Arap Milliyetçiliği ve Türkler - İlhan Arsel


(d. 1920, İstanbul - ö. 7 Şubat 2010, Florida), 

Türkiye'nin Batı ülkeleri tarafından her görüldüğünden yakınan aydınlarımız, hemen her vesileyle şu tür görüşleri dile getirmekten geri kalmazlar: "Bir halkın büyük işler yapması isteniyorsa, o halkın kendine saygı duymayı öğrenmesi yetmez, ayrıca bu saygıya da saygı göstermek gerekir." Ne var ki, bu şekilde konuşurlarken, bu toplumu bin yıldan beri benliğinden vuran şeriat verilerinden habersizdirler; haberli olsalar bile habersiz görünürler. Bundan dolayıdır ki, İslam şeriatında "ırklar" ve "toplumlar" arası eşitlik ilkesinin esas olduğunu ve Muhammed'in "Ben Arabım, ama Arap benden değildir"' ya da "İnsanlar, bir tarağın dişleri gibi eşittirler. Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur" diyerek bu eşitlik ilkesini vurguladığını öne sürerler. Oysa bu bir yanıltma taktiğinden başka bir şey değildir, çünkü, ilerideki sayfalarda göreceğimiz gibi, Muhammed, her ne kadar eşitlik konusunda bazı şeyler söylemiş ve hatta Araplar hakkında iğneleyici bazı sözler sarf etmiş gibi görünmüş ise de, aslında Arap olmakla övünmüş, Arap kavmini insanlığın en üstünü ve diğer toplumların "efendisi" olarak ilan etmiş, Araptan olan her şeyi "iyi" ve Araba karşı olan her şeyi "kötü" bilmiş ve kısacası Arabi her bakımdan yüceltmiş, "kavm-i necib" olarak nitelendirmiştir. Onu söylemesine göre Araplar, İbrahim "Peygamberin ve onun oğlu İsmail'in zürriyetindendirler; onların soyundan süzülüp gelmişlerdir. Güya "üstün ve şerefli" bu soy içerisinde yer alan Kureyş kolunun ve bu kola dahil kendi aşiretinin (Benî Haşini'in) daha da asil ve üstün okluğunu anlatmak üzere şöyle demiştir: "Arapların en mükemmeli Kureyşlilerdir ve Kureyşlilerin en mükemmeli de Beni Haşim'dir." Böyle olduğu içindir ki, Arapları sevmeyi ve Araplara saygı göstermeyi İslamın adeta bir "iman şartı" haline getirmiş, örneğin şöyle demiştir: "Arapları sevmek (ve saymak) şu üç nedenle şarttır; Çünkü ben bir Arabım; çünkü Kur'an Arapça inmiştir; çünkü cennet sakinleri Arapça konuşur." Ve bu söylediklerini pekiştirmek maksadıyla şunu eklemiştir ki, gerçek Müslüman olabilmek için Arapları sevip saymak şarttır. Bu konuda aynen şöyle demiştir: "Arapları sevmek demek iman sahibi olmak demektir; onlardan nefret etmek dernek, imansız kalmak demektir. Arapları seven beni seviyor demektir. Kim ki Araptan nefret eder, benden nefret ediyor demektir." Bununla da yetinmemiş, bil" de İslama dahil toplumlara şu uyarıda bulunmuştur: "Arapları sevin ve onların yeryüzündeki varlığına destek olun, çünkü onların yaşamı ve varlığı, islamiyet bakımından ışık demektir; onların yok olması dernek Islâmın karanlığa dalması demektir.

Ne ilginçtir ki, bunları söylerken Muhammed, Nuh'un oğlu Sem'in soyundan gelme olduğunu söylediği "Asil Araplar" (El Arabu-I Arba) ile, daha sonraki bir tarih itibariyle Yemen'de ve Hicaz'da egemenlik kurmuş olan "Araplaşmış Araplar" (El Arabu'l Müsta'ribe) arasında fark gözetmemiştir. Şu bakımdan ki, Yemen'i "imanın yurdu" ve "fıkıh"ın (yani dinsel kavrayışın) kökeni olarak gösterirken, "iman"ın özellikle Hicaz hakkında olduğunu bildirmiştir. Başka bir deyimle şunu anlatmak istemiştir ki, nasıl ki Müslüman olabilmek ve Müslüman kalabilmek için namaz kılmak, oruç tutmak, hac yapmak zorunluğu varsa, Muhammed'i ve dolayısıyla Arapları sevmek, yüceltmek ve "efendi bilmek" de bir bakıma zorunluktur. 

Öte yandan Arap olmayanların Araplara karşı düşmanlık beslemelerini, kötülük etmelerini "müşuklik" olarak şöyle demiştir: "Araplara hakaret eden, Araplar hakkında kötü konuşan, Arapları aşağılatan kişi müşrik sayılır; zirâ Arapları küçültmek İslâm'ı küçültmek demektir." Hemen belirtelim ki, "müşrik" deyimi, "Tanrı'ya eş koşan", "putlara tapan" ya da "kâfir" gibi anlamlarda olmak üzere Muhammed'in en büyük düşman olarak gördüğü ve öldürülmelerini emrettiği insanlar için kullanılan bir deyimdir. Kur'an'ın koyduğu ayetlerden biri şöyle: "Müşrik'leri nerede görürseniz öldürün..." (K. Tevbe Suresi, ayet 5.) 

Arapları böylesine yücelten Muhammed, Araptan sonra en değerli toplum olarak Acemleri saymıştır. Buna karşılık Türkleri, insanlığa felaket getirici, tiksinti verici bir ırk olarak tanıtmıştır. Kur'an'da bu tanımla "Ye'cûc-Me'cûc" diye sözünü ettiği halklar Türklerdir. Bu doğrultuda olmak üzere, Türkler hakkında hiç de iç açıcı olmayan hadisler bırakmıştır. Onun "vahiy" olarak yerleştirdiği bütün bu veriler, yüzyıllar boyunca Arabın Türk düşmanlığı duygularının malzemesi olmuştur. İslam kaynaklarında yer alan Türklerle ilgili bölümlerin başlığı genellikle "Kıtalu't-Türk" şeklindedir ki, "Türklerle öldürüşmek" (Türklere karşı savaş) anlamına gelir. Muhammed'in söylemesine göre Türkler, "küçük gözlü, basık burunlu, yayvan suratlı, yüzleri kalkan gibi" olan bir ırktır ve onlarla öldürüşmedikçe kıyamet kopmayacaktır. Kur'an'ın (Kehf Suresi, ayet 83-101) ve (Enbiya Suresi, ayet 96) surelerinde geçen "Ye'cûc-Me'cûc" deyimini Muhammed, Türkleri tanımlamak için koymuştur. Bunun böyle olduğunu sadece Belâzurî ya da Celâleddin es Suyûtî gibi en sağlam kaynaklardan değil, fakat Osmanlı döneminin ünlülerinden Ahmedî'nin Iskendername'sinden ya da Asım Efendi'nin Okyanus 'undan ya da Ahterî Mustafa Efendi'nin Ahterî Kebîr"inden öğrenmek mümkündür. 

Ve işte Arabın Türk düşmanlığı duygularının kökeni, Muhammed'in yerleştirdiği bu tür hükümlerdir. Bu hükümlere dayanaraktır ki, Araplar, bedevisinden şeyhine varıncaya kadar, Türkü, yüzyıllar boyunca hep "kana susamış", "yabani", "cani ruhlu", "fikren yetersiz", "insanlığa felaket getirici", "İslam uygarlığını yok edici" vs. gibi aşağılamalarla tanımlamışlardır. Bu düşmanlık 1400 yıl boyunca sürmüş ve hâlâ da sürmekte ve her vesileyle kendisini belli etmektedir. 

Ve ne hazin ki, yukarıda pek kısa olarak özetlediğim ve ilerdeki sayfalarda ayrıca inceleyeceğim İslami veriler, sadece Arabın tarihi Türk düşmanlığını sağlamakla kalmamış, fakat Türk asıllı olanları dahi kendi öz toplumuna, yani Türke karşı düşman yapmıştır. O kadar ki "bilgin" sanılan Türkler arasında, Türkü bu tür hakaretlere layık bulanlar çıkmıştır. Örneğin Kanuni Sultan Süleyman döneminin Divan-ı Hümayun kâtiplerinden Hafız Hamdi Çelebi, padişaha sunduğu bir şiirinde, Türkün insanlığa felaket getirmek için yaratıldığına ve kanının helal olduğuna dair konmuş olan şeriat hükümlerinden ve özellikle Muhammed'in Türkü küçültücü sözlerinden esinlenmiş olarak, "Padişahım... Türk'ü öldiir, baban alsa da; O iyilik madeni, yüce peygamber: -'Türk'ü öldürünüz, kam helâldir'- demiştir" demekle sakınca bulmamıştır. Bizim ünlü ve "yüce" padişahımız Kanuni Süleyman da, sevgili şairin mısralarını terennüm etmekten geri kalmamıştır. Çoğu padişahlarımızın Anadolu Türklerine karşı besledikleri düşmanlığın kökeni, kuşkusuz ki Muhammed'in Türkleri aşağılatıcı sözlerinden kaynaklanmıştır. Yine bunun gibi, geçen yüzyılın ünlülerinden Ahmedî, Asını Efendi ya da Ahterî Mustafa Efendi gibi "bilgin" diye Türk toplumu tarafından baştacı edilenler, şeriatın Türkü küçültücü hükümlerine sarılmakta kusur etmemişlerdir. Bu olumsuz tutumun günümüzde devam etmekte olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 

Çoğu aydınlarımız Arap milliyetçiliğinin ve Araptaki Türk düşmanlığının, eski bir şey olmayıp, 20. yüzyıla özgü bulunduğunu sanarak elinizdeki bu kitap vesilesiyle bana çatmaktan geri kalmamışlardır. Örneğin bir profesör meslektaşım, kitabımla ilgili bir eleştirisinde şöyle diyordu: "Prof. Arsel, Arap milliyetçiliğinin ve bunun bir parçası olduğunu vurguladığı Türk düşmanlığının 7. yüzyıldan bu yana var olduğunu savunuyor. Oysa Osmanlı devletinin Müslüman unsurları arasında siyasi anlamda milliyetçilik bilincinin gelişmesi 20. yüzyılcı özgü bir olgudur. "* Kendisine şu yanıtı verdim: 

"Öyle sanıyorum ki, bu satırlarınızın her bir sözcüğünde yanılgı yatmaktadır. Çünkü bir kere Arap milliyetçiliği bilincinin 20. yüzyıla özgü olmayıp, Muhammed'e, yani 7. yüzyıla indiğini söyleyenler bizzat Arap (Müslüman ya da Hıristiyan Arap) yazarlarıdır ki, bunların arasında sizin pek değer verir göründüğünüz Antoııius dahi vardır. Hemen hepsi Muhammed'i, ilk Arap milliyetçisi olarak bilir. Öte yandan Arabın Türk düşmanlığı, Osmanlı devletine karşı 19. ya da 20. yüzyılda başkaldıran Arap gayretleriyle başlamış değil, fakat Muhammed'in Türkü hakir kılıcı sözleriyle ve örneğin 'Ye'cûcMe'cüc' konusunda Kur'an'a yerleştirdiği ayetlerle (ve ayrıca bıraktığı hadislerle) daha 7. yüzyılda gün yüzüne çıkmıştır. Kitabımda da belirttiğim gibi, İslam tarihinin ortaya koyduğu ilk gerçek şudur ki, kendisini Arap ümmetine Arapça Kıtr'a'n ile gönderilmiş "peygamber" şeklinde tanımlayan Muhammed, hem Arap milliyetçiliğinin ve hem de Tiirk düşmanlığının temel kaynağıdır. Arapları 'dil birliği', 'ırk birliği', 'gelenek birliği' vs. gibi objektif ve sübjektif unsurlar yoluyla devlet halinde toplamış ve sonra cennet ve ganimet vaatleriyle savaşçı ve saldırgan bir ruha sahip kılarak emperyalist yönde hazırlamıştır. Daha sonraki bir tarih itibariyle Arap ordularının, Orta Asya'lara uzanıp yüz binlerce Türkü kılıçtan geçirmelerinin hikâyesi, bu ibret verici gerçeklerde yatar. 

"Anımsamakta yarar vardır ki, Muhammed, ilk önceleri "her ümmete kendi içinden ve kendi dilinden" peygamber gönderildiğini söylerken ve kendisini sadece Araplara (hatta sadece Mekkelilere) gönderilmiş peygamber olarak tanıtırken, yavaş yavaş güçlendikçe, Arap olmayanların da peygamberi rolünü üstlenmiş ve böylece İslam adına fetihlere girişme olasılığını yaratmıştır. Fakat bütün insanlara gönderilmiş peygamber kılığına büründüğü zaman dahi: 'İnsanlığın en mükemmel sınıfı Araplarclır' ya da 'Arapları sevmek demek iman sahibi (Müslüman) olmak demektir; Arapları seven, beni seviyor demektir' şeklindeki sözleriyle Araplara, ilk kez milliyetçilik bilincini aşılamıştır. Bu bilinç sayesindedir ki, Arap toplumları, yabancı boyunduruk altına girdikleri zamanlarda dahi Araplık benliğine sahip kalabilmişlerdir. Osmanlı devletinin Arap unsurları, imparatorluğun artık iyice zayıflaması üzerine, bir yandan bu benliğe ve diğer yandan da bunda yatan Türk düşmanlığı duygularına sahip olarak, bağımsızlık mücadelesine girişmişlerdir. Hem de sizin yazdığınızın aksine 20. yüzyılda değil, fakat 19. yüzyılda. Başka bir deyimle, Osmanlı devletinin Arap unsurlarının bu girişimleri, o an doğmuş milliyetçilik heveslerinin değil, fakat Muhammed'den bu yana Araplarda zaten var olagelen 'milliyetçilik' ve 'Türk düşmanlığı' bilincinin ürünleridir. 

"Size katılamadığım diğer bir husus, kitabımın amacını yansıtmaya çalışan görüşlerinizdir. 'Kitabın amacı' diyorsunuz 'Arap milliyetçiliğinin sistematik bir tahlilinden çok, Arap milliyetçiliğini şeriatçılıkla izlettirerek bunun sadece laiklik değil, Türklük için de bir tehlike olduğunu göstermek.' Kitabımın başlığı 'Arap Milliyetçiliği' olmayıp Arap Milliyetçiliği ve Türkler olduğuna göre, amacın Araptan ziyade Türk'e yönelik sorunları kapsaması evleviyet ifade etmez mi? Bu evleviyeti, kitabın amacını şüpheli kılacak şekilde tekrarlamanızda ne anlam yattığını kestiremedim. Öte yandan yukarıdaki satırlarınız, sanki Arap milliyetçiliğini şeriatçılıkla özleştiren Araplar (ve aslında Muhammed)-değilmiş de, ben imişim havasını yaratmak itibariyle de isabetli düşmemektedir. Yine bunun gibi, Arap milliyetçiliğinin şeriatçılıkla özleşmesinin laiklik ve Türklük için tehlike yaratır olması, sizin yazdığınız şekilde, kitabın temel amacını teşkil etmemiştir. Kitabın asıl amacı, bir yandan Arap ve İslam geriliklerinin sorumluluğunu Türklere yükleyen Arap milliyetçisinin yalanlarını (ki bu yalanlar arasında İslamın özünün 'mükemmel' olduğu, fakat Türkler yüzünden bozulduğu ve Arabın yarattığı 'İslam medeniyeti'nin Türkler yüzünden sona erdiği gibi ya da buna benzer olanları vardır) yanıtlarken, diğer yandan bu yalanların Türk toplumu bakımından oluşturduğu sonuçları sergilemektir. Başka bir deyimle, İslam şeriatının özünün 'iyi' olmayıp 'kötü' olduğunu ve 'İslam uygarlığı' denen şeyin Arabın yapıtı ya da İslama dayalı bir şey olmayıp İslamdışı verilerin ve Araptan gayrı çevrelerin (ki bunlar genellikle Acem, Türk vs. unsurlardır) ürünü bulunduğunu ve şeriatın laiklik ya da Türklük için olduğu kadar, diğer şeriat toplumları için ve aslında bütün insanlık için yararsız ve açıkça söylemek gerekirse zararlı olduğu olgusunu vurgulamaktır. Öyle anlıyorum ki, bu sorunlar sizi, tıpkı çoğu aydınlarımız gibi, pek ilgilendirmiyor. Muhtemelen İslam şeriatının özünün iyi olduğu kanısına sahip ve 'İslam-Türk sentezi'ne yönelik bulunduğunuz içindir ki, kitabımın ana temasına pek değinmeyip, eleştirinizin hemen hemen üçte ikisini, Arap görüşlerine tahsis etmişsiniz. Benzeri eğilimlerle bana sataşan diğer bazı eleştiricilere çeşitli yayımlarımla ve özellikle Biz Profesörler adlı kitabımla yanıt verdiğim için, zaten fazla uzattığım bu satırları burada kesiyorum. Bununla beraber, şunu da eklemekten kendimi alamıyorum: Otuz yıl boyunca ders verdiğim Ankara Hukuk Fakültesi'nde, notu çok kıt hoca ilan edildiğim için, öğrenciler arasında adım 'Cebeci Celladı'na çıkmıştı. Eskiden idam cezaları, Hukuk Fakültesi'nin bulunduğu Cebeci Çayırında infaz edildiği için, muhtemelen karabet nedeniyle, bana bu ad yakıştırılmış olmalı! Bu lakabı, bütün korkunçluğuna rağmen, yadırgamayıp kendim için iftihar vesilesi saydığımı belirtmeliyim. Üniversite mezunlarının, bilgi hamulesinden ve düşünme gücünden yoksun olarak elde ettikleri diploma sayesinde bu memleketin başına nasıl bela kesildiklerini çok iyi bildiğim için, not 'cellat'lığını 'lazime' saydığımı inkâr edemem. Fakat görüyorum ki, siz, kitabımla ilgili değerlemeniz bakımından, benzeri bir lakaba benden daha layık bulunmaktasınız. Zira Türkün İslama girişinden bu yana, yani bin yılı aşkın bir süre boyunca, hiç el atılmamış bazı dinsel sorunları ilk kez sergileyen kitabım lehinde kadirşinas bir sözcük sarf etmekten titizlikle kaçınmışsınız. Bununla beraber ben sizi, hiç olmazsa 'kıt not verme' alanında, rakip olarak değil ve fakat iyi niyetlere sahip bir meslektaş olarak kabul ediyor ve samimi dileklerimi iletiyorum." 

Şeriatçılar, Arabın tarihi Türk düşmanlığının ve Türkü aşağılamalarının ortaya vurulmasını pek istemezler; çünkü şeriat verileriyle yıkanmış beyinleri, onları bir bakıma Araplaştırmıştır. Bundan dolayıdır ki, bizleri suçlamak ya da ortadan yok kılmak için ellerinden geleni yaparlar. Söylemeye gerek yoktur ki, İslam şeriatının bütün kötü yönleri gibi, Türklerle ilgili yönlerini de sergilemek ve eleştirmek suç değil, bilimsel bir görevdir. Asıl suç sayılması gereken şey, insanlık şahsiyetinin haysiyetine, akılcı verilere ve ulusal benliğe ters düşen şeriat buyruklarını halkımıza belletmek olduğu halde, belletenler (örneğin başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere din adamları) değil, fakat bu buyrukları sergileyen bizler suçlandırılmaktayız. Şeriat yönlüsü bazı savcılar, bizleri hapislere tıkmak için, hukuk ilkelerine ve adalet duygularına bile sırt çevirmektedirler. Çevirirlerken de fikir özgürlüğü temeline dayalı çağdaş uygarlığın, din verilerinin eleştirilmesi, hatta yerilmesiyle ve 'inanç rehberliği' yerine 'akıl rehberliğinin benimsenmesiyle sağlandığı gerçeğini bilmez görünmektedirler. Oysa şeriatın o korkunç ve felaket getirici içyüzünü öğrenebilmiş olsalar, bizlere karşı değil, fakat bizlerin yanında yer alacaklardır.





Murat Apay
Metin Düzenleme, Vurgu

Yorum Gönder

0 Yorumlar