Havuz Medyası




Yeni Türkiye’nin sistematik yalan üretim 
merkezi: Havuz Medyası 



Esra Arsan 


17 Aralık 2013’te AKP ileri gelenlerini zan altında bırakan rüşvet ve yolsuzluk soruşturması başladığında, @haramzadeler takma adlı bir Twitter hesabından toplumun büyük kesimini şoke eden bir ses kaydı yayınlandı. Bu ses kaydında konuşan taraflardan biri zamanın Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, diğeri ise başbakanın küçük oğlu Bilal Erdoğan’dı. 


Sohbetin konusu hükümet yanlısı gazetelerin haber başlıklarıydı. Bilal Erdoğan, Sabah ve ATV’nin başındaki Serhat Albayrak’ın kardeşi (Erdoğan’ın damadı) Berat Albayrak’la konuşmuş, ertesi günkü gazetenin manşeti konusunda başbakanın onayını almak istiyordu. “Kaset olmadı dosya verelim” manşetiyle çıkacaktı ertesi günkü Sabah gazetesi. Başbakanın küçük oğlu ayrıca bir gün sonraki Takvim gazetesinin “Vaiz lobisi” manşetiyle çıkacağını da bilmekteydi. Bilal Erdoğan ertesi gün bu iki gazetenin manşetlerini aktardıktan sonra, “Onlar tamamen hazır babacığım, şu an sizin talimatlarınızı bekliyorlar. En tepeden vurmaya başlayacaklar” diyordu. Tayyip ve Bilal Erdoğan arasında geçtiği anlaşılan (ancak taraflarca reddedilen) bu diyalog, Fethullah Gülen Cemaatinin AKP’yi hedef alan polisiye ve adli operasyonlarına ertesinde AKP’lilerin karşı medya atağının başladığını gösteriyordu: ‘Hizmet’e yaptıklarının bedelini ödetmeliyiz. Yerlerini bilmeliler. Bu iş bitmeli.”[1]


Sabah gazetesinin manşetine nasıl olup da başbakan Erdoğan ve oğlu karar verebiliyordu? Bu sorunun yanıtı basın tarihimize ışık tutacağı kadar, Türkiye’de medya-siyaset ilişkisinin doğasını anlamamız açısından da önemli ve bu nedenle bahse değer. 


Önce AKP döneminde medya sahipliğindeki dönüşüme dair biraz arka plan bilgi: 17 Aralık sürecinde Başbakan Erdoğan’la oğlu Bilal Erdoğan arasındaki telefon sohbetinin konusu olan Sabah Gazetesi -ve ATV kanalını da içine alan Merkez Medya- İzmirli işadamı Dinç Bilgin tarafından 1980 darbesi sonrasında kuruldu. Turgut Özal Türkiye’sine doğan Sabah, kuruluş itibariyle neoliberal kapitalist sistemin, diğer bir deyişle “yükselen değerlerin” savunucusuydu. Bilgin ailesi İzmirli Kemalist ve seküler bir arka plandan gelmekle birlikte, yeni dünya düzenine inanıyor ve serbest piyasa ekonomisini destekliyordu. 1990’larda Tansu Çiller’in DYP’sini destekleyen Bilgin grubu bu dönemde hızla büyüdü ve Doğan Medya grubuna karşı güçlü bir rakip oldu. 1990’lar, Türkiye medyasında politik paralelliğin ve DYP-ANAP-DSP ekseninde kutuplaşmış partizanlığın hüküm sürdüğü yıllardı. Bilgin ailesi ve grubun yöneticileri 2000 yılından sonra yanlış yatırımlar ve ödenemeyen borçlar nedeniyle dara düştü. TMSF (Tasarruf Sigorta Mevduat Fonu) önce gruba bağlı Etibank’a el koydu; ardından da tüm varlığıyla Sabah Medya Grubuna. 

[1] “Sabah-ATV’nin patronu Erdoğan mı?”, 10 Mart 2014, Sözcü, http://sozcu.com.tr/2014/gunun-icinden/sabah-atvnin-patronu-erdogan-mi-468269/, (son erişim 19.10.2014) 

İşte bu Sabah grubu, bugün AKPgiller tarafından “Havuz medyası” olarak adlandırılan iktidar yandaşı medyanın amiral gemisidir. Nasıl oldu da İzmirli Bilgin ailesinin gazetesi, televizyon kanalları aradan geçen 15 yıl içinde siyasal İslamcı bir partinin yayın organı haline geldi? Bunu da anlatmamız lazım. 

TMSF, 27 Ekim 2000 tarihinde Dinç Bilgin’in de ortağı olduğu Etibank’a el koydu. Sabah Gazetesi ve ATV’nin sahibi Dinç Bilgin için TMSF 880 milyon dolarlık borç çıkarttı.

Turgay Ciner’in sahibi olduğu Merkez Yayıncılık, 17 Kasım 2003’te Dinç Bilgin ile 15 yıllık bir lisans sözleşmesi imzalayarak Sabah ve ATV’nin marka ve imtiyaz haklarını yıllık 10 milyon dolara kiraladı. 

2005 yılının Mayıs ayında Merkez Yayıncılık, Dinç Bilgin’den Sabah ve ATV’yi 10 yıl vade ve toplam 433 milyon dolara satın aldı. 

Bilgin ve Ciner arasındaki gizli sözleşme ve protokollerin ortaya çıkması üzerine, Nisan 2007’de, TMSF bu sefer de Sabah ve ATV’nin de içinde bulunduğu 63 şirkete el koydu. 

Bu yolla az çok AKP’nin denetimine geçen grubun gazete ve televizyonlarında yavaş yavaş AKP’ye yakın köşe yazarları, televizyon programcıları istihdam edilmeye başlandı. Daha sonra da AKP ve Başbakan Erdoğan Sabah ve ATV’yi kendi parti politikalarının propagandası için adeta “tepe tepe kullandı.”[1] Sonuçta, TMSF’ye borçlarını ödemede zorluk yaşayan Turgay Ciner de Merkez Medya’yı satışa çıkardı. İhale oldu. Ama ne ihale… Gazeteci Mustafa Sönmez bu satışın hikâyesini 2012’de kaleme aldığı bir yazısında şöyle anlatıyordu[2]: “Açılan ihaleye yerli-yabancı ikinci bir firma girmemiş, girememişti ve bu tek talipli satışta, Sabah-ATV, RTE'nin yakın ahbabına ait, damadı Berat Albayrak'ın yönettiği Çalık Grubu'na devredilmişti. Açıklamalara göre, yaklaşık 1 milyar 250 milyon dolara satış gerçekleşmişti ve bunun 750 milyon dolarlık bölümü, devlet bankaları Halk Bankası ve Vakıflar Bankası'ndan; 125 milyon doları Katar Emirinden gelmişti. Bu durumda, 375 milyon doların Çalık'ın kendi kaynaklarından ödenmiş olması gerekiyordu. Ama öyle olup olmadığını bilmiyoruz. Bilinen şuydu: Bu grubun AKP iktidarının dolaylı kontrolüne geçişiyle beraber, zaten fincancı katırlarını pek ürkütmemekte olan TMSF patronajındaki Sabah-ATV, iyice araçsallaşmış ve iktidarın hık deyicisi durumuna gelmişti.” 


Ailenizin gazetesi: Havuz medyası 



Başbakan’a yakınlığıyla bilinen ve Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın yöneticisi olduğu Çalık grubu, Aralık 2007’de, devlet bankalarının yardımıyla, Sabah ve ATV’yi de içinde bulunduran Merkez Medya’ya sahip oldu. Grubun adı artık Turkuvaz Medya Grubuydu. Ve o, artık Erdoğan ailesinin gazetesiydi. 

[1] Mustafa Sönmez, “Dünden bugüne medyanın ekonomi politiği”, Medya ve İktidar: Hegemonya, Statüko, Direniş, Der: Esra Arsan & Savaş Çoban, s: 86-102, Evrensel Basım Yayın, 2014, İstanbul 

[2] Mustafa Sönmez, “Çalık ATV-Sabah’ı neden satıyor?”, http://t24.com.tr/haber/sabah-ve-atv-neden-satiliyor,190783, 9 Ocak 2012, (son erişim 18.10.2014) 

Başbakan Erdoğan ve oğlu Bilal işte bu nedenle ertesi günkü Sabah gazetesinin manşetine karar verebiliyor, gazetenin patronuna istedikleri haberi, istedikleri şekilde yaptırabiliyorlardı. Bu normal demokrasilerde yaşayan pek çok insana absürt gelebilir. Lakin AKP Türkiye’si için sıradan bir gün. Gazetelerin ne yazıp ne yazamayacağına Türkiye’de başbakan, onun danışmanları, hatta aile fertleri karar verebiliyor. AKP iktidarı yandaş medya kanallarına devlet bankalarından sorgusuz sualsiz trilyonlarca para aktarabiliyor. Halkın parasını… İktidarın emrindeki medya kurumlarına, tiraj ve reytinglerine bakılmaksızın, devlet kurumlarından trilyonluk reklam bütçesi aktarabiliyor. Yine halkın parası… 

2013 yılına gelene kadar AKP ve Gülen Cemaati koalisyonu hem ülkeyi hem de ülke medyasını al gülüm-ver gülüm mantığıyla yönetmekteydiler. Ancak, 2013’te Gülen Cemaatiyle AKP arasında bir hegemonya mücadelesi patlak verip, AKPgillerin gizlice dinlenen telefon konuşması kayıtları Cemaat tarafından sosyal medyaya sızdırılınca kayırmacı, rüşvetçi, yolsuzlukçu ve yasadışı mekanizmalar şeffaf bir şekilde açığa çıktı. 2002’den beri sağlamlaştırılmış AKP medyası, kendi içinde Cemaatçi ve AKP’ci olarak ikiye ayrıldı. Zaman ve Bugün gazeteleriyle Cihan HaberAjansı aniden anti-AKP posizyona geçiverdi. Yıllardır AKP’ye destek veren haber ve yorumlarla dolup taşan bu yayın organları birden bire kamuya AKP’nin ne derece kirlenmiş olduğunu anlatma yarışına girdiler. Sadece hükümetin değil, medyanın yanlış işleri de birer birer ortaya dökülmekteydi. 

İşte bundan sonra medyanın havuz problemiyle imtihanı başladı. İktidar medyası olsun diye katakulliyle Çalık Grubuna satılan Sabah ve ATV, Twitter’da skandal belgeler pompalayan @haramzadeler adlı hesaptan yayılan ses kayıtlarının ertesinde apar topar yeniden satılacaktı. Bu sefer yine iktidara yakın bir başka gruba, Kalyon grubuna. Sabah ve ATV’nin Ahmet Çalık’tan alınıp iktidara yakın Kalyon grubuna nasıl devredildiğine ilişkin iddialar bir önceki satıştan daha ilginçti. Bu sefer medya sahipliği için iktidara yakın işadamlarının oluşturduğu bir fon havuzunun kurulduğundan bahsediliyordu. İstanbul’a 3. havaalanı projesini üstlenen şirketler ile hızlı tren projesini yapan şirketlerden devir için para koymaları istenmişti. Bu fon havuzunu oluşturmakta zorlanan şirketlere devlet bankaları olan Ziraat Bankası ve Halk Bankası’ndan kredi verildiği ileri sürülüyordu.


AKP-Medya-İnşaat 


Turkuvaz Medya’nın devlete olan borçlarını ödeyemediği için yandaş Çalık grubundan alınıp, Kalyon grubuna nasıl devredildiğine işaret ses kayıtları deşifre metinleri internete düştü. Deşifre metinlerine ilişkin bir ses kaydı da Youtube’da yayınlandı. Yolsuzluk soruşturmaları kapsamında polisin yaptığı telefon dinlemelerinden oluştuğu anlaşılan ses kayıtları ve tapeler yine Twitter’da, @haramzadeler hesabından yayınlanıyordu.

Metinlerde yer alan iddialara göre, Başbakan Erdoğan Çamlıca Kısıklı'daki villasında, 21 Temmuz 2014 günü Cemal ve Ömer Faruk Kalyoncu adlı müteahhitlerle ile görüşmüştü. Bu görüşmede, Sabah ve ATV’nin Kalyon Grubu'na devri kararı alındı.

Sabah ve ATV’nin Kalyon'a devri için gereken kaynağın sağlanması lazımdı. Bu amaçla, AKP döneminde İstanbul’a 3. Havalimanı yapım ihalesini almış olan Cengiz İnşaat, Limak İnşaat Kolin İnşaat, demiryolu projelerinde aldığı ihaleler ile tanınan Makyol İnşaat, yine AKP döneminde aldığı büyük ihalelerle tanınan IC İçtaş İnşaat ve Özaltın İnşaat gibi şirketlerden açıkça “havuza” para koymaları istendi. Buna ilişkin emri de Erdoğan verdi.

Erdoğan’ın güvendiği partililerden olan Binali Yıldırım'ın işadamlarının para koyma işini organize ederek fon havuzunu oluşturma işiyle görevlendirildiği, işadamlarıyla görüşmeleri Erdoğan’ın Rize’den hemşerisi olan Mehmet Cengiz’in yaptığı, ayrıca Başbakan’ın oğlu Bilal Erdoğan'ın da operasyonu yakından takip ettiği, bu amaçla Cengiz’le görüşmeler yaptığı da ileri sürüldü.

O denemde AKP İzmir Büyükşehir Belediye Başkan adayı Binali Yıldırım, havuz oluşturulması işi için 21 Ağustos’ta, AKP’ye yakın işadamları Mehmet Cengiz ve İbrahim Çeçen ile Ankara’da görüşme yaptı. Limak, Kolin, Özaltın, Makyol, Cengiz, IC İçtaş şirketlerinin sahipleri Nihat Özdemir, Celal Koloğlu, Nihat Özaltın, Adnan Çebi, İbrahim Çeçen ve Mehmet Cengiz’in ellerini ceplerine atmaları isteniyordu. 

Bazı işadamlarının, Sabah ve ATV için istenen paraları duyurunca fenalık geçirdikleri söyleniyordu. İşadamları para çıkarmakta zorlanınca, Ziraat Bankası, Halkbank ve Arap Türk Bankası’ndan kredi açıldı. Sabah ve ATV için koydukları paraların işadamlarına daha sonra geri ödeneceğine dair söz verildiği de deşifre metinlerinde yer alan iddialar arasında.

İddialara göre, Sabah ATV’yi kağıt üzerinde Kalyon Grubu'na ait Zirve Holding tarafından satın alındı. Zirve Holding 23 Ağustos 2013'te kurulmuştu, sermayesi de 380 milyon liraydı. Kalyon'un gücünün tek başına Sabah ATV’yi almaya yetmediği için böylesi bir fon havuzu oluşturma yöntemiyle AKP döneminin “öne çıkan” müteahhitleri devreye sokuldu. 17 Aralık'taki büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonu olunca 20 Aralık'ta iki medya kuruluşu apar topar Zirve'ye devredildi. Sonuçta, Sabah gazetesi ve ATV’yi de içinde bulunduran medya grubu yine “ailede” kalmıştı. 


“Alo Fatih” vakası 



Başbakan Erdoğan’a, ailesine, AKP’li pek çok bakana ve üst düzey bürokrata soğuk terler döktüren yolsuzluk operasyonları, Gülen Cemaatinin yasa dışı telefon dinlemeleriyle meşhur polisi ve yine AKP iktidarının desteğiyle ele geçirdiği yargı sistemi aracılığıyla gerçekleşiyordu. Başbakanın medyaya direk baskısının, hükümet sansürünün ve büyük şirketlerle yapılan kirli rüşvet pazarlıklarının tüm çirkinliğiyle ortaya döküldüğü bu dönem Türkiye siyaset diline yeni kavramlar kazandırdı. “Paraları sıfırlamak”[1], “ayakkabı kutuları”[2], “anlamadım babacım”[3], “oğlum şey yapın işte”, “Bilal’e anlatır gibi anlatmak”, “Bakara, Makara”[4], “Alo Fatih”[5], “emredersiniz reis”[6], “bunlar montaj”[7], “ispatlamayan şerefsizdir” ve tabii ki “Havuz Medyası”. 

2014’ün ilk aylarında Başbakan Erdoğan’la HaberTürk TV’de yönetici olarak çalışan Fatih Saraç arasındaki bazı telefon konuşmalarının ses kayıtları sosyal medyaya sızdırıldı. Sızdırılan kayıtların birincisinde Başbakan Erdoğan Gezi olayları sırasında diplomatik gezide olduğu Fas'tan Fatih Saraç’ı arayarak, MHP genel başkanı Devlet Bahçeli'ye ait bir “kayan yazının” yayından kaldırılmasını emrediyordu. Kayıtta, Fatih Saraç'ın panik içinde emri yerine getirdiği duyuluyordu. 

İkinci ses kaydında ise, Fatih Saraç ve grubun yayın yönetmeni “gazeteci” Fatih Altaylı’nın, Bilal Erdoğan ve Başbakan Erdoğan'ın bilgisi dahilinde HaberTürk’te yayınlanacak bir seçim anketini manipüle ettiği anlaşılıyordu. Her iki ses kaydı da gösteriyordu ki, artık ülkede haber içeriklerine ve olgusal gerçekliğin gazeteciliğin olanakları kullanılarak nasıl çarpıtılabileceğine başbakan karar veriyordu. Medya etiği ve basının bağımsızlığı gibi kavramlar artık sadece gazetecilik ders kitaplarında kalmıştı. 


Sosyal medyada AKP-Cemaat savaşı 



Yine de, sosyal medya sayesinde artık hiçbir şey gizli kalmıyordu. 2002’den bu yana kurdukları kirli tezgahta birlikte iş gören Cemaat ve AKP, bu ortaklık sayesinde yıllarca basındaki çürümüş ilişkiler ağını ustalıkla kamudan gizlemeyi başarmıştı. Basındaki muhalif kalemler emniyet ve yargıdaki güçlü yandaşlar sayesinde ekarte edilmiş, kimisi sürmekte olan toplu davalara dahil edilip hapse atılmış, kimisi işsiz bırakılmış, geriye kalanların da sansür tedbirleriyle muhalefet etmeleri engellenmişti. Ama bu kirli işbirliği sırasında devletin kaleleri Cemaat tarafından içeriden fethedilmişti. AKP’nin koruyucu kanatları altında devletin içinde haksız kadrolaşarak örgütlenmiş olan Nurcu Fethullah Gülen Cemaati, emniyet istihbarat dairesinde konuşlanmış elemanlarıyla Başbakan Erdoğan’ın kriptolu telefonunu bile dinlemiş, “belki bir gün lazım olur” düşüncesiyle konuşmaları kayıt etmişti. Cemaat, yargı içine yine seçim hileleriyle yerleştirdiği savcı ve hakimler aracılığıyla bu sefer de AKP ileri gelenlerine dişini gösteriyordu. Yolsuzluk operasyonlarının hemen ertesinde Twitter’da açılan @haramzadeler[8] adlı sosyal medya hesabı bakanların, bakan çocuklarının, başbakanın ve ailesinin özel ve gizli telefon konuşmalarını kamuya ifşa etmeye başlamıştı. Twitter’daki @haramzadeler adlı kullanıcı hesabının Cemaat tarafından yönetildiğine neredeyse herkes emindi. 


Ana muhalefet partisi CHP, 8 Ocak 2014’te parlamentoya bir soru önergesi sundu Sabah gazetesiyle ATV’yi de içine alan medya grubunun Kalyon İnşaat’a satışıyla ilgili detayları sordu. Yönetiminde başbakanın damadı ve onun ağabeyinin de bulunduğu Turkuvaz medya grubuna ait Sabah ve ATV’nin Kalyon inşaat şirketine ait Zirve Holding’e devrinde yolsuzluk olduğu iddiaları dile getirildi. Yasaya göre başbakanın 15 gün içinde bu soru önergesini yanıtlaması gerekirdi. Ancak, yine yasaya göre, cevap vermemek yasak değildi. Erdoğan yanıt vermemeyi seçti. 


CHP’nin soru önergesinde başbakan açıkça kamu bankalarından verilen karşılıksız kredilerle yandaş “havuz medyası” yaratmakla suçlanıyordu. 


AKP iktidarı döneminde bir fenomen olan havuz medyası tabiri, sadece yandaş basın yaratmak için medya kurumlarını usulsüz “satın almak”, “ele geçirmek” anlamında kullanılmıyor. Aynı zamanda AKP destekçisi olan, iktidarı ve ileri gelenlerinin icraatlarını sorgulamadan destekleyen diğer medya gruplarına sağlanan haksız kazançları da içeriyor. Mesela, 2013’ün ilk 4 ayında devlet kurumlarından “en çok” ilan alan medya organlarına bakalım. Akşam, Güneş, Habertürk, Milat, Milliyet, Sabah, Star, Takvim, Türkiye, Vatan, Yeni Akit ve Yeni Şafak devletten toplam 13 milyon 288 bin liralık resmi ilan almışlardı. 2013’ün ilk 4 ayında Basın İlan Kurumu aracılığıyla bu parayı alan söz konusu gazeteler ve kendilerine yapılan ödemeler şöyleydi: Akşam: 1 milyon 93 bin TL, Güneş: 1 milyon 30 bin TL, Habertürk: 1 milyon 259 bin TL, Milat 959 bin 272 TL, Milliyet 1 milyon 121 bin TL, Sabah 1 milyon 281 bin TL, Star: 1 milyon 116 bin TL, Takvim: 1 milyon 111 bin TL, Türkiye: 1 milyon 112 bin TL, Vatan: 1 milyon 119 bin TL, Yeni Akit: 961 bin 165 TL, Yeni Şafak:1 milyon 120 bin TL… Ne tesadüf ki, bu medya kurumların hepsi manşetleriyle, haberleriyle, programlarıyla AKP’ye destek veren kurumlar. 


Kim bu havuz medyası? 



Onlar AKP’nin havuz medyası… ATV, A Haber, Kanal 7, 360 TV, TRT 1, TRT Haber, TRT Türk, TRT Spor, Ülke TV, TV Net, Kanal A ve Beyaz TV kanallarıyla, Sabah, Takvim, Habertürk, Akşam, Türkiye, Milliyet, Güneş, Vatan, Yeni Akit, Yeni Şafak ve Star gazetelerinden oluşan, tek parti hükümetinin kontrolünde, ona bağımlı, ondan beslenen, ona biat eden partizan bir medya ordusu. Tirajları ne kadar düşük olursa olsun, devlet kurumlarından en pahalı ilanları/reklamları onlar alıyor. Bu gazete ve televizyonlarda çalışan gazeteciler yüksek maaşlarla, havuzun değişik kurumlarında, farklı pozisyonlarda istihdam ediliyor. En çok izlenen tartışma programlarında hep onlar tartışmacı. Hep başbakanı ve AKP politikalarını övüyorlar. Kimin hangi kanalda çıkacağına, kimin hangi gazetede yazacağına Ankara karar veriyor. AKP havuzunda çalışan ve iktidara üstün hizmet veren gazetecilerin banka hesapları kabardıkça kabarıyor. 2002 öncesinde kooperatiften aldığı evinin borcunu ödemekte zorlanan bir yandaş gazetecinin 2014 yılındaki maaşının 100 milyon lira olduğu konuşuluyor.[9] Medya Patronları maaşları ödemekte zorlanıyor. Dert değil, nasıl olsa devlet bankaları havuz medyası çalışanlarının maaşlarını ödemek için kullanılıyor.[10] İşte böyle bir havuzdan bahsediyoruz. 


Medya-iktidar ilişkisinde “tak söyleriz, şak yaparlar” biat kültürünün temelini atan kişi Recep Tayyip Erdoğan. Askeri vesayet döneminde bile eşi benzeri görülmemiş bir baskı ortamı ve muhalefetsizlik medyayı kuşatmış durumda. Erdoğan temel atmayı müteahhitler kadar iyi bilmese de, o temeli atacak müteahhidi bulmayı, onu kullanmayı iyi biliyor. “Anahtar teslimi ihale”, “havuz medyası” gibi kavramlar 2002 sonrası tasarlanan yeni Türkiye’nin kilit sözcüklerinden. Bu kavramlar, esas itibariyle genelde müteahhitlerin, özelde de Karadenizli işadamlarının kamusal alanı domine etmesine işaret ediyor. Onlar sadece ülkenin dört bir yanında aldıkları ihalelerle AVM, otel, rezidans inşa etmiyorlar, aynı zamanda o binalarda yaşayan insanların düşüncelerini de organize edip onları yönlendirmeye çalışıyorlar. 


İktidar olabilmek ve iktidarda kalabilmek için politikacıların kendilerini destekleyecek müteahhitlere yatırım yapması, Türkiye siyasal tarihinde daha çok 1980 sonrası başlayan bir eğilimdi. 12 Eylül darbesinin ürünü serbest piyasacı Turgut Özal’dan Recep Tayyip Erdoğan’a gelene kadar, her iktidar kendi yandaş müteahhitlerini yaratmıştı. Ülkede kamu ihaleleri dağıtılırken yandaş firmalara arka çıkılması siyasi gelenek haline gelmişti. Büyük devlet ihalelerinde özelleştirmelerde hep müşterici ilişkiler hep rol oynuyordu, iktidara destek veren iş insanlarına haksız kazançlar sağlandı. Ancak hiçbir dönemde basın bugünkü kadar siyasal iktidarlara veya liderlere bağımlı olmadı. 


Siyaset biliminde “Klientalizm” olarak adlandırılan “müşterici” yönetim şekli, basitçe “bana oy veren, beni destekleyen (şirket-iş insanı-zümre-cemaat) bin yaşasın” anlamına gelir. Klientalist politikacı kamu yararı içeren uzun vadeli politikalar üretmek yerine, seçmenle müşteri temelli ilişkiler kurar. Bu mantıkla, iktidara oy veren müşteri, onu desteklemeyen de düşmandır. İktidarın kısa vadeli “faydacı”, “gözetici” politikalarından ona oy vermeyenler pay alamaz. İşte Türkiye’de, Tayyip Erdoğan iktidarında, bu müşteri temelli siyaset ilişkisi hiç görülmedik boyutta tavan yaptı. Müteahhitler Erdoğan’ın politik bekası için ona maddi destek sağladı, buna karşılık Erdoğan da kamu ihalelerinden verdiği aslan paylarıyla devletin imkânlarını yandaş müteahhitler için seferber etti. Erdoğan, 17 Aralık yolsuzluk soruşturması başladıktan sonra destekçilerine yaptığı konuşmada şunları söylemişti: “Bu müteşebbisler, üçüncü havalimanını yapacak onlar, bakın onları da ifade vermeye çağırıyorlar. Niye? Üçüncü havalimanını yapamasınlar diye. Ben şimdi bu tür art niyetli olan savcılara sesleniyorum. Sizin vatanseverliğiniz nerede?” 


AKP-İnşaat-Medya 



Erdoğan’ın havuz medyasının da kurucusu olan müteahhitlerden hesap sormak artık vatan hainliğiyle eş tutulmaktaydı. Ocak 2014 yılında İngiliz Financial Times gazetesinde yayımlanan bir makalede Türkiye’deki yolsuzluk soruşturmasının siyasetle inşaat arasında kurduğu bağa dikkat çekilmekteydi. Daniel Dombey ve Piotr Zalewski tarafından kaleme alınan makalede, AKP hükümeti döneminde inşaat firmalarıyla hükümet arasındaki ilişkinin giderek birbirine dolandığından, ihalelere fesat karıştırma olaylarının ayyuka çıktığından, 2013 yılının ilk 6 ayında resmi gazetede yayımlanan kararların neredeyse yüzde 60’ının inşaat sektörüyle ilgili olduğundan bahsediliyordu.[11]


İnşaat-siyaset arasındaki müşterici ilişkide total kontrolü Başbakan Erdoğan’a bağlayan yasal düzenlemeler de yapılmaktaydı. Haziran 2013’te alınan bir kararla, kamu şirketlerinin arazi transferlerinde nihai kararı Başbakan Erdoğan’ın vermesi sağlandı. O dönemde sadece TOKİ’nin sahip olduğu arazi portföyünün değerinin 7 milyar dolar olduğu söyleniyordu. Hangi müteahhidin bu pastayı görünce ağzı sulanmaz ki? Kamu arazilerinin tahsisinde nihai onayın Erdoğan’da olması inşaat odaklı müşterici ilişkileri pekiştirmişti. Erdoğan mı inşaatçılara hizmet etmekteydi, yoksa inşaatçılar mı Erdoğan’a, bunu anlamak zordu. Ama ülkede inşaat-siyaset (parti) ilişkisi, artık inşaat-Erdoğan ilişkisine dönüşmüştü. 


Havuz medyası AKP’nin PR ajansı gibi 



Yavaş yavaş yandaş medya havuzu doluyor, Erdoğan gazete manşetlerinden memnun oldukça müteahhitler memnun ediliyor, sonra onlar tekrar başbakanı memnun edecek işler yapmaya zorlanıyorlardı. Medya sektöründen hiç anlamadığı halde gazete ve televizyon kanalı almaya teşvik edilen işadamları vardı.[12] Medya kurumlarını almaya parası yetmeyene devlet bankalarından karşılıksız kredi veriliyor; işler sarpa sarınca da başka şirketler devreye sokularak yeni satışlarla devirler gerçekleşiyordu. Medya sahipleri zaman içinde değişiyordu, değişmeyen tek şey, AKP döneminde yandaş medyanın manşetlerinin tek bir merkezden hazırlandığı gerçeğiydi. 



[1] “Bilal evdeki paraları sıfırla”, http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/44675/_Bilal_evdeki_paralari_sifirla__.html, Cumhuriyet, 24 Şubat 2014, (son erişim: 18.10.2014) 

[2] “Banka müdürünün evinde ayakkabı kutusunda 4,5 milyon dolar”, Hürriyet web TV, http://webtv.hurriyet.com.tr/2/58162/0/banka-mudurunun-evindeki-ayakkabi-kutusunda-4-5-milyon-dolar, (son erişim 18.10.2014) 

[3] “Anlamadım babacım”, https://eksisozluk.com/anlamadim-babacim--4255037, Ekşi Sözlük, (son erişim: 18.10.2014) 

[4] “Bağış’tan Bakara-Makara savunması”, http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/57235/Bagis_tan__bakara_makara__savunmasi.html, Cumhuriyet, 4 Nisan 2014, (son erişim: 18.10.2014) 

[5] “Başbakan Erdoğan ‘Alo Fatih’ olayını doğruladı: Evet, Fas’tan Habertürk’ü aradım”, http://www.baskahaber.org/2014/02/basbakan-erdogan-alo-fatih-olayn.html, Başkahaber, 11 Şubat 2014, (son erişim 18.10.2014) 

[6] Hilal Kaplan, “Tayyip nasıl Reis oldu?”, http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/HilalKaplan/tayyip-nasil-reis-oldu/50839, 17Mart 2014, (son erişim: 18.10.2014) 

[7] “Erdoğan: Bunlar montaj”, http://www.cumhuriyet.com.tr/video/video/44865/Erdogan__Bunlar_montaj.html, Cumhuriyet, 25 Şubat 2014, (son erişim: 18.10.2014) 

[8] Detaylı bilgi için bkz: http://haramzadeler.weebly.com/

[9] “Havuz medyasında taht kavgaları başladı”, http://www.rotahaber.com/mobil/mobildetay.asp?Newsid=476024, Rotahaber, 22 Temmuz 2014, (son erişim: 18.10.2014) 

[10] “2 milyon yolla Süleyman”, http://www.taraf.com.tr/haber-2-milyon-yolla-suleyman-143361/, Taraf, 28 Aralık 2013, (son erişim: 18.10.2014) 

[11] “FT- Yolsuzluk soruşturmasında inşaat-siyaset bağı”, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/01/140102_ft_yolsuzluk_insaat, BBC Türkçe, 2 Ocak 2014, (son erişim: 18.10.2014) 

[12] 2014 Mart’ında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Milliyet gazetesinin sahibi Erdoğan Demirören’le yaptığı iddia
edilen telefon görüşmesinin kayıtları internete düştü. 28 Şubat 2013’te Milliyet gazetesinin manşetinden yayımlanan “İmralı Tutanakları” haberin yayımlanmasının ardından gerçekleştiği anlaşılan telefon görüşmesinde Erdoğan’ın dönemin Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Derya Sazak’a ve habere imza atan Namık Durukan’a yönelik ağır hakaretler ettiği öne sürülüyor. Erdoğan’ın sert bir dille “namuzsuzluk yaptınız” dediği ileri sürülürken gazetenin patronu Demirören’den Durukan ile Sazak’ın kovulmasını istiyor. Erdoğan’ın azarlamaları ve hakaretleri üzerine Erdoğan Demirören’in ‘Nasıl girdim bu işe ya, kim için?’ diyerek telefonda ağladığı duyuluyor. Kaynak için bkz: “Erdoğan fırçaladı, Demirören ağladı”, http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/48011/Erdogan_fircaladi__Demiroren_agladi.html, Cumhuriyet, 6 Mart, 2014, (son erişim: 18.10.2014) 





Daha önce de dediğimiz gibi, medyanın havuz problemi 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmaları ertesinde gün ışığına çıktı. Yine bu süreçle birlikte AKP yanlısı gazete ve televizyon kanallarının Gülen Cemaatine yönelik “paralel iktidar” takıntılı haberleri tavan yaptı. “Paralel iktidar” ye da “paralel yapı” kavramı AKP’nin havuz medyası tarafından üretilmişti. Cemaat ve AKP beraber yürümüştü iktidar yolunda. AKP’nin açtığı yolda yargı, emniyet ve bürokraside kadrolaşan Cemaat güçleri, AKP’nin önünü açmak için Ergenekon, Balyoz, KCK operasyonları gibi muhalifleri sindirecek büyük temizliklere imza atmıştı. Ancak şimdi aynı Cemaat, bu sefer genelde AKP’yi, özelde ise Başbakan Erdoğan’ı ve ailesini hedef alan sızıntı yayınlara başlamıştı. Bu “ihanet” karşısında AKP yandaşı havuz medyası tek ses, tek nefes halinde birleşti ve Cemaate karşı olumsuz yayınlara başladı. 2002’den beri Türkiye halkına “Cemaat sivil toplum”, “Cemaat iyi”, “Cemaat demokrasinin gereği” söylemini dayatan AKP medyasının yandaş kalemleri 17 Aralık sonrasında “Cemaat yalancı”, “Cemaat komplocu”, “Cemaat darbeci” demeye başlamıştı. 


Havuz medyası AKP’nin PR ajansı 


17 Aralık soruşturması sonrasında havuz medyasının içeriklerinde gözlenen “Paralel yapı” takıntısı mizah dergilerine taş çıkartır nitelikteydi. Zorlama ve manipülatif haberler ya adı saklı bir kaynağa ya da kimliği belirsiz kişilerden gelen ihbarlara dayanıyordu. “İhanet”, “Kirli oyun”, “Büyük komplo”, “AKP’ye Suikast”, “Yalan”, Paralel şüphe”, “Şantaj”, Kumpas”, “Gizli oyun”, “Pensilvanya gerginliğin kaynağı”[1] gibi manşetler havuz medyasının birinci sayfalarını ve anahaber bültenlerini dolduruyordu. Bir zamanlar ülkede yanlış giden her işte Ergenekon örgütünü, Balyoz darbe planını hazırlayan askerleri ya da Kürtleri suçlayan yandaş medya, artık yeni bir günah keçisi bulmuştu: AKP’nin yolsuzluklarını ve rüşvet skandallarını belgeleriyle ortaya koyarak iktidarla hegemonya mücadelesine giren Fethullah Gülen Cemaati. Havuz medyasına bakılırsa, 17 Aralık’tan sonra artık asıl darbeci olan “Cemaat”ti. Ülkenin başına bela olan tehlike “Gülenciler”di. Ergenekon ve Balyoz darbe girişimlerine karşı davaları yürüten “kahraman” savcılar artık “düşman”dı. Ergenekon davasının toz kondurulmayan “temiz”, “yürekli” savcısı, Zekeriya Öz artık tu kaka olmuştu. Çünkü Öz Cemaatçiydi ve hükümete karşı girişilen 17 Aralık soruşturmasında da yer almaktaydı. Havuz medyasının köşe yazarları ağız birliği etmişçesine bir zamanlar övgüler düzdükleri savcılara aniden hakaret etmeye başlamışlardı. Bu yazarlar nedense hep aynı şeyleri düşünüyorlar, aynı konularda yazıyorlar ve mütemadiyen AKP’ye ve başbakana övgüler düzüyorlardı. 



[1] Pensilvanya, Gülen Cemaati lideri, imam Fethullah Gülen’in ABD’de yaşadığı şehir. 






Havuz medyası 17 Aralık soruşturmaları ertesinde AKP yöneticilerine toptan destek verdi ve yolsuzluk operasyonlarının hükümete karşı bir darbe girişimi olduğu söylemini üretti. Yandaş havuz medyası yolsuzluk haberlerini görmüyordu, sayfalarına taşımıyordu. Yolsuzluk ve rüşvet haberleri havuz medyasında ancak “kumpas”, “suikast”, “yalan” gibi başlıklarla yer alabiliyordu. Havuz medyası, AKP’nin ve başbakanın basında eleştirilmesini “vatan hainliği” olarak görüyordu. Sabah, Yeni Şafak, Türkiye, Akşam gibi yandaş gazetelerde iktidara muhalif tek bir haber yayınlanmadığı gibi, muhalif basında çıkan olumsuz haberler bu gazeteler tarafından anında topa tutuluyor, haberi yazan gazeteci veya yazarın kredibilitesi sorgulanıyordu. Havuz medyası rüşvet soruşturmaları başladıktan sonra hükümete destek verdiği için elbette reklam ve ilanla ödüllendirildi. 




2013 yılında iyice belirginleşen ve 2014 yılında da devam eden Gülen Cemaati ile hükümet arasındaki çatışmada basın organları ve özellikle de gazeteler çok etkin bir rol oynadı. Bir iktidar içi kırılma olan Cemaat-hükümet çatışması, her iki kanadın gazetelerinin köşe yazıları ve manşetleri üzerinden sürdü. 


İktidarın ilk iki dönemi Gülen Cemaati ile AKP arasında bir koalisyon ortaklığı gibi devam ederken, İslami basının önemli isimleri bu iki güç odağına destek vermişti. Ancak hükümetin üçüncü döneminde, karşılıklı kılıçların çekilmesiyle birlikte, adeta düşman kampın tarafları haline geldiler. Bu durum, tek tek gazeteci ve yazarların kendi mesleki, düşünsel süreçlerini de etkileyen sonuçlar doğurdu.[1]


Dönek gazeteciliğin şahikası 



AKP-Cemaat eksenli politik yanlılıkların haber içeriklerinde ve köşe yazılarında incelemek isteyen akademisyen için 17 Aralık sonrası medya içerikleri zengin bir data sunacaktır. Türkiye basınında partizanlık ve taraflı gazeteciliğin gelebileceği en uç (bazen de en komik) noktaları gözlemek açısından… Bir yandan da yandaş köşe yazarlarının değişen durumlara göre nasıl pozisyon aldıklarını, sırf AKP ya da Cemaati destekleyecekler diye bir zamanlar söyledikleriyle nasıl ters düşüp gülünçleşebildiklerini görmek açılarından böylesi bir çalışma faydalı olacaktır. 


[1] Fatih Polat, “Hegemonya mücadelesinde feda edilen gazetecilik”, Medya Ve İktidar: Hegemonya, Statüko, Direniş, Der: Esra Arsan & Savaş Çoban, s: 208-219, Evrensel Basım Yayın, 2014, İstanbul 





Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Hilal Kaplan’ın son 5 yıllık yazılarını içerik analizine tabi tutarak bakmak, yazarın has Cemaatseverlikten aşırı Cemaat düşmanlığına evrilen söylemini gözlemlemek isteyenler için ilginç sonuçlar gerecektir. Havuz medyasının şuursuz AKP yanlılığı, yazarlarının da aynı şuursuzlukla birkaç yıl önce söylediklerinin tam tersini savunarak gülünç duruma düşmelerine neden olmaktadır. 

[1] Fatih Polat, “Hegemonya mücadelesinde feda edilen gazetecilik”, Medya Ve İktidar: Hegemonya, Statüko, Direniş, Der: Esra Arsan & Savaş Çoban, s: 208-219, Evrensel Basım Yayın, 2014, İstanbul 






Bir zamanlar “Hocaefendi”ye övgüler düzen yazılarıyla bilinen HaberTürk gazetesi yazarı Nihal Bengisu Karaca da yolsuzluk ve rüşvet soruşturması sonrası AKP’yi savunmak için aniden Cemaat karşıtı yazılar kaleme almaya başlıyordu. Artık kılıçlar çekilmişti. AKP-Cemaat arasında çıkan harp, haber ve yorum içeriklerine karşılıklı yalan, iftira, manipülasyon, spin doktorluğu, kara propaganda olarak yansıyordu. Havuz medyası yazarlarına bakılırsa AKP ileri gelenlerini töhmet altında bırakan rüşvet ve yolsuzluk belgeleri montajdı ve AKP’ye karşı politik suikast düzenlenmişti. Onlar ne ses kayıtlarına, ne ortaya çıkan resmi belgelere ne de savcıların iddianamelerine inanıyorlardı. Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları sırasında “yargıya güvenmeliyiz, süreç tamamlansın, bakalım sonuç ne çıkacak” diyen yazarların hepsi bu kez daha baştan savcıların hükümet karşıtı darbe girişimine ortak olduklarını düşünüyorlardı. 


Havuz medyasının AKP’ye sorgusuz sualsiz destek veren ve Cemaati topa tutan yayınları karşısında Gülenci medya da boş durmuyordu. Yandaş medyanın sermaye yapısı ve gelirleriyle ilgili sorgulayıcı haberler sık sık Cemaatin resmi yayın organı Zaman gazetesinde yine Cemaatçi olduğu artık tescillenen Taraf gazetesinde yer alıyordu. Taraf Gazetesi’nin 15 Nisan 2014 tarihli haberindeki iddialara göre, Maliye Bakanlığı Gelir İdaresi Başkanlığı bünyesindeki Merkezi Uzlaşma Komisyonu AKP yanlısı yayın yapan medya kuruluşlarının 608 milyon liralık vergi cezasını tek kalemde silmişti. Vergi borcu silinenler arasında Sabah-ATV havuzuna para verdiği iddia edilen Mehmet Cengiz, Yeni Şafak Gazetesi’nin sahibi Ahmet Albayrak ile Kanal A’nın sahipleri Ahmet ve Mustafa Kaya kardeşler yer alıyordu. Yandaş gazetelere kamu ilanlarıyla destek verilmesi de medya kuruluşları arasında ciddi bir ayrımcılık yapıldığının göstergesiydi. Yeni Şafak gazetesinin sahibi ve Albayrak AŞ’nin Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Albayrak’ın belediye ve kamu ihaleleriyle gazeteyi ayakta tuttuğu iddia ediliyordu. Türkiye gazetenin sahibi İhlas Holding’in de devletten aldığı ihaleler ile ilgili iddialar vardı. Çukurova Grubu’na ait Skyturk 360 Televizyonu, Akşam ve Güneş gazeteleri ile Alem, Platin, Stuff, Autocar ve FourFourTwo dergileri, Lig Radyo ve Alem FM radyolarını alan işadamı Ethem Sancak, 30 Mart yerel seçimlerinin ardından başladığı “yeniden yapılandırmanın” ilk adımı olarak Star TV ve Kanal 24’ü de almıştı. Ethem Sancak, Tayyip Erdoğan’ın balkon konuşmalarında hep yanında yer alan isimlerdendi. Sabah ve ATV’nin Ömer Faruk Kalyoncu’nun sahibi olduğu Zirve Holding’e satıldığı haberi birçok soru işaretini de beraberinde getirdiğini zaten anlatmıştık. 


Erdoğan’ın yandaş medyaya yatırım tarihi 



Erdoğan’ın “yandaş medya” biriktirme ve bu sayede güç sahibi olma gayretleri İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde başladı. Bugün “havuz medyası” adını verdiğimiz yandaş medyanın temelleri Albayrak A.Ş. adlı şirketle kurulan kirli ilişkilerle atıldı. Belediye ihalelerinden haksız ve usulsüz çıkar sağlamakla adı tarihe geçen Albayrak A.Ş. İslamcı Yeni Şafak gazetesinin de sahibiydi. Erdoğan, başbakanlık (ve daha sonra cumhurbaşkanlığı) yolunda ilerlerken, dönemin neoliberal yazarlarını kadrosuna katarak, Erdoğan’ın sözde demokrat kimliğini haber içeriklerinde ince ince işleyen Yeni Şafak büyük katkı sağladı. 


Erdoğan o dönemde sadece bazı etkili dergileri, Yeni Şafak veya Gülenci Zaman gibi İslamcı gazeteleri kendi politik çıkarlarına dönük kullanmakla kalmadı, 2002 öncesinde Necmettin Erbakan’ın ulusalcı İslami hareketinden ayrılan neoliberal AKP’nin ideolojik arka planını kuran yeni medya kurumlarının ortaya çıkmasına da önayak oldu. Nisan 1994’te RTÜK (Radyo Televizyon Üst Kurulu) belediyelerin televizyon yayıncılığı yapma iznini kaldırmıştı. İstanbul’da CHP’li Nurettin Sözen’in belediye başkanlığı zamanında kurulan BRT (Belediye Radyo Televizyon) kapatıldı. Beş milyon dolarlık yatırımla kurulan BRT’nin tüm teknik ekipmanı ucuz fiyata Yeni Dünya İletişim Şirketi’ne kiralandı. Şirket, AKP’yi destekleyen Kanal 7’yi kurdu.[1]


2002 seçimleri öncesinde AKP ve Tayyip Erdoğan’a destek veren medya kurumları bir elin parmağını geçmiyordu. Albayrakların Yeni Şafak’ı, Cemaatin Zaman Gazetesi ve Samanyolu televizyonu, aşırı dinci Akit, tarikatçı Mahmut Esat Coşan’ın da ortak olduğu Kanal 7 televizyonu gibi niş medyalar dışında kalan büyük medya toptan Erdoğan’a karşıydı. 2002 seçimleri öncesi son iki seçimde ANAP’çı ve DYP’ci olarak ayrışmış olan büyük medya, 2002 seçimlerinde değişik bir tablo sergilemekteydi. O dönemde yürüttüğümüz bir çalışmanın sonuçlarına göre, yazılı basının partizan yanlılığında gözle görülür kaymalar olmuştu.[2] Örneğin, başlarda AKP’nin seçimi kazanacağına ihtimal vermeyen Doğan Medya grubu gazeteleri anti-AKP haberler yapmıştı. Ancak, seçimlerde AKP’nin ciddi bir oy alacağına dair araştırmalar yayınlanmaya başladıkça, Hürriyet gibi anti-AKP yayın yapan gazetelerin de üslubu değişti, AKP’ye dönük ılımlı haberler yapılmaya başlandı. 


2007 tarihli bu araştırmamızın bulguları ışığında şunları demiştik: 



“… Partizan basın örneklerinin dışında, haber medyasının belirli ekonomik ve siyasal iktidar merkezlerinin iç içe geçmiş yapısı nedeniyle, gazetecilik pratiğinde de konjonktüre bağlı savrulmalara, kaymalara rastlanmıştır. Bunun ötesinde, bazı gazetelerin sistemli bir şekilde ‘partizan basın’ üslubu takındığı bulgularla saptanmıştır. Örneğin, Star Gazetesi’nin hiç sapma sergilemeden Cem Uzan ve Genç Parti’ye ilişkin haberlere sıklıkla yer vermesi, Türkiye Gazetesi’nin MHP, Yeni Şafak gazetesinin ise AKP odaklı bir gazetecilik pratiği sergilemesi dikkate değerdir. Bunun yanında, Hürriyet, Akşam, Sabah ve Vatan gibi gazetelerde iktidar olma olasılığı olan tüm partilere belli aralıklarla yer verildiği, dolayısıyla ‘temkinli bir dengeliliğin’ gözlendiği dikkatleri çekmektedir.” 


Sonuç 



2007’de yapmış olduğumuz araştırmanın da gösterdiği gibi, Türkiye’de siyasi ve ekonomik hegemonyadaki iniş çıkışlara göre pozisyon alan, kamunun çıkarından ziyade kendi varoluşsal çıkarlarını önemseyen bir medya yapısı var. İktidar gücünü eline geçiren siyasal parti, zümre veya apoletli yapı her ne olursa olsun ona koşulsuz biat eden, gücün çıkarları için mücadele veren ve bu sayede kendi ekonomik varoluşunu devam ettirmeye çalışan bir gazetecilik pratiği medya alanına hükmediyor. 2002’den 2014’e gelene kadar geçen sürede AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın medyayı yeniden dizayn etme mücadelesinin ardında yatan dinamik de buradan beslenmiştir. Tayyip Erdoğan ve AKP ileri gelenleri Türkiye’de anaakım basının ve gazetecilerin zayıf noktasının “iktidarperverlik” olduğunu görmüş ve tek parti iktidarının kendilerine sağladığı güçle kimin hangi medyaya sahip olacağından, hangi medya organında kimin çalışacağına kadar basın alanında her şeyi yeniden kurgulamıştır. 


Mustafa Sönmez, AKP’nin (ve tabii Tayyip Erdoğan’ın) tek parti iktidarı döneminde medyayı ele geçirme sürecini şöyle anlatmaktadır: “AKP, özellikle ikinci iktidar döneminden itibaren, medya yatırımı olan sermayeyi kuşattı. Bu camdan yapıyı taşlama tehdidi, bina sahiplerini teslim almaya yeterdi ve öyle oldu. İşe, Doğan ile başlandı ve vergi operasyonları ile Doğan hem medyada hem medya dışında-Petrol Ofisi’nden de kopartılarak- küçültüldü. Medya gücünü azaltması istenen Doğan, medya varlıkları arasından iki gazetesini ve bir TV kanalını elinden çıkartıp küçülerek “düşük profili” seçti ve hedef olmaktan kurtulmayı denedi. Bu kadarla kalmadı elbette; Doğan’a, bu makro operasyonların yanında bünyesindeki “muzır” yazarları tasfiyeye kadar varan mikro cerrahi müdahaleler de yapıldı. 
Star TV’yi satın alan Doğuş, özellikle 12 Haziran 2011 seçimlerinin hemen ertesinde AKP iktidarı ile organiğe yakın ilişki içine girmişti. Şahenk, NTV kadrosunda yaptığı ayıklamalarla etkili bir haber kanalını rejim yanlısı duruma getirdi. Milliyet ve Vatan gazetelerini alan Demirören, yalısında yazarlarına, editörlerine verdiği davette, “Beyefendiyi üzecek şeyler” yazmamalarını belirterek kırmızıçizgileri de hatırlatmış oldu. HaberTürk’ün sahibi Turgay Ciner de bu kervana katıldı. Büyük burjuvaziyi, medya sahibi grupları rehin alan AKP, tutucu-neoliberal rejimin inşasının eksiklerini tamamlamada önemli mevziler edindiğini düşündü.”[3]


Bu süreçte kuşkusuz basında toplumsal gerçekliğe ilişkin bilgiyi üreten gazetecilerin etik ihlalleri, mesleki profesyonelleşmeyi dışlayan tutumları ve örgütsüzlüklerinin payı büyüktür. Gazeteciliğin kamu adına iktidarları sorgulamak, yanlış giden işlerden yurttaşı haberdar etmek ve hükümetlerden hesap sormak için var olduğunu anlayamayan bir gazeteci grubu var ülkemizde. Partizan, güce biat eden ve bireysel çıkarları için meslek onurunu ayaklar altına alabilecek kadar bilinçsiz medya çalışanları gazetecilik alanını domine ediyor. Anaakım medyada iktidarı sorgulayan gazeteci sayısı minimuma inmiş durumda. Bir zamanlar büyük medya gruplarında doğru düzgün gazetecilik işlerine imza atmış olan çok sayıda deneyimli gazeteci işsiz bırakılmış durumda. Onların yerine, iktidara karşı ılımlı ve boyun eğici işler ortaya koyan yandaşlar, gazeteci olmayan, ama gazetecilikten para kazanan isimler ekranları, sayfaları dolduruyorlar. 


Yerel seçimler, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve barış sürecini zora sokan Kobanê krizi gibi pek çok politik gelişmenin yaşandığı 2014 yılı itibariyle Türkiye medyası yeniden kümeleniyor ve aşağıdaki fotoğrafı veriyor[4]


· AKP iktidarı medyası (Star, Yeni Şafak, Akşam, Sabah, Türkiye grupları, grup televizyon ve radyo kanalları; ayrıca TRT ve Anadolu Ajansı gibi kamusal medyalar), 
· Cemaat medyası (Zaman, Bugün gazeteleri ve bağlı televizyon, radyo kanalları) 
· İktidara yakın duran, biat etmiş Doğuş ( NTV), Ciner (HaberTürk), Demirören (Milliyet-Vatan) grupları, 
· AKP iktidarına boyun eğmeye yer yer direnen ve niceliksel olarak en büyük medya grubu Doğan (Hürriyet, Posta ve bağlı TV kanalları), 
· AKP iktidarına direnen, muhalif irili ufaklı medya (Sözcü, Cumhuriyet, Aydınlık, Yurt, Birgün, Sol, Evrensel, Özgür Gündem gazeteleri ve birkaç TV kanalı). 


Muhalif medyanın sansür, yayın yasakları ve olağanüstü hal uygulamalarıyla susturulmaya çalışıldığı şu dönemde, havuz medyasının kamusal alandaki gücünü sınamak için birkaç fırsat geçti elimize. Gezi Parkı protestoları ve devletin halka kullandığı şiddet, AKP-Cemaat gerginliğinin ortaya çıkardığı 17 Aralık süreci, 2014 yerel seçimleri ve Cumhurbaşkanlığı seçimi. Bu hassas kriz dönemlerini geride bırakırken, Başbakan Erdoğan artık Cumhurbaşkanı oldu. Onun büyük “AK Parti Ailesi” adını verdiği ve adı yolsuzlukla rüşvete karışmış olan Bilal’li, Sümeyye’li, Egemen’li, Ethem Sancak’lı, Mister Jöle’li grupla yaptığı tarihi balkon konuşmalarına tanıklık ettik. Özellikle yerel seçimler sonrasında AKPgiller’in Twitter, mıvitter, tape, mape takmadıklarını, sosyal medyayı izlemediklerini, izleseler de sosyal medyaya inanmadıklarını, sadece Sabah, Yeni Şafak, Türkiye, ATV, Kanal A, NTV gibi hükümet yanlısı medya kanallarını izleyerek olan biteni değerlendirdiklerini anladık. Cemaatin yıllarca çalışıp didinip ele geçirdiği emniyet ve yargıdaki elemanlarının, Zaman gazetesi gibi medya organlarının kamuyu etkilemekte havuz medyası kadar güçlü olmadıklarını gördük. 

AKP yanlısı basın gruplarının siyasal iktidarla kurmuş oldukları kirli ilişkiler şeffaf bir şekilde ortaya dökülmüş olmasına karşın, toplumun büyük bir kesimi hala AKP’ye ve Tayyip Erdoğan’a oy vermeye devam ediyor. Son iki yıl içinde toplumda AKP’ye karşı cılız demokrasi talepleri, muhalif azınlığın toplumsal başkaldırıları ve solcularla Kürtlerin rasyonel hukuk sistemine özlemi dışında bir tepki olmadığı ve Erdoğan’ın ülkedeki muhafazakâr çoğunlukla kurmuş olduğu müşterici ilişkilerin meyvelerini toplamaya devam ettiği ortada. Çoğunluk şeffaf, dürüst, ahlaklı ve hesap veren bir iktidar istemiyor. Çoğunluk, oy verdiği ve başa getirdiği liderle birlikte, onun kirli işlerinin bir parçası olmaya razı; çünkü bu çürümüş oyunu birlikte oynadıkları müddetçe mevcut yasaları değiştirerek, karşılıklı çıkar ilişkilerini koruyup besleyerek, ekonomik ve kültürel hegemonyayı ellerinde tutabiliyorlar; ülkenin kaynaklarını kendi çıkarları için kullanabiliyorlar. Yeni Türkiye dedikleri bu rekabetçi vesayetçi rejiminde havuz medyasına biçilen rol düzenin bekçiliği. Havuz medyası yalanlarıyla çürümüş bir rejimin çirkin yüzünü kamudan gizliyor. Daha fenası, çoğunluğun da zaten o çirkinliği görmek gibi bir talebi yok. Demokrasi ve basın özgürlüğü yolunda 21. Yüzyılın çok gerisinde duruyoruz. Ülkede özgürlük ve demokrasi için çabalayan azınlığın darbe dönemlerini andıran baskıcı politikalar ve polisiye tedbirlerle susturuluyor oluşu endişelerimizi daha da arttırıyor. Medya çalışanlarının birlikten güç doğacağını anlayıp örgütlenme mücadelesine ağırlık verecekleri, medya tüketicisinin ise kamu yararı gözeten basın kurumlarına itibar edeceği demokratik, çağdaş bir düzenin kurulacağı günleri bekliyoruz. 



[1] Soner Yalçın, Kayıp Sicil: Erdoğan’ın Çalınan Dosyası, s. 177, Kırmızı Kedi Yayınları, 2014, İstanbul 

[2] Aslı Tunç & Esra Arsan, Gazetelerde Seçim Var: 2002 Genel Seçimlerinin Yazılı Basında Sunumu, Bir içerik Analizi, Yalın Yayıncılık, 2007, İstanbul 

[3] Mustafa Sönmez, “Dünden bugüne medyanın ekonomi politiği”, Medya ve İktidar: Hegemonya, Statüko, Direniş, Der: Esra Arsan & Savaş Çoban, s: 86-102, Evrensel Basım Yayın, 2014, İstanbul 

[4] A.g.e.

Yorum Gönder

0 Yorumlar