Bağlanmak


Bağlanma Kuramı  ve Psikopatoloji 

Olcay TÜZÜN 
Klinik Psikoloji Master Öğrencisi, İstanbul Üniversitesi, Psikolog  
Kemal SAYAR 
Bakırköy RSSHH 13. Psikiyatri Klinigi, Klinik, Şefi



ÖZET 

Anne-bebek ilişkisi ve bu ilişkinin niteliği özellikle analitik perspektifin odak noktası  olan konulardan bir tanesidir. Post-Freudyen psikanalizin gelişmesinde büyük önemleri olan Melanie Klein ve Winnicott, teorilerinin bir bölümünde bu konuyu ele almıştır. Onların yanı  sıra diğer analistlerden araştırmacı  kimliği ile ayrılan John Bowlby ve daha çok deneysel araştırmalar yapan Mary Ainsworth de erken dönem anne-bebek ilişkisi ve bu ilişkinin niteliği üzerine çeşitli gözlem ve araştırmalar yürütmüştür. Bu yazıda bağlanma kuramı  ve psikopatolojideki anlamı  tartışılacaktır. 

Bebeklik dönemi olarak tanımlanan 0-2 yaş  arası, çocuğun, fiziksel, zihinsel ve duygusal yönden en hızlı  geliştiği dönemdir. Bu nedenle bu dönemde çocuğun sadece fiziksel gereksinimlerinin giderilmesi yeterli değildir. Henüz becerilerinin yeterli derecede gelişmemiş  olmasına bağlı  olarak bebeğin, kendisine bakım veren kişiye bağımlı  olduğu görülür, bu bağımlılık sürecinde bakım verenle kurduğu birebir ilişki ise, onun zihinsel ve duygusal gelişimi için son derece önemlidir. Bebeğin, biyolojik yetersizliği dikkate alındığında, bakım verenine karşı  bir bağlanmanın oluşması kaçınılmazdır. Bağlanma terimi ise, bebeklerle anne-babaları  ya da bakım verenleri arasında kurulan, duygusal olarak olumlu ve yardım edici bir ilişkinin varlığını  ifade eder. (1). Yenidoğanın bu dönemde sosyal gereksinimini karşılamak için başvuracağı  kişi kendisiyle ilgilenen kişiden ibarettir ki, bu kişi genellikle anne olmaktadır. Anne, çocuğun bağlanma gereksinimini tatmin ettiği bir "öteki" olarak da adlandırılabilir. İlk yıllarda anne ile kurulan bu bağ, çocuğun kişiliğinin önemli bir kısmını  oluşturmakta ve bu özellikler hayat boyu değişime karşı  bir direnç göstermektedir (3). 

Bu ilişkinin daha derinlemesine incelenmesi ve hem çocuklarda, hem de yetişkinlerde görülen psikopatolojik tablolarla bağlantisinin kurulmasında temel aşama ise, Bowlby'nin "Bağlanma Kuramı"nı  ortaya koymasıdır. Bowlby, çocuk psikanalisti olması  nedeniyle çocukluk döneminde psikopatolojiye neden olan etkenlerle ilgilenmiştir. Ancak, Bowlby, bir terapist olmaktan çok, öncelikle bir teorisyendir. 1930-1950 yılları  arasındaki psikanalitik grupta aktif olarak çalışmış olmasına rağmen, kendisini aslen bir araştırmacı  olarak görmüştür. Psikanalitik yönelimin temel öğelerinden bir tanesi olan rüya analizleri, bu dönemde Bowlby 'nin çalışmalarında hiçbir şekilde yer almamaktadır ve bunun yerine ruhsal dünyadan daha çok gözlemlenebilir davranışı  incelemektedir. Diğer analistlerden farklı olarak araştırmacı  bir bilim adamı  olarak çalışmış  ve hayvan araştırmaları, sistem teorisi, bilişsel psikoloji ve davranışçılık ile ilgilenerek, bu alanları  Freud'un motivasyonla ilgili erken dönem teorisinden edindiği bilgilerle birleştirmiştir. Ürettiği `Bağlanma Kuramı" ise, her ne kadar çeşitli gelişim disiplinlerinin eklektik bir karışımı  ise de, Freudyen analitik temele oturmaktadır ve önceliği çocuğun duygusal gelişimine vermiştir. Bağlanma kuramı  bir çocuk psikanalizidir, teoriye ve psikoterapi uygulamalarına da önemli katkılarda bulunmuştur (2,11) Kuramın temel noktası  ise, annenin bebeğine dış  dünyayı inceleyebileceği ve gerektiğinde emniyet duyguları  içinde geri dönüşler yapabileceği güvenilir bir ortam oluşturmasıdır. 

Harlow, annenin bebeklik döneminde, açlık, susuzluk gibi temel gereksinimleri karşılayan olması nedeniyle, anne ve çocuk arasında bir bağlanma oluştuğunu ileri sürer ki, bu da Bowlby'nin araştırmalarının temel noktasını oluşturur. 1958 yılında Harlow'un öğrencileriyle beraber maymunlar üzerinde yürüttükleri çalışmalarda kullanılan bir öğe de anne yoksunluğudur. Kurulan deney düzeneğinde, maymunlardaki temel güdüyü anlamak için onlara iki seçenek verilmiştir, ya kumaş kaplı  bir yere tıııııanacaklar ya da demirden ve rahats ız bir yere tırmanıp süt içeceklerdi. Maymunlar demir çubuğa tırmanıp süt içtikten sonra hızla kumaş  kaplı yerlerine dönmüştür. Bu sadece beslenmenin değil rahatlığın da önemli olduğunu göstermektedir. Bir başka araştırmada ise, rhesus maymun bebeklerine ısıtılmış  demir ve kumaş  kaplı  soğuk bir yer hazırlanmıştır. Maymunların ısıtılmış  demirleri tercih ettikleri gözlenmiştir, bu deneyle de sıcaklık faktörü önem kazanmıştır ve Harlow'un annenin sadece fiziksel gereksinimleri sağlamadığı  aynı  zamanda rahatlık ve sıcaklık sağladığı  yönündeki görüşlerini de desteklemiştir. Harlow daha sonra anneden uzak ve sosyal yoksunluk içinde büyütülen rhesus maymunlarını  da incelemiştir ve bu maymunların daha sonra sosyal ilişkilerinde yetersiz olduğunu gözlemlenmiştir. Sosyal ilişkilerdeki yetersizlik ise içe kapanma, ilişki kurmada beceriksizlik ve cinsel donukluk olarak tanımlanmıştır. Aynı  zamanda çocuklarına karşı  ilgisiz oldukları  da görülmüştür. Sonuç olarak Harlow'a göre anne-çocuk arasında oluşan karşılıklı  sevgi bağının ileriki yaşantıya olan en büyük katkısı, daha sonra diğer insanlarla kurulan tüm ilişkilerde güven duygusunun oluşmasıdır (1,11) 

Bowlby'e göre anne ve çocuk aras ında kurulan güvenli bir bağlanma ilişkisi çocuğa sağlıklı psikolojik gelişim olanağı  sağlar. Rhesus maymunlarında gözlenen bu bağlanma ilişkisi ile insanlardaki ilk bağlanma süreçleri arasında bir benzerlik olduğuna inanan Bowlby, yanlış  gelişmiş ya da dönem dönem kesintilere uğramış  bağlanma ilişkilerinin kişilik problemlerine ve zihinsel hastalıklara yol açacağını  iddia eder. Örneğin, ona göre, güvensiz bağlanma biçimleri nevrotik bir kişiliğin gelişmesine zemin oluşturur (1). Bu noktada kuramı  çıkış  noktasından başlayarak daha ayrıntılı  bir şekilde incelemek, bağlanma sürecinin kişilik problemlerinin ve ruhsal hastalıkların temelindeki yerinin daha rahat anlaşılmasını  sağlayabilir. 

Bağlanma teriminin kuramlaştırılması, neo-analitik perspektife mensup teorisyenler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu durumda bağlanma teorisinin klasik Freudyen teoriden ayrılan bazı özellikleri olduğu söylenebilir, bu özelliklerin neler olduğunun tespit edilmesi ise, kuramın içeriğinin daha iyi anlaşılmasını  sağlayacaktır; Margaret Mahler, Heinz Kohut, Karen Horney ve John Bowlby, neo-analitik perspektifin ilk ve en önemli kurucularıdır, bu kuramcılar, bilinçdışının asıl yönetici güç olarak ilan edilmesi ve cinselliğin insan hayatında merkezi bir konumda olması  noktalarında Freud ile fikir ayrılığına düşer. Bu yeni perspektife göre, benlik (ego) sadece altbenliğin (id), bir anlamda da bilinçdışının, gereksinimlerini karşılayan bir yapı  değil, kendi gereksinim ve hedeflerini kendisi belirleyebilen bağımsız bir varlıktır. Benliğin altbenlikten bağımsız olan gereksinimleri ise, insanın sosyal yönünü de vurgular, insan doğumundan sonra sosyal ilişkilere gereksinim duyan, Aristo'nun deyişiyle, "sosyal bir hayvan"dır. İşte tam da bu bakış, neo-analitik perspektifin psikososyal yönünü vurgular. Bu psikososyal yön ise, kaynağını  erken dönem anne-bebek ilişkisinden alır (3). 

Mahler, yenidoğanın anne ile "psikolojik erime" halinde olduğunu söyler. Ona göre, bu birliğin kopması  ve bireyselleşme kişilik gelişiminin ta kendisini oluşturmaktadır. Fakat Mahler burada çok önemli bir çelişkiden söz eder; ayrılma-birleşme çelişkisi. Bağımsız bir benlik geliştirme arzusu, anne tarafından korunma arzusu ile sürekli bir çatışma halindedir ve çocukluktaki bu temel çelişki, insanlar üzerinde hayat boyu etkisini sürdürecektir. Bu etkinin varlığını  sürdüreceği düzlem ise, büyük çoğunluğu hayatın ilk altı  yılında oluşan özbenlik algısıdır. Annenin çocuğa davranışlan, yani bağımsızlaştırma ve koruma davranışlarının miktarı, çocuğun kendisi hakkında yorumlar yapmasına ve bunları  içselleştirmesine yol açacaktır (3 ). 

Üç yaş  civarında oluşturulan anne imgesi, yalnız kendimizi değil, hayatın geri kalanında karşımıza çıkan tüm "ötekileri" anlamamız için de bir platform oluşturur. Öyle ki, Mahler'e göre, çocuk diğer insanlara bakarken anne imajının yarattığı  mercekleri kullanır. Kohut ise, benzer bir noktayı "referans noktası" mecazı  ile açıklar. Ona göre, doğuştan büyüklenmeci özelliklere sahip insan, anne babanın narsisistik gereksinimlerinin karşılanması  oranında sosyal ortama uyum Sağlar ve bu tatmin boyutunu, diğer insanlardan beklentisini belirleyen bir referans noktası  olarak kullanır (3). 

Nesne ilişkilerini yorumlayan diğer bir teorisyen olan Horney ise, "temel endişe"den söz eder. Horney her yenidoğanın anne babası  tarafından terk edilme 'korkusunu sahip olduğunu, bu anksiyetenin boyutunun da ailedeki güven ve huzur ortamına bağlı  olarak değişiklik gösterdiğini söyler. Çocuğun bu temel anksiyete ile baş etme yöntemi (reddedici tavır, büyüklenmecilik veya boyun eğici tavır) kişinin ileriki dönemlerinde ikili ilişkilerindeki yaklaşımını  belirler (3,6) 

Bowlby ve Ainsworth 

Bowlby'e göre bağlanmanın çocuk açısindan yaşamsal bir değeri vardır. Hayvanlarla yaptığı gözlemlerden anneye yapışmanın veya takip etmenin bebeğin yaşama şansını  arttırdığı  sonucuna varan Bowlby, insanlarda bağlanmanın bunun ötesinde bir işleve sahip olduğunu vurgular. İnsan hayatı  için bağlanmanın üç temel işlevi vardır; dünyayı  keşfederken geri dönülebilecek güvenli bir liman olma, fiziksel gereksinimleri karşılama, hayata dair bir güvenlik duygusu geliştirebilme şansı. Bowlby, bu gereksinimler yeterli düzeyde karşılanmadığı  takdirde, çocukta oluşan özbenlik algısıyla bağlantılı  olarak patoloji gelişebileceğini öne sürer. Bu süreci ise, "çalışma modelleri" olarak adlandırdığı  ilkeye dayandırır. Bu ilke aslında, Mahler, Kohut ya da Horney'nin vurguladığı süreçlerden farklı  değildir, buna göre; anne tarafından bir ölçüde karşılanan güvenlik duygusu çocuğun dünyayı  algılayışını  belirler (5,6) 

Ainsworth ise bağlanma teorisinin işlemsel tanımını  yapan kuramcıdır. Kanadalı  bir psikolog olan Ainsworth 1960'lı  yılların başlarında, Bowlby ile birlikte çalışan ve onun görüşlerini paylaşan bir psikolog olmasına rağmen, zaman içerisinde John Hopkins Üniversitesi'nde bebekler üzerinde yaptığı çalışmalarda Bowlby 'nin iddia ettiğinden daha fazlasını  içeren sonuçlar bulmuştur. İçinde bulunduğu zaman diliminde çok da alışılmış  olmayan bir yöntemi izlemiştir. Öğrencileriyle birlikte ev ziyaretleri yaparak çocukları  ve annelerini daha yakından gözlemle- miş  ve bazı  temel alanlarda (beslenme, ağlama, göz teması, gülümseme vb.) annenin çocuğun ihtiyaçlarına olan yanıtlarını  incelemişlerdir. On ikinci haftada bebek ve anne laboratuvara al ınmış  ve Ainsworth'un "garip durum (strange situation)" olarak adlandırdığı  deney uygulanmıştır. Bu deneyde, bebek sekiz dakika boyunca bir yabancıyla annesinden ayrı  kalır. Bu süreçte iki an çok önemlidir; anneden ayrılma ve anneyle buluşma anı. Bu iki anda verilen tepkiye göre bebek iki ana bağlanma tarzından birine dahil edilir; emniyetli ya da emniyetsiz. Emniyetsiz bağlanma da kararsız (ambivalant/iki değerli) ve kaçıngan olarak ikiye ayrılmaktadır. Emniyetli bağlanmaya sahip çocuklar anne giderken normal bir gerilim yaşarlar, anne geri döndüğünde ise mutlu ve sevinçli bir karşılama içine girerler. Kararsız bağlanma tarzındaki çocuk ise anne giderken aşırı  bir üzüntü ve ayrılamama davranışı gösterirken, anne geri döndüğünde anneye öfkeli ve reddedicidir. Kaçıngan çocuklarda ise, ayrılış  anı  sakin ve neredeyse tepkisizken, bulu şma anneyi reddedici ve uzaklaştırıcı  özelliktedir (5,11) 

Ainsworth'un tanımladığı  bebek ile anne arasında oluşan güvenli bağlanma çocuğun psikolojik gelişiminde ciddi bir öneme sahiptir ve annenin sıcak, duyarlı, gereksinimi gidermeye hazır ve bağlanabilir olma özelliklerini taşımasıyla ilgilidir. Emniyetli bağlanma, duygusal sağlığın bir kaynağı  olarak görülür, çocuğa "ötekinin" onun için orada olacağı  ile ilgili güven verir ki, bu da onun ilerleyen yaşamında tatmin edici ilişkiler kurma kapasitesine zemin oluşturur (11) 

Deney sonuçlarına bağlı  oluşturulan gruplandırmayı  ise, sadece çocuğun duygu durumuna bağlamak ise yanlış  bir değerlendirme olur. Çocuğun doğuştan getirdiği özelliklerinin yanı  sıra çevre ile etkileşimine bağlı  olarak kazandığı  kişilik özellikleri de son derece önemlidir. Öyle ki, emniyetli bağlanmaya sahip çocukların annelerin çocuğun ağlamalarına duyarlı, çabuk güldürebilen ve de farklı gereksinimlerine uygun tepkiler verebilen annelerdir. Kararsız bağlanan çocukların annelerinin ise, genellikle tepkilerinde tutarsız oldukları  saptanmıştır. Mesafeli, duygusal olarak zor ulaşılan ve ihmalkâr olan annelerin çocuklarının ise kaçıngan bağlanma tarzına sahip olduğu bulunmuştur. Fakat bu ilişkilerin ilişkisel oluşu, aralarındaki neden-sonuç ilişkilerinin varlığını  garanti etmez. Çocuğun mizacı  da üçüncü değişken olarak bağlanma tarzına katkıda bulunabilir (3,5) 

Bağlanma tarzları  kendisini pekiştiren bir özellige de sahiptir. Diğer bir deyişle, var olmalarına neden olan karakteristik özellikleri kendi devamlılıklarını  da sağlayıcı  niteliktedir. Öyle ki, erişkin hayatta da bu bağlanma tarzlarının uzantılarını  gözlemleyebiliriz. Hazan ve Shaver 1990'da yaptıkları  araştırmalarda, karasız bağlanma tarzına sahip deneklerin ikili ilişkilerde aşırı  uçlarda, aşırı  kıskançlık ve tutku içeren, takıntılı  düşüncelerle dolu, manevi benzeşme ve birleşme talep eden ilişkilerde yer aldıklarını  ortaya çıkarmıştır. Buna benzer olan kaçıngan bağlanma tarzına sahip deneklerin ise, iş  hayatını  sosyal ortamdan kaçmak için araç olarak kullandıkları  göze çarpmıştır (3). 

Bu araştırmalar bağlanma tarzlarının bir çeşit öğrenme olarak da yorumlamamıza neden olabilir. Buna göre, örneğin, kararsız bağlanma tarzına sahip kişiler annelerinden öğrendikleri tutarsız ilişki kurma tarzını  ilerideki ilişkilerinde de kullanırlar. Aynı  şekilde kaçıngan bağlanma tarzına sahip kişiler, çocukken kullandıkları  reddetme ve kaçma yöntemlerini büyüdüklerinde de kullanır, çünkü Horney'in söz ettiği temel endişe ile baş  etme metodu olarak bunları  seçmişlerdir ya da seçmek zorunda kalmışlardır (7). 

Bağlanma tarzları  aynı  zamanda ergenlikte psikopatolojiye yol açan faktörlerden bir tanesidir. Brown ve Wright'ın araştırmasında psikopatoloji gösteren ve psikopatoloji göstermeyen örneklemlere bakıldığında, psikopatoloji göstermeyen grubun % 73,3'ü emniyetli bağlanma tarzına sahipken, psikopatoloji gösteren grubun sadece % 13,3'ünün emniyetli bağlanmaya sahip olduğu görülmüştür. Kararsız bağlanması olan ergenlerin sorunlarını  abartarak ilgi çekmeye çalıştığı, kaçıngan ergenlerin ise, sorunlarını görmezden gelmeye meyilli olduğu belirtilmiştir. Bu duruma bağlı  olarak, anksiyete, depresyon, düşünce bozuklukları  ve sosyal kabul görme gereksinimi; kararsız bağlanma tarzına sahip olan ergenlerde diğer gruplara göre daha çok görülmektedir. Bu bağlanma tarzı  aynı  zamanda sınır kişilik bozukluğuna sahip ergenlerde daha sık görülür. Bunun yanında, davranım bozukluğu, madde kötüye kullanımı  ve bunlara bağlı olarak, antisosyal kişilik bozukluğu, kaçıngan bağlanma tarzına sahip ergenlerde daha sık görülen psikopatoloji kategorilerdir (7). 

Bowlby ve Winnicott 

Bowlby, araştırmacı  kimliği ile psikanalitik paradigmanın sorularına cevap vermek için gözlemlenebilir davranışla ilgilenmiştir. Bağlanma ister güvenli, ister güvensiz; kaçıngan ya da kararsız olsun, gözlemlenebilir, ölçülebilir, değerlendirilebilir ve ilişkilendirilebilir niteliktedir. Winnicott ise, üstün becerileri olan bir klinisyen olmakla birlikte, kullandığı  soyut açıklamalara bağlı olarak "anlaşılması  zor" bir kuramcıdır. Bowlby ile aynı  problemlerle ilgilemektedir fakat bunu ruhsal dünyanın perspektifinden yapmaktadır. Winnicott, çocuklarla ve psikopatolojik açıdan ağır vakalarla çalışmıştır. Bu durum onun özellikle "kendilik" ve "kendilik duygusunun gelişimi" ile ilgilenmesine yol açmıştır (2,10) 

Bowlby ve Winnicott'ın bebek-anne ilişkisine ve burada neyin yanlış  gidebileceğine ilişkin görüşleri oldukça benzerdir. Winnicott'a göre "çevreye tutunma" anne tarafından sağlanır. Anne büyüyen çocuğun gereksinim ve arzularına empati gösterebilir. Çevreye tutunmadaki temel görev, bağlanma ve koruma olmakla beraber Bowlby'nin görüşlerine zıt olacak biçimde Winnicott bunun etiyolojik terimlerden çok varoluşsal terimlerle açıklar (2). 

Ayrıca, çocukluk dönemi psikopatolojilerinden bir olan çalma davranışına ilişkin olarak Bowlby ve Winnicott oldukça benzer açıklamalar yapmıştır. ifade biçimlerinde ve odak noktalarında ise bazı  farklar göze çarpmaktadır; Bowlby için çalma davranışı  bir sosyolojik fenomendir, erken çocukluk dönemindeki kesintiye uğramış  yaşantılarla ve anneyle ayrılmaya olan bir hesaplaşmadır. Winnicott ise, çalma davranışının kendisini sembolik bir anlatım yolu olarak görür. Çalınan nesne, kayıp anne imajının yerine geçer ve annenin yokluğu ile oluşan duygusal eksiklik arasında bir köprü işlevi görür. Buradaki fark, Bowlby'nin davran ışı  açıklamaya çalışırken, Winnicott'ın davranışın anlamıyla ilgilenmiş  olmasıdır ( 2). 

Winnicott'a göre, iyi bir anne, çocuğu ile empati kurarak, çocuğun nesne devamlılığı  bilgisinin hangi basamağına ulaştığını  anlar ve böylece, ondan ne kadar süre için ayrı  kalabileceğini bilir. Winnicott bunu şu cümlelerle ifade etmiştir; "Anne bilir ki; çocuğunu, çocuğun annenin yaşadığı  ve ona yakın olduğu fikrini koruyabileceğinden daha uzun süre (dakika, saat, gün) yalnız bırakmamalı, ondan ayrılmamalıdır. Eğer anne, çocuktan çok uzun bir süre uzak olmak zorunda olduğunu biliyorsa, çocuğun tekrar anneyi kabul edebilmesi için, çocuğuna kavuştuğu sırada annenin de bir terapiste dönmesi, bir terapist gibi davranması  gerekir."(2). 

Winnicott'a göre, kendilik algısının temelini oluşturan deneyimler başlangıçta zaman ve mekânda dağınık olan, henüz bütünleşmemiş  deneyimlerdir. Kendiliğin bütünleşmesi ise, annenin çocuğuna sağladığı  ortama bağlı  olarak, anneçocuk ilişkisinin içinde gelişir. Çocuğun zaman içinde bütünleşmiş  bir algısımn olması  ve kendilik duygusunu geliştirebilmesi ise, annenin ona sunduğu "kucaklayıcı  ortam" sayesinde olur. Annenin çocukla ilgili bütünleşmiş  tasarımlarını  sayesinde çocuk giderek kendi bütünlüğünü kavramaya başlayacaktır (10) 

Burada önemli bir diğer kavram ise, Winnicott'a göre çocuğun yalnız kalabilme kapasitesini geliştirmesidir. Buna göre, annenin görevi, sadece, çocuğun gereksinimlerini anı  anına karşılamak değildir, çocuğun kendi başına durabildiği sakin dönemleri ve yalnızlık deneyimleri gereksiz uyaranlarla bölünmemelidir. Annenin bu süreyi talepsiz geçirerek çocuğun yalnız deneyimine eşlik etmesi kendilik algısının gelişimi açısından gereklidir. Çocuğun anneyle iletişime geçtiği ilk dönemde tüm güçlülük duygusu iyice yerleştikten sonra, bu yanılsamanın kademeli olarak kırılması  yoluyla, çocuk tüm güçlülük deneyimlerinden gerçeklik ilkesine doğru bir geçiş  yapar. Bu noktada gereksinimleriyle her şeyi yaratan artık kendisi değildir, ortada bir dış dünya bu dış  dünyanın getirdiği gereklilikler, zorluklar ve zorunluluklar vardır. Bu geçişi kolaylaştıran öğe ise, annenin kaçınılmaz olarak gerçekleşen yetersizlikleridir. Bu asgari düzeydeki örselenmeler sayesinde çocuk bir dış  dünyanın olduğunu ve onun getirdiği gerçeklikleri fark eder (10) 

Bowlby ise, hayatın ilk ayları  için iki anne betimler. Birincisi, çocuğu etkilenmelerden korur, yedek ego gibi işlev görür ve yavaş  yavaş  onun kendi egosunun gelişmesine yardım eder. Winnicott bunu sevgi ve duyulara hitap eden, bir arada var oluşu öneren "kapsayan anne" olarak adlandırır. Burada Winnicott'ın "kapsayan anne" kavramı  ile neyi kast ettiğine bakıldığında "tutma" kavramı  ile karşılaşılır, bu kavramla ise, annenin psikolojik tepkilerinin yenidoğan üzerinde çok çeşitli etkiler bırakabileceğini ifade eder. Buna göre, her şeye bir taşkınlık ve heyecan gösterebilen yenidoğan bebeğin bu anksiyetesinin kendisine bakım veren kişi tarafından yatıştırılması  gerekmektedir. Annenin bu dönemde çocuğun yanında olmaması  kalıcı  ve zararlı  sonuçlar bırakabilecek bir durumdur. Anne "yeterince iyi" olmalı, yani, çocuğa gerçeklik ilkesinin yansıtabilmeli, bunu yaparken de iç ve dış  sınırları  belirleyebilmeli, çocuğunun gereksinimlerinin ne olduğunun farkında olmalı ve yaşadığı  endişeleri yatıştırabilmelidir. Aksi durumda, çocuğun heyecanları  kaldırabileceği düzeyin üstüne çıktığında, anne "kapsayan" görevini yerine getiremezse, çocukta nevroza varan psikopatolojilerin görülmesi olas ıdır (11) 

Çevreleyen annenin yarattığı  bu uyumlu ortamdan sonra ise, diğer aşamada çocuk kendisinde iki uçlu duygular oluşturmaya başlayan, yani aynı  zaman diliminde hem sevilen, hem de nefret edilen "nesnel anne" ile ilişki kurmaya başlar. Annenin bu aşamadaki cevapları  ise, çocuğun ileriki yaşamında izlenebilir niteliktedir ve dikkat çekici bir nokta olarak, çok üstüne düşme, ihmal kadar tehlikeli bir nokta olabilmektedir, kendine tutunma, parçalanma, sahte benliğin gelişimi gibi savunmacı  davranışların gelişimine neden olabilir. Sahte benlik bir savunma yapılanması  olarak Winnicott'ın tanımına göre, büyüklenmeci, yineleyen biçimde kendinden memnun, yeterli vb. özelikleri taşıdığını  iddia eden nitelikte olabilir ki, bu durum Winnicott'a göre kendiliğinden gelişen bir durum olmaktan çok annenin ruhsal durumuna bir yanıt olarak gelişmektedir (10,11) 

Bowlby'nin tarif ettiği birinci anne Winnicott'ın çevreleyen anne tarifine denktir ve güvenli bir temel sağlayan kişidir. Tarif ettiği ikinci anne ise, bebeğin, güvenli bir ortam oluştuktan sonra keşifsel oyuna girebildiği anneye denktir. Winnicott'ın oyun teorisinde, annede bebekte bir tümgüçlülük duygusu yaratmaya yönelik bir empatik duyarlılık olduğunu görürüz. Mesela, bebek acıkınca meme belirir, sanki orada bir sihir vardır. Ancak, Winnicott uzun süre bu düşüncesiyle diğer teorisyenlerden farklılaşan biri olmuştur. Sonuç olarak, Bowlby'nin teorisini takip edenlerin vurgusu keşfin doğasınadır (10,11) 

Bowlby ve Klein 

Klein, bebeğin içsel yaşantısını  o güne kadar duyulmamış  yollarla tartışan ilk analisttir. Dürtü kuramını, Freud'un ölümünden sonra ciddi bir biçimde ele alan sayılı  kişiden biridir ve böyle yaparak, sevgi ve nefret arasındaki bağlantı  ve bu duyguların meydana getirdiği iki değerliliğe ilişkin Freud'un görüşlerini tekrar harekete ge- çirmiştir. Klein, bebeğin kurduğu ilk ilişkinin annenin memesi ile olduğuna inanır ve sevgi ve nefret duygularının ilk aşamada buna yansıtıldığını  iddia eder. Buna göre çocuğun yansıtma mekanizması  ve sapkın güçlerle fantezileri bozma gücü, yaşanan gerçekliğe rağmen içselleştirilen annenin farklı  olabileceğini, bu yolla bu yolla gerçek ile fantezinin birbirinden ayrılmış olabileceğini söyler (11) 

1935 yılında ise, Klein, teorisine "depresif konum" kavramını  eklemiştir. Klein'ın depresif pozisyonu, Winnicott'ın terminolojisinde, "ilgi basamağına" denk düşer. Buna göre, Winnicott'ın terimleriyle "kapsayan anne" ve "nesnel anne" bir araya gelir. Kapsayan olanı, gerektiğince kusurludur, çünkü bir anne mükemmel bir şekilde daima duyarlı  olamaz, verdiği bakımda zaman zaman kesilmeler, aksamalar olacakt ır. Çocuk buna nesnel anneye yönelmiş  öfke ve saldırganlıkla cevap verir. Anne yine de hayatta kalan olur ve çocuğunu sevmeye devam eder, bu yolla da dengeyi tekrar yapılandırmış  olur. Çocuk fark eder ki, anne onun üzülmesine izin vermekle beraber, onu sevendir de. Klein'ın deyimiyle çocuk bu noktada nefret etti ğini yok etmek isterken, kendisine bakım vereni de korumak çabasındadır ve depresif pozisyonu oluşturan ruhsal bir acı  içine girer. Bowlby için ise, iyi anne çocuğun agresif, şiddetli saldırılarına dayanabilendir, bu duygular dışa vurulduğunda ve işlendiğinde anlaşmazlıklar başarılı  bir şekilde çözüme kavuşur. Endişeli bağlanan ve güvenli bağlanmanın eksikliğini yaşayan çocuk ise, çıkışı  olmayan bir döngüye kapılabilir, kendini kızgın hisseder ve zamanından önce gerçekleşen ayrılmadan dolayı  bağlanma figürüne saldırmak isteyebilir. Bununla birlikte, misilleme korkusu nedeniyle buna cesaret edemez ya da bağlanma figürünü uzağa itemez. Böylelikle endişe ve öfke duygularını  bastırmak zorunda kalır, güvensizlik algısı  yükselir, ilgisizlik beklentisi artar. Duygusal ifadede yetersizlik olur. Özsaygısında azalma ile birlikte, yakın ilişkilerde korkunç so- runlar kendisini gösterebilir (2,11,15) 

Bağlanmayı  Etkileyen Faktörler 
ve Bağlanmanın Psikopatolojisi 

Bağlanma süreciyle ilgilenen pek çok kuramc ı, kişinin erişkin hayatında diğer insanlarla kuracağı ilişkilerin niteliğini ve insanlardan beklentilerini belirleyenin, bu kişinin yaşamının erken dönemlerinde annesiyle kurduğu bağlanma ilişkisi olduğu kabul eder. Anne ve çocuğun, özellikle korku dolu duygulanımlar ve stres altındayken birbirlerine sağladıkları  rahatlık ve destek bağlanmayı oluşturur. Bağlanma, her iki tarafın da  birbirlerinin gereksinimlerini karşılamasına bağlı  olarak gelişen bir süreç olduğu için iki taraflı  bir ilişkidir. Yenidoğan bebeğin, yaşamını  sürdürmeye yönelik olarak beslenme, temizlenmek, ısınmak, korunmak gibi bazı  temel gereksinimleri vardır ve bu gereksinimlerinin karşılanması  için bir bakıcıya muhtaçtır. Çocuğa bakan kişi ise, anne - baba ya da bakıcı- bunu yalnızca bir görev olarak algılamakla kalmaz, bu eylemlerden mutluluk ve tatmin de sağlarlar. Bu etkileşim de onların arasındaki bağı giderek güçlendirir. Ancak, bu bağlanmanın oluşmasında bebeğin bazı  davranışları  özellikle etkili olur. Bebeğin, anne- babasıyla iletişimde kullandığı  ve hayatının ilk dokuz ayında geliştirdiği davranışlarına bağlanma davranışları  denir. Emme, sokulma/uzanma, bakış, gülümseme, ağlama bebeğin başlıca bağlanma davranışlarıdır (19). 

Başarılı  bir bağlanmaya katkıda bulunan diğer etkenlere bakıldığında ise, genel olarak şu özellikler göze çarpar: Fennel ve ark. (1974) yaptikları  bir deneyde iki anne grubundaki anne davranışlarını  incelemiş  ve şu sonuçları  bulmuşlardır: Birinci gruptakiler, bebeklerine doğumdan sonraki ilk üç günde yoğun etkileşime girmelerine izin verilen annelerdi. İkinci gruptakiler ise, bebeklerine doğumda çok kısa süre bakan ve bir daha ancak kimlik saptama amacıyla saatler sonra bakan, sonra onları  ancak her dört saatte bir yirmi dakikalık emzirıne sırasında görebilen annelerdi. Bir ay ve bir yıl sonra bebekleriyle erkenden uzun süreli temas kurmuş  olan anneler onlara daha bağlı  görünüyordu'. Çocuklarını  onlardan ayırdıklarında özlediklerini daha sıklıkla belirtmişlerdi ve onlar hakkında daha fazla konuşma gereksinimi duyuyorlardı. Aynı  anneler bebeklerin muayenesinde doktorlara katılmaya, ağladıklarında onları  yatıştırmaya ve onlarla konuşmaya eğilim gösterdiler (8). 

Ana babalar da bebekleriyle etkileşimlerinde bireysel farklılıklar gösterir. Stern ve ark. (1973), bebekleri bir yaşındayken en iyi uyumu gösteren iyi uyumlu annelerin kişiliklerinde farklılaşmalar olabileceğini, ancak ortak noktalarını  sorumluluklarına yaklaşım tarzları  olduğunu bulmuşlar, bu anneler çocuk merkezli olmaya eğilim gösteriyor ve duygusal olarak da bebekleriyle ilgili görünüyorlardı. Çocuk odaklı  bakım, ana-babaların uygun eyleme karar verirken bebeklerinden aldıkları  ipuçlarına güvendikleri daha kendiliğinden olmaya yönelik bakımdır. 

Ana-baba odaklı  bakım da, yetişkinlerin gereksinmelerine ve programlarına ve bazen de "yetkin" ana baba olma ve "yetkin" bir çocuğa sahip olma zorlamalarını  içeren bir ebeveyn tutumu- dur (8,12). 

Bağlanma sürecini olumsuz etkileyebilecek etkenler ise şöyle tanımlanabilir: Anne babalar ile çocuk arasındaki ilişkiyi tehdit edebilecek faktörlerden birisi aşırı  ağlamadır. Robinson ve Moss (1970), gebeliği sırasından Çocuğunun doğumunu coşkuyla bekleyen genç bir anneyi anlatır. Ancak, ilk ayında aşırı  ağlayan ve kucağa alınmaya tepki göstermeyen bu bebek, daha sonra ise gülümsemede ve göz teması  kurmada geç kalmıştı  ve ilerlemesi genel olarak yavaştı, bakım istekleri ise sürekliydi. Üç ayın sonunda anne engellendiğini, sevilmediğini, uygun olmadığını  hissetmiş  ve annenin bebeğini reddettiği görülmüştü. Benzer şekilde, Bell ve Ainsworth (1972), bir araştırmada bebeklerin anneleri ağladıklarına aldırmadıkları  zaman daha fazla ağladıklarını  bildirmektedir. Bebekleri aşırı  ağladıklarında anneler onları  bırakmayı  tercih ediyor ve onlara aldırmıyor görünüyorlardı. Böylece, annelerin bebeklerini yatıştırma çabalarının yararsiz göründüğü bir kısırdöngü ortaya çıkmış, anneler bakımlarını  geri çekmişlerdi. Daha fazla ağlama annenin daha fazla geri çekilmesine neden oluyor gibi görünüyordu. Bazı  bebekler ise olağandışı  davranışlar gösterir, ana babalar ise ipuçlarının yorumlamayı  ya da bu davranışlar karşısında soğukkanlılıklarını  korumayı  son derece güç bulabilirler. Bebekteki bu davranışlar ana baba-bebek ilişkisinin bozulmasına neden olabilir. Bir başka nokta, ana babaların, görünümlerini bozan ciddi bedensel kusurları  olan bebeklerle başa çıkamamasıdır. Çoğu zaman, onları  terk etmekten, yalnızca çok az bakım vermeye kadar değişik yollarla bebeklerini reddedebilirler. Ebeveynin bebeği reddetmesi bedensel kusurlar dışında başka nedenlerle de görülebilir. Reddedilme her çocuğu etkiler, ama ne kadar etkileyeceği çocuğun duruma olan tepkisine bağlıdır. Bir çocuk davranış  sorunları  ve alınganlık geliştirebilir, bir başkası  diğer ebeveyni ile güçlü bir ilişki kurmayı  deneyerek durumu dengeleyebilir (13,14) 

Ancak, nedeni her ne olursa olsun, anne-bebek bağlanmasında yaşanan kesilmeler ve aksamalar bebeğin hem içinde bulunduğu dönemde, hem de sonraki yaşantısında bazı  psikolojik zorlanmalar yaşamasına, kimi zamanda psikopatoloji tablolarının ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Çocukluk döneminde yaşanan ruhsal rahatsızlıklar, genel olarak üç başlık altında toplanır ki, bunlar; bebeklik depresyonu, ayrılma bunaltısı  bozukluğu ve tepkisel bağlanma bozukluğudur. 

Bebeklik depresyonu: Anne-bebek ili şkisinin kısa ya da uzun süreli kesilmesine bağlı  olarak iki önemli hastalık tablosu halinde tammlanmaktadır, kısa süreli anne yoksunluğu (anaklitik depresyon) ve uzun süreli anne yoksunluğu (psişik hospitalizasyon). Sptiz'in yaptığı  yaka çalışmalarıyla gündeme gelen bu sendromlarda hastaneye değişik süreler için yatan, bu süre içerisinde annesi ile görüşmeyen ve hastaneye ilk yatış  ve anneden ilk ayrılma sürecinde ruhsal yönden gayet sağlıklı  olan, neşeli, güler yüzlü, çevresindeki uyaranlara ve insanlara kar şı  ilgili, iştahı  yerinde, kilosu normal olan çocuklara ait video kayıtları  vardır. Kayıtlar zaman içinde de devam etmiş  ve anneden ayrılık süreci uzadıkça (bir hafta, bir ay, üç ay gibi) bebeklerin hem ruhsal, hem de davranışsal alanda kayıplar yaşamaya başladığını  gözlemlemişlerdir. Bu çocuklar giderek çevresindeki uyaranlara daha az tepki vermeye başlamakta, onlarla ilgilenen insanları  umursamamakta, neşeli, güler yüzlü hallerinin yerini küskün bir tavır almakta, giderek kilo kaybının ve yeti yitiminin de başladığı  bir sürecin içine girilmektedir (1,11) 

A) Kısa Süreli Anne Yoksunluğu: Annenin üç ay içinde geri dönmesi ile belirtilerde olumlu geri dönmelerin yaşanabildiği hastalık tablosunu tanımlamaktadır. 

Çocuk anneden ya da bakım verenden ilk ayrıldığında uzun süreli ve şiddetli ağlamalar gösterir, kesilen ağlama nöbeti yanına bir yabancının gelmesi ile tekrar başlar. Sustuklarında yüzlerinde yorgun ve küskün bir ifadenin varlığı  belirgindir. "Protesto dönemi" olarak adlandırılan bu dönemi, yemenin giderek azaldığı, kilo kaybının başladığı, fiziksel gelişiminin yavaşladığı, kurma ve ishal gibi şikayetlerin görülebildiği dönem izler. Annenin yokluğunun 2. veya 3. haftasında durgunluk başlar ki, bu dönem "depresif dönem" olarak adlandırılır. Eğer iki ay içerisinde anne dönmezse çocuktaki duygusal tepkiler giderek kısıtlı  hale gelir ve donuk bir hal alır. Uyaranlara karşı  ilgisizliğin de olduğu bu dönem "içe kapanim dönemi" olarak adlandırılır. Annenin üç ay içinde dönmesiyle bebekte belirtiler giderek azalır. Ancak, Bowlby bu evrenin anneye karşı  iki değerli (ambivalan) hisleri içerdiğini düşünmüştür, çünkü çocuk anneyi istemektedir, ancak kendisini terk ettiği için ona öfke duymaktadır. Anne döndüğü zaman, ilgisini kesmiş  evrede olan çocuk reddedici davranış gösterir. Anne unutulmamıştır fakat terk edildiğinden dolayı  anneye öfke duyar ve yeniden bunu yaşayacağım korkusunu duyar. Bu çocukların bazıları  yetişkinlik dönemlerinde; duygusal ilişki oluşturmakta sınırlı, az veya hiç duygulanamama ve duygusal çekilme ile karakterize duygusuz kişilikler geliştirebilir. Üç ayı  geçen anne yoksunluğunda ise belirtilerde geri dönüşler olması beklenmez ve iyileşme gerçekleşmez. Altı  aydan küçük olan çocuklarda anaklitik depresyonun görülmeyişi anne-çocuk ilişkisinin henüz yerleşmemiş  olmasıyla ilişkilendirilir, bazı çocuklarda çok yoğun yaşanması, bazılarında ise bu tablonun görülmeyişi ise anne-bebek bağının güçlü ya da zayıf olmasıyla ilgilidir. (1,4) 

B) Uzun Süreli Anne Yoksunlu ğu (yuva hastalığı, psişik hospitalizasyon); yaşamının ilk yıllarında aileden ayrılan ve bakım evlerine verilen çocuklarda görülen bir sendromdur. Buradaki tek neden anne yoksunluğudur. Anne ya da anne yerine geçen bir yetişkinle kurulan birebir ilişkiden yoksun olan çocuk duyusal ve duygusal gelişim olanağından da yoksun kalmaktadır. Bu çocuklar; genel olarak uyaranlara güç ve geç cevap verirler, çevreye karşı  ilgileri oldukça azalmıştır. Oturdukları  yerde sallanma, çiğner gibi yapma benzeri kalıplaşmış  hareketleri vardır, bunlar çocuğun kendini uyarmak için yaptığı  hareketlerdir. Ayrıca parmak emme, sallanma gibi bedensel haz kaynaklarına sık başvururlar. İleri durumlarda yalancı  zekâ gerilikleri görülür ve çoğu zaman kalıcı  olmaktadır. İlk yaşlarda yuvaya verilen çocuklar 3-4 yaşlarında tekrar evlerine dönseler bile zekâları  normale dönmeyebilir. Bu çocuklara verilen beslenme ve bakım koşulları  ne kadar iyi olursa olsun ölüm ve hastalanma oranları  ebeveynleriyle yaşayan çocuklara göre yüksek bulunmaktadır. Ek olarak, yürüme, konuşma ve tuvalet eğitimleri geridir. Boyları  ve kiloları  kronolojik yaşlarının altındadır (1). 

Kısa süreli ve uzun süreli anne yoksunluğu sendromları  DSM-IV'te tanımlanmamaktadır. Daha önce DSM-III'te ise, reaktif bağlanma bozukluğu (attachment disorder) başlığı  altında sınıflandırılmıştır (1). 

Bebeklerde bu tür ruhsal problemlerin yanı  sıra duygusal ve zihinsel gelişimlerinin incelenmesi için çeşitli gözlem grupları  oluşturulmaktadır. Türkiye'de de aktif olarak çalışmalarını  sürdüren bu grupların temel işleyişi, gözlemcinin bebeği doğal ev ortamında gözlemlemesi ve bu gözlemlerin tartışıldığı  grup oturumlarına katılması  şeklinde iki bölümden oluşmaktadır. Gözlemci, daha önceden belirlenen aileyi bebeğin doğumundan iki yaşına dek düzenli olarak haftada bir kez, bir saat süreyle ziyaret eder. Bu gözlem, bebeğin doğumundan sonra ev ortamındaki fiziksel ve duygusal gelişiminin ve ailesi ile kurduğu ilişkilerin gözlenmesini içerir. Daha sonra yapılan gözlemler grup içerisinde tartışılır. Bu tartışmaların klinik düzeyde pek çok yarar vardır; gözlemci bir yandan bebeğin sözel olmayan -çoğunlukla oyuna dayalı- davranışlarını  anlamlandırabilme yetisini geliştirirken, diğer yandan konuşamayan çocuğun anlaşılmasını da sağlar (20). Türkiye'de bu çalışma İstanbul Üniversitesi Gelişim Psikolojisi Anabilim Dalı'nda "Bebek ve Aile Gözlemleri — Boylamsal Proje" adı  altında yürütülmektedir. Ayrıca, yine bazı  özel psikoloji merkezlerinde de "Tavistock Modeli"ni kullanan bebek gözlem grupları  vardır. 

Ayrılma Anksiyetesi Bozukluğu: DSM-IV'te "Bebeklik, Çocukluk veya Ergenliğin Diğer Bozuklukları" başlığı  altında tanımlanmakta olan bu bozukluk, genellikle 1-3 yaşları  arasındaki çocuklarda sıklıkla görülen bir durumdur. Ancak, bu korkuların çoğu rahatsızlık düzeyinde olmayıp çocuğun sosyal ilişkileri genişledikçe sönen bir yapıdadır fakat ayrılma bunaltısındaki şiddet ve süreklilik çocuğun uyumunu bozacak seviyelere de çıkabilir. Bağlandıkları  kişiden ayrıldıklarında kendilerinin ya da bağlandıkları kişilerin başlarına kötü bir şey geleceğine ilişkin sürekli ve aşırı  bir kaygı  yaşarlar. Bu bozukluğu olan çocuklarda kaybolmaktan, ebeveynlerine bir daha kavuşamamaktan korkmak gibi belirtiler görülür. Tek başına bir yere gitmek ya da evden uzaklaşmak istemezler, zorunlu kaldıklarında huysuzlaşırlar. Okula gitmek, kampa katılmak gibi evden uzaklaşmasına neden olan her şeye karşı  tepkilidirler. Dışarıda bir yerde gece kalamazlar, tek başına odada oturamazlar. "yapışkan" davranışlar gösterirler ve bağlandıkları 
 kişiyi "gölge" gibi takip ederler. Uykuları  çoğu zaman problemlidir, uyku zamanı  zorlanır, uyuyana kadar yanında birisinin kalmasını  isterler. Yataklarını  odasının kapısına göre ayarlayabilir, ebeveynlerinin odasına girmesi engellenmişse, kapının önünde uyumayı  deneyebilirler. Korkularını  yansıtan felaket içerikli rüyalar görebilirler. Ayrılık zamanı  geldiğinde ya da bunun beklentisi içinde olduklarında, karın ağrısı, baş  ağrısı, mide bulantısı, çarpıntı, halsizlik, baş  dönmesi gibi bedensel yakınmalarda artış  gösterebilirler (1,4,9) 

Ayrılma anksiyetesi bozukluğu sebebiyle okul reddi dahil okula devam etme ilişkili problemler sıklıkla kliniğe gelen durumdur. Aslında, okula devam etme konusunda çocuğun gösterdiği kararlılık onun kronik hale gelmiş  olan stresle başa çıkabilme yetisinin de bir göstergesidir. Okula ilk başlanılan dönemde çocukların % 80'inde çeşitli derecelerde okula uyum güçlüğü gözlenmektedir. 6-8 yaş  arası  çocuklarda, tek çocuk olanlarda ve ebeveynlerine aşırı  bağımlı  olan çocuklarda bu belirtiler daha sık görülmektedir. Çocuk birden bire okula gitmek istemeyebilir, ailenin onu zorlaması ise çocukta panik duygusunun artmasına neden olur. Çocuk bulantı, kusura, karın ağrısı  gibi belirtiler geliştirebilir. Bazı çocuklar ısrarlar sonucu okula gitseler bile yoldan geri dönebilirler ya da okuldan kaçmaya çalışabilirler. Okul fobisinin başlangıcı  kimi zaman çok belirgin değildir. Çocukta iştahın azalması, okula karşı  ilginin kaybolması, ödevlerini yapmak istememesi gibi belirtiler başlar, uykuları  düzensizleşebilir ve sonunda bir gün okula gitmek istemediğini söyler. Nedeni sorulduğunda okula, öğretmenine ya da arkadaşlarına dair şikâyetler iletebilirler ancak bunlar çoğu zaman gerçek nedenlere işaret etmez. Bu çocuklar evlerinde genelde rahattırlar ancak çok şiddetli vakalarda ev içinde bile huzursuz oldukları  gözlenebilir. Okul korkusunun görünen nedenleri ne olursa olsun temel neden anneden ayrılma korkusudur ve bu bir aile nevrozuna işaret etmektedir. Aile bireylerinin birbirine bağlı  ve bağımlı 
 olduğu bir yapılanma söz konusudur, biri ötekine veya kendisine bir şey olacağı  korkusu yaşar. Beş  temel aile etkileşimi en sık görülenlerdir (1,4); 

a) Anne- baba çocuğa okulda bir şey olacak diye korkmaktadır. 
b) Anne ya da baba kronik anksiyeteden yakınmakta ve kendilerine bir şey olacağından korkmaktadırlar. 
c) Anne-baba genel tutumlarında çocuğun kendilerine bağlı  ve bağımlı  kalmasını  istemekte ve desteklemektedir. 
d) Çocuk kendi yokluğunda anne ya da babasına bir şey olacağından ya da kendisini bırakıp gideceğinden korkmaktadır. 
e) Çocuk anne ve babasının yokluğunda kendisine bir şey olacağı  korkusundadır (1). 

Okul korkusu geliştiren çocukların kişilik özelliklerine bakıldığında ise, bunların daha çok uslu, uyumlu diye bilinen, başarı  kaygılı, onay bekleyen, ailesine bağımlı  çocuklar olduğu görülmektedir. Genelde strese neden olabilen bir etken hastalığı  başlatır (ailede hastalık, sosyoekonomik kriz, kayıp, göç, kardeş  doğumu vb.) (1). Okul fobisinde iki ana eğilim karşılıklı rol oynar; 

1.Okul ile ilişkili kaçınma davranışları. 
2. Rahat ve güvenliği sağlayacak durumları aktif olarak arama (4), 

Okul fobisi farklı  biçimlerde ortaya çıkabilir, tanınmasını  kolaylaştırmak amacı  ile verilebilecek bilgiler ise şunlardır: Çocuk okula gitmeden öncesi nedensiz şikâyetler öne sürebilir, okula gitmeye karşı  isteksizlik, gitmemek için yalvarma, tartışma ve cezalandırmaya rağmen okula gitmeyi reddetme görülebilen durumlardır. Okula gitmek için evden ayrılma vakti geldiğinde ise, aşırı  anksiyetenin ve panik bulgularının gözlenmesi olasıdır, bedensel yakınmalar öne sürebilir. Çocuk sıklıkla okulda duramaz, bazen de yarı  yolda geri döner. Anne-baba çocuğu okula götürdüğü zaman, ayrılık anı  dramatik bir tabloya benzeyebilir. Erkek ve kız çocuklar ayrılma anksiyetesinden eşit oranda etkilenmekle beraber ergenlik öncesi ayrılma belirtileri kızlarda daha sık gözlenmektedir. Ayrıca, bu çocuklarda saptanan bir diğer özellik okula devam etmek için ortalama zekâ seviyesi (IQ) kontrol gruplarıyla eşit veya beklenenden daha iyi olmasıdır. Okul fobisi sosyoekonomik düzeyi orta seviyede olan ailelerde daha çok görülmektedir. Bu çocukların annelerinin 1/5'i bir psikiyatrik bozukluğa sahip olduğu bulunmuştur. Ebeveynler endişeli veya depresif özellikler göstermektedir. Küçük çocuklarda sıklıkla akut başlangıçlı  olur. Fakat daha büyük çocuk ve ergenlerde başlangıcı daha gizildir. Ayrılma anksiyete bozukluğunun en sık rastlandığı  grup, ergenlik öncesi-erinlik dönemi çocuklarıdır. Kaza, hastalık veya ameliyat geçirme, kamp veya okul için ilk kez evden ayrılma, okul arkadaşının gidişi veya kaybı, çocuğun bağlı  olduğu akrabaların hastalığı  veya ölümü tetikleyici nitelik gösterebilir, olaylar çocukta tehdit oluşturur ve endişenin açığa çıkmasını kolaylaştırır. Ev dışındaki arkadaş  grup aktivitelerine katılımında azalma tipik olarak görülen bir özelliktir. Çocuk annesine yapışabilir, onu kontrol etmeye çalışabilir, direngen ve kavgacı  bir tutum sergileyebilir. Bu yaş grubunun klinik incelemelerinde, depresif belirtiler, bazı  davranış  problemleri veya ender olarak bir psikotik hastalık görülebilmektedir. Belirtileri, iştahsızlık, bulantı, kusma, bayılma, baş  ağrısı, karın ağrısı, anlaşılmaz halsizlik, ishal, vücut ağrıları  ve taşikardi gibi somatik şikâyetlerle gölgelenebilir. Şikayetler okul öncesi veya okulda başlayabilir. Fakat eve gelmesini ardından belirtileri çabuk iyileşir (4). 

Çocuk okul korkusu çoğunlukla sinirli bir öğretmen, sınavda başarısızlık korkusu, kendisine kötü davranan bir arkadaştan korku gibi yüzeydeki bir nedenle açıklamaya çalışabilir. Bunlar kimi zaman da doğruluk payına sahiptir. Ancak, unutulmaması  gerekir ki, genelde bu korkunun kökeninde, duygusal ilişki kurduğu kimselerin veya kendisinin başına bir şey gelmesinde ve böylece kendisi için çok önemli bu kişiden ayrılma korkusu vardır. 

Korku duygusu gerçekte bir ayrılma anksiyetesidir. Okul çocuğu veya ergen, içinde bulunduğu durumda, normalde 24 aylık bebeklerin korkusunu yaşamaktadır. Okul fobisinin sağaltımı sırasında çocuk okula gitmediğinden dolayı  suçlanmamalıdır. Çocuğun güveni kazanıldıktan sonra ona okula gitmesi gerektiği, okula gitmediği takdirde zamanla derslerinden geri kalma korkusunun da ekleneceği anlatılmalıdır. Çocuklarda davranış  ve oyun terapileri etkili olurken ailelerle de kronik anksiyete, bağlılık ve bağımlılık problemlerinin çalışılması  etkili sonuçlar vermektedir (1,4) 

Bebeklik ya da Küçük Çocukluk Döneminin Tepkisel Bağlanma Bozukluğu: Bu bozukluğun genel özellikleri; 5 yaşından önce başlaması  ve çocuğun gelişimine uygun olmayan bir şekilde uygunsuz toplumsal ilişkiler kurmasıdır. Toplumsal etkileşimlerde ve ilişki kurmada yetersizlik göze çarpan bir özelliktir, bu durumda çocuk rahatlatılma çabalarına direnç gösterebilir, kaçıngan bir tavır ya da donuk bir uyanıklılık sergileyebilir. Eğer bir bakım evindeyse, bakım evine karşı  karışık duygulanımlar göstermesi olasıdır ( 9 ). 

Öte yandan bu bozukluğa sahip çocuklarda uygun seçici bağlanmalar görülmez ve bunların yerine belirli dağınık bağlanmaların varlığı  dikkat çekicidir. Örneğin çocuk görece yabancı  olduğu kişilere karşı  bir yakınlık gösterebilir ve/veya bağlanacağı  kişilerin seçimini "gelişigüzel" yapabilir. Bozukluğun nedenleri arasında çocuğa patolojik bir bakımın verilmiş  olması önemli rol oynar. Buna göre; çocuğun rahatının sağlanması, teşvik edilmesi ve sevgi gösterilmesi gibi temel duygusal gereksinimleri sürekli görmezlikten gelinmesi ve/veya çocuğun temel fiziksel gereksinimlerinin sürekli görmezlikten gelinmesi ya da kalıcı  bir bağlanmanın oluşmasını  önler şekilde birincil bakım verenin sık sık değişmesi gibi faktörler etkili olabilmektedir. ( 9 ). 

Yetişkin yaşamına bakıldığında ise, özellikle depresyonun, agorafobinin ve sınır kişilik bozukluğunun ayrılma anksiyetesi ile yakın ilişkisi vardır. Freud'un 1917'de melankoli ile kayıp arasındaki ilişkiye yaptığı  yorumlar daha sonra araştırmalar tarafından doğrulanmıştır. Depresyon ile çocukluk dönemi kayıpları  arasında kurduğu bağlantı  üzerinde tartışmaya meyil vermeyecek şekilde doğrulamıştır. Kanıtlara dayanılarak söylenebilir ki, annenin erken dönem kaybı, özellikle buna ilgisizlik ya da bakımda aksamalar eşlik ediyorsa, kişi yetişkin yaşamında zorluklarla karşılaştığında depresyona çok daha açık hale geliyor. Harris ve Bifulco (1991), annelerinin çocukluk döneminde kaybetmiş  bir grup kadınla yaptıkları  çalışmada sosyolojik ve psikolojik değişkenleri incelemiş  ve tahmin edildiği üzere depresyon oranlarını  (üç kadından biri) bu kaybı  yaşamayan kadınlara göre (on kadından biri) daha yüksek bulmuşlardır. Agorafobide ise, Bowlby teorisini endişeli bağlanma üzerine oturtur. Agorafobiyi, okul fobisine benzer görür, o da ayrılma anksiyetesinin bir çeşididir. Kontrol gruplarıyla karşılaştırıldıklarında agorafobiklerin çocukluk döneminde aile uyuşmazlıklarının sıklığının arttığına ilişkin kanıtlar aktarmaktadır. Hastalığın üç olası  model üzerine oturduğunu söyler; anne çocuk arasındaki roller tersine dönmüş  olabilir, hasta annesiyle ayrıyken, annesine kötü bir şey olacağından korkabilir ya da tersi biçimde anne korumasından yoksun olduğu durumda kendi başına kötü bir şey geleceğinden korkabilir (2,16) 

Fobik bozukluklarda teorinin ve tedavinin merkezinde, acı  dolu duyguların ve korkutucu deneyimlerin bastırıldığı  ve yüzleşmek yerine kişinin onlardan kaçındığı  fikri vardır. Bowlby'nin varsayımına göre; büyük olasılıkla fobik yetişkinler, ilk olarak örselenmeye maruz kalmışlardır; bunlar ebeveynin intihar girişimine tanıklık etmek, cinsel kötüye kullanımın mağduru olmak gibi olaylar olabilir. Sonrasında da sıklıkla özellikle cinsel kötüye kullanımlarda olduğu gibi "unutmayı" tercih eder. Çocuğu endişeli yapan olaylar, çocuğun onunla yüzleşmesini ve üstesinden gelmesini sağlayacak olan zihinsel şemalarla bağlantılandırılmaz. Yetişkinlerde de bireysel deneyimler şok edici ya da kafa karıştırıcı  olduğunda, genellikle paniğin belirtilerine odaklanılır fakat neyin onları sarstığına odaklanılmaz. Böyle durumlarda ise, bilişsel terapinin korkulan uyarana maruz kalmayı gerektirmeyen, keşifsel formu desteklenmektedir. Bu terapi kişiyi kendini keşfetmeye yüreklendirirken, duygulann ve ilişkilerin de uyanmasını  ve böylece anlamlı  bir yolla birbirine bağlanmasını  sağlar (2). 

Sınır kişilik bozukluğu ise, ayrılma endişesiyle yakın bağlantılı  konulardan bir tanesidir. Sınır kişilik bozukluğu genel olarak şu belirtilerle tanimlanır: Dengesiz kişiler arası  ilişkiler, idealize etme ve bölme mekanizmalar arasındaki sert geçişler, dengesiz duygu durum, kendine zarar vermeye yönelik davranışlar (kasıtlı  kendine zarar verme, madde kötüye kullanımı), öfke patlamalar, amaçlar, arkadaşlıklar ve cinsel yönelimde kararsızlık, boşluk ve can sıkıntısı duyguları  (2). 

Deneysel çalışmalar bu hastaların, çocukluklarında yüksek seviyede duygusal ihmal ve örselenmeye maruz kaldıklarını  göstermektedir. Örneğin, Bryer (1987) Sınır Kişilik Bozukluğu tanısıyla yatmakta olan hastaların %86'sında cinsel istismar öyküsü bulmuştur. Bu oran diğer yatan psikiyatrik hastalarda % 21'dir. Herman' ın yaptığı  bir araştırmaya göre ise, ayaktan tedavi gören sınır kişilik bozukluğu hastalarının % 81'nin aile için şiddete tanıklık ettiğini, bu oranının ayaktan tedavi gören diğer psikiyatrik hastalarda ise, % 51 olduğunu bulmuştur. Bu yolla örselenmeye maruz kalanların olay sırasında yaşlarının altıdan küçük olduğu durumlar sınır kişilik bozukluğunda % 51 'ken, diğer tanılarda % 13'tür (2,17). 

Bu hastalarla yapılan psikanalitik çalışmalar, aktarım-karşı  aktarım ilişkisinde sıklıkla meydana gelen yansıtmalı  özdeşim süreçlerinin önemini vurgular. Terapist, hastanın duyguları  için bir hazne olarak kullanılabilir ve bu yolla, hastanın öfke, konfüzyon, korku ve iğrenme duyguları  ile doldurulabilir, bu durum deneyimsiz terapistler için beklenmediktir ve tolere edilmesi zordur. Ayrıca, hasta terapide oldukça somut yolu kullanabilir ve terapistine büyük ölçüde bağımlı  hale gelebilir. "Kurtarıcı  nesnesiyle" bütünleşme halinde olabileceği durumlar ararken, diğer zamanlarda sadistik ve reddedici olabilir. (2). Bu hastalara bağlanma teorisi açısından bakıldığında, konuya ilişkin iki neden göze çarpar; birincisi sınır yapılarda son derece özgül olan bağlanmadaki bocalamalarla ilgilidir. Bu soru aile ve/veya eşleriyle olan yıkıcı  ilişkilerinde neden ısrar edici olduğu sorusuyla da ilişkilidir. Bu noktada telden anne tarafından büyütülen rhesus maymunlarında görülen bir takım davranışları anımsamak yardımcı  olacaktır. Fiziksel travmaya maruz kalan maymunlar, örselenmeye neden olan objeye daha sıkı  tutunuyordu. Bağlanma teorisine göre, korkmuş  bir çocuk bağlanma figürünü arayacaktır ve eğer negatif bir döngüde bağlanma nesnesi aynı  zamanda travma nesnesi ise, travma, daha fazla travma tarafindan güvenlik arayışına yol gösterecektir. (2). 

İkinci olarak, sınır yapıların kavramlaştırmasına göze çarpan öneri Fonagy'nindir (1991). Sınır deneyimi, kendisinin zihinselleştirme (mentalisation) kapasitesi olarak adlandırdığı  terimlerle anlatır. Sınır hastalarda bu kapasitenin eksik olduğunu söyler. Bununla demek istediği, bu hastaların kendilerinin ya da diğerlerinin (özellikle duygularla ilişkili olanların) yeterli içsel temsillerine sahip olmadığıdır. Benzer bir fikir, Main 'nin "metakognisyon" düşüncesinde vardır, düşünme üzerine düşünebilme, düşünceye yansıyabilme yeteneğini kasteder. Bu noktada anlatılmak istenen ise, çocuğun tolere demediği heyecan ve acılarının bağlandığı  kişiyle yansıtmalı  özdeşime gitmesine yol açabileceğidir. Çocuk için, istismarcı  ebeveyn donuk bir tetiktelik ile yapışılan, tutunulandır Bowlbiyen bakış  açısı, Sınır Kişilik Bozukluğu (SKB) tedavisi için birkaç saklı  anlamı barındırmaktadır. Hasta öncelikle güvenli bağlanmanın eksikliğini yaşar. Aşırı  uçlarında, kararsız ya da kaçıngan bağlanma olasıdır. Hasta, geçmişte yakın ilişkilerinin gerektirdiği örselenmesine karşı bir savunma olarak terapide herhangi bir duygusal ilişkiyi kabul etmeye karşı  direnir, terapisti de rahatsız eden bir duygu içinde bırakır. Seçenek olarak, hasta değerli yaşamı  için, terapiye yapışabilir ve terapisti, onların hayatını  yönetme gereksinimi konusunda suçluluk ve boğulmuşluk duygularıyla bırakabilir (2). Bu iki durum arasında bocalamalar da olabilir. Terapist bir oturumda gerçekten ilerleme kaydettikleri duygusuna kapılırken, bir sonraki seansta kaygısız, duygusuz bir hastayla karşılaşabilir ve bir önceki yaklaşım bir yanılsama gibi görünebilir. Terapist kendini, kilitlenmiş, "felç olmuş" gibi hissedebilir, görünüşe göre hasta için bir değeri olmadığını  düşünebilir ve eğer ilgisini kesmeyi denerse aşırı  dirençle karşılaşabilir. Terapistin burada asıl yapması  gereken, tutarlı kalmaktır; hastanın duygusal değişimlerine karşı, güvenilir, sorumlu ve dengede kalmak, sıklıkla hemen göze çarpan yollarla yapılan samimiliğin cezalandırıcı  ve travmatik deneyimlerinin tekrarı için bilinçsiz baskılarına karşı  uyanık olmaktır (2). 

Zihinselleştirmenin veya sembolizasyonun herhangi bir kanıtı, kırılgan ve gelip geçici olmakla beraber, umut verici bir işaret olarak alınmalıdır. Bu değişik biçimler alabilir; oturumdaki komiklik, bir şiir ya da rüya anlatma, kendinin ya da diğerlerinin farkındalığına dair kanıt, spor ya da hobi gibi dışarıya yönelik ilgiler vb. hepsi araştırma için yeni oluşan bir kapasitenin başlangıcını  gösterir bu ruhsal dünyada ve terapide güvenli temelin oluşmakta olduğuna işaret eder. Tutarlılık esas olmakla beraber, terapistin öznelliğine bağlı  olarak şiddetli aktarımsal baskının altında hataların olması kaçınılmazdır. Eğer uygun olan ele alınırsa, bunlar hastanın erken dönem kayıplarını  ve travmasını tekrar yaşamasına fırsat sağlayabilir. Winnicott, tümgüçlü terapistlere de şunu hatırlatır: "Biz hastalarımıza kusurlarla yardım edeceğiz.". Son olarak, bu hastalarla çalışan terapistlerin yapması gereken belki de en önemli şey, bu hastalardaki bağlanma yönündeki gelişimlerin asla küçümsenmemesi gerektiğidir (2). 


KAYNAKLAR 

1. Öztürk MO: Ruh sağlığı  ve bozukluklan, Nobel Tıp Kitapevleri, s:566-570, Ankara, 2002. 
2. Holmes J: John Bowlby&Attachment Theory. s:127, 137-140, 185-196, Routledge, 1997. 
3. Carver C, Scheier M: Perspectives on psychology, Cambridge University Press, 1998: 281-282. 
(2,18) 
4."Okul Reddi-Ayrılma Anksiyetesi Bozukluğu". 
5. Eder R, Mangelsdorf S: The emotional basis of early personality development: Implications for the seif concept, Handbook of Personality Psychology, 1997. 
6. 011endick TH, Byrd DA: Anxiety disorders. In: Michel Harsen, Vincent B. Van Hasselt (Eds) Advanced Abnormal Psychology s: 231 New York: Kluwer, 2001. 
7. Brown LS, Wright J: The relationship between attachment strategies and psychopatology in adolesence, psychology and psychopatology 76:351-367, 2003. 
8. Gander MJ, Gardiner HW (Yayıma Hazırlayan: Prof. Dr. Bekir Onur): Çocuk ve Ergen Gelişimi, İmge Kitabevi, Ankara, s:214-233, 2001. 
9. DSM-IV-TR tanı  ölçütleri başvuru el kitabı, Hekimler Yayın Birliği, Ankara, s. 67-69
10.Winnicott DW: Oyun ve gerçeklik, Metis Ötekini Dinlemek Yayınları, S:10-11, 1998. 
11.Karen R: Becoming attached, Oxford University Press, New York, s: 6,17-24, 41, 43, 94, 107, 1998. 
12.Stern GG: A factor analtyic study of the mother-infant dyad, the competent infant, ed. LJ Stone, New York, Basic Books, 1973. 
13. Robinson JP, Moss HA: Patterns and determinants of maternal attachment, Journal of Pediatrics 77: 976985, 1970. 
14.Bell RQ, Ainsworth MD: Infant cryug and maternal responsiveness, Child Development 43: 1171-1190, 1972. 
15.Klein M: The selected melanie klein, (ed.) J Mitchell, London, Penguin, 1986. 
16.Harris T, Bifulco A: Loss of parent in childhood, attachment style and deprivation in adulthood, in attachment across the life cycle, (ed) CM Parkers, J Steveson-Hinde, P Marris, London, Routledge, 1991. 
17.Bryer J, Nelson B, Miller J, Krol P: Childhood sexual and physical abuse as factors in adult psychiatric illness, American Journal of Psychiatry, 144: 1426-1430. 
18.Fonagy P: Thinking about thinking: Some clinical and theoretical considerations in the treatment of a Borderline Patient, International Journal of Psycho-Analysis, 72: 639-656. 
19."Bağlanma Kuramı" 
20. "Haberler" Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı  Dergisi: 9(3), 2002. 

Yorum Gönder

0 Yorumlar