KADINA BAKIŞ


DOĞU VE BATININ GENEL HATLARIYLA 
KADINA BAKIŞI
 

Gülşen ÖZGEN
Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Ensitütüsü Anabilim Dalı Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Bilim Dalı Doktora Öğrencisi. 

Not: Bu çalışma Yard. Doç Dr. Osman Sezgin ile yapılan “Kültür ve Kişilik” dersi kapsamında hazırlanmıştır.



1. Giriş 

Bir Sanskrit öyküsüne göre, Tanrı Twashtri, kadını yaratmaya karar verdiği zaman erkeği yarattığı maddenin bittiğini, kadını yaratacak madde kalmadığını görür. Bir süre düşündükten sonra, şöyle bir çözüm bulur: Ay'ın yuvarlaklığını, sürüngenlerin kıvrımlarını, sarmaşıkların yapışkanlığını, sazların titreyişini, filin hortum ucunun ince duyarlılığını, ceylanın bakışını, arıların toplanmasını, güneş ışınlarının neşesini, rüzgarın dönekliğini, yaban tavşanının çekingenliğini, tavus kuşunun gösterişli kibirliliğini, karın soğukluğunu, ala karganın gevezeliğini, kokibanın cilvesini, turna kuşunun ikiyüzlülüğünü ve atın sadakatini alır. Bunları karıştırıp kadını yaratır! Erkeğe verir. Ama en fazla bir hafta sonra erkek geri gelir., Twashtri'ye şöyle yakınır: "Tanrım verdiğin bu yaratık, hayatı bana çekilmez hale getirdi! Sürekli konuşuyor, Benimle dayanılmaz derecede alay ediyor! Beni bir dakika yalnız bırakmıyor, hep kendisiyle ilgilenmemi istiyor ve bütün zamanımı alıyor. Aslı olmayan şeylere ağlıyor aylak aylak dolaşıyor. Onunla yaşama imkanım olmadığı için size geri getirdim" 

Twashtri," Peki" der ve kadını geri alır. Bir hafta sonra erkek tekrar gelir ve tanrıya şunları söyler: "Tanrım o yaratığı size verdiğim günden beri çok yalnız kaldım. Onun şarkı söyleyip dans edişini, göz ucuyla bana bakışını, beninle oynaşmasını, bana yapışmasını hiç unutamıyorum. Onun gülüşü müzikti! Ona bakmak, dokunmak, bana çok zevk veriyordu, Onu özlüyorum ve onsuz olmuyor lütfen onu bana geri ver." Twashtri bu sözler üzerine yine "Peki" der ve kadını geri verir.  Aradan üç dört gün geçer, erkek yine tanrının karşısına çıkar, kadından eski yakınmalarını yineler. "Bu yaratık bana zevkten çok dert oldu", diye yakınır sızlanır. Bu sürüp giden şikayetleri duyup kızan Twashtri hiddetle, "Çekil karşımdan! Bir daha şikayetlerini dinlemeyeceğim. Kendi işini kendin hallet" der. Erkek, "Ama onunla yaşayamıyorum" deyince, Twashtri, "Onsuz da yaşayamıyorsun," diyerek aradan çekilir.  İşte o günden beri, kadın ve erkek, karı koca olarak bu öyküdeki görevlerini sevgi saygı ve güven içinde benimsedikçe, ilişkilerini yaşam boyu sürdürmeye yemin ederek birlikteliklerini devam ederler (Robinson, 2000). 

2. Doğuda Kadın 

Tarih boyunca çeşitli toplumlarda kadının farklı statülerde bulunduğu, anaerkil aile yapısının geçerli olduğu bazı ilkel topluluklarda kutsallaştırıldığı, bazılarında ise erkeklerle eşit statü ve haklara sahip bulunduğu, ataerkil topluluklarda çoğunlukla erkeğe göre ikinci derecede bir statü taşıdığı ve hatta bazı kültürlerde hemen hemen hiçbir hak ve değere sahip olmadığı genel bir tespit olarak söylenebilir. Başlangıçta ana soyunun hakim olduğu anaerkil aile tipinin mevcudiyetini savunanlara göre insan hayatının kaynağı olması, doğurganlığı ve verimliliği sebebiyle kadın ilahlaştırılmış, tabiatla olan benzerliği sebebiyle tabiatın sembolü sayılarak verimlilik ilahesi olarak tasvir edilmiş, böylece bereket tanrıçası veya ana tanrıça kültü oluşmuş, neticede Kybele, Artemis, Demeter, Astarte, İsis, Afrodit veya Venüs adlarıyla kişileştirilerek tapınma konusu olmuştur (Aydın, 2001). 

Eski Türklerde kadının durumuna baktığımızda, Türklerin göçebe yaşamına rağmen, doğal geleneksel millî kültüründe kadının şahsiyeti canlıdır ve kadın erkek eşittir. Türk toplumunda, Devlet Başkanlığı hizmeti erkeğin tekelinde değildir. “Hatun-Hakan” ekibi yönetiminden sorumludur. Emirnameleri beraber imzalarlar. Öyle ki kamu yetkisi hakan ile hatun’un her ikisinde ortak olarak toplandığı için “hakan ve hatun buyuruyor ki” sözleri ile bir buyruğa itaat edilir, şölenlerde, kurultaylarda, tapınma ve törenlerde elçilerin kabulünde, savaş ve barış kurullarında hatun da hakan ile birlikte olurdu. 

Kadınların toplum ve devlet hayatı içindeki rolleri Türklerin Müslüman olduğu ilk yıllarda da devam etmiştir. Örneğin; Türk kültürünün kıymetli eserlerinden olan Dede Korkut Destanları ve Kutadgu Bilig’de kadınların bu dönemdeki yaşayışlarına dair önemli ipuçları bulunmaktadır. Dede Korkut Destanları’nda kadınların özellikle iki vasfı üzerinde durulmuştur, bunlardan birisi kahramanlık diğeri ise analıktır. Kadının kahraman olması, erkek kadar iyi ata binip, ok atıp, silah kullanması, savaşması hatta güreşmesi beklenmektedir. Dede Korkut Kitabı’nda sevgi ve saygı esası üzerine kurulmuş aile birliklerinden bahsedilmiş, çok kadınla evlilik hoş karşılanmamış toplum içinde olduğu kadar aile içerisinde de kadınların sahip olduğu önem üzerinde durulmuştur (Bulut, 2013). 

Anıl (2004), Kutadgu Bilig’de kadın kavramını ele aldığı çalışmasında eski Türk kültürünün kadınla beraber düşündüğü namus kavramı, İslâmiyet’in değerleri ile de örtüşmüş ve dinî akidelerle muhafaza altına alınmış olduğunu, eserde eski Türklerde görülen genellikle tek kadınla evlilik anlayışının devam ettiğini göstermesi bakımından birden fazla kadınla evliliğe yer veren beyite rastlanmadığını ifade etmiştir. Ayrıca kadın kavramının toplumsal hayatta yerinin tam olarak belirlenemediğini ve eski Türk geleneği ile yeni girilen kültürel muhitin arasında kalındığını; erkeğin kadına saygı göstermesi söylenirken aynı zamanda kadının eve kilitlenmesi gibi oldukça katı ve Türklerin sosyal hayatına uymayan bir tutum da göze çarptığını ekler: Agır tut tişig sen negü kolsa bir / Eving kapgı bekle yırak tutgıl er (Kadına saygı göster ne isterse ver; evin kapısını kilitle eve erkek sokma). Beyitlerde kadınla ilgili olumlu ve olumsuz özelliklerden de bahsedilmektedir. Eserde şahıs bazında tasvir edilmeyen, tanımlanmayan ideal kadın tipini evlenilecek kadın bahsinde görebiliriz. Yusuf Has Hacip, bu konuda Hz. Muhammed’in bir hadisinden hareketle evlenilecek kadında özellikle zenginlik, asalet, güzellik ve takva olmak üzere dört şey arandığını fakat bunların en önemlisinin de takva olduğunu belirtir. Fizikî güzellik üzerinde durulmamış, kadının güzelliği onun tavır ve hareketidir denilerek terbiyeye ve mâneviyata önem verilmiştir:  Kılınçı köni erse körki kelir/ Tişi körki kılk ol biligli bilir (Ahlâkı dürüst olan kimse güzel görünür; kadının güzelliği tavır ve hareketidir; bunu bilen bilir). Sakınuk arıg bolsa aşlı bolur/ Ol üç neng bu yirde bolur ay unur (Kadın takva sahibi ve temiz olursa, asil demektir ve diğer üç şey de onda birleşir, ey kudretli insan). 

İslam dini gerek İslam öncesi Arap toplumundaki dini anlayış gerekse yerleşmiş örf ve adetlere nispetle kadının sosyal, ekonomik ve hukuki konumunda önemli değişiklikler yapmıştır. Kur' an, insan olması bakımından kadını erkekle eşit bir varlık olarak kabul eder. Allah insanları daha huzurlu ve mutlu bir hayat sürmeleri için çift yaratmıştır (Kur'an-ı Kerim, 4/1; 30/2). İslam'da ilk kadın tarafından işlenen ve erkeğin de işlemesine sebep olunan asli günah anlayışı yoktur. Kur'an-ı Kerim Hz. Adem'le Havva'nın şeytan tarafından müştereken kandırıldığından bahseder (Kur'an-ı Kerim, 2/ 34-36; 20/121). İslam'da Hristiyanlıkta olduğu gibi ilk günah anlayışına dayanan kadın karşıtı bir söylem yoktur. Erkek olsun kadın olsun her doğan kişi günahsız doğar. Sonradan işlediği fiiller sebebiyle sorumlu olur. 

Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde görülen kadınlar bazı iş kolları etrafında örgütlenmelerinin Orta Asya’ya dayanan bir geçmişi vardır. Bu dönemde “Bacıyan‐ı Rum” olarak bilinen teşkilat “ahilik” teşkilatının kadınlardan oluşan yan koludur. Türkmen kadınların erkeklerle birlikte iş hayatına girmesi dikkat çekicidir. Bu gelenek ve kadına verilen önem Orta Asya’dan Selçuklu’ya ondan da Osmanlı’ya sirayet eden bir kültür mirasıdır (Doğan, 2001’den akt. Bulut, 2013). 

Kur'an-ı Kerim'de gerek yaratılış gerekse hak ve sorumluluklar yönünden erkeklerle eşit konumda olan bir kadın portresi çizilmektedir. Kadın Allah'ın kulu olması bakımından erkekle eşit seviyededir; dini hak ve sorumlulukları da aynı düzeydedir (Kur'an-ı Kerim, 3/195; 9/ 71 ). 

Hz. Peygamber'in kadınlara yönelik sözleri ve uygulamaları Kur'an'ın çizdiği bu çerçeveye uygundur. Onun şahsında kadınlar her zaman meseleleriyle ilgilenen, eşleriyle olan anlaşmazlıklarında ara buluculuk yapan, haklarını koruyan, erkeklere eşlerine iyi davranmalarını öğütleyen ve kendi yaşayışıyla da buna örnek olan bir dost ve hami bulmuşlardır (Aydın, 2001). 

İslam’a göre, Allah’tan başka her şey çifttir. Bu hakikat Kur'an-ı Kerim’de “Düşünüp ibret alasınız diye her şeyden (erkekli dişili) iki eş yarattık” (Kuran-ı Kerim, 51/49) şeklinde açıklanmaktadır. Allah’ın dışında her şey kendi nevinden karşı cinse muhtaçtır; pozitif negatife, yer göğe, gece gündüze, dişi erkeğe… Şüphe yok ki, şuurlu bir şekilde birbirlerine eşlik etmek için yaratılmış, birbirlerine en uygun çift kadın ve erkektir (Uysal, 2006).  

Öte yandan İslam tarihinin hemen her döneminde kadınların siyasi hayatta etkin rol aldıklarının örnekleri de vardır. Bilhassa Türk hanedanları arasında hükümdar eşlerinin veya annelerinin etkin biçimde devlet işlerine karıştığı bilinmektedir. Tuğrul Bey önemli işlerini hanımı Altun Can'a danışırdı. Melikşah ' in iki eşi Terken Hatun ve Zübeyde Hatun'un hakan üzerinde önemli etkileri vardı. Abbasller'de Halife Mehdi-Billah'ın hanımı ve Musa el-Hadi ile Harunürreşld'in annesi Hayzüran, Osmanlı Devleti 'nde Kösem Valide Sultan, Harizmşahlar'da Alaeddin Tekiş Han'ın eşi Terken Hatun, Karahıtay hanedanına mensup Kutluğhanlılar'da Kirman hakimi Kutbüddin Muhammed Han'ın eşi Kutluğ Terken Hatun, Safeviler'de Şah Tahmasb'ın kızı Zeyneb Begüm ve Perihan Hanım ayrıca örnek gösterilebilir (Aydın, 2001). 

3. Batıda Kadın 

Kadının batı kültüründeki yerini anlamak için, batı kaynaklarına Antik Yunan’dan, İncil’den, Roma’dan ve felsefi metinler üzerinden bakmak kadını anlamak için yeterli değildir. Ancak kadının tarihi serüvenini bilmek konuya bir nebze de olsun açıklık kazandırabileceği düşünülmektedir. 

Antik Yunan’da Kadın 

Antik Yunan’da insan iki tabaka halindeymiş gibi görünür ve kadın alt tabakada yer bulur kendine. Aynı durum akıl yürütme konusunda da tezahür eder. İnsanlar duyuları vasıtasıyla bir takım bilgiler edinirler ancak bunlar algı alanına dâhildir ve aslında sanıdan ibarettirler, oysa gerçek bilgi diyalektik düşünceden gelir ve bu düşünme biçimi filozoflara hastır. Platon, Theaitetos adlı diyaloğunda Sokrates’i meşhur maiotik (doğurtma) yöntemiyle konuşturur ve bu diyalektik düşüncenin erkeklere matuf olduğunu söyletir ona. Platon’a göre Sokrates’in muhatabı erkeklerdir çünkü arzu edilen düşünce biçimini canlandıracak olan akıl, erkeklerdedir (Çağıl, 2014). 

Sık sık birlikte kullanılan akıl-duyu ve ruh-beden düalizminde kadın hep bir dezavantajın kurbanı durumundadır. Ruhun üretimi filozofça bir erdemdir ve bunun için kadınsı olandan uzak durmak zorunluluk olarak sunulur. Platon’un bu realiteyi Şölen adlı diyaloğunda Diotima adlı bir kadına söylettirmesi de oldukça ironiktir: “Üreme gücüne sahip olanlar kadınlara yönelirler. Çocuk yaparak ölümsüz olmak, yaşadıklarını sonsuza aktarabilmek ve sonsuz bir zaman dilimi boyunca mutlu olmak isterler. Ayrıca ruhsal olarak üreme gücüne sahip olanlar da vardır. Bazı insanlar bedenlerinden daha çok, ruhları aracılığıyla üretirler. Ruhun üretmesi gereken şey nedir? Bunlar, düşünceler ve diğer mükemmelliklerdir.” (Çağıl, 2014). 

Aklın ruh ile duyguların da bedenle işaretlendiği düalist felsefede kadın, kimi zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı olarak düalizmin menfi kanadında konumlandırılmıştır. 

Aristo’ya göre, Eğer kadınlar kendi hallerine bırakılır da kafalarına göre davranmalarına göz yumulursa bu toplum için çözülmeye neden olacaktır. Çünkü erkek, tabiatı gereği cinselliğe istek duyar ve bu istek, onu kadının tesirine açık hale getirir. Bu tesirin, kadının erkeği yönetmesi şeklinde tecelli etmesinden endişe etmiş olacak ki şu soruyu soruyor Aristo: “Kadınların yönetmesiyle, yöneticilerin kadınlar tarafından yönetilmesi arasında ne fark vardır?” Yoruma gerek bırakmayacak bir netlikte kadın, yönetici rolünden dışlanmıştır artık (Çağıl, 2014). 

Aristophanes’in “Kadınlar Savaşı” oyununda, iki kadın arasında geçen bir diyalog bunun bir başka örneği durumundadır. Şehirlerini düşmanlardan korumak isteyen kadın kahraman Lysistrata, kadınları toplayıp plan yapmayı arzu eder ama bir başka kadın buna şöyle karşılık verir: “Böyle parlak işleri kadınlardan nasıl beklersin? Akıllı kişilerin işleri bunlar. Bizim işimiz gücümüz boya sürünmek, takıp takıştırmak, sarı fistan, süslü pabuç edinmek…” (Çağıl, 2014). 

Antik Yunan’da kız babası kızını veririken, onu yüklü miktarda çeyizle damadının evine gönderir. Gelinle birlikte kendisi gibi karşılıksız hediyeler verilmesi evliliğin bir sözleşme olarak belirmesine yöneliktir. Çünkü “bu, erkeklerin metres tuttukları bir toplumdu ve evli kadını metresten ayıran şey, evlilik sözleşmesi yapıldığında verilen karşılıksız hediyeydi Antik Yunan’da kadının yüklü bir çeyizle adeta erkeğe hediye olarak sunulmasında filozoflar toplumsal bir zarar görmüşlerdir ancak bu durumda kadının itibarını hiçe sayan bir yanlışlık bulmamışlardır. En azından böylesi bir tahassüre rastlamak zahmetli bir çabadan sonra bile kolay olmuyor. Ancak bundan daha rahatsızlık verici olan kadının gerçek aşkın konusu olamamasıdır. Platon’un pek çok eserinde bahsettiği ve günümüzde “platonik aşk” olarak bilinen aşkın öznesi de nesnesi de erkeklerdir (Çimen, 2011 den akt. Çağıl, 2014). 

Aydınlanma Çağı’ndan Sonra Kadın 

Kadınları güzellik, zarafet ve süslenmeye karşı duyulan merak çerçevesinde ele alma alışkanlığı Kant’ta da devam eder. Ontik olarak erkek soyluluk sahibidir, kadın ise güzellik ve zarafet kavramlarıyla akla gelir. Bunlar ağırlıklarıyla birlikte böyledir zira kadın da bir miktar soyluluğa sahiptir. Aynı şekilde erkekte de güzellik ve zarafet bulunur ancak bu iki cinsin olmazsa olmaz vasıfları olarak düşünülmez bunlar. Erkekle kadının belirgin vasıfları birbirleriyle temas ettiği noktada, bir nebze olsun eriyerek iç içe geçmeye kabiliyetlidir. Evliliği mümkün ve başarılı kılan bu teması yumuşak bir şekilde sağlayabilmektir. Kant’a göre evlenme suretiyle bir araya gelen çift, ”deyim uygunsa, erkeğin anlayışıyla ve karısının zevkiyle canlılık kazanan ve yönetilen tek bir ahlaki kişilik oluştururlar. Zira deneyimle edinilen iç görü konusunda sadece erkeğe ve duyulardaki özgürlük ve kesinlik konusunda da sadece kadına itibar edilemez (Çağıl, 2014). 

Kant’a göre doğa, erkek ile kadın arasında büyüleyici bir ayrım yapmıştır.53 Bu ayrım kadını güzellikle, erkeği de yücelikle temsil etme üzerinedir. Kadın cinsinin sahip olduğu anlayış güzel, erkeğinki ise derin ve yücedir. Basit ve yüzeysel eylemler kadın cinsiyle, zahmetli ve derin bir tefekküre dayalı eylemler erkek cinsiyle taşınır (Çağıl, 2014). 

Hegel’e göre, kadınlar hiç kuşkusuz eğitimli olabilirler, ama bir evrenseli isteyen yüksek bilimler, felsefe ve belli sanat ürünleri için yapılmış değildirler. Kadınların güzel düşünceleri, beğenileri, incelikleri olabilir, ama idealleri olamaz. Erkek ve kadın arasındaki ayrım hayvan ve bitki arasındaki ayrım gibidir: Hayvan daha çok erkeğin karakterine, bitki daha çok kadınınkine karşılık düşer, çünkü kadının gelişimi daha dingindir ve duygunun daha az belirli birliğini ilkesi olarak kapsar… Kadınların eğitimi, nedendir bilinmez, bir bakıma tasarım atmosferi yoluyla olur, bilgilerin kazanılmasıyla olmaktan çok yaşayarak yer alır; bu arada erkek konumuna ancak düşüncelerin kazanılması yoluyla ve birçok uygulayımsal çaba yoluyla erişir (Çağıl, 2014). 

Rousseau, yurttaşların genel iradeye ne denli yüksek bir oranda katılırlarsa devletin o oranda güçlü olacağını düşünür. ancak bu ilerlemiş birlik düşüncesinde kadının adı geçmez. O, kendinden önce var olan düşünceyi sürdürmekle yetinmiş ve bu konuda önemsediği toplumsal sözleşmeye kadınları dâhil etmekten kaçınmıştır. Devlet ve aile arasındaki temsilde baba, yöneticiyi; çocuklar ise yurttaşları temsil eder. Burada henüz kadının adı zikredilmez bile. İnsanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağını incelediği kitapta ise açık açık kadının boyun eğmekle yükümlü bir cins olduğunu ifade eder. Bu doğal durumun bozulmasına ve kadınların ustaca bir oyunla, kendilerini boyun eğen pozisyondan yönetici pozisyonuna taşımalarına neden olduğu için aşkı, toplumun yapay bir duygusal alışkanlığı olarak kötüler (Çağıl, 2014). 

Kadınların tarih boyunca, içinde yaşadıkları toplumun sosyal ve siyasi hayatına katılımları problemli olmuştur. Bu, çoğunlukla doğrudan olmayan bir katılımdır. Zamana ve topluma bağlı olarak vatandaş oluşları da tartışmaya açıktır. Yönetim biçimi ne olursa olsun kadının belirleyici olmadığı bir sistemdir siyaset ve eğer kadın siyasete ilgi duyuyorsa, bu ilgisini erkeğin üzerinden sürdürmesi gerekecektir. Kadını siyasi hayatın dışında konumlandıran ve bu durumu doğanın bir gereği olarak sunan teorisyenlerin belki de en çok zorlanacağı mesele ilgi meselesidir. Her ne kadar kadın siyasetten kovulmuş olsa da doğa bu işi onaylamıyor zira kadının siyasete ilgisi bir sır değil. Yalnız önünde bulduğu engeller nedeniyle söz konusu ilgiyi, ister kocası isterse de kardeşi yahut babası olsun bir erkeğin üzerinden eyleme dönüştürme olanağına sahiptir. Bu dolaylı münasebet de kadının, topluma erkekle aynı şartları içeren bir yurttaşlık bağıyla tutunamadığının göstergesi durumundadır (Çağıl, 2014). 

Ortaçağ ve sonrasında, Aydınlanma dönemi Avrupası’nda kadının toplumsal kimliğine değinmeden önce, kısaca Tevrat’ta ve İncil’de kadının yeri üzerine bir şeyler söylemek gerekmektedir. Her şeyden önce Tanrı’nın oğlu İsa’yı doğuranın bir kadın olması, salt doğurganlık üzerinden de olsa, kadına kutsal bir saygınlık kazandırmaktadır.  

Yahudilik'te kadının rolü eski dönemlerden beri var olan ataerkil toplum yapısına uygun olarak şekillenmiş, sosyal fonksiyonlar cinsiyete göre tesis edilmiştir. revrat'ta kadının yaratılışıyla ilgili iki kıssadan birincisine göre kadın erkeğe eşittir ve ikisi de Tanrının suretinde yaratılmıştır (Tekvln, 1/262 7). İkinci kıssaya göre ise (Tekvln. 2/2 ı -25 ) kadın, erkeğin kaburga kemiğinden ve onun yalnızlığını gidermek üzere uygun bir yardımcı olarak yaratılmıştır (Tekvin, 2/2 ı -22 ). Kadının erkekten yaratılmasının sebebi aynı bütünün parçaları olmaları dolayısıyla birbirlerine bağlanmaları (Tekvln, 2/23-2 4)  parça bütüne tabi olduğu gibi kadının erkeğe tabi olmasıdır. Bu tabi oluş kadının yasak meyveyi yemesi ve eşine de yedirmesi sebebiyle daha da ön plana çıkmıştır. Thnrı em re itaatsizliği yüzünden kadını cezalandırmış, zahmetini ve gebeliğini daha da çoğaltacağım. Ağrı ile evlat doğuracağını, arzusunun kocasına karşı olacağını ve kocasının da kendisine hakim olacağını bildirmiştir (Tekvin, 3/16 ) (Aydın, 2001). 

İncil’de  ‘İnsanı kendi suretimizde kendimize benzer yaratalım’ dedi. Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı.” (İncil, Yaratılış 1/ 26-27) geçse de Hristiyanlıkta büyük önem taşıyan “İlk Günah” Hristiyanlık dininin sahip olduğu kadına bakış açısının da temelini oluşturmaktadır. Kadın haram meyveyi Adem’e yedirerek cennetten kovulmasına ve böylece insan neslinin günahkar olmasına neden olmuştur. Kadının gebelik süresi, doğum ağrıları, karı-koca ilişkisindeki baskı, ezme-ezilme durumları, insanın geçimini sağlamak için toprakla uğraşma, aşırı emek tüketme zorunluluğu, kıtlık, açlık, sıkıntı, geçim darlığı gibi pek çok olay yani insanın alınyazısı, Tanrı’nın Adem-Havva çiftinin suç işlemelerine kızarak düzenlediğine inanılmıştır. Hristiyanlıkta kadının kötülüğü, şeytana uymayı ve ayartıcılığı temsil etmektedir. Bu İncil'de şu şekilde belirtilmiştir: "Fakat kadının öğretmesine ve erkeğe hakim olmasına izin vermem. Çünkü önce Adem, sonra Havva yaratıldı. Ve Adem aldanmadı, fakat kadın aldanarak suça düştü; fakat iman ve sevgi ve takdiste vakar ile dururlarsa çocuk doğurması ile kurtulacaktır." 4. yy. kilise vaizlerine göre kadınlar öncelikle Havva’nın çocuklarıydı ve isteyerek ya da doğaları gereği bir erkeği yoldan çıkarabilirlerdi. Özellikle 4. yy. vaizi İoannes Hrisostomos kadınları “gerekli bir kötülük” olarak değerlendirmiştir (Gürhan, 2010). 

İsa, zinayı sadece kadınların ölümcül cezalara çarptırıldığı bir suç olmaktan çıkararak, erkeklere de ceza verme sebebi olarak sunmuştur. Zinanın tarifini öyle genişletmiştir ki “Zina etmeyeceksiniz” dendiğini duydunuz. Ama ben (İsa) size diyorum ki, “Bir kadına şehvetle bakan her adam, o kadınla zina etmiş olur.” (İncil, Matta, 5/ 27-28) diyecekti.  

Şu da var ki, İncil'de bir tarafta cinsi hayat ve evlilik iyi görülmemekte, bekaretin üstünlüğü ve evlenmemenin fazileti vurgulanmakta. Diğer taraftan poligami ve boşanma yasaklanmaktadır (Aydın, 2001). 

“Kadınlar, kutsalların bütün topluluklarında olduğu gibi, toplantılarınızda sessiz kalsın. Konuşmalarına izin yoktur. Kutsal Yasa'nın da belirttiği gibi, uysal olsunlar.” (İncil, Corinthians, 1434) ayeti yine kadınlarla ilgili olan negatif tutumu sergilemektedir. 

Roma’da kadının yeri ile ilgili anlatılanlar da batının dününde neler olabildiğiyle ilgili fikir vermektedir. Bizans İmparatoru VI. Leon (886-912) kadınların tanık olarak mahkemeye çıkmasını ya da ifade vermesini yasaklamıştı. Yasalarda kutsal bir şeymişçesine korunan ve Bizanslı erkeklerin ahlakına ya da Bizanslı kadınlara yakıştırılan zekâ düzeyine ilişkin pek hoş bir kanı uyandırmayan başka tuhaf tavırlar da vardı. Sözgelimi kadınlar pek çok davada cezalandırılmıyordu; çünkü kadın oldukları için yasayı anlayabileceklerine ya da doğruyla yanlış arasındaki farkı bilebileceklerine inanılmıyordu. Bir kadının genellikle hüküm giydiği yegâne suçlar cinayet ve zina idi (Gürhan, 2010). 

Sanayi Devrimi ve Sonrası Kadın 

Sanayi Devrimi’ne geldiğimizde eve hapsedildiği söylenen, miras hakkı tanınmayan, erkek egemenliği altında olması gereken kadın, önceleri babalarından alınıp kocalarına köle yapılırken, 18. yy’ın sonları ve 19.yy Avrupası’nda, iplik ve dokuma tezgâhı işverenleri, kadın ve çocukları işe alıyordu. Çünkü onlar daha iyi çalışıyor, daha az ücret alıyordu. Ayrıca içinden çıktığı dönemin koşulları itibariyle kadın, henüz özgürlük kavramından çok uzak, silikleştirilmiş bir öğe olarak görülüyor ve kapitalizm bu durumdan alabildiğine faydalanıyordu. 1831’de, Lyon’da, ipek işleyen kadın işçiler, sabah 5, akşam 11, günde 18 saat çalışıyorlardı. Bu sefalet koşullarını tüm çıplaklığıyla anlatan Emile Zola’nın Germinal adlı kitabında, çocuğunun yaşamını devam ettirmek, bakkala borç yazdırabilmek için bedenini satan anneler ya da beğendiği bir elbiseyi alabilmek için bile fuhuş yapan genç kızlar görürüz. Kadının ev hapishanesinden sokak cehennemine düşmesi, başta, onu tutsak kılan ikinci bir alan olarak tanımlanabilir (Alikoç, 2007). 

Freud’un yaklaşımı ise, ele aldığı konu bakımından pek farksızdır. İki görüşte, kadının özgürlüğünü, cinsiyete ya da cinselliğe indirgemiştir. Kadını, salt doğurganlık özelliğine hapseden zihniyetten alır, ancak toplumsal ve ekonomik koşullardan soyutlayıp cinsiyete hapseder. Kadının mutsuzluğuna deva olarak hiçbir şey gösteremez. Psikanaliz, sadece, kadının bireysel gibi görünen sorunlarını bilince çıkarttığını savunur (Alikoç, 2007). Freud’un tüm hastaları, kadındır ve psikopataloji kadınlar üzerinden oluşturulmuştur. Bu bağlamda Freud’un düşünsel arka planının Yahudilerin kadınlara bakış açısından izler taşıdığı düşünülmektedir. 

Başlangıçta, “kadın doğası” ve hatta “kadın psikolojisi” fikirlerini anlamak için atılmış olan ve kadını düştüğü yerden kaldıracağı hayal edilen  “toplumsal cinsiyet” (gender) mevhumu ortaya çıktı. Kimileri, kadınlardan öyle beğeni ve şiirsellik içeren bir tarzda söz ediyorlardı ki, bu makyajın ardında kadınların kırılgan, akıldışı ama erkeklerin zevki için vazgeçilmez oldukları inanışının olduğunu görmek kolaydı; işte bu kişileri, kadınların toplumsal varlıklara indirgenmesi, “kadınların sırlarının keşfedilmesi”nin yerini her toplumun cinsellik biçimlerini nasıl inşa ettiğinin çözümlenmesinin ve kadın erkek ilişkilerini, eşcinsellerinkini de dışarıda bırakmadan çözümlenmesinin alması rahatsız ediyor, sarsıyordu. Toplumsal cinsiyet fikrinin yaratılması ve özellikle de gender studies aracılığıyla hızla yayılması, güzel görüntüsünün ardında kadınları, Simone de Bauvoir’m kurucu kitabı İkinci Cins içinde dediği gibi, yalnızca erkekler için varolmaya indirgeyen ikiciliğin sonunu getirdi (Tourine, 2007) 

Edward Said’e göre egemen Garp’ın hem esrarlı, hem semavi ve hem de barbar Şark’ı icat etmesi gibi, erkek iktidar da insanlığın hem gizli, hem bulanık hem de çekici yüzü olarak kadını icat etmiştir. (Tourine, 2007). 

Batı feminizminin en temel isimlerinden biri olan Simone De Beauvoir  bir varoluşçu olarak, kadını erkeğin zıddına koyarak, aslında kadın olanı erkek olana göre tanımlar. Erkek, sebep olan ve mutlak olandır. Kadının yazgısı üzerinde belirleyici olandır. Kadın ise, erkeğin ötekisi’dir. Ve kadın, ancak, bu bağıl tanımlılıktan kurtulduğu ölçüde özgürleşebilir. Bunun yolu da, bu ötekilik halinin zirve noktaya ulaşmasından geçmektedir. Böylece kadın, erkek için değil, kendi için yaratıldığının farkına vararak, kendini bulacak ve gerçekleştirecektir. Bu feminist tez ise, kadını özgürlük mücadelesinde yalnızlaştırmakta, biraz daha uçlaştırırsak, onu, erkeğine karşı bireysel mücadeleye itmektedir (Alikoç, 2007). 

Günümüze yaklaşırken, Avrupa’da, faşizm koşulları altında Hitler’in başını çektiği 3. Almanya parlamentosunun 3 K kadın tarifi ise, özgürleşme mücadelesinin tüm kazanımlarının gerisine düşüldüğünü ortaya sermektedir. “Kirche, Küche, Kinder” – “Kilise, Mutfak, Çocuklar”. Faşist diktatörlük şartlarında, kadınlar yeniden evlere hapsedilmeye çalışılmış, tüm politikleşme süreci unutturulmaya uğraşılmıştır. Faşizmin kadına yaklaşımı da bu şekildedir (Alikoç, 2007). 

4. Doğu-Batı Karşılaştırması 

Batı’da kadının durumu tarih açısından incelendiğinde doğudaki kadının durumundan pek de farksız gözükmemektedir. Çakır (2011)’in araştırmasına göre kadınların özgürleşme adına hak arayış mücadelesi ise neredeyse Rönesans’a kadar uzanmaktadır. Berklay (2002) Batı toplumunda uzun bir süre kadın hareketi dinsel çerçevede sürdürüldüğünü ancak 17. yy’dan itibaren kadınların din dışı alanda kendi oluşturdukları çevrelerde dayanışma içinde bulunmaya başladıklarını aktarmaktadır. Kadınların kitlesel olarak toplum önüne çıkmaları ise 18. yy’da Fransız İhtilali ile söz konusu olmuştur. İhtilalin her safhasında çeşitli kesimlerden kadınlar bu olaya destek vermiş, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganlarının vaad ettiği hakları kendileri için de talep etmişlerdir. Ancak umut ettikleri hakları alamadıkları gibi öncesinde sahip oldukları hakları dahi yitirmişlerdir. Fransız İhtilali’nden sonra kadınların toplantı yapmaları, dernek kurmaları yasaklanmıştır. Dolayısıyla kadın hareketinin çıkış noktasını bir özgürlük ve eşitlik hareketi teşkil etmiş, sonraki süreçte yaşam tarzlarını değiştirmek isteyen kadınlar, hak arayışlarını sürdürmüştür. Bu hak mücadelesi devam ederken aile değerleri her zaman ön planda olmuş ve kadının yeri öncelikle ev olarak belirlenmiştir. Her ne kadar bu mücadelenin kısa vadede kadınlara büyük haklar kazandırdığını söylemek mümkün olmasa da bu harekete mensup bazı kadın grupları bazı yerlere giriş hakkı elde etmek, okul ve derneklerin kurulmasını sağlamak gibi faaliyetler yoluyla sınırlı ayrıcalıklar elde etmiş ve toplumun bilinçlenmesine katkıda bulunmuşlardır. Kadın haklarının gelişmesine en çok etki eden faktörlerden birisi de Endüstri Devrimidir. Kendilerini çalışma hayatının içinde bulan kadınlar siyasi, ekonomik ve toplumsal dönüşümlerin yardımı ile hak mücadelesine hız vermiştir. Ancak Avrupa’nın en demokratik ülkelerinden İngiltere’de bile, 19. yy başlarına kadar kadınların vatandaş dahi sayılmadıkları, miras ve mülkiyet hakkına sahip olamadıkları ve kendi kazançları üzerinde dahi inisiyatif kullanamadıkları göz önünde bulundurulacak olursa kadınların toplumsal ve siyasal haklarını elde etmeleri oldukça çetin bir mücadeleden sonra mümkün olabilmiştir. Kadınların çalışma hayatına katılması ile birlikte kadın hareketi büyük ivme kazanmıştır. Kadın işçiler düşük ücret, ağır koşullar vb. meselelere, üst sınıf kadınlar ise ekonomik ve siyasi haklardan mahrum bırakılmaya isyan etmişlerdir. Toplumsal bir harekete dönüşen kadın mücadelesi 18.yy’da ideolojik bir şekil almış, Fransızca “femme‐kadın” sözcüğünden türetilmiş “feminizm” akımı dalga dalga yayılmıştır. Her ülkenin kendi şartlarıyla şekillenen bu hareket İngiltere’de oy hakkı, Almanya ve Fransa’da işçi kadınların talepleri, ABD’de ise kölelik karşıtı hareketle iç içe geçmiştir. Toplumların siyasi, ekonomik, kültürel dönüşümlerine paralel olarak kadın hareketi de gelişme göstermiştir (Bulut, 2013). 

İslam dininin kadına verdiği değeri doğru tespit edebilmek için diğer din ve toplumların kadına olan bakışlarını da doğru değerlendirmek gerekir. Mesela, eski Yahudi hukukuna göre kadının bütün malı kocasına ait olduğu gibi, çok kadınla evlenmek de caizdir. Sonraki devirlerde Yahudi din adamları çok kadınla evliliğe sınırlama getirmişlerdir. Hıristiyan dünyasında ise yüzyıllar boyunca kadın kötülüğün sebebi olarak algılanmıştır. Ortaçağ Avrupa’sında engizisyon mahkemelerinin yarattığı korku ve şiddet eksenli kilise baskısı öncelikli olarak kadınları hedef almış, büyücülük ve cadılık suçlamalarıyla çok sayıda kadın ateşe atılmıştır. Hatta günümüzde Fransızlar tarafından ulusal kahraman kabul edilen Jeanned’Arc da büyücülük iddiası ile yargılanmış ve yakılmış, ortaçağ sonu yeniçağ başlarında ise kadının insan olup olmadığı konusu tartışılmıştır (Bulut, 2013). 

Doğu ve Batı arasında kadının konumlanışını, iki farklı coğrafyadaki sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi gelişmeler belirlemektedir. Hal böyle iken, Batı’nın liberal oryantalist söylemleri meşru kılınabilir mi? Batı her zaman Doğu’yu ötekileştirme çabasında olmuş, modernleşememiş, barbar bir zihniyet olarak dünya kamuoyuna açarken, aslında kendi politik çıkarlarını gözetmektedir. Aksi halde, ABD’nin Irak işgalindeki demokrasi taşıyıcılığı görevine ilişkin söylemi başka bir karşılık bulamaz. Batı, ABD’nin şahsında, modernleşme ve demokrasi gönüllüsü olmuştur. Ortadoğu’daki “medeniyetler çatışması”na son verecek, orayı demokratikleştirecek, daha da ileri gidersek “kara çarşaf”a hapsolmuş kadını kurtaracaktır. ABD’nin öldürerek demokrasi götürdüğü insanların hiçbirinin özgürleşmediği ortadadır. Sonuç olarak, ekonomik ve politik çıkarları için Yeni Ortadoğu’yu yaratma çabasında olan ABD, kendini dünya halklarının gözünde temize çıkarmak için, bu oryantalist söylemleri kullanmaktadır (Alikoç, 2007). 

Batı modern olan, Doğu gelenek olan ise, kadının özgürlük mücadelesi, modernleşme ile cevap bulmuş mudur? Kesinlikle hayır. Çünkü modernleşmiş kapitalist toplum, kadını yarı çıplak bir ücretli köle haline getirmiştir. Fakat başta da belirttiğim gibi, modernleşme sürecindeki kadın, özgürleşme sürecinde gelenekselliği atfettiğimiz feodal toplumlardaki kadından daha ilerdedir. Modern bir toplumda, kadın özgürleşme sürecini tamamlayabilir mi? Bunun yanıtı da hayırdır. Çünkü emeği ve bedeni sömürülmekte ve bu modern toplum başka türlü yaşayamayacağından, özgürleşebilmesi mümkün olmamaktadır. Kısacası, modern toplum, ne geleneksel kadına, ne de modern kadına bir kurtuluş sağlamamıştır (Alikoç, 2007). Kadınların, içinde yaşadığımız tüketim toplumunda, benlik inşasını sömürecek ve Touraine’nin deyimiyle ataerkillikten bile daha güçlü bir egemenlik kültürü var olmaktadır. Bu egemenlik doğrudan kadınları ve kadın bedenini hedef alır ve kadınları bir tüketiciye dönüştürür. Bu noktada hedef gerçek anlamda kadın özgürlüğü değil kadınları özgürmüş gibi hissettirmektir. O nedenle ‘tüketici kadınla, toplumsal baskı güçlerine karşı kendisini inşa eden ve bir benlik bilinci edinen kadın arasındaki sınırı oldukça net çizmek gerekir (Tourine, 2007). 

“Kader size üç acı pay ayırdı: 
İlki bir köleyle evlenmek, 
İkinci bir kölenin annesi olmak 
Üçüncüsü, bütün hayatınız boyunca bir köleye itaat etmek,” (Nekrassov) 


KAYNAKÇA 

Alikoç, F. (2007). Doğu Batı Arasında Kadın. Özgürlük Dünyası(184). 
Anıl, A. Y. (2004). Kutadgu Bilig’de Kadın. Hacı Bektaş Veli Araştırmaları Dergisi, s. 32-41. 
Bulut, S. (2013). Türkçülerin Penceresinden Osmanlı’da Kadın Meselesi ve Orta Asya Referansı. Tarihin Peşinde Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi(10), s. 313‐336. 
Doğan, C. (1996). Eski Türk Aillesinin Yapısı ve Fonksiyonları. M. Ü. Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi(8), s. 73-81. 
Gürhan, N. (2010). Toplumsal Cinsiyet ve Din. e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, s. 59-80. 
Robinson, W. J. (2000). Woman: Her Sex and Love Life. New York: Library of Alexandria. 
Tourine, A. (2007). Kadınların Dünyası. (M. Moralı, Çev.) İstanbul: Kırmızı Yayınları. 
Uysal, V. (2006). Türkiye'de Dindarlık ve Kadın. İstanbul: DEM Yayınları. 
Çağıl, A. (2014). Batı felsefesinde kadının yeri. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Erzurum: Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensitütüsü. 
Aydın, M. A., (2001). İslâm’da Kadın. Diyanet İslam Ansiklopedisi. Cilt No:24,  Sayfa: 86-94. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Matbaacılık 
Harman, Ö. F.,  (2001).  İslâm Öncesi Dinlerde ve Toplumlarda Kadın. Diyanet İslam Ansiklopedisi. Cilt No: 24,  Sayfa: 82-86. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Matbaacılık 


Yorum Gönder

0 Yorumlar