Yrd. Doç. Dr. Mithat ATABAY*
* Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Rektörlük Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölüm Başkanı
Murat Apay
Metin Düzenleme
Metin Düzenleme
Kurtuluş Savaşından sonra, modern Türkiye’nin kurucusu Atatürk ulus devletin
kökleşmesi ve Türkiye’nin çağdaşlaşması için siyasal, hukuki, ekonomik ve sosyal
alanlarda kapsamlı bir reform hareketi başlattı. Atatürk’ün başlıca hedefi
Türkiye’nin modern Avrupa Devletleri arasında yerini alması idi. O, Osmanlı İmparatorluğunun küllerinden laik ve dermokratik bir cumhuriyet rejimi kurmayı başardı. Bu Türk halkı açısından gerçek bir kültürel devrimdi. Atatürk döneminde
Türkiye sosyal, siyasal, ekonomik, hukuksal ve kültürel alanlarda önemli atılımlar
yaptı ve Cumhuriyet kültürünü yerleştirdi.
II. Dünya Savaşı Atatürk tarafından başlatılan reform hareketlerini yavaşlattı.
Savaştan sonra, Yeni Dünya Düzeni Türkiye’yi etkiledi ve Atatürk’ün
reformlarından ve amaçlarından bazı noktalarda sapmalara yol açtı. Bu siyasal
atmosferde onun ilkeleri ve reformlarından bazıları sorgulanmaya ve eleştirilmeye
başlandı. Ancak, Türkiye Atatürk’ün koyduğu modernleşme idealinden vazgeçmedi.
29 Ekim 1923’te Türkiye’de cumhuriyet ilan edildiği zaman yeni
rejimin en önemli sorunlarından birisi Türkiye’de bir cumhuriyet kültürü
oluşturabilmekti. Osmanlı Devleti’nin altıyüz yıllık uzun devlet hayatında
temel alınan olgu çok uluslu bir yapı ve bu yapının yanında İslam dininin
etkisi ile oluşan bir kültürel birikimdi. Şimdi bu birikimin yerine yepyeni bir
anlayışın eseri olarak cumhuriyet rejimini kurmak oldukça zordu. Bu zorluk
daha “cumhuriyet” sözcüğünün ilk kez açıkça ifade edildiği 1923 yılı Eylül
ayının sonlarından itibaren kendini göstermeye başladı.
Toplumda Osmanlı Devleti’nin kalıntısı olarak varlığını devam ettiren
dinsel temele dayalı kültürel birikim ile 19.yüzyılın sonlarından itibaren hızlı bir gelişme gösteren siyasal akımların cumhuriyet rejimi ile ne şekilde
bağdaştırılabileceği sorunu ortaya çıktı. Eski İmparatorluk kültürünün
temsilcileri kendi düşüncelerine ve birikimlerine uygun bir yönetim hayalini
sürdürürken konu saltanat ve halifelik noktasında düğümleniyordu. Bu
çerçevede daha cumhuriyet kurulmadan önce, cumhuriyet rejimine karşı açıktan açığa muhalefet kendisini göstermişti. Mustafa Kemal ve yakın
çalışma arkadaşları eski kültürün yerine yeni rejim olarak cumhuriyeti
oturtabilmek için siyasal kararların yanında bir de cumhuriyet kültürü
oluşturmaya dönük planlı bir kültürel politika uygulamak zorunda
olduklarını görmüşlerdi.
Türk halkı, yaklaşık son ikiyüz yıldır büyük bir değişim süreci
yaşamıştı. Bu değişim toplumda kültürel açıdan da sarsıntılara ve
karmaşalara yol açmıştı. Bu karışıklık günümüzde de devam etmektedir.
“Tarihin köprüsü” olarak adlandırılan Anadolu üzerinde yaşayan Türkler,
tarihin değişik dönemlerinden kalma değişik kültürlerin varlıklarını sürdürdükleri toplumsal yapıyı bugün de yaşatmaktadırlar. Anadolu’nun
çeşitli yöreleri birbirlerinden çok farklı kültürleri bünyesinde
barındırmaktadır. Trakya’da Avrupa kültürünün, Ege’de Akdeniz
kültürünün, güney illerinde Arap kültürünün, doğuda Fars kültürünün
kuzeydoğuda ise Kafkas kültürünün etkileri dikkatimizi çeker. Orta Anadolu’da ise tarihin değişik dönemlerinden kalma kültürel değerler
bugünün kültürel değerlerinin potasında erimeye çalışmaktadır. Görüldüğü
üzere Türk toplumunun içinde barınan farklı kültürel değerler değişik
grupların ve kültürel anlayışların gündeme gelmesine neden olmuştu.
Türkiye bir anlamda farklı kültürlerin birbirleriyle mücadele alanıdır. Atatürk, tüm bu farklı kültürel anlayışları akılcı ve yerinde bir
değerlendirmeye tabi tutarak, “ortak ulusal bir cumhuriyet kültürü”
oluşturma çabasına yönelmişti.
Peki, Kültür Nedir?
Kültür; “bir toplumda geçerli olan ve gelenek halinde devam eden her
türlü dil, duygu, düşünce, inanç, sanat ve yaşayış öğelerinin tümü” olarak
tanımlandığında halkın tüm etkinliklerini içine alır. Dolayısıyla kültürün
kaynağı da “halk”tı.
Atatürk’ün, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması, parça parça olan
Anadolu’daki halkın bir merkezî otorite etrafında toplanarak emperyalist
güçlere kafa tutması, onları toprağından atması, uygarlık yarışında çağdaş
ülkeler düzeyine ulaşmak ve onu aşmak amacı vardı.
Bu amacı gerçekleştirmek için en önemli ve ilk adım halkın katılımıyla
millet etrafında devletleşmenin gerçekleştirildiği Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nin 23 Nisan 1920’de açılmasıdır. TBMM’nin açılması Türk
tarihinde Türklerin tarih sahnesine çıkışından itibaren var olan milletleşme
anlayışında köklü bir değişiklik yapmıştır. Bu tam bir “kültür devrimi”dir ve
bundan sonra yapılan bütün reformlar da “Atatürk Önderliğinde Kültür
Devrimi”(1) olarak adlandırılır. Atatürk devrimini niçin bu isimle
adlandırmak gerekir? Bunun cevabı Atatürk’ün şu sözlerinde yer alır:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür... Kültür okumak, anlamak,
görebilmek, görebildiğinden mana çıkarmak, intibah almak, düşünmek,
zekâyı terbiye etmektir. Yine insan, enerjisiyle ve fakat tabiatın ona iltifat
edildikçe tükenmez yardımıyla, yükselen, genişleyen insan zekâsı, hudutsuz
kavrayış anlamında “insanım” diyen bir vasf-ı mahsusu olur. İnsan, hareket
ve faaliyetin, yani dinamizmin ifadesidir. Bu böyle olunca kültür, yukarıda
işaret ettiğimiz, insanlık vasfında insan olabilmek için bir esasî unsurdur.
Bunu kısaca izah edelim: Kültür, tabiatın yüksek feyzleriyle mesut
olmaktır”(2). Atatürk’ün yaptığı tanım, toplumun tüm hayatını içerir. O
nedenle de onun sağlığında yapılanlar tüm Türkiye’de “devrimler dönemi”
olarak kabul edilir ve bu bir kültür hareketidir.
(1) Yap›lan devrimlerin “Atatürk Önderliğinde Kültür Devrimi” olarak isimlendirilmesi
konusunda, bkz., Atatürk Önderliğinde Kültür Devrimi, Kalk›nma İçin Bölgesel İşbirliği
(RCD) Semineri Tebliğleri (9-11 Kas›m 1967), Türk İnk›lâp Tarihi Enstitüsü Yay›nlar›,
Ankara 1972.
(2) Bkz., Afet İnan, Atatürk Hakk›nda Hat›ralar ve Belgeler,4.Bask›, Ankara 1984,
s.271-272.
Atatürk Önderliğinde Kültür Devriminin temelinde kişinin kulluktan çıkarak vatandaş olması, toplumun
ise ümmet olmaktan kurtularak ulus bilincine erişmesi yatar. Bu ise insanın
aklını kullanması ve bilimi esas almasıyla mümkündür. Kişinin aydınlanması esasına dayanır(3). Türkiye Cumhuriyeti’nde kişinin aydınlanması,
aydınlanma felsefesinin temelini oluşturan aklın kullanılması, bireye önem
verilmesi ve bilginin yaygınlaştırılması ilkelerinin hayata geçirilmesi ile
mümkün olmuştur. Bu anlamda akıl ve bilimin toplumda etkin olabilmesi
sadece kişiye has olan bir durum değil, aynı zamanda toplumsal bir bilincin
oluşması yani bir dil, tarih ve kültür sorununun giderilmesine bağlıdır(4).
Cumhuriyet aydınları, bunun başarılması için dinin etkisinden kurtulmuş bir
milliyetçiliği, ulusal kültüre ve evrensel anlayışa götüren yol olarak
gördüler(5). Yapılan devrimlerde din vurgusu kaldırılmış milliyetçilik ve
lâiklik kavramları ön plana çıkarıldı(6).
Mustafa Kemal’in ölümüyle birlikte Türkiye’de yeni bir dönem
başlamıştır. 1939-1945 yıllarını içeren bu dönem kültürel politikalarda
“hümanizma” dönemidir(7). Aynı zamanda Atatürk önderliğinde yapılan
kültür devriminin de tartışılmaya başlandığı sürecin başlangıcıdır.
Türkiye’de kültür politikalarının uygulanması konusunda isminden en
çok söz edilen kişi hiç kuşkusuz Hasan Ali Yücel’dir. Hasan Ali Yücel’in
1939 yılında Milli Eğitim Bakanı olmasıyla yeni bir sentez dönemi olan
“hümanist kültür” dönemi başladı. Hasan Ali Yücel’in, Ziya Gökalp’in
“Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” formülüne karşı sentezi şudur:
“Bugünkü Türk inkılâbı eklemeci değil, bütüncü ve sistemcidir. Biz Ziya
Bey’in dediği gibi üç şey olmak istemiyoruz; dileğimiz bir şey olmaktır. Biz
tam Türk olmak istiyoruz. Dikkatinizi çekmek istiyorum ki, Türkleşmek başka
şeydir, Türk olmak başka. Meşrutiyetin eklemeci filozofunun zannettiği gibi
bizim Türkleşmeye ihtiyacımız yoktur. Bizim için, Türklüğümüzü duymak ve
bulmak zaruridir”(8). Bunun için halka inmek, Anadolu’nun kendi
kaynaklarına dönmek, dünyada ortaya konulmuş eserleri çevirmek ve en
önemlisi de Türk halkını çağdaş kültürle donatmak gerektir. Türkiye’de
ulusal bir “kültür bilinci” yaratılmalıdır. Çünkü sağlam bir ulusçu bilince,
güçlü bir kişisel din bilincine ve hatta meslek bilincine sahip olan bir
toplumun kültür bilincinden yoksun olması aklın alacağı bir şey değildir(9).
Kültür bilincinden yoksun bir toplum yüzyılların birikimi olan deneyimlerinden ders alamayacağı gibi, bu deneyimleri değerlendirip dile getiren büyük insanların önderliğinden de yararlanamaz.
(3) Bkz., Macit Gökberk, “Ayd›nlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk,” Çağdaş
Düşüncenin Iş›ğ›nda Atatürk, 2.Bask›, İstanbul 1986, s.281-332.
(4) Bkz., Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, 2.Bask›, İstanbul 1978, s.534.
(5) Bkz., Şerafettin Turan, Türk Kültür Tarihi Türk Kültüründen Türkiye Kültürüne ve
Evrenselliğe, Ankara 1990.
(6) Bkz.,Orhan Koçak, “1920’lerden 1970’lere Kültür Politikalar›,” Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce Kemalizm, c.II, İstanbul 2001, s.370.
(7) a.g.e., s.393.
(8) a.g.e., s.394.
(9) Bkz., Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi, 2.Baskı, Ankara 1988, s.55.
Bu değerleri tüm
insanlıkla da paylaşamaz.
Mustafa Kemal’in başlattığı kültür devrimi, 1939’dan itibaren
uygulanan kültür politikalarıyla “Türk hümanizmas›”na dönüştü(10). Millî
Eğitim Bakanlığı tarafından, 1939 yılında düzenlenen Türk Neşriyat
Kongresi’nde dünya klasiklerinin çevrilmesine karar verildi. Hemen
Tercüme Dergisi’nin yayınına başlandı. Dünya klasiklerinin çevrilmesinin
Türk hümanizmasının doğmasına katkısı konusunda dönemin Millî Eğitim
Bakanı Yücel şöyle demiştir:(11) “Hümanizma ruhunu anlama ve duymada ilk
aşama, insan varlığının en somut anlatımı olan sanat yapıtlarının
benimsenmesidir. Sanat dalları içinde edebiyat, bu anlatımın düşünce
öğeleri en zengin olanıdır. Bunun içindir ki, bir ulusun diğer ulusların
edebiyatlarını kendi dilinde, daha doğrusu kendi düşüncesinde yinelemesi,
zekâ ve anlama gücünü o yapıtlar oranında artırması, canlandırması ve
yeniden yaratması demektir. İşte çeviri etkinliğini, biz bu bakımdan önemli
ve uygarlık davamız için etkili saymaktayız.” Çevrilen dünya klasikleri 1945
yılı sonuna kadar 467’yi buldu.
Bilginin yaygınlaştırılması için, 1941 yılında “İnönü Ansiklopedisi”
çıkarılmaya başlandı. Yayınların okuyucuya ulaştırılması için Bakanlığın
kitap yerleri, okuma salonlar› çoğaltıldı ve yaygınlaştırıldı. Güzel sanatların
geliştirilmesi çabalarına hız verildi. 31 Ekim 1939 tarihinde Ankara’da ilk
Devlet Resim ve Heykel Sergisi açıldı. Ankara Konservatuarı yeniden
düzenlenerek 1940 yılında Devlet Konservatuarı haline getirildi. Türk
Operası hayata geçirildi. 1940 yılında halk oyunlarının Türkiye’deki
sergileniş biçiminde önemli bir değişim yaşandı. 19 Mayıs kutlamalarında
Gazi Eğitim Enstitüsü öğrencileri Sivas, Erzurum ve Çorum yörelerine ait
halk oyunlarını geniş bir izleyici topluluğuna sundular(12).
Ancak halk ile aydınlar arasındaki kültür farklılığı tüm çabalara rağmen
giderilemedi. Cumhuriyetin yaratmak istediği kültürel kimlik içerisinde
çağdaş toplumu oluşturmak için yapılan çabalarda halkın katılımı büyük
ölçüde mümkün olamadı. Bu da halk kültürü ile aydın kültürü arasında
farklılığın devamına neden oldu. Cumhuriyetin ortaya koyduğu
“vatandaşlık” kavramı her ne kadar genel kabul görmüş gibi görünse de
“ümmet” düşüncesi de varlığını bilinçaltında korudu. Şerif Mardin’e(13) göre;
“Kemalizm bu anlamda kültürün kişilik yaratıcı katında yeni bir anlam
yaratamadığı ve yeni bir fonksiyon göremediği için bir rakip ideoloji rolünü
yerine getirememiştir.” Bunun yerine getirilememesinin nedeni II. Dünya Savaşı sırasında cumhuriyetin değerlerine rakip düşüncelerin yeniden ortaya çıkması, bu düşüncelerin, içten ve dıştan da destek bularak yaratılan kültür devrimine karşı eleştirilere başlamasıdır.
(10) Bkz., Şerafettin Turan, İsmet İnönü Yaşam›, Dönemi ve Kişiliği, Ankara 2000, s.217.
(11) a.g.e., s.218.
(12) Bkz., Arzu Öztürkmen, Türkiye’de Folklor ve Milliyetçilik, İstanbul 1998, s.243.
(13) Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, 3.Bask›, İstanbul 1986, s.111.
II. Dünya Savaşı’na kadar geçen süreçte Ziya Gökalp’in düşüncelerinin
yerini akılcı ve lâik bir anlayış aldı. Ancak II. Dünya Savaş›’nın başlaması ile Gökalp’in görüşleri yeniden gündeme geldi ve Türkçülük Almanya’nın
da etkisiyle “tek tarih, tek dil, tek kültür” esasına dayalı düşüncelere yöneldi.
Bu dönemde “dilde, fikirde ve işte birlik” yeniden simgeleşti(14). Dilde
olduğu gibi, Ziya Gökalp’in tarihe bakışı da savaş sırasında yeniden
canlandı(15). Türklerin bilimde, sanatta, çiçekçilikte, eğitimde ve müzikte
uygarlık yaratıcısı olduğu(16) vurgulanarak, II. Dünya Savaşı’nda Avrupa
uygarlığının yıkılmaya başladığı ve Avrupa’nın bundan sonra Türk bilimine,
kültürüne ve bilim adamına gereksinim duyacağı ve Avrupalıların
Türkleşmek zorunda kalacağı ileri sürüldü.
II. Dünya Savaşı sırasında kültür konusunda ortaya çıkan ikinci eleştiri
grubunun temel düşüncesinde ise Anadolu’nun 1071’den itibaren vatan
olarak kabul edilmesi kavramı yatar. Bu düşünce Mustafa Kemal’in
Anadolu’yu vatan olarak kabul etmesi dışındaki tüm görüşlerine karşıdır.
Başlangıçta vatan kavramında Mustafa Kemal’le hem-fikir olan bu grup,
daha sonra Mustafa Kemal’in devrimciliği benimsemesi karşısında, kültüre
dayalı gelenekçilik ve muhafazakârlığa yönelmiştir.
II. Dünya Savaşı sırasında kültür konusundaki üçüncü karşıt düşünce,
Atatürk’ün devrim, din ve milliyetçilik kavramlarını birleştirmeyi ve orta bir
yol bulmayı amaçlayan akımdır. Bu düşüncenin temel sloganı devrimcilik
değil, evrimciliktir. Gerek dinin, gerekse geleneklerin “devletin nüfuz sahası dışında kaldığı” ve geleneksel yapıda ve kültürde devlet gücüyle yapılmak
istenen veya yapılan değişikliklere tepki olarak doğmuştur. Bu çerçevede
devrim döneminin sona erdiğini, devrimin gereksinimlere vereceği cevabı verdiğini ve bugün yerini başka bir teze bırakması gerektiği savunulur. Hatta
bu tezi savunanlara göre, durum ulusun artık “kendi kendine düşünüş tezidir.
Türkiye’de devrimler döneminin sona erdiği ve “millî intibah devri (ulusal
uyanma devri)”nin başladığını, bu sayede devrimlerle örf, adet, gelenek ve
göreneklerin birleşerek ulusal kültürü yaratma dönemine geçildiği şeklinde
algılanmaktadır(17).
(14) Bkz., Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet, “Öz Dilimiz,” Ç›naralt›, say›: 9(Birinciteşrin
1943), s.4.
(15) Bkz., Hasan Ferit Cansever, “Türkçülük Nedir?,” Doğu, say›: 9-10-11(TemmuzEylül
1943), s.14-15.
(16) Bkz., Peyami Safa, “Biz Avrupal› M›y›z?,” Ç›naralt›, say›:59(İkinciteşrin 1942), s.4.
(17) Bkz., Mithat Atabay, Çok Partili Dönemde Bir Muhalefet Partisi:Millet Partisi (20
Temmuz 1948-27 Ocak 1954), (Bas›lmam›ş Yüksek Lisans Tezi, A.Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü, T.C. Tarihi Bilim Dal›, 1991), s.96-100.
Atatürk önderliğinde yapılan kültür devrimi ve onu takip eden
hümanizma dönemine karşı II. Dünya Savaşı sırasındaki tepkilerin özü üç
boyutludur. Birinci boyutu; kültürün menşei, kaynağı ile ilgilidir. İkincisi;
yapılan devrimlere yani içeriğe ilişkindir. Üçüncüsü ise; uygulama ile
alâkalıdır.
Ziya Gökalp’in kültür çizgisini yeniden canlandırmak isteyenler ile din,
milliyetçilik ve Atatürk devrimi arasında orta bir yol bulunmasını savunan
geleneksel düşünceler Türk kültürünün Orta Asya, komşu ülke kültürleri
(Çin, Hint) ve İslâm (Arap, İran) kültürlerinden oluştuğu temeline dayanır.
Anadolu kültürünü savunanlar ise Orta Asya, İslâm kültürü (Arap, İran) ve
Anadolu yerli kültürlerinin etkisinin toplumda etkin olduğu
düşüncesindedirler. Halbuki Türkiye, son ikiyüz yıldır Batı (Avrupa) kültürü
ile iç içedir. Ancak bu unsur da dahil edildiğinde Türkiye kültürünü ulusal ya
da evrensel boyuta taşıma olanağı olacaktır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün 1925, 1928, 1931, 1932 ve 1934 yıllarındaki
devrimleri Atatürk’ün Türk halkını çağdaş uygarlık değişimi alanı içine
soktuğu değişimlerdir.
II. Dünya Savaşı sırasında Atatürk devrimlerinin uygulanmasında
karşılaşılan ve eleştiriye tutulan ilk kanun “Soyadı Kanunu” olmuş ve
özellikle 1942 yılı boyunca bu konuda basında tartışmalar yaşanmıştır.
II. Dünya Savaş›’nın son yılında 20 Nisan 1924 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu metni öz Türkçe sözcüklerle yazılmış ve düzenlenen ve
ismine “Anayasa” denilen metin 10 Ocak 1945 tarihinde Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nde kabul edilmiştir.
Türkiye II. Dünya Savaşı’na fiilen girmemesine karşın, savaşın
etkilerinden kurtulamadı. Avrupa’da savaş, 7 Mayıs 1945’te sona erdi. 1945
başlarında savaşın müttefiklerin başarısıyla biteceğini gören Türkiye,
Birleşmiş Milletlerin kurucu üyesi olabilmek için 23 Şubat’ta Japonya ve
Almanya’ya savaş ilân etti(18). Bundan sonra Türkiye, 5 Mart’ta San
Francisco Konferansı’na resmen davet edildi ve Birleşmiş Milletlerin kurucu
üyeleri arasında yerini aldı(19). Böylece savaş sonunda yeniden şekillenecek
olan dünyada yerini belirlemiş oldu. Bu yer demokrasi ile idare edilen
ülkelerin yanıdır.
Savaş sonrasında toplumda genel olarak iki grup belirdi. Devrimciler ve
muhafazakârlar. Devrimciler, durumdan pek memnun değillerdi ve daha
köklü reformlar istiyorlardı. Muhafazakârlar ise, teknolojik yenilikleri kabul etmekle birlikte devrimlere kesinlikle karşı çıkmakta, kültürün yeni bir değerlendirilmesinin yapılması gerektiğini savunuyorlardı.
(18) Bkz., Feroz Ahmad ve Bedia Turgay Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın
Açıklamalı Kronolojisi 1945-1971, Ankara 1976, s.12.
(19) Bkz., Ahmet Şükrü Esmer ve Oral Sander, “II. Dünya Savaşı’nda Türk Dış
Politikası,” Olaylarla Türk Dış Politikası, c.I, 6.Baskı, Ankara 1987, s.184.
Bu iki grubun
zıtlaşmasına karşılık zaman içinde üçüncü bir grup daha kendini gösterdi.
Mutediller diyebileceğimiz bu grup, Türkiye’deki devrimi çağdaş toplum
yaratmak için yeterli sayıyorlar ancak bazı devrimlerin aşırı olduğunu
vurgulayarak bunların yeniden gözden geçirilmesini istiyorlardı(20).
Savaşın sona ermesiyle başlayan liberalizm akımı Türkiye’de de
etkisini gösterdi. Tek parti döneminin uygulamaları tartışılmaya başlandı. Bu
durum, uygulanan kültür politikalarına da yansıdı ve hümanist kültür dönemi
de fiilen sona erdi. Bu döneme damgasını vuran “Öner-Yücel Davas›”
yoluyla Hasan Ali’nin kişiliğinde cumhuriyet rejiminin getirdiği bütün
kültürel değişiklikler ve devrimler sınandı(21).
Hasan Ali Yücel’in bakanlıktan ayrıldığı 1946 yılına kadar 467’yi bulan
klasikler 1950’ye kadar 676’ya ulaştı. 1966 yılına kadar devam ettirilen
klasik çevirilerinin sayısı 973’tür.
Halkevleri 1932 yılından itibaren açılmaya başladı ve 1946 yılında
sayıları 455’ti. 1950 yılında ise 478’di. Halkodaları 1940 yılından itibaren
faaliyet göstermeye başladı. 1946’da sayıları 4066, 1950’de ise 4332 idi.
1940 yılında açılan Köy Enstitüleri, kısa sürede gelişti ve 1944’te
enstitü sayısı 20’ye ulaştı. 1948’de Van Erciş’te yeni bir enstitü açılınca sayı 21 oldu. 1945-1946 öğretim yılı başında 1609 köye, Köy Enstitüsü mezunu
1853 öğretmen ve 665 köy sağlık memuru atandı. Köylerde yapılan okul,
işlik ve öğretmen evlerinin sayısı da 3490’a ulaştı. Enstitülerin açıldığı 1940’dan itibaren de ilkokul mezunu olanların sayısında önemli artış oldu.
1927’de okuma yazma bilenlerin sayısı %8.2 idi. Yeni Türk Alfabesinin
kabulünden 1938 yılına kadar geçen sürede ilkokul diploması alanların sayısı 262000’dir. Son beş yılda ise bu sayı 478000’e yükseldi(22). 1947’de Köy
Enstitülerinden mezunların sayısı 5447’ye ulaştı. 1950’de okuma-yazma
bilenlerin sayısı %34’tü.
(20) Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul 1967, s.268.
(21) Öner-Yücel davas› için bkz., Kenan Öner, Öner-Yücel Davas›, 3 Kitap, İstanbul
1947-1948; Hasan Ali Yücel, Davam, Ankara 1950; Hasan Ali Yücel, Hasan Ali Yücel’in
Açt›ğ› Davalar ve Neticeleri, Ankara 1950; ayr›ca Kenan Öner ve Hasan Ali Yücel aras›ndaki
davan›n yorum için bknz., Mithat Atabay, II.Dünya Savaş› S›ras›nda Türkiye’de Milliyetçilik
Ak›mlar›, İstanbul 2005, s.331-334.
(22) Hasan Ali Yücel, Millî Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçler, Ankara 1993, s.299.
Devletin kültür politikası konusunda izlediği siyasette, iktidar partisinin 1947 yılında yapılan kurultayı bir dönüm noktasını teşkil etti. Bu kurultayda halkevlerinin çalışmaları, din dersleri, türbelerin açılması, ilahiyat fakültesi
ile imam hatip okullarının faaliyete başlamaları konuları tartışıldı(23).
Kurultayda öne sürülen devrimlerden ödünleri içeren görüşler CHP
hükümetleri tarafından uygulamaya konuldu. 1947 yılında Köy Enstitüleri
Kanunu’nda önemli değişiklikler yapılarak sistemin işleyişi zaafa uğratıldı.
Halkevlerinin iktidar partisinin bir yan kuruluşu olmaktan çıkarılarak özerk
bir kurum haline getirilmesi çalışmaları yürütülemedi. 15 Ocak 1949’da biri
Ankara’da diğeri İstanbul’da olmak üzere iki İmam Hatip Kursu açıldı. 1
Şubat 1949 tarihinden itibaren ilkokullarda isteğe bağlı din dersleri başladı. 4
Haziran 1949 tarihinde kabul edilen bir kanun ile Ankara İlahiyat Fakültesi
kuruldu. “Türk büyüklerine ait olma ve yüksek bir sanat değeri taşıma”
koşuluyla 1 Mart 1950 tarihli 5666 sayılı kanunla yirmi türbe halkın
ziyaretine açıldı(24).
14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerle Demokrat Parti iktidara geldi.
Yeni iktidarın, hükümet programında devrimleri, “tutan” ve “tutmayan”
devrimler diye ayırma ve ilk iş olarak “Arapça ezan yasağı”nı kaldırması kültürel politikalarda önemli değişimlerin yaşanacağının ilk işaretleri oldu.
Ezan konusunun demagojiye açık olması nedeniyle muhalefet de iktidarla
birlikte kabul oyu verdi(25). 8 Ağustos 1951 tarihinde kabul edilen 5830 sayılı kanunla halkevlerinin mallarına el konuldu. 27 Ocak 1954 tarih ve 6234
sayılı kanunla Köy Enstitüleri tümüyle öğretmen okullarına dönüştürüldü.
Sonuç olarak; 1920’den 1960’lara uzanan zaman dilimi içerisinde,
Türkiye’de izlenen kültür politikaları dört süreçten geçti. Bu sürecin ilk
halkası; Atatürk önderliğinde gerçekleştirilen kültür devrimi dönemi (1920-
1938), ikinci evresi; hümanizma ve aynı zamanda kültür devrime karşı tartışma dönemi (1939-1945), üçüncüsü; evrimcilik dönemi (1946-1950) ve
son olarak “tutan” ve “tutmayan” devrimler diye açıkça devrimlerden
ödünleri içeren tavizler dönemi (1950-1960)’dir.
Atatürk; halkçılığa, milliyetçiliğe ve lâikliğe önem vererek tarih ve dil
tezleri ile yeni bir anlayış yaratmayı hedefledi. Çağdaş bir toplum
oluşturmayı amaçladı. Onun döneminde Türk kültürünün ulusal temelleri
atıldı. O dönemdeki kültür politikası Atatürk devriminin bir sentezi ve aynı zamanda azgelişmişlik koşullarını kendi çıkarlarının ön koşulu sayanlara
karşı da bir hareketti. Bu anlamda olaya bakıldığında bugün her platformda
söylenen “sosyal değişim politikası”nın anlamı kültür değişmesidir. Türk
toplumunun her alanda çağdaş bir toplum haline gelebilmesi için yapılması gereken yeni bir kültür yaratmaktı.
(23) CHP’nin 7.Büyük Kurultayındaki tartışmalar için bkz., CHP Yedinci Büyük
Kurultayı, Ankara 1948; ayr. bkz., Çetin Yetkin, Karşı Devrim 1945-1950, İstanbul 2002,
s.393-422.
(24) Ziyarete açılan türbeler için bkz., Gotthard Jaschke, Yeni Türkiye’de İslâmlık, Çev.
Hayrullah Örs, Ankara 1972, s.104-105.
(25) Cem Eroğul, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, 2.Bask›, Ankara 1990, s.58.
Bu da kültürel değişimle, yani anlayıştaki
değişimle olabilirdi. Atatürk bunu gerçekleştirdi. Ancak Atatürk
dönemindeki bu değişim, kendisinden sonra gelenler tarafından yeni
bilgilerle, yöntemlerle geliştirilip, kökleştirilmedi ve yeni bir ekol
yaratılamadı. 1940’lardan itibaren önce yavaş, sonra hızlı bir şekilde
değişimin hızı kesildi ve hatta bazı alanlarda tamamen durduruldu. Bunun
sonucu olarak köklü değişimi kalıcı kılacak ve bir sisteme dönüştürecek
unsurlar geliştirilemediği gibi zaman içinde yapılanlar dahi korunamadı. O
nedenle de kültür devrimi, çağdaş dünyaya damgasını vuracak bir “Türk
rönesansı” haline gelemedi.
Bugün ise; Ulusal ya da evrensel kültürümüz Türk-İslam sentezi olarak
nitelenmeye veya ona indirgemeye çalışılmaktadır. Bu çabaları ve anlayışı bilimsel bir yaklaşım olarak görmek doğru değildir. Bu aynı zamanda Türk
kültürüne belirli oranda renk ve zenginlik kazandıran kökleri de yadsımak
olur. Böyle bir davranış çağdaşlaşma çabalarına ters düşer ve ulusal kültürü
çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarma amacıyla da bağdaşmaz.
Atatürk kültürün devlet hayatındaki önemini belirtirken;
“Bir ulus, varlığı ve hukuku için bütün kuvvetiyle, bütün fikri ve maddi
kuvvetleriyle ilgilenmezse, bir ulus, kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve
bağımsızlığını sağlamazsa, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz…
Bireyler düşünür olmadıkça, topluluklar istenilen yöne, herkes tarafından iyi
veya fena yönlere sürüklenebilir. Kendini kurtarabilmek için her kişinin
geleceğiyle doğrudan doğruya ilgili olması gerekir.”
“Milli kültürün her alanda açılarak yükselmesini Türkiye
Cumhuriyeti’nin temel direği olarak sağlayacağız.” demiştir.
Kökeni, ortak yaşanmış tarihe dayanan ulusal kültür sayesinde Türkiye
Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar yaşayacağına inanmış ve bu konuda ana
kaynağın da kültür olduğunu vurgulamıştır.
KAYNAKÇA
Ahmad, Feroz ve Bedia Turgay Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın
Açıklamalı Kronolojisi 1945-1971, Ankara 1976.
Atabay, Mithat, Çok Partili Dönemde Bir Muhalefet Partisi: Millet Partisi (20
Temmuz 1948-27 Ocak 1954), (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, A.Ü. Sosyal
Bilimler Enstitüsü T.C. Bilim Dalı), Ankara 1991.
Atabay, Mithat, II.Dünya Savaşı Sırasında Türkiye’de Milliyetçilik Akımları,
İstanbul 2005.
Berkes, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, 2.Baskı, İstanbul 1978.
Cansever, Hasan Ferit, “Türkçülük Nedir?,” Doğu, sayı: 9-10-11 (Temmuz Eylül
1943), s.14-15.
CHP, CHP Yedinci Kurultayı, Ankara 1948.
Erkilet, Hüseyin Hüsnü Emir, “Öz Dilimiz,” Çınaraltı, say›:9 (Birinciteşrin
1943), s. 4.
Eroğul, Cem, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, 2.Baskı Ankara 1990.
Esmer Ahmet Şükrü ve Oral Sander, “II.Dünya Savaşı'nda Türk Dış
Politikası,” Olaylarla Türk Dış Politikası, c.I, 6.Baskı, Ankara 1987.
Gökberk, Macit, “Aydınlanma Felsefesi Devrimler ve Atatürk,” Çağdaş
Düşüncenin Işığında Atatürk, 2.Baskı, İstanbul 1986.
İnan, Afet, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, 4.Baskı, Ankara 1984.
Jaschke, Gotthard, Yeni Türkiye’de İslamlık, çev. Hayrullah Örs, Ankara 1972.
Karpat, Kemal, Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul 1967.
Koçak, Orhan, “1920’lerden 1970’lere Kültür Politikaları,” Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce Kemalizm, c.II, İstanbul 2001.
Mardin, Şerif, Din ve İdeoloji, 3.Baskı İstanbul 1986.
Öner, Kenan,
Öner- Yücel Davası, 3.Kitap, İstanbul 1947-1948.
Öztürkmen, Arzu, Türkiye’de Folklor ve Milliyetçilik, İstanbul 1998.
Safa, Peyami, “Biz Avrupalı Mıyız?,” Çınaraltı,say›:59 (İkinciteşrin 1942), s.4.
Sinanoğlu, Suat, Türk Hümanizmi, 2.Baskı Ankara 1988.
Turan, Şerafettin, İsmet İnönü Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, Ankara 2000.
Turan, Şerafettin, Türk Kültür Tarihi Türk Kültüründen Türkiye Kültürüne ve
Evrenselliğe, Ankara 1990.
Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Atatürk Önderliğinde Kültür Devrimi, Kalkınma
için Bölgesel İşbirliği (RCD) Semineri Tebliğleri (9-11 Kas›m 1967), Türk İnkılap
Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara 1972.
Yetkin, Çetin, Karşı Devrim 1945-1950, İstanbul 2002.
Yücel, Hasan Ali, Davam, Ankara 1950.
Yücel, Hasan Ali, Hasan Ali Yücel’in Açtığı Davalar ve Neticeleri, Ankara
1950.
Yücel, Hasan Ali, Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçler, Ankara 1993.
qooxtar
0 Yorumlar