Değişen Devlet Algısı: Toplumsallıktan Bireyselliğe
Nuriye ÇELİK
Doktora Öğrencisi, Selçuk Üniversitesi,Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji Anabilim Dalı, Konya
Murat Apay
Derleme
Öz
Post-modernizmle birlikte anlam kaymasına uğrayan kavramlardan biri
devlettir. Eğer bireyler, toplumların sürekli bir gelişim içerisinde olacağı ve hep daha
iyiye gideceği fikrinden vazgeçmişse, devletin rolü nasıl değişecektir? Kapitalizmin
kalesi olan Amerika’daki gibi bir ekonomik kriz anında, bir baba figürü olarak zorda
kalan tüm ekonomik aktörlere el mi uzatacaktır? Devlet kavramı her gün ve yaşanan her
toplumsal eylem sonrasında tekrar tanımlanmakta ve sorgulanmaktadır. Bu çalışma,
hem ülkemizde hem de dünya genelinde devletin kriz ve korku anlarında güçlenen ve
otoriterleşen; rutin dönemlerde liberalleşip küçülen devinimlerini açıklamayı hedefler.
Giriş
George Orwell asıl adı ile Eric Arthur Blair, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört
adlı kitabında sıradan insanların bizzat tanıma ayrıcalığına sahip olmadığı ve
zaman içinde de müttefiklerle sürekli yer değiştiren düşmanlara karşı savaşmakla motive olan bir toplumu anlatır. Bu düşmana karşı savaşma ve
ondan sürekli nefret etme içgüdüsü, toplumun tüm katmanlarında bitmek
bilmeyen bir öfke, mücadele hırsı ve güçlü kalma sebebi yaratır. İnsanlar
savaşlara ve düşmanlara inandıkları sürece kendi devletlerinin neden güçlü
kalması gerektiğini idrak etmiş olarak yaşamlarını sürdürürler. Bu bitmek
bilmeyen düşmanlara karşı sürekli tetikte olmak, toplumları “canlı” tutar ve
devletler varlığını koruyan ama sürekli isim değiştiren düşmanları yenmek için
elinden gelen her türlü gücü kullanma hakkını kendisinde bulurlar. Bu güç
kullanımları haklılaşarak ve meşrulaşarak halk gözünde onaylanmış olur. Öyle
ki devlet ne kadar çok düşman yener ve bir sonraki düşmana geçerse ya da ne
kadar çok yüksek sesle konuşur ve avazı çıktığı kadar bağırarak düşmanlarını
korkutursa, halk da kendini o kadar güçlü, haklı ve mutlu hisseder.
Başka bir bakış açısıyla şöyle de diyebiliriz; devlet sürekli düşmanlar
yaratır, kendi halkını hırçın, kavgacı ve nefret dolu yapmaktan hoşlanır ve bu
nefretin yarattığı enerjiden beslenir. Her kaos hali devletlere tüm insan
haklarını, tüm özgürlükleri ve tüm muhalif sesleri elindeki tüm güçle susturma
hakkı ve gücü verir. Daha da vahimi yaşanan her türlü ihlal, her tür baskı halkın
çoğunluğu tarafından haklı bulunarak desteklenir.
İktidarlar toplumu kontrol etmek ve egemenliklerini korumak
içgüdüsüyle sosyal kontrol araçlarını kullanmışlar, bireylerin zihinlerini
şekillendirmeye çalışarak istenen toplum tarifine uygun beyinler
üretilmişlerdir. Dünyanın her yerinde uygulanan bu yöntem başta psikoloji
bilimi olmak üzere bazı bilim alanlarında araştırılmış; zihin kontrolü, toplum
mühendisliği gibi kavramlarla toplumları yönlendirme ve şekillendirmenin
yolları aranmıştır. Her ne kadar ülkemizde farklı siyasi çevreler birbirlerini
toplum mühendisliği yapmakla suçlamışlarsa da Milgram deneyi göstermiştir ki
itaat etme problemi tamamen psikolojik değil toplumsaldır ve insanların büyük
çoğunluğu normal hayatta benimsemedikleri ya da onaylamadıkları
davranışlarda bulunmaları yönünde verilen emirleri, otoriteyi sorgulamadan ve
otoriteye karşı çıkmadan uygulamışlardır. Dolayısıyla iktidarlar toplumları
şekillendirir ve sonuçta bireyler aslında hiç olmadıkları insanlar gibi
davranabilirler.
Devletler, toplumların sosyolojik özetleridir.
Devlet iktidar, egemenlik ve
yönetme kavramlarına atıf yapan bir anlamlar bütünüdür ve esasen bir siyasal
yapı olmanın ötesinde işlevler taşır. Toplum nasıl ki bireylerin temel
niteliklerinin ortaklığından meydana geliyorsa, devlet de toplumsal unsurların
ve bireylerin yönetilme kültürlerinin birer fotoğrafıdır. Her ne kadar ülkelerde
siyasal rejimler dönem dönem darbe gibi dışarıdan ve ya içerden müdahalelerle
kesintiye uğruyorsa da, yaşanan bu durum toplumun daha önceden yanlış
okunan bir takım niteliklerinden kaynaklanır. Nitekim hangi ülke olursa olsun
yaşanan anti-demokratik siyasi olaylar sayıları az ya da çok, kendine bazı
taraftarlar bulmuştur. Bunun sebebi ülke yönetiminin, bireylerin kişisel
çıkarlarına kurban gidişi olduğu gibi, toplumun yönetim anlayışının tanıdığı
geniş yetkiler de olabilmektedir. Örneğin yaptığı insanlık dışı faaliyetler
nedeniyle ortak acı duymamıza neden olan Hitler’in, o günkü koşullarda kendisini gönülden destekleyen taraftarları yok muydu? Ya da bir darbeyle
İslami rejime geçen ve halkının tamamı Hıristiyanlardan oluşan bir toplum var
mı? Dolayısıyla siyasi olaylar toplumun genetik kodlarından bağımsız değildir.
O halde diyebiliriz ki, devletleri incelemek toplumları incelemektir.
1. Devlet Kavramı Üzerine
Bourdieu 1989-1992 yılları arasında College de France’de devlet üzerine
verdiği derslere, devleti tanımlamadan önce onu anladığımızı, kavradığımızı,
devletin birey ve toplumdan bağımsız düşünülemeyeceğini belirterek başlardı1.
Bu yüzden bilim adamı kendisinin de içinde olduğu bir nesneyi tanımlarken ve
incelerken farklı düşünme ve farklı sosyolojik analiz biçimlerine ihtiyaç duyar.
Bourdieu’ya göre habitus-alan ikilisi bu farklı yaklaşımlara bir örnektir2.
Peki,
nedir devlet?
Devlet toplumsal örgütlenmeye sıkı sıkıya yapışmış, onunla biçimlenmiş
ve onu biçimlendirmiş bir siyasal teşkilatlanma şeklidir3. Devletler
toplumlardan etkilenir, kültürlerin etkisiyle şekillenir ve aynı zamanda ilgili
ülkenin siyasi tarihinin baş aktörü olarak güçlü bir etkiye de sahiptir. Her
ideolojinin dünyaya bakış açısıyla yeni bir isim ve şekil alır: sosyalizm ve
kapitalizm gibi teorik olarak devletin olmadığı ütopik versiyonları üzerinde
çokça kafa yorulmuştur. Fakat hem sosyalizm örneklerinde devlet sadece el
değiştirmiş ve gücüne güç katmayı sürdürmüştür hem de kapitalizm
örneklerinde devlet kapitalistin en iyi dostu ve koruyucusu görevini
üstlenmiştir. Siyasal yönetimler insanların bir arada yaşamaya başladığı andan
itibaren düzen ve kurallar getirerek doğmaya başlamış, zaman içinde
dünyadaki gelişmelere paralel olarak değişmiş, toplumlar ve bireyler değiştikçe
de devletler de evrilmiştir.
Platon’a göre insanlar iş bölümü ve ihtiyaç güdüsüyle bir arada
yaşamaya başlamıştır ve yöneticiler halkın geneline fayda sağlamak şartıyla
manipülasyon yapma haklarını saklı tutmuşlardır4.
Platon'a göre toplumda yöneten ve yönetilen olmak üzere iki kesim
vardır. Bilgili, adaletli ve erdemli kişiler yönetimi ele almalı veya yönetene
yardım etmelidirler. Bunlar yönetilene de yol gösterirler; onları yatıştırıp
taşkınlıktan korurlar. Bilgi iyi eğitimle elde edilir. Adalet, kendine teslim edilen
emaneti korumak, nefsine hakim olmak, düzenle çalışmaktır. Erdem ruh sağlığı
ve güzelliğidir. Kötülük ise ruhun hastalığı ve çirkinliğidir… Ya hükümdarlar
filozof, ya filozoflar hükümdar olmalıdır; böyle olmazsa devlet ve insanlık için mutluluk beklenemez.
1 A. Günce Berkkurt, “Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine: Pierre Bourdieu’nün 1989-
1992 Yılları Arasında Collège de France’da Verdiği Dersler”, Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı,
2012/2, s.34.
2 A. Günce Berkkurt, a.g.m. s. 35-6.
3 Osman Şimşek, “Devlet Kavramının Gelişimi ve Küreselleşmedeki Anlamı”, Kamu-İş İş Hukuku ve
İktisat Dergisi, Yıl 2000, Cilt: 5, Sayı: 4, s.1.
4 Osman Şimşek, a.g.m. s.2.
Yöneten, kendi işine geleni değil, yönettiği halkın
yararını gözetmeli ve onun işine geleni yapmalıdır5.
Yöneticiler en iyi olanlar arasından çıkmalı ve devlet açık toplum
yaratma dürtüsüyle hareket etmelidir. K. Popper’ın açık toplumun ilk
kişiliklerinden saydığı Sokrates, devleti rahatsız eden bir at sineği olarak
haksızlığa uğramayı tercih edip, başkalarının haksızlığa uğramasına böylece
engel olabileceğini düşünmüştür6. Devlet, “sihirli güçlere karşı boynu bükük
kabileci veya kapalı toplumdan insanın eleştirme yetilerini serbest bırakan açık
topluma geçişte” aracı olmalıdır7.
Hobbes’a göre devletin amacı bireysel güvenliktir ve devlet sağladığı adil
ortamla doğal insanın içindeki kibir, öç alma, savaş çıkarma halini engelleyerek
kaosun olmadığı, güvenli, adil bir toplum yaratır8. Hobbes tıpkı Hegel gibi
devlete önemli görevler yükleyerek devlet kavramını da önemli ve saygın hale
getirmiş olur. Hegel’e göre devleti, sivil toplumun koruyucusu olarak görüp
dışsal bir gereklilik devleti tanımı yapmak; devleti tercihen üyeliklerden oluşan
bir yapıya dönüştürerek, devletin nesnelliğini ve hakikiliğini gölgeler9. Locke ve
Smith de liberal bir anlayışla devlet kuramına yaklaşmıştır. Locke’un liberal
bakışı ile devlete mülkiyet koruyuculuğu görevi yüklemesi ve Rousseau’nun
siyaset felsefesinde devleti birey karşısında sözleşmenin bir tarafı olarak
indirgemesi; liberalizmin son aşamada devlet ve organlarının olmadığı
sözleşemeye dayalı bir sivil toplum tasavvuruna giden yolun taşlarını meydana
getirir.
Toplum sözleşmesi bireylerin devletle imzaladığı bir anlaşmadır.
Buna
göre birey bazı haklarını devlete devreder ve devletin kendisine vereceği ödev
ve yükümlülüklerini yerine getirmeyi taahhüt eder. Bunun karşılığında da birey
kendi güvenliği başta olmak üzere toplumsal güvenlik, adalet, eşitlik ve
benliğini korumaya dönük bir takım haklar -insan hakları- talep etmiştir. Fakat
burada talep edilen eşitliğin mutlak olmadığı ve yine talep edilen özel
mülkiyetin korunması hususunun da, kendine ait özel mülkü olmayan
toplumsal sınıflar için anlamsız olacağı tarihte pek çok kez ifade edilmiş;
aslında özel mülkiyeti korumayı devlete bırakan kapitalist, kendini sermaye
sahibi olmayanlara karşı devlet eliyle korunmuştur da eleştirisi de yapılmıştır.
Marksizm’in mülkiyet konusundaki tavrı, devleti güçlü olanın yanında yer
almakla suçlaması şeklinde ortaya çıkar. Esasen devlet, yalnız çatışmaya neden
olan eşitsizlikleri artıran bir konumdadır.
Türkiye’de ise Şeyh Edebali'nin, Osmanlı'nın kurucusu ve damadı Osman
Gazi’ye vasiyetinde “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” öğüdünden de kolayca
görebileceğimiz gibi, Osmanlı’dan günümüze miras kalan bir devlet anlayışı söz konusudur.
5 Nevin Güngör Ergan, “Siyasetnamelerimizde Çizilen “Devlet Adamı” Portresinin Temel Özellikleri”,
Bilig Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi-8/Kış, 1999, s.29.
6 Esra Durukan, “Popper’da Açık Toplum ve Devlet İlişkisinin Siyasal Sonuçları”, 30 Nisan – 2 Mayıs
2010 VII. Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Öğrenci Kongresi Abant İzzet Baysal Üniversitesi, s. 2.
7 Karl Popper, Açık Toplum ve Düşmanları Cilt 1: Platon, Remzi Kitabevi A.Ş . İstanbul, 1989, s.17.
8 Thomas Hobbes, Leviathan ve ya Bir Din ve ay Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Kudreti, Çev:
Semih Lim, 6. Baskı Ocak İstanbul, 2007, Yapı Kredi Yayınları, s.127.
9 Işıl Bayar Bravo, “Hegel ve Liberalizm”, Felsefe Dergisi, Sayı: 2, Güz, 2006, s.113.
Türkiye’de devlet saygın ve önünde halkın eğilmesi gereken bir
siyasal güçtür.
Atatürk devrimleriyle gelen aydınlanma sürecinde de yine,
aydınlanmacı seçkinlerin aktif çalışmaları görülür. Halktan, tabandan gelmiş bir
modernleşme ve demokratikleşme talebinden söz etmek doğru olmaz. Fakat
vatanı, özgürlüğü ve namusu için savaşan, yoksulluğundan geriye kalan her
şeyiyle Atatürk'ü ve arkadaşlarını destekleyen, inanan; savaş bittiğinde de
kendi modernleşme tarihine canlı tanıklık eden yoksul halkı yok saymak da
bilimsel olmayacaktır. Her ne kadar modernleşmeye dar bir kadroyla öncülük
etmişse de Atatürk; cumhuriyet ve halk egemenliği kavramlarını bu topraklara
öğreten ilk liderdir. Osmanlı döneminde Halifelik gibi dini ve kutsal bir öğenin
de devletle kol kola oluşu, devletin kutsallığını artıran ve devletin
eleştirilmesinin dini eleştirmek ve dine karşı gelmek anlamına geldiği bir algı
yaratan unsur olmuştur. Tam da bu nedenle, ülkemizdeki sivil toplum ve
kamusal alan kavramları, bu kavramların doğuş yeri olan Batıdaki
anlamlarından bir hayli farklıdır. Örneğin sivil itaatsizlik ülkemizde karşılığı
olan bir kavram değildir. Mevcut egemen güce karşı girişilen her türlü
toplumsal hareket de en başta sivil toplum ve demokrasi kültürüne bağlı
geliştiğinden; yine ülkemizdeki toplumsal hareketler literatürdeki tanımlardan
farklı bir noktada gelişmektedir.
Devletler en güçlü kontrol mekanizmalarıdır.
Devlet kavramı ülkemizde,
siyasi iktidarlarla özdeş bir algıya sahiptir. Fakat devlet özünde daha temel ve
koruyucu bir felsefe barındırır. Her ne kadar zamanla devletler hegemonyanın
aracı olmakla suçlanmışsa da, esasen siyasi iktidarların geçici, devlet
kurumunun ve felsefesinin kalıcı olması nedeniyle; ülkelerin bir devlet anlayışı
çevresinde kalarak yalnız siyasi isimleri değiştirmesi, temel devlet felsefesinin
korunması gelişmiş ülkelerde uygulanan bir siyasi süreçtir. Bu yöntem
sayesinde ülkeler yüz yıllık planlar yapabilmektedir.
Bir toplumsal kontrol aracı görevini de yürüten devlet, gerek söylemleri,
gerek yönettiği pozitif hukuk sistemi gerekse de; ekonomi, medya, ordu ve
eğitim sistemi gibi üzerinde doğrudan ve ya dolaylı kontrolü bulunan kurumlar
vasıtasıyla toplumu yönlendirmektedir. İdeolojik boyutu ise ideolojinin,
devletin bir aygıtı olarak isimlendirilmesine gidecek kadar belirgindir10.
Toplumlar hangi anlayışta olursa olsun devletin varlığı süreklilik
göstermiştir. Zamanla dokunulmaz ve saygın konumunu yitiren devlet post
modern anlayış içinde daha çok eleştirilmeye başlanmış, kapitalizmin kriz
evrelerinde sermaye sahiplerini korumakla suçlanmış ve artan
bireyselleşmeyle birlikte daha çok sorgulanır olmuştur. Fakat devlet algısı
toplumların kültürlerine göre farklılık göstermeye devam etmektedir.
10 Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İletişim Yayınları, 4. Baskı, 2000, İstanbul, s.27.
2. Bireysellik-Toplumsallık Kavramları Üzerine
Sosyolojideki düalist yapılardan olan birey-toplum ikilisi tıpkı aktör-yapı
gibi yapısalcı, işlevselci ve yorumlamacı teorilerin içinde yer almış ve Giddens tarafından bu ikili ayrışma eleştirilerek yerine yapılaşma kuramı ve yapının
ikiliği kavramları getirilmiştir11.
…toplumsal yapıyı faal bir şekilde yapıp, tekrar yapma sürecini çözümlemek için kullanışlı bir terim yapılaşmadır. Bu, yakın geçmişte benim sosyolojiye kattığım bir kavramdır. 'Yapı' ve 'eylem' ister istemez birbirleriyle bağlantılıdır. İnsanlar düzenli ve oldukça tahmin edilebilir bir şekilde davrandıkları ölçüde ve müddetçe toplumlar, topluluklar ve grupların yapısı vardır. Öte yandan, bireyler olarak her birimiz, toplumsal olarak yapılandırılmış çok büyük miktarda bilgiye sahip olduğumuz için 'eylem' olasıdır. Bunu en iyi açıklamanın yolu dil örneğine başvurmaktır. Var olabilmek için dilin toplumsal bakımdan yapılandırılmış olması gerekir -dil kullanımının her konuşmacının uyması gereken kuralları vardır. Söz, belli dil bilgisi kurallarını takip etmediğinde, bir kimsenin belli bir bağlamda söylediklerinin anlamı olmaz. Ancak, dilin yapısal özellikleri bireysel dil kullanıcıların uygulamada bu kuralları izlemeleri sayesinde vardır. Dil sürekli olarak yapılaşma sürecindedir12.
Bireysellik tarihte, dini baskının azaldığı reform ve bireyi özgürleştiren
Rönesans ile anlam kazanır. Modernizm ve aydınlanma bireye sürekli bir
gelişim içerisinde olması gerektiğini söylerken aynı anda bireyin varlığını ve
edilgen olmadığını da dile getirmiş olur. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi
kendini gerçekleştirme ile biter. Bireysel özgürlük insanlığın gerçekleştirmeyi
ve korumayı hedeflediği ilk şey olmuştur ve bireyselliğin liberalizmle ilişkisi de
burada başlar.
11 İlknur Meşe, “Modernleşme Sürecinde Türk Siyasal Kimliklerinde Muhafazakâr ve Yenilikçi Tavırlar”, Muhafazakar Düşünce/ Avrupa ve Türkiye’de Muhafazakarlık Dergisi, Yıl 3, Sayı: 9-10, Yaz Güz 2006, s.127.
12 Anthony Giddens, Sosyoloji, 1. Baskı: Kırmızı Yayınları, Eylül Beylikdüzü / İstanbul, 2012, s.145.
Sosyolojinin birey ve toplum ikililiğindeki tavrı pek çok sosyolog
arasında değişkenlik göstermiş; toplumu bireyden bir anlamda üstün tutan
sosyologlar olduğu gibi -örneğin Durkheim-, bireyi toplumdan üstün tutan
sosyologlar da olmuştur -örneğin Prens Sabahattin-. Ama sonuç olarak birey ile
toplumun arasındaki karşılıklı ilişkinin varlığı en genel kabuldür.
Toplumsallığın fazla olduğu yapılar komünizm gibi toplumun genel çıkarlarının
birey çıkarlarından üstün olduğu toplum tipleridir. Komünizm ve liberalizm
ekonomi anlayışlarını bir yana bırakırsak; toplumsal yapıya ilişkin analizleri
bakımından toplumsallığın ve bireyselliğin çatışması gibi bir karşıtlık
sergilerler. Bireyselliğin fazla olduğu toplumlarda özel mülkiyetin kutsallığı,
bireysel ilişkilerdeki kişisel alanın korunması yönündeki sınırlar ve bireyin
devlet karşısında daha güçlü olması nitelikleri görülür. Toplumsallığın fazla
olması toplumun genel niteliklerine uygun bireyleri gerektirir ki aksi anomiyi
yaratır. Devletin, bireylerin onayı olmadan yaptığı kamulaştırmalar örnek
verilebilir. Fakat hiçbir toplumu tamamen bireysel ve ya toplumsal diye de
niteleyemeyiz, çünkü farklı koşullarda farklı tepkiler vermesi devletin sürekliliğinin gereğidir. Örneğin Türkiye’nin kültürel açıdan Batı kıyaslamalı bir
analizi yapıldığında;
• Toplulukçu değer ve normlar egemendir;
• Kadınsı değerler biraz daha ön plandadır;
• Güç mesafesi fazladır;
• Belirsizlikten kaçınma eğilimi yüksektir13.
Toplulukçu değer ve normların egemenliği, bireyin kendini topluma göre
tanımladığı ve eğittiği anlamına gelir. Dolayısıyla bireyselliğin gelişimi ve
bireyin özgürce kendini ifade edebilmesi için toplum karşısında bireyin daha
güçlü bir konum işgal etmesi gerekir. Aksi halde birey, topluluğa uyum
gösteremediği için mutsuz olacak ve ya toplum onu dışlayarak
cezalandıracaktır. Kısaca:
Bireycilik, bireyler arasındaki bağların gevşek olduğu, herkesin sadece kendine veya çekirdek ailesine bakmak zorunda olduğu kültürler için geçerlidir.
Toplulukçuluk ise insanların doğuştan itibaren güçlü ve sıkı gruplara bağlı olduğu ve bu bağlılığın yaşam boyunca, sorgulanmayan bir sadakat karşılığında var olduğu toplumlarda vardır14.
Kadınsı değerler ifadesi şefkatli merhametli, sadık ve nazik değerlerini
taşıdığından kadınsı toplumda uzlaşı ve sıcak ilişkiler görülür. Erkeksi değerler
toplumu ise para ve gücün daha önemli olduğu, iddialı ve rekabetçi yapılardır.
Güç mesafesi toplumdaki güç dağılımında görülen eşitsizliği ifade eder.
Belirsizlikten kaçınan toplumlar belirsizlik durumlarında güç mesafelerini
açarak “Tanrı’ya, generallere ya da sivil politikacı babalara sığınarak”
belirsizliği azaltmaya çalışırlar15. Dolayısıyla bu türden toplumlardaki devletin
önemi ve ağırlığı fazla olacaktır.
Sosyoloji teorilerinde birey ve toplum ilişkisine bakış farklılaşmaktadır.
Yapısalcılık bir bütün olarak gördüğü toplumda düzen arayışı içerisindeyken;
çatışmacılık ise toplumu uyumsuzluk ve eşitsizlikler içerisinde adaletsiz bir
yapı olarak analiz eder ve sonuç olarak bu iki makro teori bireyi edilgen
konuma düşürmüş ve topluma daha büyük bir önem atfetmişlerdir. Sembolik
etkileşimcilik bireylerin eylemlerinin motivasyonlarını ve anlamlarını
açıklamaya çalıştığından birey merkezli bir mikro sosyolojik yaklaşım sergiler.
Zaman içerisinde makro teorilerin yerini alan hermeneutik, fenomenoloji,
sembolik etkileşimcilik teorileri ve etnometodoloji, post yapısalcılık, yapılaşma
kuramı, pratik teorisi kuramlarının genel ortak noktası, toplumsaldan
bireyselliğe doğru inceleme alanlarındaki eğilimdir16. Özellikle sosyolojik
yaklaşımlardaki değişim toplumsal değişimin de özeti gibidir: 1960’larda tüm
alandaki hâkimiyetiyle yapısal fonksiyonalist yaklaşım ve Marksizm korkusuyla alternatif bile olamayan çatışmacı yaklaşım, yıllar içinde eleştirilip yetersiz
bulunarak yerini 1990’lı yıllardan sonra daha sosyal psikolojik bir yaklaşım
sergileyen sembolik etkileşime ve fenomenolojiye bırakmıştır. Bireyin,
toplumsalın üreticisi olarak aktif bir rol edinmeye başladığı bu süreçte
toplumsal hareketler ve sivil toplum anlayışlarında da bu yönlü bir dönüşüm
yaşanmıştır. Bireyselleşmenin arttığı her dönemde devlete karşı liberal bir
bakış oluşmuş ve devletin sınırları küçülerek kamusal alandaki varlığı
azalmıştır
13 Zerrin Sungur v.d., Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2665, Açık
öğretim Fakültesi Yayını No: 1631, 2012, Eskişehir, s.40.
14 Zerrin Sungur, a.g.k., s.38.
15 Zerrin Sungur, a.g.k., s.46-8.
16 Anthony Giddens ve Jonathan Turner “Günümüzde Sosyal Teori”, Çev: Ümit Tatlıcan, Say Yayınları,
İstanbul, 2013, s. 8-9.
Gerek savaş gerek ekonomik kriz gerekse de sosyal kriz dönemlerinde
devletin birey karşısındaki görevleri dönüşüme uğrar. Çünkü devletin
karşıladığı anlamlardan biri de güvendir. Hitler’in Almanya’da iktidara
gelmesini sağlayan halk desteğinin kökeninde, Birinci Dünya Savaşı yenilgisinin
yarattığı, hakarete uğramış ve özgüveni kaybolmuş Alman halkının psikolojisi
vardır. Bu sebepledir ki Hitler, Fransa’yı işgal ettikten sonraki ateşkes
antlaşmasını, 1919 Versay Antlaşması’nın yapıldığı yer olan Mareşal Foch’un
2419 numaralı vagonunda yapmış, ilk mağlubiyetin intikamını almıştır.
Savaşlar dışında toplumsal yapının ekonomik etkenlere bağlı olarak değiştiği de
gözlemlenir: tarım toplumundan sanayi toplumuna ve sanayi toplumundan
bilgi toplumuna, post endüstriyel topluma, post modern topluma doğru görülen
değişimin içerisinde; hiper gerçekliklerle dolu ve sürekli anlam kaymasına
uğrayan son süreçte, modern insanın algılarını ve sorunlarını anlamaya
çabasındayız. Bu süreç, Weber’in bireyin yorumlama ile anlamasına dayanan,
rasyonel olduğu kadar yalnız ve yabancılaşmış bir öznenin ortaya çıkmasına yol
açmıştır. Devlet, bireyin karşısında orta çağdaki gücünü ve korku salma
kabiliyetini yitirmişse de, kriz anlarında yeniden bir sığınma duygusuyla
devlete yönelmiş bireylere dönüşmekteyiz.
Türkiye’de 15 Temmuz darbe
girişimi sonrası tüm siyasi tarafların katıldığı mitinglerin düzenlenmesi ve
kişisel farklılıklara rağmen bir araya gelme içgüdüsü de yine bu güven
arayışının sonucudur. Bu türden devletin gücünün ve etkisinin arttığı
zamanlardaki bireysel davranışlarda, ilgili ülkenin kültürel kodlarından
beslenmekle birlikte genel olarak benzer bir eğilim gözlenmektedir. Amerika
gibi kapitalizmin kalesi olan bir ülkede bile 2007-2009 subprime mortgage
krizinde - Birleşik Krallık, Belçika, Fransa, Almanya, Hollanda gibi diğer Avrupa
ülkelerine benzer şekilde- devlet müdahalesi ile finansal aktörler kurtarılmaya
çalışılmıştır ki bu durum, kapitalizmin özüne ve görünmeyen el teorisine
aykırıdır. Dolayısıyla diyebiliriz ki, devletin davranışları, vatandaşların güven
ve risk algılarına göre belirlenmektedir.
3. Türkiye’de Devlet Algısı
3.1. Türkiye’de Devletin Beslendiği Kaynaklar
Türkiye’de devlet ile hükümet kavramları zaman zaman aynı anlamda
kullanılsa da, teorik açıdan devletin sürekliliği ve hükümetin geçiciliği
bağlamında, ideolojik kaygılardan uzak bir bakış açısıyla ele alındığında, aynı
anlama gelmediği görülecektir. Öte yandan hükümetler, iktidar süreleri boyunca devletin geleneksel yapısını ve algısını da şekillendirmekte ve bir
anlamda kalıcı etkiler bırakarak gidebilmektedirler. Bu bölümde devlet
kavramını, hükümetin, kendisinde somutlaştırdığı bir yönetim tavrı olarak ele
alacağız.
a. Din, Ahlak, Gelenek ve Görenekler:
Durkheim’ın da analizlerinde
yer verdiği gibi din, toplumların bir arada yaşamalarını kolaylaştıran ve
bağlılıklarını artıran bir sosyolojik kurumdur. Fakat bazı durumlarda da
ayrışmanın sebebi ve sapmanın bir aracı da olabilir. Türkiye büyük çoğunluğu
Müslüman olan bir ülke olarak, İslam dininin sosyal hayatı şekillendiren
yapısından da kaynaklanan bir şekilde, dini anlayışını toplumsal yaşantısına
yoğun olarak taşıyan insanların bulunduğu bir ülkedir. Özellikle Batı
toplumlarına kıyasla, manevi yaşantısına olan bağlılığıyla farklılık gösterirken,
diğer İslam ülkelerinden de siyasi anlamdaki sekülerleşme ile ayrılır. Her ne
kadar laiklik ve sekülerleşme Batı’da doğan kavramlar olarak, Ortaçağ’ın etkin
kilise yönetimine karşı doğan bir fikir olması sebebiyle, gelenekle modern
arasındaki belirleyiciliğe dayansa da, ülkemizdeki anlamı inanç hürriyeti ve
devlet yönetiminin dini kararlardan ayrılışı olarak kendine yer bulmuştur.
Fakat tüm bunların ötesinde, dini kurallar bir yandan toplumsal hayatı
şekillendiren temel ahlakın köklerini meydana getirirken; bir yandan da siyasi
elitlerin seçilme süreçlerinde de etkinliğini korumaktadır. Türkiye’de siyasi
tercihler ekseriyetle vaatler ve siyasi liderlerin kişilikleri üzerinden ve kısmen
de siyasi programlar üzerinden yapılmaktadır. Ayrıca dini hayatın
sürdürülmesi ve inananların manevi huzurları için yöneldikleri cemaat ve
benzeri toplulukların, gerek siyasi gerek toplumsal alanda, birbirine bağlı bir
örgüt benzeri aidiyetleri doğurabiliyor oluşu da; yine dinin etkili yapısının bir
sonucudur. Dolayısıyla Durkheim’ın kastettiği şekilde güçlü bir bağ olarak din;
Türkiye’nin toplumsal yapısında belirleyici ve etkili bir kurumdur.
Ahlak ve geleneksel yapı, toplumun kültürünün bir ürünüdür. Din, ahlak
ve gelenekler sıklıkla bir arada hareket ederek benzer yaptırımlar üzerinden
şekillenir. Örneğin hepsinin müeyyidesi toplumdan dışlanmadır. Dolayısıyla
toplum kendi kültür ve geleneklerini koruma yönünde muhafazakâr bir tavır
sergilemekte, kendi yaşam tarzı üzerinden toplumu şekillendirmektedir.
Hem dini hem de geleneksel yapı Türkiye’de siyasi tercihler üzerinde
olduğu kadar, bizatihi devletin kendisi üzerinde de etkin ve belirleyicidir. Siyasi
elitlerin söylemlerinden davranışlarına kadar kamuoyunu etkiledikleri her
süreçte dini ifadeler, simgeler, kültürel tercihler ve alınan kararlar belirgindir.
Cumhurbaşkanının Cuma namazı çıkışı siyasi demeç vermesi ve ya siyasi
liderlerin bayramlarda memleketlerine gelip aile büyüklerini ziyaret etmesi gibi
ayrıntılar dahi toplumun kültürel ve dini kimliğinin bir sonucudur. Dolayısıyla
devlet de bu kültürden beslenir, bu kültürle şekillenir ve bu kültürü etkiler.
b. Bürokrasi:
Bürokratik yapılar ellerinde bulundurdukları bilginin gücü
nedeniyle etkili bir yönetim unsuru olmuştur. Zaman zaman siyasi iktidarlarla
egemenlik yarışına giren bürokrasi kurumu; halka ait olan egemenlik sınırını aşsa bile denetlenmesi mümkün olamadığı süreçler de yaşanmıştır. Tam da bu
nedenle Weber, bürokrasinin egemenlik gücüne dikkat çekmiştir17. Fakat
postmodernizmle birlikte, post bürokrasi kavramı ortaya çıkmış, klasik
bürokrasi kavramı katılığını kaybetmeye başlamıştır18. Sunulan kamu
hizmetlerinin açıklanması, halkın talep ettiği hizmetler hakkında hizmet
standardı ve hizmet envanterlerinin oluşturulması, stratejik planlar vasıtasıyla
hedeflerin açıkça ortaya konulması şeffaflık ve hesap verilebilirlik açısından
son derece önemlidir. Vatandaşların hizmete en kısa yoldan ve en kısa sürede
ulaşması ülkemizde olduğu gibi pek çok gelişmiş ülkede de e-devlet ve
Başbakanlık İletişim Merkezi(BİMER) benzeri kuruluşlarla sağlanmaya
çalışılmaktadır. Ülkemizde özellikle yargı bürokrasisi sıkça eleştirilmiş; bazı
çevrelerce cemaat mensubu olmakla bazı çevrelerce de mevcut iktidarı
desteklemekle suçlanmıştır. Bürokratik kurumların siyasetle olan sıkı ilişkileri,
onların gerçek görevlerini yerine getirmelerine bir engel teşkil etmekle birlikte,
edindikleri siyasi güce dayanarak yürütecekleri hizmet, bu hizmetin alıcısı olan
vatandaşlara karşı eşitlik ve hakkaniyet ilkelerine zarar verecek şekilde ayrıma
da neden olabilir. Bu gibi durumlarda bürokrasinin elindeki güç artar ve
yönetimde etkin bir unsur haline gelir. Siyasi elitlerin bürokrasi ile
egemenliğini paylaşması sonucu bürokratlar devlet sıfatıyla hareket eden
unsurlara dönüşür. Dolayısıyla bürokrasi kurumu ve onun yürütücüleri olan
bürokratlar hem devletin elindeki bir politika uygulama aracı hem de
egemenliğine ortak bir güç kaynağı olarak varlığını korumaktadır.
c. Medya:
Medyanın toplumsal yapı üzerine etkileri ile ilgili pek çok
çalışma mevcuttur19. Medyanın popüler kültürün resmi aracısı olarak,
pazarladığı bir kültür ve yaşam tarzı olduğu aşikârdır. Bu pazarlanan kültür
hegemonyasının, eleştirel bir bakış açısıyla bakıldığında, girdiği toplumlardaki
yerel kültür ve gelenekleri değiştirdiği görülür. Çünkü bir sonraki adım olan
kapitalizmin yeni pazarlar oluşturması ihtiyacı, süreklilik arz eder ve yeni
alıcıların beklentileri ve istekleri, belirli çevrelerce yeni baştan ve istenilen
yönde oluşturulmalıdır. Medya bunun en ucuz, en eğlenceli ve en kolay yoludur.
17 Burak Hamza Eryiğit ve Fuat Yörükoğlu, “Modernleşme Süreçlerinde Demokrasi ve Bürokrasi İkilemi ve Kavramlarının Anlamsal Boyutları Üzerine Bir İnceleme”, Akademik Bakış Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, Sayı: 32 Eylül – Ekim 2012, s.5. http://www.akademikbakis.org.
18 Nuriye Çelik, “Postbürokratik Kamu Yönetimi ve Demokrasi”, İstanbul Gelişim Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 2 Sayı: 2 Ekim / October 2015, s.141.
19 Melahat Öneren, “İmaj Yönetiminin Tv Dizi Seyircileri Üzerindeki Etkisi”, KMÜ Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 15 (24): 75-85, 2013, ISSN: 1309-9132, www.kmu.edu.tr, Nergiz Karadaş, “Televizyon Dizilerinde Gücün Temsili”, Gümüşhane Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi, Cilt 2, Sayı 2, Eylül 2013.
Gerek yerli dizilerin gerekse Hollywood ürünlerinin en iyi pazarlarından
olan Türkiye, renkli ekrandaki karakterleri takip ve taklit etmek yönünden
oldukça hızlı ve günceldir. Dizideki ölen karakter için gazeteye ölüm ilanı veren
izleyiciler başta olmak üzere; gerçek ile kurguyu ayırt edemeden dizilerdeki
jargonun, kıyafetlerin, takıların ve genel olarak yaşam tarzının çok kısa bir
sürede taklit edilmesi; medyanın toplum üzerindeki gücünü gösteren en basit örnektir. Öte yandan medyanın bu gücünü fark eden siyasi elitler de, toplum
üzerinde yaratmak istedikleri algıyı bu mecralar aracılığıyla kolayca sürdürür.
Medya hem ülkemiz hem tüm dünyada en önemli propaganda aracıdır ve
gelişen iletişim teknolojileriyle birlikte artık rakibi ve aynı zamanda ortağı olan
sosyal medyayla kuvvetli ilişkiler içerisindedir. Bu durumu yerli diziler için
oluşturulan sosyal medya ifadelerini inceleyen araştırmalarda kolaylıkla
görebiliriz20.
Bugünkü demokrasilerde ve bilgi toplumunda "dördüncü kuvvet" olarak
nitelenen "medya" da bu süreci hızlandırmakta, "reyting arttırma" amacıyla
topluma kötü örnek olabilecek kişileri dakikalarca konuşturan sunucular, "çok
sınırlı vaktimiz var efendim, kusura bakmayın sözünüzü keseceğim" deyip,
cümlesini bitirmeden bir siyasetçiyi ekrandan çekebilmektedirler ve sonuçta,
"toplum-devlet-siyasetçi" etkileşimi çerçevesinde birçok faktörün etkisiyle çok
az sayıda "siyaset adamı" "devlet adamı" seviyesine çıkabilmektedir21.
20 Erdal Dağtaş ve Mehmet Emin Yıldız, “Türkiye’de İzleyicinin Metalaşması: Televizyon Dizilerinin Sosyal Reyting Ölçümlerinin Eleştirel Ekonomi Politik Çözümlemesi”, Global Media Journal TR Edition, 5 (10) 2015, İlkbahar, s:120-142.
21 Nevin Güngör Ergan, a.g.m., s. 28.
Sonuç olarak medya, devletin elindeki politika aktarım mekanizması,
kamuoyu oluşturma aracı ve aynı zamanda muhalefetin de kendisi
olabilmektedir.
ç. Akademi-Eğitim Mekanizması:
Eğitim sistemleri dünyanın her
yerinde mevcut egemen fikrin, idealin ve yaşam tarzının yeniden ve yeniden
üretildiği bir kurum olmuştur. Bu anlamda hegemonyanın ve söylemin üretim
merkezleridir. Tam da bu nedenle gelişmiş ülkelerin ekonomi politikaları
mümkün olduğunca siyasetten uzak ve uzun vadeli olarak planlanır.
Ülkemizde ilk, orta ve lise seviyelerinde kullanılan ders kitaplarının
içerikleri zaman zaman değişmiştir. Bu değişmeler bazen mahkemelere
taşınmış, bazen ideolojik olması yönüyle eleştirilmiş, sıklıkla da eğitim
sisteminin doğrudan içerisinde olmayanlarca fark edilmemiştir.
Öte yandan
üniversite eğitimlerinin yarattığı toplumsal etkiler daha belirgindir. Gerek
belirli üniversitelerde belirli siyasal hareketlerin süreklilik arz etmesi; gerekse
de zaman zaman belirli ülkelerde eğitim alarak yurda dönen akademisyenlerin
benzer yöntemleri kullanması ilk göze çarpan durumlardır. Örneğin 1940’larda
sosyolojinin ampirik yöntemleri daha sık kullanmasında, önemli sosyoloji
hocalarının bir kısmının Amerika’da eğitim almalarının etkisi çok büyüktür.
Ayrıca Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan her devrimin eğitim sistemleri
aracılığıyla tüm yurda öğretilmesi de bir başka örnektir. Dolayısıyla denilebilir
ki; eğitim toplum üzerinde çok etkili bir kontrol aracıdır ve iktidarlar tarafından
sıkça kullanılmaktadır. Gerek ideolojinin gelecek nesillere aktarılması, gerek
gençlik kolları vasıtasıyla yeni nesli siyasi alana çekme çabaları devletin eğitim
sistemiyle kendi sürekliliğini oluşturma amacına hizmet etmektedir.
d. Modernizm:
Modernizmin ortak bir tanımı yapılamamakla birlikte;
genel olarak modernizm çağdaşlaşma, yenileşme anlamlarına gelir. Daha açık
bir tanım yapmak gerekirse; modernitenin gelişmiş ülkeler ve geri kalmış
ülkeler olarak yapılan bir ayrım ve ön kabul sonrasında anlaşılabileceği görülür.
Modernizm Batılı bir kavramdır ve hiçbir coğrafyada, Batıdaki anlamına eş
değer anlamlara kavuşamaz. Türkiye’nin çağdaşlaşma ve sekülerleşme
hedefleri her ne kadar Cumhuriyet’in ilanıyla başlamıştır gibi görünse de;
Osmanlı döneminde de çağdaşlaşma hareketleri 19.yy’da görülmüştür22.
“Modernlik projesi, dünyanın herhangi bir noktasında bir kez ortaya çıktı mı, tüm dünyayı dönüştürecek etkiler yaratacaktır. Modernleşme projeleri sadece geri kalmış toplumların kendi istekleri ile katıldıkları bir proje olmayıp aynı zamanda modernleşmiş ülkelerin de ihraç ettiği bir yeniden yapılanma projesidir. Bir anlamda bitmek tükenmek bilmeyen sürekli yenilenen bir projedir”.23
“Osmanlı-Türk toplumunda modernleşme, Batı’da olduğu gibi, toplumun iç dinamiklerinin yarattığı, sivil çevresel aktörlerce yönlendirilen çok boyutlu bir değişim süreci olarak başlamış değildir. Türk modernleşmesi ve Batılılaşması temelde, yönetici elit içindeki dar bir kadronun Batı ile Osmanlı arasındaki güç dengesini yeniden kurma amacıyla yürürlüğe koyduğu reform programlarına dayanır. Türk reformistlerinin algılamalarına göre bir toplumda Batılılaşma yönünde bir değişim, ancak bu işlevi toplum adına üstlenen bir seçkinler kadrosunun bilinçli ve kararlı çabaları ile gerçekleştirilebilir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk aydın bürokratı sorunu bu biçimde koymuş ve kendisini de bu değişimin faili ve sorumlusu olarak konumlandırmıştır”24
22 François Georgeon, Osmanlı-Türk Modernleşmesi (1900-1930), çev: Ali Berktay, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2006, s.13.
23 Arif Aytekin, “Osmanlı-Türk Modernleşmesinin Düşünsel, Ekonomik ve Bürokratik Kodları”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık 2013, Sayı:30, s. 315.
24 İlyas Söğütlü, “Jön Türkler ve Türkiye’nin Batılılaşması”, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,11(1), Haziran 2010, s:3. http://sbd.ogu.edu.tr/SayiDetay.aspx?58.
Modernizmin Osmanlı döneminden başlayan ve günümüze kadar devam
eden seçkinci-elit yaklaşımı, toplumsal yapı üzerinde bilinçli değişiklikler
yapmak hedefiyle hareket etmiştir. Temelde Türkiye’nin modernleşme
sürecinin da kökeni bu yaklaşımdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında gelişmenin ve
ilerlemenin, mevcut toplumsal düzen üzerinden yapılamayacağı ve
modernleşmenin ilk sürecinin toplumsal yapıyı geliştirmek ve yönetmekle
başlaması gerektiği fikri egemendi. Bu yaklaşımın en iyi izahatını Prens
Sabahattin ve Ziya Gökalp yapmıştır ve sosyoloji bilimi bu ilerlemeci fikre
hizmet etmiştir:
“Prens Sabahattin’e göre Türkiye’nin eğitim ve yönetim gibi iki temel sorunu bulunmaktadır. Türkiye’nin yönetim sorununun çözümü, ülkenin idari yapısının merkeziyetçi yapıdan âdemi merkeziyetçi yapıya doğru değiştirilmesiyle çözülebilir. Türkiye’nin yönetim yapısı ile birlikte eğitim anlayışının da değişmesi gerekmektedir. Yurttaşlarımız AngloSakson eğitim yöntemlerinin uygulandığı bir eğitim anlayışı doğrultusunda yetiştirildiğinde, giderilemeyecek sorun yoktur. Bu iki alanda bütüncü yapıdan bireyci yapıya doğru gerçekleştirilecek uygulamalar, toplumsal yapıyı da değiştirecek ve Türkiye’nin kurtuluşu gerçekleşecektir. Bir başka anlatımla, Prens Sabahattin, sorunların kaynağını mevcut toplumsal yapıda görmekte ve bu yapıyı değiştirmeyi hedeflemektedir. Kamucu toplumsal yapının bireycilik lehinde değiştirilmesi, mevcut tüm sorunların çözümü anlamına gelmektedir”25
Toplumun anlamlandıramadığı bir değişim sürecinin yarattığı etkiler
günümüzde de sürmektedir ve doğu gelenekçiliği ile batı modernizmi arasında
kalan Türkiye, Almanya’ya işçi olarak girmiş bir Türkiye vatandaşı edasıyla,
çeşitli kültürel söylemlerin çarpışmaları içerisinde yaşamını sürdürmektedir.
Bu yabancılaşma sonucunda, doğru ve yanlışın tekrar sorgulanıp yeni baştan
tanımlandığı bir toplumsal süreç yaşanmaktadır. Öyle ki ne dini ne kültürel
değerlerine yer bulamadığı küreselleşme içinde ülkemiz insanları, kendi
değerlerini yeniden tanımlama yoluna giderek uyum sağlamaya çalışmaktadır.
Fakat bu uyum sürecini çok iyi yürüten bireylerinde dini değerleri
küreselleşmeyle yoğurup, yeni bir İslam dini ortaya koydukları da
gözlenebilir26. Bu önlenemez projenin yani modernizmin toplum üzerindeki
etkileri çok derin ve uzun vadelidir. Kontrol koltuğunda ise bazen siyasi
iktidarlar bazen de küresel söylemler vardır. Bu nedenle doğrudan ve her
aşamada devlete hizmet etmese de, modernizm ve devamında postmodernizmle
gelen anlayış ve yönetim değişiklikleri hem yöneteni hem
yönetileni etkilemeyi sürdürmüştür.
Türkiye’deki devlet algısının kökenleri Osmanlı Devleti’nde saklıdır. Şeyh
Edebali'nin Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve damadı Osman Gazi’ye vasiyetinde
geçen şu cümle Osmanlı'daki devlet teorisinin özüdür: “İnsanı yaşat ki devlet
yaşasın.” Osmanlı Devleti’ni ne teokratik ne de feodal diye nitelemek doğru
değildir27. Osmanlı halife-padişahlığı içinde pek çok farklı din ve milliyetten
insanı barındırır ve temelde şu değerler ile şekillenir28:
25 H. Bayram Kaçmazoğlu v.d. Türk Sosyologları, Editör: M. Çağatay Özdemir, 1. Baskı, Anadolu Üniversitesi, Ocak 2013 Eskişehir, s.13.
26 Eren Erdem, Abdestli Kapitalizm, Destek Yayınları,7. Baskı Temmuz 2013, İstanbul.
27 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, 4. Baskı Ocak 2003 İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, s.24.
28 Niyazi Berkes, a.g.k. s.27-30.
Geleneksellik: Din kavramından daha etkili olan geleneksel yapı
içinde nizam ve âlemi taşır. Düzen Tanrı tarafından şekillendirilmiş ve bu
yüzden değiştirilmemelidir.
Kanun-ı kadim: En eski ilke yani Tanrı’nın ilkeleri geçerlidir ve bu
ilkelerin uygulanış şekli dini anlayışla kaynaşmıştır.
Patrimonializm: Düzeni oluşturan Tanrı bunu korumak için
yeryüzünde kendine vekil olarak Padişahı seçmiştir. Padişahın kişiliği değil
makamı önemli ve kutsaldır.
Hayat bir düzen üzerine kuruludur ve onu oluşturan toplum
reayadır. Bu düzenin korunması için tüm kamu personeli askeri (militer) sıfatı
altında anılır, nihayetinde hepsinin görevi düzeni sürdürmek için kendi payına
düşen görevi yerine getirmektir.
Siyasal egemenlik toplumsal köklerden değil Tanrı tarafından
gönderilir. Bu durum devletin kutsallığının özüdür ve saygınlık uyandırır.
Dolayısıyla padişahın egemenliği Batı’da olduğu gibi din adamları ya da feodal
temsilcilerin onayını gerektirmez.
Osmanlı Devleti’nin temel yapısı Saltanat, Hilafet ve İslam verilerine
dayanır ve Osmanlı'daki devlet geleneği İslam diniyle yoğrulmuş olur29.
Dolayısıyla Batı ile olan tüm ilişkilerde kapitalist gelişime yaklaşma çabalarında
da bu yapının etkisi her şeyi belirleyen etken olmuştur. Öyle ki Batı'nın
toplumsal yapısının özelliklerinden faydalanılarak çözülmeye çalışılan sorunlar
da bile Osmanlı muhafazakâr davranmıştır ve Giddens’ın düalist yapısı
Osmanlı’da muhafazakârlar ve yenilikçiler şeklinde kendini göstermiştir30. Bir
başka görüşe göre de Osmanlı’da doğan bu düalist yapı devletçi-seçkinler ve
liberal-gelenekçiler olarak isimlendirilmiştir31.
Genel çerçevesiyle Osmanlı Devleti’nde devlet reayanın saygı duyduğu ve
bir anlamda kutsallığı da bulunan bir devletti. Güçlü bir siyasi yapıya ve
ekonomiye sahip olmak elbette ki halkın da saygısını da beraberinde
getirecektir. Fakat Osmanlı'nın gerileme dönemine girmesi, Batı’da gelişen
kapitalizm, kapitülasyonlar ve Osmanlı'nın Avrupa için pazar haline gelmesi
ekonomik gerilemeyi de beraberinde getirmiştir.
Kurutuluş Savaşı sonrası yeni bir devlet, Türkiye Cumhuriyeti
kurulmuştu. Mustafa Kemal Atatürk ve beraberindeki silah arkadaşlarıyla
kurulan yeni devlet kültürel ve köken olarak Osmanlı Devleti’nden tamamen
kopmuş olmasa da yeni bir siyasal rejim demek yeni devlet algısı demekti ki
reayadan vatandaşa geçiş süreci, teorideki kadar kolay olmayacaktı. Atatürk’ün
devrimleriyle hızlandırdığı gelişme süreci, halk için “yenilik” demekti. Osmanlı
Devleti’nin düzen temelli toplumunun çok sayıda ve farklı alanda gerçekleşen
devrimleri hızlıca içselleştirip yeni devlet rejimini, cumhuriyeti, demokrasiyi,
vatandaş olmayı, birey olarak devlet karşısındaki haklarını kullanmayı
“normalleştirme”si muhakkak ki zaman istemiştir. Halk kesimlerinin güçlü
olmadığı toplumlarda yaşanan dönüşümler yukarıdan olmakta ve böylece
Osmanlı örneğinde olduğu gibi yönetilenler değil kendi arasında ayrışan
yönetenler değişme kararı almaktadırlar32.
29 İlknur Meşe, a.g.m. s.128.
30 İlknur Meşe, a.g.m. s.130.
31 Nevzat Güldiken, “Ulus, Ulus-Devlet ve Uluslaşma Kavramlarına İlişkin Tartışmalar ve Türkiye”,
Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 7, Sayı 2, 2006, s.160.
32 Nevzat Güldiken, a.g.m. s.160.
Bu büyük toplumsal dönüşümün hızına rağmen Türkiye hiç de küçümsenemeyecek bir hızla ilerleme göstermiştir. Hukuk, eğitim, din, ulusal ekonomi, aile alanlarında önemli gelişmeler yaşanmıştır. Tebaalık yurttaşlığa, yerellik ulusallığa, dinsellik laikliğe, iktisadi ve sosyal yapı kapitalist bir üretim şekline doğru evrilirken, bu değişim kendiliğinden ve toplumsal tabandan değil devletçi seçkinlerce
gerçekleştirilmiştir33. Genel olarak Atatürk yönetiminin oluşturduğu devlet
yapısının nitelikleri; kültüralist olan, ırkçı ve yabancı düşmanı olmayan, sınıf
bilinci ve mücadelesi yanlısı olmayan, monarşist ve dine dayalı olmayan bir
yapıdır34.
Esasen ilerlemenin varlığı reddedilemez. Fakat bu türden büyük
değişimler toplumda her kesim tarafından eş anlı bir kabul sağlayamayabilir ve
sonrasında eleştirilere maruz kalabilir. Türkiye’de devlet algısı Cumhuriyet’in
ilanından sonra yaşanan önemli devrimlerin de etkisiyle saygınlığını
korumuştur. Bu saygınlık içinde biraz da korku içerir. Artık ülkenin her
köşesinde asker, doktor, öğretmen ve hatta muhtarlar bile devletin birer
temsilcisi ve merkezi yönetimlere uzak bölgelerde, köylerde ise devletin ta
kendisi olmuştur. Bu durum bir tercih değil zorunluluktur. Türkiye Cumhuriyeti
yarattığı kalkınma hamlesinde ordudan ve diğer tüm kamu personellerinden
yardım almıştır. Örneğin bir köyde elektrik direği yıkılsa bunu tamir etmeye
asker ve jandarma gelmektedir. Ayrıca Silahlı Kuvvetler eğitim, kültürel
görevler, kırsaldaki gençlere ulusal bilinç aktarılması gibi görevleri de
yüklenmiş, örnek olarak Ali Mektepleri denilen okuma-yazma kursları bu
şekilde açılmıştır35. Dolayısıyla halk için tüm devlet kurumları devletin
kendisidir, devlet memuru dokunulmaz ve eleştirilemezdir. Bürokrasinin en
yoğun olduğu ve Aziz Nesin hikâyelerine konu olmuş kırtasiyeciliğin tam
ortasında bile vatandaşın itiraz etmediğini, kabullenip kendisini bekleten
memura bile saygı göstermeyi sürdürdüğünü görürüz. Son dönemde
vatandaşları, telefonla arayıp savcı ve ya polis olduğunu söyleyerek
dolandıranlar aslında halkımızın “devlet” algısına hitap etmektedir. Hiç
tanımadığı insanlara “devlet memuru” unvanı nedeniyle özelikle yüksek
bürokrasiden mesleki konumlar kullanıldığında çok daha hızlı bir şekilde
inanan vatandaşlar; aslında kendisine “savcı” diyen dolandırıcının şahsına değil
görevine saygı duymakta ve bu duyduğu saygının büyüklüğüyle istenen her
türlü meblağı tanımadığı bu insanların hesabına rahatlıkla yatırabilmektedir.
Bizim insanımızdaki devlet saygısı, bağlılığı ve inancı dünyada çok az millete
nasip olmuş bir ruh halidir. Fakat bu güven takdir edileceği ölçüde dikkat de
edilmesi gereken bir psikolojik yapıdır. Çünkü bu inanç suiistimale açık olduğu
gibi bireyi gerçek anlamda vatandaş yapan sorgulama takdirini de bireyin
elinden alabilir.
33 Nevzat Güldiken, a.g.m. s.161.
34 Nevzat Güldiken, a.g.m. s.163.
35 Nevzat Güldiken, a.g.m. s.164.
Türkiye’de demokrasinin yaşadığı kesintiler olan darbeler, devletin
dokunulmazlığını artırmıştır. Hem yaşanan insan hakları ihlalleri hem
ekonomik krizler hem de her darbe sonrası siyasal elitlere duyulan güvenin
azalması, devlet imajını değiştirmiştir. Ayrıca yalnız ülke içinde yaşanan siyasi
ve ekonomik süreçler değil dünyadaki değişimler de etkili olmuş; doğrudan
modernizmin ve dolaylı olarak da aydınlanmanın eleştirisi olan post
modernizm gerçeklerin gerçekliğini, makro söylemlerin doğruluğunu sarsmış, bireyselliği artırmıştır. Artan bireysellikle tüm dünyadaki toplumsal
hareketlerin de boyutları, yapısı değişmiş ekonomi temelinden çevre ve
alternatif yaşam taleplerine doğru kaymıştır. Tüm bu değişimler ve her krizden
güçlenerek çıkan kapitalist anlayış daha çok özgürlük ve bireylere verilen daha
çok siyasi alan karşılığında çok daha küçük ve edilgen devletleri yaratmıştır. Bu
anlayış devletin küçülmesini, özelleştirmeleri getirmiş, kamu yapıları ve hantal
bürokrasiler sorgulanmaya başlanmış, bireylerin birer vatandaş olarak siyasi
katılımının artırılması hedeflenmiştir.
Sonuç
Sosyal bilimlerde yaşanan gelişme ve toplumsal değişim önceleri kabul
edilen teori ve tanımların gözden geçirilmesini gerekli kılmaktadır. En temel
devlet kavramının bile zamanla derinliği ve bir anlamda saygınlığı eksilmiş;
daha kolay sorgulanabilir olmuştur. Her ülkede aynı şekilde değişmelerin
görülmesi elbette ki olanaksızdır. Fakat Türkiye örneği üzerinden
Cumhuriyetin ilanıyla Osmanlı devlet geleneği anlayışının değiştiği gibi her
askeri darbe öncesi ve sonrasında bile vatandaşların devlete karşı tutumlarında
farklılık yaşandığı da bir gerçektir. Postmodernizmin, sosyal ağların,
globalleşmenin, küresel köy fikrinin yanı sıra; artan ırkçılık söylemleri, ulus
devletlerin küreselleşmeye karşı tutumları, tüm küresel dünyanın gözü önünde
yaşanan insan hakları ihlalleri, sürdürülebilir çevre talepleri, alternatif yaşam
talepleri, kadın ve çocuk hakları gibi pek çok önemli toplumsal hareket her
ülkenin kültürel yapısına bağlı olarak etkiler yaratmakta ve algılar
değiştirmektedir. İşte devlet kavramı da her geçen gün ve yaşanan her
toplumsal eylem sonrasında tekrar tanımlanmakta ve sorgulanmaktadır.
Ekonomik ve ya sosyal krizler esnasında devlete daha fazla görev yüklemek ve
normalleşme süreçlerinde devlete karşı daha liberal bir tavır takınmak, postmodern
bireyin devlete karşı genel geçer bir anlam yüklemesine engel teşkil
etmiş ve toplumun her farklı döneminde farklı bir devlet tanımı ve görev listesi
ortaya konur olmuştur.
Devlet, toplum sözleşmesiyle vatandaşlarına karşı sorumludur. Fakat bu
sözleşmenin maddeleri, tıpkı yaptırımları gibi, her zaman açık ve net değildir.
Devletler ilgili toplumsal yapının unsurlarından beslendiğinden, her devlet
kendi toplumunun ürünüdür. Ancak eşitlik ve adalet içinde yaşayan bireyler,
sağlıklı siyasal rejimler ve devletler kurabilir. Bu da, devletlerin bireylere bu
koşulları içeren bir yaşam sunmasıyla mümkündür. Dolayısıyla devlet ile
toplumsal ve yapı özelde bireyin siyasal katılımı ve devlet algısı, karşılıklı güçlü
bir ilişki içerisindedir. Bu karşılıklı ilişkinin analizi, toplumun analizini de
beraberinde getirir. Sonuçta iyi yönetilen devletler, yalnız kendi toplumunun
tercihleriyle şekillenebilen devletlerdir. Bu durum değişime açık olmayı ve
kamuoyunu sürekli dinler ve izler vaziyette bulunmayı gerektirir. Aksi halde
siyasi elitler ile toplum arasında çatışma yaşanılması kaçınılmazdır.
KAYNAKÇA
Makaleler
AYTEKİN, Arif, “Osmanlı-Türk Modernleşmesinin Düşünsel, Ekonomik ve
Bürokratik Kodları”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi,
Aralık 2013, Sayı:30, s:313-329.
BERKKURT, A. Günce, “Sosyolojinin Kaçınılmaz Nesnesi Devlet Üzerine:
Pierre Bourdieu’nün 1989-1992 Yılları Arasında Collège de France’da Verdiği
Dersler”, Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 25. Sayı, 2012/2, s. 31-56.
BRAVO, Işıl Bayar, “Hegel ve Liberalizm”, Felsefe Dergisi, Sayı: 2, Güz,
2006, http://www.flsfdergisi.com/sayi2/111-121.pdf (erişim tarihi:
01.02.2017).
ÇELİK, Nuriye, “Postbürokratik Kamu Yönetimi ve Demokrasi”, İstanbul
Gelişim Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 2 Sayı: 2 Ekim / October 2015,
s.135-152.
DAĞTAŞ, Erdal ve YILDIZ, Mehmet Emin, “Türkiye’de İzleyicinin
Metalaşması: Televizyon Dizilerinin Sosyal Reyting Ölçümlerinin Eleştirel
Ekonomi Politik Çözümlemesi”, Global Media Journal TR Edition, 5 (10) 2015,
İlkbahar, s:120-142.
ERGAN, Nevin Güngör, “Siyasetnamelerimizde Çizilen “Devlet Adamı”
Portresinin Temel Özellikleri”, Bilig Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi8/Kış,
1999, s.
ERYİĞİT, Burak Hamza ve YÖRÜKOĞLU, Fuat, “Modernleşme
Süreçlerinde Demokrasi ve Bürokrasi İkilemi ve Kavramlarının Anlamsal
Boyutları Üzerine Bir İnceleme”, Akademik Bakış Uluslararası Hakemli
Sosyal Bilimler E-Dergisi, Sayı: 32 Eylül – Ekim 2012, s.
http://www.akademikbakis.org.
GÜLDİKEN, Nevzat, “Ulus, Ulus-Devlet ve Uluslaşma Kavramlarına İlişkin
Tartışmalar ve Türkiye”, Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler
Dergisi, Cilt 7, Sayı 2, 2006, s.157-168.
KARADAŞ, Nergiz, “Televizyon Dizilerinde Gücün Temsili”, Gümüşhane
Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi, Cilt 2, Sayı 2, Eylül 2013.
MEŞE, İlknur, “Modernleşme Sürecinde Türk Siyasal Kimliklerinde
Muhafazakâr ve Yenilikçi Tavırlar”, Muhafazakar Düşünce/ Avrupa ve
Türkiye’de Muhafazakarlık Dergisi, Yıl 3, Sayı: 9-10, Yaz-Güz 2006, s:125-
147.
ÖNEREN, Melahat, “İmaj Yönetiminin Tv Dizi Seyircileri Üzerindeki
Etkisi”, KMÜ Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 15 (24), s.75-85,
2013, ISSN: 1309-9132, www.kmu.edu.tr,
SÖĞÜTLÜ, İlyas, “Jön Türkler ve Türkiye’nin Batılılaşması”, Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,11(1), Haziran 2010, s:1-28.
http://sbd.ogu.edu.tr/SayiDetay.aspx?58.
ŞİMŞEK, Osman, “Devlet Kavramının Gelişimi ve Küreselleşmedeki
Anlamı”, Kamu-İş İş Hukuku ve İktisat Dergisi, Yıl 2000, Cilt:5, Sayı:4, s. 1-
16.
Kitaplar
ALTHUSSER, Louis, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İletişim
Yayınları, 4. Baskı, 2000, İstanbul, s.27.
BERKES, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, 4. Baskı Ocak 2003 İstanbul,
Yapı Kredi Yayınları.
ERDEM, Eren, Abdestli Kapitalizm, Destek Yayınları,7. Baskı Temmuz
2013, İstanbul.
GEORGEON, François, Osmanlı-Türk Modernleşmesi (1900-1930),
çev: Ali Berktay, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2006, s.13.
GIDDENS, Anthony ve TURNER, Jonathan “Günümüzde Sosyal Teori”,
Çev: Ümit Tatlıcan, Say yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2013, s. 8-9.
GIDDENS, Anthony, Sosyoloji, 1. Baskı: Kırmızı Yayınları, Eylül
Beylikdüzü / İstanbul, 2012.
HOBBES, Thomas, Leviathan ve ya Bir Din ve ay Dünya Devletinin
İçeriği, Biçimi ve Kudreti, Çev: Semih Lim, 6. Baskı Ocak İstanbul, 2007, Yapı
Kredi Yayınları.
KAÇMAZOĞLU, H. Bayram v.d. Türk Sosyologları, Editör: M. Çağatay
Özdemir, 1. Baskı, Anadolu Üniversitesi, Ocak 2013 Eskişehir.
POPPER, Karl, Açık Toplum ve Düşmanları Cilt 1: Platon, Remzi
Kitabevi A.Ş . İstanbul, 1989.
SUNGUR, Zerrin v.d., Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, T.C. Anadolu
Üniversitesi Yayını No: 2665, Açık öğretim Fakültesi Yayını No: 1631, 2012,
Eskişehir.
Konferanslarda Sunulan Tebliğler
DURUKAN, Esra, “Popper’da Açık Toplum ve Devlet İlişkisinin Siyasal
Sonuçları”, 30 Nisan – 2 Mayıs 2010 VII. Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
Öğrenci Kongresi Abant İzzet Baysal Üniversitesi, s. 1-10.
Konferanslarda Sunulan Tebliğler
DURUKAN, Esra, “Popper’da Açık Toplum ve Devlet İlişkisinin Siyasal
Sonuçları”, 30 Nisan – 2 Mayıs 2010 VII. Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
Öğrenci Kongresi Abant İzzet Baysal Üniversitesi, s. 1-10.
Murat APAY
0 Yorumlar