Gazetecilik etiğini belirleyen yapısal unsurlar: Mülkiyet ve kontrol sorunu
Gülseren Adaklı
Gazetecilik üzerine sürdürülen etik tartışmaların önemli eksikliklerinden biri, etik gazeteciliğin her şeyden çok, bir kişisel ahlak sorunu olarak anlaşılmasında yatar1.
Gazetecinin Temel Sınırlılıkları: Bir Giriş
Çağdaş haberciliğin doğuşunu kapitalist üretim tarzının kuruluş öyküsünün bir parçası olarak kabul etmek, bu pratiğin etik sınırlarının (ve olanaklarının) ne olduğu konusunda belirli bir öngörüyü de beraberinde getirir. Bu bağlamda, kapitalizmin tarihsel gelişimi içerisinde temellenen günümüz gazeteciliği için tanımlanan etik çerçevelerin, gazetecinin etik davranmasını sağlamak yerine onu kontrol etmenin bir aracı olduğu söylenebilir. Bu çerçevenin içinde kök saldığı liberal gazetecilik etiğinin vaaz ettiği gibi gazeteci, olaylara ve olgulara yaklaşırken tamamen bireysel vicdanıyla baş başa olmaktan oldukça uzaktır.
Televizyon gazeteciliği için kavramsal bir çerçeve sunmayı amaçlayan kitabın okuduğunuz bu kısmı, “etik davranmak” üzere samimi bir çabaya girişecek kişilerin (başta gazetecilerin) salt bireysel bir edimle bunu başaramayacaklarını özellikle, 1980’li yıllardan itibaren radikal biçimde değişen medya sahipliği ve kontrol ilişkileri üzerinden göstermeyi amaçlıyor.
1 Saxer’den akt. Morresi, 2006: 31.
Peki nedir, birey olarak gazeteciyi bir “olayı” “haber” haline getirirken sınırlandıran temel koşullar ya da sınırlılıklar? Gazetecilik etiği üzerine yazan Richard Keeble (2009), daha ziyade İngiliz medyasından örneklerle gazeteciyi sınırlandıran altı unsur sıralıyor: ölüm tehlikesi ya da cinayet, yasal sınırlılıklar, reklamcılar, sahipler, polisiye uygulamalar ve devletin gizliliği ile ilgili sınırlamalar ya da “gizli devlet.”
1. Cinayet: Keeble, gazeteciyi sınırlandıran en önemli konu olarak, yaptığı haberler nedeniyle yaşamına kast edilmesi olasılığını gösterir. Bu başlık altında kullandığı ilk örnek, Dublin’de çıkan Sunday Independent’ın muhabiri Veronica Guerin’in, 1996 yılında, yaptığı haberlerle rahatsız ettiği uyuşturucu mafyası tarafından öldürülmesidir2.
Keeble’ın da belirttiği gibi, Kuzey İrlanda gazeteci cinayetlerinin görece seyrek rastlandığı bir coğrafyadır. Daha çarpıcı bir profil, 2003 yılından itibaren işgal altında olan Irak’ta görev yapan gazetecilerle ilişkilidir. Bunlar arasında en çarpıcı örnekler, El-Cezire için çalışan habercilere yönelik saldırılardır. 8 Ekim 2003’te ise El Cezire’nin Bağdat’taki ofisi, Amerikan füzeleri tarafından bombalanmış, muhabir Tareq Ayyoub ölmüştür. Sudan’lı gazeteci Sami Al-Hajj, 15 Aralık 2001’de El Cezire için haber toplamak üzere Afganistan'a gitmeye çalışırken ABD yetkilileri tarafından Pakistan’da tutuklanmış ve 6 yıldan fazla, hiçbir ulusal ya da uluslararası anlaşmaya uygun olmayan ve insanlık dışı muamelelerle anılan Guantanamo Kampı‘nda sayısız işkencelere maruz kalmıştır3.
2 Joel Schumacher’in 2003 tarihli filmi, Veronica Guerin bu olayı işlemektedir.
3 Avrupa Parlamentosu (8 Nisan 2005), Uluslararası Af Örgütü ve Birleşmiş Milletler gibi ku Avrupa Parlamentosu (8 Nisan 2005), Uluslararası Af Örgütü ve Birleşmiş Milletler gibi kuruluşlar Guanatanamo’daki yasadışı uygulamalara ilişkin olarak hazırladıkları raporlarda yaşanan insan hakları ihlallerini belgelemiştir. Avukatlığını üstlenen Clive Stafford Smith’le ancak 2005’te görüşen Sami, 7 Ocak 2007’de açlık grevine başlamış, onun için başlatılan destek kampanyası, “prisoner 345” (345 numaralı mahkûm) adıyla gündeme taşınmıştır.
Merkezi Brüksel’de bulunan Uluslararası Gazeteciler Federasyonu’nun raporuna göre 2007 yılında bütün dünyada ölen 171 gazetecinin 65’i Irak'taki saldırılar sırasında hayatını kaybetmiştir, Amerikan işgalinin başladığı 2003 yılı ile 2008 yılları arasında Irak’ta toplam 250 gazeteci ölmüştür. (Keeble, 2009: 256–259).4
Türkiye’den de verilebilecek pek çok örnek vardır. 1980 sonrasında yaşanan gazeteci cinayetleri arasında Uğur Mumcu, İzzet Kezer, Metin Göktepe ve Hırant Dink’in öldürülmesi, toplumda en çok infial uyandıran olaylar olmuştur. Türkiye gazeteci cinayetlerinin sayısı kadar, bu cinayetlerin aydınlatılamaması bakımından da sicili oldukça bozuk bir ülkedir. Burada saydığımız gazeteci cinayetlerinden hiçbiri henüz tam olarak aydınlatılmamış siyasi vakalardır5.
4 Bu konuda güncellenen bilgiler için Gazetecileri Koruma Komitesi’nin (CPJ)
5 Gazetecilere yönelik saldırılarla ilgili ayrıntılı ve güncel bilgiler, şu adreslerden edinilebilir: Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü, www.rsf.org; Gazetecileri Koruma Komitesi, www.cpj. org; Uluslararası Gazeteciler Federasyonu, www.ifj.org.
2. Yasal sınırlılıklar: Keeble’ın bu başlık altında irdelediği örnekler, Birleşik Krallık yasalarına ilişkindir. Ancak dünyanın her yerinde, gazetecilere ve basın özgürlüğüne karşı yasal engeller söz konusudur. Bu sınırlamalar, sadece basınla ilgili yasalarda değil, daha dolaylı biçimde başka alanları “düzenleyen” hukuki metinlerde de karşımıza çıkmaktadır. Nitekim, Mike Wayne’in özlü biçimde ortaya koyduğu gibi, “[U]lusal güvenlik, hakaret ve telif konularında devletin, şirketlerin veya zengin bireylerin medyadaki ifade özgürlüğünü kısıtlamak amacıyla başvurabilecekleri yasalardan oluşan bir zırh vardır.” (2006: 125).6 2009 yılının Ekim ayında İngiliz basınında baş gösteren “Trafigura olayı”, yayın yoluyla hakaret (libel) yasalarının basın özgürlüğüne bir tehdit oluşturduğu yönündeki fikrin parlamento gündemine alınmasıyla sonuçlanmıştır. İngiliz petrol şirketi Trafigura, 2006 yılında hazırlanan bir raporda görüldüğü üzere, zehirli atıklarını Fildişi Sahillerinde bulunan bir köye bırakmış ve bu atıklar yöre halkının sağlığı üzerinde tedavi edilmesi imkânsız hasarlara yol açmıştır. Olayı sürekli olarak takip eden The Guardian’ın ve konuyu gündemine alan BBC programı Newsnight’ın söz konusu raporla ilgili yayınlarını önlemeye çalışan şirket, bu mücadeleden başarılı çıkamamıştır. Ünlü gazeteci ve çevreci George Monbiot (17 Eylül 2009) konuyla ilgili olarak The Guardian’da yayınlanan yazısına şu başlığı atmıştır: “Trafigura’nın medyayı engelleme girişimi, şeref ve haysiyetin korunmasına dair yasaların yürürlükten kaldırılması gerektiğini gösterdi”. Monbiot, bu türden yasaların öteden beri iktidar sahiplerini korumaya dönük sınıfsal bir karakter taşıdığını belirtmektedir:
“Britanya’da şeref-haysiyet (ya da iftira) zengin adamın isyan yasası olarak, eleştiriyi boğma ve her türlü yolsuzluğu kollama amacıyla kullanılır. Onüçüncü yüzyıldan bu yana, yalnızca varlıklı kişileri kamusal eleştiriden korumak üzere yeniden düzenlenmiştir.”
6 Örneğin Türkiye’de gazetecilere yönelik yasal sınırlamalar özellikle “Kürt sorunu” başlığı altında toplanabilecek bir dizi uygulamada kendini göstermektedir. Bağımsız İletişim Ağı (BİA) tarafından hazırlanan Medya Gözlem Raporuna göre 2009 yılının Nisan-Mayıs-Haziran döneminde, yarıya yakını gazeteci olan 125 kişi genellikle “Kürt sorunu”yla ilgili düşüncelerini ifade ettiği için yargılanmıştır. Rapora göre bu dönemde 57’si gazeteci 125 kişi 80 davadan yargılanmıştır ve 15 gazeteci “örgüt üyeliği”, “darbecilik” veya “propaganda” suçlamasıyla hapistedir. Rapora göre Terörle Mücadele Yasası’ndan 20, “Türklüğe hakaret”ten (TCK, 301) 18, “suç ve suçluyu övmek”ten (TCK, 215) 15, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik”ten (TCK 216) 11 kişi ise sanıktır. “Hakaret” iddiasıyla yargılanan gazeteciler için talep edilenler ise toplamda 24 yıl hapis ve bir milyon 390 bin TL para cezasını bulmaktadır.
Son dönemde yasal sınırlamalar özellikle “anti-terör” başlığı altında, ifade özgürlüğünü çeşitli biçimlerde ve oranlarda baskılayan metinlerle işler kılınmaktadır. Bir yasa maddesine sahip olmayan ama en az onlar kadar yaptırımı olan akreditasyon benzeri bazı düzenlemeler, bir kontrol aracına dönüşebilmektedir. Türkiye’de, özellikle Genelkurmay Başkanlığı’nda yıllardır akredite olamayan gazeteler ve gazeteciler mevcuttur. Ancak unutulmamalı ki yasalar, uygulamalarda cisimleşirler. Özgürlükçü gibi görünen, kişi haklarını ve toplum refahını korumayı amaçlayan bazı yasalara dayalı uygulamalar, gazeteci özgürlüğünü hiçe sayabilmektedir. Öte yandan, yasaların dışına çıkmanın görece daha kolay olduğu bazı rejimlerde, bu metinler daha fazla kâğıt üzerinde kalabilmekte, gazetecilerin arkasına sığınabilecekleri yasa maddeleri fiilen işlevsiz kılınabilmektedir7.
7 “Haber yasağı” (contempt), “hakaret” ve “özel hayatın korunması” gibi konularda radyo televizyon gazetecilerini sınırlandıran mevzuatla ilgili bir değerlendirme için bakınız, Crook, 2009.
Yasal metinler, belirli bir tarihsel evrim sürecinin ürünü olan politik belgelerdir ve uluslararası örgütlerin kurucusu ve uygulayıcısı olduğu muhtelif “haklar” bildirgelerinin yanı sıra ulus-devletlerin kendi geleneklerini yansıtan özgül kuralları ve yaptırımları da içerirler. Ancak, etik tartışmalarının biçimlenmesinde kimi zaman doğrudan katkısı olan medya endüstrisi, daha ziyade kısıtlayan, yasaklayan bir düzenleme rejiminden yana, ama “kamusal iletişim ya da habercilik şöyle olmalı” tarzındaki normatif-pozitif yaklaşıma karşı olacaktır (İnal, 2008). Kamu otoritesi ya da sivil inisiyatifler tarafından önerilecek modeller, çerçeveler, vb. “basın özgürlüğüne müdahale” olarak yüz geri edilecektir. Medyayı yönetenler aslında bu konuda da tam bir “deregülasyon” istemektedir, zira onu en iyi koruyacak regülâsyon bile bir gün ayak bağı haline gelebilir! Dolayısıyla söz konusu “yasakların”, işlerine geldiği zaman “sansür” olarak yaftalansa da, endüstrinin çok da rahatsızlık duyduğu bir mesele olmadığı söylenebilir.
3. Reklamcılar: Keeble, reklamcılar başlığına bir ek yaparak, onların “gizli ikna güçleri” olup olmadığını sormaktadır. İngiltere'nin nitelikli gazetelerinden Independent, Guardian ve Observer, toplam gelirlerinin % 75’ini reklamdan sağlamaktadır. Reklamcıların, editoryal politikalara müdahalesinin bariz örneklerinden biri, 2005 yılında finans devleri BP ile Morgan Stanley’in, kendileri hakkında olumsuz yayınlar yapıldığında reklamlarını çekeceklerini de içeren bir reklam veren rehberi basmalarıdır (Edwards ve Cromwell, 2006: 7). Elbette büyük reklam verenler, medya kuruluşları için vazgeçilmez önemdedir ama günümüzde medya sektörü, farklı sektörlerle bütünleşmiş dev şirketlerden oluşan bir yapıdır ve burada reklam verenle medya şirketi karşı karşıya olmaktan ziyade sinerjik bir planlama çerçevesinde işlemektedir. Hatta kimi durumlarda reklam veren ve medya şirketi bir ve aynı anlama gelebilmektedir.
4. Sahipler: İngiltere’de Nortcliffe, Beaverbrook, Rothermere, Rowland, Murdoch, Maxwell ve Desmond gibi medya patronları, basın üzerindeki çok açık müdahaleleriyle tanınmaktadır. 1991 yılındaki gizemli ölümünden önce, Mirror’ın sahibi Maxwell’in özellikle gazetecilik mesleğinin standart kuralları konusunda titiz ve eleştirel gazetecileri izlemek üzere ofislerini 40 bin pound değerinde gizli dinleme cihazlarıyla kaplattığı bilinmektedir. Berlusconi, İtalya’nın en büyük 10 şirketinden biri olan Fininvest’in kurucusu ve büyük ortağıdır. Esasen bir finans ve medya şirketi olan Fininvest ise Mediolanum (sigorta ve bankacılık şirketi), Medusa (film prodüksiyon), Mondadori (basım), A.C.Milan (futbol) ve Mediaset (TV yayıncılığı) gibi İtalya’nın en büyük şirketlerini bünyesinde taşıyan devasa bir oluşumdur. Berlusconi 2009 yılında pek çok Avrupa gazetesine “kişilik haklarına saldırdıkları” gerekçesiyle dava açmıştır8. Ancak sahipler, bu tür doğrudan müdahaleler olmasa da gazeteciliği kontrol eden en önemli kaynağın, yani mülkiyet ilişkilerinin tam ortasında yer aldıkları için yapısal bir sınırlılığı temsil ederler. Doğrudan müdahalenin olmadığı yerde basın özgürlüğünü varsaymak, liberal bakış açısının bir ürünüdür9. (sahiplik ile kontrol arasındaki ilişki aşağıda tartışılacaktır)
8 Berlusconi’nin medyayı hem sahip hem de siyasetçi olarak baskı altına alma çabalarına karşı 3 Ekim 2009 tarihinde Roma’da yüzbini aşkın kişi, özgür basın sloganıyla protesto gösterisinde buluşmuştur. Bakınız, The Guardian, 5 Ekim 2009
9 Liberal bakışın basın özgürlüğü nosyonunun gelişimindeki tarihsel yeri ve önemi, bu kitabın Liberal bakışın basın özgürlüğü nosyonunun gelişimindeki tarihsel yeri ve önemi, bu kitabın birkaç bölümünde ayrıntılı olarak irdelenmektedir. Bunlardan özellikle “Medya etiğinin tarihsel temelleri ve gelişimi” (Oğuzhan Taş) ve “Tarihsel gelişimi içinden gazetecilik etiğini yeniden düşünmek” (Ayşe İnal) başlıklı bölümlere bakınız.
5. Polis: İngiltere’de 2000’li yıllar, veri korumayla ilgili yasaların polis tarafından sıkı biçimde uygulandığı ve polisiye olayları araştıran gazetecilerin yoğun olarak engellendiği bir dönem olmuştur. Polis kuvvetlerince benimsenen medya politikaları, suç olaylarının doğru şekilde haberleştirilmesini zorlaştırmaktadır. Burada Keeble’ın (2009) üzerinde durduğu daha ziyade polis-adliye vakaları denilen türden olaylardır ve İngiliz polisi, gazetecilerden gelen şikâyetler üzerine polisin tutumunu gözden geçirerek üyelerini uyarmıştır. Polisle gazeteciler arasındaki hasmane ilişki salt polis-adliye vakalarından kaynaklanmamaktadır. Devletin kolluk gücü olarak polis, pek çok yerde gazetecilere fiziki saldırılarda bile bulunmakta, daha da kötüsü, bu tip saldırılar herhangi bir yaptırıma yol açmayabilmektedir. Örneğin, Türkiye’de son 1 Mayıs kutlamalarında polisin göstericilere karşı coplu, gaz bombalı şiddetinden gazeteciler de nasibini almıştır. Kısaca, hem gazetecilere dönük fiziki şiddet, hem de haber toplamanın engellenmesi konusunda Türk polisinin sicili çok da parlak değildir.10
10 Türkiye’de polis şiddeti, yasal dayanaklara da sahiptir. Bu nedenle İnsan Hakları Derneği, 5681 sayılı ve 2 Haziran 2007 tarihli “Polis Vazife ve Salâhiyet Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un değiştirilmesi için bir kampanya başlatmıştır. Bakınız
6. Gizli devlet: Richard Turlow (1994: 399) 20. yüzyıl boyunca gizli devletin, gazeteciler için bir başka “girilmez” alanı yaratacak şekilde, sinsice büyüdüğünden söz eder. Independent muhabiri Paul Valley ise, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana İngiltere’de hükümetlerin, parlamentoya danışmaksızın pek çok karar aldığını ve uyguladığını söylemektedir. Günümüzde, MI5 (iç güvenlik aygıtı), MI6 (ulusaşırı casusluk faaliyetleri) ve GCHQ (gözetleme merkezleri) için yılda ortalama 750 milyon pound harcanmaktadır. İngiltere’de ve başka yerlerde “gizli devlet” yasalarla korunmakta ve küresel terör ya da uyuşturucu trafiği gibi gerekçelerle meşrulaştırılmaktadır. Ulusal savunma için tavsiye niteliğinde uyarılar sistemi (Defence Advisory Notices), bilinen adıyla D-Notice, gazeteciler için yüksek seviyeli bir gizlilik istemini içerir ve hükümet bu uyarıyı verdiğinde gazete editörlerinden aktif bir işbirliği bekler. Sivil haklar konusunda belirli bir geleneği koruyan İngiltere gibi bir ülkede bile devletin gizli işleri, gazeteciliğin en önemli sınırlılığı olarak yerini korumaktadır. Sivil özgürlükleri, serbest bilgi akışını ve gazeteci haklarını İngiltere’den daha az gözeten toplumlarda gizlilik oldukça ciddi sorunlara yol açmaktadır. Son zamanlarda Türkiye’de “Susurluk” ve “Ergenekon” adıyla anılan bir dizi skandala dair araştırma komisyonu raporları ve dava dosyalarında sızan bilgiler, Keeble’ın (2009) “gizli devlet” olarak kodladığı antidemokratik yapıların ne denli ölümcül uygulamalara zemin hazırladığının canlı bir örneğini teşkil etmektedir.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken yine, devlet ya da hükümetle diğer toplumsal iktidar grupları, büyük sermaye, vb. arasındaki ilişkinin temel niteliğidir. “Devletin ne yaptığı ve bunları hangi özgül formlarla yaptığı, hakim sınıfın ne olduğu ve çıkarlarının ne gerektirdiğiyle içsel olarak bağlantılıdır” (Ollman, 2001). Devlet, doğası itibarıyla bütün eylemlerini kamuyla paylaşan bir kurum değildir. Son dönemde yaygınlaşan; gizlenenlerin ama aynı zamanda bir şeylerin gizlendiğine dair kuşkuların da artması ve bağlı olarak devletlerin ve hükümetlerin yeni bir meşruiyet kriziyle baş etmek zorunda kalmalarıdır.
Keeble’dan (2009) yola çıkarak önerdiğimiz 6 unsur gerçekten de günümüz gazeteciliğinde hakiki sınırlılıkları işaret etmektedir ancak sosyal olguları belirleyen başat/hâkim güçleri ve onların birbirleriyle girift ilişkilerini göstermeksizin, bu tip bir liste yetersiz kalacaktır. Burada sayılan unsurların tamamı, birbirleriyle sıkı biçimde ilişkilidir.11 Bu yazıda benimsenen ekonomi politik yaklaşıma göre söz konusu 6 unsur daha analitik bir şema içinde gösterilebilir. Örneğin, yukarıda da bahsedildiği gibi, medya sektöründe sahiplerle reklam vereni analitik olarak bile ayırmak imkânsız hale gelmiştir. Bu ikisinin, “sermaye” genel başlığı altında toplanması çözümlemeyi daha anlamlı bir düzleme taşıyacaktır. Keza, polis ve gizli devlet ayrımını, “devlet” kategorisinde birleştirmek de böyledir. Bu iki kategori arasındaki tarihsel ilişkiyi baz alan ekonomi politik yaklaşım, hem etik uygulamanın sınırlarını göstermek, hem de etik değerleri savunmak için ideal bir çerçeve sunmaktadır. Keeble’ın “yasal sınırlılıklar” olarak ayırdığı kategori, yine devlet ve sermaye arasındaki ilişkinin bir bileşeni olarak anlamlandırılmalıdır. Tekrar etmek gerekirse, yasalar, salt teknik anlamda hukuk metinleri değil, herhangi bir politik coğrafyadaki tarihsel sosyolojik eğilimlerin sızdığı, medyayı sınırlandıran veya ona izin veren ve bu normları, yaptırımları ya da hakları belirli meşruiyet kalıpları içerisinde sunan ideolojik metinlerdir. Bu özellikleriyle, toplumsal iktidar ilişkileri hakkında çok şey söylerler. Bu bağlamda aşağıda, medya sektörünün tarihsel olarak nasıl bir yapılaşma sürecinden geçtiği ve neoliberal dönemde aktüel olarak hangi yapısal sınırlarla var olduğu gösterilmeye çalışılacaktır. Böylesi bir betimleme, haber medyasının ve televizyon haberciliğinin etik sınırlılıklarını genel olarak çizmek adına anlamlı veriler sunacaktır.
11 Philip Schlesinger, 30 Nisan–5 Mayıs 1980 tarihleri arasında Londra’da yaşanan “İran elçiliği kuşatması” olayının haberleştirilme sürecini analiz ederken, burada sayılan neredeyse bütün unsurların içsel bağıntılarını mükemmel biçimde göstermektedir. Mesele tek başına gazetecileri baskı altında tutan devlet, polis, yasa, reklamcı gibi güçlerden öte, bütün bu aktörlerle birlikte bireysel gazetecinin ve medya kurumlarının içine “gömülü” olduğu fiziki ve söylemsel yapıyla ilişkilidir (1994: 66–112).
Medya sektörünün yapılaşma sürecinde etik tartışmalar da belli bir tarihsel evrim sürecinden geçmiştir. Etik sınırlar tarihsel bir bağlama sahiptir, değişimler göstermektedir. Dünün etik normları ile günümüzde kabul gören ya da arzu edilenler, bambaşka olabilmektedir. Yukarıdaki sınırlılık listesinde yer alan 6 maddenin bütün dünyadaki gazetecilik pratiklerini kapsayan özellikleri olmakla birlikte, ülkeden ülkeye, kültürden kültüre farklılaşan yönleri de vardır. Farklı politik coğrafyalarda etik tartışmaların seyri de uygulamalar da farklılaşmaktadır. Dolayısıyla betimleme esnasında hep bu tarihsel ve coğrafi farklara referans verilecektir.
Yapısal sınırlılık:
Medyada sahiplik/mülkiyet ve kontrol ilişkileri
Medya sektöründe mülkiyet ilişkileri; sınıf eşitsizliğini ve bunun uzantısı olarak çeşitli tahakküm biçimlerini meşrulaştırmada içerik üreticisi olarak oynadığı rol nedeniyle özel bir önem kazanmaktadır. Medya sahipleri, medyadaki üretim süreçleri ve medya içerikleri üzerinde doğrudan ve dolaylı bir kontrole de sahiptir.
Medya sektöründe kontrolün özgül biçimleri söz konusudur. Pahl ve Winkler (akt. Murdock, 1977) medya sektöründe iki ayrı kontrol düzeyini ayırt etmektedir: 1) operasyonel kontrol, 2) tahsisata dair (allocative) kontrol. İlk kontrol düzeyi, gündelik üretime ilişkin rutin kontroldür. Örneğin haber medyasında, içeriğe ilişkin karar alma süreçlerinde söz sahibi olan editoryal kadronun her gün yinelenen standart işlemleri bu düzeyle ilgilidir. Genel yayın yönetmenleri, editörler, program müdürleri, vb. manşete girecek haberin seçiminden hangi habere kameraman gönderileceğine kadar pek çok konuda karar alma yetkisine sahiptir. Medya içeriğinin gerek tematik, gerekse biçimsel özelliklerinin belirlenmesinde söz sahibi olan editoryal kadro, operasyonel kontrolün esas öznesi olarak konumlanır.
Tahsisatla ilgili olan kontrol ise daha genel bir düzeyde işler. Bir bütün olarak medya şirketinin yapısı ve gelişimi; eylemlerinin ölçeği ve kapsamı; kaynakların kullanımı ve tahsisiyle ilgilidir. Bu düzeyde alınan kararlar şunları kapsar:
1. Temel politikanın oluşturulması
2. Anahtar personelin işe alınması ve işten çıkarılması
3. Şirketin genişleme ve daralma momentlerinin seçimi
4. Şirketi eğer gerekiyorsa elden çıkarmak ya da bütünüyle kapatmak (Murdock, 1977)
Graham Murdock (1977), bu iki kontrol düzeyi arasındaki geçişkenliğin altını çizdikten sonra üretimde nihai belirleyicinin, tahsisata dair kontrol işlevini üstlenenler olduğunu belirtmektedir. Marx’tan bu yana tahsisata dair kontrolün birincil kaynağı mülkiyet olarak görülmektedir. Ancak bu belirleme, medya sahiplerinin içerik üzerinde doğrudan kontrol sahibi oldukları ya da editoryal kararlara doğrudan müdahale ettikleri anlamına gelmez. Bu türden iddialar kamuoyunun gündemine sıkça taşınsa da, kapitalist medya işletmelerindeki kontrolün doğası doğrudan müdahaleye nadiren izin verir. Kapitalizm koşullarında medya sahipleri, medya yöneticileri ve daha alt seviyedeki emek gücü, çeşitli dolayım mekanizmaları ile kâr maksimizasyonu hedefine yönelmekte, aktörlerin aktif ya da pasif olarak katıldığı bir “yapılaşma” (bkz. Giddens, 1999) sürecinde sınıfsal gereklilikler içselleştirilmektedir. Bu bağlamda bireysel kapitalist, medya içeriğini doğrudan manipüle etmeyi genellikle düşünmediği gibi, bireysel gazeteci de, haber peşinde koşarken doğrudan şirket çıkarlarını düşünmez. Bunlar daha ziyade iki farklı özne konumunda içselleşmiştir. Son kertede medya içeriği, kapanmış bir söylem ve şirket çıkarlarını ileriye taşıyan, çoğunlukla kamusal yararın araçsallaştığı bir “meta” olarak karşımıza çıkar.
4. Şirketi eğer gerekiyorsa elden çıkarmak ya da bütünüyle kapatmak (Murdock, 1977)
Graham Murdock (1977), bu iki kontrol düzeyi arasındaki geçişkenliğin altını çizdikten sonra üretimde nihai belirleyicinin, tahsisata dair kontrol işlevini üstlenenler olduğunu belirtmektedir. Marx’tan bu yana tahsisata dair kontrolün birincil kaynağı mülkiyet olarak görülmektedir. Ancak bu belirleme, medya sahiplerinin içerik üzerinde doğrudan kontrol sahibi oldukları ya da editoryal kararlara doğrudan müdahale ettikleri anlamına gelmez. Bu türden iddialar kamuoyunun gündemine sıkça taşınsa da, kapitalist medya işletmelerindeki kontrolün doğası doğrudan müdahaleye nadiren izin verir. Kapitalizm koşullarında medya sahipleri, medya yöneticileri ve daha alt seviyedeki emek gücü, çeşitli dolayım mekanizmaları ile kâr maksimizasyonu hedefine yönelmekte, aktörlerin aktif ya da pasif olarak katıldığı bir “yapılaşma” (bkz. Giddens, 1999) sürecinde sınıfsal gereklilikler içselleştirilmektedir. Bu bağlamda bireysel kapitalist, medya içeriğini doğrudan manipüle etmeyi genellikle düşünmediği gibi, bireysel gazeteci de, haber peşinde koşarken doğrudan şirket çıkarlarını düşünmez. Bunlar daha ziyade iki farklı özne konumunda içselleşmiştir. Son kertede medya içeriği, kapanmış bir söylem ve şirket çıkarlarını ileriye taşıyan, çoğunlukla kamusal yararın araçsallaştığı bir “meta” olarak karşımıza çıkar.
Medya sektöründe, tıpkı diğer büyük sermaye gruplarında olduğu gibi yönetici ekip, sahiplerden çok daha fazla ön planda gözükmekte ve kontrol gücünü sahiplerden daha fazla ellerinde tuttukları iddia edilmektedir. Dev iletişim ve medya şirketlerinin sahiplerinden daha çok CEO’ları (Chief Executive Officer) yine medya içeriklerinde boy göstermektedir. Bu tip yöneticileri medya endüstrisi bağlamında düşündüğümüzde karşımıza, operasyonel ve tahsisata dair kontrol birimlerinin son derece sıkı biçimde birbirlerinin içine girmiş olduğu bir şirket yapısı çıkmaktadır. Bu yapı içerisinde medya yöneticisi, mesleki ilke ya da kaygılarla hareket eden ücretli profesyonel değil, kâr maksimizasyonunda doğrudan çıkarı bulunan bir sermaye bileşenidir12.
12 Kapitalist üretim tarzında başat kontrol kaynağı olarak mülkiyeti önemsizleştirerek “yönetim” işlevini öne çıkaran “yönetici devrimi” tezi ve bu teze yönelik eleştiriler için Bakınız, Adaklı, 2006: 63–85.
Sahipler ve yöneticiler gibi sektöre içsel kontrol mercileri dışında medya organizasyonlarına dışsal kimi kontrolörler de ileri sürülebilir. Bunların başında kuşkusuz devlet ve/veya hükümetler gelmektedir. Bir kamusal hizmet olarak yayıncılık —özellikle radyo-televizyon yayıncılığı— başlangıcından itibaren şu ya da bu biçimde kamusal düzenlemenin (regulation) konusu olmuştur. Bu düzenlemeler medyayı belirli konularda sınırlandırmanın yanı sıra teşvikini de kapsamaktadır. Ulusal güvenlikten çocukların zihinsel gelişimine, rekabetin tesis edilmesinden halkın haber alma özgürlüğüne kadar pek çok konu üzerinde hükümetlerin düzenleme yetkisini kullandıkları bilinmektedir. Operasyonel kontrol düzeyinde değerlendirilebilecek bu gibi konuların yanı sıra hükümetler, tahsisatla ilgili düzenlemelerde de söz sahibi olurlar. Murdock (1977), medyaya hükümet müdahalesinin tahsisata dayalı düzeyde şu konuları kapsadığını belirtmektedir: “Hammadde kaynaklarının sağlanması konusundaki düzenlemeler, anti-tekel yasası aracılığıyla şirketlerin genişlemelerinin kontrolü, lisans anlaşmaları yoluyla medya pazarına girişin sınırlandırılması”
Devletin, medya sermayesine kaynak tahsisi işlemi farklı dönem ve durumlar için farklı biçimler alabilir. Medya sermayesi için kaynak tahsisinin en güncel metotlarından biri, Kıta Avrupa'sı –ve bu arada Türkiye- için özelleştirmeler olmuştur. Medya sektöründe hem mecraların çeşitlenerek farklı alanlara yayılması, hem de sermayenin büyümesi, özellikle kamunun tekelinde olan telekomünikasyon altyapısının ve diğer iletim kanallarının özelleştirilmesiyle mümkün olabilmiştir.
Murdock, kontrolün öznesi olarak düşünülebilecek bir başka kesimin reklamcılar ve izleyiciler olduğunu belirtmektedir. Reklamcılar, medya şirketlerinin en önemli gelir kaynağını sağlayan kesimdir. Televizyonların yayın akışları reklamlara göre düzenlenmekte, reklam içerikleri de televizyon türlerine göre üretilmekte; reklamcıları rahatsız edecek kimi unsurlar akışa veya programa sokulmamaktadır13. Ancak daha önce de vurgulandığı gibi, nihayetinde reklamcılar ve medya kuruluşları birbirleriyle simbiyotik ilişki içerisinde bulunan iki ayrı sermaye kolundan ibarettir (bkz. Murdock, 1977) ve bu ayrım, neoliberal dönemde giderek büyüyen çok-uluslu ve çok kollu medya holdinglerinde artık ortadan kalkmaya yüz tutmuştur.
13 Reklamcıların medyayı kontrol etmesiyle ilgili olarak bilinen belki de en ilginç örnek, Nürn Reklamcıların medyayı kontrol etmesiyle ilgili olarak bilinen belki de en ilginç örnek, Nürnberg Savaş Suçları Mahkemelerini konu alan bir televizyon filmiyle ilgilidir. Filme sponsorluk yapan Amerikan gaz şirketi, faşist Almanya’da Yahudilerin gaz odalarına gönderilmeleriyle ilgili bölümlerin filmden çıkarılmasını talep etmiştir. Bu tür referanslar, doğaldır ki gaz şirketinin itibarını/imajını zedeleyecektir... (Brown’dan akt. Murdock, 1977).
İzleyicinin/tüketicinin zevkleri ve beklentileri de medyanın kontrolü sorusunda değerlendirmeye alınabilir görünmektedir. Gerek medya şirketleri gerekse reklamcılar ürün seçiminden içerik ve sunum biçimine kadar pek çok konuda karar alabilmek üzere izleyici tercihlerini öğrenmeye çalışmaktadır. Medya çıktısı bu amaçla yapılan araştırmalara bağlı olarak da belirli bir içerik ve biçim kazanmakta, belirli konuların sunumunda izleyici beklentileri göz önünde bulundurulmaktadır. Ancak bu duruma izleyicinin kontrol alanı olarak bakmak çok anlamlı görünmemektedir. Sonuçta medya sermayesi, reklam verenler ve reklamcılar arasındaki verili uzlaşımlar, bir malın izleyiciye nasıl satılacağını tayin etmektedir. Kısaca sorun, izleyici/tüketici memnuniyeti problemini aşmaktadır. Wayne (2006: 140), 1980’lerde kamu yayıncılığının özelleştirilmesi sürecinde sıkça yinelenen, “piyasanın devletten ve onun siyasal çevresinden özerk olarak işlediği yönündeki neoliberal fantezi”yi eleştirirken bu durumun altını çizmektedir:
“Aslında tarafsız şekilde seyirci talebini ölçen ‘normal seyirci piyasası kıstasları’ diye bir şey yoktur. (…) Seyircilerin ne tür bir yayın sistemi isteyebileceklerine dair kamuya açık tartışmaya davet edildikleri pek söylenemez. Gerçekten de televizyon yayıncılığının geleceğine değin elle tutulur bir tartışma en son 1977’de Annan raporuyla gerçekleşmişti. O zamandan beri yayıncılıktaki gelişmeler seyirci yerine şirketlerin ihtiyaçlarına sürüklenmiştir.”
Kuşkusuz, operasyonel ve tahsisatla ilgili kontrol ayrımı, belli ölçüde analitiktir, yani bir şirketin kontrolünde operasyonel ve tahsisi düzeyler, kimi zaman ayrılamayacak ölçüde iç içedir. Ancak ayrımların yapıldığı çalışmadan bugüne kadar geçen zaman içerisinde medya sektöründe bu iki kontrol düzeyi giderek daha fazla birbirine yaklaşmıştır ve günlük ya da rutin işlerle daha genel şirket çıkarları birbirinin içinde erimektedir. Günümüzde bir gazeteci, çalıştığı şirketin çok çeşitli alanlarına yayılmış olan çıkarlarını gözetmeksizin haber yapmamakta, daha önemlisi bu tutum, içselleştirilmektedir. Günümüz gazeteciliğinin bu durumunu kavrayabilmek için, medya sektöründe son 25-30 yılda yaşanan kapsamlı değişikliklere bakmak gerekecektir.
Neoliberal politikalar ve medya endüstrisinin dönüşümü
1980’li yıllar, medya endüstrisinin stratejik sektörler arasına güçlü biçimde yerleştiği bir dönem olmuştur. Sosyalist rejimlerin 1989 yılından itibaren fiili olarak çökmeleriyle birlikte ABD’nin ekonomik ve politik hegemonyasını pekiştirdiği bu dönemin en karakteristik özelliklerinden biri gerek gelişmiş, gerekse azgelişmiş ülkelerde medya sektörüne yapılan yatırımlarda önemli ölçüde artıştır. Geleneksel medyalar (gazete, televizyon, radyo, sinema, vb.) bir yandan dev holding şirketlerinin birer parçası durumuna gelirken, yine bu çatı altında yeni medyalarla (internet vd.) buluşmuştur.
Yeni süreçte geleneksel medya şirketleri yeni iletişim teknolojilerinin yarattığı yeni olanaklarla birlikte geniş bir iletişim sektörünün içine gömülmüş, şirket birleşmeleri ve satın almalar önemli ölçüde yoğunlaşmıştır. Telekomünikasyon, medya ve internet alanlarının birbirine “yakınsadığı/yöndeştiği”14 iletişim sektöründe son 20 yıl içerisinde şirket sayılarında gözlenen düşüş, yoğunlaşmanın boyutlarına ilişkin bir gösterge olarak kabul edilmektedir. Yakınsama/yöndeşme sürecinin anahtarı olarak görülen dijital teknolojinin yaygınlaştırılması için gerekli düzenlemeler, özellikle ileri kapitalist ülkeler için belirli bir aşamaya gelmiştir.
Tekelleşme eğilimiyle birlikte son dönemde reklam harcamaları da dramatik biçimde artmış, 2006 yılında küresel reklam harcaması 466 milyar dolara yükselmiştir (Future Exploration Network, 2007). Mecralara göre reklam harcamalarının bileşimi de değişmektedir; internetin payı artarken, gazetelerinki düşmekte, bu ise hem mecra sahiplerini hem de reklam verenleri yeni arayışlara itmektedir (Arsenault ve Castells, 2008). Örneğin reklam kuşağı izlemekten hoşlanmayan Avrupalı izleyicilere örtülü reklamlar, kimi zaman haberlerin içine serpiştirilerek sunulmakta ya da reklamsız içerikler belirli bir bedelle satılmaktadır. Küresel ölçekli bir araştırmaya göre tüketicilerin % 37’si, reklama maruz kalmaktansa içeriğe para ödemeye razı olacağını belirtmiştir (Future Exploration Network, 2007: 10). Reklam piyasasındaki düşüşe karşı içeriğin fiyatlandırılması, ya da tam tersine bedava içerik için reklama maruz kalmayı kabul etme. Neoliberal mimarinin izler kitleye sunduğu temel seçenekler bunlardır15.
14 İletişim alanındaki yakınsama/ yöndeşme ( İletişim alanındaki yakınsama/ yöndeşme (convergence) süreci üzerine ayrıntılı bilgi için Bakınız, Taş, 2004 ve 2006.
15 Medya endüstrisinde görülen son dönem eğilimlerle ilgili olarak Arsenault ve Castells (2008) Medya endüstrisinde görülen son dönem eğilimlerle ilgili olarak Arsenault ve Castells (2008) bütünlüklü bir analiz sunmaktadır.
Haber medyası da, kapitalizmin son büyük krizlerinden birini yaşadığı 1970’li yıllardan günümüze kadar geçen sürede çok önemli bir dönüşümden geçmiştir. Eric Klinenberg (2005), televizyon gazeteciliğini büyük ölçüde etkileyen bu değişimleri şöyle özetlemektedir:
- kablolu televizyonun geliştirilmesi, 24 saat haber yayıncılığı, gazete okuyanların sayısındaki düzenli azalma (gazetenin kar oranlarında bir azalma olmamasına rağmen), uydu, internet, masaüstü yayıncılık ve en önemlisi, 1970’lerde haber mutfaklarında çok az rastlanan bilgisayar gibi ileri iletişim teknolojilerinin ortaya çıkması,
- düşük gelire rağmen gazetecilik ilkelerine bağlı aile şirketlerinden oluşan haber örgütlerinin ortadan kaybolmaya yüz tutması ve zincir gazetelerin ve multimedya prodüksiyon şirketlerinin yükselişi,
- sinerjik üretim ve dağıtıma dayanan (şirketin farklı branşlarının bir birinin kaynak ve hizmetlerini paylaşması, karşılıklı olarak birbirlerine destek vermesi) medya devlerinin yükselişi,
- yönetimsel ve editoryal işlemler arasındaki efsanevi işbölümünün çökmesi16,
- televizyon haber magazini, dramatize haber görüntüleri, ürün temelli haber seksiyonları gibi yeni form ve formatların doğuşu,
- medya piyasalarının deregülasyonu ve özellikle aynı kentte birden fazla medyaya izin vermeyen (çapraz) sahiplikle ilişkili sınırlamaların kaldırılması,
- sıklıkla yeni üretim koşullarının, gazetecilik standartlarını karşılama kapasitelerinin altını oyduğundan, şöhretli elit gazetecilerin ayrıştığı kutuplaşmış bir emek gücünün ortaya çıkışıyla mücadele etmekten, popülerlik araştırmalarında meslek grupları listesinin en altlarında yer almaktan şikayet eden gazeteciler için bir meşruiyet krizi (Gans, 2003).
16 Klinenberg burada “kilise ve devlet” terimini kullanıyor. ABD’de “kilise ve devlet”, idari ve editoryal kadronun radikal biçimde ayrılmasını anlatan bir gazetecilik jargonudur. Bu terimin güncel bir kullanımı için Bakınız, Jarvis, 2006.
17 ABD’de iletişim alanını düzenleyen FCC, radyo televizyon yayıncılığı alanını baştan beri ABD’de iletişim alanını düzenleyen FCC, radyo televizyon yayıncılığı alanını baştan beri “hassaten yerel” olarak tanımlamıştır. Medya sektöründe sermayenin yoğunlaşması ve kuralların gevşetilmesiyle birlikte kontrol alanı genişleyen dev medya şirketleri ise aynı haberi ülkenin –hatta kısmen dünyanın- tamamına dağıtmaya başlamıştır. Allister ve Proffitt (2009), bu gelişmenin Amerikan demokrasi geleneğine büyük bir darbe indirdiğini belirtmektedir.
1 Haziran 1980 günü yayına başlayan uluslararası haber kanalı CNN’in, 1989 yılındaki Tiananmen protestoları ve Berlin Duvarının yıkılışı ile 1990–91 yılları boyunca süren Körfez Savaşı sırasındaki yayıncılık performansı, neoliberal politikaların medya düzeyindeki en önemli gelişmelerinden birini yansıtmaktadır. Artık, dünyanın çok çeşitli bölgelerinde “patlak veren” olaylar anında, canlı bağlantılarla ve 24 saat, televizyon kanallarında boy gösterecek ve haber belki de en gözde ve en kârlı televizyon türü haline gelecektir.18 Soğuk Savaşın sona ermesi ve teknolojik gelişmeler gibi iki temel faktörle ilintilendirilen bu yeni olgu kimileri tarafından “CNN etkisi” olarak adlandırılacaktır (Livingston; 1997). Sürekli haber servisi ve bu servisin giderek daha kuşatıcı (cep telefonlarından billboardlara) ve cazip hale getirilmesi, “yeni medya mimarisinin” (Adaklı, 2009) önemli bir özelliğidir. Steven Livingston’a göre (1996; 1997), dış politikasının temeline soğuk savaşı yerleştirmiş olan ABD, 80’lerin sonunda bu “rasyonelini” yitirmiş, iletişim teknolojilerindeki gelişmeler ise yeryüzünün herhangi bir yerinden canlı yayın yapma olanağını yaratmıştır. Sonuç olarak soğuk savaşın bitmesiyle açığa çıkan “vakum”, medya bağlantılı kriz yönetimi ile şekillenen yeni dış politika ile doldurulacaktır. En önemli içerik unsuru haber olan televizyon izlemenin kendisi, daha da sorunlu hale gelmektedir. Yıllar içinde reklam harcamaları pastasındaki payı azalmayan tek geleneksel medium, televizyondur (Future Exploration Network, 2008). Okur-yazarlık, bilgi ve bilgiye erişim kapasitesi sınırlı geniş halk kesimlerini, eğlence dozu yüksek “haber” bombardımanına tutan televizyon, mevcut sistemin devamı konusunda benzersiz bir işlev de kazanmaktadır. (Bodei, 2006).
18 Livingston (1997), “ Livingston (1997), “CNN etkisi” terimini açıklamak üzere, medyanın dönüşümlü ya da eşzamanlı olarak şu 3 işlevle tanımlanabileceğini ileri sürmektedir: 1) politik gündemi belirleyen bir fail, 2) politik hedeflere ulaşmada bir engel, 3) karar alma sürecinde hızlandırıcı.
Kamusal tartışmanın niteliğini dönüştüren ve hegemonyanın tesisinde yeni dolayım biçimlerini gündeme getiren “çoğullaşma”, haber medyasındaki işbölümü örüntülerinde de yankısını bulmuştur. Medya üretimine büyük bir hız kazandıran bu gelişme, dünya ölçeğinde artan rekabetin de itkisiyle, çalışanlar üzerinde yeni baskı ve/veya basınçlara yol açmıştır. Sendikasızlaştırmanın arttığı bu dönemde toplu sözleşmelerin yerini kişisel/özel sözleşmeler ve iş güvencesizliği neredeyse kural haline gelmektedir.
Yeni mimarinin önemli değişimlerinden biri de, özellikle Avrupa’da 1920’li yıllarda şekillenen ve 80’li yıllara kadar yayıncılık alanında başat olan kamu hizmeti yayıncılığının fiilen tasfiye edilmesi ve bu alanın esas olarak özel girişimciliğin oyun alanı haline gelmesidir. İngiltere’de muhafazakâr Thatcher Hükümetinin neoliberal basıncına eşlik eden 1986 tarihli Peacock Raporu, kamu hizmeti yayıncılığının en önemli aktörü olarak bilinen BBC’nin piyasa şartlarına uyumlandırılması gerektiğini vazederek, bir anlamda sürecin yönünü tayin etmiştir. Öte yandan, 1990’ların başında Rupert Murdock’a ait Sky adlı uydu yayın platformu19, mevcut düzenleyici çerçeveyi işlevsiz kılacak biçimde piyasada hâkim konum elde etmeye başlamış, yayıncılık piyasasının giderek artan “rekabetçi” yapısı, kamu hizmeti yayıncılığıyla ilgili mevcut şikâyetlere ivme kazandırmıştır. “Verimsizlik”, “kaynakların kötüye kullanımı” ve “seçkinci yayın içerikleri” gibi suçlamaların yanı sıra (Nissen, 2006: 5) politik yanlılık ve kadro şişkinliği gibi şikâyetlerle de başa çıkmaya çalışan kamu hizmeti yayıncıları, hizmetlerin adım adım parçalanarak özelleştirilmesinin yanı sıra istihdamın daraltılması ya da “esnetilmesi” tehdidiyle de yüz yüzedir20.
19 1986 yılında ülke çapında uydu yoluyla tv hizmeti vermek üzere lisansla kurulan BSB 1986 yılında ülke çapında uydu yoluyla tv hizmeti vermek üzere lisansla kurulan BSB (British Satellite Broadcasting) Kasım 1990’da, Sky’la birleşmiş ve yeni şirket BSkyB adını almıştır.
20 Ancak bütün “tasfi ye” çabalarına karşın Avrupa’nın bazı ülkelerinde (Bosna Hersek Hırvatis Ancak bütün “tasfiye” çabalarına karşın Avrupa’nın bazı ülkelerinde (Bosna Hersek Hırvatistan, İtalya, Polonya, Romanya ve İngiltere) halkın tercih ettiği televizyonlar, ticari kanallardan ziyade kamu hizmeti yayıncıları olmaya devam etmektedir (Bakınız, EUMAP, 2005: 42).
Siyaset-medya ilişkisi, medya etiği tartışmalarının en önemli konusu olagelmiştir ama bu dönemde söz konusu ilişki çok daha “doğrudanlaşmıştır.” Egemen güçlerin siyasi başarıları ya da işadamlarının başarılı girişim öykülerinde doğrudan medya gücünün görüldüğü tipik örneklerinden biri Silvio Berlusconi, diğeri ise Rupert Murdoch’tur. İtalya’da 1994’ten bu yana, 2007 hariç, bütün seçimlerden galip çıkan Silvio Berlusconi’nin başarısında; 3 analog televizyon kanalı, muhtelif dijital kanallar ve yüksek tirajlı basın organlarını içeren medya imparatorluğunun (İtalyan medya piyasasının neredeyse yarısı) payı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Berlusconi, İtalya’nın en büyük 10 şirketinden biri olan Fininvest’in kurucusu ve büyük ortağıdır. Esasen bir finans ve medya şirketi olan Fininvest ise Mediolanum (sigorta ve bankacılık şirketi), Medusa (film prodüksiyon), Mondadori (basım), A.C. Milan (futbol) ve Mediaset (TV yayıncılığı) gibi İtalya’nın en büyük şirketlerini bünyesinde taşıyan devasa bir oluşumdur.
Berlusconi gibi Murdoch da siyasetle ve çok farklı coğrafyalardaki siyasetçilerle kurduğu özel bağ sayesinde medya piyasasındaki yükselişi garanti altına almaktadır. Örneğin Margaret Thatcher’a verdiği medya desteği, İngiliz piyasasındaki genişleme sürecinde büyük yer tutar. Murdoch, İngiltere’de Thatcher’a verdiği medya desteğini, başka coğrafyalarda başka yönetimlere vermektedir. Örneğin, Asya pazarındaki hakimiyetini özellikle uydu yayıncılığıyla (Star TV) pekiştirirken, bu coğrafyadaki hükümetlerle pragmatik ilişkiler kurar. Murdoch, 1994’te, yani Star TV’nin çoğunluk hissesini ele geçirdikten sonra, Asya pazarına 1991 yılında girmiş olan BBC World Service TV’yi uydu platformundan çıkarır. Bu ise, BBC WSTV’nin Çin’in büyük bir bölümü ile Tayvan, Hong Kong ve Moğolistan’a yönelik yayınlarının sonu anlamına gelmektedir. Murdoch’un bu kararında, BBC’nin Mao Zedung belgeselinden hoşnut olmayan Çin hükümetinin desteğini kazanma arzusu egemendir. (Shrikhande, 2001)
Bu dönemde küresel ve ulusal finansal yapılar öylesine kırılgan bir hale gelmiştir ki, haberciler bu konuda müthiş baskı altına sokulmaktadır. Büyük bir sektörü ya da holdingi zarara uğratacağı varsayılan olayların haberleştirilmesine karşı açık bir muhalefet vardır. Bu muhalefet, “olağanüstü dönemlerde” olağanüstü sınırlamalarla sonuçlanabilmektedir. ABD’nin Irak’ı işgalinden kısa süre sonra, 24 Mart 2003’te New York Borsası (NYSE) iki El Cezire muhabirinin akreditasyonunu iptal etmiştir. Borsa sözcüsü Ray Pellechia, güvenlik gerekçesiyle borsanın yalnızca “sorumlu habercilere” erişim sağlayacağını bildirmiş, kısa süre sonra teknoloji borsası Nasdaq da NYSE’nin bu kararını uygulamaya geçirmiştir. Borsa, kararın El Cezire’nin işgal haberleriyle bağlantılı olduğu iddialarını inkâr ettiyse de, gerekçe çok açıktır.
Türkiye’de de gerek hükümetler, gerekse diğer iktidar temsilcileri sıklıkla habercileri milli ekonomiyi ya da belirli bir sektörü zarara uğratacak haberlerden –“Türkiye’nin kredi notunun düşmesi” gibi olasılıklar ya da “milli çıkar” gibi kutsanan gerekçeler gösterilerek- kaçınmaları konusunda uyarırlar. Bu uyarılara bir biçimde uymayan gazetecilerin karşı karşıya kalacakları en basit yaptırımlardan biri işten çıkarılmak, daha beteri ise, kartel benzeri eğilimler de taşıyan medya piyasasında bütün “güvenilirliğini” yitirmek, başka iş bulamamak ve yavaşça unutulmaktır.
Medyada liberal ve neoliberal etik
1980’lere kadar medya, özellikle haber medyası, halkın haber alma özgürlüğü ve ifade özgürlüğü ile birlikte, bunların temel koşulu olarak “bağımsızlık” nosyonlarına dayanan liberal çoğulcu paradigma çerçevesinde tanımlandı, meşruiyet alanını bununla çizdi. 80’lerde ise işin rengi büyük ölçüde değişti. Devletten, sermayeden ya da belirli çıkar gruplarından bağımsız bir medya kavramı, yeni hegemonya projesine çok da uygun bir alan sağlamamaya başladı. Kapitalist medya yapısal olarak bütün bunlara (devlet, sermaye, vd.) her zaman şu ya da bu ölçüde bağlı kaldıysa da, bu ilişkiyi perdelemek konusunda tarihsel bir desteğe sahipti: 1800’lerin başında ABD’de ortaya çıkan “metelik gazeteleri” ve onun etrafında gelişen “tarafsızlık”, “nesnellik”, “doğruluk” gibi etik kodlar (bkz. Schudson, 1978; Hallin, 2005) genel anlamda basın sektöründe, 1900’lerin ilk yarısında tanımlanan “kamu hizmeti yayıncılığı” gibi nosyonlar (bkz. Seaton, 2003) ise elektronik yayıncılık alanında, kapitalist üretimin konjonktürel taleplerine uygun bir medya için elverişli vasatlar oluşturdu. Liberal çoğulcu paradigma içerisinde “dördüncü güç” olarak tanımlanan medyaya, böylelikle siyasetin dışında bir kurum statüsü kazandırıldı. Dar anlamda siyasetle ya da siyasilerle ilişkisi ortaya çıktığında eleştirilerin hedefi oldu, “kusurlu” bulundu.
20. yüzyıl boyunca giderek daha geniş bir üretim cephesine yayılan kapitalist medyayı yönetenler, yani büyük sermaye grupları, onların üniversite kürsülerindeki destekçileri ve bizatihi gazeteciler sürekli olarak “devletten bağımsız”, “tarafsız”, “kamu bekçisi” bir medya idealini canlı tutmaya çalıştılar. Devletin ya da patronun gazeteciye doğrudan müdahalesini büyük bir suç olarak işaretlediler21.
21 Amerikan gazeteciliğinde en kutsal değerlerden biri olarak sahiplenilen editoryal özerklikle Amerikan gazeteciliğinde en kutsal değerlerden biri olarak sahiplenilen editoryal özerklikle ilgili tartışmalar, tam da gazetecilerin göreli özerkliğinin büyük ölçüde yitirildiği son dönemde yükselmektedir. Bu tartışmanın son örneği ise, 2007 yılında Rupert Murdoch’ın, Wall Street Journal’ı bünyesinde taşıyan Dow Jones’u satın alması sürecinde yaşanmıştır. Satıştan önce gazetenin yazarları tarafından kaleme alınan bir yazı, Murdoch’ın, satın aldığı basın organlarında çalışan gazetecilere verdiği editoryal güvence konusunda ne denli bozuk bir sicile sahip olduğunu ayrıntılarıyla ele almaktadır. (Stecklow vd., 5 Haziran 2007).
Oysa kapitalist üretim tarzı içerisinde bu şekilde tanımlanan bir bağımsızlık, aktif rıza üretimi için yararlı bir mittir. Gazetecinin haberi yazarken baş başa kaldığı sorun, devletin, büyük sermayenin ya da patronun doğrudan müdahalesi değildir. Ancak meseleyi “dışarıdan, doğrudan müdahale” gibi sunmak, doğrudan müdahalenin gözükmediği her yerde “gazeteci bağımsızlığından” “objektif”, “tarafsız” haberden bahsetme ve çoğu kez manipülasyonu gizleme, örtbas etme imkânı sağlar.22
22 Habercilerle “iktidar seçkinleri” (Bakınız, Mills, 1974) arasındaki “yapılanmış ilişkilerin haberleri nasıl biçimlendirdiği ve bu biçimlenme içinde toplumda var olan eşitsiz iktidar ilişkilerinin haber medyası tarafından nasıl yeniden kurulduğu” 1970’li yıllardan itibaren İngiltere’de gerçekleştirilen pek çok araştırmada açıkça ortaya konulmuştur (İnal, 2008).
Liberal anlatıda maskelenen en önemli olgusal gerçek, hâkim medyanın iktisadi bir işletme olarak kâr güdüsüyle hareket etmesidir. Ve kâr amaçlı bir kurum, sıkça iddia edildiği gibi saf biçimde “kamu çıkarını” korumaz ve temsil etmez; dünyanın prestijli yayın organları kendilerine dönük popüler eleştirileri (özel hayata müdahale, kaynağı belirsiz haber, vb.) sıklıkla “halkın haber alma özgürlüğü” çerçevesinde savuşturur; Türk basınında ise bir yandan bu eleştiriler güçsüz kalırken, diğer yandan editörler Batıdaki savunmaların silik kopyalarını üretirler. Daha da kötüsü bu kesimler, rakiplerine karşı (diğer medya kuruluşlarına, hükümete ya da tehdit edilmesi gereken başka kişi veya kurumlara) en tuhaf saldırı biçimlerini denemekten çekinmez. Kısacası, prestijli ya da değil, medyayı kontrol eden güçler sürekli olarak, “medyanın etik kodları” biçiminde sunulan temel normların tutarsızlıkları içerisine gömülü “boşluklardan” yararlanır:
“... medyanın hakim etiği, yine her söylem gibi bir kurgudur ve ‘iktidar mücadelesi’ içinde kurulur ve bu mücadeleyi gizlemeye yarar. (…)
(…) medya etiği dediğimiz söylemsel yapı esasında içi boş kural ve ilkeler bütününden başka bir şey değildir. Ne var ki bu boşluk medyanın güncel ahval ve şeraitine denk düşecek uygulamalarla doldurulur; esas olarak da medyada ve medyanın konumlandığı genel mekândaki iktidar ilişkilerince şekillendirilir.” (Mutlu, 2005)
Liberal basın anlayışı, bu iktidar ilişkilerine karşı tarih-dışı bir konum almayı tercih eder. Oysa kapitalist toplumlarda gazeteciliğin evrimiyle bağıntılı olarak medya etiği tartışmalarının da bir tarihi vardır. David Hesmondhalg’ın (2002) da belirttiği gibi 1970’li yıllarda ortaya çıkan birçok sosyolojik çalışma, gazetecilerin, gazete sahipleri ve yöneticilerinin taleplerinden “göreli özerk” çalıştıklarını ileri sürmüştür (Tunstall, 1971; Tuchman, 1978; Gans, 1979). Ancak, özellikle ekonomi politik yaklaşımı benimseyen bazı yazarlar, söz konusu özerkliğin abartıldığını belirtirler. Örneğin James Curran “göreli özerklik” yerine “lisanslı/ izin verilen özerklik” ifadesini yeğlemektedir: “Gazetecilerin bağımsızlığına, bu bağımsızlık, çalıştıkları kurumun talepleriyle uyumlu olduğu sürece izin verilir” (Curran’dan akt. Hesmondhalg, 2002: 163). Curran bu bağlamda 1970’li ve 80’li yılları, İngiliz gazeteciliğinde bir kayma momenti olarak işaretler. Bu dönemde İngiliz basını, yeni bir müdahaleci sahipler kuşağının etkisi altında, bundan önceki döneme göre çok daha partizan bir tutuma doğru evrilmiştir.
Bu tutumun “artçı sarsıntıları”, 1980’li yıllarda ağırlık ve yaygınlık kazanan neoliberal politikalar ve onlarla birlikte ortaya çıkan yeni etik problemlerdir. Son dönemde medya etiğinin belirgin bir tartışma konusu olması büyük ölçüde gazetecilik standartlarını yerinden oynatan nesnel süreçlerle ilişkili kuşkusuz23. Bu süreçlerin bir yüzünü endüstrideki değişmeler oluşturuyorsa, diğer yanda buna bağlı olarak gazeteciliğin emek piyasasının dönüşümü de başka bir etik problemler ağının temel bileşeni haline gelmektedir. Sonraki bölümde temel olarak gazetecilerin yer aldığı emek piyasasındaki dönüşümler ve mesleki sınırlılıklar irdelenecektir.
23 Ahlaki değerler sadece gazeteciler için yakıcı bir konu değil. ABD’de yakın zamanda yapılan Ahlaki değerler sadece gazeteciler için yakıcı bir konu değil. ABD’de yakın zamanda yapılan bir araştırmada, “bugün için ABD’nin karşı karşıya olduğu en önemli sorunun” ne olduğu sorusuna verilen yanıtlarda, % 32 ile “ahlaki değerlerin düşmesi” liste başı olmuş. Bu sorunu % 19’la okul ve hastane gibi kurumların iyi işlememesi” izliyor. 3. Sırada, “zenginle fakir arasındaki uçurum” (% 14), 4. sırada “suç ve şiddete karşı güvenlik zaafı”, 5. Sırada ise “iktisadi güvenlik kaygısı; iş alanlarının başka ülkelere kayması (kaybedilmesi) (Gilens, 1999: 210).
Gazetecilerin dünyası; eski ve yeni örüntüler, kurallar, sınırlar
Gazeteciliğin evriminde profesyonelleşme, en önemli etik tartışmalarla koşut bir seyir izlemiştir. Gazetecilik etiğinin yoğun olarak gündeme geldiği, ilk gazetecilik okullarının açıldığı 20. yüzyılın başlarında (Ferré, 2009) haber, olgusallığa dayanan ve yorumdan farklı bir nitelik kazanırken, gazeteci de kendisini, olgulara en yakın, önemli bir şahsiyet olarak görmeye başlamıştır.
Gazeteciler, belirli günlük rutinler içinde ve bir meslek ideolojisiyle donanmış vaziyette haber yaparlar. Meslek ideolojisinin önemli bir unsuru, kendisini bağımsız ve yüksek statülü bir elit olarak görmektir24. Gazeteci, en önemli kişilerle görüşebilir, ona hoşuna gitmeyecek sorular sorabilir, halkı aydınlatır, vb. Oysa gazeteci, yüzyıllık bir meslek ideolojisiyle kuşatılmış olduğunu genellikle fark etmez, kendisini sınırlandıranın sadece yasalar, hükümetler, “büyük güçler”, vb. olduğunu düşünür. Onun için “haberi kim yapar” sorusunun yanıtı açıkça “gazetecidir.” Kaynağa bu denli bağımlı bir söylemin, haberin asıl yapıcısının “haber kaynakları”, yani toplumda güç sahibi olan seçkin bir sınıf olduğu, belirli konuların sistematik olarak haber değeri klasmanında yer bulamadığı, toplumun geniş kesimlerinin haber metinlerinde salt “kurban” ya da “bozguncu” gibi gösterildiği gerçeğiyle yüzleşmek bu geleneksel kimlik kalıpları, statü arzusu, sınıf dışı bir kategori olarak var olduğu düşüncesi, vb nedeniyle de kolay değildir. Gün içerisinde gazetecinin bir olayın belli başlı bağlantılarını, bütün bileşenlerini, bütün etkilenenleri ile birlikte irdelemesi, derinlikli bir olay analizi yapması neredeyse imkânsızdır. Bu iş artık “araştırmacı gazeteci” olarak kategorileştirilen bir kesime bırakılmış gibidir.
24 Haber üzerine öncü çalışmalarıyla bilinen Michael Schudson, katıldığı sayısız toplantıda gazetecilerin “haberin inşası”, “haberin oluşumu/yapımı”, “sosyal gerçekliğin inşası” gibi eleştirel analizleri kendi varoluşlarına karşı bir saldırı gibi algıladıklarından bahseder. Gazetecilere göre kendileri sadece dünyayı olduğu gibi yansıtmakta, sadece ‘olgularla’ ilgilenmektedirler. Gazetecilik âleminde münferit tarafgirlik, sansasyonalizm, doğru olmayan haber, vb. söz konusudur elbette ama “sorumlu bir gazeteci asla, asla, asla haberi çarpıtmaz.” Bu savunmalara karşı Schudson’un (1997) yanıtı şöyledir: “Biz gazetecilere haberi çarpıtıyorsunuz demedik, onlara sadece haberi ‘oluşturuyorsunuz/yapıyorsunuz’ diyoruz.” (“We didn’t say journalists fake the news, we say journalists make the news”). Schudson, gazeteciliğin meslek ideolojisini ise şöyle tanımlar: [Gazetecinin] bilincine derin biçimde kök salmış olan, habere ilişkin yargının (news judgment) kültürel bilgisi” (2001: 153). Gazeteciliğin “mesleki ideolojisiyle” ilgili temel tartışmalar için ayrıca bakınız, Schlesinger, 1978; Golding ve Elliott, 1979; Deuze, 2005a ve 2005b.
Öte yandan, haber konularının seçiminden, haberlerin veriliş biçimine kadar haber söylemi, tarihsel olarak yapılaşmıştır. Bu yapılaşma, farklı dönemlerde farklı editoryal tutum ve işbölümü kalıplarıyla kendisini gösterir. Robert McChesney (2008: 36-7), bu bakımdan 1940’lı yıllarla 1980’ler arasındaki temel farklardan birinin, işçi sınıfı haberlerinin hem medyadaki temsili, hem de bu konuyla ilgilenen muhabir ya da editör sayısı bakımından yaşanan çarpıcı değişim olduğunu vurgular. Emek hareketinin güçlü olduğu 1940’lı yıllarda Amerikan gazetelerinde tam zamanlı emek haberleri editörü ya da muhabiri “kaynadığını” belirten McChesney, 1937’deki Amerikan otomobil işçileri sendikasının oluşumuna yol açan görkemli Flint25 eyleminden sonra, o güne dek yapılan en büyük eylem olan Pittstown grevinin26, medyada kendisine yeterli ölçüde yer bulamadığını belirtmektedir.
Değişen mülkiyet ilişkileriyle bağıntılı olarak son dönemde geleneksel medya sektörlerinin yeni medya ile bütünleşmesi farklı bir organizasyon, işbölümü ve istihdam yapısının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Eskiden basın, sinema, yayıncılık, telekomünikasyon, vb. olarak farklılaşmış, enikonu tanımlı endüstriyel alanlar, artık sadece ismi üzerinde bile belli bir uzlaşımın olmadığı, hem kârlılık hem de istihdam yapısı açısından belirsizliklerin hüküm sürdüğü bir tür “nebula”ya dönüşmüştür. Günümüzde geleneksel endüstriyel kategoriler yerini, birbirleri arasında geçişenlikler barındıran “iletişim”, “bilgi ve iletişim”, “içerik”, “eğlence”, “yaratıcı”, vb. gibi isimlere bırakmaktadır27. Öte yandan iletişimin, özellikle çokuluslu şirketlerin farklı coğrafyalara uzanan yatırımlarında oynadığı temel işlevin ve başka sektörlerle bütünleşme anlamındaki ultra-çapraz mülkiyet ilişkilerinin yoğunlaşması, tanımlama ve sınıflandırma sorunlarını katmerlendirmektedir. Endüstri adlarında yaşanan karmaşa, “iş” tanımlarında ve işlerin sınıflandırılmasında da yankısını bulmakta; belirli bir işte uzmanlaşan kişilerin (örneğin gazeteci) yerini, birbirinden farklı birkaç işi birlikte yürütebilen (örneğin, kamera kullanan ve kurgu yapan gazeteci) çeşitli becerilere sahip (multi-skilled) kişiler almaktadır. Yeni yapıda geleneksel medya profesyonellerinin istihdam koşulları değişirken, grafik ve dijital tasarım ya da web ve görsel iletişim tasarımı gibi yükselen iş alanları, geleneksel medya sektörünün yeni medya ile bütünleştiği, iş alanlarının belirsizleştiği, tanımlamaya, sınırlandırmaya ve “düzenlemeye” direnen tipik yerler olmaya başlamaktadır.
25 Flint, sadece ABD’nin değil, dünyanın da en büyük otomotiv devlerinden General Motors’un Michigan’daki üretim kompleksinin bulunduğu bölgedir. İşçiler hem işlikleri, hem de günlük gazetelerin gündemlerini 44 gün boyunca “işgal” etmiştir. İşgali örgütleyen Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası’nın (UAW) üye sayısı, 1 yıl içinde 30.000’den 500.000’e yükselmiştir. Bu konuda bakınız, Kraus, 1993; New York Times, 12 Şubat 1937.
26 İki yıla yayılan grev, Virginia ve Kentucky eyaletlerindeki Pittston maden işletmelerinde (Pittston Coal Company) çalışan ve Amerikan Birleşik Maden İşçileri Sendikası’nda (UMW) örgütlü yüzlerce maden işçisi ve eylemlere bilfiil katılan ailelerini kapsayan önemli bir işçi eylemidir (Brisbin, 2002) Ancak McChesney’nin de belirttiği gibi, yüzlerce aileyi aylarca seferber eden ve muhtelif şiddet eylemleriyle bastırılmaya çalışılan böylesi bir olay, medyada oldukça sınırlı düzeyde yer bulabilmiştir.
27 Söz konusu isim ya da sınıflandırma güçlüğünü yansıtan bir çalışma için örn. bakınız, Aufrant ve Nivlet, 2001.
Esasen, günümüzde oldukça değişken pazar yapısının talepleri doğrultusunda şekillenen çalışma koşulları, yeni teknolojilere bağlı yeni beceriler ve esnek istihdam gibi iki temel olgu üzerinde yükselmektedir. (bkz. Christopherson, 2004). Ayrıca yeni mimaride hem geleneksel hem de yeni medya alanlarında çalışan işçiler, özellikle ücretlerin ve iş güvencesinin göreli olarak azaldığı, sendikasızlaşmanın arttığı ve bunlara bağlı olarak çeşitli olumsuz çalışma koşullarının yaygınlaştığı esnek bir istihdam yapısına karşı mücadele etmek durumunda kalmaktadırlar.
Uluslararası Gazeteciler Federasyonunun bir araştırmasına göre (IFJ, 2006) gazeteciler ve medya işçileri son 20 yılda artan oranda “atipik” istihdam koşullarında çalışmaya zorlanmakta; geçici işçilik, parça başı iş ve belirsiz ya da gizli istihdam yaygınlaşmaktadır. “Atipik iş ilişkileri” terimi sürekli ya da kadrolu çalışmayan kesimler için kullanılmakta ve şunları kapsamaktadır:
- kısa dönemli sözleşmeler,
- taşerona bağlı çalışma,
- istisnai işler (casual work),
- geçici çalışma,
- serbest çalışma (freelance work)28
28 Atipik çalışmanın alt kategorisinde yer alan freelance’ler, kendi hesabına çalışan ve emeğini, uzun süreli bir sözleşme ya da bağlılık olmaksızın çeşitli işverenlere satan kişilerdir. İngilizcede bu kategoridekiler için stringer ya da correspondent sözcükleri de kullanılır. Atipik işçiler genellikle zaman, kelime ya da öykü başına para alırlar. (Bakınız, IFJ, 2006) Bu türden çalışanların tamamının ücretlerinin düşük seyrettiğini ya da olumsuz yaşam koşullarına sahip olduklarını söylemek doğru olmaz, zira medya sektöründeki pek çok freelance çalışan, bir yandan başka bir işle ya da mali birikimle hayatını idame ettirmekte ve aynı işi yapan sürekli çalışanlardan daha yüksek ücretlerle istihdam edilebilmektedir.
- Düşük ücretler (73.2%);
- Daha az istihdam güvencesi (85.4%);
- Hastalık ve tatil izni ile primlerden daha az yararlanma (80.5%);
- Daha az iş güvenliği (73.2%);
- Azalan iş sağlığı ve güvenliği uygulamaları (70.7%);
- İşyerinde eğitim fırsatlarının azalması (78.1%);
- Daha az sigorta (68.3%);
- Tehlikeli bölgelerde çalışanlara daha az koruma (75.6%).29
Bütün bu olumsuzluklara karşı örgütlü mücadele yürütmesi beklenen sendikaların rol ve işlevleri de, son dönemde yine “işin doğasındaki” dönüşümlere bağlı olarak zayıflamakta, sendikalaşma alanında güçlü geleneklere sahip pek çok Batılı ülkede bile medya çalışanlarının özlük haklarını savunmak üzere örgütlenmeleriyle ilgili sorunlar kronikleşmektedir
(bkz. EFJ, 2002; Dex, 2000; Baumann, 2002).30
29 38 ülkeden 41 üyenin katıldığı survey, 162 üyesi olan IFJ’nin % 25.31’ini temsil etmektedir.
30 Her şeye rağmen özellikle geleneksel medya alanındaki mevcut sendikal yapılar kimi yerlerde hâlâ işçilerin özlük haklarına yönelik olumsuzluklara karşı belli bir direnişi örgütlemeye çabalamaktadır. Örneğin Yunan gazeteciler, istihdam koşullarında giderek artan olumsuzluklara karşı 2002 yılında (7 Şubat ve 6 Mart’ta) iki kez ülke genelinde greve giderek bu alanda süre giden eylemsizliği belli ölçüde kırmıştır. 12 Ekim 2005 tarihinde de ülkenin bu alanda etkili olan sendika ve meslek örgütleri [National Federation of Editors’ Unions (POESY), Athens Union of Daily Newspaper Editors (ESIEA), Athens Union of Daily Newspaper Employees (EPIEA) Hellenic Radio Technicians Union (ETEP)] 3 saatlik iş bırakma eylemi ve protesto gösterileriyle istihdam koşullarına karşı belli bir direnişi öne çıkarabilmişlerdir. Atina’daki Günlük Gazete Sendikaları Birliği’ne göre (ESIEA) Yunan medyasında ücretlerin zamanında ödenmediği, çoğu gazeteci olan medya işçisinin, yıllarca aynı işverene çalışmasına rağmen bağımsız hizmet sağlayıcıları tarafından istihdam edildiği, pek çok örneğe rastlanmaktadır. Avrupalı Yunan Kadın Gazeteciler Şebekesi (European Greek Women Journalists’ Network) tarafından yaptırılan ve 400 medya çalışanını kapsayan bir araştırmaya göre sektördeki haftalık çalışma süresi ortalama 55,5’tur ve çalışanların % 52’si, herhangi bir sendikaya ya da meslek örgütüne üye değildir (Soumeli, 2002).
Gazetecilik pratiklerinin ve dolayısıyla etik sorunların farklılaşmasında gazetecilerin örgütlenme hakları önemli bir yer tutar. Eğer bağımsızlık, halkın haber alma hakkının güvencesi olacaksa, bir emek kategorisi olarak gazeteciliğin örgütlenme hakkı güvence altına alınmalıdır. Ancak bu konuda da kürenin çok farklı pratiklerle “bölündüğünü” gözleyebiliyoruz. Yine yeni mimarinin bir özelliği olarak sendikal haklarda ve örgütlenme olanaklarında küresel bir gerileme yaşanırken bu durumun gazetecilikte de yankılarını bulmaması mümkün değildi. Nitekim 1980’li yıllardan itibaren dünyanın pek çok yerinde örgütsüzlüğün ve esnek istihdamın kural olduğu bu sektörde işten çıkarmalar rutin işlemlere dönüşmüştür. İşten çıkarılma baskısını sürekli hisseden bir topluluk için ise “etik gazetecilik” bir retorikten ibaret hale gelmektedir.31
31 1980’lerin ortalarında Rupert Murdoch’ın, Thatcher Hükümetinin açık desteğiyle, örgütlü İngiliz gazeteciliğini tasfiye girişimi, bu alandaki dönüşümün ilk örneğidir. 1984-85 yıllarında yaşanan büyük madenci greviyle birlikte “Wapping olayı”, İngiliz işçi sınıfı hareketi tarihinde bir dönüm noktası olmuş, bu süreçte sendikal mücadele önemli ölçüde kan kaybetmiştir. Esnek istihdam, grev yasağı, pek çok işçiyi yerinden edecek olan yeni teknolojiler, sendikal güvencenin tasfiyesini sağlayan yeni yasal düzenlemeler gibi pek çok negatif uygulamaya karşı 24 Ocak 1986’da grev kararı alan 6.000 işçi, 5 Ocak 1987 tarihinde eyleme son vermek zorunda kalmıştır. Sonuç olarak, 1988 yılı itibarıyla neredeyse bütün ulusal gazeteler, geleneksel gazeteciliğin simgesi olan Fleet Street’i terk ederek Wapping’in bulunduğu Docklands’a yerleşmiş, İngiliz basınında sendikanın gücü büyük ölçüde kırılmıştır. (ayrıntılı bilgi için bakınız, Fraser, 1999; Littleton, 1992; Oatridge, 2009). Türkiye’de de gazete ve dergi bürolarının Babıali’den İkitelli’ye taşınması süreci, Fleet Street’ten Wapping’e taşınma sürecini anımsatan biçimde salt mekansal değil, belirli bir politik yer değiştirme olarak okunabilir.
Öte yandan, geleneksel etik değerleri içselleştirmiş muhalif bir gazeteciyi sınırlandıran, sadece Murdoch gibi sahipler, Thatcher gibi başbakanlar ve onların politikaları değil, aynı zamanda mesleğin “doğasına” ilişkin bazı özelliklerdir. Her şeyden önce, haber, kaynağa bağımlı bir metindir; yani gazeteci, kendi özgün diliyle ve/veya “ben” zamiriyle konuşamaz, mutlaka toplumda öne çıkmış, “akredite” kaynakları konuşturmak zorundadır. Toplumda belli bir iktidar alanını işgal eden kişiler, bilginin kontrolünde de söz sahibi olmaktadır. Gazeteci bu ilişki içerisinde bir süre sonra kaynağın yer aldığı şebekenin özsel bir parçası dahi olabilir32. Haber kaynağı, haber kuruluşu ve haberci arasındaki etkileşim, enformasyon akışının kontrolünde önemli bir mücadele alanıdır.
(Manning, 2001: ix).
32 Örneğin diplomasi muhabirliğinde uzun süre çalışan gazetecilerin bir tür “diplomatlaşması” Örneğin diplomasi muhabirliğinde uzun süre çalışan gazetecilerin bir tür “diplomatlaşması” yaygın bir durumdur. Amerikalı yazar Joan Didion, Washington’daki politika muhabirlerinin artık “profesyonel bir siyaset sınıfı” haline geldiğini belirtmektedir. Bunlar, başlangıçta mesafeli yaklaştıkları Hükümet ya da Kongre yetkilileriyle artık bir tür kader birliği içerisinde çalışmaktadır. (Madrick, 2000)
Nitekim, yayımlanan haberlerdeki kaynaklara ilişkin yapılan pek çok araştırma, gazetecinin sistematik biçimde toplumda hakim olan güçlerin sözünü kamuoyuna taşıdığını gözler önüne sermektedir. Örneğin, Almanya ve İsviçre’yi kapsayan bir çalışma yayınlanan haberlerdeki resmi açıklamaların, basın toplantılarının ve “halkla ilişkiler” (PR) ajanslarına bağımlılığını açıkça göstermektedir. (Rolke ve Wolff’tan akt. Morresi, 2006: 94). Morresi, bu konuda, özellikle habercilerin PR ajanslarına bağımlılığına odaklanan Barbara Baerns’in pek çok empirik çalışmasını da örnek olarak göstermektedir. Baerns, bu alandaki ilk çalışmasında (1979), yerel ya da bölgesel olarak dağıtılan dört gazetenin belli bir şirket üzerine yayımladığı yazıların % 42’sinin şirket duyurularının birebir kopyası ya da kısaltılmış halleri olduğunu gözler önüne sermektedir. Baerns’ın daha sonraki çalışmaları da (1985) kaynak bağımlılığının çarpıcı örneklerini sunmaktadır.
Mevcut mülkiyet ve kontrol yapısı içerisinde şekillenen gazetecilik rutinleri, kendisini alternatif olarak sunan medya kuruluşlarını da aynı dili benimsemeye zorlar. Bağımsız kalmaya çalışan “alternatif” oluşumlar da ister istemez kendilerini aynı paradigma içerisinde tanımladığından bu medya dili tarafından kuşatılır ve massedilir33. Gazetecilik rutinleri, her iki kesimi kuşatan mesleki sınırlılıklardan biridir. Gazeteci gün içinde salt kendi uzmanlık alanındaki konuların peşinde koşarken, olayları bütünlüğü içerisinde görmekten uzaklaşır ve zamana karşı yarışırken, meseleleri etraflıca inceleme, entelektüel kanallarını geliştirme, vb. şansından tamamen yoksundur34.
33 Türkiye’den bir örnek vermek gerekirse, yaşanan doğal afetlerle ilgili olarak anaakım medyanın Başbakanlık, valilik, vb. devlet kurumlarını güvenilir kaynak olarak kullanması ile alternatif medyanın, demokratik bir kitle örgütü olan TMMOB yöneticilerini kaynak olarak kullanması arasında bu bağlamda bir “fark” kalmaz.
34 Epstein, mesleki rutinlerin dışına çıkılan bazı örneklerde gazetecinin konumunu irdelerken bunun ender rastlanan bir durum olduğunun altını çizer. Epstein (akt. Eliasoph, 1988), tarihe “Watergate” olarak geçen olayın Beyaz Saray muhabirleri değil, basit bir hırsızlık haberi yapmaya çalışan polis-adliye muhabirleri tarafından tesadüfen ortaya çıkarıldığını rutin-dışılığa örnek olarak vermektedir. Molotch ve Lester’a (akt. İnal, 2008) göre gerçekten de gazeteciler, rutin dışına nadiren çıkmakta ve kaynak bağımlılığı onları doğrudan haber kaynaklarına yani politik, ekonomik ve askeri seçkinlere tabi kılmaktadır.
“Gazetecilerin özgürlüğü” ile başka özgürlük alanları sıklıkla birbirinin karşısında konumlandırılır. Örneğin mahremiyet hakkı, sıklıkla halkın haber alma özgürlüğü nosyonuyla çatışmaktadır. Ancak halkın bilgiye ya da habere olan ihtiyacının kökeninde yatan “ortak iyi yaşam” ya da halka karşı sorumlu, demokratik yönetim gibi idealler bu tartışmalara hiçbir zaman nüfuz etmemektedir35. En önemli kamusal sorunlarda etik bir duruşu savunan kimi haber ve yorumlarda, son derece araçsalcı ve tutarsız bir tavır görmek mümkündür.
Bağımsızlık, tarafsızlık ya da nesnellik mitolojik karakterler taşır ama bunlar, sosyopolitik koşullar değiştikçe başka türden söylemlerin içerisinde yaşamaya devam ederler. Tekelleşmenin dizginlenemez biçimde arttığı 1980’li yıllarda yatay, dikey ve çapraz ve ultra-çapraz tekelleşme örüntülerine sahip olmaya başlayan36, medyanın her alanında ulusal sınırlara sığmayıp geniş uluslararası pazarlara yatırım yarışına giren dev şirketlerin gerek kendi hükümetleri, gerekse gittikleri coğrafyaların siyasi otoriteleri ile ilişkilerini hoş tutma ihtiyacı, Curran’ın altını çizdiği gibi gazetecileri daha farklı bağımlılık ilişkilerine doğru itmiştir37. Artık haber ile işletme ve reklam birimlerinin birbiri içine daha fazla girdiği, sahiplerin hem medya hem de medya-dışı sektörlerdeki çıkarlarının, haber üretim sürecinin neredeyse her aşamasına nüfuz ettiği, “yerel tatları” hesaba katan ama yerel hükümetlerin baskıcı uygulamalarına kayıtsız kalan sahip ve yöneticilerin hükmettiği, haberle reklam arasındaki sınırların bulanıklaştığı, hükümetle ya da reklamverenle medya sahipleri arasındaki çıkar ilişkilerini gözetmeyen gazetecilerin işini kaybettiği bir döneme girilmiştir.
35 Mahremiyet hakkının medya tarafından ihlal edilmesinin sanat alanındaki önemli bir örneği, Heinrich Böll’ün (1999) 1970’lerde Baader-Meinhof üyesi olmakla suçlanan bir kadının trajik öyküsünden yola çıkarak yazdığı Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru adlı romandır. Gerçek bir olaydan yola çıkılan romanda, “medyanın haber oluşturma özgürlüğü” ile “özel yaşamın dokunulmazlığı” arasındaki çatışma işlenir. Aşık olduğu erkek Baader-Meinhof üyesi olan Katharina Blum’un onunla ilgili olaylar ve soruşturmaları sansasyonel bir üslupla haberleştiren gazetecilerin kurbanı olmuştur. Medya, kadının kişisel hayatıyla ilgili yalan-yanlış bir dizi haber yapar ve bu haberler onu hem toplum hem de en yakın çevresi karşısında savunmasız bırakıır. Romanın sonunda Katharina, onurunun kırılmasına önemli bir katkı yapan gazeteciyi öldürür…
36 Yatay bütünleşme: aynı tür medium’dan birden fazlasına sahip olma (ör: 2 gazete), Dikey bütünleşme: bir medium’un üretim, dağıtım ve tüketim aşamalarının tamamının kontrol altına alındığı yapılaşma (ör: kâğıt üretimi + matbaa + dağıtım), Çapraz bütünleşme: farklı türdeki medium’lara aynı anda sahip olma (ör: gazete + televizyon), Ultra çapraz bütünleşme: medya alanının dışındaki sektörlerde de etkin olma (örn: medya + enerji + ticaret + otomotiv).
37 James Curran ve Myung-Jin Park (2000), medya üzerine çalışan Amerikan ve İngiliz akademisyenlerde, kendi gelişmiş kapitalist dünyalarına yoğunlaşıp dünyanın geri kalanıyla ilgilenmemek (western parocialism) yüzünden giderek artan bir utanç duygusundan söz ederken, bunun bir yansıması olarak farklı coğrafyaların karşılaştırmalı analizine dayalı çalışmaların önemini vurgularlar. Medya etiği konusunda da benzer bir farkındalık söz konusudur. Bu kaygının ürünü olan ve farklı coğrafyalardaki etik sorunları ortaya koymaya çalışan bir derleme için örneğin bakınız, Christians ve Traber, 1997. Ayrıca Avrupa, Kuzey Afrika Orta Doğu ve Müslüman Asya ülkelerindeki etik kodların karşılaştırmalı bir analizi için Bakınız, Hafez, 2002.
Sonuç
Günümüzde medya sektörü, neoliberal politikaların yörüngesinde, bireysel ya da grupsal etik duruşu neredeyse imkânsız hale getirmektedir. Etik davranışı “tarihsel” olarak ve “farklı politik coğrafyalarda” farklı değerlerle sınırlandıran koşullar söz konusudur. Günümüzde geçerli medya etiği anlayışının ve bu konudaki tartışmaların belli başlı sorunlarını toparlamak gerekirse şu belirlemeler yapılabilir:
1. mevcut etik tartışmalar, somut olguları/konuları kendi şartları içinde değerlendirmekten uzak, kısaca tarihsellikten uzaktır. Neoliberal politikalarla birlikte haber medyasınınnın bilgi verme işlevi bambaşka bir hal almıştır. Artık farklı şirket çıkarlarını tek bir holding bünyesinde realize etmek zorunda olan medya gruplarının, haber kanallarında hem ulus-devlet, hem de onunla sıkıca bağlı kendi çıkarlarına uygun olmayan hiçbir enformasyona yer vermeme eğilimi güç kazanmıştır. Körfez Savaşı gibi büyük istila süreçlerinde medyanın adeta bilgi veriyormuş gibi görünüp hiçbir şey söylemediği tuhaf gerçeklikler ortaya çıkmaktadır (Mutlu, 2005)
2. mevcut etik tartışmalarına sızan liberal dogmalar hala egemen yapıyı meşrulaştırmada önemli bir rol oynamaktadır. Tarafsızlık, nesnellik, doğruluk adına egemen güçlere yeni sahalar açılmakta, kimi problemlerin çözümü için, aslında unutulmaya yüz tutmuş bu normlar anımsanmakta, bir kontrol aracı olarak devreye sokulmaktadır.
3. etik tartışmalarında değişik coğrafyaların politik, iktisadi ve kültürel yapısındaki derin farklılaşmalar genellikle göz ardı edilmekte, ya da bilinen tikel bir örneğe atıfla etik norm koyma eğilimi güçlenmektedir.
Gazetecilik sıkça Anglo-American icadı olarak tanımlanmıştır (Chalaby, 1996). Gazetecilik pratiğinin görece geç geliştiği yerlerde mucitlerin izlerini görmemek imkansızdır elbette. Anglo-Amerikan gazeteciliğinde hem dünyanın en saygın gazetelerinin hâlâ benimsediği topluma karşı sorumluluk ilkeleri vardır, hem de neoliberalizmin ürkütücü araçsallığı, etik değerleri anlamsızlaştırıcı özellikleri vardır. Bu izleri takip etmek isteyen angloamerikan bölgeleri dışında kalan yerlerde gazeteciliğin etik sınırlılıkları da olanakları da farklılaşmaktadır.
Gazeteciliğin 18. ve 19. yüzyıllarda kök salmış özgürleşimci mirasına sahip çıkmaksızın etik sorunlara eğilmek, hem ABD’de hem de dünyanın “geri bıraktırılmış” bölgelerinde bu sorunu çözmemek için uğraşmakla eşdeğerdedir. Zira gazetecilik etiğinin yalıtık, bağımsız bir etosu yoktur. Gazetecilikle ilgili etik değerler, başka meslekler için olduğu ölçüde, temelde “nasıl bir dünya hepimiz için, bütün toplum için en iyisidir” sorusuna verdiğimiz yanıtta içerilmektedir. Bütün insanların eşit ve özgür yaşayabileceği bir dünya arzusu, özgürleşimci herhangi bir toplumsal projenin parçası olmak isteyen gazeteciyi “etik” yapabilir ancak. Ancak, böylesi bir arzuyu ya da hayali gerçekleştirmek için gazeteci olmaya gerek yoktur belki ama gazetecilerin, bilgiyle kurdukları özel ilişki nedeniyle böylesi bir dünyaya katkı sunabilmeleri için yeterince pratik nedenleri vardır. Bu bağlamda gazetecilik etiğinin sınırlarıyla ilgili bilgi, etik duruşun en önemli kaynağı olacaktır.
Kaynaklar
Adaklı, Gülseren (2006). Türkiye’de Medya Endüstrisi. Neoliberalizm Çağında Mülkiyet ve Kontrol İlişkileri. Ankara: Ütopya.
Adaklı, Gülseren (2009). “The Process of Neoliberalisation and the Transformation of the Turkish Media Sector in the Context of the New Media Architecture.” Mediating Europe: New Media, Mass Communications and the European Public Sphere. Jackie Harrison ve Bridgette Wessels (der.) içinde. Oxford: Berghahn Books. 286–318.
Arsenault, Amelia H. ve Manuel Castells (2008). “The Structure and Dynamics of Global Multi-Media Business Networks.” International Journal of Communication 2: 707–748
Aufrant, Marc ve Nivlet, Jean-Marie (2001). “Some Concepts for Information Economy Measurement: ICT and content sectors.” 9th Conference on National Accounting. Paris.
Avrupa Parlamentosu (2005). Lawfulness of Detentions by the United States in Guantánamo Bay. Hukuk ve İnsan Hakları Komitesi Raporu, Raportör: Kevin McNamara. İngiltere Sosyalist Grup. 8
Baumann, Arne (2002). Path-Dependency or Governance? The Emergence of Labour Market Institutions in the Media Production Industries in the UK and Germany. Unpublished PhD thesis. European University Institute, Department of Political and Social Sciences. Florence.
Bodei, Remo (2006). “Önsöz.” Haber Etiği. Enrico Morresi, içinde. Çev. Fırat Genç. Ankara: Dost. 11–20.
Böll, Heinrich (1999). Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru. Çev. Ahmet Cemal. İstanbul: Can.
Brisbin, Richard A. (2002). A Strike Like No Other Strike: Law and Resistance During the Pittston Coal Strike of 1989–1990. Baltimore: John Hopkins University Press.
Campagna, Joel (2006). “Sami al-Haj: The Enemy?” Comitteee to protect journalists. Özel Rapor.
Chalaby, Jean K. (1996). “ Journalism as an Anglo-American Invention. A Comparison of the Development of French and Anglo-American Journalism, 1830s-1920s.” European Journal of Communication, Vol. 11, No. 3, 303-326.
Christians, Clifford ve Traber, Michael (der.) (1997). Communication ethics and universal values, Sage, 259-276.
Christopherson, Susan (2004). “The Divergent Worlds of New Media: How Policy Shapes Work in the Creative Economy.” Review of Policy Research
Crook, Tim (2009). “Freedoms and Responsibilities: Law for Broadcast Journalists.” Broadcast Journalism: A Critical Introduction. Jane Chapman ve Marie Kinsey (der.) içinde. Londra: Routledge.
Curran, James ve Myung-Jin Park (2000). “Beyond globalization theory.” De-westernizing Media Studies. James Curran (der.) içinde. Londra: Routledge. 3–18.
Deuze, Mark (2005a). “Popular Journalism and Professional İdeology: Tabloid Reporters and Editors Speak Out.” Media, Culture & Society 27(6): 861–882.
Deuze, Mark (2005b). “What is journalism? Professional Identity and Ideology of Journalists Reconsidered.” Journalism 6(4): 442–464.
Dex, Shirley vd. (2000). “Freelance Workers And Contract Uncertainty: The Effects of Contractual Changes in the Television Industry.” Work, Employment and Society 14: 283–305. Edwards, David ve Cromwell, David (2006). Guardians of Power: The Myth of the Liberal Media. Londra: Pluto Press.
EFJ (2002). European best practice survey: Working Conditions of Journalists in the Newspaper Sector. Brüksel: Avrupa Komisyonu.
Eliasoph, Nina (1988). “Routines and the Making of Oppositional News.” Critical Studies in Mass Communication 5(4): 313–334.
EUMAP (2005) Avrupa’da televizyon: Düzenleme, politikalar ve bağımsızlık, İzleme Raporu 2005: Türkiye, Ankara: OSI.
Ferré, John P. (2009) “A Short History of Media Ethics in the United States.” The Handbook of Mass Media Ethics. Lee Wilkins ve Clifford G. Christians (der.) içinde. Londra ve New York: Routledge. 15–27.
Fraser, H. (1999). A History of British Trade Unions 1700–1998. Londra: St. Martin’s Press.
Future Exploration Network (2007). Future of the Media Report 2007. Sydney.
Future Exploration Network (2008). Future of the Media Report 2008. Sydney
Gans, Herbert (2003). Democracy and the News. New York: Oxford University Press.
Gans, Herbert J. (1979). Deciding what’s news. New York: Vintage Press.
Giddens, Anthony (1999). Toplumun Kuruluşu. Yapılaşma Kuramının Ana Hatları. Çev. Hüseyin Özel. İstanbul: Ayrıntı.
Gilens, Martin (1999) Why Americans Hate Welfare: Race, Media, and the Politics of Antipoverty Policy. Chicago: University of Chicago Pres.
Golding, Peter ve Philip Elliott (1979). Making the News. Londra: Longman.
Hafez, Kai (2002). “Journalism Ethics Revisited: A Comparison of Ethics Codes in Europe, North Africa, the Middle East, and Muslim Asia.” Political Communication 19: 225–250.
Hallin, Daniel (2005). “Eleştirel Kuram Perspektifinden Amerikan Haber Medyası.” Kitle İletişim Kuramları. Erol Mutlu (der. ve çev.) içinde. Ankara: Ütopya. 291–319.
Hesmondhalg, David (2002). The Cultural Industries. Londra: Sage.
IFJ (2006). The Changing Nature of Work. A Global Survey and Case Study of a Typical Work in the Media Industry. ILO tarafından desteklenen Araştırma Raporu.
İnal, Ayşe (2008). “Gazetecilik Etiği.” Bilgi ve Bellek 7.
Jarvis, Jeff (2006). “Buzz off! This Blogger’s Voice is not for Sale.” The Guardian.
Keeble, Richard (2009). “Constraints on Journalists – and How to Challenge Them.” Ethics For Journalists. Richard Keeble (der.) içinde. Londra: Routledge. 256–288.
Klinenberg, Eric (2005). “Convergence: News Production in a Digital Age.” ANNALS, AAPSS 597(Ocak): 48–64.
Kraus, Henry (1993). Heroes of Unwritten Story: The UAW, 1934–39. Urbana: University of Illinois Press.
Littleton, Suellen (1992). The Wapping Dispute. Newcastle-upon-Tyne: Avebury. Livingston, Steven (1996). Beyond the CNN Effect: An Examination of Media Effects According to Type of Intervention. Cambridge: The Shorenstein Center on Press.
Livingston, Steven (1997). “Clarifying the CNN Effect: An Examination of Media Effects According to Type of Military Intervention.” Politics and the Press: The News Media and Their Influences. Pippa Norris (der.)
Madrick, Jeff (2000). “The Influence of the Financial Media over International Economic Policy.” International Capital Markets and the Future of Economic Policy. CEPA Working Paper Series III.
Manning, Paul (2001). News and News Sources: A Critical Introduction. Londra: Sage.
Mc Allister, Matthew P. ve Jennifer M Proffitt. (2009). “Media Ownership in a Corporate Age.” The Handbook of Mass Media Ethics. Lee Wilkins ve Clifford G. Christians (der.) içinde. Londra ve New York: Routledge. 328–339.
Mills, C. Wright (1974) İktidar seçkinleri, çev. Ünsal Oskay, Ankara: Bilgi.
Monbiot, George (2009). “Trafigura’s attempts to gag the media prove that libel laws should be repealed.” The Guardian
Morresi, Enrico (2006). Haber Etiği: Ahlaki Gazeteciliğin Kuruluşu ve Eleştirisi. Çev. Fırat Genç. Ankara: Dost.
Murdock, Graham (1977). Patterns of ownership; questions of control. Londra: Open University.
Mutlu, Erol (2005). “Saddam, İkiz Kuleler ve Global Medya Ahlakı.” Globalleşme, Popüler Kültür ve Medya içinde. Ankara: Ütopya. 218–258.
New York Times (1937.) “The First ‘Sit-Down’ was Begun by Fisher Body Workers at Atlanta Nov. 18”, 12 Şubat Cuma.
Nissen, Christian S. (2006). Public Service Media in The Information Society. Avrupa
Nissen, Christian S. (2006). Public service media in the information society, Avrupa Konseyi’ne bağlı Enformasyon toplumunda kamu hizmeti yayıncılığı grubu için hazırlanan rapor,
Oatridge, Nick (1986/2003) Wapping’86: A Photoessay
Ollman, Bertell (2001). “İmparatorun Yakuza’ya Neden İhtiyacı Var.” Çev. Y. Başkavak, New Left Review Türkiye Seçkisi 1: 117–148.
Schlesinger, Philip (1978). Putting ‘Reality’ Together. Londra: Methuen.
Schlesinger, Philip (1994). “Medyanın Kuşatmayı Yönlendirme Siyaseti: İran Elçiliği Kuşatması Örneği.” Medya Devlet ve Ulus: Siyasal Şiddet ve Kolektif Kimlikler içinde. İstanbul: Ayrıntı. 66–
Schudson, Michael (1978). Discovering the News: A Social History of American Newspapers. New York: Basic Books.
Schudson, Michael (1997). “The Sociology of News Production.” Social Meanings of News, A Text Reader. Daniel Allen Berkowitz (der.) içinde. Londra: Sage. 7–22.
Schudson, Michael (2001). ‘The Objectivity Norm in American Journalism.’ Journalism 2(2): 149–
Seaton, Jean (2003) “Part II: Broadcasting history.” Power without Responsibility: The Press, Broadcasting, and New Media in Britain. James Curran ve Jean Seaton (der.) içinde. Londra: Routledge. 107–234.
Shrikhande, Seema (2001). “Competitive Strategies in the Internationalization of Television: CNNI and BBC World in Asia.” Journal of Media Economics 14(3): 147–168.
Soumeli, Eva (2002). “Action over Employment Conditions in Media Sector.” European Industrial Relations Observatory (EIRO),
Stecklow, Steve vd. (2007). “In Murdoch’s Career, A Hand on the News. His Aggressive Style Can Blur Boundaries; ‘Buck Stops With Me’.” Wall Street Journal.
Taş, Oğuzhan (2004). Yöndeşme ve medya endüstrisi: İletişim Alanında Yöndeşme Eğilimleri. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara.
Taş, Oğuzhan (2006). “İletişim Alanında Yöndeşme Eğilimleri: Teknoloji, Pazar ve Düzenleme.” Kültür ve İletişim 9(2): 33–62.
Thurlow, Richard (1994). The Secret State: British Internal Security in the Twentieth Century. Oxford: Blackwell.
Tuchman, Gaye (1978). Making news. New York: Free Press.
Tunstall, Jeremy (1971). Journalists at work. Londra: Constable. Wayne, Mike (2006). Marksizm ve
Medya Araştırmaları: Anahtar Kavramlar, Çağdaş Eğilimler. Çev. Barış Cezar. İstanbul: Yordam.
0 Yorumlar