nm odasıydı. Onun yanındaki oda encümen (komisyonlar) odası olarak kullanılırdı. Reis Paşa, önemli toplantıları da bu odada yapardı. Karşılarındaki küçük odalarda ise yaverler ve özel kalem bulunurdu. Bu küçük odalardan biri de mescit olarak kullanılırdı.
Binanın önünde, istasyona inen caddede yapılan geçit resimleri, bu yöndeki iki balkondan seyredilirdi.
Her Ankaralı ve Ankara'ya giden herkes bugün inkılap Müzesi olan bu binayı ulusal bir tapmak gibi ziyaret etmelidir ve kimi zaman çok büyük tarihsel işlerin böyle küçük ve gösterişsiz yerlerde başarıldığını görüp bunun üzerinde düşünmelidirler.
XII. İLKMECLİS'İN GECİKMELİ ANAYASASI
Yıl 1920.
Günlerden 18 Kasım Perşembe, saat 13.35. Türkiye Büyük Millet Meclisi 99. toplantısını yapıyor ve yine önemli günlerinden birini yaşıyor.
Başkanlık kürsüsüne, İkinci Reis Vekili Hasan Fehmi Bey çıkıyor. İç tüzük uyarınca bir önceki toplantının tutanak özeti okunup kabul edildikten, bazı yasa önerileri komisyonlara gönderildikten ve kimi milletvekillerinin izin istekleri karara bağlanıp Meclis'e gelen bazı telgraflar da okunduktan sonra Anayasa Özel Komisyonu'nun raportörü, Burdur Milletvekili Soysallıoğlu İsmail Suphi Bey'in konuşmasıyla Teşkilatı Esasiye Kanunu Layihasının (yani anayasa tasarısının) görüşülmesine geçiliyor. Bu görüşmeler Ulusal Kurtuluş Savaşımın bütün cephelerde hürün kanlılığı ile sürüp gittiği bir dönemde -bir kısmı gizli oturumlarda olmak üzere- tam iki ay sürecektir.
Birinci maddesinde "Hâkimiyet bila kayd-ü şart milletindir. İdare usulü, halkın mukadderatım bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir" diye başlayan 85 sayılı Teşkilatı Esasiye Kanunu, Meclis'in ancak 20 Ocak 1921 tarihli 135. toplantısının ikinci oturumunda kabul edilecektir. Böylece 23 madde ile bir geçici maddeden oluşan bu 85 sayılı anayasa, Meclis'ten tam iki ayda çıkabilmiştir. Bu iki aya ait Tutanak Dergileri'nin 4, 5, 6 ve 7. ciltlerinde yalnız anayasanın görüşülmesine ilişkin sayfaların toplamı 242'dir. Ayrıca gizli oturumlarda da çok uzun görüşmeler yapılmıştır.
Bütün cephelerde amansız bir savaşın sürdürüldüğü bir sırada anayasa üzerindeki görüşmelerin bu kadar çetin olması ve uzun sürmesi, bir kısım mebusların, İstanbul'da bulunan padişah hükümeti ve Osmanlı Anayasası karşısında böyle bir anayasayı kabul etmemek konusundaki direnişlerinden ileri gelmiştir. Onların düşüncesine göre Büyük Millet Meclisi geçicidir; Osmanlı Kanunu Esasisi zaten varchr. Geçici Meclis'in usulleri ise Nisabi Müzakere Kanunu ile belirtilmiştir. Şu halde yeni bir anayasaya gereklilik yoktur.
Bu direniş iki ayda yenildi ve ilk anayasa yukarıda belirtildiği gibi 20 Ocak 1921'de kabul edildi. Aslında bu yasanın hazırlanıp olgunlaşması ve Meclis'çe kabulü çok daha uzunlara bağlanıp Meclis'e gelen bazı telgraflar da okunduktan sonra Anayasa Özel Komisyonu'nun raportörü, Burdur Milletvekili Soysallıoğlu İsmail Suphi Bey'in konuşmasıyla Teşkilatı Esasiye Kanunu Layihası'nın (yani anayasa tasarısının) görüşülmesine geçiliyor. Bu görüşmeler Ulusal Kurtuluş Savaşımın bütün cephelerde bütün kanlılığı ile sürüp gittiği bir dönemde -bir kısmı gizli oturumlarda olmak üzere- tam iki ay sürecektir.
Birinci maddesinde "Hâkimiyet bila kayd-ü şart milletindir. İdare usulü, halkın mukadderatım bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir" diye başlayan 85 sayılı Teşkilatı Esasiye Kanunu, Meclis'in ancak 20 Ocak 1921 tarihli 135. toplantısının ikinci oturumunda kabul edilecektir. Böylece 23 madde ile bir geçici maddeden oluşan bu 85 sayılı anayasa, Meclis'ten tam iki ayda çıkabilmiştir. Bu iki aya ait Tutanak Dergileri'nin 4, 5, 6 ve 7. ciltlerinde yalnız anayasanın görüşülmesine ilişkin sayfaların toplamı 242'dir. Ayrıca gizli oturumlarda da çok uzun görüşmeler yapılmıştır.
Bütün cephelerde amansız bir savaşın sürdürüldüğü bir şuada anayasa üzerindeki görüşmelerin bu kadar çetin olması ve uzun sürmesi, bir kısım mebusların, İstanbul'da bulunan padişah hükümeti ve Osmanlı Anayasası karşısında böyle bir anayasayı kabul etmemek konusundaki direnişlerinden ileri gelmiştir. Onların düşüncesine göre Büyük Millet Meclisi geçicidir; Osmanlı Kanunu Esasisi zaten vardır. Geçici Meclis'in usulleri ise Nisabi Müzakere Kanunu ile belirtilmiştir. Şu halde yeni bir anayasaya gereklilik yoktur.
Bu direniş iki ayda yenildi ve ilk anayasa yukarıda belirtildiği gibi 20 Ocak 1921'de kabul edildi. Aslında bu yasanın hazırlanıp olgunlaşması ve Meclis'çe kabulü çok daha uzun bir süre aldı. Sözünü ettiğim iki ay sadece yasanın görüşülmesiyle ilgilidir. Şimdi bunun evrelerini anlatayım:
Birinci evre:
18 Eylül 1920 günü Meclis'in 67. toplantısının üçüncü oturumunda bu oturumu yöneten ikinci Reis Vekili Konya Mebusu Vehbi Efendi "Hükümetin beyannamesi var, okunacak" dedikten sonra kâtip Bursa Milletvekili Muhittin Baha (Pars) Bey önce şu yazıyı okuyor:
"Büyük Millet Meclisi Başkanlığına: .
Bakanlar Kurulumun siyasal, sosyal, idari ve askeri görüşlerini özetleyen ve idari teşkilat konusundaki kararlarını kapsayan programı Büyük Millet Meclisime sunuyorum. Bu ilkelere dayanılarak hazırlanması gereken yasa taşanlarının dahi yakında sunulmak üzere olduğu bildirilir. Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal."
Görülüyor ki, aynı zamanda hükümet başkam olan Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa beyanname (bildiri) adı altında kendi görüşlerini Meclis'e sunmak arzusundadır. Bu bildirinin ikinci maddesi, günümüzün Türkçesiyle şöyledir:
"Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, hayat ve bağımsızlığını kurtarmayı biricik amaç ve erek bildiği, halkı emperyalizm ve kapitalizmin tahakküm ve zulmünden kurtararak yönetim ve hâkimiyetin gerçek sahibi kılmakla amacına erişeceği kanısındadır."
Altıncı madde de şöyledir:
"Egemenlik bağılsız, koşulsuz ulusundur. Yönetim halkın kendi yazgısını doğrudan doğruya ve eylemli olarak kendisinin yönetmesi ilkesine dayanır." (Bu madde, somadan ilk anayasanın birinci maddesi olacaktır)
13 Eylül 1920 tarihini taşıyan ve otuz bir maddeden oluşan programın tümünü buraya aktarmaya olanak yoktur. Bunların hepsi okunup bittikten soma Başkan ve onun ardından Lütfü Bey (Malatya), bunun önce Anayasa Komisyonuna gönderilmesini öneriyorlar. "Beyanname" veya "program" adı altında Meclis'e sunulan bu belenin ardındaki gerçek amacı sezen mukaddesatçı ve hilafetçi Ali Şükrü Bey (Trabzon) hemen atılıyor ve "Bu, kanun değildir. Rica ederim" diyor. Yani, "Bu bir programdır, yasa önerisi değildir, yasalaşamaz" demek istiyor.
Maliye Vekili Ferit Bey (İstanbul) söz alarak:
"Tabii bu kanun değildir. Bu kadar uzun bir kanun olamaz. Çünkü içinde teşkilata, anayasal hukuka ilişkin bölümler vardır. (...) Bunlardan her birinin başlı başına ayrıntılı bir yasa olması gerekir. Gerekli yasaları da her bakanlık özellikle hazırlamaktadır... Bu, hükümetin siyasal programı niteliğindedir."
Ali Şükrü (Trabzon) bu programın görüşme rayına oturmasını engellemek için hiç ilgisi olmayan şu sözleri söylüyor:
"...Bu, yasa tasarısı değildir ki komisyona gönderelim... Hiçbir şey söylemeyelim, kapansın gitsin bu mesele... Bugün düşüncemiz ve biricik görevimiz memleketi kurtarmaktır ve bunun için cephede gerekli savunmayı yapacak ve memleketi kurtaracak bir ordumuz vardır... Fakat askerimiz kaçıyor. 1908 ihtilalinde bir ilke, bir amaç olarak denildi ki: Vatan bizim canımızdır. Vatanı savunacağız. Bunu bizim düşünce bakımından yükselmemiş, aydınlanmamış vatan sözcüğünün anlamını değil, kendisini bilmeyen halka bir amaç olmak üzere vermek istedik. Zavallı Mehmetçik yolda gelirken 'Vatan bizim canımız' diye şarkı okudu. Fakat bunu hiç anlamıyordu... Ben Bolşevizm akımına karşı değilim. Fakat eskiden yaptığımız gibi bugünkü dünyanın geçirmekte olduğu büyük devrimden etkilenmeyeceğiz diye kimse konuşamaz. Yönetimimizde değişiklik olacak, fakat bunu eskiden yaptığımız gibi, yine taklit ederek Rusların yaptığına yahut Almanların yaptığına bakarak yapacak olursak, memlekete ikinci bir bozgunculuk sokacağız. Biliyorum ki, Bolşeviklerin yöneldikleri erek, insancıldı ve izledikleri amaç bizce bilinmektedir. Fakat zaten bizim din kurallarımız bunu emretmektedir... Bu bakımdan eğer memleketimizin yönetiminde yenilik yapılmak isteniyorsa, uzmanlar toplansın; halkın zaten alışık olduğu, hiç değilse ruhça bağlı bulunduğu bir ilke halka aşılansın ve bu ilke uyarınca bir yenilik yapılsın ki direnme görmesin. Şimdiye değin halktan her zaman direnme görülmüştür. Çünkü halkın ruhu ve bağlı bulunduğu mukaddesatı göz önüne alınmamıştır."
Maliye Vekili Ferit (Tek) Bey: "Yok efendim, bu Bolşevik programı değildir" diye şiddetli bir çıkış yapıyor. Buna karşı Ali Şükrü: "Rica ederim, ben bugün mevcut cereyan söylüyorum" diyor.
Başkan: "Eğer bu bir programsa, burada tartışılacak ve eleştirilecek; yok yasa ise ilgili komisyona gönderilecek."
Ali Şükrü: "...Kanun değildir, program değildir, çünkü hiçbir şey değildir. O halde hiçbir şey söylemeyelim."
Dr. Tevfik Rüştü (Aras) (Menteşe-Muğla): "Görüşme yöntemi için müsaade buyurun, bir sözü arzedeyim... Bu bir programdır ki konulacak bütün yasaların temeli bu programa göre olacaktır. Böyle bir program hükümetin değil Meclis'in olur. Bu nedenle önce bir özel komisyon kurar orada inceleriz, ondan soma gelir."
Bu kısa konuşmadan sonra çeşitli önergeler veriliyor. Bunlar üzerinde konuşuluyor ve en sonunda bu programın komisyona gönderilmesi ve bu iş için Meclis'in her komisyondan üçer üye seçilerek bunlardan oluşan özel bir komisyon kurulması ve programın orada incelendikten soma yeniden Meclis Genel Kuruluma gönderilmesi kabul ediliyor.
İkinci Evre:
Bu komisyon kuruluyor, başkanlığına Yunus Nadi (İzmir), raportörlüğüne de İsmail Suphi Soysallı (Burdur) seçiliyor ve program 18 Eylül 1920 tarihinde Meclis'in 67. toplantısında özel komisyona gönderiliyor. Görüşmeler gizli oturumlarda da sürüp gidiyor. Bu oturumlarda kimi milletvekilleri dönüp dolaşıp sözü hilafet ve saltanat konusuna getiriyorlar. Bunun üzerine 25 Eylül 1920 tarihli gizli oturumda söz alan Mustafa Kemal Paşa konuşmaları sırasında şunları söylüyor:
"İkide birde Meclisi Âlinizin bu mesele üzerinde müzakere ve münakaşa açması caiz değildir kanaatindeyim. Bugün, bu makamı işgal eden zat bu millet ve memleket için hain bir adamdır (alkışlar). Müsaade buyurunuz beyim, hain bir adamdır (alkışlar ve bravo sedaları). Meclisi Âlinizde şimdiye kadar pek büyük ve cidden tarihi cür'etler gördük. Maatteessüf şimdi makamı hilafet ve saltanatı işgal eden zat, bu millet için hain bir adamdır. İspat ettiniz ve bu milletin bütün mukadderatına bütün manasıyla vaziülyed (el koymuş) olduğunuzu ispat ettiniz (...) Halife ve padişah sıfatını takınmış olan kimsenin bu milleti iğfal, ifsad etmek için bizzat iştigal eylediği birtakım teşkilatı mefsedetkârâne (bozguncu örgütler) vardır (...) Esir olan adam padişah olamaz. Hainane hareket ediyor. Binaenaleyh bu mesele ile iştigal caiz değildir."
Mustafa Kemal Paşa hilafet ve saltanat makamına karşı konuşmamış, dahası, bu makamın gerekliliğini vurgulamış, ancak orada oturan Padişah ve Halife Vahdettin'in İngilizlerle işbirliği yaptığını düşünerek onu hainlikle suçlamıştır. Altı ay önce Meclis'in ilk açıldığı gün de Vahdettin'in hainliğini biliyordu, ama söyleyemezdi. O tarihten soma geçen olaylar padişahın tutumunu milletvekilleri gözünde de az çok, açık seçik bir duruma getirdiği için bu tonda konuşa bilmiştir.
Komisyona gönderildiğini yukarıda belirttiğimiz program, tam iki ay sonra, 18 Kasım 1920 tarihinde, Meclis'in 99. toplantısında özel komisyon raporu ile birlikte yeniden Meclis gündemine girdi ve komisyonda "Teşkilatı Esasiye Kanun Lâyihası" (anayasa tasarısı) adı ile daha önce belirtildiği gibi iki ay süren çetin tartışmalardan soma Meclis'in 20 Ocak 1921 tarihli 135. toplantısında kabul edilerek kanunlaştı. 85 sayılı ilk anayasa budur. (*)
(*) Bu anayasa, yukarıda belirtildiği gibi, Meclis'in gerek açık oturumlarında, gerek gizli oturumlarda çok uzun tartışmalara neden olmuştur. Bu konuda bilgi edinmek için Meclis Tutanak Dergileri'nin sayılarını aşağıya yazıyorum: TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 1, cilt 4, s. 214-223; cilt 5 s. 291-292, s. 416-429, s. 448-453, cilt 6, s. 141-188, s. 295-305, s. 389-408, s. 414-438, s. 520-525, s. 558-583, cilt 7, s. 302-324, s. 353-382, s. 390-416. Ayrıca TBMM Gizli Celse Zabıtları, cilt I, s. 130-140- özellikle Atatürk'ün Padişah Vahdettin'i "hainlikle" suçladığı sözler için, s. 135-138.
Bu ilk anayasa 23 madde ve 1 ek maddeden oluşmaktadır. Büyük Millet Meclisi ile ilgili ilk 9 maddesi günümüzün diliyle şöyledir:
Madde 1- Egemenlik bağılsız, koşulsuz ulusundur. Yönetim biçimi halkın kendi yazgısını doğrudan doğruya ve eylemli olarak kendisinin yönetmesi temeline dayalıdır.
Madde 2- Yürütme erki ve yasama yetkisi ulusun tek ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi'nde belirir ve toplanır.
Madde 3- Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi'nce yönetilir ve hükümeti "Büyük Millet Meclisi Hükümeti" adını taşır.
Madde 4- Büyük Millet Meclisi iller halkından seçilen üyelerden oluşmuştur.
Madde 5- Büyük Millet Meclisinin seçimi iki yılda bir yapılır. Seçilen üyelerin üyelik süresi iki yıl olup yeniden seçilmeleri caizdir. Eski Meclis somaki Meclis'in toplanmasına değin görevini sürdürür. Yeni seçimler yapılmasına olanak bulunmazsa toplantı dönemi yalnız bir yıl uzatılabilir. Büyük Millet Meclisi üyelerinin her biri kendisini seçmiş olan ilin özel vekili olmayıp bütün ulusun vekilidir.
Madde 6- Büyük Millet Meclisi'nin Genel Kurulu kasım başında davetsiz toplanır.
Madde 7- Şeriat kurallarının yerine getirilmesi, bütün yasaların konulması, değiştirilmesi, kaldırılması, antlaşma ve barış yapılması, vatanın savunulması için savaş ilanı gibi temel hak ve yetkiler Büyük Millet Meclisi'nindir. Kanunların ve tüzüklerin düzenlenmesinde halkın işlemlerine ve gereksinimlerine en uygun fıkıh ve hukuk kuralları ile saygı ve davranışlar temel olarak alınır. Bakanlar Kurulu'nun görev ve sorumluluğu özel yasa ile belirlenir.
Madde 8- Büyük Millet Meclisi, hükümetinin bölünmüş olduğu daireleri özel yasa uyarınca kendisince seçilen bakanlar aracılığıyla yönetir. Meclis, yürütmeye ilişkin konularda bakanlara yön verir ve gerektiğinde onları değiştirir.
Madde 9- Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu'nca seçilen başkan, bir seçim dönemi içinde Büyük Millet Meclisi'nin başkanıdır. Bu kimlikle Meclis adına imza koymaya ve Bakanlar Kurulu kararlarını onaylamaya yetkilidir. Bakanlar Kurulu (üyeleri) içlerinden birini kendilerine başkan seçerler. Ancak, Büyük Millet Meclisi Başkanı Bakanlar Kurulu'nun da doğal başkanıdır.
Bu dokuz maddeden sonra geri kalan 14 madde, yönetime, il, ilçe ve bucaklara, genel müfettişlik konusuna ilişkin kuralları; ek madde ise bu yasanın uygulanmasına ilişkin düzenlemeleri içerir. Bu ek madde yasanın ayrıca 4,5 ve 6. maddelerinin ancak yurdun düşmandan kurtarılmasından soma Büyük Millet Meclisi üye tam sayısının üçte iki çoğunlukla karar verilmesi üzerine yeni seçimlerden başlayarak uygulanacağı kuralını koymuştur.
XIII. İLK MECLİSTE'GEÇEN, BİR KISMINA TANIK OLDUĞUM İLGİNÇ OLAYLAR (*)
(*) ilginç olayların bir kısmı da TBMM Zabıt Ceridesi'nde ve 1980'de yayımlanan TBMM Gizli Celse Zabıtları'ndan alınmıştır.
Burada anlatacaklarım, objektif ve bilimsel yöntemle taranmış, siyasal ve sosyal yönden ilginç olarak değerlendirilmiş olaylar olmayıp, bu genç gözüyle benim ilginç bulduğum ve unutamadığım olaylardır.
1920'de Meclis'e ilk kez memur olarak girdiğimde hemen dikkatimi çeken durum, milletvekillerinin kılık, kıyafet, yaş, kafa yapısı ve görgülerinin başka başka ve çok değişik oluşuydu. Beyaz sarıklı, ak sakallı, cüppeli, eli tespihli hocalarla pırıl pırıl üniformalı genç subaylar; yazma veya şal sarıklı beyleri; külâhlı ağalar ve kavuklu çelebiler Avrupa üniversitelerinden yeni dönmüş, Batı kültürüyle yetişmiş, nokta bıyıklı, Kuvayı Milliye kalpaklı gençler, Meclis sıralarında yan yana oturuyorlardı. Bilgileri ve yetişme ortamları çok değişik olan bu insanlar bir tek amaç doğrultusunda birleşmişlerdi:
Vatanı kurtarmak.
Bu birleşmeyi sağlayan kişi de Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa idi.
Benim için başlangıçtaki en ilginç olay, Meclis'in açıldığının ikinci günü, Mustafa Kemal Paşa'nın, Milli Mücadele'nin nasıl başladığı konusunda bilgi veren ve akşama kadar süren konuşması ve bunun sonunda Meclis'e kendisinin okuduğu bir önerge olmuştu.
"îera, Teşri, İslamda İttifakı Cumhur" gibi sözleri içeren, çok ağdalı Osmanlıca ile yazılmış bu önergeyi dinlerken o zaman pek bir şey anlamamıştım. Özet olarak anladığım şuydu: Mustafa Kemal Paşa bütün devlet işlerine bu Meclis'in el koymasını ve bir hükümet kurulmasını istiyordu. Kimi milletvekilleri ise buna yanaşmıyorlardı.
Büyük Millet Meclisi halinde toplandıktan sonra, bundan niçin kaçındıklarını bir türlü anlayamamıştım. Bizim müdür yardımcısı Tevfik Bey'e sorduğumda: "Kolay değil. Bu, padişaha ve İstanbul'daki hükümete karşı bir isyan mahiyetindedir. Bu iş yürümezse hepimiz asılırız" demişti.
İşte benim küçücük görevimin bile o günlerde ne kadar önemli olduğunu o vakit çok iyi anlamış ve doğrusu bundan gurur duymuştum.
1- Dr. Rıza Nur Bey Olayı:
İlk Meclis'in açılışından on gün sonra 3 Mayıs 1920 günü, her bakanın ayrı ayrı seçilmesi yoluyla ilk ulusal kabine kurulmuştu. O zaman kabineye dahil olan Genelkurmay Başkanlığı için yapılan seçimde 130 üyeden 129'unun oyunu Edirne Milletvekili Albay İsmet (İnönü) almıştı. Milli Eğitim Bakanlığı için yapılan seçimde de Hamdullah Suphi'ye (Tanrıöver) 65, Dr. Rıza Nur'a ise 45 oy çıkmıştı. Böylece İsmet İnönü'ye en çok, Dr. Rıza Nur'a ise en az oy çıkmış bulunuyordu. Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ve Rıza Nur Beyler salt çoğunluğu sağlayamadıkları için 6 Mayıs 1920 Cuma günkü toplantıda yeni bir seçim yapılması gerekti. Hamdullah Suphi, Başkanlığa verdiği bir yazıyla adaylıktan çekildiğini bildirdi. Tek aday olan Rıza Nur Bey yeni seçimde 128 oydan 60 oy alabildi. Bu zat, her zaman gergin yüzlü, çok az gülen, sert yaradılışlı bir kişi olarak tanınırdı. Kendisini yöresine saydırmak isteyen, mağrur denebilecek bir tutumu vardı. Kürsüye çıktığında özenli pozlarla etkili konuşmalar yapardı. Milli Eğitim Bakanlığı için ilk oylamada 45, ikinci oylamada ise 60 oy verilmesini kendine yediremedi. Böyle çok az bir oyla önemli bir görevi kabul edemeyeceğini başkanlığa bildirip çekildi. Buna karşılık Meclis üyeleri, "başka adaylar da bulunduğu için oyların dağıldığını, son oylamada kendisinin salt çoğunluğu sağladığım" ileri sürdüler. Konuşmaların ayrıntılarına girmeyeceğim. Başka aday dedikleri ilk oylamada Rıza Nur'dan daha çok oy almış, ancak salt çoğunluğu sağlayamamış olan Hamdullah Suphi idi. Hamdullah Suphi kürsüye çıkıp durumu açıklayıcı nitelikte bir konuşma yaparak kendisinin zaten adaylıktan çekilmiş olduğunu bildirdi ve şöyle dedi: "Bu durum, benim çekildiğimin yeterince göz önüne alınmamasından doğan bir zaaf olabilir. Ben diyorum ki, ülkemizde siyasal yaşam içinde gerçekten iyi ün kazanmış, yurtseverliğini kanıtlamış olan sayın arkadaşımızın (yani Rıza Nur'un) adı etrafında yeniden yaptığımız bu tartışma sonunda yüce Meclisinize düşen bir görev vardır. Kendisine büyük çoğunlukla güven bildirmektir." Bu öneri Başkan tarafından oya sunuldu ve kabul edildi. Bunun üzerine, Rıza Nur kürsüye gelerek: "Bendenize iş görmek için yüce Meclis'in büyük, geniş bir güveni olması gerekiyordu. Başka türlü iş görmek olanaklı değildi. Madem ki yüce Meclis bu çoğunluğu gösteriyor, pekiyi, kabul ediyorum" deyip Milli Eğitim Bakanlığı görevini kabul etti. Yeniden oylama yapılmadı. Başından sonuna kadar dikkatle dinlediğim bu konuşmalar 6 Mayıs 1920 Cuma günkü toplantıda, yani Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ilk açılışından on beş gün sonra oluyordu. îlk kabine son üyesinin seçiminin de kesinleşmesiyle bu tarih de tamamlandı (*).
(*) Bu anlattıklarım TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 1, Cilt I. s. 202 ve s. 217'de de yer almıştır.
2) İlk Günlerde Din Tartışması:
İlk Meclis'te, o zaman "encümen" denilen Meclis komisyonlarının sayısı ve oluşumu saptanırken konu okullardaki öğretim sorununa geldi. 26 Nisan 1920 tarihli dördüncü toplantıda (yani Meclis'in açıldığının dördüncü günü) Kırşehir Milletvekili Hoca Müfit Efendi okullarda ders izlencelerinin Şeriyye Komisyonu'nca denetlenmesi gerektiğini uzun uzadıya savundu. Meclis'teki beyaz sarıklı milletvekilleri kendisini desteklediler. Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey ise bu görüşe karşı çıkarak, "Efendim biz burada ders programlan yapmak için toplanmadık" dediyse de tartışmalar sürdü. Sivas Milletvekili Hoca Mustafa Taki Efendi Meclis Başkanlığı'na şu önergeyi verdi. Günümüzün Türkçesine çevirerek buraya alıyorum:
"Şeriat ve evkaf işleri ile Adliye ve Milli Eğitim Bakanlıkları görevlerinin birbiriyle tam bir ilişkisi vardır; okulların ve medreselerin programlan bakımından bu devlet daireleri birbirine zorunlu olarak bağlıdır; bu nedenle şeriat, evkaf, adliye ve milli eğitim konularının yalnız bir tek komisyona verilmesi işleri çoğalta-cağından Şeriyye Komisyonu üye sayısının çoğaltılmasına karar verilmesini öneririm."
Antalya Milletvekili Hamdullah Suphi Bey bu öneriye şiddetle karşı çıkarak, fizik, kimya, tarım gibi derslerin din ile, Şeriyye Komisyonu ile ilgili olmadığım, bu komisyonun görevinin yalnız din işleriyle sınırlı ve bağımlı olduğunu belirtti.
Mustafa Taki Efendi, önerisini savunmak için: "Efendim, şimdiye değin bizi ilerlemekten yoksun bırakan etkenlerden başlıcası din ile dünyanın ayrı düşünülmesi görüşüdür. (...) Biz din ile dünyayı ayırırsak geri kalırız" dedikten soma, milli eğitim, adliye, evkaf, şeriyye komisyonları yerine bunların birleştirilip bir tek komisyon kurulması önerisini, yani açıkçası milli eğitim ve adliyenin tümüyle Şeriyye Komisyonu'na bağlanmasını yeniden ileri sürdü. Bunun kabulü okulların ve adalet mahkemelerinin kaldırılması, böylece bütün öğrencilerin medreselerde eğitim görmesi, bütün davaların da şeriyye mahkemelerinde görülmesi demekti. Böyle bir durum ise Türkiye'yi Meşrutiyet'ten, dahası Tanzimat'tan da geriye götürmek olurdu. Düşman, vatanın bağrına doğru ilerlerken Meclis'teki hoca milletvekillerinin daha dördüncü toplantıda bu işlerle uğraşması, Bizans'm, düşmeden önceki son günlerinde kiliselerde "meleklerin erkek ya da dişi mi oldukları" konusundaki tartışmaları ve mezhep kavgalarını anımsatıyordu.
Tokat Milletvekili Nâzım Bey kürsüye gelerek, "Efendim, biz buraya memleket felaket içinde diye koştuk, geldik. Bizim en büyük görevimiz bu felaketin önüne geçmektir ve bu olmak gerekir. Öteden beri ülkede var olan bir din ve dünya sorununu buraya koymakla iyi bir iş yapmıyoruz. Onun için rica ederim bütün fikrimiz yurdun savunması noktasında yoğunlaşmalıdır" dedi ve çok alkışlandı. Meclis çoğunluğu bu konuşmayı onayladı; hocalar daha ileriye gidemediler (*).
(*) TBMM Zabıt Ceridesi I, cilt 1, s. 74.
3) Padişaha Gönderilen Yazı:
Düşman boş durmuyor, Meclis'in kuruluşunu boyuna Osmanlıların sultanı ve bütün Müslümanların halifesi olan padişaha karşı bir isyan niteliğinde göstererek Meclis'in asıl amacını, yani ulusça kurtulma ve bağımsız bir Türkiye olarak yaşama amacını örtmek, hiç değilse gölgelemek istiyor, her yoldan yararlanarak gizli kışkırtmalarını sürdürüyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 26 Nisan Pazartesi günkü toplantısının saat 19.00'daki dördüncü oturumunda İzmit Milletvekili Sim Bey bu durumu açıklayan şu konuşmayı yaparak halifeye bir bağlılık telgrafı çekilmesini önerdi:
"Arkadaşlarım! Meclisimizin kurulduğu dakikadan başlayarak her vesile ile şanlı halifemiz hakkındaki bağlılığımızın güçlendirilmesine çalışmakta olduğumuz, verdiğimiz kararlarla, söylediğimiz sözlerle kanıtlanmıştır. Bunu kuşkuya düşürecek bir zerrenin bile bizden çıkmadığında şüphe yoktur. Çünkü amacımız, halifemizi tutsaklıktan kurtarmaktır. Fakat hiç kuşkum yoktur ki düşmanlarımız bizim buradaki toplantımızın erek ve amacını elbette ve elbette padişahımız efendimiz hazretlerine ters yönde yansıtacaktır. Bunda kuşku duymayalım. Biz toplanmamızın gerçek nedenini, kendilerine olan sarsılmaz saygımızı ve kulluk bağlantımızı, şahane ülkelerini yabancıların zulmünden kurtarma konusundaki kutsal savaşımızın niteliğini kendilerine, ayaklarının toprağına (yüksek katlarına) en içten duygularla sunup bildirelim ve diyelim ki, biz senin kullarınız; amacımız, şahane kişiliğinizin yabancılar elinde tutsak bulunmasından doğan üzüntümüz gereği olarak sizi kurtarıncaya değin çalışacağız. Bütün çalışmalarımızı yalnız yüksek padişahlığımız uğruna adamışız, başka dileğimiz yoktur. Sizi ve bizi sevmeyenlerin, padişahla uyrukları arasına fesat sokmakta olan rezillerin amacı, elbette bizim en haklı davranışlarımızı size ters göstermektedir. Onun için başkanlık divanı, padişahlık katma bir telgraf çeksin!" (*)
(*) TBMM Zabıt Ceridesi, Devre I, elit 1, s. 85.
Bunun üzerine "Ne yolla göndereceğiz?" diye sesler yükselmiş, buna karşılık olarak Sırı Bey de:
"Olanak bulunan araçlarla yapalım, olanağı bulunan araçlara başvuralım. Düşmanlarımız hiç olmazsa bundan üzülürler. Hiç değilse düşmanlarımızda üzüntü yaratalım" diye safça, hatta çocukça bir yanıt vermişti. Bizim kanımıza göre Sırrı Bey'in padişahlığa karşı bu aşın bağlılık gösterisinde içtenlik yoktu. Bundan başka, bu konuşmada bağımsızlıktan, vatanın kurtuluşundan da hiç söz açılmayarak, yalnız padişahın kurtulmasından söz edilmişti. Bununla birlikte, propagandaya çok önem veren Meclis, öneriyi "kabul, muvafık" sesleriyle uygun gördü. Bu öneri uyarınca padişaha gönderilmek üzere Başkanlık Divanı'nca hazırlanan ve 27 Nisan 1336 (1920) tarihini taşıyan yazı, 28 Nisan toplantısının ikinci oturumunda, yine Antalya Milletvekili Hamdullah Suphi Bey tarafından çok güzel ve etkili bir biçimde okundu. Bunun Başkanlık Divanı'nca hazırlandığı söylenmiş ise de Meclis'in, Türk halkına ilk bildirisi gibi, Hamdullah Suphi Bey tarafından kaleme alındığı ve Atatürk'ün yönettiği Başkanlık Divanı'nca gözden geçirildiği ve daha ilk cümlesine "ulusal bağımsızlık" ilkesinin eklendiği kesin bir gerçektir.
29 Nisan Salı günü, öğleye doğru Başkâtip Recep Bey beni çağırtarak iki sayfalık bir müsvedde uzattı. "Bu yazı padişaha gönderilecektir, çok dikkatle temize çek" dedi; bir de bizim büroda bulunmayan türden, kalınca ve parlak bir boş kâğıt verdi. O zamanlar iyi cins kâğıt sıkıntısı çekerdik. Büroya döndüm. Öğle tatiline az vakit vardı. Bunu rahat yazmak üzere masamın gözüne koydum. Herkes yemeğe çıkınca önce müsveddeyi okudum. Yazı Recep Bey'in el yazısı değildi. Bunun Antalya Mebusu Hamdullah Suphi Bey tarafından Meclis kürsüsünden okunan yazı olduğunu anladım. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kararıyla padişaha gönderilmek için temize çekilmek üzere Recep Bey'in bana verdiği yazı buydu.
Büyük Millet Meclisi ve Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa kim, Osmanlı devletinin padişahı Vahdettin kim ve ben "Ankara Lisesi on birinci sınıf öğrencilerinden 787 numaralı Mustafa Hıfzı Efendi" (Bu, benim okul künyemdi) kim, diye düşündüm bir süre...
Çok heyecanlanmıştım. Son haddini bulan yürek çarpıntılarım biraz yatıştıktan sonra, müsveddeyi temize çekmeye başladım. Yazıyı kâğıdın ön yüzü almadığından, arka yüzüne geçerek tamamladım.
Başkâtip Recep Bey çoğu kez yemeğini odasında yer, dışarıya gitse de bütün memurlardan erken dönerdi. Ben yazıyı bitirdiğim zaman o dönmüştü. Müsveddeyi ve temizini götürdüm. Görür görmez: "Olmamış; arkasına yazmayacaktın" dedi. Ben "Başka kâğıt yoktu" demek için daha ağzımı açmadan, "Bir kâğıda sığmadı diyeceksin; beklerdin ve benden bir kâğıt daha isterdin" diye ekledi. Temize çektiğim kâğıdın arkasına kalın kırmızı kalemle "Bu gibi mühim şeyler kâğıdın arka sahifesine yazılmaz" cümlesini yazdı. "Arabî ve Rumî tarih" kelimelerini de tarih konacak yere ekledi. En eski yazım kuralına göre, "ordu" kelimesi, baştaki "eliften soma "vav"sız yazılırdı. Fakat yeni imlada "vav"la yazılıyordu. Ben yeni imla ile yazmıştım. Bunu düzeltti. Başlık olarak da en yukarıya mürekkepli kalemle "Rikâb-ı Refii Hazreti Hümayuna" (yani padişah hazretlerinin yüce katma) sözcüklerini yazdı (Düzeltilmiş olan bu belgenin fotokopisi aşağıdadır) ve bana iki temiz kâğıt vererek: "Haydi bakalım, bunu yeniden yaz getir" dedi. Bu sert davranıştan üzüldüğümü sezmiş olacak ki gönlümü almak için arkamdan "Aslında senin kabahatin yok. Yazıyı da düzgün ve güzel yazmışsın. Yenisini iki sahife halinde daha güzel yazarsın" diye ekledi.
Yazıyı ikinci kez temize çekip müsveddesiyle birlikte götürürken, düzeltme gören iki yazıyı götürmedim, o da unuttu ve sormadı. İkinci yazıyı okuyunca "Aferin, güzel olmuş" dedi. Aşağıda klişesi görülen eski Türkçe yazı, benim yazdığım düzeltme gören yazının fotokopisidir. Aslı, tarafımdan armağan olarak TBMM Müzesi'ne sunulmuştur.
Bugünkü Türkçeye çevirerek aşağıya aktardığım ve bu yazıdaki "Kendi hükumetimizin idaresi altında mutsuz ve fakir yaşamak, yabancı tutsaklığı pahasına elde edeceğimiz huzur ve mutluluktan bin kat yeğdir" cümlesi, ilk açılış konuşması ile, "istiklali tam" ilkesine oturmuş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin o çok umutsuz görünen dönemdeki tam bağımsızlık inancının ne kertede büyük ve güçlü olduğunu gösterir. Yazı şöyledir (*):
(*) Bu yazı, Büyük Millet Meclisi'nin 28 Nisan 1920 günkü toplantısında okunmuştu. (TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: I, cilt: 1, s. 123-124.)
Halife Hazretleri'nin yüce katına
Halife ve pek kutsal Hakanımız efendimiz:
İstanbul'un işgali ve bunu izleyen çok acıklı olaylar üzerine durumu inceledik ve yüce saltanatınızın haklarını ve "ulusal bağımsızlığımızı" savunmak ve sağlamak amacıyla bu kez Ankara'da Büyük Millet Meclisi halinde toplandık. Anadolu'nun düşman salgın altında olmayan her köşesinden gelen ve ulusça olağanüstü yetki ile görevlendirilen milletvekilleri, oybirliğiyle aldıkları bir kararla yüksek katınıza bazı gerçekleri arz etmeyi kendileri için bir bağlılık ve kulluk borcu bildiler.
Padişahımız;
Yüce kişiliğinizce bilindiği gibi sultanlık soyunuzun kutsal ve saygıdeğer atası olan Sultan Osman, ulusal tarihimizin mutlu ve uğurlu bir gecesinde, anısı kuşaklardan kuşaklara geçen bir düş görmüştü. O düşün üç kıta üzerine gövdesini salan ve altında yüz milyonluk bir âlem barındıran kutsal ağacından artık bütün dallar kesilmiş ve ortada yalnız koca bir gövde kalmıştır. O gövde Anadolu'dur. Ve onun kökleri, çok derin gitmek üzere, bizim yüreklerimizin içindedir. Şerefli dedelerimiz Rumeli'de kendi başına bir cihan olan ülkeleri fethedip alırken, ordularım bu Anadolu topraklarından çağırır ve uzak memleketlerin büyük ana hatlarını, askeri yollarını güven altında bulundurmak için yine Anadolu'dan halkı getirir ve en önemli noktalara yerleştirirlerdi. Bu halk yığınları Bosna-Hersek ve Mora içlerine kadar yayıldı. Basra Körfezi'ne kadar indirildi. Suriye, Filistin yollarında taraf taraf yerleştirildi.
Padişahımız;
Yüce saltanat tahtınızın şerefli ve olduğu gibi kalması için Anadolu halkı yüzyıllardan beri baba ocaklarından çok uzak savaş yerlerinde can vermeyi kendisine en kutsal bir borç bilmişti. Anadolu boşaldı, Anadolu yıkıldı. Fakat iklimlerden iklimlere uzayan hakanlığınızın yücelik ve güçlülüğü uğrunda her sıkıntıya, her felakete, seve seve katlandı. O bir topraktır ki Macaristan içlerinden Yemen çöllerine kadar, Kafkas eteklerinden Basra yalılarına kadar kuşak kuşak uzayıp giden sayısız şehitliklerle kaplıdır. Ve o şehitlikleri her yerden çok şimdi özgürlük ve bağımsızlık için yeni bir kutsal halk savaşı yapan bu eski Anadolu verdi.
Görkemli padişahımız;
İslamın her bir yanda bozguna uğrayan bayrakları gelip onun ufuklarında toplandı. Onun ufuklarında kendine en son sığınağı ve kurtuluş yolunu aradı. İzmir'in işgali üzerine, şahane ülkelerinin en bayındır ve en mutlu bir parçası nasıl ateşle, yağma ve boğazlanmalarla baştan başa harap oldu, bilirsiniz. Hiçbir hakka dayanmayan ve ulusumuzu son yurdunda köle yapmayı amaç edinen bu vahşi akın üzerine yüce kalbinizin duyduğu acı üzüntüleri dünya basınına doğrudan doğruya kendiniz bildirmiştiniz. İzmir işgalini Adana faciaları ve bu faciaları, Maraş, Antep boğazlaşmaları ve onu da felaketlerimizin en büyüğü olmak üzere İstanbul işgali izledi. Soyundan yetiştiğiniz ulus, binlerce yıldan beri cihanın en görkemli tahtlarına sultanlar yetiştirmiş ve özgür yaşamış olan bir ulus niteliğiyle bu durum karşısında ne yapabilirdi? Padişahı çok üzücü bir savaş sonucunda ordularını kullanmaktan yasaklanmış ve yoksun gördüğü için kendi kendine silaha sarıldı ve ana vatanı nerede saldırıya uğramışsa oraya, dinsel ve ulusal namusunu kurtarmak için koştu.
Padişahımız;
Kafkasya'nın İslam kahramanları babalarının ocakları kendilerinden yüz kat güçlü bir düşmana karşı otuz yıl kadın erkek savundular. Zavallı Fas on yıldır ki Fransız işgalini tanımıyor ve silahını teslim etmiyor. Trablus bir avuç kahramanıyla aynı cenk içindedir. Bugün İslam âleminin her köşesi silahtan büsbütün yoksun bir durumda iken, zulüm ve hıyanetin boyunduruğunu atmak için ayağa kalkar ve isyan ederken Abbasi ve Fatımi halifeliklerinden, Selçuk Türklerinden beri hemen bin yüz yılı aşan bir zamandır bağımsızlık, özgürlük ve din uğruna savaşan büyük ulusunuz, Asya'nın ve İslamın bayrak taşıyıcısı önderi olarak evrensel bir ünü olan ulusunuz, kurtuluşunu canına susamış düşmanlarının merhametinden bekler mi?
Yücelerin yücesi efendimiz;
Ulusal savunmamızı kutsal padişahlık makamınıza karşı bir isyan gibi göstermek ve halkı aldatmak için durmadan çalışan hainler var. Onlar halkı birbirine kırdırmak ve düşmanın yurdu ele geçirmesi için yolu açık bırakmak istiyorlar. Oysa vuran da vurulan da hepsi sizindir. Hepsi size aynı derecede bağlı evladınızdır. Ulusal savunmamızı, düşmanların bayrakları babalarımızın ocakların üstünden çekilinceye değin bırakamayız. Her yeri büyük hakanımızın dinsel ve Tanrısal aşkına görkemli ve heybetli bir kanıt olan İstanbul mabetleri etrafında düşman askerleri gezdikçe, öz vatanın topraklan üstünden yad adamla ayakları çekilmedikçe biz kutsal savaşımızı sürdürmek zorundayız.
Yüce Tanrı atalarınızın yurdunu koruyan, halife ve hakanın şerefi ve bağımsızlığı için uğraşan evlatlarınızla beraberdir. Kendi hükümetimizin yönetimi altında mutsuz ve yoksul yaşamak, yabancı tutsaklığı pahasına elde edeceğimiz huzur ve mutluluktan bin kat yeğdir.
Padişahımız;
Yüreğimiz bağlılık ve kulluk duygusuyla dolu olarak tahtınızın çevresinde her zamandan daha sıkı bir bağlantı ile toplanmış bulunuyoruz. Toplantısının ilk sözü Halife ve Padişahına bağlılık olan Büyük Millet Meclisi, son sözünün yine böyle olacağını yüce katınıza en büyük saygı ve gönül eğilmesi ile sunar.
Padişaha yollanan özgün Osmanlıca metin şöyledir:
Halife ve Hakanı Akdesimiz Efendimiz:
İstanbul'un işgali ve bunu takip eden fecayi üzerine vaziyeti tetkik ve hukuk-ı saltanatı seniyyelerini ve istiklali millimizi müdafaa ve temin etmek maksadıyla bu defa Ankara'da Büyük Millet Meclisi halinde içtima ettik. Anadolu'nun düşman istilası altında olmayan her köşesinden gelen ve millet tarafından selahiyeti fevkalade ile terhis edilen mebuslar müttefikan ittihaz ettikleri bir karar ile süddei seniyyelerine bazı hakayıkı arz etmeyi kendilerine bir vecibe-i sadakat ve ubudiyet bildiler.
Padişahımız;
Malumu seniyyeleridirki, Hanedan-ı saltanatı hümayunlarının ceddi mübarek ve mübecceli olan Sultan Osman, tarihi millimizin mesut ve müteyammen bir gecesinde, hatırası nesillerden nesillere intikal eden bir rüya görmüştü. O rüyanın üç kıta üzerine gölgesini salan ve altında yüz milyonluk bir âlem barındıran kudsi ağacından artık bütün dallar kesilmiş ve ortada yalnız muazzam bir gövde kalmıştır. O gövde Anadoludur ve onun kökleri çok derin gitmek üzere bizim kalplerimizin içindedir. Ecdadı kiramınız Rumeli'de kendi başına bir cihan olan kıtaları fetih ve istila ederken ordularım Anadolu topraklarından davet eder ve uzak memleketlerin büyük ana hatlarını, askeri yollarım muhafaza ettirmek üzere yine Anadolu'dan ahali celp ve en mühim noktalarda iskân ederlerdi. Bu halk kitleleri Bosna Hersek ve Mora içlerine kadar yayıldı. Basra körfezine kadar indirildi. Suriye ve Filistin yollarında taraf taraf yerleştirildi.
Padişahımız; Tahtıgâh-ı saltanatı seniyyelerinin şeref ve bekası için Anadolu halkı asırlardan beri baba ocaklarından çok uzak harp yerlerinde ifnayı hayat etmeyi kendine en kudsi bir borç bilmiştir. Anadolu boşaldı. Anadolu viran oldu, fakat iklimlerden iklimlere uzayan hakanlığınızın şevket ve kudreti için her mihneti, her felaketi cana minnet bildi. O bir topraktır ki, Macaristan içlerinden Yemen çöllerine kadar, Kafkas eteklerinden Basra yalılarına kadar kuşak kuşak uzayıp giden namütenahi meşhedlerle muhattır ve o meşhedleri her yerden fazla şimdi hürriyet ve istiklali için yeni bir halk mücadelesi yapan bu eski Anadolu verdi.
Şevketlü Padişahımız;
İslamın her tarafta duçarı hezimet olan bayrakları gelip onun ufuklarında toplandı. Onun ufuklarında kendine en son penayı ve necatı aradı, İzmir istilası üzerine memaliki şahanelerinin en mamur ve en mesut bir kısmı nasıl ateşle, yağma ve kıtal ile baştan başa harap oldu bilirsiniz. Hiçbir hakka istinad etmeyen ve milletimizi son yurdunda duçarı esaret etmeyi emel edinen bu vahşi akın üzerine kalbi hümayunlarının duyduğu acı teessürleri cihan-ı matbuata bizzat tevdi buyurmuştunuz. İzmir işgalini, Adana fecayii ve bu fecayii Maraş, Antep kıtalleri ve onu da felaketlerimizin en büyüğü olmak üzere İstanbul işgali takip etti. Soyundan yetiştiğiniz millet, binlerce seneden beri cihanın en muhteşem tahtlarına sultanlar yetiştirmiş ve hür yaşamış olan bir millet sıfatıyla, bu hal karşısında ne yapabilirdi? Padişahını elim bir harp neticesinde ordularını kullanmaktan memnu ve mahrum gördüğü için kendi kendine silaha sarıldı ve nerede anavatanı tecavüze uğramış ise oraya dinini ve milli namusunu kurtarmak için koştu.
Padişahımız;
Kafkasya'nın İslam kahramanları, babalarının ocaklarını kendilerinden yüz kere kavi bir düşmana karşı otuz sene, kadın ve erkek müdafaa ettiler. Zavallı Fas on senedir ki Fransız işgalini tanımıyor ve silahını teslim etmiyor. Trablus bir avuç kahramanıyla aynı cidal içindedir. Bugün İslam âleminin her köşesi silahtan tamamıyla mahrum bir halde iken, zulüm ve hıyanetin boyunduruğunu atmak için kıyam ve isyan ederken, Abbasi ve Fatımi hilafetlerinden, Selçuk Türklerinden beri hemen bin yüz seneyi mütecaviz bir zamandır istiklal ve hürriyet ve din için gaza eden büyük milletiniz, Asya'nın ve İslamın alemdarı diye cihanşümul bir şöhreti olan milletiniz halâsını canına susamış düşmanlarının merhametinden bekler mi?
Şevketpenah Efendimiz;
Milli müdafaamızın mübarek makamı hümayunlarına karşı bir isyan suretinde göstermek ve iğfal etmek için mütemadi çalışan hainler var. Onlar milleti birbirine kırdırmak ve düşman fütuhatına yolu açık bırakmak istiyorlar. Halbuki vuran da vurulan da hepsi sizindir. Hepsi aynı derecede sadık evladınızdır. Milli müdafaamızı, düşmanların bayrakları, babalarımızın ocakları üstünden çekilinceye kadar terk edemeyiz. Her yeri, büyük Hakanımızın aşkı dini ve ilahisine mutantan ve mehib bir delil olan İstanbul mabetleri etrafında düşman askerleri gezdikçe, öz vatanın topraklan üstünden yad adamların ayaklan çekilmedikçe biz mücadelemizde devam etmeye mecburuz. Cenabı Hak, ataların yurdunu koruyan Halife ve Hakanının şeref ve istiklali için uğraşan evladınızla beraberdir. Kendi hükümetimizin idaresi altında bedbaht ve fakir yaşamak ecnebi esareti pahasına nail olacağımız huzur ve saadete bin kere müreccahtır.
Padişahımız; kalbimiz hissi sadakan ubudiyetle dolu olarak tahtınızın etrafında her zamandan daha sıkı bir rabıta ile toplanmış bulunuyoruz, içtimainin ilk sözü halife ve padişahına sadakat olan Büyük Millet Meclisi son sözünün yine bundan ibaret olacağını süddei seniyyelerine en büyük tazim ve huşu il arz eder. 27 Nisan 1336 (1920)
4) İçki Yasağı Yasası Tartışmaları:
Hiç unutamadığım olaylardan biri de Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey tarafından, içkinin yasaklanması konusunda Meclis'e sunulan yasa önerisinin doğurduğu tartışmalardır. Bu öneri Meclis'in birçok komisyonlarından geçmiş," Şer'iye Encümeni" içkinin İslamlıkta zaten haram ve yasak olduğunu, bunun için bir yasa yapmanın bile gereği olmadığını, şeriat kurallarının uygulanmasının yeterli olacağını raporla bildirmişti.
Meclis açılalı dört ay olmuştu. Böyle bir yasaya karşı olanlar vardı. Özellikle Maliye Bakam Ferit (Tek) Bey çok uzun, açık yürekli, açık sözlü, herkesin anlayacağı dilde bir konuşma yaparak böyle bir yasanın uygulama olanağı bulamayacağım, buna polis yetişmeyeceğini, birçok evin gizli meyhane olacağını, oysa bütçenin paraya gereksinmesi olduğunu, bunun Amerika'da bile uygulanamayacağını, Bolşevik Rusya'da da yasaklanma düşünülmüş ise de uygulama olanaksızlığı yüzünden vazgeçildiğini uzun uzun anlattı. Kendisiyle Ali Şükrü Bey arasında çok sert ve hakarete kadar varan söz düellosu oldu. Sarıklı hocalar kürsüye doğru yürüdüler. Aslında çok kibar, nazik ve yumuşak bir zat olan Ferit Bey hiç korkmadı, yılmadı, hepsine gerekli yanıtlan verdi.
Ben, dinleyici locasına çıkan merdivenin tahta basamağında Ferit Bey'e bir şey olacak diye üzülüp titriyordum.
Ferit Bey'e bir şey olmadı, ama içki yasağı önerisi çoğunlukla kabul edilerek yasalaştı.
O günden soma, içkiye düşkün olduklarını gizlemeyen milletvekillerinin:
"Humler şikeste, câm tehiy, yok vücud-ı mey.
Ettin esir-i kahve bizi hey zemâne hey!",
yani "küpler kırılmış, kadehler boş, içkiden eser yok; hey zamane, bizi kahvenin esiri kıldın" beytini yüksek sesle söyleyerek, içkinin yasak olduğu Dördüncü Murat dönemini anımsattıklarını birkaç kez duydum.
5) Rasih (Kaplan) Hoca'nın Hindistan'a Gönderilmesi:
Meclis kurulur kurulmaz propagandaya büyük önem verilmiş bir "irşat" yani halkı aydınlatmak için propaganda komisyonu kurulmuş, ünlü gazetecilerden İzmir Milletvekili Yunus Nadi Bey bu komisyonun başkanı seçilmişti.
Meclis bildiriler yayımlıyordu. Ülkenin her yanından gelen kutlama telgrafları Meclis'te okunurdu. Örneğin ben birçok belediyeden, ilçe kaymakamlarından, Onbeşinci Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa'dan, Konya Kadınlar Cemiyeti'nden gönderilip Meclis'te okunan telgrafları anımsıyorum.
Şer'iyye Encümeni (Din İşleri Komisyonu) İslam dünyasına seslenen bir bildiri yayımlamıştı. Ben bu bildiriden de bir şey anlamamış, sadece istenen şeyin, bütün dünya Müslümanlarını bizim davamızla ve savaşımızla ilgilendirmek olduğunu sezmiştim. Bu amaçla Antalya Milletvekili Rasih Hoca'nın Hindistan'a gönderilmesi söz konusu oldu. O sırada Hindistan ve Pakistan bağımsız birer devlet olmayıp henüz İngiliz sömürgesi idi. Kalemde kulağımıza geldiğine göre Rasih Hoca oraların Müslümanlarından para yardımı da isteyecekti. Rasih Hoca kara top sakallı, kaim sesli, öfkeli yaradılışlı bir kişi idi. Kendi içimden, Hindistan'a daha yumuşak huylu birinin gönderilmesinin daha iyi olacağını düşünmüş, fakat bunu Tevfik Bey'e bile söylemeye cesaret edememiştim.
Rasih Hoca gitti ve aylar soma döndü. O zaman başındaki beyaz sarığın üstünde çok enli, şerit gibi parlak, yeşil bir sargı gördüm. Bir süre soma onu çıkarıp eski kılığına girdi.
Oralardan ne kadar parasal yardım sağladığını bilmiyorum.
6) Bolşevik Rusya'dan Alınan Telsiz:
Tarih: 11 Mayıs 1920 Salı. İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi 14. toplantısını yapıyor. Açılması üzerinden henüz 18 gün geçmiş olan Meclis'i o gün ikinci başkan Erzurum Mebusu Celalettin Arif Bey yönetiyor. Sıra gündemin beşinci maddesine geldi. Başkan bunu "Efendim, Kâzım Karabekir Paşa'dan bir telgraf var. Bir genelge okunacaktır" diyerek Meclis'e bildirdi ve başkanın yanındaki kâtip, Bursa Mebusu Muhittin Baha (Pars) şu telgrafı okudu:
"Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na;
Rus Halk Komiserliği Sovyeti'nden son defa elde edilen genelgedir:
1- Rusya ve Doğu Müslümanlarına: Kolçak ordularının, Den-ikin ordularının mahvolmasından daha önemli bir sorun, bütün Müslüman kavim ve uluslarının uyanması ve harekete gelmesidir. Doğu'nun paylaşılması için başlayan kanlı savaşların sonu gelmek üzeredir. Dünyanın bütün kavimlerini kendi boyundurukları altına alan İngiliz yağmacılarının kuvvetleri, seferberlikleri yıkılmaktadır. Artık Rus büyük devriminin darbeleri sayesinde dünyada, kölelik ve tutsaklığın eski yapılan yıkılıyor. Hükumetler ulusların eline geçecektir. Rusya, alın teriyle ve kan pahasına çalışan bütün uluslara, dünyanın tutsak uluslarına özgürlük kazandırmak için şerefli bir barış yapacaktır. Rusya bu kutsal amacın arkasında yalnız değildir. Avrupa'nın, Dünya Savaşı yüzünden bitkin bir duruma gelmiş olan uluslarının elleri bize inanmıştır. Ayrıca Avrupa'nın ünlü yağmacılarına yüzyıllar boyunca tutsak olan büyük Hindistan dahi kendi delegelerini seçerek uğursuz tutsaklığı yıkarak ve Doğu kavimlerini özgürlüğe çağırarak kendi eliyle isyan bayrağım kaldırmıştır. Yağmacıların ayağı altında emperyalizm tuzağı yatmaktadır. Rusya'nın ve Doğu'nun İslamları; o camileri, ibadet evleri, okulları yıkılan ve haklan ellerinden alman insanlar, sizin dininiz ve gelenekleriniz, ulusal ve uygarlık hürriyetiniz serbest ve el sürülmez bir durumda kalacaktır. Özgür ve engelsiz olarak ulusal yaşamınızı düzenleyiniz; buna hakkınız vardır. Bilmelisiniz ki, Büyük Rus Devleti'nin Sovyetleri sizin haklarınızı bütün gücüyle koruyacaktı-. Bu nedenle devrime ve onun yetkili hükumetine yardım ediniz. Şarkın Müslüman halkları; Türkler, Araplar, İranlılar, Hindular, kendi memleketleri, mallan, hayatları taksim ve harap edilmek üzere bulunan kimseler yıkılan Çarlık tarafından düzenlenen İstanbul'un zorla işgali antlaşması yıkılmış ve yok edilmiştir. Rus Sovyet Cumhuriyetleri, memleketinizin zorla işgalini reddederek ilan eder ki, İstanbul, Müslümanların elinde kalacaktır. Türkiye'nin taksimine ve Türk topraklarında bir Ermenistan kurulmasına ilişkin olan antlaşma yırtılmış ve yok edilmiştir. Yine ilan ederiz ki, İran'm mahvedilmesine ilişkin olarak yapılan antlaşma da yırtılmıştır. Yağmacılar, memleketinizi boyunduruk altına alan zalimleri reddediniz. Artık susulacak çağ geçti. Memleketinizin efendisi kendiniz olunuz. Arkadaşlar, kardeşler, dünyanın tutsak uluslarının kurtuluşunu bayraklara yazalım.
2- Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na, Kolordulara, Miralay Refet Bey'e, Trabzon, Van vilayetlerine, Erzincan Mutasarrıflığı'na, 15. Kolordu Tümenlerine yazılmıştır.
15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir
Meclis'te Kâzım Karabekir Paşa'nın bu telgrafını dinleyen milletvekilleri, ömürlerinde hiç görmedikleri acayip bir nesneyi ilk kez gören ve o nesnenin etrafında merakla halkalanan küçük çocukların ruh haleti içine düştüler. Meclis'in o günkü durumu çok renkli, sosyal ve psikolojik bir tablodur. Milletvekilleri bu telgrafa karşı nasıl davranacaklarını, ne gibi bir durum alacaklarını bilemiyorlardı. Uzunlu kısalı konuşmalar yapılıyordu. Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa o günkü toplantıda yoktu. Belki de cephedeydi.
Bu telgraf üzerine geçen konuşmaların, Meclis üyelerinden İdmisinin o zamanki dünya görüşünü ve kültür düzeyini yansıtan kimi bölümlerini aşağıya aktarıyorum:
Hamdullah Suphi (Antalya) - Reis Beyefendi, nereden geliyor efendim?
Başkan - Efendim, Sovyetler'in telsiz telgrafların dan genelge olarak veriliyor ve Erzurum'daki bizim telsiz telgrafımız bunu alıyor. Kâzım Karabekir Paşa da genelge olarak bize ve komutanlıklara bildiriyor.
Hamdullah Suphi - Yüksek Meclis adına bir cevap vermek gerekmez mi efendim? (Yeri malum değil sesleri).
Kâtip Muhittin Baha (Bursa) - Elde edilen tamimdir, diyor.
Müfit Efendi (Kırşehir) - Ele geçmiş, bir özgüleme olmadığı için cevap.istemez.
Feyzi Efendi (Malatya) - Teşekkürlerle dinlenilmiştir.
Tunalı Hilmi (Bolu) - Bir teşekkür yazılmalıdır. Kime yazılacağı bellidir. Sovyet hükümetinin imzası var.
Bu arada Reis gündemin başka bir konusuna geçti.
Hamdullah Suphi - Mademki telgrafın bizimle ilgili olan bir yanı var, niçin Millet Meclisi bunun üzerinde söz söylemesin, efendim?
Başkan - Bekledim, bu konuda söz isteyen olmadığı için başka konuya geçtim.
Hamdullah Suphi - Memleketimiz kuşku yok ki, Bolşevizm'in ne demek olduğunu, amaçlan nelerdir, bunu açık ve seçik olarak bilmiyor. Fakat bizim bilmememiz Bolşevizmin sınırlarımıza gelmesine engel olmuyor. Bu hareket, bütün Rusya Müslümanları arasında yer yer toplanmalar, birlikler ve yeni hükümetler vücuda getirdi; bundan Türk orduları doğdu; onlar Bolşevik hareketlerine katıldılar ve Rusya'da doğmuş olan yeni büyük devrimin bir kısmını da oradaki kardaşlarımız vücuda getirdiler. Çok eskimiş bir zaafımızdır. Biz açıklıktan çekiniyoruz. Memleket Bolşevizmi bilmiyor; Bolşeviklik hakkında aydınlatılmamıştır; aldatılmıştır. "Bolşeviklik bu topraklara girecek olursa yağmacı olarak girecektir, tahrip edecektir. Yakacak, yıkacaktır, geleneklerimize ve mukaddesatımıza saygı göstermeyecektir" diyenler var. Fakat açıklamalıyız, Bolşeviklik nedir? Öğrenmeliyiz, hakkında yargıya varmalıyız. Belki öyle değildir. Belki bizim için gerçek bir yardımcı geliyor. Başkalarını topraklarımızdan kovmak için bize destek bir kuvvet geliyor. Her tarafta az çok güçlükler içindeyiz. Belki onlardan yararlanarak düşmanlarımızı atacağız, milli birliğimizi kuracağız. Onun için bana göre Millet Meclisi, Bolşevikliğin ana ilkeleri hakkında açık bir fikir elde etmeli ve kendi görüşünü belirtmelidir (...). İman ediyorum ki memleketimizdeki saldırgan hain kuvvetleri kovmak için bizim en doğal yardımcımız Bolşeviklerdir (Alkışlar).
Besim Atalay (Kütahya) - Arkadaşlarım; bugün Osmanlı âlemi, Anadolu, karşılıklı iki akımın birleşme noktasında bulunuyor.
Bunlardan birisi inançların, dinlerin doğduğu Doğu'dur; öbürü zulmün, saldırganlığın, zorbaların belirdiği Batı'dan geliyor.
Celâl (Bayar) (Saruhan) - Uygarlık adı altında... (Bravo sesleri).
Besim Atalay - Biz Bolşeviklere yakınlaşmakla şeriata daha fazla yaklaşıyoruz. Şeriat diyor ki: "Dilenciler ve yoksulların sizin mallarınızda hakkı vardır." Ben teşekkür telgrafı çekilmesinden yanayım. Özellikle bizden söz ediliyor ve bizim göz bebeğimiz olan İstanbul'dan söz ediliyor ve bize daha fazla satırlar ayrılıyor.
Ali Şükrü (Trabzon) - (...) Düşünelim. Biz Bolşevik kuvvetinin ne olduğunu bilmiyoruz ve bilmediğimizi de Hamdullah Suphi Bey pekâlâ belirttiler. Onun için şimdi Meclis, Bolşevik programının ne olduğunu bilmediği halde^ esasen propaganda ile memlekette kamuoyu zehirlenmiş olduğu halde biz kalkar da Bolşeviklerle ittifak ettik dersek bunun memleketteki kötü etkisi bizim için iyi olmaz (...). Evet ben de biliyorum. Cereyan iyidir, hakikaten emperyalizmi yıkıyor (...). Herhalde düşüncelerimiz Bolşevikliğe karşı yapılan propagandalarla dolmuştur sanıyorum. Bu nedenle biz olumlu bir programla halkın önüne çıkmayacak olursak, sanırım ki, bazı yanlış anlamalara meydan verilir ve biz zarar görürüz. Bakanlar Kurulu, Bolşeviklerle ilişki kursun, anlaşsın ve olumlu esaslar içinde biz kendileriyle anlaşalım ve her şeyi yapalım. (Pek doğru, hayhay, sesleri).
Sırrı (İzmit) - "İstanbul sizde kalacaktır. Memleketinizin efendisi siz olacaksınız; bundan sonra vatanınızın bir kısmından Ermenistan'a bir yer ayrılmayacaktır" diye yapılan hitaba karşı Meclisimizin duyarsız kalması gerçekten kadir bilmezliktir. Bize şu hitabeyi yapan kurula teşekkür borçlu olmalıyız ve tereddüdümüzü eylemli olarak göstermeliyiz (Alkışlar).
Tunalı Hilmi (Bolu) Hamdullah Suphi ve Şükrü Bey biraderlerimizin önerileri gerçekten derin düşünülecek iki öneridir. Meclis meşgul olursa nasıl meşgul olabilecek? Bir sualdir.
Celâl (Bayar) (Saruhan) - Bakanlar Kurulu meşgul olacak. Meclis değil.
Tunalı Hilmi - (...) Bu bir nevi aşırı sosyalistliktir. O aşırı sosyalistlik ki, şeriatımızda ararsanız orada da bulacaksınız. Kaynağı yine şeriattan alınmıştır. İnsan tarak dişleri gibi bir asıl dandır, diyen şeriatımdır. Bunu daha ileriye vardıracak olursak, her şeyi kanaatimce söylüyorum...
Müfit Efendi (Kırşehir) - Şeriatta aşırılık yok.
Tunalı Hilmi - Her esas noktayı şeriatımızda buluruz.
Müfit Efendi - Şeriat her zaman istiklal emreder.
Tunalı Hilmi - Hoca efendilerden çok istirham ederim. Ben şahsım adına söylüyorum. Önce kendi aralarında bu ideoloji için özel incelemede bulunurlarsa emin olsunlar ki önce bize, Meclis'teki arkadaşlarına ve soma öbür dindaşlarımıza çok hizmet etmiş olurlar.
Ali Şükrü (Trabzon) - Bu bilgi nereden alınacak, rica ederim?
Tahsin (Aydın) - Önce bu konuda hükümet görüşünü açıklamalı, ona göre incelenmesi gerekir (Doğru, doğru sesleri).
Ali Şükrü (Trabzon) - (...) Ben Bolşeviklerle anlaşma meselesini söylemedim. (...) Hamdullah Suphi Bey, Meclis, Bolşeviklik hakkındaki görüşünü saptasın. Bir kanaat açıklansın demişti. Ben dedim ki, kanaat oturulduğu yerde olmaz; onların görüşlerini, programlarını anlamalıdır. Bu işi bu kurul yapamaz, bu kurul Bolşeviklerle temas edemez; temas etse etse ancak Bakanlar Kurulumuz edebilir (...). İşbirliği filan söz konusu değildir. Aşırılığa kaçmayalım. Bilirsiniz ki bir zamanlar İngilizler de bize İstanbul'un kaldığım müjdelemişler ve gazetelerimiz bunu alkışlamıştı. Ne oldu? Rica ederim. Çok ileri gitmeyelim.
Başkan - Şimdi efendim, önce söz konusu olan sorun, bu telgrafa bir teşekkür yazılmasıdır. Kabul edenler lütfen ellerini kaldırsınlar (Eller kalkar). Kabul edildi (*).
(*) TBMM Zabıt Ceridesi, Devre I, cilt 1, s. 256-261
Böylece Kâzım Karabekir Paşa'nın telsizle yakalayıp Meclis'e ulaştırdığı propaganda telgrafı işi tatlıya bağlandı ve somaki tarihlerde Meclis Başkam Mustafa Kemal Paşa iç işlerimize müdahale ettirmeden, Ruslarla anlaşmanın ve Milli Mücadele'de onlardan yararlanmanın yolunu buldu.
7) Casus Mustafa Sagir Olayı:
Hintli İngiliz casusu Mustafa Sagir esmer suratlı, küçük kafalı, kısa boylu, göbekli, kaplumbağayı andıran bir tipti. İlk günler Ankara'da çok itibar gördü; soma casusluğu ve Mustafa Kemal'i öldürmekle görevlendirildiği ortaya çıkınca İngilizlerin bütün kurtarma çabalarına rağmen İstiklal Mahkemesi'nce ölüm cezasına çarptırıldı. Asıldığı zaman ben Konya'da idim.
8) Ali Şükrü Bey'in Öldürülmesi:
Kesin zaferden soma Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa vatandan düşmanı kovan muzaffer başkomutan olarak halk ve ordu gözünde çok büyük bir saygınlık kazanmıştı. Kimi milletvekilleri onu çekemiyor, kimileri de Meclis'i dağıtıp diktatör olacağından korkuyor ve onu yıpratmaya çalışıyordu.
Ankara'da "Tan" adında bir gazete çıkarılmaya başlanmıştı. Sahibi Trabzon milletvekili, saltanatçı ve hilafetçi Ali Şükrü Bey, bunda çok sert eleştiri yazılan yayımlıyordu. Meclis'te de İkinci Grup üyesi olarak ağır eleştiriler yapıyordu.
Bir gün Ali Şükrü Bey ortadan kayboldu. Bunu Mustafa Kemal Paşa'nın yakınlarından bildiler. Meclis birbirine girdi. Hükümeti sorguya çekiyorlar, Ali Şükrü'nün bulunmasını istiyorlardı. İcra Vekilleri Heyeti Reisi (yani Başbakan) Rauf (Orbay) Bey, Ali Şükrü Bey'i bulma için her şeyin yapılacağını söyleyerek ortalığı yatıştırmaya çalışıyordu. Meclis gerçekten çok gergin günler yaşadı.
Birkaç gün soma Ali Şükrü Bey'in ölüsünün Ankara'nın Dikmen taraflarına 7-8 km uzak bir yerde, çuval içinde toprağa gömülmüş olarak bulunduğu, kendisinin, Çerkez Etem'den soma en ünlü çete reisi, (ilk zamanlar ordu dışındaki milli kuvvetlere çete denilirdi) olan Giresunlu Topal Osman Ağa tarafından öldürüldüğü haberi geldi. Meclis'te yine çok sert görüşme ve tartışmalar oldu. Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni (Ulaş) Bey'in Meclis kürsüsünden "Ali Şükrü'ye kıyan bilekleri keseceğiz. O bilekler, isterse sırmalı paşa bilekleri olsun" sözleri hâlâ kulağımda çınlar.
Milli Mücadele'nin çok çetin ve tehlikeli başlangıç döneminde, özellikle Pontusçu Rum çetelerinin temizlenmesinde büyük hizmeti geçmiş olan Osman Ağa teslim olmadı; çetesiyle birlikte Dikmen sırtlarına çekildi. Kendisini izleyen "Muhafız Kıtası" birlikleriyle giriştiği çarpışmada ölü olarak ele geçti ve soma asılarak teşhir edildi.
O çatışma günündeki yoğun silah seslerini hep duymuş ve merakla izlemiştik.
O günden sonra bir süre daha gergin olarak devam eden siyasal hava yavaş yavaş yatışmaya başladı. Zaten artık yeni seçimlere doğru bir rüzgâr esiyordu.
9) Yerli Kumaş Kullanma Zorunluluğu Tasarısı:
İlk Meclis'in ikinci yılında yerli kumaş giyme zorunluğuna ilişkin yasa tasarısının görüşme ve tartışmaları Tutanak Dergileri'nde gerçekten ilginç ve yer yer çok renkli tablolar halinde yer almıştır:
1 Ocak 1921 tarihinde Konya Mebusu Kâzım Hüsnü Bey Meclis'e bir yasa önerisi veriyor. Bunun üzerine o gün uzun uzadıya görüşmeler yapılıyor. Konuşmalar sonunda Meclis, öneriyi dikkate alıp uygulanabilir bir duruma konulması için, İktisat Bakanlığı'na havale edilmesini uygun görüyor. Bu nokta Meclis'çe oylanırken, Konya Mebusu Refik (Koraltan) "yalnız uyumamak şartıyla" diye bağırıyor.
İktisat Bakanlığı, bu öneriyi Bakanlar Kurulu'na gönderiyor. Öneri orada görüşülüp yeni bir biçime konularak, aradan altı ay geçtikten sonra, hükümet tasarısı biçiminde Meclis'e geri geliyor.
Tarih 20 Haziran 1921, Büyük Millet Meclisi'nin kurulması üzerinden 14 ay geçmiş. Cephelerde az çok durgunluk var. Sakarya yenilgisi ile sonuçlanacak olan Yunan taarruzu henüz başlamamış. İlk Meclis, ikinci yılının 40. toplantısını yapıyor. İşte bu toplantıda, "yerli kumaş giyilmesi hakkında kanun tasarısı"nın -İktisat Komisyonu'nun buna ilişkin raporu ile birlikte- görüşülmesine başlanıyor. Yedi maddelik tasarının altında o zamanki kabinenin bugün de tanınıp bilinen üyelerinden şu imzalar var: İcra Vekilleri Heyeti Resi ve Müdafaai Milliye Vekili Fevzi (Çakmak), Maliye Vekili Ferit (Tek), Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Sıhhiye Vekili Dr. Refik (Saydam) ve iktisat Vekili Mahmut Celal (Bayar).
Bu tasarının en önemli bölümü, birinci maddesiyle gerekçesidir. Öbür maddeler ceza yaptırımlarının ve uygulama kurallarını düzenliyor. Tasarının birinci maddesi, bugünkü Türkçe ile şöyledir" (*):
"Madde: 1- Büyük Millet Meclisi üyeleriyle bütün hükümet memurları ve görevlileri, jandarma, belediye başkan ve üyeleriyle genel meclis üyeleri, okulların kadın ve erkek öğretmenleri ve yatılı okul öğrencileri yerli kumaştan elbise giymek zorundadırlar. Bu yasanın yayımlandığı tarihte yabancı kumaşından yapılmış elbisesi bulunanların elbiseleri, bağlı bulundukları dairelerin başkanlarınca damgalanarak özel bir deftere yazılacak ve bu elbiseler, eskiyinceye değin kullanılıp giyilecektir."(*) Yerli kumaş tasarısının görüşme ve tartışmaları için bakınız: TBMM Zabit Cerilesi Devre I, cilt 10, s. 428, cilt II, s. 13-26.
Uygulama güçlüğü ve hele ikinci cümlesindeki deyim biçimi bakımından çocukça denebilecek derecede basit ve romantik olan bu maddenin kısa gerekçesi, iktisadi bakımdan bugün de az çok geçerliliği olacak ölçüde ciddidir. İktisat Vekili Mahmut Celal'in (Bayar) önerisi üzerine Meclis'te okunan gerekçe şöyledir:
"Ülkemizde iptidai madde pek bol durumda bulunduğu halde türlü neden ve etkenlerle bunları mamul bir duruma getiremiyoruz. Bu gibi maddeler üzerinde Avrupa'da süregelen bunalım da ihracata engel olmaktadır. Anadolu'nun çoğu yerlerinde ilkel bir biçimde de olsa, mevcut olan tesislerle dokunan kumaşların bugünkü gereksinmelerimizi sağlayabileceği, yapılan incelemeden anlaşıldı. İptidai maddelerimizin en önemlilerinden biri olan yapağı ve tiftiğin mamul halde tüketimi için bu yerli dokumalarımızın korunması pek gereklidir. Hem bu amacı elde etmek hem de dışarıya akan paramızın içerde kalmasını sağlayabilmek için aşağıdaki yasa maddeleri düzenlenmiştir."
Bu gerekçenin ardından yasa tasarısı da okunduktan sonra görüşmeler şöyle başlıyor:
Ragıp (Kütahya) - Efendim, memlekette herkesin yerli kumaş giymesi için yasa koymak (...) ülkenin yüksek çıkarlarına uygun olduğundan, pek çok takdire değer. Ancak çözümlenmesi gerekli birtakım sorunlar vardır. (...) Memleketimizin pek çok yerinde halk yerli kumaş dokuyor. Bu kumaşların büyük bir kısmı ilkel bir durumdadır. (...) köylüler giyerler (Biz de köylüyüz sesleri.) Müsaade buyrun rica ederim, köylüler kendileri dokur, kendileri giyerler diyorum. Biz köylü değiliz demiyorum.
Tunalı Hilmi (Bolu) - Köylülere hakaret etmek istiyorsunuz.
Ragıp (Kütahya) - Ben köylülere hakaret etmiyorum. Kendileri dokur, kendileri giyer diyorum.
Yahya Galip (Kırşehir) - Canım köylüler hakkında söz söylenmez mi?
Ragıp (Kütahya) - Şarlatanlık etmek isterler (sözünü geri al sesleri).
Abdülkadir Kemali (Kastamonu) - Şarlatan kendisidir.
Tunalı Hilmi (Bolu) - Şarlatan diye kime söylüyorsun, Meclis'e değil mi?
Ragıp (Kütahya) - Bana köylüleri tahkir etti, diyenlere.
Tunalı Hilmi (Bolu) - Onlar da şarlatan değildir.
Ragıp (Kütahya) - Peki sözümü geri aldım (...). Şimdi efendim köylülerin giydikleri kumaş önemli bir miktar tutuyor. Memleketimizde çıkan kumaş miktarından bunu çıkaracak olursak geri kalacak olan miktar memur ve öğretmen sınıfının tümüne ihtikâr yapılmaksızın gerçek fiyatıyla verilebilecek mi?
Besim Atalay (Kütahya) - İğneden ipliğe kadar her şeyi Avrupa'dan almak uygun mudur? (...) Birdenbire yüksek sanayi kurulamaz. Herhalde el tezgâhlarından başlayacaksın, ondan soma yavaş yavaş fabrikalara varacaksın... Yerli kumaşa ne olmuş? Bunları giyelim efendiler.
İktisat Vekili Mahmut Celal (Bayar) (Sanman) - (...) Görüyorum ki esas bakımından bu yasaya karşı olan hiçbir kimse yoktur. Yalnız uygulama olanağı konusunda duraksıyorlar. Ben bir iktisat vekili sıfatıyla arz ediyorum ki, sunduğum bu kanunun uygulanmasında duraksama imkânı yoktur... Malatya'da yapılmış bir fabrika var, yılda yüz elli bin metre kumaş yapıyor. Dünya savaşı sırasında orduya 2.5 milyon metre vermiştir. Buna benzeyen fabrikalarımız vardır. İtiraf ederiz ki herkesin ince zevkini karşılayacak nefis biçimde değildirler; fakat bilgi isteğe bağlıdır. Bugün malımıza istek gösterilirse gelişme olur. (...) Bu nedenle bunun kabulünü teklif ederim...
Bu genel görüşmeler yeterli görüldükten soma maddelerin görüşülmesine geçiliyor.
Hakkı Hami (Sinop) - Şimdi efendim bu yasa maddesi yalnız memurlar için olmadı, Osmanlı uyruklu herkes yerli malı kumaş giymekte zorunlu kılınmalıdır. Bunu sağlamak hükümetin görevidir.
Ali Şükrü (Trabzon) - İktisat Vekili Beyefendi burada açıklamaların en önemli bölümünü ihmal ettiler. Bu konuda hükümetin iktisat politikası nedir? Avrupa kumaşını yasaklayacak mıyız? Yerli kumaş üretimi için hükümet monopol mü yapmak istiyor? Kişilerin eline mi bırakıyorsun? Ne yapacak bunu anlayamıyorum. (...) Cebri olarak halkın bir kısmı üzerine sen şunu yapacaksın, bunu yapmayacaksın demek caiz değildir (Bu kanuna ihtiyacımız var sesleri). Efendi, bu milletin ruhundan doğmalıdır. Bunu size arzedeyim (Doğdu, doğdu sesleri).
Süleyman Sırrı (Yozgat) - Maddeye "Her sınıf memurlar için resmen kabul edilmiş örnek gereğince" fıkrasının eklenmesini öneriyorum.
Nafiz Bey (Canik- Samsun) - Efendim (...) Bu yasa bugüne kadar gecikmiştir. (...) Ben her şeyden önce Avrupa kumaşlarının memlekete ithalinin kesin olarak yasaklanmasını öneririm. O vakit hemen memleket içindeki üretim çoğalacak, hatta memleketin ihtiyacı kendi kendine sağlanacaktır.
Refik (Koraltan) (Konya) - Maddenin olduğu gibi kabulü taraflısı olmakla birlikte kanun uygulanmasında basan sağlanabilmesi için herhalde bunu koruyacak bir gümrük tarifesinin Meclis'e getirilmesi gereklidir.
İktisat Vekili M. Celal (Bayar) (Sanman) - (...) Bu, yakında yüksek kurulunuza gelecektir.
Abdülkadir Kemali (Kastamonu) - (...) Maddeye Büyük Millet Meclisi üyeleri de konmuş, başka bir maddede ise ceza var. Bu ceza biz Meclis üyeleri için söz konusu edilmemiş. Şu halde bu maddeden Meclis üyelerini büsbütün kaldırmak uygun olur. (...) Bir de damgalama meselesi çok tuhaf. Elbisemi bir bohça içinde elime alıp götüreceğim, filan yerde damgalattıracağım. Bu memurlar için de başkaları için de pek tuhaftır.
Dr. Abidin (Lazistan-Rize) - Avrupa'dan kumaşlar getirip fantezi şeyler ile yaşayacağımıza böyle kaba şeylerle yaşayalım. Bu kravatın ne lüzumu var. Soma efendim Abdülkadir Kemali Bey dediler ki, Büyük Millet Meclisi azalarını mecbur kılmayalım. Ben mecbur kılalım diyorum. Evvela biz numune olalım, evvela biz gelelim, şayaklı, kebeli, abalı, şahıslar olalım: Herkes bizi görsün ve biz herkese öncü olalım. Hatta tek örnek (giyelim)...
Sim (İzmit) - Soma asker zannederler.
İsmail Remzi (Isparta) - Reis Bey, Abidin Bey kravatını şimdi kürsüde çıkarsın boynundan (Kravatını çıkar sesleri).
Dr. Abidin (Lazistan-Rize) - İşte kravatımı çıkarıyorum (Yaşa sesleri, alkışlar). Bir daha giymeyeceğime namusumla söz veriyorum.
Hüseyin Avni (Ulaş) - Kanunlar uygulanabilir durumda olmalı. Uygulanamayan yasalar kanunsuzluk doğurur. (...) Bu ahlaki mesele kanunla olmaz.
İktisat Vekili Mahmut Celal (Bayar) (Saruhan) - 30 yıl önce başlasaydık memleketin çeşitli yerlerinde yüzlerce fabrika olurdu.
Musa Kâzım Efendi (Konya) - (...) Kanunun olduğu gibi kabulünü teklif ederim.
İktisat Encümeni Raportörü Halil İbrahim (Antalya) - Gerçi cezaya Büyük Millet Meclisi üyeleri girmiyorsa da bu yasada onların da bulunması gereklidir. Kendini bilen bir vekilin kamuoyuna karşı yerli malı giymesi zorunludur.
İktisat Vekili Mahmut Celal (Bayar) (Saruhan) - Ali Şükrü Bey, iktisat politikamızın ne olduğunu sordular. İktisat politikamızın özellikle sanayiye ilişkin bölümünde ülkemizin himaye usulünde yürüyebileceğini ve bundan başka kurtuluş çaresi olamayacağını bildirmiştim. Bunu tekrar ediyorum.
Tunalı Hilmi (Bolu) - Yaşasın yerli malı, yaşasın yerli malı.
Görüşmelerin yeterliliği için önerge veriliyor ve kabul ediliyor. Gürültüler arasında birinci madde kabul edildikten soma ceza meselesine geçiliyor ve çok uzun tartışmalar yapılıyor.
1 Ocak 1921 tarihinden, 23 Haziran 1921 tarihine değin çeşitli günlerde uzun süre tartışılan bu tasan en sonunda Şebinkarahisar Mebusu Ali Süruri Efendi'nin önerisi üzerine Adalet ve İktisat komisyonlarına gönderiliyor.
Mazhar Müfit Bey bağırıyor: "Uyumamak şartıyla."
İktisat Vekili Mahmut Celal (Bayar) (Saruhan) - Bendenize bu kanunu tevdi ederken uyumamak şartıyla tevdi buyurmuştunuz. Şimdi komisyona da uyumamak şartıyla yollamanızı rica ederim (ivedilikle sesleri).
Böylece bu tasarı "uyumamak şartıyla" komisyonlara gidiyor ve orada bir daha hiç uyanmamacasına rahat bir uykuya dalıyor.
Hiçbir şeyden haberi olmayan Mehmetçik ise bu sırada cephelerde savaş sürdürüyor ve büyük tehlikeli düşman taarruzunun kara bulutları ve onların arkasında Sakarya utkusunun (zaferinin) ışıklan, ufukların pek az gerisinde bulunuyordu.
10) İstiklal Marşı'nın Kabulü:
Türk devleti için bir istiklal marşı hazırlanması düşüncesi öteden beri mayalanıyordu. Sonunda istiklal marşı güftesinin (metni) yazılması için Milli Eğitim Bakanlığı'nca yarışma açıldı ve gelen metinler ön seçimden geçirilerek birkaçına Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne sunulmasına karar verildi. Karesi (Balıkesir) Milletvekili Hasan Basri Bey (Çantay) o günkü ikinci oturumda bir önerge vererek İstiklal Marşı güftesinin Antalya Milletvekili Hamdullah Suphi Bey (Tanrıöver) tarafından okunmasını istemişti. Ancak o gün daha önce Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa ikinci toplantı yılı açış konuşmasını yaptı ve Meclis'çe 23 Nisan 1920 tarihinden o güne değin yapılmış olan işleri ve bundan soma yapılması gerekenleri anlattı. Paşa başkanlık kürsüsünde yerini alınca Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanı, Edirne Milletvekili İsmet Paşa (İnönü) bir söylev vererek cephedeki durum üzerinde bilgi verdi. Daha sonra birkaç milletvekili Meclis'in ikinci toplantı yılının açılması dolayısıyla kutlama niteliğinde konuşmalar yaptılar. Başkanlık kürsüsünde bulunan Mustafa Kemal Paşa, İstiklal Marşı'nın güftesinin Hamdullah Suphi Bey tarafından Meclis kürsüsünden okunmasını isteyen Hasan Basri Bey'in önergesini oya koydu, önerge kabul edildi. Hamdullah Suphi (Tanrıöver) kürsüye gelerek henüz yazan açıklanmayan bugünkü istiklal Marşımızın güftesini konuşma kürsüsünden coşku ile okudu. İki gün soma, 12 Mart 1921 günü, ikinci oturumda Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Hamdullah Suphi (Tanrıöver) istiklal marşı yarışmasına katılanlar üzerinde açıklamalar yaptı ve sonuçta şair Mehmet Akif (Ersoy) tarafından yazılmış olan metin Hamdullah Suphi Bey tarafından tekrar kürsüde okunarak büyük alkışlarla kabul edildi (*).
(*) TBMM Zabıt Ceridesi Devre 1, cilt 9. s. 81-90
11) "23 Nisan"ın İlk Yıldönümünde Milliyetçi ve Mukaddesatçılar:
Bilindiği gibi; her yıl 22 Nisan' m öğleden sonrası ve 23 Nisan gününün tümü ulusal bayram olarak kutlanır. Bu günlerin ulusal bayram olduğu, 27/5/1935 tarih ve 2739 sayılı kanunun 2/B maddesinde yazılıdır. Böyle olmakla birlikte, 23 Nisan'm bayram olması çok daha eski bir tarihten, 23 Nisan 1921'den gelir. Anlatayım:
Tarih, 23 Nisan 1921.
Günlerden cumartesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanmasının birinci yıl dönümündeyiz. Meclis gündeminde Saruhan (Manisa) Milletvekili Refik Şevket (ince) ve on bir arkadaşının bir yasa önerisi, bir de İçel Milletvekili Şevki Bey'in bir önerisi var. Her ikisinin amacı da birbirinin aynı:
23 Nisan gününün ulusal bayram olmasını istiyorlar.
İçel Milletvekili Şevki Bey, önerisinde şöyle diyor:
"Büyük Millet Meclisi Yüksek Başkanlığı'na;
Hayat ve bağımsızlığımızın korunması için Türk ulusunun savaştığı büyük devrime rastlayan 23 Nisan 1336 (1920) gününde Büyük Millet Meclisi kurularak ulusun yazgısıyla ilgili işlere el koymuş bulunduğu mutlu bir gün olduğundan, halkın yüreğinde yüceltmek için bu tarihin resmi günlere giren bir bayram günü olmasını öneririm."
Refik Şevket (İnce) ve arkadaşlarının yasa önerisi de harfi harfine şöyle:
Madde 1 - Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ilk yevmi küşadı olan 23 Nisan âyâdı milliye dendir.
Madde 2 - Tarihi kabulünden muteber olan işbu kanunun icrasına B. Millet Meclisi memurdur.
23 Nisan 1921 'de yani ilk toplantısından tam bir yıl sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bu önerilerin görüşülmesine başlanıyor.
Başkanlık makamında Birinci Reis Vekili Hasan Fehmi Bey oturuyor.
İlk sözü Konya Milletvekili Vehbi Efendi alarak şöyle konuşuyor:
Vehbi Efendi (Konya) - Efendim, ulusal amacımıza ulaşmak için başlangıç sayılan bugün, gerçekten bizim ulusumuz için mutlu bir gün olacaktır (İnşallah sesleri). Fakat gerçek gayemize ulaşmamız, düşmanlarımıza gücümüzü gösterip, özellikle İzmir'e o mübarek bayrağımızı diktiğimiz günde olacaktır (O da başka bir gün, sesleri). Efendiler, bu gibi bayramlar ulusun yüreğinden doğar. Dış görünüşüyle, nümayiş yapmakla bayram olmaz. Böyle nümayişlerle ulusun mânevi gücünü kuvvetlendirmek, desteklemek istersek, bunlar geçicidir. Bunlarla güçlendirilemez, rica ederim. İçinizde bir tek Hıristiyan yoktur. Ezanı Muhammedi okunuyor da katiyen aldırış etmiyoruz. Eğer ulusun gücünü arttırmak, moralini yükseltmek istersek, onu itikat noktasından yukarı kaldırmak çaresine bakalım.
Yahya Galip (Kırşehir) - O başkadır efendim.
Vehbi Efendi (Konya) - Nasıl başka? Bugün nümayişlere önem verilmez, bu konuda yapılacak bir şey yoktur. Ulusumuz milli amacını tam olarak elde ettiği gün yüreğinde gerçek bir bayram yaşatır. Rica ederim, böyle kanuna ne ihtiyaç vardır?
Feyzi Efendi (Malatya) - Geçen yıl Ankara'ya sekiz saatlik yerde savaş oluyordu. Biz burada üzüntü ile oturuyorduk. Ham dolsun bu yıl askerlerimiz daha ileri gitmiştir.
Vehbi Efendi (Konya) - Efendiler, bayram, gösteri bir şey yapmaz. Söyleyeceğim budur efendiler.
Feyzi Efendi (Malatya) - Kutsal günleri takdir etmezsek o günlerin değeri kalmaz.
Yahya Galip Bey (Kırşehir) - Hoca Vehbi Efendi hiçbir vakit doğru düşünmüyor. Müsaadenizle söyleyeceğim, eğer sizin fikrinizi bu ulus taşımış olsaydı, bu Meclis toplanmazdı. Bu, öyle bir ulusal bayramdır ki, bunun üzerinde hiçbir bayram düşünülemez. Millet kurtuluş ve mutluluk beratını o gün almıştır. (...) Hoca efendi hazretleri, bugünü gökteki melekler bile yüceltiyor, siz ne için yüceltmek istemiyorsunuz? (...) Sizi buraya gönderenler İngilizler idi. Siz buraya kendiliğinizden gelmediniz.
Başkan - Rica ederim, Yahya Galip Bey.
Yahya Galip Bey (devamla) - Bu bir gerçektir efendim. Efendi hazretleri buraya İngilizlerin vasıtasıyla ve aynı zamanda özel trenle gelmiştir.
Hamdi Namık Bey (İzmit) - Ben de şahidim.
Tunalı Hilmi (Bolu) - Evet İngilizler göndermişti. (Şiddetli gürültüler).
Yahya Galip Bey (devamla) - Ne patırdı ediyorsunuz efendiler? Benim sözümü dinlemek zorundasınız. Ben kimseye hakaret etmiyorum. Ne vakit böyle bir milli bayram olur, memleketin sevinçli anları olur, bunun için "ahlakı İslamiye" sokarlar... Her gün her fırsattan yararlanarak temcit pilavı gibi bunu söylemekten ne çıkar? Ben anlamıyorum.
Mahmut Celal (Bayar) (Saruhan) - (...) Bütün insanlığın hain ve rezil düşmanı olan İngilizler son hilafet makamına da saldırdılar. Papaz Fru adında bir casus, ne yazık ki, bugünkü padişahı avucunun içine almış.
Neşet Bey (İstanbul) - O da onun gibidir. Kahrolsun.
Mahmut Celal Bey (devamla) - Efendiler, her gerçeği açık olarak söylemek zamanı gelmiştir. (...) Biz tutsaklığı kesin olarak reddediyoruz. Bağımsız olarak yaşadık ve yaşayacağız. Bu bizim hakkımızdır Rica ederim bu, bütün İslamlar için büyük bir gün değil midir? (Hayhay sesleri).
Ali Şükrü (Trabzon) - Efendiler, nişleriniz gergin, beni sükûnette dinleyiniz. (...) Vehbi Efendi ve yüce arkadaşları ulusun seçmenleri tarafından buraya gönderilmişlerdir. (...) Sanıyorum ki, biz kutsal savaşımızın daha başındayız. Boynumuza takılmak istenen tutsaklık halkasını atmak istiyoruz ve atacağız. Fakat bugün mü, yarın mı, bir yıl soma mı, onu Allah bilir. (...) İşi bütün ulus yaptığı halde bu basan doğrudan doğruya bize mi aittir?
Mesela bir ordunun başarısı bir kumandana mı ait olacak? Meclis'in kendi kendine: "Ben bu işi yaptım, 23 Nisan'da burada toplandığım gün için bugünü bayram yapıyorum; bugünü siz de bayram yapın" demesi uygun değildir sanıyorum.
Feyzi Efendi (Malatya) - Pek yanlış söylüyorsunuz.
Ali Şükrü Bey (devamla) - (...) Duygusallıkla uğraşmayalım. Birtakım duygusal gösterilerle vakit geçirmeyelim...
Muhittin Baha (Bursa) - Efendim, 22 Nisan ile 23 Nisan arasındaki farkı düşünmek, bugünün milli bir bayram günü olup olmadığına dair kesin karar vermek için iyi bir ölçü olur. 22 Nisan'da, bize hıyanet etmiş, yüksek Halifelik ve Saltanat makamına tecavüz etmiş bir adam (yani Sultan) ve onun takımı vardı. Ulus başsızdı. (...) Ulus burada 23 Nisan'da ilk sözünü söyledi ve bu ulusal davaya atıldı, yoktan bir ordu çıkardı. Dağılan halkı bir araya topladı. Milletin başına musallat olan Halifeyi orada yalnız bıraktı. Müslüman âlemini ve halkını buraya bağladı. (...) Bu nedenle yalnız Türklerin, yalnız Anadolu'nun değil, bütün İslam âleminin hayatını, geleceğini kurtaracak bir ulusun temellerini 23 Nisan'da attı, efendiler; (Bravo sesleri ve alkışlar) (...) Biz bugünü milli bayram yapmakla şerefi kendimize öz-gülemiyoruz. Biz ne yaptık? Yapan ulustur.
Müfit Efendi (Kırşehir) - (...) Efendiler, bugünün bir milli bayram olması gereklidir. İki gün önce Afgan Elçisi Sultan Ahmet Han'ı karşılamak için gitmiştim. O zat demişti ki, "Elli yedi gündür 23 Nisan'a yetişmek için menziller aşarak geliyorum; beni Tanrı bunda başarıya ulaştırdığı için sevinçliyim ve Afganistan'ın Müslüman halkı da sevinçlidir" diyor. İşte İslamın milli bayramı olan bugünü kutsallaştırmalı ve bugünü her bayramdan daha saygıdeğer olarak kabul etmeliyiz, efendiler (Şiddetli alkışlar).
Refik Şevket (Saruhan) - (...) Koca tarihi canlandırmak şerefini, koca bir tarihi yeniden yaşatmak görevini üzerine alan Meclisimiz, bugünü elbette ve elbette değerlendirecek ve kutsallaştıracak ve bunu torunlarına yadigâr bırakacaktır. Buna inandığım içindir ki, Yüksek Kurulunuza, bu önerinin oybirliğiyle kabulünü teklif ettim. (...) Sayın Kuruldan bu önerimin oybirliğiyle kabulünü rica ediyorum.
Refik (Koraltan) (Konya) - (...) Efendiler, 23 Nisan tarihinden önce düşmanlarımızın bizim için sürekli olarak söyledikleri "Türk ulusu bağımsızlığa layık değildir" sözünü, işte bu büyük güne ulaşmakla yalanlıyoruz ve bunu bugünkü toplantı çözümlemiştir. Bugünün âyadı milliyemizden biri olmak üzere kabulünü rica ederim.
Tunalı Hilmi (Bolu) - Efendim, milli bayramdır. Türkçe olsun.
Abdülkadir Kemali (Kastamonu) - Efendim, milli bayram olsun.
Başkan - Efendim, milli bayram olarak düzeltilmesi teklif ediliyor. Kabul edenler lütfen el kaldırsın. Kabul edildi. Efendim, kanun teklifinin bütününü kabul edenler el kaldırsın. Kabul edildi. Efendim, şimdi kabul ettiğimiz kanun gereğince (bugün resmi tatil olduğundan) pazartesi günü toplanılmak üzere oturumu kapıyorum.(*)
(*) Yasa önerisi, görüşme ve tartışmalar için bakınız: TBMM Zabıt Ceridesi, Devre I. cilt 10. s. 70-74
12 Eylül 1980 darbesinden sonra Org. Kenan Evren' in başkanlığındaki Milli Güvenlik Konseyi çıkardığı bir yasa ile 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayram'ını resmi bayramlar arasından çıkardı ve o yıl bu bayram resmi olarak kutlanmadı. Bu, büyük bir tarihsel yanılgı ve gafletti. 18 Nisan 1981 tarihinde yazdığım bir yazıda ulusal egemenliğin kuruluşunu hiçe sayan bu davranışı eleştirmiş ve umarım torunlarımız 23 Nisan gününü yeniden resmi bayram olarak kabul eder demiştim. Temsilciler Meclisi kurulduktan sonra üyelerden Erzincan Temsilcisi Kur. Alb. Abdülbaki Cebeci bu yoldaki eleştiriden esinlendiğini bildirerek Meclis'e bir önerge verip 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayram'ını yeniden resmi bayram ve tatiller arasına konulmasını istedi; bu istek Temsilciler Meclisi'nce kabul edildi ve tasan onaylanmak üzere Milli Güvenlik Konseyi'ne yollandı. Konseyde Başkan Org. Kenan Evren'in bu tasarıyı önemsemediğini gösteren sözlerine karşın yasa tasarısı onaylandı ve böylece bir yıl atladıktan sonra 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı yeniden resmi bayramlar arasına girdi.
12) Seçim Sistemi Tartışması:
Anayasa görüşmeleri sırasında en uzun, en önemli ve en sert tartışmalar, seçim sistemi, köylü ve halk konusu üzerinde olmuştur. Anayasa Özel Komisyonu Raportörü İsmail Suphi Soysallı, köylüye ve halka ilişkin olarak hazırladığı tasarıyı Meclis'in 18 Kasım 1920 tarihli 99. toplantısında ilk kez şu sözlerle sunuyor:
"Arkadaşlar; bize 'halkçılık programı' adı altında hükumetçe yaklaşık olarak bundan iki ay önce gönderilmiş olan ve tarafınızdan kurulmuş Özel Komisyonca Anayasa Ön Tasarısı' adı altında yüksek Meclisinize sunulan yasa tasarısının görüşmelerine bugün başlıyoruz. Bu an memleketimizin yönetim ve siyaset tarihinde, hiç kuşkusuz, olağanüstü bir andır. Ülkenin dört bir yanı ateşe verilmiş olduğu bir sırada, beş-altı cephede birden savaştığımız bir sırada, Yüksek Meclisinizin bu kadar önemli bir yasa tasarısını görüşmeye başlamış olmasından dolayı ben, sizinle birlikte kendimi mutlu sayarım. Böyle bir ana eriştiğim için Tanrı'ya hamdı şükür ederim" (1).
Özel Komisyon Raportörü'nün Meclis Genel Kurulu'na bu sözlerle sunduğu 21 Ekim 1920 tarihli raporun altında sadece Komisyon Başkanı İzmir Mebusu Yunus Nadi ve raportör Burdur Mebusu İsmail Suphi Soysallı'nın imzalan vardı (2).
Bu raporun seçim sistemiyle ilgili 4. maddesi harfi harfine şöyledir:
"Büyük Millet Meclisi, iller halkınca, meslekler erbabı (yani her sınıf halk) temsil edilmek üzere, doğrudan doğruya seçilen üyelerden oluşur" (3).
Anayasa Özel Komisyonu'nun raporunda bu maddeye ilişkin şu gerekçe pek ilginçtir:
"Büyük Millet Meclisi üyelerinin her vilayette meslek erbabı temsil edilmek üzere seçilmesi -ki bu yöntem ile hem halkın şimdiki iki dereceli seçimden doğrudan doğruya tek dereceli seçime geçmesi, hem de genel refahın ve ülkenin bayındırlık ve esenliğinin sağlayıcısı olacak biçimde, çalışanların ve emekçilerin tümünün temsil edilmesi ve böylece de halk sınıflarının kendi ihtiyaçları ile doğrudan doğruya uğraşması gibi yararlar elde edileceği- düşünülmüştür. Bu yöntemi gerçekleştirecek Seçim Kanunu ile Büyük Millet Meclisi'ne her ilden, şimdikine oranla birkaç kat fazla sayıda mebus seçileceğinden, Meclis, bu kalabalık ile ancak sayılı bir süre kongre halinde toplanarak iç ve dış politikada düşüncesini ve genel yönü belirttikten soma, onun yerine, yasama ve yürütme erkine sahip küçük bir Meclis sürekli olarak çalışacaktır." (4).
(1) TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 1, cilt 5, s. 363.
(2) TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 1, cilt 5, s. 369.
(3) TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 1, cilt 5, s. 370.
(4) TBMM Zabıt Ceridesi. Devre 1, cilt 5, s. 369.
Görülüyor ki, Özel Komisyon'un önerisine göre seçim tek dereceli olacak ve bu seçimde bütün halk sınıfları temsil edilmek suretiyle büyük bir şûra kurulacak; o şûra, belirli zamanlarda toplanıp politikaya yön verecek ve dağılacak; yasama ve yürütme erkine sahip küçük bir Meclis ise memleket işlerim yürütecektir. Meclis'e sunulan taşandaki "mesleki temsil" deyiminden anlaşılan budur.
Bu konudaki tartışmalardan önemli bölümleri, Tutanak Dergileri'nden alarak aşağıya aktarıyorum:
Dr. Abidin (Lazistan-Rize) - Sayın arkadaşlar; şimdiye değin örneği görülmemiş güçlü ve bütün anlamıyla ulus için hayatım feda edecek olağanüstü bir Meclis kurduk (...) Olağanüstü işler görmemiz lazımdır. Fakir halka bu hakkı, yani mesleki temsili vermeliyiz (...) Köylü diyor ki: "Senin hakları yoktur; çünkü benim sayemde büyüdün, benim sayemde geldin başıma sivrildin, bela oldun. Onun için bana bırak. 600 yıldır beni idare ettiğin zaman ne yaptın? Yol mu yaptın? Beni mi düşündün? Beni bırak, kağnıları da kaldıracağım, şimendifer, elektrik, tramvay yapacağım; ısınmak için kalorifer de yapacağım. Bu büyük ve olağanüstü Meclis bana bu hakkı vermezse, nankörlük etmiş olur ve millet bunu zorla alır (5).
Mehmet Şükrü (Afyonkarahisar) - Az çok herkes emeğiyle geçinir; bir çiftçi, bir doktor, bir esnaf emeği ile geçinir, kısacası şu gözünüzün önünde gördüğünüz sınıf hep emeğiyle geçinir. Bu emeğe dayanmak lazımdır. Memleketin bütün yükleri çalışanlar üzerine yüklenmiştir ve onların omuzları üzerindedir (6).
Feyzi Efendi (Malatya) - (...) Emekçilere emekçi hakkını veriniz. Aylak, uyuşuk, boş duran adamın burada yeri yoktur (...) Madem ki ulusun gerçek temsilcisi olarak bir kurul arıyoruz; emekçiler de gelecek, çift sürenler de gelecek. Evet, bugün onlar da gelecektir. Ben çok çiftçi biliyorum ki, bu çifti yüz paraya sürüyor, bin kütüğü yüz paraya kırıyor. Evet şimdiye değin onların hakkı verilmedi. Zaten bizim çektiğimiz nedir biliyor musunuz? Herkesin hakkını vermedik, zulmeyledik. O zulümdür ki bizi yıktı (7).
Hulusi (Afyonkarahisar) - Vasıtasız seçim, genel oy demektir. Bundan birçok tehlike doğar. Böylece halkı yeniden aldatmış oluruz. Burada ağalar Meclisi yapmayıp herhalde halkı temsil için mesleki temsil kabul edilmelidir. Fakat bir köyde on tane yumruklu kartal bulunur (8).
İleriki görüşmelerde Şebinkarahisar Mebusu Mustafa Bey söz alarak halkı;
1) aydınlar sınıfı (yani memurlar, emekliler, avukatlar);
2) İkinci sınıf (yani eşraf ve ileri gelenler, sarıklı hocalar, tüccarlar);
3) üçüncü sınıf (yani emekçiler) olmak üzere üç sınıfa ayırıyor ve şöyle konuşuyor:
"Birinci, ikinci tabakaların geçimini sağlayan ve bin türlü zahmet ve eziyete katlanarak Hazine'yi dolduran, düşmanın top güllelerine göğüs geren ve büyük çoğunluğu teşkil eden, üçüncü tabakadır. Benim kanıma göre, halkçılık ile kastedilen halk bu üçüncü tabaka halkı olacaktır ve bu kanunda söz konusu olan da bu tabaka (yani sınıf) olmak gerekir. Şimdi görüşme konusu olan mesleki temsil sırf bu üçüncü tabakanın hakkını korumaya ilişkin sistem demektir" (9).
Yahya Galip (Kırşehir) - Birinci maddede diyor ki: Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Bunu biz mi veriyoruz, yoksa almış mıdır? (Almıştır sesleri). Ben diyorum ki, millet kendi egemenliğini kendisi almıştır. Biz vermiyoruz. Bunların haklarını korumak için mi mesleki temsili kabul ediyoruz? Onların haklan zaten korunmuştur (değildir sesleri) (10).
Yunus Nadi (İzmir) - (Anayasa Özel Komisyonu Başkanı) Mesleki temsil, memurları ortadan kaldırarak, yerine diğer memur olmayan adanılan koyacak değildir. Mesleki temsili kabul etseniz de, elbette memleket içerisinde bir idare olacak ve o idare birtakım adamlar tarafından yönetilecektir; o adamlar memurlar sınıfını yine teşkil edecektir. Mesele idare değildir. Mesele, şimdiye değin yürürlükte olan "hükümetin hâkimiyet zihniyeti" yerine "halkın egemenliği zihniyetim" koymaktadır (11).
(5) TBMM Zabıt Ceridesi, Devre I, cilt 5, s. 410.
(6) TBMM Zabıt Ceridesi, Devre I, cilt 5, s. 411.
(7) TBMM Zabıt Ceridesi, Devre I, cilt 5, s. 415.
(8) TBMM Zabıt Ceridesi, Devre I, cilt 5, s. 417.
(9) TBMM Zabıt Ceridesi, Devre I, cilt 6, s. 121.
(10) TBMM Zabıt Ceridesi, Devre I, cilt 6, s. 122.
(11) TBMM Zabıt Ceridesi, Devre I, cilt 6, ş. 122.
Halil İbrahim (Antalya) - Bir kimsenin başkasını, azle ve vekâlet vermeye yetkili olmak üzere vekil yapması mümkün değil mi? Emin olun seçim olacağı zaman kimse gelmiyor. Doksan defa seçim yapılıyor, gelmiyor. Kim mebus olursa olsun diyor. Onun için ağalardan birine vekâlet veriyor. (...) Kısacası benim düşünceme göre zaten şimdi uygulanmayacak olan bu yasanın görüşülmesi...
Dr. Abidin (Lazistan-Rize) - Sayın kardeşler; olağanüstü durumlar karşısında olağanüstü zamanlarda, olağanüstü unutulmaz büyük işler yapılıyor. Biz hâlâ kendimizden korkuyoruz. Yani kendi mevkiimizden, kendi oturduğumuz yerden korkuyoruz. Aman terk etmeyelim. Burası pek tatlı geldi. Mesleki temsil esasına dayanan tek dereceli seçime ilişkin 4. madde üzerindeki tartışmalar böylece uzayıp gidiyor ve en sonunda 30 Kasım 1920 tarihli 160. toplantıda İzmit Mebusu Hamdi Bey'in "Bugün için uygulanma olanağı bulunmadığına inandığım 4. maddenin tasarıdan çıkarılmasını öneririm" biçimindeki önergesi oya konuyor ve kabul edilerek seçim sistemine ilişkin 4. madde anayasa tasarısından çıkarılıyor ve iki dereceli seçim sistemi eskisi gibi kalıyor.
13) Şehzade Abdülmecit Efendi'den TBMM Başkanlığına Gönderilen Mektup:
24 Aralık 1337 (1921) Cumartesi günü Meclis'in yaptığı gizli oturumda, Başkanvekili Dr. Adnan (Adıvar), Veliaht Şehzade Abdülmecit Efendi'den Meclis Başkanlığı'na bir mektup geldiğini, bunun üzerine yapılacak görüşmelerin gizli oturumda olmasını oya koydu ve bu öneri Meclis Genel Kurulu'nca kabul edilerek gizli oturuma başlandı. Abdülmecit Efendi'den gelen mektup okundu. Ne yazık ki, milletvekillerinin yazdığı Gizli Tutanak Dergisi'nde yalnızca "Şehzade Abdülmecit Efendi'nin mektubu okundu" tümcesi var, mektubun metni yok. Ancak somaki bazı konuşmacıların sözlerinden bu mektubun, Osmanlı soyunun atası sayılan Süleyman Şah'ın mezarının bulunduğu yerin Türk ulusunca düşman elinden kurtarılması dolayısıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne bir teşekkür mektubu olduğu anlaşılıyor.
İlk söz Mustafa Kemal Paşa'ya verildi. Paşa kürsüye gelerek şu kısa konuşmayı yaptı:
"Arkadaşlar; Şehzade Abdülmecit Efendi Hazretleri bundan önce de bir iki mektup göndermiştir. Ancak o mektuplar doğrudan doğruya benim şahsıma ait idi ve içeriği açık ve kesin anlatımlı olmaktan çok, meçhul sıyga lan ile doluydu. Ben kendisine bir aracı ile gönderdiğim haberde,' Benim şahsımın hiç önemi yoktur ve benim şahsımla ilişki kurmak hiçbir yarar sağlamaz. Soylu kişiliğinizle ulusumuzun temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi'ni tanımalısınız ve ancak Meclis'le ilişkide olmalısınız' dedim. Bugün gelmiş olan mektup doğrudan doğruya Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'nadır ve içeriğinde de duyduğunuz gibi, Meclisimiz 'Meclisi Kebiri Milli' deyişiyle kutlamak suretiyle ifade olunmuştur. Buna karşı yapılacak işlemi gizli celsede görüşmek uygun olur sanıyorum."
Gizli oturum başladı. Mektubu ve Mustafa Kemal Paşa'nın konuşmasını dinleyen hoca ve hacı milletvekilleri, özellikle İlyas Sami Efendi (Muş), Vehbi Efendi (Konya), Emir Paşa (Sivas), Hoca Feyzi Efendi (Malatya), Hoca Tevfik Efendi (Çankırı) bu mektuba bir yanıt verilip teşekkür edilmesini istediler.
Buna karşılık Hüsrev Bey (Trabzon), Osman Bey (Rize), Şeref Bey (Edirne), Celal Nuri Bey (Gelibolu), Hoca Müfit Efendi (Kırşehir) mektuba yanıt ve teşekkür yazılmasına karşı çıktılar. Şeref Bey (Edirne) uzunca konuşmasının bir yerinde şöyle dedi:
"Efendiler; 16 Mart 1919 tarihinde altı yüz yıl bütün Türk ve İslam imanını yaşattığı İstanbul işgal oluyorken ve sizin oradaki vekilleriniz (yani İstanbul Mebusan Meclisi'ndeki üyeler) sürüklenirken bu Şehzade Efendi nerede idi? İzmit karşısında sizin yolladığınız inançlı Anadolu evlatları İngilizlerle çarpışırken ve Mehmetçiğin kurşunu İngiliz'in kalbine girdiği vakit İstanbul hastanelerine gidip (onları) kutlayan bu Efendi idi; şimdi size mektup yazan Efendi.
Efendiler; siz dayanç (azim) ve inancınızla buraya toplandınız ve bir varlık yarattınız, ama Taymis muhabirine saltanatın veliahtı adına 'Sevr Antlaşması'nı uygulamaktan başka çare yoktur' diyen yine bu Efendidir."
Mustafa Kemal Paşa da son konuşması sırasında şöyle dedi:* •
"Demin arzettiğim özel ilişki sürerken (Abdülmecit Efendimin) Anadolu'ya gelmesini önerdim. Bana verdiği yanıtta, 'Ben burada bazı siyasal ilişkiler içinde girişimde bulundum. Bunların sonucunu bekliyorum' diyordu.
Efendim, bunların oğlu Ömer Faruk Efendi İnebolu'ya gelmişti; ben kendisini geri yolladım. Onun gelişinin babasının yahut kayın babasının onayıyla olup olmadığını bilmiyorum. Bir 'Saltanat Cemiyeti' kurulmuş İstanbul'da; bazı belirtileri Anadolu'ya da yayılmaya başlamıştı. Tam böyle bir zamanda bir şehzadenin oraya gelmesini uygun bulmadım.
İkincisi de kişisel olarak Ömer Faruk Efendi'yi tanırım. Bana bazı mektuplar yazmıştı ve kendisiyle yakından temasta bulunan bazı arkadaşlarla da haber göndermişti. Bana yazdığı mektuplarda diyor ki: 'Ben oraya geliyorum. Ben oraya gelir gelmez, benim durumumu şimdiden saptayınız ve ben buradan birtakım insanlar getireceğim ve benimle birlikte kalacaklardır.' Doğrudan doğruya güttüğü amaç halife ve padişah olmak... Bunun mümkün olamayacağını kendisine söylemişler. Bunu kafasına koymuş. Oysa Ömer Faruk Efendi'yi buraya getirmek halife ve padişah yapmak söz konusu değildi. Belki de birçok karışıklıklara neden olacaktı. 'En iyisi, görevinizi İstanbul'da yerine getirirsiniz' demiştim. Yalnız ona demişler ki, gider gitmez bir olup bitti yaparsın ve millet her şeyi unutur, büyük gösterilerle seni padişah yapar; o da buna güvenerek benim onayımı almaksızın gelmiş ve gerçekten İnebolu'ya çıktığı zaman, derhal İstanbul'a haber vermiş. Anlaşılıyor ki, Padişahın ve babasının onayıyla gelmiştir."
Mustafa Kemal Paşa'nın konuşmasından soma da görüşmeler sürdü. Konuşmalar bitince Başkanlığa iki önerge sunuldu. Beyazıt Milletvekili Dr. Refik Bey (Saydam) önergesinde şöyle diyordu:
"Türkiye Büyük Millet Meclisimin Şehzade Abdülmecit Efendi Hazretleri tarafından gönderilen mektuba yanıt vermesine gerek yoktur. Açık oturumda ve 'Meclis'e gelen yazılar' arasında okunup gündeme geçilmesine karar verilmesini öneririm". Bu önerge oya sunuldu ve reddedildi. Çünkü daha önce hocalardan kimileri bu durumun ilk açık oturumda görüşülmesini istemişlerdi. Böylece Abdülmecit Efendi'nin mektubu, henüz kaldırılmamış olan saltanat ve hilafetin yararına propaganda aracı olarak gazetelere geçecekti. Herhalde gizli oturuma katılanların çoğunluğu bunu uygun görmedi ki, önerge kabul olunmadı.
İkinci önerge Gelibolu Milletvekili Celal Nuri Bey'in idi. Bunda şöyle deniliyordu:
"Görüşmenin yeterliğini ve bu mektuptan yalnız gizli oturumda alınan bilgi ile yetinilmesini öneririm."
Bu önerge oya sunuldu ve oy çoğunluğuyla kabul edilerek görüşmelere son verildi. (*)
(*) TBMM Gizli Celse Zabıtları Devre I, cilt 2, s. 522-527.
14) Vahdettin'in Bir İngiliz Zırhlısıyla İstanbul'dan Kaçması ve Şehzade Abdülmecit Efendi'nin Halife Seçilmesi:
Türkiye Büyük Millet Meclisi 18 Kasım 1922 Cumartesi günkü toplantısının dördüncü oturumunu gizli olarak yaptı. Başkanlık kürsüsünde, İkinci Başkan Dr. Adnan (Adıvar) yer almıştı. Bundan önceki gizli toplantının tutanak özeti okunduktan sonra başkan ilk sözü, Bakanlar Kurulu Başkanı Hüseyin Rauf Bey'e (Orbay) verdi.
Rauf Bey: "Efendim, 17.11.1338 (1922) tarihinde İstanbul'dan Refet Paşa'dan bir telgraf aldık, onu okuyorum" diyerek şu telgrafı okudu:
"Vahidüddin Efendi bu gece saraydan ayrılmıştır, İstanbul Komutanı ve polis müdürünü soruşturma yapmak ve gerekli önlemleri almak üzere saraya gönderdim. Alacağım bilgileri ayrıca sunacağım. Vahidüddin, büyük bir olasılıkla baş mabeyincisi ve birkaç yakını ile birlikte İngilizlerin yardımıyla ortadan kaybolmuştur. (...)"
Bundan soma Rauf Bey 17.11.922 tarihli Refet Paşa'dan gelen başka bir telgrafı okudu: "General Harrington'dan şimdi aldığım mektubu ve ilişikteki bildiriyi sunuyorum. Mektup örneği şöyledir:
'Bir örneğini ilişikte sunduğum resmi bildirisinde söylediği gibi, Vahidüddin kendisini İngilizlerin korumacılığına teslim ederek bir ingiliz savaş gemisiyle İstanbul 'dan ayrılmıştır.'
Bildiri ise şöyledir:
Resmen açıklanır ki, Padişah (Oysa saltanat 1 Kasım 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce kaldırılmış, Vahdettin'in üzerinde yalnız halifelik kalmıştı) bugünkü durum sonucunda özgürlük ve yaşamını tehlikede gördüğünden bütün islamların halifesi kimliğiyle ingiliz korumacılığını ve aynı zamanda İstanbul'dan başka bir yere götürülmesini istemiştir. Kendisinin isteği bu sabah yerine getirilmiştir. Türkiye'deki İngiliz kuvvetlerinin başkomutanı General Sir Charles Harrington, Padişah'ı almaya giderek bir ingiliz savaş gemisine kadar kendisine eşlik etmiş ve Padişah gemide Akdeniz Filosu Başkomutanı Amiral Dudrook tarafından karşılanmıştır. İngiltere'nin yüksek komiser vekili Sir Nevil Henderson Padişah'ı gemide ziyaret ederek Kral Beşinci George'a bildirilmek üzere arzularını sormuştur. Beraber gidenler şunlardır: Başyaver Ömer Yaver Paşa, Hadaka Kumandanı Kaymakam (yarbay) Zeki Bey, Esvapçıbaşı Küçük İbrahim Bey, Berberbaşı Mahmut Bey, Seccadecibaşı İbrahim Bey, İkinci Musahip Mazhar Ağa, Üçüncü Musahip Hayrettin Ağa, Başhekim Reşat Paşa, Vahüdiddin'in oğlu Ertuğrul Efendi." (Bu telgraf okunduktan sonra milletvekilleri "Allah kahretsin!" diye bağırdılar.)
Daha sonra Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa imzasıyla İstanbul'daki Refet Paşa'ya yazılan telgraf ve bundan gelen yanıtlar okundu. Bunun ardından da birçok milletvekili konuşma yaptı, yeni halife seçilebilmesi için eskisinin halifelik yetki ve unvanının alınmasına, yani halifelikten çıkarılmasına karar verildi. Veliaht Abdülmecit Efendi'nin halife seçilmesi önerildi. Seçilecek halifenin Anadolu'ya getirilmesi söz konusu edildi. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa uzun bir konuşma yaparak İngilizlerin artık İstanbul 'da egemen durumda olmadıklarını bilmeleri gerektiğini belirttikten sonra, yeni seçilecek halifenin Anadolu'ya getirilmesi konusundaki görüşünü şöyle belirtti:
"... Bir de halifenin Anadolu'ya bugünlerde getirilmesi söz konusu olmamak gerekir. Biz delegelerimizi bütün dünya karşısında barış için Lozan'a göndermişiz. Barış istiyoruz ve barışın olacağını da umuyoruz. Şu halde yeni bir olay ve çok önem verir gibi bir durum yaratmamak gerekir. Barış yapalım diyoruz. Eğer barış olmazsa savaş yapmak zorunluluğu doğarsa o zaman belki halifenin, 'Ben düşmanın etkisi altında duramam' deyip buraya gelmesi ve bizimle birlikte burada dikkatleri üzerimize çekerek savaşa devam olunması, bizim için bir güç kaynağı olabilir. (...)"
Atatürk'ün bu konuşması elbette politik bir konuşma idi. Yeni seçilecek halifenin Ankara'ya getirilmesinde o zaman büyük sakıncalar olabilirdi. Ama bu noktada uzun görüşmeler yapıldı, direnenler oldu ve Mustafa Kemal Paşa yeniden söz alarak şu kısa konuşmayı yaptı:
"Efendiler; görüşme konusu olan şey halifenin seçilmesi sorunudur. Halife'nin buraya gelmesi sorunu ayrı bir konudur. Şu halde onun üzerinde henüz görüşme yapılmış değildir. Görüşme yapılmamış olan bir konu oylanamaz."
Ama görüşmeler yine sürdü gitti. Sonunda gizli oturumu kapatıp açık oturuma geçilmesine karar verildi (1).
O günkü beşinci oturum açık olarak yapıldı ve bu oturumda Vahdettin'in düşmanlarla işbirliği yapıp Müslümanlara karşı tavır aldığı gerekçesiyle halifeliğinin sona ermiş olduğuna ilişkin olarak Seriye Vekili (Bakanı) Konya Milletvekili Hoca Mehmet Vehbi Efendi'nin eski usulde yazdığı kısa fetva okundu. Osmanlı devleti zamanında yazılmış olan eski fetvalar biçiminde kaleme alınmış bu fetva, harfi harfine şöyledir:
"Minel Tevfik
İmamül müslimin olan zeyid düşmanın umum müslimin aleyhinde mucibi mahvolan tekâlifi şedidesini bilâ zaruretin kabul ile hukuku İslâmiyeyi müdafaadan aczini izhara müsliminin müdafaaten mücahedelerinde düşmana muvafakatle müsliminin ihtilâl ve istikasını mucip harekâta fiilen teşebbüs ve harekâtı ihtilâlkâraneye devam ve ısrar ve badehu ecnebi himayesine iltica ederek Makamı Hilâfeti terk ve firar ile hilâfetten bilfiil feragat etmekle şer'an münhali olur mu? Elcevab - Allâhu a'lem bissevâb olur.
Ketebehül fakir afa
anhülğani
Mehmed Vehbi"
Bundan sonra da türlü görüşmeler yapıldı ve yeni halifenin seçimine geçildi. Oyların ayrılması sonucunda, toplantıya katılan 163 milletvekillinden 148'inin Şehzade Abdülmecit Efendi'ye, ikisinin Şehzade Abdülrahim Efendi'ye, üçünün Şehzade Selim Efendi'ye oy verdiği, dokuz milletvekilinin de çekimser kaldığı anlaşıldı ve böylece Abdülmecit Efendi 148 oyla Halifeliğe seçildi (2).
(2) TBMM Zabıt Ceridesi Devre I, cilt 24, sh. 562-566 (bilindiği gibi halifelik de 3 Mart 1922 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce kaldırıldı. H.V.V.)
XIV. İLK MECLİS 'İN ÜNLÜ VE RENKLİ KİŞİLERİ
Ünlü kişiler derken Mustafa Kemal Paşa gibi ilk Meclis'e ve Türk tarihine zaten damgasını vurmuş olan liderleri değil, ilk aylarda benim genç ruhum üzerinde türlü yönleriyle özel bir izlenim bırakarak benliğimde canlı kalmış olan milletvekillerini kastediyorum. Bunlar, görüşmelerde ileri sürdükleri düşünceler veya konuşma tarzları ile o zaman dikkatimi çeken kişilerdir.
Gazetecilik gibi meslekleri veya çok sık söz almaları ya da Meclis'te pek az söz aldıkları halde bütün milletvekillerinden özel saygı görmeleri veya dış görünüşleri ve giysileri dolayısıyla benim unutamadığım kişilerden de ayrıca söz edeceğim.
Kısacası 'unutulmaz kişiler'i objektif bir değer yargısına ve sıralamaya göre değil, o tarihteki öznel değerlerime ve izlenimlerime göre anlatacağım.
Burada ilkin Mustafa Kemal'in sadece başkanlık durumuna kısaca değinmek istiyorum.
Bence Meclis'in en iyi konuşan ve olayları doyurucu biçimde anlatan hatibi Mustafa Kemal Paşa idi. Kesin, çok etkili, kararlı, zaman zaman sertlik taşıyan, fakat batmayan, ürkütmeyen bir konuşma biçemi (üslubu) vardı Reis Paşa'nın.
Seyrek, ama özlü konuşurdu.
Meclis'e başkanlık ettiği günler, laf meraklısı kimi milletvekillerinin konu dışına çıkmalarına izin vermez, görüşmeleri, her zaman, tartışılan konunun doğrultusunda yürütürdü; böylece çalışmalardan daha çabuk sonuç alınır, işler daha çabuk yürürdü.
1) Reisi Sani (İkinci Başkan) Celalettin Arif Bey: Kibar davranışlı, şişman, hatta göbekli, vapur dumanı gözlüklü bir zat olan ikinci başkan, Erzurum Milletvekili Celalettin Arif Bey de iyi hatiplerdendi. İstanbul Meclis-i Mebusan'nın birinci başkanı iken, İstanbul'un işgali üzerine Ankara'ya kaçarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne katılmış, orada ikinci başkan seçilmişti. Bu seçimden pek memnun olmadığı anlaşılıyordu. Belki, İstanbul'daki gibi birinci başkanlık umduğu, ama umduğunu bulamadığı, bizim kalemde bile söyleniyordu. Yüzü hiç gülmezdi. Böyle olduğu halde Meclis toplantılarını yönetmede Reis Paşa ayarında bir otorite kuramazdı.
2) İsmet (İnönü): Edirne Milletvekili Miralay İsmet Bey, cephedeki görevi gereği olarak, Meclis'te çok az görünürdü. Kürsüde kısa, kesin ve sertliğe kaçan bir tonla konuşur, söz söylerken sanki dilini ağzının içine doğru çekiyormuş gibi bir izlenim uyandırırdı. Kandırıcı ve doyurucu bir konuşma biçimi vardı..
İlk Meclis'in ilk zamanlarında kendisini hiç sivil kılıkta görmedim; hep üniformalı gelirdi. İlk kabine seçiminde (O zamanki yasaya göre bakanlar Meclis'te teker teker seçilirlerdi) en çok oyu İsmet Bey (İnönü) alarak Erkânı Harbiye-i Umumiye Reisi (Genelkurmay Başkanı) olmuştu. O dönemde bu makam bir bakanlık durumunda idi.
İsmet Bey, cin gibi zeki gözleriyle o zamanlar benim üzerimde saygı ile birlikte bir tür korku duygusu uyandırırdı. Onda, öteki milletvekillerine benzemeyen, fakat ne olduğunu bilip çıkaramadığım bir özellik vardı. İsmet Bey için herkes "Mustafa Kemal'in sağ kolu" derdi.
3) Rauf Bey (Orbay): Rauf Bey İstanbul Meclis-i Mebusanı'nda İngilizler tarafından yakalanıp Malta'ya sürülmüş olduğu için Birinci Meclis' in 1920'deki ilk zamanlarında yoktu. Fakat ben onun adını, daha 1917-1918 'de Yozgat'ta bulunduğum sırada 'Hamidiye Kahramanı' olarak duymuş, kendisini de Mustafa Kemal'i Ankara'da okulca ilk karşıladığımız gün O'nun yanında görmüştüm.
1922'de liseyi bitirip yeniden Meclis memurluğuna dönünce, Rauf Bey'i Meclis'te buldum. Tutsaklıktan kurtulmuş, Ankara'ya gelmişti. Meclis'te Sivas milletvekili, Kabine'de de İcra Vekilleri Heyeti Reisi (Başbakan) olarak bulunuyordu. Güzel konuşurdu. O zaman artık belirginleşmiş olan birinci ve ikinci grup milletvekillerinin çoğunluğunca sevilirdi.
Biz memurlar da onu pek severdik. Çok sevimli ve alçakgönüllü bir davranışı vardı. Yersizlik yüzünden küçük memurlarla aynı odada oturan bizim Evrak ve Tahrirat (Yazıişleri) Müdürü Necmettin Sahir (Sılan) Bey'in yanına sık sık gelir, bizleri de her zaman selamlar, hatır sorardı. Açık ve mert halini, nazik ve erkekçe davranışını pek beğenirdim. Sonraları onun Halife'ye eğilimli olduğunun söylenmesi içimdeki sevgiye gölge düşürdü ise de ona karşı olan kişisel sevgi ve saygımı hiçbir zaman yitirmedim. Sanıyorum ki benim hiç değişmeyen bu psikolojik durumum, onun gerçekten içtenlikli ve açık yürekli bir insan oluşundan ileri geliyordu.
4) Fevzi (Çakmak) Paşa: Fevzi Paşa, Meclis'e geç katılmıştı. İlk günlerde orada değildi. Meclis'e, Kozan milletvekili olarak, bir süre soma katılmıştı. Politika ortamını yadırgar bir durumu vardı; bu ortama pek ayak uyduramazdı. Zaten Meclis'te çok az görünürdü. Her zaman ciddi yüzlü (fakat ters ve aksi değil), babacan bir tutum içindeydi.
Onu Meclis'te dinleme fırsatını, bir kez asker kaçakları için konuşurken yakalamıştım. Bizim zabıt kâtibi arkadaşlar etkili bir hatip olmadığını söylerlerdi. Doğruymuş: Konuşması da yaradılışı gibi sade idi. Reis Paşa'nm hocası olduğu ağızdan ağıza yayıldığı için ona karşı büyük bir saygı duyardık.
5) Refet (Bele) Paşa: İzmir Mebusu olan Miralay Refet Bey çok sevimli, davranışları, üniforması ve kalpağı fiyakalı olan, kürsüye çıkınca sempati uyandıran bir zattı. Gösterişi sevdiği memurlar dahil- herkesçe bilinir, fakat gösterişi kendine yakıştırdığı ve sahteleştirmediği için bu huyu hoşgörülürdü.
Nasıl ki okulda öğrencilerin her öğretmen hakkında ortak bir yargısı olursa, biz memurlar da o zamanki milletvekilleri hakkında ortak yargılara varırdık. Refet ve Rauf Beyler 'sevimlilik'ten yana bizlerden 'tam numara' alan milletvekillerindendi.
Refet Bey için 'Mustafa Kemal Paşa'nın sol kolu' denirdi.
6) Hüseyin Avni (Ulaş): Eminim Milletvekili Hüseyin Avni Bey,ilk Meclisin sayılı konuşmacıların dandı. Asıl mesleği avukatlık olan Hüseyin Avni Bey, 23 Temmuz 1919'da Erzurum'da toplanan Vilayatı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Kongresi'nden beri ülkenin düşmandan kurtulması konusuyla yakından ilgilenmiş ve ilk Meclis'e Erzurum'dan milletvekili olarak seçilmişti. Orta boylu, yağız, esmer yüzlü, yiğit ruhlu bir kişiydi. Meclis'te önemli konularda söz alır, görüşünü sonuna kadar savunur, heyecanlı ve mantıklı konuşmalarıyla dinleyenleri etkilerdi. Bir ara, yine Erzurum Milletvekili Celalettin Arif Bey ile birlikte Meclis'ten aldıkları izinle seçim bölgesine gitmiş, her nedense iznini uzattıkça uzatmış, soma yeniden dönmüştü. Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey'in konuk olduğu bir evde Kuvayı Milliyeci birliklerden birinin başı olan Kuzey Karadeniz bölgesinde büyük yararlıkları görülen "Topal Osman" adıyla anılan Giresunlu Osman Ağa tarafından öldürülmesi üzerine Hüseyin Avni Bey'in Meclis Genel Kurulu'nda yapmış olduğu konuşma çok ünlüdür. O gün bu konuşmayı başından sonuna değin ayakta dinledim. Sözleri arasında şu tümce de vardı: "Ali Şükrü'yü öldüren bilekleri kıracağız; o bilekler isterse sırmalı paşa bilekleri olsun." Hiç unutmadığım bu sözleri herhalde daha soma Meclis tutanak dergilerinden çıkartmış olacak ki orada yerini bulamadım. Meclis'in öteki dönemlerinde politikacılıktan ayrılıp yeniden avukatlığa başlayan Hüseyin Avni (Ulaş) İlk Meclis'in tarihinde ilginç bir yeri olan milletvekillerindendir ve bu Meclis'in sonlarına doğru kısaca 'Birinci Grup' adıyla anılan ilerici 'Müdafaa-i Hukuk Grubu' karşısında muhalefet grubu olarak oluşan tutucu 'İkinci Grup' milletvekillerinin eylemli başkanı görünümündeydi. Tutucu idi, ama mukaddesatçı ve gerici değildi.
7) Kâzım Karabekir Paşa: Edirne Milletvekili ve Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa'yı Meclis'in ilk günlerinde, kişisel olarak değil, bu Meclis'e sık sık çektiği telgraflar dolayısıyla tanıdım. Sovyet telsizinden alarak Meclis'e yollamış olduğu uzun bir telgraf Genel Kurul'da okunduğu zaman oradaydım. Bu telgraf çok uzun görüşme ve tartışmalara yol açmıştı.
Meclis'e bayram ve kandillerde kutlama telgrafları da yollardı.
İstanbul'daki kötü propagandayı ve Milli Mücadele'ye karşı olan faaliyetleri sebep göstererek memlekete ve dünyaya bildiriler yayımlanmasını salık veren bir telgrafı üzerine Meclis Şeriyye Encümeni, yüzde doksanı Arapça terkip, âyet ve dua ile dolu bir beyanname hazırlamış ve bunu Kırşehir Mebusu Müfit Hoca kürsüden okumuştu. Ben bundan hiçbir şey anlamamıştım. Onun arkasından Antalya mebusu Hamdullah Suphi Bey kendi hazırladığı bir bildiriyi okumuş, Meclis her ikisinin de yayımlanmasına karar vermişti.
Ben liseyi bitirip yeniden Meclis'e döndükten soma Kâzım Karabekir Paşa, Doğu'da yetiştirdiği küçük yetim okul çocuklarıyla birlikte Ankara'ya gelmiş, bir meydanda onlara öğretmenleri aracılığıyla, türlü jimnastik gösterileri yaptırtmıştı.
Edirne Milletvekili ve 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa'yı Meclis'in ilk aylarında gözümde çok büyütmüş olduğum için kendisinin böyle şeylerle uğraşmasını o zaman yadırgamıştım.
Dış görünüşü bakımından çok vakarlı bir insan ve mert bir askerdi. Onu yakından görüp kendisiyle konuşmak fırsatı hiç doğmadı.
8) Celal (Bayar): Burun üstünden sıkıştırılan kelebek biçimli, hafif dumanlı gözlük taşıyan, söz alınca, konuşma kürsüsüne doğru ağır ağır yürüyerek kürsüye çıkan Saruhan Mebusu Mahmut Celal Bey, somaki e'yi uzatarak "Efendileeeer!" diye söze başlar, din ilkelerini halka yayan İsa havarileri gibi, sözcükleri seçe seçe konuşur ve konuşmasını etkili kılmak için bakışlarını bütün Meclis üyeleri üzerinde dolaştırarak sesinin tonunu konuya göre bir artist gibi ayarlayıp söz söylerdi.
Meclis' in ilk haftalarında bir gün, işgal olunan topraklarda Yunan kıyımını anlatan bir konuşmasını dinlemiş ve çok etkilenmiştim. Kimi yerde ağlar gibi konuşuyor, Meclis'i coşturuyor, onu dikkatle dinleyen milletvekilleri düşman için sık sık 'kahrolsunlar!' diye bağırıyordu.
Konuşurken, hiç acele ettiğini görmedim.
Konuşması, Hamdullah Suphi Bey'inki gibi süslü değil, ama yalın kat kafalar üzerinde daima etkili olurdu.
Onun İttihat ve Terakki Fırkası'nı İzmir Kâtibi Mesulü olduğunu ve daha soma kılık değiştirerek 'Galip Hoca' takma adıyla Demirci Efe'nin yanında Kuvayı Milliye Komutanlığı yaptığını memur arkadaşlardan biri söylemişti.
Geleceğin cumhurbaşkanı olacağına işaret olacak herhangi belirgin ve olağanüstü bir özellik ve görüntüsü yoktu. Sadece Meclis'in sivrilmiş üyelerindendi.
İlk bakışta, insan ruhunu san veren, her türlü kuşkudan uzak tam bir güven aşılayan tiplerden değildi. Hafif dumanlı gözlüklerinden midir nedir, sanki bir karanlık yanı varmış gibi gelirdi bana.
Burada anlatılmasına gerek olmayan vesilelerle, İsmet İnönü ile bir kez cumhurbaşkanı iken, bir kez de 27 Mayıs 1960 devriminden sonra görüştüm.
Celal Bayar'la da cumhurbaşkanı iken iki kez karşı karşıya gelip konuştum.
Sanıyorum ki bu konuşmalardan, ne onun yıldızı benimkiyle, ne de benim yıldızım onunkiyle barışık çıkmadı. Bu ruhsal 'yıldız uyuşmazlığı' duygusundaki nedenlerin anlatılmasına olanak yok. Zaten bu konu bu kitabın çerçevesi dışında kalır.
9) Refik Şevket (İnce): Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminin tam devrimci ve yürekli bir politikacısı, vatan ve milleti ilgilendiren sorunların savsaklanmasına asla katlanamayan, inanmış, yurtsever bir Türk aydınıydı. 11 Eylül 1920'de İstiklal Mahkemeleri Yasası kabul edilip bu mahkemelerin üyeleri için Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce yapılan seçimi ilk turda büyük bir çoğunlukla kazanan üç milletvekillinden biri o oldu. Öbür ikisi Muhittin Baha (Pars) (Bursa), Mustafa Necati (İzmir). Birinci turdan soma günlerce süren seçim torlarında hiçbir milletvekilinin salt çoğunluğu sağlayamadığı günlerden birinde Refik Şevket, Meclis kürsüsüne çıkıp tam bir içtenlik ve coşkuyla: "Bizler ilk intihapta seçildik. Yalnız başımıza memleketin içine gider, yüksek Meclis'in verdiği vazifeyi yerine getiririz" diye bağırarak o günlerde Meclis üyelerinde görülen gevşeklik ve savsaklamaya karşı koydu. İlk İstiklal Mahkemeleri bölümünde belirttiğim gibi şöyle kükredi: "Efendiler asacağız, asılacağız fakat bu vatanı kurtaracağız."
Onun engin yurt sevgisi bu sevgiden doğan yüreklilik ve coşku ölümüne değin sürdü.
Ülkenin kurtuluşundan ve cumhuriyetin ilanından sonra kendisini yalnız politikacılığa ve hukukçuluğa değil, yurt ormanlarının korunması ve maden ocaklarına gerekli direklerin sağlanması, bataklıkların kurutulması gibi önemli ülke sorunlarına adadı. Bu amaç için okaliptüs ağaçlarının geniş ölçüde yetiştirilmesi, okaliptüs ormanları oluşturulması için çalıştı, araştırma ve incelemeler yaptı, dahası, "Okaliptüs" adını taşıyan bir de kitap yazılmasını sağladı.
Çok yönlü bir yurtseverdi o. 23 Nisan 1920 gününün Ulusal Egemenlik Bayramı olarak kabul edilmesi için 23 Nisan 1921 Cumartesi günü, yani Meclis'in toplanmasından tam bir yıl soma ilk önergeyi veren odur. Refik Şevket bu önergenin hemen oybirliğiyle kabul edileceğine inanıyordu. Ama karşı koyanlar ya da bu yasa önerisini sulandırmak isteyenler çıkınca hemen kürsüye fırlayıp şöyle konuştu: "Koca tarihi canlandırmak şerefine, koca bir tarihi yeniden yaşatmak görevini üstlenen Meclisimiz bu günü elbette değerlendirecek, kutsallaştıracak ve bunu torunlarımıza yadigâr bırakacaktır..." Bu konuşmadan sonra öneri kabul edilerek yasalaştı ve 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı böyle yerleşti.
Refik Şevket (İnce) 23 Nisan 1920'den tam 35 yıl ve bir gün soma 24 Nisan 1955'te yaşama gözlerini yumdu. Ülkemizin tarihinde sayılan ne yazık ki pek az olan böyle idealist hukukçu ve politikacıları unutmamak, gençliğe örnek olarak göstermek, Türk aydınlarına düşen büyük bir görevdir. Çok değerli hukuk kütüphanesini İzmir Ege Üniversitesi'ne armağan etmiş olup, orada kendi adına özgülenen ayrı bir bölümde yer almıştır.
10) Yunus Nadi Bey: Vücutça toplu olduğu için kısa boylu görünen Yunus Nadi Bey, hafif gerdanı, kalın sesi, burnunun üstüne dolaşan bir yayla tutturulmuş eski tip, ilginç gözlüğü, vakarlı duruşu ile İlk Meclis'in hemen göze çarpan üyelerinden biriydi. Bütün milletvekillerinin ona karşı özel bir saygı gösterdiklerine uzaktan tanık olurduk.
Her milletvekilinin, isteği komisyona kendi kendisini aday göstermesi yoluyla yapılan encümen (komisyon) seçimlerinde, kaim sesiyle 'Umuru İktisadi' diye bağırmış, bir süre soma İrşat Komisyonu'na da girmişti. Bu komisyon, o zamanlar bana 'halka nasihat komisyonu' gibi geldiğinden, bu seçimi yadırgamıştım. Çünkü Yunus Nadi Bey'in, insanlara hemen yanaşacak güleç yaradılışı ve yığınları etkileyecek bir güzel konuşma yeteneği yoktu. O gün toplantı salonundan çıkarken bu düşüncemi zabıt kalemindeki yaşlıca arkadaşlardan birine söyleyecek oldum, bu arkadaş hemen: "Siz ne söylüyorsunuz? O, Yeni Gün gazetesinin sahibidir. Öyle muktedir bir ser muharrirdir (başyazar) ki, İstanbul'da iken bir tek makalesiyle hükümet düşürmüştür. Yazılarıyla herkesten iyi irşat yapar" diyerek beni aydınlatmış ve Yunus Nadi Bey'in değerini gözümde büyütmüştü. (*)
(*) Aradan yaklaşık üç yıl geçtikten sonra onun, Ankara'da çıkmakta olan Yeni Gün gazetesinde birkaç ay muhabirlik yaptığım sırada beni hiç görmedi. Ama İlk Meclis'in açılışından 22 yıl sonra 1942'de, Cumhuriyet gazetesinde ilk makalem çıkınca beni görmek istemiş. Yazıişleri Müdürü Feridun Osman Menteşoğlu ile yanına girdiğimde karşısına oturtup: "Gazetem size açıktır; hukuki Ve içtimai mevzularda yazılar getirirseniz memnun olurum" dediği zaman kendisine ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden ve daha sonra Meclis'in tatil aylarında, iki ay kadar muhabir olarak çalıştığım Yeni Gün gazetesinden söz açmak istedimse de beni "ukala bir doçent" sanmasın diye vazgeçtim.
11) Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Dr. Rıza Nur Beyler: 1920 yılının 23 Nisanı'nda, yani başlangıçta üye ile toplanan ve dönem sonunda, yani 1923 Ağustosu'nda ise üye sayısı -Malta tutsaklığından gelenler ve yeni seçilenlerle birlikte- 300'ü aşan ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki-milletvekillerindendi Dr. Rıza Nur ile Hamdullah. Suphi beylerin, benim lise öğrenciliği yaşamımda özel birer yeri olduğundan, bu iki milletvekili hakkında o zaman edindiğim izlenimleri açıklamalıyım.
Meclis Genel Kurul toplantılarını hemen hemen kaçırmayıp muntazam olarak izlediğim için Hamdullah Suphi ve Rıza Nur beyleri ilk günlerde tanıdım. Hamdullah Suphi Bey'in adını "Büyük hatip" diye daha önce işitmiştim. Meclis'in açıldığının ertesi günü Mustafa Kemal Paşa'nın birkaç oturum süren uzun konuşmasından soma söz alan ve düşmanlarımızı lanetleyen milletvekilleri arasında Hamdullah Suphi Bey de vardı; gerçekten coşkulu, akıcı ve çok güzel konuşuyordu.
Daha sonraki günlerde Meclis tarafından halka yayımlanan bildiriyi ve padişaha yazılan yazıyı konuşma kürsüsünden Genel Kurul'a yine Hamdullah Suphi Bey okudu. Sovyetler Birliği'nce telsizle yayımlanan ve dünyanın bütün ezilen halklarına seslenen bildirinin Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne ulaştırılması üzerine açılan ve uzun süren bir görüşme sırasında yine Hamdullah Suphi Bey çok etkili, coşkulu bir konuşma yapmış ve bunun bir yerinde: "Evet arkadaşlar, bu vatanı kurtarmak için gerekirse Bolşevik de olacağız, şeytan da olacağız" diye bağırmıştı. Sonradan bizim büroya gelerek bu sözlerini tutanaktan çıkardığını sanıyorum. Fakat ben bu sözleri bugünkü gibi anımsıyorum.
Birkaç ay soma İstanbul hükümetinin olumsuz tutum ve propagandaları üzerine yine Kâzım Karabekir Paşa'dan gelen ve ülkedeki bütün halka yeni bir bildiri yayımlanmasını öneren yazı üzerine bu bildirinin Hamdullah Suphi Bey'le birlikte "Şer'iyye Encümeni" (yani Din İşleri Komisyonu) tarafından hazırlanmasına Meclis'çe karar verilmiş, fakat Şer'iyye Encümeni'nin bildirisi, halkın anlayamayacağı biçimde çok ağdalı bir Osmanlıca ile kaleme alındığından, Hamdullah Suphi Bey ayrı bir bildiri hazırlayıp, Kırşehir Milletvekili Müfit Hoca'nın okuduğu Şer'iyye Encümeni bildirisinden sonra kendi bildirisini okumuş ve Meclis bunların her ikisinin de yayımlanmasına karar vermişti.
Kısacası, Hamdullah Suphi Bey'i ilk Meclis'te çok dinledim, zevk ile dinledim. Yazılı bir kâğıt veya nota bakmadan, doğrudan doğruya derli toplu, etkili, şiir gibi güzel ve heyecanlı konuşuyordu. Ne var ki bu konuşmalarda beni doyurmayan bir yön sezer, bunun ne olduğunu bir türlü anlayamazdım. Onu dinlerken çok duygulanır, hoşlanır ve heyecanlanırdım, ama sonra kendi kendime düşününce, kafamın içinde onun söylediklerinden pek bir şey kalmadığını görürdüm. Alkışlanmaktan çok hoşlanan Hamdullah Suphi Bey'in güzel konuşmaları, bir bakıma; İzmit'in pişmaniye helvası gibi bir şeydi. Tatlı, daha doğrusu yerken tatlı, fakat asla özlü ve doyurucu değildi. Bunu çok geç fark ettim.
Bununla birlikte Hamdullah Suphi Bey'i, uzaktan uzağa çok severdim. Dinleyici locasının basamaklarında, ayakta durup konuşmalarını büyük bir coşku ile dinleyen liseli Meclis memurunun, elbette ki farkında değildi. Ama ben onun çok özenle ortasından iki yana taranmış kır saçlarına, sesinin müziğine, konuşmalarının akıcılığına, yüzünün nazik ve güleç ifadesine, davranışlarındaki kibarlığa uzaktan uzağa hayranlık duyardım.
Dr. Rıza Nur Bey'le Hamdullah Suphi Bey arasında Meclis'in ilk günlerinden başlayan bir rekabet vardı; bu yarışma Milli Eğitim Bakanını Meclis'çe seçilmesi sonunda su yüzüne çıkmıştı.
Dr. Rıza Nur Bey, Meclis üyelerince de pek sevilmezdi. Önlemesine, (yani köşeleri öne ve arkaya doğru) giydiği kuzu derisi kıvırcık gri bir kalpak, hâki renkli bir giysi taşırdı.
Dr. Rıza Nur Bey'de 'büyüklük hastalığı' vardı. İlk hükümet kuruluşuna göre Meclis'in başkanı, aynı zamanda 'İrca Vekilleri Heyeti'nin (yani Bakanlar Kurulu'nun) de başkanı idi. Bu nedenle hükümet programını -Meclis'in başkanı olan- Mustafa Kemal Paşa okuyamazdı. Bunu Meclis'te Milli Eğitim Bakanı Dr. Rıza Nur Bey okudu. Kendisini ilk kez Meclis'te bu vesile ile dinledim.
Hamdullah Suphi Bey'in yarısı kadar hatipliği yoktu. Fakat düzgün konuşuyor, elindeki metni, kandırıcı pozlarla okuyordu. Sanıyorum ki bu programı Mustafa Kemal Paşa'nm yerine, O'nun temsilcisi olarak, okuduğunun bilincini taşıyordu*)
(*) İleride anlatacaklarım, kendisinin büyük adam olduğunu sanan Dr. Rıza Nur Bey'in ne denli küçük işlerle uğraşa bildiğim ve bir Milli Eğitim Bakanını, bir okul yöneticisi gibi ayrıntılı işlere dalabileceğim ve yaratılış bakımından da "küçük adam" olduğunu gösterecektir.
12) Tunalı Hilmi Bey: Bolu Milletvekili olan Tunalı Hilmi, ilerici, daha o zaman öz Türkçeci, kadın hakları savunucusu, tam ülkücü bir insandı. Birinci Meclis'teki tutucu hocalar onu sevmezler, kürsüye her gelişinde gürültü yaparlar, hiç konuşturmak istemezlerdi.
Esmer yüzü, pos bıyıkları, şakakları ağarmış saçları, kaim ve gür sesi ile ilk Meclis'in çok renkli kişilerindendi. Bugün sağ olsaydı Türk devriminin zedelenmesi karşısında yine o kaim sesini yükseltip bir aslan gibi kükreyeceğinden hiç şüphe etmiyorum.
13) Diyab Ağa: Dersim Milletvekili Diyab Ağa uzun boyu, dik duruşu, şahin bakışlı gözleri, uzun ve bakımlı beyaz sakalı, çok açık yeşil renkte, ipek işlemeli şal sangı ile her görenin dikkatini çeken bir kişiliğe sahipti. Yöresindekiler üzerinde saygı uyandırırdı. Büyük Millet Meclisi'nin Başkanı Mustafa Kemal Paşa da ona karşı çok saygılı davranırdı. Toplantı salonunda karşılaştıkları zaman (ben yalnız iki kez tanık oldum) Paşa, ona doğru yönelir elini sıkar hatır sorardı. Diyab Ağa'nın açık bir otomobilde Mustafa Kemal Paşa ile birlikte çekilmiş resmi çok ünlüdür.
Diyab Ağa, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu'nda pek az söz alırdı. Ama konuştuğu zaman etkili olurdu. Benim Meclis'ten iki yıllık ayrılığım sırasında, Yunanlıların Ankara yakınlarındaki Polatlı'ya kadar ilerlemesi üzerine Meclis Genel Kurulu'nda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Kayseri'ye taşınması söz konusu olmuş; kimi milletvekillerinin taşınmadan yana olduklarını gören Diyab Ağa kürsüye çıkarak: "Bizler buraya Ankara'dan kaçmak için gelmedik, düşmanla savaşmak için geldik; bir yere kıpırdamayız. Meclis'in Ankara'dan ayrılması millette korku yaratır. Burada kalıyoruz ve kalacağız" biçiminde konuşmuş ve bu konuşması pek etkili olmuş. Bu olayı Meclis'te yeniden görev aldığım zaman öğrendim. (*)
(*) Ne yazık ki Meclis'in Kayseri'ye nakli için gizli oturumda yapılan görüşme ve tartışmaların tutanaktan, divan kâtibi milletvekillerince düzgün yazılmamış. Erzurum Milletvekili Mustafa Durak Bey'in aynı doğrultudaki konuşması gizli Tutanak Dergisi'ne geçmiş (TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 2, s. 103), Diyab Ağa'nın ki geçmemiş.
Diyab Ağa, şahin bakışlarına karşm çok sevimli, alçakgönüllü, güleç yüzlü, ama vakarlı bir insandı. Görünümü unutulacak gibi değildi.
14) Hoca Mehmet Salih Efendi: Dört kadınla evlenmeyi zorunlu kılmak konusunda Meclis'e verdiği öneri ile bir vakitler ülke ölçüsünde ün kazanmış olan Erzurum Milletvekili Hoca Salih Efendi, fesinin üstüne şal motifli dar bir sarık saran, kısa boylu ve cerbezeli bir kişi idi. Konuşmak için Meclis kürsüsüne çıkınca, söze başlamadan, herkesin dudağında bir gülümseme belirirdi. Düşüncelerinde tutucu, davranışlarında samimi görünür, konuşurken espriler yapmaktan hoşlanırdı. Salih Hoca ilk Meclis' in unutulmaz renkli kişilerindendi.
15) Hatipler (İyi konuşanlar): Bursa Mebusu Muhittin Baha (Pars), somadan Adliye Vekili olan Saruhan Mebusu Refik Şevket (İnce), İzmir Mebusu Mahmut Esat (Bozkurt), Saruhan Mebusu Mustafa Necati, Kastamonu Mebusu Abdülkadir Kemali, Konya Mebusu Refik (Koraltan), Erzurum Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) ilk Meclis' in bellibaşlı hukukçu hatiplerinden; Bursa Mebusu Operatör Emin, İzmir Mebusu Dr. Tevfik Rüştü (Aras) beyler de sık sık söz alan doktor hatiplerdendi. Her zaman sanki bir şeye sitem eder gibi konuşan uzunca boylu şişman İzmit Mebusu Sırrı Bey de ilk Meclis'in dikkat çeken milletvekillerindendi. Bir Malatya Mebusu Reşit Ağa vardı ki birçok konuya aklı erer ve dikkate değer konuşmalarıyla Meclis'i etkilerdi. Benim memleketim olan Çorum'un mebusları içinde en çok konuşanı fakat pek ciddiye alınmayan Haşim Bey, az konuşup kendisini dinleteni de İsmet Bey (Eker) idi. Bu zat Meclis'in somaki dönemlerinde de çok uzun süre milletvekilliği yapmış ve Meclis birinci reis vekilliklerinde de bulunmuştur.
16) Fazla Dikkat Çekenler: İlk Meclis'ten, belleğimde çakılı kalan mebuslardan Lazistan (Rize) Mebusu Ziya Hurşit (İzmir suikastında asıldı), Hakkâri Mebusu Mazhar Müfit, Burdur Mebusu İsmail Suphi beyleri de burada anmalıyım.
Henüz çok genç olan Ziya Hurşit Bey konuşmalarındaki ataklığı, kendine özgü şivesi, Mazhar Müfit Bey oturaklı ve anlatışlarının tutarlı ve düzgün oluşu ile dikkati çekerlerdi.
İsmail Suphi Bey'e gelince, daha o zaman "Soysallıoğlu" soyadını kullanırdı. Kalemde onunla ilgili bir önerge, işlem veya başka bir iş olduğu zaman ondan söz ederken hepimizin dili "Soysallıoğlu İsmail Suphi Bey" demeye alışmıştı. Konuşmaları hemen her zaman coşkulu idi. İnceleme ve etüt üzerine değil, duygular üzerine oturturdu konuşmalarını. Onunla tartışmaya girişen pek olmazdı.
Gaziantep Mebusu Kılıç Ali Bey'i sonraki aylarda gördüm Meclis'te. Kara sakallı, kalpaklı, yakışıklı bir mebustu. Onun kürsüde konuştuğuna hiç rastlamadım. Kendisiyle yıllar sonra, 1925'te, Ankara İstiklal Mahkemesi'nde yeniden karşılaştım, top sakalını kesmişti.
17) Kavuklu ve Külahlılar: Kavuklu ve külahlı mebuslardan, Konya Milletvekili, koyu vapur dumanı bir gözlük taşıyan Mevlevi çelebisi Abdülhalim Çelebi Efendi, Erzincan Milletvekili Şeyh Hacı Fevzi Efendi ve Denizli Milletvekili Mazlum Baba Efendi'nin yüzleri hiç gözümün önünden gitmez.
Motifli şal sarıklı, uzun sakallı ve uzun boylu, kartal bakışlı Dersim Mebusu Diyab Ağa'ya benzeyen, başka bir ağa mebus, sanırım ki o tarihte ilk Meclis'te bulunan herkes tarafından, her zaman anımsanacak renkli kişilerdendir.
18) Sarıklılar: İlk Meclis'te sarıklı hocaların sayısı epeyce çok olduğundan, bunlar giysileri ile değil, sayılarının çokluğu ile dikkatimi çekmişti. Bunlardan, ilk hükümetin kuruluşunda Şer'iyye Vekili seçilen nur yüzlü, bembeyaz sakallı, her zaman temiz giyimli Bursa Mebusu Fethi Efendi; kürsüde sert ve kavga eder gibi konuşan top kara sakallı Antalya Mebusu Rasih Hoca; sonradan Şer'iyye Vekili seçilen, sangı ve cüppesi her zaman düzgün, herkesten saygı gören Eskişehir Mebusu Abdullah Azmi Efendi; cepheden döndüğü bir gün kendisini fişeklik kuşanmış olarak mavzerle gördüğüm ve bu askerce durumunu başındaki beyaz tülbent sarıkla pek bağdaştıramadığım Isparta Mebusu Hafız İbrahim Efendi; her zaman çok şık giyinen ve güzel konuşan Kırşehir Mebusu Müfit Hoca; çok dar ve ince bir beyaz sarık saran, eline aldığı her konuyu derinlemesine işleyen ve o zaman gördüğüme göre hemen her konuya aklı eren, zayıf yapılı, titiz ve çalışkan Karahisar Şarki (Şebinkarahisar) Mebusu Ali Süruri Efendi; her ikisi de Meclis üyelerinden çok saygı gören Konya Mebusu Mehmet Vehbi ve Musa Kâzım efendiler; medrese mollası kılıklı Batum Mebusu Ahmet Nuri Efendi, belleğimde canlı izler bırakan hoca mebuslardan birkaçıdır.
Murat APAY
0 Yorumlar