ŞEYH BEDREDDİN’İ SPINOZA İLE OKUMAK


Çetin Türkyılmaz

Nazım Hikmet Şeyh Bedreddin Destanı’nı 1936 yılında yazdı. Bu muhteşem destanın yazılmasının birçok gerekçesi olabilir kuşkusuz; Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkan ve Şeyh Bedreddin’in müridleri tarafından gerçekleştirilen isyanın “ilkel düzeyde bir komünizm” fikrine, belki daha ziyade Platoncu bir -kadınlar dışında- her şeyin ortak paylaşıldığı ve mülkiyetin olmadığı bir “ortak yaşam” idealine uygun olması ve Nazım Hikmet’in de bizim topraklarımızda bu türden bir hareketin olduğunu gösterme çabası içinde olması olabilir bunun nedeni. Platoncu fikirlerin tam da Bedreddin’in yaşadığı dönemdeki (1359-1420) Trakya ve Balkanlar’da yaygın olduğunu biliyoruz. 

Bu dönemde Edirne Yahudi, Hristiyan ve Müslüman hocaların birbirleriyle tartıştığı ve eğitim faaliyeti yürüttüğü merkezlerden biriydi. Hristiyanlar ve “Müslümanlar Yahudi ustalarla ve Yahudiler Müslümanlarla çalışıyorlardı. … Müslümanlar, Yunanlılar, Dominikenler, Sufi ve Bektaşiler, Yahudiler ve Kabalacılar” karşılıklı etkileşim halindeydiler[1]. Bedreddin’in yaşadığı Edirne’de doğmuş olan çağdaşı Platoncu filozof Gemistos Plethon bu düşünceleri açıkça ifade etmiş bir heretik filozoftu[2]. Michel Balivet’nin de belirttiği gibi, “mülkiyetin herkes arasında paylaştırılma düşüncesi Müslüman ve Bizans dünyasına tamamen yabancı da değildir”[3]

15. Yüzyıl başındaki isyanının temel fikri (ve en önce Bizans tarihçisi Doukas tarafından dile getirilen temel fikri) iştirakçilik bu bölgede gerek Hristiyan gerekse Müslüman çevrelerde yaygındı. Nazım Hikmet buradan komünizmin bir prototipini, nüvesini çıkarma niyeti taşımış olabilir. Şeyh Bedreddin’in annesinin Hristiyan olması, müridi ve isyanın öncüsü Börklüce Mustafa’nın Hristiyan keşişleriyle diyaloğu ve hatta öldürüldükten sonra çarmıha gerilip, Ege köylerinde bu şekilde dolaştırılması, Yeni Platoncu Hristiyan dünyayla devamlı bir iletişimin olduğunu gösteriyor. Börklüce Mustafa isyanı, toprağın eşit mülkiyeti talebiyle başlamış bir köylü isyanı olması nedeniyle Thomas Münzer’in hareketiyle yakınlık gösterir. Engels’in Thomas Münzer hareketine ilişkin değerlendirmeleri “ortaçağ boyunca feodalizme karşı devrimci muhalefetin devam ettiği” ve bu muhalefetin “kendini, koşullara göre kimi zaman mistik, kimi zaman açık mezhep sapkınlığı, kimi zaman da silahlı ayaklanma biçimi altında gösterdiği” temel fikrine dayanır[4]

Bu düşünce sadece Hristiyan dünya için değil, Müslüman dünya için de geçerliydi; Bâtınîlik bütünüyle böylesi bir devrimci hareket olarak çağlar boyunca devam etmiştir[5]. Bu nedenle Gazali’nin Batıniliğe saldırmak için devlet tarafından görevlendirilmiş olması oldukça anlamlıdır: “Bâtınîlik mezhebinin iç yüzünü ortaya çıkaracak bir kitap yazma hususunda hilafet makamından kesin bir emir aldım”[6]. Engels Münzer hareketini bu şekilde değerlendirerek, onun kimi zaman ateizme yaklaşan panteistik düşüncelerine dikkat çeker ve cennet ve cehennemin bu dünyada olduğu düşüncesini Münzer’in savunduğunu dile getirir[7]

Nedim Gürsel buradan hareketle, Thomas Münzer hareketiyle Şeyh Bedreddin hareketi arasında açık benzerlik olduğunu savunmuştur[8]. Gerçekten de Şeyh Bedreddin’in düşüncesinde yer yer ateizme varabilecek bir panteizm ve cennet ile cehennemin bu dünyada olduğuna dair görüşler bulmak mümkündür. Bu perspektif kuşkusuz bizi Spinoza’ya bağlayabilir ama iştirakçilik ya da mülkiyet ortaklığına dayanan bir ilkel komünizm çerçevesinde bundan daha öteye ilerlememize Şeyh Bedreddin’den bize kalan kaynaklar izin vermiyor; ne İslam Hukukuna dair kitaplarında[9] ne de Varidat’ta mülkiyet ortaklığına dair bir düşünce bulmak mümkün değil. Hilmi Ziya Ülken de İslâm Düşüncesi’nde aynı noktaya dikkat çekiyor[10]. Sadece Cami-ül fusuleyn’de (Yargılama Usulüne Dair) köleliğe ilişkin konuştuğu bazı bağlamlarda, “İslam ülkesinde temel ilkenin hür olmak olduğunu ve bir kişi kendisini doğuştan hür olduğunu iddia ederse, yargılamada onun sözünün kabul edileceğini”[11] dile getirir ama köleliğin de İslam’da kabul edildiğini ve buna uygun hukuk oluşturulduğunu göz önünde tutarak yargılama usulleri konusundaki araştırmasına devam eder.

Öyleyse bizim, Şeyh Bedreddin isyanındaki komünizm yönüne değil de Şeyh Bedreddin’in başyapıtı olan Varidat’taki varlık kavrayışına odaklanmamız lazım. Öte yandan, Bedreddin temel olarak varlık kavrayışında tasavvuf düşüncesine dahil edilse de, tasavvuf düşüncesi ile panteizmi de birbirinden ayırma konusunda Türkiye’de birçok deneme yapıldığını söylemek gerekir. Örneğin İsmail Fenni 1928 tarihli Vahdet-i Vücud ve İbn Arabi başlıklı kitabında özellikle İbn Arabi’nin tasavvuf düşüncesi ve varlık birliği görüşü ile vücudiye olarak adlandırdığı Spinoza’nın panteizmini karşılaştırır. Şöyle diyor İsmail Fenni:
“Spinoza’ya göre Allah ile âlem aynı şey olduğundan eğer âlem yok olsa –haşa- Cenâb-ı Allah’ın da yok olması lâzım gelir. Halbuki mutasavvıflara göre âlem, Cenâb-ı Hakk’ın vücudunda zâhir fakat her an yenilenme, başkalaşma ve değişikliğe uğrayan birtakım fânî ve yok olucu suretlerden ibârettir. Bunlar Onun esma ve sıfatlarının mazharları ise de Cenâb-ı Allah zât itibâriyle bunlardan müstağnîdir. Âlem yok olsa o zâtî sıfatıyla yine bâkî olur”[12]
Ayrıca İsmail Fenni, Spinoza’nın anlayışında Tanrı’nın “her şeyi hür olan iradesi ve dilediği gibi önceden takdir” etmiyor oluşunu, evrenin onun mutlak kudretinin gereği ve zorunlu olarak çıkıyor oluşunu, “İlâhî fiillerin gaye illetlerine dayanmıyor” oluşunu (yani onda teleolojik bakışın olmamasını) gözönünde tutarak eleştiriyor ve onu tasavvuf düşüncesinden ayırıyor. Tasavvuf düşüncesinde ise her şeyin Tanrının özgür iradesiyle olduğu, insan için de irade özgürlüğünün söz konusu olduğunu, “azâb ve sevâbın menşei”nin de bu seçme iradesinin olduğunu söylüyor[13]

Tasavvuf düşüncesinin, bu şekilde, Spinoza ile temsil edilen düşünceden ayrıldığını varsayarsak, Bedreddin’ini de tasavvuf düşüncesinden ayırmamız gerekecektir. Çünkü tasavvuf düşüncesi ile Spinoza’nın farkının konduğu her noktada Bedreddin Spinoza’nın düşüncesine yakın durmaktadır. Böylece hem Spinoza hem de Bedreddin bakımından bu varlık kavrayışı panteizme, panenteizme, ateizme, akozmizme veya materyalizme kayıyor mu sorusunu sormadan onun varlık kavrayışı ile bu kavrayışın nasıl mümkün olduğunu açıklayan bilgi görüşündeki birkaç noktaya Spinoza’nın düşünceleri temelinde bakıp bir sonuca ulaşabiliriz. Çünkü hem Spinoza hem de Bedreddin açısından bu sorulara hemen, el çabukluğuyla yanıt vermek çok zor görünüyor. Kazım Arıcan Spinoza’nın Tanrı Anlayışı başlıklı kitabında “Spinoza’yı salt olarak ateist, panteist, akozmik ya da pan-enteist olarak telakki etmek yerine, onun tüm bu anlayışları az ya da çok destekleyen veriler ileri sürdüğünü” savunuyor[14]. Ama hemen devamında Spinoza’nın pan-enteizme daha yakın olduğunu ileri sürüyor. Burada Cemal Bâli Akal’ın dediği gibi “[Spinoza’nın] tüm bu akımları bir yandan içerdiğini, öte yandan aştığını”[15] düşünmek daha tutarlı olabilir. Aynı şey Bedreddin için de geçerlidir.  Panteizm, panenteizm, ateizm, materyalizm vs. düşüncenin varlığı kavrama çabasındaki arayışlarda uğraklar gibidir.

Bu nedenle Nazım Hikmet’in Spinoza ile Bedreddin’in materyalizminden bahsetmesi de anlamsız değildir. Nazım Hikmet, kendi destanına yazdığı zeylde Spinoza’nın materyalizmi ile Bedreddin’in materyalizmi arasında bir karşılaştırma yapmak istediğini ama buna fırsat bulamadığını söylüyor[16]. Yukarıda da belirtildiği gibi, Nazım Hikmet bu destanı 1936’da yazdı ve hapishanede elindeki tek kaynak olan Şerafeddin Yaltkaya’nın Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin[17] adlı kitabı bulunuyordu. Yetersiz kaynakla bile bir bağlantı noktası yakalayabilmişti Nazım Hikmet. Bu destanın etkisi oldukça büyük olmuş olacak ki, İslam Felsefesi alanının duayeni Hilmi Ziya Ülken 1946 tarihli İslam Düşüncesi kitabında Şeyh Bedreddin’e geniş yer ayırıp, ayrıca Varidat’ın tam bir çevirisini kitabın sonuna ekleyip, Şeyh Bedreddin ile Spinoza arasında doğrudan bağ kurmaktadır[18]. Ama ilginçtir: Hilmi Ziya bundan yaklaşık yirmi yıl sonra 1967 yılında İslâm Felsefesi başlıklı kitabını yayınladığında, Şeyh Bedreddin’i bir önceki kitabında ele aldığı Tasavvuf düşüncesini korumakla birlikte, Şeyh Bedreddin’den hiç söz etmiyor. 

Bunun nedeni şuna bağlanabilir belki: Hilmi Ziya Ülken ilkin Nazım Hikmet’le başlayan tartışmaya müdahil olmak isteyerek Şeyh Bedreddin ile Spinoza arasındaki bağı heyecanla ortaya koymuş, daha sonra da özellikle Marksist çevrelerde 1960’larda Bedreddin’e yönelik ilginin oldukça yaygınlaşmasından ve Bedreddin meselesinin tamamen bir başkaldırı temasıyla ilişkilendiriliyor olmasından rahatsızlık duymuş olabilir. Bunu bir tarafa bırakırsak, Hilmi Ziya Şeyh Bedreddin ile Spinoza arasında en az dört noktada bağ kurduğuna dikkat çekmemiz konumuz açısından yeterli olacaktır: Tanrının doğa ile aynı oluşu (etkin ve edilgin olmak bakımından / natura naturans-natura naturata); beden ile ruhun mutlak varlığın sıfatları olması; maddenin Plotinos’ta olduğu gibi“menfi bir mefhum olmaması” ve irade hürriyetinin olmaması, sıkı nedensel zorunlulukta “ferdi hürriyet ve ihtiyari bir fiili kendisinde meydana getiren sebebleri bilmekten başka bir şey olmaması” bakımından[19]

Bir de İbn Arabi üzerinden Bedreddin’nin Kabala düşüncesine yakın bir anlayışı, “felsefeyi dinden üstün görme” anlayışı savunduğunu söylemesi de Spinoza düşüncesi açısından önemli olabilir. Bu düşünce Kabala’nın yanında Farabi’de de mevcut olan bir düşünce. Hollandalı Spinoza araştırmacısı Michiel Leezenberg “İslami Bir Filozof Olarak Spinoza” başlıklı yazısında “vahyin herhangi bir felsefi hakikat içermediği”ni düşünüyor olmaları bakımından Spinoza ile Farabi’nin birbirine oldukça yakın düşüncelere sahip olduklarını söylüyor. Öyle ki Farabi’nin burada dinin “cahil ve eğitimsiz yığınlara yönelik olduğunu” düşünmesi bakımından Spinoza’nın önceli Maimonides’ten ziyade Farabi’dir.[20] Bedreddin de Varidat’ta buna çok benzer bir düşünceyi dile getirmiştir. Örneğin Varidat’ın bir yerinde peygamberleri çocuk velilerine benzetir: “Velîler, çocukları olgunlaştırmak için olmıyan şeylerle korkuturlar; olmayacak şeyleri umdururlar onlara”[21].

Burada Spinoza’nın görüşleri açısından Bedreddin’in Varidat’ı göz önünde tutulursa, Hilmi Ziya Ülken’in birçok noktada Spinoza-Bedreddin bağlantısını yakaladığı ve doğru değerlendirdiği söylenebilir. Bu iddia tabii ki, Spinoza’da Bedreddin’i arama şeklinde değil de Bedreddin’i Spinoza üzerinden okumaya dayanıyor çünkü Spinoza’da Bedreddin’le bağ kurulubilecek herhangi bir gönderme yok. Türker Armaner “Spinoza ve ‘Zaman’ın Siyasi Bir Mekan Olarak Restorasyonu” başlıklı yazısında üstü kapalı bir biçimde Hilmi Ziya Ülken’in bağlantı kurma çabasını eleştiriyor. Şöyle diyor: “Tasavvuf üzerine bir çalışmamız olmadığı için bu karşılaştırmaları değerlendirebilecek durumda değiliz ama birbirlerinin metinlerini okuyup okumadığı meçhul yazarlar hakkında görünüşteki muhtemel benzerlikten yola çıkarak saptamalarda bulunmanın yöntemsel olarak ne derece uygun olduğundan kuşkuluyuz. Bu yaklaşım bir süre sonra her yerde tek ve aynı şeyi, ya da aynı karşıtlığı görmeye de yönelebilir”[22]. Armaner’in uyarısını dikkate almak gerekir kuşkusuz; nihayetinde iki farklı dönem ve iki farklı gelenek var denebilir. Ama öte yandan tinsel geçişlilik, nerelere kadar uzanacağı ilk bakışta kestirilemeyen bir etki tarihi ve Gadamer’in ifadesini kullanırsak, metinler ve onların yorumları düzeyinde “ufukların kaynaşması”nın da söz konusu olabileceği de göz ardı edilmemelidir. Sonuç olarak Bedreddin’de Spinoza’dakine benzer bir varlık kavrayışı olduğunu ve Hilmi Ziya’nın bunu doğru bir biçimde görmüş olduğunu söyleyebiliriz[23]. Şimdi bu iddianın Varidat metniyle bağlantılı olarak temellendirilmesi gerekir.

Öncelikle Varidat’ın oldukça düzensiz bir metin olduğunu söyleyelim. Zaten “İçedoğuş”[24] olması, belirli bir yöntemle ilerleyen, açılan, diskursif bir metin olmadığını gösteriyor. Müslim Akderin “Spinoza’da Şeyh Bedreddin İzleri” başlıklı yazısında bu durumun Spinoza’nın geometrik yöntemiyle bir karşıtlık oluşturduğunu düşünmektedir. Bedreddin’in “geometrici ve akılcı yöntem”e yabancı olduğunu, onun “sezgisel yöntemle varlık anlayışını temellendirdiğini” söyler[25]. Bu anlamda Varidat konular arasında ilişkisel belirlenimler yapmaktan uzaktır. Ama içerik bakımından, Bedreddin ile Spinoza arasında kurulacak olan bağlantı noktaları hemen hemen ortaya çıkmış görünüyor. Bunlardan ilki, Tanrı ile varlığın bir ve aynı şey olduğu düşüncesidir. Şöyle diyor Varidat’ta Bedreddin: “Bil ki var olan, Hak’tır, başka bir şey değil; maksad da ancak odur. (…) 

Bütün varlıklar, birbirine zıd bile olsa, tümden varlığa dahildir; ayrılık, ancak mertebeler dolayısıyledir; Hak’sa bunlarda bulunmakla beraber onlardan münezzehtir de. Bâtıl, varlık bakımından Hak’tır; bâtıl oluşu nisbîdir. Bütün mertebeler, cisimler âleminde mevcûd olup cisimler ortadan kalksa ruhlar ve mücerredâttan olan başka şeyler de ortadan kalkar-gider”[26] Bu ifadelerin doğrudan doğruya bir içkinlik düzlemini getirdiği ve her türlü aşkınlığı ortadan kaldırdığı kendiliğinden açık. Her ne kadar Tanrı bütün varlıklardan ayrıdır dese de, bütün aşamaların cisimler düzleminde olduğunu ve bu ortadan kalktığında geriye bir şey kalmayacağını söylemesi Deus sive natura anlayışına benzer bir varlık tasarımını gösteriyor. Zaten aynı paragrafın devamında Bedreddin insan bedeninin de (ve tabii ruhunun da ) tanrı (Hak) olduğunu söylüyor. Burada Spinoza’nın natura naturans ve natura naturata ayrımına benzer bir tarzda Bedreddin’in de Hakk’ı etkin ve edilgin oluş bakımından ayırdığını görüyoruz. Bu ayrım Varidat’ta iki ayrı yerde yapılır. Şöyle diyor birinde: “Bil ki Mutlak Varlık olan Hakk’ın, her mertebede iki yönü vardır: Biri te’sir ediştir ki o, faâldir; öbürü te’sir altında kalıştır ki bu da münfail oluştur. İlk bakımdan Allahdır, ikinci bakımdan âlemdir, yaradılmıştır…”[27]

Böylece Bedreddin yaratan ile yaratılanı, “etkin oluş” ve “edilgin oluş” bakımından aynı şeyin iki durumuyla açıklıyor. Burada insan bedeninin de tanrı oluşuna özellikle dikkat çekmek gerekir; Yeni Platoncu çerçeve içerisinde yorumlanan bu geleneğe aykırı bir durum bu. Bu açıdan bakıldığında, örneğin Plotinos’ta olduğu gibi, varlığa aksiyolojik bir değer atfedilmiş değildir ki, Bedreddin “âlemde hiçbir şey yoktur ki güzel ve çirkin yönü olmasın”[28] diyerek zaten bunu dile getirir. Beden, cisimler dünyası, maddi olan bütün bunlar Tanrının tezahürleridir ve, Spinoza’nın ifadesini kullanırsak, Tanrı’ya refere etmek bakımından bir yetkinliği gösterir. Bu anlamda Bedreddin’e göre “işler, sıfatlar, meydana gelen şeyler ve olgunluklar mazharlar vasıtasıyla[29] zâhir olur [görünür]. Mazharların tümü, kemâllerin tümünü (yani yetkinlik düzeylerinin tümünü) meydana getirir, tamamlar (…) Çokluk mazharlardadır; noksan sıfatlardan arı ve yüce olan Haksa birdir; bütün mazharlardan tecelli eder”[30] Tözün (tanrının / doğanın) özünü oluşturan sonsuz attributumlara göre sonsuz çeşitlilikte kendini ortaya koyma, bildiriş, türlü hallerle (moduslarla) görünüş, bütün bakımından yetkinliği kendisinde taşır; bu yetkinliği tamamlarlar. Böylelikle de Bedreddin’de tüm evren (etkin yönüyle tanrı olan evren) bir birey gibidir (individuum). 

Bununla ilgili olarak Bedreddin şöyle diyor: “Yüce Allah, ‘Yaradılışınız da, tekrar dirilmeniz de, bir tek kişinin yaratılması ve dirilmesi gibidir’ demiştir. Bu âyet, âlemin yücesi, aşağısı, görünmeyeni, görüneni bakımından bir tek şahsa benzediğine işarettir; demek ki eşyanın sayılı oluşu, a’zânın sayılı oluşu gibidir. A’zânın çok olması, sayılı bulunması, nasıl şahsın da çok ve sayılı olmasını icab etmezse, eşyanın çok ve sayılı oluşu da alemin birliğine zarar vermez ki, o da Hakk’ın suretinden ibârettir”[31]. Bu paragraf çok açık bir biçimde Spinoza’nın Ethica’danın II. Bölümünün 7. Lemma’sı ve bunun Scholie’sinde dile gelen şu düşünceyi önceler: bütün doğa bir bireydir (individuum) ve bu tek bireyin parçaları olan tüm cisimler bu bütün halindeki bireyde hiçbir değişiklik olmadan, onun sonsuz şekildeki tarzlarıdır[32], değişimleridir, türlü türlü halleridir, onun bildirimleri, mazhar oluşlarıdır. Bu türden bir birlik olarak tasarlanan varlık, evren zorunlulukla sonsuz, öncesiz sonrasız olmak durumundadır: “Âlem, cinsi, nev’i, zâtı bakımından mutlak olarak kadimdir; önüne ön yoktur; sonradan meydana gelişi zâtîdir; zaman bakımından değildir. Hakk’tan, zıd şeyler zuhur eder; bazısına razı olur, bazısına ise olmaz”[33] Ama bunların meydana gelmesi zorunludur. Bedreddin burada irade özgürlüğünü bütünüyle kaldırıyor ve yaratmayı tamamen doğanın zorunluluğuyla açıklıyor. 

Tanrının istediğini yapabileceği düşüncesini savunanlar, örneğin kelamcıların savunduğu gibi “yüce Allah dilediğini yapar” diyenler, Bedreddin’e göre Tanrı hakkındaki tam bir bilgisizliği, anlayışsızlığı gösterirler. Tanrı dilediğini yapamaz, Tanrı’nın dileği, şeylerin kendi zorunluluğuna bağlıdır. Ona göre, “Tanrının isteği, dileği, âlemin isti’dâdına göredir (…) Allah, bir şeyde o şeyin isti’dadı ne ise onu diler, isti’dadı olmıyan şeyi dilemez. Çünkü dilek, isti’dada tabiidir; kainatın tümü, istidada göre kendisinden meydana gelmiştir”[34]. Yani Tanrı şeylerin doğasındaki zorunluluğu, onların physis’ini kaldıramaz, buna aykırı hareket etmez, dilediğini keyfi bir biçimde yapmaz; keyfiyet yoktur, nedenlerin sıkı zorunluluğu vardır: “yere düşen her katrenin bir sebebi vardır”[35]. Böylece dışın, aşkınlığın olmadığı ve sıkı zorunluluğun işlediği bu içkinlik düzleminde her şey Tanrı olacaktır: “Azap, rahmet, acı, lezzet ve bunlara benzeyen şeyler, bil ki Hak’tır ve bu yüzden yerilmez de.”[36]

Bedreddin bütünün bilgisini de sezgiye (keşf) bağlıyor. Ama bu sezgiyi, tıpkı Spinoza’da olduğu gibi, akıldan bağımsız olarak düşünmüyor; aklın sezgisel kavrayışı olarak düşünüyor. “Aklın keşif yoluyla anlayışı daha tamdır, doğrudur ve yanılmaktan uzaktır”[37]. Bu bilgi bütünün bilgisidir ve “şeyleri ebedilik tarzında görme” (sub specie aeternitatis) bu bilginin bir biçimidir. Spinoza’da bu türden bilgi Ethica’da üçüncü tür bilgi olarak (intuitio) dile getirilir. Ethica’nın beşinci bölümünün 28. Önermesinde “Bir şeyi üçüncü bilgi türüyle bilme çabası ve arzusu birinci bilgi türünden değil, ikinci bilgi türünden doğabilir” diyor Spinoza. Yani sezgiye dayanan bütünsel kavrayış, imaginatio’nun değil, ratio’nun bir sonucudur; imgelemden değil akıldan kaynaklanır. Bu bütünü, ebedilik tarzında görme biçimidir; Bedreddin’in Hakk ül-yakıyn dediği anlama biçimi.  Bu kuşkusuz Sufinin, bilge kişinin, sapiens’in bilme tarzıdır. Ignorus (bilgisiz) ise, yani Bedreddin’in dilinde, avâm ise çoğunlukla alışkanlıkla hareket eder; bu nedenle onları belirleyen iki temel duygu korku ve umut olacaktır[38]. Bu nedenle yukarıda da belirtildiği gibi, peygamberler, çocukların velilerine benzerler ve korku ile umudu araç olarak kullanırlar. Bu anlamda, onların sırf eğitici ve yön tayin edici bir işlevleri vardır[39].

Böylece Spinoza düşüncesinin kimi yönleri bakımından Bedreddin’in Varidat’ını göz önünde bulundurmuş olduk. Hilmi Ziya’nın vurguladığı birkaç nokta, gerçekten de her iki filozofta karşımıza çıkıyor. Hiç kuşkusuz Spinoza’da olup da Bedreddin’de olmayan onlarca önemli nokta söz konusudur. Ama mevcut olan noktalar üzerinden “dünü bugüne, bugünü de yarına bağlama” çabasında olmak gerekliliği Bedreddin’i Spinoza üzerinden okuma azmimizi destekler. Nazım Hikmet de bu çabayı dile getirmiştir Bedreddin’le ilgili olarak:
 “…Bedreddin hareketini bütün azametiyle tetkik eden kalın ilim kitapları, Karaburun ve Deliorman yiğitlerini, etleri, kemikleri, kafaları ve yürekleriyle oldukları gibi diriltecek romanlar,
        Ne ah edin dostlar, ne ağlayın! 
        Dünü bugüne 
        bugünü yarına bağlayın!
diyen şiirler, boyaları kahraman tablolar lâzım.[40]

Gerçi işte bu “dünü bugüne, bugünü yarına bağlayan” düşünce ne Bedreddin’de ne de Spinoza’da vardır. Bu düşünce felsefeye Leibniz’le girmiştir[41] ve felsefede Alman İdealizmi’yle tam olarak şekillenecek ve Marx’a kadar devam edecek bir “tarihsel bakışı” belirlemiştir. Bedreddin’de buna benzer bir düşünce Varidat’ta sadece şu şekilde bulunmaktadır: “Tümün tümde oluşunda şübheyi, işkili meydana getirecek bir şey yoktur. Bütün varlıklar, her şeyde, hatta her zerrede mevcûddur. Görmüyor musun? Tohumda bütün ağaç mevcûd ve bütün ağaç o tohumdan vücud bulduğu gibi ağacın parça-buçuklarından her cüzü’de de tohum mevcûddur; tohumdan ağaç meydana geldiği gibi ağaçtan da tohum vücûd bulmaktadır”[42]. Ama bu kadarı ne “gelişim düşüncesi”ni ne de “tarihsel bakışı” sunabilir bize. Ama Spinoza üzerinden yapılan bir okumaya el verecek bir çok unsur  bu “cirmi küçük cürmü büyük”[43] eserde mevcuttur.



KAYNAKLAR
Akal, Cemal Bâli (2004). Varolma Direnci ve Özerklik. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
Akdemir, Müslim (2012). “Spinoza’da Şeyh Bedreddin İzleri” Felsefelogos. Yıl 17. Sayı 47. 55-61.
Arıcan, M. Kazım (2004). Spinoza’nın Tanrı Anlayışı. İstanbul: İz Yayıncılık.
Armaner, Türker (2004). “Spinoza ve ‘Zaman’ın Siyasi Bir Mekan Olarak Restarasyonu”, Felsefe Tartışmaları, 33. Kitap. 1-22.
Balivet, Michel (2000). Şeyh Bedreddin Tasavvuf ve İsyan. Çev. Ela Güntekin. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Engels, Friedrich (1990). Köylüler Savaşı. Çev. Kenan Somer. Ankara: Sol Yayınları.
Ertuğrul, İsmail Fenni (2008). Vahdet-i Vücûd ve İbn Arabî. Haz. Mustafa Kara. İstanbul: İnsan Yayınları.
Gazâlî (2012). Hakikate Giden Yol (El-Münkız Mine’d-Dalal). Çev. Ali Kaya. İstanbul: Semerkand Yayınları.
Gölpınarlı, Abdülbaki (2008). Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin ve Manâkıbı. İstanbul: Elif Kitabevi-Milenyum Yayınları.
Gürsel, Nedim (2011). “Thomas Münzer, Şeyh Bedreddin ve Nazım Hikmet”, Tarih, Ütopya, İsyan Şeyh Bedreddin. Derleyen: Barış Çoban. İstanbul: Su Yayınları. 55-67.
Hikmet, Nazım (1998). Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı, İstanbul: Adam Yayınları.
Kaygusuz, İsmail (2011) “Büyük Bilgin, Hukukçu ve Devrimci Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Mahmud”. Tarih, Ütopya, İsyan Şeyh Bedreddin. Derleyen: Barış Çoban. İstanbul: Su Yayınları. 93-130.
Leezenberg, Michiel (2012). “İslami Bir Filozof Olarak Spinoza”. Çev. Tanzer Yakar. Felsefelogos. Yıl 17. Sayı 47. 55-61.
Ocak, Ahmet Yaşar (2013). Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Siniossoglou, Niketas (2012). “Sect and Utopia in shifting empires: Plethon, Elissaios, Bedreddin” Byzantine and Modern Greek Studies. Vol. 36 No. 1, 38-55
Spinoza, Benedictus de (1989). Opera/Werke II. Hrsg. Konrad Blumenstock. Darmstadt: Wissenschaftliche Buchgesellschaft.
Ülken, Hilmi Ziya (1998). İslâm Felsefesi. İstanbul: Ülken Yayınları.
_______, (2015). İslâm Düşüncesi. Ankara: Doğubatı Yayınları.
Werner, Ernst (2009). Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa. Çev. Hakan Sevin. İstanbul: Kaynak Yay.
Yaltkaya, M. Şerafeddin (1994). Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin. Haz. Hamit Er.                     İstanbul: Kitabevi Yay.


[1] Siniossoglou, “Sect and Utopia in shifting empires: Plethon, Elissaios, Bedreddin”. s. 43
[2] Gemistos Plethon oldukça ilginç bir filozoftu: Zerdüştlük, İşrakilik (özellikle Sühreverdi) ve Yeni Platonculuk (özellikle Proclos) bağlantılı tüm bir geleneğe aşina olduğu iddia ediliyor. Platon’un felsefesini Aristoteles’inkinden özenle ayırırken (tabii Platon lehine) İbn Sina ve İbn Rüşd’ü de tartıştığını görüyoruz. Peloponnesos’un Sorunları Üzerine yazısında açıkça “toprak, üstünde yaşayan herkesin ortaklaşa mülkiyetinde olmalı” düşüncesini dile getirir (bkz. Kaygusuz, “Büyük Bilgin, Hukukçu ve Devrimci Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Mahmud”, s. 121).
[3] Balivet, Şeyh Bedreddin Tasavvuf ve İsyan, s. 90
[4] Engels, Köylüler Savaşı, s. 46
[5] Abdülbaki Gölpınarlı, hem Şeyh Bedreddin’i hem de onun “tarikat zincirinin” ilişkilendiği İbn Arabi’yi Batınilik içinde sayar (bkz. Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şîîlik, s. 146-148)
[6] Gazali, Hakikate Giden Yol (el-Münkız Mine’d-Dalâl), s. 102
[7] Engels, a.g.e., s. 57
[8] Gürsel, “Thomas Münzer, Şeyh Bedreddin ve Nazım Hikmet”, s. 57
[9] Kültür Bakanlığı tarafından çift dilli olarak yayınlanmıştır bu yapıtlar
[10] Ülken, İslâm Düşüncesi, s. 192.
[11] Bedreddin, Yargılama Usulüne Dair (Câmiu’l-Fusüleyn), s. 1124
[12] İsmail Fenni Ertuğrul, Vahdet-i Vücûd ve İbn Arabî, s. 81.
[13] A.g.e., s. 79
[14] Arıcan, Spinoza’nın Tanrı Anlayışı, s. 166
[15] Akal, Varolma Direnci ve Özerklik, s. 12
[16] Hikmet, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı, s. 272
[17] Yaltkaya’nın kitabının künyesi kaynaklar kısmında bulunmaktadır.
[18] Bkz. Ülken, İslâm Düşüncesi, s. 191-200.
[19] Ülken, a.g.e., s. 194-199.
[20] Leezenberg, İslami Bir Filozof Olarak Spinoza, s. 74.
[21] Şeyh Bedreddin: Varidat, [Varidat’ın A. Gölpınarlı çevirisini (Gölpınarlı 2008 içinde), diğer çevirilerle karşılaştırarak kullandık], s. 138.
[22] Armaner, “Spinoza ve ‘Zaman’ın Siyasi Bir Mekan Olarak Restarasyonu”, s. 20.
[23] Ernst Werner de Bedreddin ile Spinoza arasında materyalizm bakımından bir bağlantı olduğunu ifade etmektedir. (bkz. Werner, Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa, s. 53.)
[24] Varidat: İçedoğuşlar
[25] Akdemir, “Spinoza’da Şeyh Bedreddin İzleri”, s. 60.
[26] Bedreddin, Varidat, s. 135-136
[27] Bedreddin, Varidat, s. 147
[28] A.g.e., s. 179
[29] Yani, manifestatio’lar yoluyla.
[30] A.g.e., s. 142
[31] A.g.e., s. 161
[32] Spinoza, Ethica II, Lemma VII, Scholium
[33] Bedreddin, a.g.e., s. 136
[34] Bedreddin, Varidat, s. 141-142
[35] A.g.e., s. 134
[36] A.g.e. s. 134
[37] A.g.e., s. 177
[38] A.g.e. s.166
[39] A.g.e. s. 138
[40] Nazım Hikmet, a.g.e., s. 273
[41] Leibniz Monadoloji’de şöyle söylüyor: “Yalın bir tözün şimdiki durumu, doğal olarak, kendi daha önceki durumunun bir sonucu olduğundan, şimdiki durum da gelecekle yüklüdür” (bkz. Leibniz, Monadologie. Die Philosophischen von Gottfried Wilhelm Leibniz VI. s. 610).
[42] Bedreddin, Varidat, s. 133.
[43] Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, s. 217.

Yorum Gönder

0 Yorumlar