DEİZMİN FELSEFÎ KİMLİĞİ
PROF. DR. YAŞAR NURİ ÖZTÜRK
İstanbul Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Kurucu Dekanı
Murat Apay
Metin Düzenleme, Vurgu ve Fotoğraflar
Murat Apay
Metin Düzenleme, Vurgu ve Fotoğraflar
“Şu bir gerçek ki, ‘Rabbimiz Allah'tır!’ deyip sonra, dosdoğru yürüyenler/dürüst yaşayanlar üzerine, melekler ha bire iner de şöyle derler: ‘Korkmayın, üzülmeyin! Size vaat edilen cennetle sevinin. Biz sizin, dünya hayatında da âhirette de dostlarınızız."
Fussılet suresi, 30-32
“Biz bu Kur'an'ı sana, zahmet çekesin/bedbaht olasın/zorluk ve şiddet sergileyesin/eşkıyalık yapasın diye indirmedik; saygıyla ürperene bir hatırlatma/ düşündürme/öğüt verme olsun diye indirdik.”
Tâha suresi, 2-3
“Ey iman sahipleri! Şu bir gerçek ki, hahamlardan ve rahiplerden birçoğu halkın mallarını uydurma yollarla tıkabasa yerler de insanları Allah'ın yolundan usandırarak vazgeçirirler/insanları Allah yoluna karşı konuma getirirler/insanları, suyolunu kesmiş zehirli yılanlar gibi ürkütürler. ”
Tevbe suresi, 34
“Rabbin, memleketleri/medeniyetleri, ana merkezlerinde kendilerine ayetlerimizi okuyan bir resul göndermedikçe helâk etmez.”
Kasas suresi, 59
ÖNSÖZ
Kur’an, müşrikleri ebediyyen mahvolmuş saydığı halde Allah'ın birliğine imanlarını bir biçimde koruyanları, dış patentleri ne olursa olsun, mahvolmuş saymıyor. Bunun bir anlamı da Kur’an’ın, Allah'a imanı koruma zaruretine binaen deizme kapı araladığını söylemek olacaktır.
Kur’an’ın deizme kapı araladığını söylemek büyük bir iddiadır; tarihte ilk kez tarafımızdan gündeme getirilen bir iddiadır. Ama ömrünü Kur’an’a hizmete adamış ve bunu varoluş borcu bilmiş bir ilim adamı sıfatıyla ve bütün vicdanımla söylüyorum, bu sarsıcı iddia vahyin beyanlarına tamamen uygundur. Alışmadığına, ezberletilene uymayana karşı çıkmayı insanlık sanan zavallılar bunu elbette kabul etmeyeceklerdir. Ama onların kabul etmemesi, söylemin gerçeğe aykırı olduğu anlamına değil, tam aksine gerçeğe uygunluğu anlamına gelir.
Kur’an, deizmi teşvik eden, terviç eden bir kitap değil ama ona kapı aralayan bir kitaptır. İkisi çok farklı şeyler. Bizim söylediğimiz de birincisi değil, İkincisidir. Neden ve niçin yapıyor bunu Kur’an? İşte meselenin çözümü ile önemi de bu sorunun cevabında.
Deizmin aynı anda hem felsefi hem de teolojik karakteri, bu inancın Tanrı dışınla insanüstü tanımamasıdır. Buna kişi olarak peygamberler, kavram olarak din de dahildir.
Deizmin bu temel karakteri, onun kutsal kavramını da etkilemiştir. Deizmin kutsalı ne dindir ne ilham ne havra ne kilise ne de cami. Onun kutsalları akıl, bilim ve ahlaktır. Dincilik, bu temel değerleri tarih boyunca yıkan, işlemez hale getiren, hatta onlara savaş açan temel musibettir. Hal bu iken deistler dincilerin temsil ettikleri kuruma ve kutsallara nasıl saygı duyacaklardı?!
Deistler bilmişlerdir ki Tanrı dışında insanüstü tanıdığınızda, bunun arkasından sadece peygamberler değil, evliya, ermişler ve daha bilmem neler neler insanüstü varlıklara dönüştürülerek birer yedek ilah halinde insan hayatına musallat edilecektir, edilmiştir. Akıl dışında kutsal tanımaksa, aklı hayatın dışına itip birtakım adamların ilhamlarını onun yerine geçirecektir.
Tarih, özellikle dinler tarihi, deistlerin bu iddialarını (veya öngörülerini) tamamen doğrulamıştır. Ve doğrulamaya devam etmektedir.
Altı bölümden oluşan bu eser, insanlığın geleceğine iyice yerleşeceğe benzeyen bu ilginç inancı, Kur'an ve felsefe pencerelerinden bakarak tahlil eden bir ilim ve fikir adamının tespitlerini içermektedir.
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk
İstanbul, 2015
Birinci Bölüm
DEİZMİN FELSEFÎ KİMLİĞİ
DİN SINIFINA TEPKİNİN FELSEFELEŞMESİ
OLARAK DEİZM
Mester Eckhart |
“Bir kimsenin Tanrı dediği şey Tanrı değildir; Tanrı’dan söz etmeyen kimse Tanrı’dan söz eden kimseden daha doğrudur.”
Mester Eckhart
DEİZME GENEL BAKIŞ
Deizm sözcüğü, Latince’de Tanrı anlamına gelen deus ile Grekçe’de yine Tanrı anlamına gelen theos sözcüklerinin terimleşmesidir. İkisi de ‘Allahçılık’ diye tercüme edilebilir, hatta edilmelidir. Şu var ki, iki sözcük, çağrışımları bakımından farklıdır: Deizm, dine eleştiri getirenlerce tercih edilirken, theizm daha çok dine olumlu yaklaşım sergileyenlerin yaklaşımlarım ifade için kullanılmaktadır. Deizm dendiğinde çağrışım olarak akla din karşıtlığı, theizm denince dine ve Tanrı’ya inanmışlık gelmektedir. Şöyle de denebilir:
Deizm, daha çok, Tanrı’ya inanıp da dine inanmayanların zihniyetini, theizm ise Tanrı’ya ve dine bir bütün olarak inananların zihniyetini ifade etmek için kullanılmaktadır.
Temel Karakter:
“Deist akım, Hristiyanlığın akla aykırı hurafeler olduğu düşünülen unsurlardan arındırılması istikametinde bir dinî eleştiri hareketi olarak nitelendirilebilir. Bu akım içinden, inancın temelinin tarih boyunca tahrifata uğramış kutsal metinler değil, akıl olması gerektiği tezi ortaya atılmış, bu metinleri yorumlama yetkisine sahip din adamları hiyerarşisi reddedilerek aklın herkeste ortak olan evrensel bir ölçü olduğu ve bu ölçü ile gerçek Hristiyanlığm bulunabileceği iddia edilmiştir.”
“Günümüzdeki teolojik tartışmaların belli bir teolojiyi esas almadan akla ve hür düşünceye dayalı, dolayısıyla dinî-hiyerarşik imtiyazlara sahip otoritelerden bağımsız tarzda yürütülüyor olması deizmin mirasıdır.” (Hüsa- meddin Erdem, Deizm, DİA mad.)
Bunun içindir ki, deistler içinde dindar düşünürler de vardır. Örneğin, Alman filozofu Kant hem bir deist hem de samimi bir dindar olarak kabul edilir. Aklı onu deizmi kucaklamaya, imanı ise dindar olmaya itmiştir:
Immanuel Kant |
“Günümüzde deizmin geçmişteki saf ve cüretli şekliyle varlığını sürdürdüğü söylenemez. Deizmin, David Hume’un şüpheciliği sayesinde modern zamanlara ‘din felsefesi’ disiplinini kazandırmış olmasına karşılık günümüzde din hakkındaki felsefî tartışmalar daha ziyade teizm-ateizm kutuplaşması şeklinde cereyan etmektedir. Ancak bu tartışmaların belli bir dinî teolojiyi esas , almadan akla ve hür düşünceye dayalı, dolayısıyla dinî- hiyerarşik imtiyazlara sahip otoritelerden bağımsız tarzda yürütülüyor olması deizmin mirasıdır.”
( DİA , agyer)
Benzeri bir deizm anlayışına Türk Kurtuluş ve Aydınlanma Savaşı’nın önderi ve komutanı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’te rastlıyoruz. Büyük Gazi, Allah’a, Hz. Muhammed’e, Kur’an’a inanmakta, onlara saygı ve tâzimini sürekli ifade etmektedir ama dinci kadroların çok rezil perdelerden temsil ederek hayata sokmak istedikleri ‘din’ patentli dayatmaları dışlamakta, onlara karşı çıkmakta, hatta onlarla mücadele etmektedir. Ve bu mücadeleyi insan olmanın onuru saydığını da defalarca ifadeye koymaktadır.
Edward Herbert |
John Toland |
Kısacası, metafizik açıdan baktığımızda deizm, şirk riskinden kurtulmak için günahı göğüslemeyi göze alanların yoludur. Ve bu haliyle, bir samimiyet ve fedakârlık yoludur.
Şunu da gözardı etmeyelim:
Semitik dinlerde, peygamberler, özellikle Musa, İsa ve nihayet Muhammed, Allah’tan daha üstün bir konuma getirilmiştir. Bunu hiç saklamayalım. Bu, o nebilerin davalarına, misyonlarına tamamen aykırı olduğu halde yapılmıştır. Neden? Sebep belli: Onları basamak yaparak inşa edilen mabet ve ibadet hayatı, kitleleri sömürmenin olmazsa olmazıdır. Ve bu olmazsa olmaz sürdürüldüğü sürece gerçek ve samimi bir dindarlık varolamaz. Deistlere göre, bunu kırmanın yolu yapıyı geriye doğru tadil etmektir. Yani peygamberleri işlevsiz kılmakla bitecek bir yapılanmaya gitmektir. Bu anlamda bir işlevsizleştirme, gerçek anlamda bir işlevli kılmanın ta kendisidir. Çünkü peygamberlerin istediği, dinci tasallutun dayattığı işlevler değildir.
Peygamberlerin temel amacı, Tanrı’ya samimi imanı sağlamaktır. Bu anlamda bir işlev, geleneksel dinci tasallutun dayatmalarını dışlamakla mümkün oluyor. Deizmin esası da işte bu ‘dinci dayatmaları dışlamak’tır. Deistlerin önemli bir kısmı şöyle düşünüyor:
Eğer dinci dayatmalar bir biçimde peygamberleri paravan yaparak yaşatılacaksa biz, peygamberleri de dışlarız. Dışlanması mazur görülemeyecek olan tek varlık Tanrı' dır. Peygamberler de sonuçta birer vasıtadır. Gaye Tanrı'dır. Biz, gayelerin gayesini lekelememek için gerektiğinde diğer unsurları dışlamayı meşru görüyoruz. Peygamberler, dinciliğin istediği anlamda işlevsel yapıldığında Allah’ın muradına değil, dinciliğin menfaatine hizmet etmiş oluyorlar. Bunun kırılması lazım.”
Tarihin İlk Deistleri İki Müslüman Düşünürdür:
Antik çağ filozoflarında deizmi anımsatan bazı kırıntı fikirleri bir kenara koyarsak bugünkü anlamda deizmi ilk telaffuz eden (hatta sistemleştiren) düşünürler şu iki Müslüman isimdir:
İbnürrâvendî (ölm. 301/913), Ebu Bekr er-Râzî (ölm. 113/925)
Bu iki düşünürün fikirleri hakkında ayrıntılar elinizdeki eserin üçüncü bölümünün son faslında verilmiştir.
Batı insanının deizme bir tür kurtarıcı gibi sarılmasını bu gerçeği de dikkate alarak değerlendirmemiz gerekir.
Kitabı Mukaddes’in peygamberlere reva gördüklerini biz, gerçekten yaşanmış fiiller olarak Müslüman dünyadaki tarikat şeyhlerinde görmekteyiz. Batı insanı hem kilise-engizisyon cellatlarına hem de Tevrat’ın tanıttığı peygamberlere bakarak dinden nefret etmiştir. Müslüman dünyanın akılcı ve temiz vicdanlı insanları ise tarikat şefleriyle dini temsil ettiğini söyleyen saltanat dincisi azmışların pisliklerine bakarak dine karşı çıkmıştır.
Tevrat’ın peygamberlik anlayışında peygamberler en büyük günahların, hatta putperestliğin girdabına düşebilen, zina işleyen, çıkarları, şehvetleri için adam öldüren, rıza tasallutta hiçbir sakınca görmeyen insanlar olabilmekteler. Tevrat, bu kötülüklerin en rezillerini Kur'an'ın en muazzez peygamberler arasına koyduğu Davud ve Hz. Süleyman’da görmektedir. Tevrat’tan izleyelim:
DAVUT PEYGAMBER
Tevrat’a (Ahdi Atîk’e) göre, Davut peygamber Yahuda torunlarından Beytülahmli Yesse’nin oğludur. Beniisrail tarihinde peygamberlikle krallığı şahsında birleştiren ilk kişi, Davut’tur. Kudüs’ü başkent yaparak yönetimi merkezi bir idareye kavuşturan da Davut olmuştur.
Ahdi Atîk, Davut’un zinakâr bir kral olduğunu ve zina işleme arzusunu gerçekleştirmek için de bağlantılı bir kaç günaha daha battığını söylemektedir.
Şimdi, Ahdi Atîk’in İkinci Samuel kitabını (II. Samuel, 12/7-24) izleyerek durumu daha yakından görelim:
9 karısı ve birçok cariyesi bulunan Davut, ordusu savaşta iken, savaşa katılanlardan Hitti Uriya adlı askerin yıkanmakta olan karısı Bat-Şeba’yı görür ve onu celbedip yatağına alır ve onunla zina eder. Asker Hitti Uriya döndüğünde, Bat-Şeba, Davut’tan gebedir. Davut, durum ortaya çıkmadan Hitti Uriya’yı tekrar orduya gönderip eline de bir mektup verir. Bu gizli mektup, ordunun komutanına yazılmıştır ve Davut’un şu isteğini içermektedir. ''Hitti Uriya’yı savaşın en tehlikeli saflarına koy ve ölmesini sağla.” Ve komutan öyle yapar ve Hitti Uriya ölür.
Bat-Şeba, Davut’a kalmıştır. Davut onu alıp öteki karılarının arasına katar.
Şu niteliklere sahip bir adam bırakın peygamber olmayı, sıradan bir haydut bile olamaz, kudurmuş ve kanlı bir haydut olur.
Davut’un Bat-Şeba’nın zina ürünü çocuğu ölür. Kadın yeniden gebe kalır ve Süleyman’ı doğurur.
İşte Tevrat’a göre, kendisine dört büyük kutsal kitaptan biri olan Zebûr’un vahyedildiği Davut böyle biridir ve biraz sonra yakından göreceğimiz Süleyman Peygamber de onun oğludur.
Kur’an, Davut Peygamber’e bu suçların hiçbirini isnat etmez, tam aksine onu ‘Allah’ın en güzel kullarından biri’ olarak tescil edip yüceltir.
SÜLEYMAN PEYGAMBER
Adı İbranice’de ‘sağlık’ anlamına gelen Süleyman, Kudüs'te doğdu. Davut Peygamber’in zina ortağı Bat- Şeba adlı kadından doğan ikinci (bir rivayete göre dördüncü) çocuğudur.
Süleyman yirmi yaşında kral oldu. İlk iş olarak krallığına sıkıntı yaratması muhtemel bütün düşmanlarını ortadan kaldırdı. Bölgesindeki kralların kızlarıyla evlenerek krallığını tahkim etti. Karılarının sayısı 700, cariyelerinin sayısı üç bini bulmuştur.
Bugünkü Kudüs'te Emevîler tarafından uydurulmuş bir isimle ‘Mescidi Aksa’ diye anılan ve esas adı Süleyman Mabedi veya Beytülmakdis olan binayı o inşa etmiştir.
Binanın yapımında babası Davut’un yakın dostu olan Sur Kralı Hiram’dan büyük destek alan Süleyman, adı yine Hiram olan bir baş mimarı da binanın yapımında görevlendirdi. Bina yedi yılda tamamlandı.
Süleyman, anılan mabedin inşasından sonra, tamamlanması on üç yıl süren bir krallık sarayı yaptırdı. Sarayın süslemelerinde sınırsız altın, değişik türden nadide mücevherler kullanıldı. Kral Süleyman'ın tahtının bulunduğu yere altı basamakla çıkılıyor ve her basamakta iki altın arslan heykeli bulunuyordu. Tahtın üzerine her kolu ayrı bir yöne uzanan yedi kollu bir altın şamdan yerleştirilmişti. Tahtın çevresinde nadide süslemelerle bezenmiş ve kâhinlerin oturmasına yarayan koltuklar bulunuyordu, (bk. Ahdi Atîk, II. Samuel, 11/27, 12/18, II, Krallar, 2/1-3, 19-46, 3/1, 6/1, 38, 7/1-12, 10/14-29, 11/42)
Süleyman, altın ve at ticaretini kendi tekeline almıştı. (Krallar, 10/28; II Tarihler, 9/28)
Bazı eşlerinin de katkısıyla Süleyman ömrünün son yıllarında sapıtmış ve putlara tapmaya başlamıştır. (I. Krallar 11/9-43) Süleyman bu sapmaların ardından Tanrı tarafından cezalandırılıp her şeyini yitirmiş, kala kala bir tek dayanıp oturduğu asası kalmıştır.
Süleyman nihayet kırk yıl süren saltanatının sonunda öldü ve babası Davut’un gömülü bulunduğu Kudüs'e gömüldü.
Tevrat'ın Süleyman Peygamber’le ilgili verileri bunlar. Kur’an ise aynen Davut bahsinde olduğu gibi, Süleyman’ı da ‘Rabbe yönelmiş güzel bir kul’ olarak niteler, tenzih ve takdis eder.
İşin bir yanı bu. İkinci bir yanı var: İsrailoğulları, Kur’an’ın açık şikâyetiyle, peygamberlerden bir kısmını katletmiştir. Bu kavmin lanetlenmesinin sebebi de budur.
Deizmin Batı'daki zuhurunu ve yükselişini değerlendirirken bu noktayı da gözden uzak tutmayalım.
Şimdi biz, böylesine rezil suç ve günahlara gırtlağına kadar batmış ‘peygamber’ unvanlı bu iki şahsın insanlığa mutluluk ve barış getiremeyeceğini söyleyerek bunları ve anlattıkları dini reddedip Allah’a imanını koruyan deistleri, bu anlatılanlara bakarak Allah’ı da inkâr etmedikleri için takdir ve takdis mi edeceğiz yoksa bu rezilliklerin sahiplerinin önerdikleri hayat tarzını izlemedikleri için suçlayacak mıyız? Doğrusu, ikincisini yapmak bütün insanlık ve akıl değerlerine ihanet olur.
Kim ne derse desin, Kur’an birinci yolu tercih etmiş, bunun için de bu yolu seçen deistlerin kurtuluşunu garanti etmiştir.
Erich Fromm |
“Fikirleri bildiren, aynı zamanda onları yaşayanlara peygamber diyebiliriz. Eski Ahit peygamberleri, aynen bunu yapmışlardı. Onlar, insanın varoluşunun cevabını bulması gerektiği ve bu cevabın aklı ile sevgisinin gelişimi olduğu görüşünü bildirmişlerdi; ayrıca alçakgönüllülüğün ve adaletin, sevgi ve akılla ayrılmaz şekilde bağlı olduğunu öğretmişlerdi. Vaazlarında söyledikleri neyse onu yaşamışlardı. Gücün peşinden koşmamış, hatta ondan kaçınmışlardı. Peygamber olmanın gücünü bile istememişlerdi. Kudretten etkilenmemişler ve hapsedilmelerine, sürgüne gönderilmelerine veya ölümlerine yol açmış, bile olsa daima hakikati söylemişlerdi."
Kendilerini bir kenarda tutup ne olacağını görmek için bekleyen insanlardan değillerdi. Yoldaşlarını cevaplamışlardı, çünkü kendilerini sorumlu hissediyorlardı. Kesinlikle hakikati gördükleri için, onu anlatma sorumluluğunu duymuşlardı. Tehdit etmediler fakat insanoğlunun karşı karşıya kaldığı seçenekleri gösterdiler. Başkalarına olan onlara da olurdu. Alçakgönüllülük görüntüde değil içlerindeydi” (Fromm, İtaatsizlik Üzerine, 18)
EN TEHLİKELİ İDEOLOJİ DİNCİLİK KARŞISINDA DEİZM
Dindarlar ve deistler kadar insana saygılı ateistler de, ortak bela olan dincilik karşısında bu gerçekleri bilerek mücadele edeceklerdir. Yoksa dincilik tümünü yerle bir eder. Maun suresinin beyyinelerinden alarak telaffuz ettiğimiz ‘dinci dinsizlik’, dini Allah’ın iradesine uygun olarak yaşamak isteyenlere rahat yüzü göstermemekte, onları dindışı ilan ederek kararsızlık ve perişanlığa itmektedir. Samimi insanlar; dini, dinciliğin istediği gibi yaşasalar akılları, vicdanları isyan ediyor; gerçeğine uygun yaşasalar dinciliğin ithamlarından kurtulamıyorlar. Böyle zalim bir tezgâhı, hiçbir ateizm veya zulüm ideolojisiyle kıyaslamak mümkün değildir. Bu kahır, Maun suresinin tanıttığı dinci dinsizlik tarafından üretilmektedir. Bunun içindir ki, biz, insanlığın inanç tarihiyle meşguliyeti meslek edinmiş insanlar olarak şunu tespit etmiş bulunuyoruz:
İnsanlığın bütün zamanlarında, bugün ve yarın en büyük ızdırap kaynağı dincilik belası olmuştur, olmaktadır ve olacaktır. Bu belayı ikinci sıraya atacak bir musibete henüz rastlanabilmiş değildir.
İnsanlık, mutluluk ve gerçek din adına verilecek en onurlu ve en önemli mücadele dincilikle mücadeledir. İnsanlık bunu gerçek anlamıyla kavradığı ve gereğini yaptığı gün, mutlu olacaktır.
DİNCİLİĞİN ÜRETTİĞİ BELA
Temel niteliği bağy ve gulüv (azgınlık, tasallut, tecavüz) olan dincilik, din hayatına, Allah’ın din dışı ilan ettiği egemen kılarak da büyük tahribat yapmaktadır. İkrah (baskı, zorlama, dayatma, şiddet) iki belanın aynı anda üremesine yol açıyor: Karşı şiddet, riyakârlık. Büyük çoğunluk, karşı şiddete gücü yetmeyenlerden oluştuğu için, dinciliğin ikrahından korunma çaresi olarak riyaya sığınılmaktadır. Böylece, toplum kişiliksiz kölelere dönüşmekte, din ise akıldışılığın kutsandığı bir uydurmalar kurumu oluvermektedir. Bu bozuk gelişmenin İslam dünyasındaki sonucu şu:
'Müslüman toplum’ tabelası altında müşrik bir toplum oluştu, Müslüman camianın bütün emekleri boşa gitti. İslam'a en taze döneminde musallat olan Emevî dinciliği, riyayı işte bu zihniyet ve bu yöntemle Müslüman kitlelerin kaderi haline getirdi. Karşı fiilî çıkışları kanla boğdu. Ebu Zer (ölm. 32/652) ve İmamı Âzam (ölm.150/767) gibi, şiddetsiz karşı çıkanları ise “Fitne çıkarıp ümmeti fesada veriyorlar” ithamıyla yok etti.
Asla unutmayalım: “Fitne çıkarıyorlar” ithamı, tarih boyunca dinciliğin en kahpe, en namussuz ama en ‘verimli’ susturma aracı olmuştur. Aynı araç bugün de aynı mantıkla kullanılmaktadır. Günümüz dinci siyaset lügatinde fitne’ daha çok ‘darbe yapmak’, ‘hükümeti devirmeye teşebbüs’ tabirleriyle ifade edilmektedir.
Dinci siyaset zihniyet ve lügatinde yönetime her türlü karşı çıkış ve eleştiri, sıbyan mektebi çocuklarından bile gelse ‘darbeye teşebbüs’ olarak nitelenmekte ve takibe uğramaktadır. Hatta bu takiplerde 13-14 yaşlarında çocukların bile ‘darbeci’ ithamıyla katlediklerine tanık olabilmekteyiz. Doğrusu bu, eski firavunlar saltanatının, Beniisrail içinden ‘darbeci’ biri çıkacak diye firavun saltanatına karşı çıkan kitle kadınlarının rahmindeki çocukları katletmesiyle örtüşen bir kudurmuşluk dehşetidir. Ve bu yüzyılda ‘demokrasi’ tabelası altında sergilenen vahim bir firavunluk göstergesidir.
İYİLİK VE KÖTÜLÜĞÜN KAYNAK KURUMU OLARAK DİN
Giordano Bruno |
“Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar.”
İkinci dikkat çekiş olarak birçok söz ve söylem öne çıkarılabilir. Ben bir tanesini alıyorum. Türk düşünce tarihinin önemli isimlerinden biri olan Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi (ölm. 1914) şöyle diyor:
Şehbenderzade Filibeli Atmet Hilmi |
Kur'an m bu paradokstan şikâyetçidir. Esas dinsizlerin, dinin inkar edilmesine yol açanlar olduğunu ve bunların dini yalancı çıkardıklarını söyleyen Kur’an’dır. O devrimlerin devrimi üç satırlık sure olan Maun’un dört kelimelik ilk ayeti şunu soruyor:
"Gördün mü o, dini inkâr edeni/dini inkâr ettireni/dini yalancı çıkaranı?”
İlimleri ve fenleri geniş anlamıyla din ve biraz daha dar anlamıyla felsefe doğurdu. Bugün felsefeyi de dini de kontrol etme mevkiinde gördüğümüz ilim, din ve felsefenin ufuklarında vücut bulmuştur. İlmin daha sonraki zamanda ilimle din ve felsefenin boğuşur hale gelmesinin sebebi esasta din değil, dini istismar eden dinci dinsizlerdir. Bunun içindir ki, dinci dinsizlerin, Allahçı deistlerden şikâyete hakları yoktur. Böyle bir şikâyette bulunabilmeleri için şu iki şartın varlığı gerekir: KendiIerinin namuslu olması, deistlerin namussuz olmaları.
Tarih bize göstermektedir ki, bu şartların hiçbiri henüz vücut bulmamıştır. Ne namuslu bir dinciye rastlamak mümkün olmuştur ne de namussuz bir deiste...
Deizm nedir, niçin ve nasıl doğmuştur?
Deizm, Allah’a imanda samimi olan, bu samimiyetin bir icabı olarak engizisyon zihniyetine savaş açan insanların yoludur. Deizm, dinci riyakârlığa karşı bir sığınak gibi telakki edildi. Eğer Allah’a imanda samimiyete bir anlam veriyor ve o anlamı korumak istiyorsak, gelecek zamanların en çok başvurulan çıkış yolunun da deizm olacağını söyleyebiliriz.
Kilise ve papaz dayatmalarından bunalanlar tarafından ilk olarak 16. yüzyılda İngiltere’de kullanılan deizm ta bir ve kavramı, meşhur olan tanımıyla, ‘Allah’a iman eden ama dinlere inanmayan’ bir felsefî mezheptir. ‘Cenabı Hakkın vücut ve vahdaniyetine iman itikadı’ olarak da tanımlanır. (Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Nedentanrıcılık mad.) Ne var ki, bu tanımlar, deist felsefenin nüanslarını tam olarak ifade etmiyor. Deist felsefenin temsilcileri içinde Allah ile birlikte peygamberlere inananlar da vardır. Ve bu ikinciler deizm tarihinin en büyük ve anıt isimleridir. Felsefe tarihinin dev ismi Immanuel Kant bunlardan biridir, Gazi Mustafa Kemal Atatürk bunlardan biridir.
Deist felsefenin dışlamak istedikleri bellidir: İnsanlığın tepesine bir zorba balyozuyla dikilen ve hayatı cehenneme çeviren sahte din ve onun karanlık temsilcileri. Deist felsefenin bir kurtuluş yolu gibi öne çıkmasına yol açan, işte bu ideallerdir.
Şu gerçeğin altını çizmeliyiz: Deizm, dine karşı değil, ateizme (tanrıtanımazlığa, Allahsızlığa) karşı ortaya çıktı. Din adı altında insanlığı ateizme sürükleyen dinci zorbalığın, namıdiğer, şirkin yıkımını durdurmanın başka bir yolu yoktu. Çünkü dinci zorbalar, ortada, Allah'ın iradesinden çıktığı şekliyle bir din bırakmamışlardı,Akla saygılı, haysiyetli, riyadan uzak insanlar ya ateist olacaklardı yahut da deist.
İnsanlığın uyanışında eşsiz rolleri olan 18. yüzyıl Fransız düşünürlerinin tamamına yakını, özellikle Voltaire (ölm.1778) ve Rousseau(ölm. 1778) deist idiler. Rousseau, din adamlarının Tanrı’nın bize bağışladığı en güzel ve asil duyguları bozduklarından şikâyetçidir. Aynı şikayet Kur'an'ın da aslî şikâyetlerinden biridir. Dine musallat ekiplerin din adına yaydığı kahır ve beladan hepimiz şikayetçi değil miyiz? Bu adamların temsil ettikleri bir dine vicdanı ve aklı felç olmamış insanların tahammül etmesi düşünülemez. Bunların büyük kısmı, bütün insanlık tarihi boyunca ‘din adamı’ olmadı, ‘Allah’ın belası ve şeytanın uşağı'' oldu. İnsanlar, tarihe engizisyon gibi bir dehşeti bırakmış bu rezil sömürücülerle neden iman ve yaşam birliği kursun?! Böyle bir şeyi beklemeye kimin hakkı olabilir?!
Gerçek şu ki, Allah’a imanı korumak adına dinci zorbalığın kahır ve hezeyanlarına katlanmak, aklın kabul edebileceği bir tavır değildir. Çünkü insanoğlu, birileri ‘din’ demiş diye saçmalıklara inanmak zorunda değildir. İman dediğimiz o esrarlı mânâ; akıl, ikna ve samimiyet işidir. Dinci zebaniler kimi ikna etmişler de onlar dine bağlanmaktan kaçmış?!
Eğer dine lakayt olan insanlar bir gün gerçekten dindar olacaklarsa, bunun yolu deizm deneyiminden geçecektir. Bu deneyimden geçmeden girişilecek bir dindarlık, kısa bir süre sonra ya dincilik oluverir veya ateizme teslimiyetle sonuçlanır.
Özetleyelim: Deizm, ateizme ve en tehlikeli dinsizlik türü olan dinci dinsizliğe karşı çıkanların yoludur. Dinci dinsizliği insanlığa, deistlerden çok önce, Kur’an (Maun suresi) tanıtmıştır. Onun içindir ki biz, deistlerin metafizik dayanaklarının başına Maun suresinin yazılması gerektiğine inanmaktayız.
Dinci zorbalığın ve akıl düşmanlığının kahrına uğramış ölümsüz Müslüman düşünürlerin birçoğunun, adı konmamış deistler olarak anılabileceklerini tespit etmiş bulunuyoruz. Daha da önemlisi, şunu tespit etmiş bulunuyoruz:
Deizm tabirini ister kullanın, ister kullanmayın, şu gerçeği görmezlikten gelemezsiniz: Allah’a imanı korumak için bu iman dışındaki her şeyi feda edebilmeyi insanlığa bir kurtuluş yolu olarak öneren ve belleten kitap Kur’an’dır.
İNSANLIK DEİZME SIĞINMAK ZORUNDA KALABİLİR.
Din adına yürütülen ve dünyanın her tarafında her gün biraz daha egemen kılınan her türden dinci tasallut, insanlığı boğmaya devam ederse insanlık deizmi ciddi biçimde sahneye çağırmaya mecbur kalacaktır. Laikliğin koruyucu kalkanından yoksun bulunan Müslüman kitleler öncelikle buna mecbur kalabilir. Batı, laiklik sayesinde dinciliğin ağır yıkımından büyük ölçüde kurtulmuş durumdadır. Ama İslam dünyasının şu an için böyle bir şansı yok, İslam dünyası dincilik belasının kahrından kurtulmak için mutlaka bir çare arayacaktır. Çünkü İslam coğrafyalarında din adına hayatı cehenneme çeviren dinci tasallut her gün biraz daha güçlenerek kitleleri hegemonyası altına almaktadır. Bu dinci tasallut, son yıllarda sadece Müslümanların hayatım cehenneme çevirmekle kalmamakta, dünyayı da ciddi biçimde tehdit etmektedir. Özellikle ürettiği şiddet ve terörle...
Hem Allah’a imanını korumak hem de dinci zulüm ekiplerinin günlük hayata tasallutundan uzak kalmak isteyenlerin bir sığınağa ihtiyaçları vardır. O sığınak, deizm olacaktır.
Maun suresinin tanıttığı dinciliğin lanetli riyakârlığı, hayatı giderek kuşatmakta ve hiçbir şer ideolojisinin cesaret edemeyeceği bir tasallutla günlük hayatı çekilmez hale getirmektedir. Haçlı emperyalizmin yıllardan beri Müslüman dünyayı, özellikle Türkiye’yi getirmek istediği yer burası olduğu içindir ki, sistemli bir biçimde laiklik ve Atatürk'ün altı oyuldu. Çünkü bugünkü dünyada dinci tasalluta karşı tek sığınak laikliktir.
Laiklik, İslam dünyasında zaten yoktu; Türkiye’de de yok edildi. Şimdi, laiklik öncesi dönemin ıstıraplı kulvarına yeniden girilecektir. Bu yeni dönemde, Allah’a imanında kararlı olan kitlelerin dincilik belasına karşı donanım ve şuur kazanmalarında deizm sahneye çıkacağa benziyor. Bu yol, hiç değilse Allah’a imanınızı korur. Sahte dini yani din sınıfının şirke bulaştırdığı dini yaşamaya kalktığınızda ise ya tahammül edemeyip ateist olursunuz yahut tahammül etmek adına akıl ve insanlık değerlerinden koparsınız. İkisi birbirinden kötüdür.
Deizm, böyle bir durumda en ideal kurtuluş yolu olarak görünmüştür ve yine de görünecektir. Gerçek dini yaşama şansı kalmayanlar, hiç değilse Allah’a imanı garanti eden deizm yolunu elbette ki devreye sokacaklardır. İlginç olan, Kur’an’ın da, sahte dinden kaçanların ateizme teslim olmamaları için o kapıyı aralamış olmasıdır.
Deizm, dindarlığa karşı geliştirilmedi, dinciliğe karşı geliştirildi.
Dinciliğin, hayatı bir zulüm, şiddet, riya kasırgası gibi kuşatması karşısında Allah’a iman bir tek şekilde korunabilirdi: Dini temsil ettiğini söyleyen habis ruhlu, şerir ekiplerin tasallutunu hayatın dışına atmak. Bunun tek yolu ise bu adamların temsil ettiği dine, hayatın günlük akışı içinde yer vermemekti. İşte deizm bunu yapan düşüncedir.
Kilise ve engizisyon kahrı altında akıl almaz acılar çeken Batılı düşünürler şunu görmüşlerdir:
Dini temsil ettiğini söyleyen habis ve şerir ekipleri günlük hayatınızda bir biçimde söz sahibi yaptığınız anda hayatınız cehenneme döner. Onların din dediğine din derseniz, Allah sizi reddeder; demezseniz dinciler sizi dinsiz ilan eder. Çare aranmış ve ne yazık ki, Kur’an’ın, din temsilcilerini deşifre eden beyyineleri bilinmediği için deizme sığınmıştır. Kur’an’ın beyyineleri eğer bugün de tanıtılıp belletilmezse yine sığınılacak yer deizm olacaktır.
Şunu da unutmayalım ki, Kur’an’ın beyyinelerini ortaya çıkarıp anlattığınızda dincilikle başınız derde girecektir. Başının derde girmesini göze alamayanlar, Kur’an’ınbeyyitlerini anlatamazlar. Onun içindir ki biz sürekli şunu söylemekteyiz:
İnsanlığın dinin vahye dayalı reçetesiyle kucaklaştırmak, sadece ateizme karşı sapmayı değil, deizme sığınmayı da devre dışı bırakmak isteyen muvahhit düşünürlere düşen görev, tarihin en zor ama en onurlu görevidir.
Biz, sürüp giden bu ‘diyalog’ adlı oyuna karşı çıkan beyanlarımızla, işte bu tezgâha, bu aldatmacaya, bu haçlı oyununa karşı çıkmaktayız; dinlerin ve Tanrı’nın isteği olan gerçek diyaloga değil.
Şunu görmezlikten gelemeyiz: İnsanlık dünyasındaki gelişmeler insanoğlunu alışık olmadığı bir şeylere zorluyor. Bu zorladıklarından biri de dinlerin asırlar süren kanlı bölücülüklerini aşarak bir ortak insanlık değerinde birleşmektir.
Sosyo-politik sebepleri ne olursa olsun, insanlık, dinler arası diyalog diye bir söyleme değer vermek zorunda kalmıştır. Çünkü dinlerin dayatmaları, kitleleri bunaltmis, laiklik gibi bir hukuksal güvencenin varlığına rağmen bunalım sona erdirilememiştir.
Dinler, riyakârlığın en ileri anlamda hayat tarzı haline getirildiği kurumlar olmasına rağmen bir yer gelmiş ki riya da kurtarıcı olmaktan çıkmış ve riyayı kutsallaştıran dinci ekipler bile başka bir çareye tevessül zorunda kalmışlardır. Bu çare, dinci riyakârlık deizmi telaffuza izin vermediği için, ‘dinler arası diyalog’ şeklinde patenti enin iş bulunuyor.
Samimiyetle soralım: Dinler arası diyaloğun felsefî esası nedir?
Dinler arası diyaloğun esası, herkesin Allah’a iman dediğimiz ortak noktada birleşmek kaydıyla öteki dinsel başlıkları devre dışı tutarak kucaklaşma zemini oluşturmak üzere gayret göstermeye söz vermesidir. Allah’a imanı korumak şartıyla öteki teolojik kabulleri (peygambere iman, dinsel ritüeller vs.) mesele yapmamak, deizmin tanımıdır. Bu demektir ki dinler arası diyaloğun esası da deizmde birleşmektir. Ne var ki geleneksel dinci riyakârlık bunun bu kadar açık telaffuz edilmesine asla izin vermez. Mutlaka ve muhakkak maske söylemler kullanılacaktır, kullanılmaktadır.
Dinler arası diyalog bir maske söylemdir.
Maskeyi kaldırıp, riyakârlığı dışlayarak konuştuğunuzda, arayışınız veya teklifiniz netleşir: Deizmde birleşmek.
Gerçek bir dinler arası diyalogun öncüsü de Kur’an’dır. Çünkü deizme kapı aralayan teolojik metin de Kur’an’dır. Kur’an bilmiştir ki, dinci riyakârlık deizmi açıkça telaffuzdan kaçınacak, onun yerine daha hafifletilmiş bir kavram kullanacaktır. O kavram, dinler arası diyalogdur. Kur’an ona da el atmıştır. Bin beşyüz yıl önce insanlığa yöneltilen şu çağrıya bakın:
“Ey Ehlikitap! Sizin ve bizim aramızda aynı olan şu söze gelin: ‘Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ın berisinden, kimimiz kimimizi rabler edinmesin!’ Eğer yüz çevirirlerse şöyle söyle: ‘Tanık olun, biz Müslümanlarız/Allah'a teslim olanlarız!" (Ali İmran, 64)
Görülüyor ki, diyalog ve beraberlikte esas alman tek şey var: Allah’ın birliği. Yani şirkin reddi. Kur’an, birlik ve diyalogun temeline, ‘olmazsa olmaz’ değer gördüğü Allah’a imam oturtmuştur. Peygamberlere iman bu noktada gündem yapılmamıştır. Açıktır ki, peygambere iman devreye sokulduğunda, diyalogun anlam ifade etmesi zorlaşacaktır. Çünkü peygamberler devreye sokulduğunda dinin pratikleri gündeme gelecek, onlar gündeme geldiğinde ise ‘din sınıfı’, ‘din adamları’, onların yüzlerce zübürü, dayatması, çarpıtması, saptırması, çıkarı devreye girecektir ki, dinler konusunda çıkmazın da Allah ile aldatmanın da kaynağı budur.
Kur’an, diyalog meselesinde, zirve değeri olan Allah’a imam esas alıp öteki değerleri her dinin kendi mensubuna bırakmıştır. Kur’an’ın bu tavrıyla, Bakara 62 ile Mâide 69’da belirlediği ‘kurtuluş şartları’nı, başka bir deyişle ‘kurtuluş için yeterlilik şartları’nı öne çıkarıp ‘efdaliyet şartları’nı burada da kenara koymuştur. Yani Bakara 62 ile Mâide 69’u bilvesile bir kez daha tekrarlamıştır.
Böyle bir diyalog ve birlik çağrısının felsefî esası nedir? Tartışmasız biçimde söyleyebiliriz ki, bu esas, dinlerin mensuplarının son tahlilde Allah’ın birliğine iman üzerinde ittifak edip öteki meseleleri bir kenara koymasının tanrısal iradeye uygunluğudur.
Bizim burada diyalogdan hayır bekleyen herkese altını çizerek önereceğimiz şudur:
Diyalogu, kitleleri kandırmaya yönelik geleneksel kabullerle kirletmek yerine, diyalogda deizmin öne çıkarılması gerektiğini ve (en azından) Kur’an’ın bunu istediğini insanlığa açık yüreklilikle ilan edin!
Diyalogdan işte o zaman hayır gelir; aksi halde Allah ile aldatma tezgâhının küresel bir işleyişini seyretmenin ötesinde bir şey kazanmamız mümkün olmaz.
DİYALOG VE HZ. İBRAHİM
Kur’an, dinler arası diyalog meselesinde tevhidin büyük peygamberi Hz. İbrahim’e yollama yapıyor. Daha doğrusu İbrahim’in kişiliğinde hanîfliğe yollama yapılıyor. Elinizdeki eserin muhtelif fasıllarında gösterdik ki, deizm bir anlamda hanîfliktir.
Şimdi, İbrahim’le hanîflik arasında örtüşme gören ve o bu örtüşmenin altını çizen ayetleri görelim ve unutmayalım: Kur’an bu örtüşmeye, dinler arası diyaloga çağrı yapan temel ayetin hemen arkasından dikkat çekiyor:
“Ey Ehlikitap! İbrahim hakkında neden çekişiyorsunuz? Oysaki Tevrat da İncil de ancak ondan sonra indirildi. Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz? İşte siz böyle insanlarsınız! Hakkında ilminiz olan şeyde hüccet yarıştırdınız. Peki, hakkında hiçbir bilginiz olmayan şeyde neden hüccet yarıştırıyorsunuz? Allah bilir ama siz bilmezsiniz. İbrahim ne bir Yahudi idi ne de bir Hristiyandı. O, sadece hanîf bir müslümandı/Allah'a teslim olandı. O, müşriklerden değildi. Şu bir gerçek ki, insanların İbrahim'e gönülce en yakın olanları, elbette ona uyanlar, bu Peygamber, bir de iman sahipleridir.” (Âli İmran, 65-68)
Bu bahsi bir öngörümüzü (veya kaygımızı) belirterek bitirelim. Daha doğrusu, dincilik avukatlarının bir namertliğini daha peşinen ifadeye koyalım: Bizim bu yazdıklarımız gündem olunca (veya dinciler bu eserimizi okuyunca), dinci namertliğin şu yaygarası başlayacaktır:
“Din-i mübin-i İslam ortada dururken, insanları deizme çağırıyor, yani dinsizliği terviç ediyor!”
Evet, aynen böyle diyeceklerdir. Kimler, biliyor musunuz? Vatikan’a kadar sürüne sürüne gidip Papa’nın huzuruna çıkan ve kendilerini ‘rabbin âciz kulları’ diye tanıtarak el etek öpüp arzı ubûdiyyet eden, sonra da ABD’de kendilerine tahsis edilen çiftlikte karargâh kurup Türkiye’de işbaşına getirilen ABD yapımı bir dikta yönetimiyle ele ele, kol kola, Atatürk Cumhuriyeti’nin altını oyan küresel dinci ekipler. Evet, bize deizm konusundaki saldırıyı öncelikle onlar yapacaklardır ve bunu, yukarıda verdiğimiz sözleri öne çıkararak yapacaklardır.
Kendileri aynı şeyi, kapitalist emperyalizmin temsilcileriyle Vatikan adına ikiyüzlü namert bir siyasetle yaptıklarında bu dinlerarası diyalog olacak yani makul olacak, biz aynı şeyi teolojik-felsefî bağlamlarını açık yürekle ortaya koyarak riyasız bir söylemle ifade ettiğimizde bunun adı dinsizliğe çağrı olacak.
TILLICH’İN DEVRİM MESAJI: TELAFFUZ EDİLMEYEN TANRI
Bize göre, Tillich’in hem genel felsefe hem de teolojik düşünce tarihinde gerçekleştirdiği en önemli devrim, onun ‘telaffuz edilmeyen Tanrı’ tezidir. Tillich, her insanın gerçek Tanrısının, onun söz ve iddialarındaki Tanrı değil, ‘son ve bağlayıcı realite’ olarak seçtiği değer olduğunu öne sürerek dinler tarihinde ve felsefede yepyeni bir ufuk açmıştır. Bize göre, tamamen Kur’ansal olan bu bakış açısı, öncelikle Maun suresinden destek almaktadır.
Sigmund Freud |
“Psikanaliz, bir düşünce sisteminin kendi tanımladığı duyguların bir yansıması mı, yoksa karşıt tutumları gizleyen bir usavurma mı olduğunu araştırır. Bunun yanında da düşünce sisteminin güçlü bir duygusal matristen mi doğduğunu yoksa boş bir kanı mı olduğunu sorgular.”
“Dile getirilmiş bir düşünceden daha çok, sözgelimi bir insanın komşusunu seyretme ya da bir çocukla konuşma biçimi, yeme, yürüme ya da el sıkma biçimi, bir topluluğun azınlıklara davranma biçimi inancın ve sevginin dışavurumlarıdır.” (Fromm, Psikanaliz ve Din, 67-68) ü
Demek oluyor ki, insanın ifade (dile getirdiği) ettiği ile ifa ettiği (yaptığı) ayrı ayrı şeyler olabilir. Genelde insan hayatının, özellikle de dinsel hayatın en önemli meselesi, bu ifade edilenle ifa edileni birbirinden ustalıkla ayırabilmektir. Kur’an bu noktada bize en büyük yardımı ve yöntemi Maun suresiyle vermektedir.
Tillich, bir insanın gerçek tanrısının, o insanın hayatının olmazsa olmazı ve amacı haline getirdiği değer (veya kişi) olduğunu söylüyor. Tezinin esası budur. Dâhi ilahiyatçı filozofa göre, insanın gerçek tanrısı, onun hayatında belirleyici olan neyse odur. Paraysa para, kadınsa kadın, şöhretse şöhret, mevki ise mevki, şiddetse şiddet. Bilinen Tanrı ve din söylemi, böyle bir insanda bir paravan veya maske olarak kullanılabilir; buna itibar etmemek lazımdır.
Tillich, insanın derinlerinde sakladığı ve hayatına yönverici kıldığı bu ‘telaffuz edilmeyen Tanrı’ya, bu ‘nihaî güc'e ‘ultimate reality’ (nihaî gerçek) ve ‘ultimate concern’ (nihaî bağlanma ve ilgi odağı) diyor.
Tillich’in bir ilahiyatçı filozof gözüyle gördüğü bu gerçeğin kapısı, Avusturyalı psikanalist Freud tarafından aralanmıştı. Freud sayesindedir ki, “psikanalist, dinsel olmayan simgeler sisteminin yanı sıra dinsel simgeler sisteminin de gerisindeki insan gerçeğini inceleyecek konumdadır. Asıl mesele insanın dine dönmüş ve Tanrıya inanmış olup olmadığı değil sevgiyi yaşayıp yaşamadığı ve gerçeği düşünüp düşünmediğidir. İnsan eğer böyle yaşıyorsa kullandığı simgeler sistemi ikincil derecede önemlidir. Ama eğer böyle yaşamıyorsa bunların hiçbir önemi yoktur.”
(Fromm, Psikanaliz ve Din, 20)
Bütün bunlar böyleyse şu varoluş gerçeğinin altını çizmek gerekecektir:
Her imanda bir inkâr, her inkârda bir iman vardır. Bunla un hangisinin gerçek olduğunu, kişinin nihaî realite olarak seçtiğine bakarak değerlendirmeliyiz; iddialara, söylemlere bakarak değil.
Tillich’in iman, özellikle Tanrı’ya iman konusundaki temel önerisi, onu farklı kılan düşüncelerinden birinin de ifadesi olmaktadır: İnsanın ‘son ve yüce ilgi noktası’ (ultimate concern), esası bakımından tanrısaldır. Bu nihaî ve yüce ilgi noktası, her insanda bir başka ad altında yaşayabilir. ‘Son ilgi noktası’nın dinler tarihindeki ortak adı Tanrı dır.
İnancının adını ne olarak verirse versin, her insanın bir ‘son ve yüce ilgi değer’i vardır. Bu değer, tüm değerlerden, arzulardan ve şartlardan bağımsız, özgür bir değerdir. Belirleyici, kuşatıcı temel değerdir. Bizim olanın, kısacası, ‘ben’in, hiçbir parçası onun dışında, ondan ayrı düşünülemez.
Bizim son ve yüce ilgi değerimiz, bizim, olmak veya olmamak noktamızı belirleyen değerdir. O, bizim sonsuzluk değerimizdir. İnsan, ait olduğunu hissettiği ve özlediği bu değerle sürekli bir biçimde ama değişik adlarla ilgilenmektedir. Tillich burada, ‘varoluş’ (existence) ve ‘varlık’ (being) ayrımı yapmakta, ‘varlık’ı daha esaslı bir değer olarak görmektedir.
Sonsuzluk değeri bizim için sadece telaffuz edilen değer değil, onun arkasındaki, altındaki varlık değeridir. O olmadan varoluştan söz edilemez.
Son ve yüce ilgi değeri kendini birtakım başlangıç-alt ilgilerle (preliminary concerns) ifade edebilir. Bu şu demektir:
“Resim, şiir, müzik teolojinin objesi olabilir. Ancak bu oluş, bu nesnelerin taşıdıkları estetik kıymet açısından değil, taşıdıkları son ve yüce ilgiyi ifade gücü itibariyledir.”
Maun suresinin söylemini esas alırsak, bu değerin bazen para ve hatta başkalarının hakkım gasp ederek elde edilen para olabileceğini görüyoruz. Son ve yüce ilgi (veya sonsuzluk değeri) bir isim meselesi değil, bir belirleyicilik meselesidir. Adına Allah, melek veya ölümsü/ lider deseniz de eğer söz konusu nesne sizin için ‘olmak veya olmamak’ noktasında belirleyici değilse o nesne sizin‘son ve yüce ilgi değer’iniz olmaz. Ve bu haliyle dinin .ilanı içine girmez.
İşle bu noktada, Kur’an’ın Maun suresinin, namazını niyazını menfaat aracı yapan ve bu aracı kullanarak kamunun haklarını çalıp çırpan kişileri, namazlarına niyazlarına bakmadan ‘dini inkâr edenler’ olarak damgaladığını ve onları lanetlediğini bir kez daha hatırlayalım. Böylesine ağır bir suçlamanın gerekçesi nedir? Gerekçe açık:
Kur’an, ‘Allah ve din’ söylemlerine, ibadetlere, namazlara rağmen, bazı kişilerin, Tanrı’yı ve dini nihaî realite olarak almadıklarını, onların gerçek nihaî realitelerinin para, dünyalık olduğunu görmüş ve ithamı ona göre yapmıştır.
Son ve yüce ilgi değer sizin iddialarınızı, giysilerinizi, mabede devamınızı belirleyen değer değil, varoluşunuzu belirleyen değerdir. Her insanın böyle belirleyici bir değeri vardır. Şeklinizi, sözlerinizi bilinen din ve Tanrı belirlese de varoluşunuzu belirleyen başka bir şeyse, sizin gerçek tanrınız, bilinen Tanrı değil, o belirleyici değer olacaktır. Bu belirleyici değer, mesela, maldır, paradır, şeyhinizdir, karınızdır, liderinizdir vs. Bu nihaî değer, kişilerin söylediklerine bakılarak değil, eylemlerine bakılarak belirlenmelidir. Maun suresinin yaptığı ve gösterdiği de budur.
Her insanın bu belirleyici değerinin din dışındaki alanlarda adı ne olursa olsun, din dilindeki adı Tanrı’dır. (Tillich, Systematic Theology, 1/13-15)
Unutmayalım ki, İslam Peygamberi, ümmetinin parayı, altını, gümüşü amaç edinenlerini ‘Paraya tapanlar’ olarak nitelemiş ve onları lanetlemiştir. Allah’a inanmadan paraya tapanlar lanetlenmemiştir de ‘Allah’a inandığını söyleyerek müminleri kandırıp belirleyici değer olarak paraya tapanlar, yani Maun mücrimleri lanetlenmiştir. Çünkü Tanrı Elçisi, onların, bütün Allah ve din söylemlerine rağmen, esas ve nihaî ilgi noktalarının para olduğunu bilmiştir. Hz. Muhammed’in bu tavrını, Paul Tillich’in tespitleriyle veya Paul Tillich’in tespitlerini, Hz. Muhammed’in bu tavrıyla birlikte bir kez daha değerlendirin.
Paul Tillich’in bu temel bakış açısından hareketle vardığı sonuçların en dikkat çekicisi, felsefî anlamda bir ateizmin varlığını kabulün mümkün olmadığıdır. Tillich’e göre, ateizm yoktur, Tanrı’nın başka bir adla anılması veya başka bir giysiyle ortaya sürülmesi vardır. Yani şirk vardır. Evet, ateizm yoktur, şirk vardır.
Nihaî ilgi kavramı, geleneksel anlayışların ‘Zât’ (varlığın dışında kişi) Tanrılarını hırpalamıştır ama vahyin tanıttığı Tanrı’nın gerçek çehresiyle anlaşılması bakımından tanımlanamaz büyüklükte bir hizmet vermiştir.
Dinler tarihinde, ufuk çizgilerini Kur’an’ın belirlediği, sisteme dönüşümünü ise Tillich’in yaptığı ‘Nihaî ilgi’kavramını, Tillich’in büyük eserinden giderek biraz daha irdeleyelim.
Tanrı kavramı nihaî ilgi ile eşitlenirse, geleneksel din anlayışının din içinde görmediği birçok insan ‘dindar’ sıfatını kazanabilecektir. Bu, dinler tarihinde de genel insanlık tarihinde de bir devrimdir, bir dönüm noktasıdır. Eklemek zorundayız ki, Tillich’in bu yaklaşımı, ondan on üç asır önce yaşayan İmamı Âzam’ın, iman ve mümin anlayışının bir tekrarı sayılabilir. Ne yazık ki geleneksel alışkanlık, İmamı Âzam’ın fikrini onu din dışı ilan etmek için bahane yaptığı gibi Tillich’in bu tespitini de alkışlamak yerine onu hırpalamak hatta ateist ilan etmek için bahane yapmıştır.
Evet, çok şaşırtıcı gelebilir ama 20. yüzyılın bu dev ilahiyatçı düşünürü, bazı çevrelerce ateistler arasına konmuştur. Sebep, geleneksel ilahiyatın Tanrı anlayışını bir tür putçuluk gibi görmesi ve Tanrı’yı bir ‘panteiştik spiritüalizm’ objesi yaparak O’nu varlığın bizzat kendisi olarak algılamasıdır. Gelenekçilere göre, Tillich, Tanrı’nın varlığını inkâr etmiyor ama O’nun ontolojik (bağımsız kişilik) yönünü yok sayıyor. Muarızlarına göre, Tillich’in bu anlayışı onu belki “materyalist ateist’ yapmaz ama ' teolojik ateist’ olmasını da önleyemez.
Tillich bu noktada en büyük eleştiriyi, Sydney Hook’tan almıştır. Hook, Tillich’i eleştirmekle yetinmemiş, eleştilerini tarihe şu başlık altında eserleştirerek bırakmıştır: “The Atheism of Paul Tillich ” (Paul Tillich’in Ateizmi), London, 1962
Tüm bu itham ve eleştiriler, büyük ilahiyatçı filozofumuzun misyonunu yerine getirmesine engel olamamıştır. Geleneksel dinciliğin Tanrı’yı küçülten dogmatik yaklaşımlarıyla, ahlakı kuralcılığın ötesine geçiremeyen şekilciliğini çok ağır biçimde eleştirmeye asla ara vermemiştir.
Tillich bununla da yetinmemiş, geleneksel teolojiyi bir biçimde eleştiren hemen herkesin düşüncesini öne çıkarıp değerlendirmiştir. Geleneğin ‘Allahsız’ damgasını vurduğu Nietzsche bu bakımdan çok tipik bir örnektir. Tıpkı, geleneği Kur’an adına eleştiren Muhammed İkbal gibi, Tillich de, ikiyüzlülüğe en yıkıcı darbelerden birini vurmuş olan Nietzsche’yi kucaklıyor, yüceltiyor.
Şunu söylemekte gecikmiyor Tillich:
“Nietzsche’nin ‘Tanrı öldü!’ söylemi yadırganmamalıdır. Onun ‘Öldü’ dediği Tanrı geleneksel Tanrı anlayışıdır ki, o, gerçekten ölmüştür.” (bk. James R. Lyons; The Entellectual Legacy of Paul Tillich, 6 6)
Tam bu noktada şunu da ekleyelim: Kur’an ateizmden, hatta dinsizlikten asla söz etmez; ama sahte ve yedek tanrılardan, sahte ve yedek dinden ısrarla söz eder. Dahası, Kur’an’ın, tüm karanlık ve kötülüklerin anası görerek bir numaralı düşman ilan ettiği şirk, bir ateizm veya dinsizlik değil, gerçek Tanrı’nın yerine veya yanma ikincil sahte tanrılar koyma illetidir. Şirk, büyük bir zulümdür (Kur’an, Lukman, 13) Ve zulüm ‘şeylerin, ait olmadıkları yere konması’ olarak tanımlanmıştır. Şirk, hem Tanrı’yı ‘olması gereken’ yerden başka yere koyarak hem de varlıkları olmaları gereken yerlerden başka yerlere koyarak ikili bir zulüm sergilemektedir.
Buradan hareketle şu sonuca varabiliriz:
Yedek ilahlı bir dine mensup olmaktansa dinsiz kalmak yeğdir. Dinsizlikte, ‘sahip olamadığımızın gerçeğini bulmak ümidi’ vardır. Sahte dinde ise bu ümit yok edilmiştir.
Olması gerekene yönelik ümitten yoksun kalmak, olması gerekene sahip olmamaktan daha büyük bir beladır.
Tillich ‘telaffuz edilmeyen Tanrı’ teziyle, geleneksel dinciliğe ve din sınıfına çok ağır bir darbe vurarak deizme ilginin artmasına, deist zihinlerin ferahlamasına katkı sağlamıştır. Onu ateist ilan etmeleri, bu darbeye duyulan öfkenin bir dışavurumudur.
PROF. DR. YAŞAR NURİ ÖZTÜRK
İstanbul Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Kurucu Dekanı
Murat Apay
Metin Düzenleme, Vurgu ve Fotoğraflar
0 Yorumlar