PANSLAVİZM


Panslavizm; sözü bilhassa 1870’lerden itibaren Batı Avrupa siyasi mahfillerinde sık sık rastlanan bir tabirdir. Bununla Rusya'nın önderliği altında bütün Slav kavimlerinin siyasi tesanüdünü sağlamağa matuf bir hareket kasdedilmiştir; Rusya'nın milli emellerine erişmesi yolunda engel olabilecek bazı devletlere karşı takibettiği sanılan, haddi zatında muayyen bir sisteme girmeyen ve kısmen birbirine zıd olan görüşler, Batılı devletler tarafından "Panslavizm" diye vasıflandırılmıştır. Panslavizm teşkilatlı bir hareket veya bir doktrinden ziyade, mahdud zümrelerin görüş ve hislerinin ifadesi halinde geliştiğinden, bu hareketin hakiki ölçüsü ve unsurlarının, her zaman için, layıkıyla tesbiti müşkül bir iştir; bu hareket bazan, mesela 1875-1878 yıllarında, Londra, Viyana, Budapeşte ve İstanbul'da, Rusya'nın içinde faaliyette bulunan en tehlikeli bir siyasi cereyan olarak telakki edilmişti. Bir taraftan Rus nasyonalizmi ve emperyalizminin süratle gelişmesi, diğer yandan Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan'da "tazyik" altında bulundukları iddia edilen ve milli şuurları uyanan milyonlarca Slav menşeli kavimlerin bulunması, "Panslavizm" cereyanının gelişmesini sağlamış ve bilhassa Rusya'ya komşu memleketler için bu hareket hayati ehemiyeti haiz bir mesele olmakta devam etmiştir, Alman birliğinin tahakkuk ve Alman emperyalizmini geliştirmeğe hizmet eden Pangermenizm ile, çok daha zayıf olarak kendini götsermiş olan PanTürkizm fikir ve siyasi hareketleri vaktiyle büyük bir önem kazandıkları halde, bugün her ikisi de siyasi ehemmiyeti haiz birer problem olmaktan çıkmıştır. Halbuki Panslavizm İkinci Dünya Harbinden sonra dünya politikasında en esaslı bir  problem olmuş gibidir. "Tito Yugoslavyası"nın "Slav bloku" dışında kalmasına rağmen -Slav milletleri camiasının en büyük bir Slav devleti olan Rusya'nın Sovyetler Birliğinin baskı ve nüfuzu altında bulunması ve "Slav milletleri tesanüdü"nün fiilen meydanda olması hali hazırda görünüşte olsa dahi "Panslavizm" diye bir cephenin mevcudiyetini, ister hoşumuza gitsin veya gitmesin, kabul etmek ve bu mesele üzerinde durmak mecburiyetindeyiz. Sovyet Rusya’nın açık bir şekilde Çarlık Rusyası politikasını benimsemiş olduğu artık bir hakikattir; aynı zamanda Sovyetler Birliğinde "Rus nasyonalizmi"nin almış yürümüş olduğu da meydandadır; hali hazırda Ruslar’ın tahakkümü altında bulunan, görünüşe nazaran Sovyet rejiminden pek te memnun olmayan, Bulgaristan ve Çekoslovakya ahalisinin ötedenberi Rusya'ya karşı büyük bir sempati besledikleri bilindiğine göre "Panslavizm" probleminin ayrıca bir ehemmiyet kazandığı unutulmamalıdır. Bir taraftan "Pangermenizm" ve "Pantürkizm" hareketlerinin duraklamış olması karşısında "Panslavizm" nasıl oluyor da muvaffakiyet kazanıyor? Bu hareketin -şümulü,- kuvvetli ve zayıf tarafları nedir ve geleceği ne olabilir? Bütün bu soruları az veya çok bir isabetle cevaplandırmak için, "Panslavizm"in geçirmiş olduğu merhaleleri hatırlatmak yerinde olur.


“Panslavizm" tabiri ilk defa 1826 yılında Slovak yazarlarından J. Herkel tarafından kullanılmıştır; bu zat latince kaleme aldığı ve umumi Slav diline ait olan bir eserinde "Rus panslavismus" (hakiki Panslavizm) tabirini ilmi literatürüne sokmuş ve dolayısiyle bu sözün, sonraları siyasi bir ıstılah da olmasına yol açmıştır. Herkel, edebi ilmi "Panslavizm"le bütün Slav kavimlerinin kültür sahasında karşılıklı alış verişini kasdettiği gibi, siyasi sahada bütün Slav kavimlerinin büyük bir devlet halinde birleşmelerini bir gaye olarak almıştı. Bu suretle siyasi bir "Slav birliği" yaratmak fikri ilk defa kesin olarak, bir Slovak, yani Slavların batı kısmına ait ve katolik dinine mensup, Avusturya tebaasından biri tarafından şekiliendirilmiş oldu.
Mamafih Slav kavimlerinin kardeşlik ve yakınlık görüşü ve hissi Herkel'dcn çok önce ifade edilmiş olup, literatürde bunun köklerini XI. yüzyıla kadar çıkarmak mümkündür. Şöyle ki, ilk Rus vaka-nüvisi olan Nestor (XI.yüzyıl), "Kronik"inde Slav kavimlerinin yayılışlarından bahsederken, Slav kavimlerinin vaktiyle Tuna boyunda, Macar ve Bulgar arazisinde yerleşmiş olduklarını ve buradan hareketle, yeni işgal ettikleri yerlere göre ad aldıklarını anlattıktan sonra, belli başlı Slav kavimlerinin adlarını birer birer saymaktadır, Nestor, "Slav kavimleri işte böyle yayıldılar ve böylece onların yazıları da Slavca adını aldı" diyor.Slav kavimlerinin birbirine akrabalığı ve ilk vatanlarının Pannonya olduğuna ait rivayetlerin XII. ve XIII. yüzyılda Çek ve Leh manastırlarında devam ettirildiği hakkında bazı kayıdlara malikiz; bunlara göre : Çek, Leh ve Rus adlı üç kardeşin önderliği altında Slav 'kavimlerinden, bir kısmı Hırvatistan ve Sırbistan'dan şimal istikametine giderek, muhtelif sahalarda yerleşmişler ve böylelikle bu üç kavim meydana gelmiştir. Slavların birbirlerine yakınlık hislerinin yaşayıp gitmesinde, sonraki devirlerde, etnik, coğrafi, siyasi ve kültür amillerinin tesiri mühim rol oynamıştır.


Orta ve Doğu Avrupa'da ve Balkanlar'da aynı ırka ve guruba dahil kalabalık bir Slav kitlesi MS. VI. yüzyıldan itibaren mevcut olup, Slav kavimleri birtakım siyasi amillerin icabı olarak işgal ettikleri sahayı müemadiyen genişletmişlerdir. Türlü adlar taşıyan bu Slav kavimleri, az bir istisna, işgal ettikleri saha bakımından birbirine bitişiktirler. Büyük çoğunluğu Ortodoks-Grek Kilise ve kültür dairesine mensupturlar. Batı kısımları ve Balkanlar'da yine batıya düşen sahada yaşıyanlar ise, katolik dini, yani Batı Avrupa kültür dairesine intisap etmişlerdir. Batı Slavları Alman İmparatorluğu, Balkan Slavları (çoğunluğu)—Osmanlı imparatorluğu hakimiyeti altında bulunmakla, siyasi benliklerini kaybettikleri halde, Doğu Avrupa'da büyük bir Rusya'nın kurulması, 'Panslavizm''in kuvvet bulmasında en mühim bir amil teşkil etmiştir. Slavlar, tarih boyunca, Germanlar (Almanlar), Türkler, İtalyanlar ve Greklerle temasla karşı karşıya gelmişlerdir. Bu karşılaşmanın bütün Slav kavimleri üzerinde menfiden ziyade müsbet tesiri olduğu muhakkaktır. Slav kavimlerinin tarih sahnesine çıkalı Türkler veya Germanların, Balkanlar'da ise Bizans ve Adriyatik sahillerinde Latinlerin siyasi ve kültür tesirlerinde bulundukları biliniyor. Orta ve Doğu Avrupa'da yaşayan Slavlar üzerinde Alman kültürünün tesiri bilhassa önemli ve modern Rusya'nın meydana gelmesinde Alman alimleri ve teknisyenlerinin rollerinin ayrıca büyük olduğu aşikardır.
Slavlar üzerinde Türk ve German tesirlerini şöyle hulasa etmek mümkündür: M.Ö. Pripet-Vistül havzasında yaşıyan Slavlara ehli hayvan besleme usullerinin Türkler tarafından sokulduğunu gösteren kuvvetli delillere malikiz. Bu tesirin İskitler zümresine dahil Türkler tarafından veya daha önce yapılmış olması mümkündür, İskitlerden sonra Hunlar, Ispalılar (?), Avarlar, Hazarlar Slavlar üzerinde hakimiyet sürmüşler ve her biri az veya çok tesir icra etmişlerdir.Diğer yandan, M.S. ikinci yüzyıldanberi muhtelif German kavimleri Slavlarla meskun yerleri ya ele geçirmişler, veya bazı Slav uruğlarını hükümleri altına almışlardır. Bu kabilden olmak üzere Gotların Karadeniz şimalinde 200 yıla yakın süren hakimiyetleri zikredilebilir. Sonraları, bilhassa VIII. yüzyılda İskandinavya'dan gelen Varegler (Normanlar), İlmen gölü ve yukarı Dneper havzasında ayrı uruğlar halinde yaşıyan türlü Slav zümrelerini birleştirerek bir devlet kurmuşlardı. 862 tarihlerinde tesis edildiği bilinen bu Vareg-Slav devletinin merkezi az bir zaman sonra Orta Dneper sahasına nakledildi; burası daha önce Hazarların tesiri altında bulunduğundan, devlet hayatı için daha müsait şartları haizdi. Bu, ilk "Rus devleti"ni kuran "Germanlar sayı bakımından yerli Slav unsuruna nisbetle az olduklarından, bir müddet sonra Slavlar arasında erimiş gitmişlerdir, İskandinavya'dan German unsurunun gelişi durduğundan, Kiyef Rusyası’nda zaaf eseri belirmiş ve feodal devrin icabı olarak tam bir parçalanma hareketi almış yürümüştü. Moğol-Tatar-istilası neticesinde (1237-1241) Altın Ordu'nun hakimiyeti altına alınan Rus beylikleri hanlar tarafından takib-edilen siyaset icabı yeniden birleşmek ve Moskova Knezinin önderliği altında yeni bir kuvvet olarak ortaya çıkmak imkanını bulmuşlardı. 250 yıl kadar süren Altın Ordu hakimiyeti Ruşlar üzerinde birçok müsbet tesirler yapmaktan geri kalmamıştır; merkeziyetçi kuvvetli bir devlet idaresi, sikke, vergi ve posta (yam) usulleri bunlar meyanındadır
Moskova Rusyası (ve sonraki Rus imparatorluğu), bilhassa Büyük Petro devrinden başlayarak ta XX. yüzyıl başlarına kadar Alman teknisyenleri, Alman alimleri sayesinde Rusya'ya garp kültürünü sokmak ve onu geliştirmek imkanlarını sağlamıştır. Rus ilim akademisinin kuruluşu ve faaliyeti, Rus fikir hayatının gelişmesinde Alman tesirinin büyük bir rol oynadığı da bir hakikattir.
Batı ve Balkan Slavlarına gelince, bunların Germanlar ve Türkler’le temasları ve maruz kaldıkları tesirler Doğu Slavlarınkinden daha az değildir.Çekler ve Slova"kların, Lehliler’in Hıristiyanlığı kabul ile Batı medeniyeti çerçevesine girmeleri Almanlar sayesinde mümkün olmuştur; hele Çekler daima kuvvetli Alman tesiri ve nüfuzu altında kalmışlardır. Asırlar boyunca Habsburg sülalesi idaresinde kalan ve her taraftan Alman unsurları ile kuşatılmış olan Çekler ve Slovaklar, kültürleri, yaşayış ve çalışma tarzları bakımından Almanlar’a çok benzerler. Buna karşılık Lehliler’ ise uzun zaman istiklallerini muhafaza ettikleri gibi, katolikliğin en mutaassıp mümessilleri sıfatıyle, bir taraftan Ortodoks Ruslar’ ve diğer yandan Protestan Almanlar’ın tesirlerine daha kolaylıkla dayanabilmişler ve kendi milli hususiyetlerini muhafaza etmişlerdi.

Balkan, yani Cenup Slavlarına gelince, VI.yüzyılın sonralarına doğru Avarlar, yani bir Türk kavmi, tarafından Balkanlar’da iskan ettirilen bu Slav gurubunun Türkler’le münasebetleri çok sıkı olmuştur. XIV. yüzyılın sonundan XX. yüzyılın başına kadar Balkanlar’ın tamamiyle Osmanlı-Türk hakimiyetinde kaldığını hatırlarsak Balkan Slavları üzerindeki Türk tesirinin derecesini tahmin etmek kolaydır. Dalmaçya sahillerindeki Slav unsurunun bilhassa Latinlerle (İtalyanlar’la) sıkı bir temasta bulunmalarının neticelerini de bulup çıkarmak güç olmasa gerektir. Hırvatlar ve Slovenler’in Avusturya-Macaristan idaresinde bulundukları zaman maruz daldıkları tesirler de meydandadır. Slavlar’ın, bu suretle, tarihleri boyunca ya Türk veya German menşeli milletlerin siyasi ve kültür tesirinde bulunduklarını görüyoruz. Slav kavimleri tarafından gelecek reaksiyonların da bilhassa Germanlar ve Türkler’e karşı olması lazımgeldiği de bu şartların tabii bir neticesi olarak telakki edilebilir. Nitekim "Panslavizm" hareketinin doğuş ve gelişi de bunu göstermektedir.
"Panslavizm"in tohumları bazı Slav tarihçileri ve şairlerinin eserlerinde erkenden atılmış bulunuyordu. Bunlardan biri de 1588-1638 yıllarında yaşamış olan Raguzalı (Dubrovnikli) şair Ivan Gunduliç'tir; Tasso'nun Kurtarılmış JeRusalem (Kudüs) üslubunda yazdığı "Osman" adlı epik manzumesinde, Gunduliç, Slav kavimleri arasında karşılıklı tesanüt ve yardım görüşünü ifade etmişti. Raguzalı şair, Lehli prens VladiSlav'ın (sonraki kıral VladiSlav IV)’ın Hotin kalesi yanında Türkler’e karşı kazandığı zaferini tebrik maksadiyle kaleme aldığı bu epik eserinde, Lehliler’i bu başarılarından dolayı haddinden fazla göklere çıkarırken, Leh prensinin Balkanlar'daki Slavları kurtaracağı ve Stefan Duşan devletini yeniden ihya edeceği görüşünü ifade etmişti; bu suretle Balkan Slavlarnın Türk tahakkümünden "kurtulmaları" bir Slav devletinin müdahalesiyle mümkün olabileceği fikri ortaya konulmuş oluyordu.

Gunduliç'ten az sonra, yine Cenup Slavlarına mensup biri tarafından "Panslavizm"i terviç eden bir ses yükseldi: Hırvat menşeli ve Katolik ruhanisi olan Yuriy Krijaniç (1618—1683?) tarafından siyasi ve kültür Panslavizmin esasları açık bir lisanla formüle edilmiş oldu. Yuriy Krijaniç jezüit olup Rutenleri katolikliğe kazanmak işinde Papa tarafından istihdam edilmek istenmişti; 1659 tarihinde Moskova Çarı Aleksey Michayloviç'in hizmetine giren Krijaniç'e Çarın saray kütüphanesinde bir vazife verildi ve Rus imlasını ıslah işine memur edildi. Krijanic, "Rusya’nın siyaseti"ne ait bir eser kaleme aldı; Machiavellist esaslara dayandırılan bu eserde Rus Çarlarının devlet idaresinde bilhassa hangi prensiplere riayet etmeleri lazımgeldiği üzerinde durulmuştu; burada Slav kavimlerinin altısından, yani Ruslar’, Lehliler’, Çekler, Bulgarlar, Sırplar ve Hırvatlar’dan ancak ilki müstakil bir devlet halinde yaşamakta olup, kalanları ise yabancıların boyunduruğu altında idiler; Moskova Çarı müstakil bir devletin yegane hükümdarı olması hasebiyle, terkedilmiş Slav kavimlerini korumak ve bunları birleştirmek vazifesi karşısında idi. Bu münasebetle Krijaniç Çar Aleksey Michayloviç'e şu cümlelerle ateşli bir hitabede bulunuyor: "Ey haşmetli Çar cenapları, sen elinde Musa'nın mucize yaratan asasını tutuyorsun ve bununla mucize yaratmağa muktedirsin; sen tebalarının mutlak bir hükümdarısın ve dolayısiyle onlardan mutlak bir itaat görmektesin. Sen, Tanrı'nın yardımiyle yalnız kendi devletini değil, diğer Slav ülkelerini de yükseltecek ve bu sayede devamlı bir takdir ve takdis kazanacak durumdasın. Bütün Slav milletleri ancak sen, haşmetli Çar, cenaplarına nazarlarını çevirmiş bulunuyorlar; darma dağınık bir hale getirilen çocuklara bir babanın ihtiyar edeceği bir harekette bulun ve onları bir araya topla." Krijaniç Slavların din ayrılığı yüzünden birbirleriyle ihtilaf halinde bulunmalarını acı bir lisanla tenkit ediyor, bazılarının katolik bazılarının da ortodoks olmaları keyfiyetinin Slavlar arasında anlaşmazlığa yol açmaması gerektiğini belirtiyor. Bu Hırvat jezüitine göre Slavların müşterek bir edebi dil yaratmaları şarttır; bu müşterek dilde yazılan ve müşterek gayeye hizmet edecek iyi eserler vasıtasiyle Slavların birleşmesine yol açmak mümkün olacaktır. Krijaniç bu "müşterek Slav edebi dil"inin numunelerini de vermiş, kilise Slavcası, Rucça’, Lehçe ve Çekçeden alınan ıstılahlarla böyle bir "edebi dil" yapmıştır; umumi bir Slav grameri ve umumi Slav tarihinin hazırlanması gerektiği üzerinde de durmuştur. Krijaniç Rus ahalisinin geriliğini tenkitle, "mujik"leri bu halden çıkarmak için esaslı mektep tahsiline tabi tutulmaları lüzumuna işaret ettikten sonra, Rusya'nın iktisaden kalkınması ve "Almanlar tarafından istismar edilmekten" kendini kurtarması gerektiğini hararetle tavsiye etmişti. Gunduliç, Slavların kurtulabilmelerini Lehistan'ın müdahalesi işine bağlamışken, Krijaniç bu defa bu rolün ancak Rusya tarafından oynanabileceğini açıkça belirtmek suretiyle gelecek hakkında isabetli bir görüş öne sürmüş bulunuyordu; Bu Panslavist görüş o sıralarda Moskova'da tasvib edilmedi; Rusya ile Lehistan arasındaki mücadele, Ruslar’ın katolikliğe karşı düşmanlıkları, Rusya'nın dışındaki Slavları tanımayışları ve Moskova politikasının henüz Slavlardan faydalanacak bir dereceye gelmemiş olması bütün bunlar Krijaniç tarafından ileri sürülen görüşlerin tesirsiz kalmasına sebep oldu. Mamafih bu zat tarafından kaleme alınan "Siyasi düstur"un Petro tarafından okunmuş olduğu, Çar’ın bu prensiplerden birçoğunu benimsediğini iddia edenler de vardır. Krijaniç'in ise, bir taraftan Papanın ajanı olduğu anlaşılmış olması, diğer yandan Rusya’daki hayatı tenkit etmesi, Sibirya'ya sürülmesine yol açtı, orada onbeş yıldan fazla ağır şartlar içinde ömrünü geçirmeğe mahkûm edildiği biliniyor.Rusya'dan ne zaman ve nasıl ayrıldığı belli değildir, ancak 1767 yılında henüz hayatta olduğu anlaşılıyor.

Bazı iddialara göre Büyük Petro, Krijaniç'in "Siyasi düsturları"nı ele geçirmiş ve bunlardan bazılarını tatbik etmek istemiştir. 1711’de Prut seferi münasebetiyle Çar’ın Balkanlarda'ki Slavları Türk hakimiyetine karşı ayaklandırmak teşebbüsü bunlardan biri sayılabilir; fakat Rus Çarının bu teşebbüsü çok küçük bir semere vermiş, ancak Karadağlılar ayaklanmışlardı. Katerina II. nin de Osmanlı İmparatorluğu’na karşı açtığı harpler zamanında Slavları kışkırtmak istediği ve 1788 yılında "Sırp, Karadağ ve bütün diğer kavimlerin Ruslar’ gibi şanlı Slav menşesinden geldikleri" ifadesinde bulunduğu biliniyor. Mamafih Rusya'da Slav kavimleri ile ilgi çok daha sonraları inkişaf etmiş ve Rusya'nın devlet siyasetinde mühim bir unsur teşkil etmesi için aradan oldukça uzun bir zaman geçmesi lazım gelmiştir.

Slavlar arasında milli şuur hislerinin uyanması ve gelişmesinde Alman alimlerinin büyük bir rolüolduğunu yukarıda söylemiştik "Panslavizm" hareketinin haddi zatında Alman tarihçi, dilci ve mütefekkirlerinin hazırladıkları esaslar üzerinde meydana gelmiş olduğunu söylemek mümkündür. Şöyle ki Slav dili ve tarihini ilmi olarak ilk defa ele alan Alman alimleri olmuştur. Bunlardan ilki Göttingen Üniversitesi’nin meşhur profesörlerinden August Ludwing von Schlözer'dir. Von Schlözer, Alman oryantalistlerinden J.D. Michaelis'in Tevrat tetkiklerinde tatbik ettiği filoloji ve tarih metodlarını Slav dilleri ve tarihi sahasına tatbik etmek üzere Slavistik'in ilmi esaslarını kurmuştu; Katerina II. zamanında bir müddet Rusya'da kalan von Schlözer Rusya'nın geniş inkişaf imkanlarını görmüş ve Rus dili ve tarihi üzerinde tetkiklerde bulunmuştu; bu alimin Rus tarihi sahasındaki araştırmaları Ruslar’ın ecdadı olan Slav menşeli kavimlerin en eski tarihlerini de araştırmak lüzumunu ortaya koymuştu: "Slav kavimleri bölümü" (Slawisches Völkersystem] adlı eserinde Schlözer, Slav kavimlerinin menşei ve birliği meselesini aydınlatmağa çalışmıştı. Bu alimin Slav dil tetkikleri üzerindeki araştırmaları bilhassa ehemmiyetli olmuş ve filolojik esaslar üzerinde Slav dillerinin durumu ve birbirlerine münasebetleri tayine çalışılmıştır. Rus ilimler Akademisinin üyesi sıfatiyle 1767 de "Nestor Kronik"ini bastıran ve 1802 de aynı kronikin kritik neşrini yapan Schlözer, Slav tetkiklerine ve umumiyetle Slav kavimlerine karşı hudutsuz bir sempati beslemekte idi; bu Alman alimin sempatisi ve araştırma aşkı Slav menşeli alimler arasında büyük yankılar yaratmış, başta Çekler ve Slovaklar olmak üzere, Slavların kendileri tarafından Slavistik tetkiklerinin ele alınmasında mühim bir amil teşkil etmiştir.

Slav aydınları arasında milli hislerin şuurlaşması ve estetik kültürle terbiyenin genişlemesinde bu devrin Alman filozofu Johann Gottfried Herder'in rolü bilhassa ehemmiyetli olmuştur; Herder, haklı olarak "Slav kavimlerinin yeniden canlandırıcısı" diye ad kazanmıştır ("der eigentliche Vater der Wİedergeburt der Slawischer Völker"). Hümanizm, idealleri ile meşbu ve insanlığı bu yolda terbiyeye şevki kendisi için bir vazife telakki eden Herder, Katarina II. idaresinde Rusya'nın hümanizm ideallerine göre sevk ve idare edilebileceğini tahminle, artık ihtiyarlaşmış olan Avrupa'ya mukabil, uyanmakta olan genç bir Rusya'nın mevcudiyetine, geleceğin Rusya'ya ait olacağına hükmetmişti. Umumiyetle bütün Slav kavimlerinin henüz harcanmamış iç kuvvetlere malik bulunduğunu, yarı "vahşi" halindeki bu Slav kitlelerinin hümanizm ideallerine göre terbiye ve tahsili neticesinde insanlığın büyük bir kuvvet kazanabileceğini zanneden Herder, Slav halk Türküleri, destanlarının sistemli bir tarzda toplanması ve işlenmesi lüzumu üzerinde durmuş ve bunlar vasıtasiyle Slav halk kitlelerinde yaşayan "manevi kuvvetleri"n meydana çıkarılması mümkün olacağını ileri sürmüştü. Herder'e göre Slavların halk şarkıları o kavimlerin "en iyi lügatleri ve tabii tarihleri" mahiyetinde olacaktı. "İnsanlık tarihine dair İdeler" adlı eserinde (Ideen zar Geschichte der Menschheit) (1784) Herder, tekrar folklor malzemesinin ehemmiyeti üzerinde durmuş ve bunların vakit geçirmeden toplanması gerektiğini belirtmişti; Alman filozofunun bu eseri Slav kavimlerinin fikri gelişmeleri bakımından ayrıca önemli olmuştur; "Slav Kavimleri" başlığını taşıyan ayrı bir fasılda Herder, Slav kavimlerinin eskiden parlak bir tarihi olduklarını anlattıktan sonra, gelecekte de bu kavimleri çok parlak bir istikbal beklediğini tebarüz ettirmiştir.Bir alim ve filozof tarafından serdedilen bu mütalaa Slav aydınları tarafından sevinçli bir beşaret gibi ve sonsuz bir şükranla kabule ve kendilerini heyecanla bu yolda yürümeğe sevketmiştir. Herder'in telkinlerinin gerek ilmi Slavistik ve gerek siyasi "Panslavizm"in gelişmesi üzerinde büyük bir tesir yapmış olduğunu, sonraki gelişmeler göstermiştir.

Alman alimleri tarafından açılan bu çığır az sonra Slovak, Çek, Leh, Hırvat ve Sloven alimleri, yazarları ve şairleri, tarafından ele alındı. Çek ve Slovaklar’ın bu hususta ön ayak olduklarını görüyoruz. Eski Slav arkeolojisi sahasında esaslı ilmi araştırmalar yapan P. J. Şafarik, 1828 de "Slavların Menşei" üzerinde bir eser neşretti (Ueber die Abkunft der Slaven nach Lorenz Suroıviecki, Ofen 1828); iki yıl önce, yani 1826’da, Slovak yazarlarından Herkel, umumi Slav diline ait bir yazı çıkarmıştı. 1818-1822 yıllarında Prag'da tesis edilen "memleket müzesi" Çek ve Slovak arkeolojik ve etnografik eserlerinin araştırılması ve umumiyetle milli cereyanın kuvvet bulmasında mühim tesir icra etmiştir; bu müzenin organı olan mecmua, 1826’dan itibaren Almanca’dan başka Çekçe de çıkmağa başladı; bu vakıa Çek ve Slovak milli kültürünün inkişafında bir dönüm noktası teşkil etmiş, milli edebiyatın ve milli şuurun süratle inkişafına yol açmıştır. Diğer yandan Şafarik'in arkeologya ve tarih tetkiklerinin,, Slav milli şuurunun teşekkül ve gelişmesi üzerinde ayrıca büyük bir rolü olmuştur. Çek patriyotlarından Palacky, şairlerden -Kollar, bir taraftan milli Çek hareketini sürüklerken, diğer yandan umumi Slav hareketinin de önderi rolünü oynamaka idiler. Slav dili ve tarihi tetkikleri- Slav kavimlerinin müşterek menşe, müşterek kültür va geçmişteki "şanlı" devirlerini gösterecek kadar inkişaf etmiş bulunuyordu. Bir taraftan Alman idealist mektebi, diğer yandan Fransız inkılabının ortaya attığı hürriyet fikirleri  Çek, Slovak, Sloven ve Hırvat aydınları ve alimlerinin Slav milliyetçiliği meselesini ele almağa ve geliştirmeğe teşvik etmekte idi; XIX. yüzyıl başından itibaren vukubulan büyük siyasi gelişmeler-Slav milliyetçilik fikrinin süratle yayılmasını sağlamakta idi; 1804’te Sırpların Türk hakimiyetine karşı ayaklanmaları- bu kabil görüşlerin fiile geçmesi mahiyetinde idi. Macar milli hareketinin kuvvetlenmesi tesiri altında— Çek ve Slovaklarda da milli hisler almış yürümüş ve Habsburg hanedanı idaresi, yani Alman tahakkümüne karşı reaksiyon uyandırmıştı. 1848 ihtilalleri bu kaynaşmanın kuvvet ve derecesini açıkça ortaya koymuş oldu.

1830 dan itibaren Slavcılık milli hisleri Bohemya'da çok kuvvet bulmuştu; Çek şairi Kollar bu hareketi şiirleriyle yaymakta, Çek ve Slovak aydınlarını milli şuur ve milli gaye etrafında toplamağa davet etmekte idi; mamafih bu "Slav birliği" cereyanı siyasi Panslavizm'den ziyade edebi ve kültür Panslavizm'i idi. 1848 Mart ihtilali neticesinde Habsburglar Monarşisi az daha ayrı parçalara bölünecekti; macar milliyetçileri Kossuth'un idaresinde silaha sarılmışlar ve milli bir macar devleti kurmak şiariyle harekete geçmişlerdi. Macarların faaliyeti Avusturya'da yaşayan Slavlar arasında da hemen yankı yaptı; bu hususta Çekler ve Slovaklar ön ayak oldular. Bohemya'nın Slav unsurları Almanların haiz oldukları hakları taleb etmekte idiler. 1848 yılının Mayısında Prag'da bir "Slav Kongresi" toplandı. Bu kongreye, Çek, Slovak, Lehli, ruten (Ukraynalı), hırvat, Sırp, sloven ve Rus olmak üzere mecmuu 340 murahhas iştirak etmişti; Çekler ve Slovaklar 237 kişi ile başta geliyorlardı; Ruslar’dan meşhur anarşist Bakunin ve eski din mensubu (starover) papas Miloradov kongreye gelmişlerdi. Çek şairi Kollar ve slovenli alim Miklosich hariç, belli başlı tarihçi, dilci, muharrir kim varsa hepsi de bu toplantıya katılmışlardı; bunlar arasında Şafarik, Palacky, Wuk Karaciç gibi nam kazanmış ilim adamları da vardı. Kongreye başkan olarak Çek tarihçisi Palacky seçildi, iki hafta kadar devam eden bu ilk Slav kongresinin esas gayelerinden biri: Slav kavimleri arasında devamlı bir münasebet tesisi olduğu gibi, diğeri de Frankfurt meclisine karşı alınacak tedbirler, yani Slavlardan Avusturya veya Macaristan'a tabi olacakların hukuki statüsü meselesi idi; Kongre müzekereleri Almanca olarak yapıldı ve Slav kavimlerini ilgilendiren birçok siyasi ve kültür problemleri üzerinde duruldu; Avusturya ve Macaristan’da sakin Slavların, Almanlar ve Macarlarla aynı hakları elde etmeleri lazım geldiği hususunda bütün kongre azaları müttefiktiler.
Kültür problemleri üzerinde hararetli konuşmalar oldu ve bütün Slav kavimlerinin bu sahadaki yakınlıkları belirtildi. Mamafih siyasi manada bir "Slav Birliği" yaratmak gibi büyük davalara kimse temas etmemiş ve böyle bir problemin imkanları dahi dile alınmamıştır; Kongre delegeleri hürriyet taraftarı ve demokrat prensiplere sadık kaldıklarından, istibdadın tam bir timsali olan Çar Nikola I, Rusyasına herhangi bir şekilde bağlanmak istememişlerdi. Ancak Rus murahhası sıfatını taşıyan anarşist Bakunin'in kaleminden çıkan bir broşürde, Rusya'da monarşik rejim yıkılmak şartiyle, federatif esaslar üzerinde bütün Slav kavimlerinin bir cumhuriyet teşkil etmeleri mümkün olacağı belirtilmişti.
Tam bu sıralarda Prag'da Habsburg hanedanına karşı açıkça ayaklanmalar olmuş ve bu ayaklanmaların hükümet tarafından şiddetle bastırılması üzerine, Çekler, Slovaklar ve başka Slav menşeli kavimler, siyasi haklarının Habsburglarca tanınmayacağına kanaat getirmişler ve kendilerine yardımın ancak Rusya tarafından sağlanabileceğine inanmaya başlamışlardı. Dolayısiyle "Slav birliği" fikrinin Rusya'nın himaye ve önderliği altında gelişmeye mahkûm bir hareket haline gelmesi mukadderdi.

Panslavizm"in siyasi bir hareket oluvermesi Rusya'nın bu cereyanı kendi emperyalist maksatlarına alet edinmek istemesiyle mümkün olmuştur; mamafih "Panslavizm" Rusya'da da önce bir kültür meselesi şeklinde gelişmiş, sonraları siyasi bir renk almak yolunu tutmuştur; bu bakımdan Rusya dışındaki Slavlarla Ruslar’ arasında bir benzerlik olmakla beraber, Rus Panslavizm'inin bütün Slavları Rusya'nın hegemonyası altına koymak ve Slavları "Ruslaştırmak" amacını gözönünde tuttuğu görülecektir, yani "Panslavizm", "PanRussizm" kalıbına girmek yoluna sapmış olacaktır.
"Panslavizm" görüşünü Rusya'da yaymak istiyen ilk müellifin Hırvatistanlı Yuriy Krijaniç olduğunu yukarıda söylemiştik; Petro I. nun Prut seferine takaddüm eden yıllarında Balkan Slavlarına karşı ayrıca sempatisi olduğu ve bunları Türk "zulmünden kurtarmak" emelini taşıdığını gizlememişti. Raguzalı Savva adlı bir tücarın Çarın "Balkanlardaki hıristiyan Slavlar içinde müşavir-i hassı olduğu" malumdur. Karadağlılarla Sırplar arasında Çar Petro'ya karşı sempatinin büyük olduğu ve kendisine bir "kurtarıcı" nazariyle baktıkları da bilinmektedir. Fakat 1711’de vukubulan Prut seferi neticesinde Çarın mağlûp olmasıyle Ruslar’ın "Slavları kurtarmaları" teşebbüsleri tam bir fiyasko ile neticelenmiş ve Rus hükümetinin "Slav meselesini" yeniden ele alması için bir hayli zaman beklemesi icab etmiştir.

Birçok bakımdan Petro I.nün faaliyetini devarn ettiren Katarına II. (kendisi aslen bir Alman prensesidir) Osmanlı imparatorluğunu tasfiye ederek, yerine bir "Grek imparatorluğu" kurmayı tasarlarken, Balkanlar'daki Slavları da Türk hakimiyetinden çıkarmayı düşünmüştü. Cenup Slavlarında, ister Ortodoks ister katolik olsun, "kurtuluş" imkanlarının ancak Rusya tarafından sağlanabileceği görüşü gittikçe inkişaf etmiş ve XIX.yüzyılın başlarında bu görüş kuvvetli bir cereyan halini almıştı. Fransız ihtilali tesiriyle Balkanlardaki Slav kavimleri arasında milliyet hisleri alıp yürüyünce, bunların nazarında Rusya'nın rolü büsbütün artmış oldu.
Türkiye'nin en büyük düşmanı sayılan ve Türklere karşı sefer arkasına sefer açan, Osmanlılar’dan Kırım'ı alan, Tuna boylarına kadar inen Ruslar’, Osmanlı "reayası" nazarında kendilerini Türk "boyunduruğundan" kurtaracak yegane kuvvettiler. Gençliğinde bir domuz çobanı olan Kara Yorgi'nin idare ettiği isyan (1804) neticesinde Sırplar bir dereceye kadar istiklallerini ele alınca, Sırp Knezliği ile Rus Çarlığı arasında hemen sıkı bir dostluk bağı tesis edildi. Knez Kara Yorgi 1807’de Çar Aleksandır’a bir elçi göndermiş ve Sırp hareketini resmen desteklemesi ricasında bulunmuştu; Aleksandr I.in bunu kabul etmesi, Rus hükümetinin Balkan Slavları meselesindeki durumunu açığa vurmuştu; Rusya açıkça veya kapalı bir şekilde Türk idaresindeki Slav kavimlerini tutmakla, "Panslavist" duyguları kendi siyasi emelleri ve bilhassa Türkiye'yi ezmek yolunda kullanmak niyetinde olduğunu belli etmişti, Sırp isyanı münasebetiyle Vasiliy Karasin adlı biri tarafından Rus hariciye nazırı Adam Czartoryski'ye sunulan bir muhtırada "bütün Cenup Slavlarının bir devlet halinde birleşmeleri ve bu devletin başına Romanov ailesinden bir prensin getirilmesi" üzerinde durulmuştu; bunun içindir ki, Çarın Sırpları tutması ve yardım etmesi gerektiği anlatılmaya çalışılmıştı. Bu muhtıra o sıralarda Rus siyasi mahfillerinde sempati kazanmış olan bir görüşün ifadesidir. Mamafih Çar Aleksandr I. "Mukaddes lttifak"ın başaktörü olunca, Rusya'nın Balkanlar'daki Slavları kışkırtmak siyasetinden vazgeçmesi lazım geldi. Bu suretle Rusya'da siyasi Panslavizm'in, mevcut şartların icabı olarak durakladığını görüyoruz; buna karşılık "Panslavizm" edebi ve ilmi bir hareket olarak gelişmek imkanlarını buldu.
Rus ilimler Akademisinin kurulması (1725), Moskova Üniversitesinin tesisi (1755) ve Rusya'da Rus dili ve tarihine karşı ilginin uyanması neticesinde Slav dilleri ve tarih tetkikleri de ele alınmış bulunuyordu. Alman alimlerinden Schlözer'in bu sahada Ruslar’a yol gösterici bir rol oynadığını yukarıda kaydetmiştik ; diğer yandan Çeklerden Şafarik, Dobrovsky, Palacky, Kopitar; Slovenlerden Miklosiç ve Sırplardan Karaciç gibi tarihçi ve dilcilerin tetkikleri sayesinde Slavistik, bir ilim haline getirilmiş bulunuyordu ; aynı hareketin Rusya'da da başlandığını görüyoruz;bu ilmi tetkiklerin Rusya'daki ilk mümessili Vostökov'tur. Slav dilleri ve eski Slav tarihi ile meşgul olanların "Slav Birliği" görüşünü benimsemeleri tabii görülmelidir; uyanan Rus milliyetçiliğinin de bu görüşü desteklemesi beklenirdi : nitekim Dekabristler'de "Slavcılık" fikirlerinden uzak kalmamışlardır. Hemen hemen bütün Slav kavimleri arasında rağbette olan "Slavcılık" görüşünün Ruslar’ arasında da zemin kazanması, devrin şartlarına uygundu; ancak Lehliler’in bu hareket dışında kaldıklarını müşahede ediyoruz; çünkü Lehliler’ nazarında "Slavcılık" (Panslavizm) "PanRussizm" (Ruslaştırma) siyasetine müncer olacak, dolayısıyle Rusya'nın Lehistan üzerindeki hakimiyet ve baskısının devamını sağlıyacaktı. 1830 yılı Lehliler’in Rus tahakkümüne karşı ayaklanmaları, Ruslar’ tarafından şiddetle bastırılınca, Lehliler’ arasında Ruslar’a karşı nefret büsbütün artmıştı. Katolik Lehliler’le, ortodoks Ruslar’ın birbirleriyle anlaşmaları imkanı, Rus hükümeti tarafından tatbik edilen sert siyaset neticesinde büsbütün imkansız bir hal almakta idi. Rus münevverlerinin Lehistan'ı baskı altında tutma siyasetini terviç etmeleri Puşkin ve Tyütçev gibi mümtaz Rus şairlerinin dahi Leh ayaklanmasının bastırılması münasebetiyle tasvibkar şiirler, yazmaları bütün bunlar Rus milliyetçiliğinin arkasında ne gibi hislerin saklandığını açığa vurmuştu. Hele Tyütçev'in "bütün Slav kavimlerinin Rus bayrağı altında toplanmaları gerektiğinden" bahsetmesi Rus emelleri hakkında şüphe bırakmıyordu. Bu gibi sözler ve görüşler Rus. Panslavizm"inin mahiyetini göstermek bakımından mühimdir.

Slavophil (Slavofü)’lik kisvesine bürünen Rus "Panslavizm"inin tercümanı ve muakkibi şair Khomyakov'un şahsında kuvvetli ve müessir bir şahsiyet buldu.1804’te Moskova'da doğan 1860’da koleradan ölen Aleksey Khomyakov ortodoks kilisesi prensiplerinde terbiye edilmiş, dindar ve aynı zamanda Rus milliyetçiliği ruhunda yetişmiş bir kimse idi; çok geniş bir umumi kültürü ve hatta fen sahasında icatları olan, erkenden şiir yazmaya başlıyan Khomyakov, Batı medeniyetine hayran olan Rus münevverleri mahfillerine de karışmış, fakat Batıdan gelen tesirlere karşı koyacak fikir hareketlerinin lüzumuna kani olmağa başlamıştı. Bu sıralarda Rusya'da Schelling felsefesi ve kosmopolit görüşler oldukça yayılmıştı; Khomyakov bu cereyana karşı yeni bir sistem kurmağa çalıştı; buna göre her millet ancak mensup olduğu din esaslarını ve heyecanıı, örfü, adeti ve milli geleneklerini muhafaza etmekle tam bir tekamüle erişebilecekti. Rusya'da Slavofillerin benimsedikleri görüş şöyle formüle edilmekte idi: Batı Avrupa sukut devresine girmiş, bulunmakadır; dolayısiyle Rusya Batı Avrupa'dan gelecek her türlü yıkıcı cereyanlardan kendini korumalıdır ve insanlığı yeni hayata kavuşturmak yolunda kendine hazırlanmış olan rolü Rusya ancak bu sayede gerÇekleştirebilecektir. Dünya tarihinde her millete, insanlık tarihinin muayyen bir safhasını en yüksek bir dereceye çıkarmak vazifesi verildiğine göre, Rusya'ya da böyle bir vazife düşecektir. Eski Yunanlılar plastik güzelliği, Romalılar da devlet ve kanun müesseselerini en yüksek mertebeye çıkarmışlardır; Avrupa'nın hıristiyan milletleri rasyonalizmi geliştirmişler ve individualist doktrinlere başlıca yer vermek suretiyle bu prensipleri gerÇek hayata tatbik etmişlerdi; Luther'in doktrinleri, İngiliz siyasi liberalizm'i ve Fransız equalıtarianizmi (müsavat) bunların misalleridir. Tarih sahnesine en geç çıkan Rusya ve diğer Slav kavimlerinin insanlık tarihinde esaslı bir rol oynamaları mukadderdir; insanlığın tekamülünde Rusya'ya düşen vazife sevgi ve kardeşlik hükümlerinin sosyal kıymetlerini tayin ve tesbit etmekten ibaret olacaktır. Khomyakov tarafından ortaya atılan bu görüşler Ivan Vasilyeviç Kireyevskiy (1806-1856) tarafından daha etraflıca işlenerek Siavofilciliğin bir ideolojisi haline getirildi.

Kireyevskiy asil bir aileye mensup olup, esaslı bir tahsil ve terbiye görmüş, bir yıl kadar (1830’da) Alman Üniversitelerinde felsefe, teoloji ve tarih derslerine devam etmiş ve Batı kültürünü yakından tanımak imkanını bulmuştu. Almanya'dan Rusya'ya dönen Kireyevskiy, Rusya'nın kayıtsız şartsız Batı Avrupa kültür dairesine intisab etmesi gerektiği kanaatında, yani bir "Garpçı" idi. Ona göre: Garp medeniyeti hıristiyanlık sayesinde daha müsbet ve semereli bir üst basamağa çıkan ve antik medeniyetin devamından başka bir şey değildi. Rusya'yı Batı medeniyeti dairesine sokmak hususunda büyük gayretler sarfetmiş olan Petro I. ve Katarina-II. Kireyevskiy'ye göre medhedilrneğe layıktılar. Mamafih Kireyevskiy’nin bu yoldaki kanaati çok sürmedi; karısının ve bazı ruhanilerin tesiriyle tamamiyle başka türlü düşünmeğe başladı. Bu defa "Garpçılığın" Rusya için çok muzır bir cereyan olduğu kanaati ile ortaya çıktı. Bu yeni görüşün icabı olarak Kireyevskiy şu fikirleri serdediyordu: Ruslar’ın salik oldukları Grek-ortodosk mezhebi hıristiyanlığı yegane doğru ve temiz (yani tahrif edilmemiş)bir mezhebidir. Katoliklik ve protestanlık ise, Roma medeniyeti ve skolastisizm'in tesiriyle bozulmuş ve dolayısiyle Avrupa medeniyetini fena bir istikamete götürmüştür. Avrupalı milletler bu bozuk medeniyetlerin tesiriyle kötü bir fertçiliğe (individualiznı) sapmışlar; neticede şahıs ve aile hayati manasız bir hal almıştı. Avrupa gittikçe kaba bir materyalizme saplandığından, hayatın manevi kıymetleri gittikçe azalmıştı. Buna karşılık Rusya antik kültüre tabi olmaksızın Bizanstan tahrif edilmemiş (temiz) bir hıristiyanlığı almış ve onu olduğu gibi devam ettirmiştir, Rusya'da muhafaza edilen "mir" teşkilatı (toprağın, cemaatın müşterek malı olması keyfiyeti), ferdlerin kristalize olmasına, şahsi mülk zihniyetinin gittikçe artmasına engel olmuştur. Avrupa medeniyeti artık "çürümeğe" başlamıştır. Buna karşılık Rus kültürü taze bir varlık halinde inkişaf edecektir. Kireyevskiy'nin görüşü Khomyakov'unkini tamamlayıcı ve geliştirici mahiyettedir. Bu görüş aşırı Rus milliyetçileri tarafından benimsenmiş ve az sonra "Slavofil" (Slavcılık) adiyle tanınmıştır.

"Slavofir (Slavophil) adı verilmesine sebep de, Çar Alaksandr.I. tarafından yüksek mevkilere çıkarılan ve Speranskiy'nin yerine geçirilen Şişkov adlı birinin "eski kilise Slavca"sına karşı hudutsuz bir sempati beslemesi ve bu eski dile yeniden mevki verilmesi arzusundan ileri gelmiştir; şöyle ki, Şişkov, Rucça’ yerine, yazıda, basında, okullarda eski Slavcayı tatbik etmek arzusunda idi. Maarif nazırı sıfatiyle mühim bir mevki işgal eden ve mevkii dolayısiyle Rus kültür hayatına tesir yapabilecek bir durumda olan Şişkov, Batı medeniyetini terviç eden Rus aydınlarının, yani garpçıların ileri sürdükleri bütün yeniliklere karşı koyuyor ve ileri hareketleri durdurmağa çalışıyordu. Şişkov'un eski Slavcayı ihya etmek isteyişi, muhalifleri tarafından kendisine "Slavofil" (Slavcı) adı takılmasına sebeb oldu; bu tabirle o sıralarda herhangi bir siyasi mana ifade edilmek istenmemiş, sadece eski Slav harfi, yazısı ve tabirlerini yaşayan Rucça’ya tercihan kullanmak arzusunda bulunanlar kasdedilmişti. Çok geçmeden bu sözün manası değişti ve siyasi bir mefhum oluverdi; bu defa "Slavcı" veya "Panslavist" tabiriyle, Rusya'nın dışındaki bütün Slavları Rusya'nın himayesi altında siyasi bir birlik kurmayı amaç bilen bir hareket kasdedilmeğe başlandı.

Diğer yandan "Slavofil" görüşün esaslandırılması için garbin felsefe mekteplerinden birinde istinadgah arandı ve Schelling üzerinde duruldu. Schelling'in mistik felsefesinden hareketle "kurtarıcı Rus felsefesinin esasları kurulmak istendi. Kireyevski'nin bu istikametteki görüşleri, Grek-ortodoks kilise "Babaları"nın eserlerini tetkikten sonra bir daha kuvvet buldu; şöyle ki, Schelling'in Theosophie ve Mythologie'si Kireyevski'nin mistik görüşlerini takviye etti. Kireyevski, Rus yaşayışı tarzını, Ortodoksluğu, Rus köylüsünü, yani "Mir" teşkilatı ve Rus "Mujik"ini idealize ediyordu.Avrupa'nın çürük ve bozuk cemiyeti, dini ve kültürüne karşı, temiz ahlaklı ve doğru dini ile Rus mujiği, Rus cemiyeti tam bir tezat teşkil ediyordu. Bu esaslardan hareket eden Kireyevski çok geçmeden "Messianizm"e ulaştı: Rusya, Rusya'nın halis ve saf en doğru olan dini, yalnız Rusya'yı değil Avrupa'yı da kurtaracaktır. Rusya, Avrupa'yı, hakimiyeti ve önderliği altına almak suretiyle Avrupa'ya yeni nizam ve hayat getirecektir. Bunun gerÇekleşmesi için Rusya'nın coğrafi vaziyeti, teknik bünyesi ve Ortodoksluğu başlı başına birer amil teşkil etmektedirler.

Kireyevski'nin bu "Slavcılık" ideolojisi Khomyakov ve Konstantin Aksakov X tarafından işlenmiş ve tamamlanmıştır. Khomyakov bu görüşü teolojik prensipler bakımından, Aksakov da devlet hukuku cephesinden kuvvetlendirmk istediler. Khomyakov bir polemist, misyoner ve propagandacı idi; bu zatın iddiaları her şeyden önce teolojiye dayanmakta, Ortodoksluğun en doğru, halis bir din olduğu üzerinde durulmakta idi; Khomyakov "Slavcılık"a bir dine inandığı gibi inanmakta idi, Konstantin Aksakov ise, Slavcılığın devlet hukuku cihetini ele almış ve Rusya'da Büyük Petro'dan önceki devrinin kendi ideallerine en uygun bir devir olduğuna hükmetmişti. Büyük Petro I., Aksakov'a göre, Batı Avrupa kültürünü Rusya'ya zorla sokmakla, Rus tarihinin tabii seyrini bozmuştu; bu bakımdan Petro'nun faaliyeti müsbet olmaktan ziyade menfi idi.

Petro'dan önceki Rus hayatı, Rus devlet teşkilatı tabii seyri ile gelişmiş, ve kendi bünyesine uygun ve has bir Rus kültürü yaratacak kuvvet ve kudreti, haiz olduğu Aksakov tarafından iddia edilmişti. Bütün bu görüşlerin "babası" olan Konstantin Aksakov, Slavcılığını zahiren de belli etmek maksadiyle Petro zamanındanberi menedilen, eski Rus kıyafetini giyinmiş ve uzun sakal bırakmıştı; bu yüzden polis kendisine mnüdahale etmek mecburiyetinde kalmıştı; bu aşırı hareketlerinden ötürü "Slavcılar" garpçı Rus münevverleri tarafından alay mevzuu olmuşlardı. Mamafih gerek Khomyakov'un mutaassıp Rus milliyetçiliği ruhu ile yazılan şiirleri (mesela: Kartal kasidesi, v. b.), hatta Puşkin gibi ileri fikirli mümtaz bir şairin "Bütün Slav nehirleri Rus okyanusuna akmak suretiyle karışıp giderler mi?" şeklinde ifade edilen görüşleri, Slavcılıkta Ruslar’ın "milli Rus şovanizmini" anladıklarını göstermekte idi. Mamafih "garpçı" Rus entellektüelleri arasında bir Slav birliğinin kurulması fikrini imkansız ve lüzumsuz telakki edenler ve bu hareketi reaksiyoner bir cereyan diye kabul edenler az değildi. Hakikaten bu Rus Slavcılığı aşırı Rus milliyetçiliği ruhunda inkişaf ederken, mahiyeti itibariyle de geri bir zihniyetin ifadesi olmakta idi.
Rus Slavcılığı milli bir Rus hareketi olmasına rağmen, Çar Nikola I. hükümeti bu cereyanı tasvib etmemişti; çünkü Slavcılığın Avusturya-Macaristan'daki tezahürleri "demokratik" bir hareket olarak vasıflandırıldığından, Çar Nikola I.nın istibdat prensiplerine taban tabana zıttı. Bu bakımdan Metternich ile Nikola I. aynı fikirde idiler. 1848’deki ihtilallerle Avusturya'daki istibdat rejimi devrilmiş, fakat Rusya'daki istibdat büsbütün şiddetlenmişti; Rusya'da reaksiyon alabildiğine baskısını icra etmekte idi. Belenskiy, Granovskiy ve Herzen gibi mümtaz "garpçılar" reaksiyona karşı mücadele ederken Slavcılara karşı da menfi durum almış bulunuyorlardı.

Çar Nikola I., Slavcılık ve Panslavist hareketleri tasvib etmemekle beraber, Türkiye'ye karşı takib ettiği fütûhatçı ve yıkıcı siyasetinin neticesinde "Panslavizm"i büsbütün kuvvetlendirmiş, oldu. Nikola I. "Bosfor (Boğaziçi)daki Hasta adamın" (yani Osmanlı imparatorluğunun) mirasına konmak isterken, karşısında İngiltere, Fransa ve Sardunya'yı buldu. 1854’de başlayan harp, Çar'ın arzusunun hilafına olarak Türk arazisine değil, Kırım'a nakledildi ve Ruslar’ın mağlûbiyeti ve hatta Nikola I. nın ölümü ile neticelendi. Avusturya önce Rusya'ya dost gibi görünmekle beraber, 1848’de kendisine yardım eden Çar'ın Lehinde bir şey yapmak şöyle dursun, Rus hududunda asker yığmakla tehditkar bir tavır takınmağa başlamıştı. Prusya ise tarafsız kaldı; fakat bazı Alman siyasetçileri fırsat düşmüşken Lehistan'ı Rusya'dan ayırmak ve Ukrayna'yı da Moskova tahakkümünden kurtarmak mümkün olacağını Prusya kıralına anlatmak fırsatını kaçırmadılar. Bu suretle Kırım harbi zamanında (1854-1856) hemen hemen bütün Avrupa Rusya'ya karşı, düşmanca bir vaziyet almış bulunuyordu.

Avrupa'nın düşmanlığı Rusya'da büyük bir reaksiyon uyandırdı: Panslavizm cereyanı birdenbire alevlendi. Tanınmış Rus tarihçisi Pogodin bu defa "Panslavizm"in sözcüsü rolünü üzerine almış, Avrupa devletlerinin, bilhassa Avusturya'nın Rusya'ya düşmanca hareketleri karşısında, bütün Slavları birleşmeğe davet eder mahiyette yazılar yazmağa başlamıştı; sansür bu çeşit yazıların neşrini menettiyse de, bunlar istinsah edilmek suretiyle elden ele geçmekte idiler. Pogodin, Osmanlı ve Habsburg imparatorluklarının harabeleri üzerinde merkezi İstanbul olmak şartiyle bir "Slav Devleti" kurulmasını ve böyle bir devletin Rusya tarafından himaye altına alınmasını teklif ediyordu. Bu plan tahakkuk ettiği taktirde Bulgaristan, Sırbistan, Bosna-Hersek, Karadağ, Sirmiye, Hırvatistan, Dalmaçya, Slovenya, Kraina, Stelermark, Karintiya, Bohemya, Bukovina, Lehistan ve Rusya'dan teşekkül edecek, 80 milyonluk bir blok meydana gelecekti. Geopolitik durumu icabı olarak, Macaristan, Erdel ve Türkiye (Asya'da kalan kısmı) bu "Slav Birliği"ne kendilerini uydurmak mecburiyetinde kalacaklardı. Pogodin bu planın gerÇekleştirilmesi için şu meselelerin çözülmesini taleb ediyordu :
1.Türklerin Avrupa'dan koğulması.
2. Slavların behemehal Türk ve diğer milletlerin hakimiyetlerinden kurtarılmaları ve Slavlar sayesinde Avrupa'nın canlandırılması ve "gençleştirilmesi".
3. Rusya'nın, tarihi mukadderatının icabı olarak, Avrupa'da üstün bir duruma çıkarılması, emniyet ve şerefinin korunması yolunda gerekli tedbirlerin alınması,
4.İstanbul Patrikhanesinin mevkiinin yükseltilmesi neticesinde Ortodoks kilisesine layık olduğu ehemmiyetin verilmesi.

Bir "Slav Birliği" kurulduğu takdirde Leh dilinde konuşulan sahada bir Leh devleti'nin yaratılması da Pogodin'in planına girmekte idi; böyle bir Lehistan'a Galiçya, Kogres-Lehistan, Poznan çevresi alındığı halde, Litvanya ve Rusya'ya sınır olan (ve Lehçe konuşulan) yerler girmiyecekti. Bogodin'in bu planı Ruslar’ arasında umumiyetle büyük bir tesir yaptı ve tasvib edildi. "Panslavist" maksadları bu kadar açık ve kat'i bir dille Pogodin'den evvel kimse ifade etmiş değildi. Khomyakov ve Tyütçev yeniden "Slavcılık" ruhunda ateşli şiirler yazmağa başladılar, "Slav kardeşler" (Brat'ya Slavyane) tabiri Rus edebiyatında, Rus matbuatında gün geçtikçe sık sık rastlanan bir söz oldu. Çar Nikola I. ve Rus hükümeti, Avrupa'da beliren "Rus düşmanlığı" yüzünden bu Panslavist cereyan karşısında ses çıkarmamayı tercih etmiş bulunuyorlardı.

  deler ve çiftlik sahiplerine ayrıca ağır vergiler yükletildi ve bu zümrenin iktisaden imha siyaseti takibine girişildi; Lehli ahalinin yaşadığı sahadaki mekteplerde ve umumi yerlerde Leh dili ve Leh alfabesinin kullanılması menedildi. Buna mukabil Leh köylülerinin himaye edildiği ve Lehli asilzadelerin zararına olarak bunlara bazı menfaatler verildiğini görüyoruz. Evvelki "Leh kırallığı" "Vistül vilayeti" (Privislinskiy kray) namiyle 10 gouvernementa bölünmüş ve tamamiyle Rus bürokrasisinin eline tevdi edilmişti (1867). Varşova'da bile Leh dili yasak edildi ve üniversitede dahi tedris dili Rucça’ oldu. Ticarethaneler, cemiyetler hesap defterlerini Rucça’ tutmağa mecbur tutuldular; sözün kısası Leh kültürü, Leh dili ve Leh dini (katoliklik) namına ne varsa, hepsi de imha edilerek, yerine Rus dili ve kültürü konmak isteniyordu.

Almanya'da büyük hamleler yapan German milli hareketi ve Sadova zaferinden sonra (1866) Prusya'nın Alman birliğine doğru süratle yaklaşması, Rus milliyetçilerini korkuya düşürmüştü."German tahlikesi"ni karşılıyabilmek maksadiyle, Katkov "Rusya'da kuvvetli bir milli devletin, Rus milliyetçiliğinin" tam bir hakimiyet elde etmesi gerektiği yolunda propaganda yapmakta idi. Bunun neticesi olarak Rusya'da yaşayan Rus olmıyan milletlerin "Ruslaştırılmaları" bir program olarak ele alındı. Bilhassa Lehliler’e karşı mücadele şiddetlendirildi; yüzlerce Leh patriyotları, münevverleri, ksendz (katolik ruhaniler)leri Sibirya'ya, Archangelsk'a veya Kafkasya'ya sürüldü.

Aynı veçhile Ukraynalılar’a karşı da Ruslaştırma baskısı arttı. Aleksandr II.nin hükümdarlığının başlangıcında Ukraynalılar’ bir dereceye kadar serbesti kazanmışlar, hatta kendi dillerinde mektep açmağa muvaffak olmuşlardı. Ukraynalı alimlerden Kulis, 1857’de Ukrayna dilinin gramerini bile çıkarabilmişti. Rucça’dan ayrılan ve fonetik esaslara göre tertip edilen Ukrayna imlası ortaya çıkınca, Rus ve Ukrayna dillerinin ayrılıkları büsbütün belli olmuştu, önceleri Rus milliyetçileri Ukrayna'daki bu edebi hareketi terviç etmişlerdi; bununla Lehliler’in Ukraynalılar’ üzerindeki kültür tesirlerine bir darbe indirileceği sanılmıştı. Bazı Rus muhitlerinde Ukraynalılar’ın milliyetçilik prensiplerine, öz dil ve kültürlerine sarılmalarında "Mazepacılık"a (yani Rusya'dan ayrılarak müstakil bir devlet kurmak meyli) görmek istemişler; -buna karşılık aslen Ukraynalı-, olan tarihçi Kostomarov, "Ukraynalıcığı" müdafaa yolunda mühim yazılar neşretmiş, bu hareketin siyasi değil bir kültür hareketi olduğunu isbata çalışmıştı.Katkov ve Khomyakov gibi koyu Rus milliyetçileri ve Panslavistleri başlangıçta Ukrayna'daki bu milli uyanışa ses çıkarmadılar. Fakat 1863 Leh kıyamından sonra Ukrayna milli hareketi Rus hükümeti tarafından menedildi; mekteplerde ve kiliselerde Ukraynaca yazılan kitaplara yasak kondu. Rus maarif nazırı tarafından bu hususla ilgili bir emre şu ek yazılmıştı: "Ayrı bir Ukrayna dili denilen bir dil hiç bir zaman olmamıştır. Böyle bir dil yoktur ve hiç bir zaman olmayacaktır". Halbuki Ukraynaca hem söz hazinesi, hem gramer, hem, fonetik itibarı ile Rusça’dan farklıdır ve hatta tamamiyle ayrı bir dil karakterini haizdir. Çar hükümeti bu suretle resmi bir emir çıkararak, o sıralarda yirmi milyona yakın bir kavmin konuştuğu dilin mevcudiyetini inkarla, hakiki vaziyeti örtmeğe çalışmıştı. 1876‘da çıkarılan ikinci bir kanunla Ukraynaca yazılan her cins kitabın basılması veya hariçten getirilmesi katiyetle menedildi. Ukrayna'nın tamamiyle Ruslaştırılması programı tatbik edilmekte idi. O sıralarda İdil boyu ve Kafkasya'daki Türk-İslam kavimleri arasında milli ve kültür hareketleri henüz başlangıç safhasında bulunduğundan, Rus milliyetçileri Rusya'daki Türklük hareketiyle fazla meşgul olmamışlardı. 1830 ve 1863 Leh kıyamları ve neticeleri, 1854-56 Kırım harbi ve Paris muahedesi, Leh ve Ukrayna milliyetçiliği ile mücadelenin Rus milliyetçiliği ve konservatif cereyanları kuvvetlendirdiği bir sırada, Rus Slavcıları ve Panslavistleri, Çar hükümetinin her isteğini tasvib etmemekle beraber, ona karşı da gelmiyorlardı. Kırım harbinde Rusya'nın maruz kaldığı darbenin tesiri azalıp, acı izleri silinince ve Çar hükümeti aggressiv bir siyaset yürütecek kadar kuvvetlenince, "Panslavizm" hakiki mahiyetiyle sahnede göründü. Rusya, Balkanları ve Boğazları ele geçiremeyince, Orta Asya'ya doğru genişlemek siyasetine girişti.

Türkistan'da Timur'dan sonra kuvvetli bir devlet teessüs edememişti. Burada XIX. yüzyıl ortalarında: Hive, Buhara ve Hokand hanlıkları namiyle üç Türk devleti mevcuttu. Ortaçağlar İslam Şark kültürü ve medrese zihniyeti ile taassubun hüküm sürdüğü, istibdadın haddi hududu olmayan bu devletlerin askeri ve iktisadi kudretleri de pek zayıftı. Bu üç devlet arasında eksik olmıyan iç mücadele buradaki Türklerin büsbütün zayıf düşmelerini mucib oldu. XVI. yüzyılın sonlarında Rus hakimiyeti Yayık (Ural) nehrine kadar yayılmış bulunuyordu; buralarda yerleşen Rus kazakları Ürgenç'e kadar akın yapmakta idiler. Hive ve Buhara hanlariyle Rusya arasındaki diplomatik münasebetlerin başlangıcı 1558-5959 yılına aittir. Hive ve Buhara'dan Moskova'ya elçi heyetleri gönderildiği gibi, Rusya'dan da oralara elçi ve tüccarlar yollanmıştı. Büyük Petro zamanında Ruslar’ Türkistan'ın bir kısmını zaptetmek istediyseler de muvaffak olamadılar; mamafih bu sıralarda Rus müstahkem hattı Irtiş nehrine kadar uzatılmıştı. 1838’de İngilizlerin Afganistan'a karşı harbe girişmelerini müteakip, 1839’da Ruslar’ Hive'yi ele geçirmek istemişlerdi. Perovski'nin kumandasında 6000 kişiden mürekkep bir Rus kuvveti harekete geçirilmişti; fakat Ruslar’, bu defa muvaffak olamamışlar ve yolların bulunmayışı yüzünden bir çok zayiat verdikten sonra geri çekilmişlerdi.
 Ruslar’ın Türkistan'a karşı esaslı başarılarının başlangıcı 1852 yılına rastlar. Hokand Hanlığı’na ait olan Sırderya'nın aşağı kısmında kalan Akmescit müstahkem mevkii, bir müddet Yakub Bey (sonraları Kaşgar'da müstakil bir devlet kuran Atalık Gazi Yakup Bey) tarafından şiddetle müdafaa edildikten sonra, 1852’de Ruslar’ın eline geçti ve "Perovsk" adiyle Ruslar’ın Türkistan'a yapacakları hücumlarda dayanak ve çıkış noktası oldu. 1858’de Buhara ve Hive'ye İgnatyev (sonraları İstanbul'da Rus elçisi, Ayastefanos muahedesini yapan kimse) reisliğinde bir Rus heyeti gitmiş, Türkistan'ın ahvalini yakından tetkik etmişti, iki sene sonra, 1860’da, Ruslar’ Yedisu tarafından Hokantlılar’a karşı harekete geçerek, Pişpek ve Tokmak şehirlerini zaptettiler; 1861’de Sırderya boyunca bazı mevkiler ele geçirildi. 1864’te Türkistan (Yesi, Ahmed Yesevi'nin türbesi olan şehir) ve aynı yılda, Rus Generali Çernyayev'in kumandasındaki kıtalar Evliya Ata ve Çimkent şehirlerini ele geçirdiler. Çernyayev, Taşkent'i almak maksadiyle ani bir hücum yaptıysa da muvaffak olmadı; fakat ertesi sene 15 (27) Haziran günü (1865) Çernyayev 1950 kişiden mürekkep bir kıta ile, ahalisi yüzbinden fazla olan Taşkent şehrini hücumla zaptetti; Taşkent'in düşmesi, Türkistan için bir dönüm noktası teşkil etti; bundan sonra Buhara ve Hive hanlıkları Ruslar’a boyun eğmek zorunda kaldılar; 1884 yılında Teke Türkmenlerinin müthiş ve kahramanca mukavemetleri de kırılınca, bütün Türkistan Ruslar’ın eline geçmiş oldu.

Türkistan Ruslar tarafından alınmadan önce, Kafkaslar’da, bilhassa Dağıstan'da, Rus müstevlilere karşı kahramanca mücadele yapılmakta idi; bu mücadelenin başında duran Şeyh Şamil, bir avuç mücahidiyle, 1839’dan 1859 yılına kadar Ruslar’ı birçok çarpışmalarda bozguna uğratmış, fakat Rus kudret ve kuvveti karşısında dayanamıyarak, Ruslar’a teslim olmak zorunda kalmıştı. Bu suretle 1852-1865 yılları, Ruslar’ın hem Türkistan'da hem de Kafkasya'da Türk-İslam kavimlerini hakimiyetlerine aldıkları bir devirdi. Bu mücadele ve muvaffakiyet neticesinde, Rus hükümeti ve bilhassa Panslavist ve koyu Rus milliyetçi mahfilleri sıranın artık Osmanlı Türklerinde olduğu zehabına kapılmış bulunuyorlardı.

Türkistan ve Kafkaslarda Rus yayılışı ilerlerken, Moskova'da "Panslavist" cereyanı da kuvvetlenmekte idi; yalnız muharrirler ve gazeteciler değil, birçok Rus alimi bu hareketi benimsemişlerdi; bunlardan tarihçi Pogodin'in çok koyu bir Panslavist, Türkiye ve Avusturya düşmanı olduğunu yukarıda söylemiştik. Bu defa Pogodin'in dairesi, diğer alimlerin katılmasiyle genişledi; Lavrovskiy, Lamankiy ve Popov gibi tanınmış ilim adamları da "Slav Birliği" fikrini desteklemeye başladılar. Pogodin'in teşviki ve diğer Rus alimlerinin tasvibi ile, 1876 yılı Mayısında Moskova'da bir "Rus etnografya sergisi'' tertib edildi; Serginin bir kısmı Slav kavimlerine tahsis edilmişti. Moskova ve Petersburg'daki "Slav Cemiyetleri"nin topladıkları paradan, sergiye ziyarete gelen Rusya dışındaki Slav ziyaretçilerinin masrafları kapatılacaktı; bu hususta Rus hükümetinden müsaade alınmıştı. Moskova’da tertib edilecek sergiye gelmeleri için Slav memleketlerine davetiyeler gönderildi; Lehliler müstesna, bütün diğer Slavlar’dan murahhas sıfatıyle ziyaretçiler gelmeğe başladılar. Bütün masrafları Ruslar tarafından görülen bu ziyaretçiler ikram ve izaz olunmakta idiler; adetleri 80’e varan bu gayri Rus misafirler arasında Çek, Slovak, Bulgar ve diğer Slav kavimlerinin ileri gelenleri vardı.Sergiyi görmek maksadiyle Moskova'ya birçok Slav mümessillerinin gelmiş olması, "İkinci Slav Kongresi"nden bahse yol açmıştı. Vakıa toplu bir kongre içtimaları yapılmadı ise de, Rus Panslavistleriyle, Çek ve Sırp ziyaretçileri arasında, "Slav Birliği" ruhunda birçok konuşmalar olduğu bilinmektedir. Çekler, Avusturya-Macaristan'a karşı Rus Çarı’ndan yardım alabileceklerini umduklarından, kendilerini Rusya'nın himayesi altına koymakta hiç bir beis görmüyorlardı. Sırplar da Avusturya ve Osmanlılar’a karşı mücadelede Rus Çarlarının yardımına güveniyorlardı. Bunun içindir ki 1867’de Moskova sergisi münasebetiyle Panslavist görüşlerin ele alınması mümkün olmuştu. Ziyaretler, resmi kabuller esnasında söylenen nutuklar, karşılıklı olarak verilen vaadler hep "Panslavizm" ruhunda cereyan etmişti.
Muhtelif Slav kavimleri yüksek şahsiyetlerinin bir arada bulunmaları bütün Slav milletlerini ilgilendiren meseleler üzerinde görüşmek imkanını verdiği gibi, aradaki bağları kuvvetlendirmiş ve Rusya'nın diğer Slav zümreleri nazarındaki mevkiinin yükselmesine yol açmıştı. Bu sebepten 1867 Moskova buluşması "Panslavist" hareketi bakımından ehemmiyetli bir vaka sayılmaktadır. Ancak şu cihet de gözden kaçmamıştı: Bütün Slav mümessilleri arasında dostluk, "kardeşlik" sözleri bol bol sarfedilirken, yine bir Slav kavmi olan Lehliler’in bu Moskova toplantısında bulunmayışları, "Slav Birliği" çatısında bir çatlak mahiyetinde idi; tam o sıralarda Rus hükümeti tarafından Lehliler’e karşı şiddetli baskı siyaseti takibedildiği veçhile, Lehliler’in "Panslavist" cereyana katılmayacakları aşikardı. Ruslar’ın Lehliler’i tazyikleri meselesinden ötürü, hatta, bir ziyafet esnasında tatsız bir hadise olmuştu: Çek mümessili Dr.Rieger'in Lehliler’i müdafaa mahiyetinde birkaç kelime sarfetmiş olması, Ruslar’ın gürültü yapmaları ve ıslık çalmalarına sebebiyet vermişti, Rus hükümeti ve Rus ahalisinin Lehliler’e karşı küçük bir müsamahada bulunmak istemediklerı belli idi.
Sırp mümessillerinin Moskova'da hazır bulunmaları, "Şark Meselesinin" de konuşulmasına bir vesile teşkil etti. Bu münasebetle Sırp mümessili Dr. Polit Desanaçiç'in nutkundan alınan şu parça, Sırpların görüşlerini aydınlatmak itibariyle karakteristiktir; Dr. Polit demişti ki: "Rus kardeşlerimize karşı sevgi ta küçük yaşımızdan itibaren biz Sırpların kalbinde yerleşmektedir; anneler beşikteki çocuklarına aynı dindeki kardeşlerinden, mukaddes Rusya'nın büyüklüğünden bahsederler. Fena günlerimizde, büyük Rusya durdukça mahvolup gitmiyeceğimizi bilerek teselli bulmaktayız. Bir Slav devleti olan Rusya, yalnız Asya'da değil Doğu Avrupa'da da kültür yaratıcısı olmalıdır. Doğu Avrupa'nın kurtarılması onun vazifesidir. Bir Slav kavminin diğerine, bir milletin öbürüne hakimiyet sürmesine, ister Türk, ister Alman veya Macar olsun, nihayet verilmelidir. Sadova meydan muharebesiyle Slav kavimleri Almanlardan ayrılmıştır. Slavlar kendi mukadderatlarını kendileri tayin etmek hakkını haizdirler. Bu hususta birinci vazife Rusya'ya düşmektedir. Rusya artık bütün Slavların devleti haline gelmiştir; yalnız maddi değil ahlaki kuvvete de maliktir. Slav Rusyası kültür için bir tehlike teşkil etmiyor; bilakis onu kuvvetlendiriyor ve Avrupa'daki Slavlara hürriyet getiriyor.Atılacak ilk adım "Şark Meselesi"nin halli olmalıdır. Bunun halli, Rusya'nın büyük bir devlet olmak itibariyle, şeref ve namusunun iktizasıdır. Biz, şarkın Ortodoks Slavları, Kosova Meydan Muharabesi hatırasına sadık kalarak, Rusya'nın bu vazifeyi ifa edeceğini ümit ediyoruz. Sırp mümessilinin bu sözleri Balkanlar'daki Slavların Rusya'ya karşı besledikleri sempatiyi ve Rus ağabeylerinden ne umduklarını açıkça gösteriyor ve bu sırada Cenup Slavlarının ne düşündüklerini belirtiyordu.

Moskova'da kardeşlik nutukları irad ve birlik sözleri bol bol sarfedilirken, ayrı Slav zümrelerinin bu husustaki görüş ve planları, Moskova'daki resmi ve gayri resmi mahfillerin zihniyeti başka türlü idi. Rusya'nın dışındaki Slavlar Rusya sayesinde Avusturya ve Osmanlı hakimiyetinden kurtulmayı tasarlarken, kendi benlik ve varlıklarını muhafaza etmeyi bir ülkü biliyorlardı. Panslavist birliğin ancak ayrı ayrı unsurlar arasında tam bir eşitlik içinde gerçekleşebileceğini zannediyorlardı; yani, Çekler, Sırplar, Bulgarlar kendi dilleri, kültür ve geleneklerini muhafaza etmeliydiler. Halbuki Rus "Panslavistleri' daha ziyade "Panrusluk" görüşü ile hareket ederek, "Rusluğu" üstün tutmayı, diğer Slavlar arasına Rus dili, Rus kültürü ve geleneklerini sokmayı gaye edinmiş bulunuyorlardı. Mesela profesör Lamanskiy 1864’tenberi bu görüşü yaymakta idi; ona göre, bilhassa Alman tehlikesi karşısında Batı Slavları ancak Rus dairesine katılmakla kendilerini kurtarabileceklerdi. Bütün Slav kavimlerinin hiç olmazsa edebi dili Rusça olmalıydı. Başka bir profesör de latin alfabesini kullanan Slavların (Çek, Slovak, Sloven, Hırvat, Leh) kiril (yani Rus) alfabesini kabulleri lazım geldiğini ileri sürdü. Tarihçi Profesör Pogodin'in "umumi Slavlık"tan sadece "Rusluğu" kasdettiği aşikardı. Ruslar arasında çok taraftartar bulan bu görüş batı ve Cenup Slavları arasında da bazı taraftarlar buldu ise de, Çekler, Slovaklar ve Hırvatların heyeti umumiyesi bunu kabul etmedi. Profesör Lamanskiy ve Profesör Hilferding gibi Rus alimleri, Slav aleminin Ortodoksluk ve Katoliklik gibi iki guruba ayrılmış olduğunu, bu durumun birlik teşkiline mani olduğunu hatırlattıktan sonra, Katolikliğe intisab etmiş olan Slavları (yani Çek, Hırvat, Sloven ve Lehliler) Slavların çoğunluğunun dini ve yegane doğru olduğu iddia edilen Ortodoksluğa katılmalarını taleb ediyorlardı. Bu suretle Rus "Panslavistleri"ne göre halis Slavcılık şu esaslara dayanacaktı : Rus dili, kiril alfabesi ve Ortodoks kilisesi.1856 Paris barışından sonra Rusya'da kuvvet bulan "Panslavist"' hareketinin merkezi Moskova oldu. "Slavlara yardım komitesi"nin de önce burada teşkil edildiğini gördüktü. 1867’de "İkinci Slav Kongresi" de Moskova'da toplanmıştı.Üçüncü Roma telakki edilen Moskova, bu suretle "Panslavist", daha doğrusu "Panrusluk" bereketinin merkezi olmuştu. Moskova'dan başka diğer büyük şehirlerde de "Slav komite"leri kurulmağa başlandığına göre, (1868 de Petersburg'ta, 1689’da Kiyef'te, 1870’de Odessa'da) "Slavcılık" hareketi Rusya'da süratla yayılmakta idi 1875’te "Slavyanskiy Sbornik" (Slav külliyatı), az sonra da "Slavyanskiye Vesti" (Slav haberleri) adlı mecmualar tesis edildi. Slav edebiyatı, dili ve tarihi üzerinde birçok eser yazılmağa başlandı. Bu defa yalnız Slavları "Ruslaştırmak" değil, Rusya'da, adetleri 153’ü bulan gayri Rus (inorodtsy) kavimlerin de Ruslaştırılması lüzumu hakkında sesler yükselmeğe başladı. Rus devletinin selameti ve istikbali namına bunun bir mecburiyet olduğu iddia edilmekte idi.Bilhassa Müslümanlık-Türklüğün ortadan kaldırılması istenmekte idi; aynı veçhile Baltık eyaletlerindeki Almanların da yok edilmeleri tasarlanmakta idi. Samarin ve Maykov gibi tanınmış muharrirler Alman düşmanlığı mevzuunda birçok yazılar yazdılar ve haritalar neşrettiler. Bu suretle 1870 yıllarına doğru Rusya'da Panslavizm geniş bir cereyan haline gelmiş, ideolojisi işlenmiş, gelecek için büyük planlar tasarlanmıştı. Hele Danilevskiy'nin kaleminden çıkan bir eserle bu görüş bütün teferruatiyle tesbit edilmişti.Nikolay Yakovleviç Danilevskiy "Panslavizm"in tanınmış ideologlarından en ön safta gelenidir. 1869’da "Zarya" (Şafak) adlı bir Rus mecmuasında Danlevskiy'nin kaleminden çıkan ve Rusya'nın "Slavcılık" (Panslavizm) ve Avrupa karşısındaki vazifelerini bir sistem haline koyan bir seri yazısı çıkmıştı. Bu yazılar o zaman fazla kimsenin dikkat nazarını çekmemişken, Stachov adlı biri tarafından 1871’de bir kitap halinde ve "Rusya ve Avrupa" (Rossiya i Evropa) adiyle neşredilince, Rus umumi efkarı üzerinde derin bir tesir icra etti ve heyecan uyandırdı. Birçok defa basılan bu eser "Panslavizm" ve Rus milliyetçiliğinin "İncil"i mahiyetini aldı.

Bir generalin oğlu olan Nikolay Yakovleviç Danilevskiy, 1822’de doğmuş, 1843-47 yıllarında Petersburg Üniversitesi’nde tabii ilimler tahsilini yapmış, botanik üzerinde ihtisas edinmişti. O devir bütün Rus etüdyanlan gibi Danilevskiy de Avrupa'daki fikir hareketlerini yakınndan takib etmiş, bilhassa Fourier'nin görüşleriyle ilgilenmişti. Danilevskiy, tıpkı büyük Rus edibi Dostoyevskiy gibi Petraşevski vakası (Çara karşı suikast tertibetnıek meselesi) ile ilgili görüldüğünden, bir müddet hapiste kaldıktan sonra, Vologda (şimal bölgesinde) ve sonra Şamara (şimdiki Kuybişev)’ya sürülmüş, bilahare Hazer denizi bölgelerinde, tabii tetkikler yapmağa memur edilmişti. Danilevskiy tabii ilimler üzerinde çalışırken Darvinizm nazariyesini çürütmek maksadiyle bir etüd yazdığı gibi, tarihle de meşgul olmuştu; Rus tarihinin manası ve istikameti hakkında, tabii kanunlara göre, bir neticeye varmak istemişti; bu yoldaki görüşü Alman tarihçisi Rickert'ten alınmıştır; Danilevskiy dünya tarihinin seyrini şu şekilde izah etmek istiyordu: Dünya tarihi, milli yahut ırki hususiyetler ve kültür bakımından 10 basamağa bölünüyor, 1) Mısır, 2) Çin, 3) Asûr, 4) Babil, Finike, Kalde yahut eski Sami ve Hindistan, 5) İran; 6) İbrani, 7) Yunan, 8) Roma 9)Yeni Sami yahut Arap, 10) German-Roman yahut Avrupa. Slav alemi tabii kültür inkişafının icabı olarak Gerrnan-Roman basamağını takib edecekti; Slav tarihi, Slav medeniyeti diğer milletlerin tarihi ve medeniyeti yerine geçecek, önceki medeniyetlerde eksik kalan veya yanlış olan cihetleri tamamlıyacaktı. Şimdiye kadar gelip geçen kavimler muayyen bir kültür vazifesi ifa etmişlerdi. Mesela Yahudiler din, Yunanlılar kültür, Romalılar devlet teşkilatı esaslarını kurmuşlardı; German ve Roman kavimleri ise tarihi vazifelerini Avrupa kültürünü yaratmak ve yürütmek suretiyle sona erdirmiş bulunmakadırlar. Avrupa medeniyeti netice itibarı ile bir anarşi yaratmıştı; din bakımından bu anarşi protestanlık, felsefe bakımından materyalist zihniyet, sosyalpolitik sahada da siyasi demokrasinin ekonomik feodalizm ile mücadelesi şeklinde tecelli etmiştir. Ancak Ruslar bu dört kültür unsurunun: din, kültür, devletçilik ve sosyal siyasi teşkilatı organik bir şekilde birleştirecek ve sosyal ekonomik problemleri doğru olarak çözmek suretiyle Rus milletinin mümeyyiz vasfını göstermiş olacaktır.

Ruslar, diğer Slav kavimleriyle bir unsur teşkil ettiklerine göre, tarih basamağında onlarla aynı mevkide bulunmaktadırlar. Bu unsurun artık tarihte kendilerine düşen rolünü oynaması, tarih karşısındaki vazifesini yapması zamanı gelmiştir. Slavlar, çürümüş olan ve gayri ahlaki bir şekil alan Avrupa medeniyetini yıkacaklar, Avrupalıların yerine geçecekler ve önder bir unsur olacaklardır. Danilevskiy, tıpkı "Slavcılar" gibi, "Slavların" mümeyyiz vasıfları olarak "Ortodoksluğu" alıyor. Zira protestanlık, haddi zatında "dini inkardan" ibaret olduğu gibi, katoliklik te "yalan, gurur ve cehaletin mahsulü"nden başka bir şey değildir. Grek-ortodoks dini ise yegane doğru bir dindir. Türklerin tarihteki rolleri ve vazifeleri Grek-ortodos kilisesini Latinlere karşı müdafaa ve muhafaza etmek olmuştur.Ortodoksluk bundan böyle Rusya tarafından himaye ve müdafaa edildiğine göre artık Türkiye'nin rolü sona ermiştir.
Rusya garbın çürük kültürüne karşı kendini ve Ortodoksluğa dayanan slav kültürünü müdafaa edecek kadar kuvvetlidir. Bu kültür tipi mümessilleri ancak kendilerinin mensup oldukları millete karşı mesuldürler; zira umumi insanlık mefhumu bir realite değil, bir abstraksiyondur, yani müşahhas değil mücerrettir. Rusya kendisine yabancı bir uzuv olan Avrupa'yı nazarı itibara almaksızın üzerine düşen vazifeyi ifa etmelidir. Bunun için her Slav, ister Rus, Çek, Sırp, Hırvat, ister sloven veya Bulgar olsun, tanrısı ve kendisinin mukaddes kilisesi (Ortodoksluk) dışında slavcılığı en mukaddes bir gaye olarak almalıdır; bu ülkü hürriyet, ilim, tahsil ve terbiye, bilgiler ve umumiyetle herhangi bir maddi refah ve saadetin üstündedir; zira bu maddi refah ve saadetlerden hiçbiri, manen serbest olan bir Slav aleminin tahakkukundan önce elde edilemiyecektir. Avrupa'nın Rusya'ya karşı menfi hisler beslemesi Rusya'nın kendini Çin veya Hindistan gibi istismar edilmesine müsaade ettirmemesinden ileri geliyor. Slavların Germanlardan ve bilhassa Almanlardan nefret etmeleri kendiliğinden meydana gelmiş bir haldir; her iki zümre arasında daimi düşmanlık hüküm sürmekte ve devam edip gitmektedir.
Danilevskiy'ye göre bütün Slav kavimleri serbestilerini kazanmalı ve büyük bir "Slav ittifakı" kurmalıdırlar; bu tahakkuk ettiği zamandır ki Slav dünyası çürümüş Avrupa tesirinden uzak kalabilecektir. Gelecekte kurulması tasarlanan bu "Slav ittifakı"nın merkezi İstanbul olmalıdır. (Nitekim Ruslar bu şehire "Çargrad", yani şehirlerin çarı veya çarın şehri, demekle bunu ifade etmişlerdir) Bu gayeye ulaşmak için Türkiye ve Avusturya'ya karşı derhal mücadeleye başlamak icabeder; mezkûr iki devletin mevcudiyeti kendi başına Slav ırkı için bir züldür. Slavlar arasında dağınık bir halde yaşıyan küçük milletler, yani Yunanlılar, Rumenler ve Macarlar temsil olunmağa mahkûmdurlar. Bütün Slav kavimleri, Rus Çarının hakimiyeti altında birleşince, aynı dili, yani "Rusça’yı", resmi dil olarak alacaklardır; bu suretle, Slav birliği manevi sahada da birleşmesini tamamlamış olacaktır.

Danlevskiy'nin projesine göre kurulacak olan "Rus-Slav Birliği" Adriyatik denizinden Büyük Okyanusa, Buz Denizinden Adalar Denizine kadar uzanan sahayı içine alacaktı. German-Roman dünyasına karşı durmak mecburiyeti mevcut olduğundan, bütün Slav kavimleri Rusya'nın hakimiyetini kabul etmelidirler. Buna göre mezkûr saha içinde şu devletler kurulmalıdır.
1.Slav Birliğinin başında duracak olan Rusya Çarlığına - Galiçya, Bukovina'nın ve Macaristan'ın Rutenlerle meskûn kısmı dahil olacak.
2.Çek-Moravya-Slovakya devleti.
3.Sırp-Hırvat-Sloven kırallığı (takriben 1918’de kurulan Yugo Slavya sınırları).
4.Bulgar kırallığı (Rumeli ve Makedonya dahil).
5.Romanya (Boğdan ve Eflak ile, Slav ahalisi olmıyan Bukovina kısmı). Tuna mansabı ve Dobrica Rusya'ya verilecektir.
6.Yunanistan (Rodos-Girit ve Kıbrıs dahil).
7.Macaristan kırallığı (Ruslar’a ve Çeklere verilmiyen kısım).
9.İstanbul eyaleti (Rumeli ve Anadolu sahası, Çanakkale boğazı, Gelibolu yarımadası ve Bozca ada dahil).
Danilevskiy'nin tasarısına göre, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorluğu bakayası üzerinde birçok Slav devleti kurulacaktır ;bunlar hepsi de Rus Çarının himayesi altına konuluyor. Bununla Rusya, Boğazlara ve İstanbul'a hakim olması sıfatiyle dünyanın en kudretli bir devleti mevkiine yükselecektir.
Danilevskiy'nin bu projesi "Panslavizm"in siyasi şiarı ve anayasası mahiyetini iktisab etmiş ve fırsat düştükçe bu tasarının gerçekleşmesi cihetine gidildiğini sonraki vakalar göstermiştir. Birinci dünya harbinden sonra kurulan Çekoslovakya ve Yugoslavya'nın sınırları, Danilevskiy tarafından tesbit edilen hudutlara yakın olmak itibariyle dikkat nazarını çekiyor; 1940’da Sovyet Rusya'nın Romanya'dan şimali Bukovina'yı çekip alması, yine Danilevskiy'nin tasarısına uygun düşmektedir. Hele ikinci dünya harbinden sonra Sovyet Rusya'nın ilhak ettiği saha, Çekoslovakya, Romanya, Macaristan ve Bulgaristan'daki tahakkümü ve "Ruslaştırma" siyaseti Danilevskiy tarafından tayin edilen siyasetin ta kendisidir. Buna bir de Sovyet Rusya'nın 1946’da Boğazlarda üs istemeleri ve Türkiye üzerine yaptığı baskıyı ilave edersek, Danilevskiy tarafından açıkça ifade edilen görüş tesirini hala muhafaza ediyor demektir.Danilevskiy'nin Rusya ve Avrupa adlı eseri bilhassa Rusya'nın içinde, Rus okuyucuları üzerinde müessir olmuş, Avrupa dillerinden birine çevrilmediği cihetle Batıda dikkat nazarını çekmemişti. Halbuki Rus Generali Rostislav Fadeyev tarafından kaleme alınan ve 1870’de çıkarılan Şark Meselesi hakkında düşünceler adlı kitap, az sonra Avrupa dillerine tercüme edildiğinden, Batı dünyasında da etraflı yankılar uyandırdı.Fadeyev'e göre "Şark meselesi"nin halli Rusya için her şeyden önce elzemdir; zira bu meseleden ötürü Rusya daima kendine düşman devletler ittifakı karşısında bulunacaktır. General Paskeyeviç'in daha 1848’de Çar Nikola I.ya dediği veçhile "İstanbul yolu Viyana'dan geçmektedir" yani Boğazlara hakim olmak için önce Avusturya'nın sırtını yere getirmek lazımdır; bu suretle Rusya Şark Meselesi nde İngiltere ve Fransa ile değil, Avusturya ile hesaplaşmak zorunda kalacaktır.
General Fadeyev, Şark meselesindeki görüşlerini şöyle ifade etmiştir: Vaktiyle Avrupa için bir Türk ve islam meselesi vardı, şimdi ise (yani 1870 yıllarında) Şark meselesi mefhumu umum Slav ve Ortodoksluk üzerinde toplanmaktadır. Rusya'nın düşmanı bütün Batı Avrupa değil, Orta Avrupa, yani Alman kitlesinden ibarettir. Alman birliği gerçekleştiği takdirde, Rusya'nın dışında kalan Slavlar yok olmağa mahkûmdur. Fadeyev'e göre, Rusya'nın vazifesi işte bu Slavları yok olup gitmekten kurtarmaktır; Rusya bu vazifesine derhal başlamalıdır. Bu eserin çıkmasiyle, Rus "Panslavist" görüşü, Pogodin-Danilevskiy-Fadeyev dairesinde işlenmiş ve prensiplere bağlanmış bulunuyordu. Fadeyev'in eseri Almanca ve Lehçeye çevrilerek, derhal akis yaptığından, Rus Panslavistlerinin amaçları Batı Avrupaca dahi malûm olmuştu. Bu üç Panslavist mütefekkirin görüşleri, büyük bir tesir icra eden ve koyu bir Rus milliyetçisi olan Katkov tarafından çıkarılan "Moskova Gazetesi" vasıtasiyle Rus umumi efkarını kamçılamakta, ve "Panslavist" emelleri kuvvetlendirmekte idi. Dolayısiyle Rus hükümeti de Rusya'da mühim bir hareket halini alan bu "Panslavist" cereyandan istifade etmek yoluna girdi.
1870-71 Alman-Fransız harbi, Alman zaferleri, Alman birliği ve Alman imparatorluğunun ilanı, italya ittihadının gerçekleşmesi gibi Batı Avrupa'da vukubulan büyük gelişmeler, Rus Panslavistleri üzerinde derin bir tesir icra etti. Orta Avrupa'da büyük ve kuvvetli bir Almanya'nın teşekkülü, Panslavistleri telaşa düşürdü. Mamafih Rusya bu yeni durumdan hemen faydalanmak imkanını da bulmuştu: Paris muahedesiyle (1856) Rusya Karadeniz'de donanma bulundurmak hakkını kaybetmişken, 1870’de muahedenin bu ahkamı Rusya tarafından kaldırıldı ve buna karşı Paris muahedesini imzalayan devletler, başta İngiltere olmak üzere, ses çıkarmadılar. Almanya'nın Rusya'ya bu meselede fayda sağlaması meydanda olmakla beraber, Orta Avrupa'da kuvvetli bir Alman devletinin kurulmuş olması keyfiyeti, Rusya ve umum Slavlık için gelecekte bir tehlike olacağı da aşikardı.
Rusya, Paris barışıyle (1856), Küçük Kaynarca'da elde ettiği (1774), Osmanlı imparatorluğundaki reayanın himayesi haklarından vazgeçmek zorunda kalmış, Osmanlı İmparatorluğunun bütünlüğü büyük devletlerin garantisi altına konmuş, Rusya'nın Türkiye'nin iç işlerine karışmasına son verilmek istenmişti. Rusya, bu ahkama bakmaksızın, eski haklarından tamamiyle vazgeçmedi ve el altından ortodoks reayayı himayeye devam etti. 1864’te İstanbul'a Rus büyük elçisi olarak, vaktiyle (1860’da) .Buhara'ya gönderilmiş olan, Kont Nikolay İvanoviç İgnatyev tayin edildi. Entrikaları, yalancılığı ve vicdansızlığı ile tanınan Kont İgnatiyev kurnazlığı ve girginliği sayesinde İstanbul'da mühim bir rol oynamağa başladı; kendisi koyu bir Rus milliyetçisi ve aşırı bir Panslavist olması hasebiyle Türkiye'de yıkıcı bir faaliyete girişmişti. Rus elçiliği Panslavizm'in propaganda ve casusluk merkezi haline getirildi. Kont İgnatiyev Osmanlı İmparatorluğunun pek yakında yıkılması mukadder olduğuna hükmederek, Rusya'nın bir an evvel müdahalesini ve "Hasta adamın mirasını" ele geçirmesini istiyordu. İgnatyev'in görüşü şu vak'alar ve hesaplara dayanıyordu: 1856’da Boğdan ve Eflak eyaletleri birleştirerek bir "Romanya kırallığı" tesis edilmişti; daha önce Sırbistan (1821) ve Yunanistan (1830) devletleri de kurulmuştu; bu üç devlet ahalisi ortodoks olduğuna göre Rusya ile sıkı bir surette bağlanacakları beklenebilirdi. Michail III, Obrenoviç'in önderliği altında büyük bir Cenup Slav devletinin kurulması da tasarlanmakta idi, 1866’da patlak veren Girid İsyanı münasebetiyle Osmanlı İmparatorluğunun bütün zaafı ortaya çıkmış bulunuyordu; o derecede ki, Balkanlardaki hıristiyan reayanın Türklere karşı toptan ayaklanmaları için zamanın gelmiş olduğuna hükmedenler çoktu. Böyle bir isyan muvaffakiyetle neticelendiği takdirde Sırbistan'a Bosna ve Bulgaristan katılacak, Hersek de Karadağ'a verilecekti, bu suretle Balkanlar’da iki büyük Slav devleti kurulmuş olacaktı. Bu tasarısının Belgrad'da, Sırb başvekili Ristiç tarafından hazırlandığı malûmdur; Rusya'nın bu planı tasvib ettiği de biliniyor; fakat Sırp Kıralı Michail Obrenoviç'in 1868’de öldürülmesi üzerine bu tasarının gerçekleştirilmesi işine girişilmedi.
Bu sırada Bulgarlar arasında da milli cereyan kendini göstermekte gecikmedi. Bulgarlar, Türk hakimiyeti devrinde, Türklerden ziyade Rum papasları, yani İstanbul Patrikhanesinin tazyikine maruz kalmışlardı; dolayısiyle Bulgar milli cereyanı her şeyden önce Rum kilise tahakkümüne karşı yöneltilmişti. Rusya bu meselede, kan bağlılığını gözönünde tutarak, Bulgarları kayırmakta idi. İgnatyev'in tavassutu ile, Babıali, Bulgarların İstanbul Patrikhanesinden ayrılarak kendilerinin bir kilise başı, Ekzarh (Exarc'h), olmasına muvafakat etti(1870); Bulgarlar bu suretle müstakil ve milli kiliseye kavuşmuş oldular. Bunun neticesi olarak Bulgar milli hareketi büsbütün kuvvetlendi ve Rumlara karşı mücadele genişledi, İstanbul'daki Rus elçisi İgnatiyev Bulgarlar arasında "Panslavist" propagandasını yaptırmak hususunda elinden geleni bırakmıyordu; bu yıkıcı faaliyetin çok geçmeden Bulgarlar arasında tesiri görüldü ve mühim siyasi gelişmelere yol açtı.

İgnatiyev'in Hersek ve Bulgaristan'daki entrikalarının neticesi reayanın Osmanlı hakimiyetine karşı bir isyanın patlak vermesine sebeb oldu; Hersek'teki Nevsinye sancağındaki hıristiyan ahali vergilerin ağırlığını bahane ederek, 9 Temmuz 1875 tarihinde, isyan bayrağını kaldırdılar. Asiler, vaziyetlerinin ıslahı yolunda Avrupalı devletlere müracaatta bulundular; reayanın Ortodoks kısmı Sırbistan'a katolik kısmı da Avusturya idaresi altına konmalarını taleb ediyorlardı. Karadağ'dan ve Sırbistan'dan gelen silahlı gönüllüler asileri takviye etmekte idiler. Sultan Abdülaziz tarafından 12 Aralık 1875’te çıkarılan bir fermanla asilerin durumunun ıslah edileceği vadedildiyse de, asiler buna inanmadılar. Bunun üzerine, 1876 Ocak ayında büyük devletler Babıali'ye birer nota vererek, isyan çıkan mıntakalarda ıslahat yapılmasını taleb ettiler. Avusturya-Macaristan dışişleri nazırı kont Andrassy'nin teklifi üzerine asilere bildirilen ıslahat projeleri asilerce kabul edilmedi. Bu defa Panslavistlerin teşvikiyle Bulgaristan'da yeni bir isyan patlak verdi (Mayıs 1876). Bu isyan "başıbozuklar" tarafından çok kanlı bir şekilde bastırıldı; fakat Türkler tarafından tatbik olunan bu şiddet Slav kavimleri arasında ve bazı Avrupa merkezlerinde çok mübalağalı olarak yayıldı ve Türklere karşı düşmanlık hislerinin artmasına sebep oldu. İngiliz Parlamentosunda muhalefet gurubunun başı olan Gladstone, bu vak'a dolayısiyle Babıali'ye ve umumiyetle Türklere karşı çok ağır ithamlarda bulundu. Lehistan hariç, bütün Slav memleketlerinde Türk düşmanlığı azami haddini buldu; hele Rusya'daki heyecan alabildiğine arttı. Balkanlarda'ki Slavların duygularının umumi ifadesi olarak Karadağlılar ve Sırplar derhal harbe karar verdiler ve 2 Temmuz 1876 tarihinde Osmanlı imparatorluğuna harb ilan ettiler. Bu iki küçük devletin bu kadar cüretli hareket etmeleri Rusya'dan gördükleri teşvikten ileri geliyordu. Zaten bir müddettenberi Karadağ ve Sırbistan Rus ajanlariyle dolu idi. Rusya'dan Karadağlılarla ve Sırplara para ve silah olmak üzere yardım gelmeğe başlamıştı; bundan başka Türklere karşı çarpışmak üzere Rusya'da gönüllü kayıtları merkezi açıldı, bu faaliyet "Slavlara yardım cemiyeti" tarafından idare edilmekte idi. Mezkûr cemiyetin neşriyat organları ve Katkov tarafından çıkarılan "Moskova Gazetesi" vasıtasiyle yapılan propaganda tesiriyle Rus münevverleri ve askerleri Slav kardeşleri" "kurtarmak" için gönüllü olarak yazılmağa başladılar; aynı zamanda Moskova, Petersburg ve diğer şehirlerde asi Karadağlılar ve Sırplar menfaatine konserler, toplantılar ve ziyafetler tertib edilmekte, muhtelif vesilelerle para toplanmakta, Kiliselerde papaslar halkı "Slav kardeşlere" yardıma davet ederek vazlar yapmakta idi. Petersburg hükümet mahfillerinde bu hareket resmen desteklenmemekle beraber, yüksek makamları işgal eden zevat bu "milli heyecanı" hoş görüyordu. Mamafih "Slav komiteleri"nin davetine icabetle, Türklere karşı harbe giden kimseler hakkında, büyük Rus yazar ve mütefekkiri Leon Tolstoy'un Anna Karenina’da ifade ettiği görüş, bu devir birçok Rus aydını tarafından tasvib edilmiş olmalıdır. Tolstoy, Karadağ ve Sırbistan'a giden Rus gönüllüleri hakkında şöyle bir mütalaa yürütmektedir: "Cemiyet içindeki mevkilerini kaybetmiş Pugaçev güruhuna katılmaya, Hive ve Sırbistan'a gitmeğe daima hazır olan başıboş kimselerin adedi, seksen milyonluk bir halk kitlesi arasında şimdi olduğu gibi yüzlerce değil, onbinlerce olabilir".Bu meşhur Rus muharriri dolayısiyle Türklere karşı harbe giden kimseleri "serseri güruhu" diye tavsif etmek istemiştir; Rus halk kitlesinin, yani "mujikler"in "Slav meselesi" ile herhangi bir ilgileri olmayıp, mahdut mahfillerin şu veya bu emellerle yarattıkları bir cereyan mahiyetinde idi. Muharririn fikrine göre; Slav meselesi geçici bir zaman için gönülleri çeken bir tamayülden başka bir şey değildir. Bu temayülün arkasında muayyen menfaatler güden kimselerin bulunduğu da muhakkaktı; bu mesele münasebetiyle gazetelerde çıkan yazılar mübalağalı ve birbirlerini geçercesine yapılan bir yarış, sırf dikkat nazarını çekmek maksadiyle yapılan neşriyat mahiyetindedir; umumi efkarın bu kaynaşması sırasında en ön safta duranlar ve herkesten ziyade bağıranlar, ya hayatta muvaffak olamıyanlar veya mağdur olmuş kimselerdir; ordusu olmayan başkumandanlar, nezareti olmıyan nazırlar, mecmuası olmıyan yazarlar, hiç taraftarları olmıyan partilerin liderleri; bu işin birçok havai ve gülünç cihetleri olduğu belliydi. Tolstoy bu hareketle bu tarzda alay ederken, "gönüllülerden" birkaçını tarif ediyor: köyde hiçbir işe yaramıyan, sarhoş ve hırsız bir eski nefer; bütün servetini sefahat yolunda kaybetmiş olan bir tüccar oğlu; mütemadiyen mesleğini değiştiren ve hiçbir yerde tutunamıyan mütekait bir subay; varını yoğunu kumarda harcamış olan ve yepyeni bir hayata başlamak istiyen. bir zabit; nihayet "Anna Karenina"nın kahramanı Vronskiy. Vronskiy, yine "içtimai mevkii sarsılmış ve hayatta fonksiyonu kalmamış" bir duruma düştükten sonra, "gönüllü" sıfatiyle Sırbistan'a gitmeye, karar vermiştir. Mamafih " Slav kardeşleri kurtarmağa" giden Rus gönüllülerinin hep "başıboş, serseri güruhu"undan teşekkül etmediği muhakkaktır.

Türklere karşı harbeden Karadağ ve Sırp kuvvetlerinin başkumandanlığına Çernyayev gibi, vaktiyle Türkistan Türkleri ile harbetmiş, pek çok Türk kanı akıtmış olan bir Rus generalinin tayini Ruslar’ın ve Rus hükümetinin Türkiye'ye karşı besledikleri düşmanca durumu göstermeğe kafidir. Türkistan'da çok ucuz zaferler kazanmış olan Çernyayev'in, Balkanlar'da, Osmanlı Türklerine karşı "İkinci bir Taşkent" yapacağı zannedilmiş olsa gerektir. Çernyayev, Balkanlar'daki Slavlara hitaben yapdığı bir beyannamede; bütün Slavları mukaddes mücadeleye davet etmiş, Rusya'nın bu mücadelede kayıtsız kalamayacağını da belirtmişti. General Çernyayev'den başka yüksek rütbeli birçok Rus subayının da Sırbistan'a gittikleri ve Sırp hizmetine girdikleri bilindiği veçhile, Rus hükümetinin bu gibi hareketleri hoş gördüğüne bir delildir. Bu suretle Rus hükümeti Panslavist siyaseti benimsemiş ve bu yolda harekete dahi geçmişti. Petersburg'da "Hasta Adamın" mirasına konmak zamanının geldiğine hükmedilerek Türkiye'ye karşı harp hazırlıkları yapılmakta idi. Hükümetin bu hazırlıkları gerek Katkov tarafından (Moskova gazetesi) ve gerek Dostoyevskiy gibi tanınmış ve bazı diğer edipler tarafından teşvik ve tasvib edilmekte idi. Hele Dostoyevskiy amansız bir Türk düşmanı kesilmişti.Balkanlar'da başgösteren isyan münasebetiyle Dostoyevskiy tarafından kaleme alınan "Şark Meselesi" adlı yazılarında bu mümtaz Rus edibi, Ruslar’ı Türklere karşı amansız bir mücadeleye ve şiddet kullanmağa davet etmekte, koyu Rus milliyetçileri ve aşırı Panslavistlerin taleplerini tekrarlamakta idi. Dostyevskiy'e göre: Türkler Avrupa'dan tamamiyle koğulmalı, İstanbul ve Boğazlar Rusya'ya verilmeliydi. Bu devrin açık fikirli tarihçilerinden Profesör Granovskiy, neşrettiği yazılarından birinde ise "artık Haçlı Seferleri devrinin geçmiş olduğunu belirtmiş, hazreti İsa'nın makberini müdafaa namına kimsenin silaha sarılmıyacağını, Betlhem'deki Kamame anahtarları meselesinin ancak siyasi maksatlarla ortaya konulduğunu" belirtmek istemişti. Dostyevskiy, Granovskiy'nin bu yazışma şiddetle karşı koydu. Lev Tolstoy ve Granovskiy gibi düşünen, yani "Türk düşmanı" olmıyan Rus münevverleri az olmamakla beraber, Katkov, Aksakov'lar, Danilevskiy ve Dostoyevski'yi tasvib edenlerin ekseriyet teşkil ettiği anlaşılıyor.Tolstoy'un belirttiği gibi, Rus halk tabakasının, yani "mujik"lerin bu hususta hiç bir fikri yoktu ve olamazdı; Rus köylüsü ve şehir halkının, esnafın zihinlerini ancak günlük ihtiyaçları karşılamak kaygusuyla yaşadıkları muhakkaktır.
Balkanlar'da patlak veren isyan, Karadağ ve Sırp hükümetlerinin Osmanlı devletine harp ilanından sonraki gelişmelere gelince, Karadağlılar sarp dağlarda bulunmalarından faydalanarak başta bazı muvaffakiyetler elde ettilerse de, Çernyayev'in kumandasındaki Sırp ordusu arka arkaya mağlûb oldu; Çekler, Rus generalinin bu başarısızlığına bakmaksızın kendisine bir takdir nişanesi olarak kıymetli bir kılıç gönderdiler. Çekler başta olmak üzere Avusturya'daki bütün Slav zümreleri (Lehliler hariç) ve Ruslar, Karadağlılara ve Sırplara boyuna para yardımı yapmakta idiler. Rusya bu kadarla da yetinmiyerek, Türkiye'ye karşı fiilen harbe girmeyi kararlaştırmıştı, Çernyayev'in kumandasındaki Sırp ordusu çekilirken Türk ordusu Belgrad üzerine yürümekte idi. Tam bu sırada Rusya müdahale etti.Çar Aleksandr II., 1877 Martında, Kırım'da Livadya'da bulunurken, "Slav komitesi"nin ileri gelenlerinden Porochovçikov Çarı ziyaret etmiş ve Rusya'nın hemen Türkiye'ye karşı harbe girmesi lazım geldiğini söylemişti; ona göre: eğer Çar bunu yapmazsa, Rus ahalisi bizzat silaha sarılacaktı. Bu sırada Moskova'da Aksakov'lar ve Katkov da harp lehinde ateşli nutuklar irad ediyorlar, yazılar yazıyorlardı. Veliahd büyük Dük de harp taraftarı idi. Nihayet Çar da harbe karar verdi. 24 Nisan 1877 günü Rusya Babıali'ye harp ilan etti. Rusya bu harp neticesinde, ötedenberi beslediği "Panslavist" emellerine kavuşacağını, yani İstanbul ve Boğazları ele geçirerek Balkanlar'daki Slavları da himayesi (yani hakimiyeti) altına alacağını ummakta idi,


Rumenlerin yardımı sayesinde Rus orduları kolaylıkla Tuna kıyılarına kadar gelebildilerse de, Balkanlar'da çok büyük sürprizlerle karşılaştılar. Osman Paşa'nın bütün dünyayı hayretler içinde bırakan meşhur Plevne müdafaası, az daha Rusya'nın, hezimetine sebebiyet veriyordu; ancak 40 bin kişilik taze Rumen kuvvetlerinin Ruslar’a yardıma gelmesi, panik halinde kaçmağa hazırlanan Rus ordusunu ve Çarı muhakkak bir felaketten kurtardı. Plevne'nin sükûtundan sonra Ruslar Balkanları geçmeğe muvaffak oldular. Çarın öncü kuvvetleri ta Yeşilköy’e (Ayastefanos) kadar ilerledilerse de, ingiliz donanmasının müdahalesi İstanbul'u Rusların eline düşmekten kurtardı. Ayastefanos'ta yapılan sulh müzakereleri (Rus başmurahhası İgnatiyev idi) 19 Şubat 1878’de sona ermiş ve Babıali'ye ağır şartlar kabul ettirilmişti. Fakat aynı senenin Haziran ve Temmuzunda Berlin'de toplanan büyük devletler kongresi (Berlin Kongresi) Ayastefanos muahedesini hükümsüz saymış ve Rusya'yı, Türkler için daha müsait, şartları kabule icbar etmişti. Berlin kongresi ahkamiyle Sırbistan, Karadağ ve Romanya tamamiyle müstakil birer devlet haline çıkarıldıkları gibi, küçük bir Bulgar prensliği (Osmanlı himayesinde) de meydana getirilmişti. Bu suretle Balkanlar'daki Slavlar, Çar Aleksandr II. sayesinde istiklallerine kavuşmuş oldular. Fakat, Rusya İstanbul'u ve Boğazları ele geçiremedi.
Berlin Kongresinin kararları Rus "Panslavistleri" arasında büyük bir hayal kırıklığını mucip oldu. Aşırı Rus milliyetçileri Rus diplomatlarını "vatana karşı ihanet"le ithama başladılar. Rus hükümeti bu iddia karşısında Moskova'daki "Slav Kornitesi"ni kapatmış ve hareketin önderlerinden biri olan Aksakov'u Moskova'dan uzaklaşmağa mecbur etmişti.
Rusya'da, Bismarck'a ve umumiyetle Almanya'ya karşı hudutsuz bir kin havası esmeğe başladı.Bu kadar Rus kam akıtılması, Rus askeri ölmesine karşılık, netice itibariyle Rusya'nın kazancı ehemmiyetsiz olmasının müsebbibi, Ruslar’a göre, Alman Kanzler'i Bismark'tı Ruslar sayesinde muhtar bir prenslik haline çıkarılan Bulgaristan'ın başına bile bir Rus prensi değil, bir Alman olan Aleksandr von Battenberg seçilmişti.

Aleksandr II.nin, Mart 1881 de vukubulan bir suikast neticesinde ölümünden sonra tahta geçen Çar Aleksandr III. çok geçmeden koyu bir Rus milliyetçisi ve Panslavist siyaseti takibine başladı. Katkov gibi hiçbir resmi makamı işgal etmiyen fakat Panslavistlerin liderlerinden sayılan biri Çarın en çok güvendiği bir kimse olmuştu, Rus hükümeti şu üç prensibe dayanmakta idi: Otarşi, Ortodoksluk, Milliyet (Samoderjav'ye, Pravosiavye, Narodnost) yani, taht, kilise ve Rusluk. Rus kilisesini idare eden mukaddes Sinod'un reisi Pobedonostsev, Rusya'da yaşıyan gayri Rus ve gayri ortodoks bütün milletlerin Ruslaştırılması hususunda Çardan tam bir salahiyet almıştı. Misyoner İlminskiy tarafından Kazan'dan idare edilen hıristiyanlık propagandası bilhassa İdil boyu Türkleri üzerinde tazyik yapmakta idi. Çar Aleksandr III. rejimi tam bir reaksiyonu temsil ediyordu; Ruslar’dan ve Ortodokslardan gayri bütün millet ve dinlere yaşamak ve gelişmek hakkı tanınmıyordu. Bu şiddetli tazyike rağmen, Lehliler, Ukraynalılar ve Kazan Türkleri "Ruslaştırma" ve "ortodokslaştırrna" baskısına karşı durdular; Rus hükümetince yapılan tazyike, Kazan Türklerinin feragat sahibi ve fedakar hoca, muallim ve esnaf zümresinin gayretleri galebe çaldı; Kazan Türkleri aynı zamanda Sibirya, Kazakistan ve Türkistan'daki ırkdaşları arasında müslümanlık ve Türklüğün muhafazası ve kuvvetlenmesi yolunda büyük gayretler saffettiler.
Aleksandr III. in saltanatının başlarında Rusya'da Alman düşmanlığı almış yürümüştü. Türkistan'ın Ruslar tarafından zaptı ve 1877-78 Türk harbi esnasında nam kazanmış olan Rus generali Skobelev, şahsında Alman düşmanlığını temsil ediyordu. Skobelev, "Almanlarla Slavlar arasındaki mücadelenin kaçınılmasına imkan olmadığını" ileri sürüyordu. Bu "Alman düşmanlığı" çok geçmeden Rusya'nın Almanya'ya karşı düşmanca bir siyaset takibinin esaslarını hazırladı.
1877-78’de Boğazları ele geçirmeyen Rusya, bu defa "serbest denizlere" ulaşmak maksadiyle Uzak Doğu'da yayılmak siyasetini ele aldı.
Ruslar, Çin'de başgösteren karışıklıklardan faydalanarak, 1898 de Port-Arthur limanını ve şehrini işgal ettiler; çok geçmeden bütün Mançurya Rusya'nın nüfuzu altına girdi. Rus emperyalizminin bu tarzda gelişmesinden endişe duyan Japonya, Rusya'nın karşısına çıktı ve 1904-1905 Rus-Japon harbi patlak verdi. Ruslar, Japonları "şapkalariyle vurup yere sereceklerini" iddia ettilerse de, karada ve denizde arka arkaya mağlûp olunca, nihayet sulh istediler. Portsmouth'ta akdedilen muahede ile Rusya'nın Uzak-Doğu'daki ilerlemesi durdurulmuş oldu. Alman ve İtalyan ittihadının "Panslavizm" hareketi üzerinde büyük bir tesiri olduğu muhakkaktır. Slav kavimlerinin gözleri önünde cereyan eden bu iki mühim vak'a, onlar için büyük birer numune teşkil ediyordu. Fakat Slav kavimlerinin tek bir cephe vücuda getirmelerine Rus-Leh ihtilafı en büyük engel teşkil etmekte berdevamdı. 1863 Leh İsyanından sonra, Çarlık tarafından Lehliler’e karşı alınan şiddetli tedbirlerden yukarıda bahsetmiştik; bu tedbirler yumuşatılmaksızınn 1905 Rus ihtilaline kadar devam ettirildi,
1905 Rus ihtilali, Çarlık rejimini sarsmış, Rusya'daki milletlerin harekete geçmelerine imkan vermişti. Zaten 1897’de yapılan nüfus sayımı Rusya'da 107 muhtelif milletin yaşadığını ve hakim unsur olan Büyük Ruslar’ın (Veliko Russy) bütün nüfustan ancak yüzde 43,3ünü (55.673.000) teşkil ettiğini meydana koymuştu. 1905 ihtilali, milli hisleri ve şuurları, milli kültürleri kuvvetli kavimlerin, en az milli muhtariyet olmak üzere, birtakım taleplerine yol açtı. Bu hususta Finlerden sonra Lehliler ve Ukraynalıların faaliyeti göze çarpmaktadır. Lehliler, geniş muhtariyet istiyorlardı. Onların bu talebleri Ruslar’ın bazı liberal partileri tarafından da desteklenmişti; bu anlaşma üzerinde Lehliler’le bazı Rus siyasi partileri arasında bir yakınlık bile hasıl olmuş gibi idi. Bu cereyanı benimsiyen zümreler "Neoslavizm" (Yeni Slavcılar) diye tanınmışlardır.
Haddi zatında eski "Panslavizm" görüşlerinin yeni bir tarzda canlandırılmasından başka bir şey olmıyan bu hareket önceleri, siyasi prensiplerden ziyade kültür ve iktisat problemlerini ele almış gibiydi. Panslavistlikten farklı olarak, Rus-Leh ihtilafının halline (tabii Rusya'nın Lehine olmak üzere) doğru gidilmek istenmişti. 1905 ihtilalinden sonra Çar Nikola II. nın Rusya'da meşruti bir idare sistemini kabule mecbur edilmesi ve "Duma" (Rus Millet Meclisi)’yı çağırması üzerine, 1906 Mayısından itibaren Rusya'da meşruti bir rejim başlamıştı. "Duma"da birkaç siyasi parti temsil edilmişti. Bunlar arasında Milyükov'un "Kadetler" partisi Rusya'nın en kuvvetli liberal partisi idi. işte bu parti "Neo-slavizm" cereyanını benimsemiş görünüyordu. Lehliler’e gelince, bunlar iki guruptu; biri Dmowski'nin önderliği altında Nasyonal demokratlar; bunlar Lehliler’in en büyük düşmanı olarak Almanya'yı bellemişler; Rusya ile işbirliği yapmak. Lehliler’e geniş bir muhtar idare sağlamak şartiyle Lehliler’le meskûn mıntakaları da Rus İmparatorluğu içine sokmak arzusunda idiler. Buna karşılık, Pilsudski ve taraftarları amansız bir Rus düşmanı kesilmişlerdi. Mamafih Dmowski taraftarlarının Lehliler arasında çoğunluk teşkil ettikleri anlaşılıyor.
"Neoslavizm" cereyanı Rusya'da gittikçe kuvvet buldu ve nihayet Çar Nikola II. tarafından da tasvib ve Rus hükümetinin dış politikasının esasını teşkil etmeğe başladı. Bu suretle Rusya'nın dışındaki Slavlar arasında, bilhassa Çekler’de birçok taraftar kazandı. Zaten Bohemya'nın "Panslavizm"in doğduğu ve geliştiği bir yer olması itibariyle, Slavlar arasında tesanüd görüşünün burada daima meycutiyeti beklenebilirdi. Panslavizm vaktiyle nasıl kuvvetli bir cereyan oldu ise bu defa "Neo-slavizm" de aynı dereceyi buldu. Dr. Kramar'in önderliğindeki Çek Neo-Slavizm hareketine katılanlar, Türk ve Alman düşmanlığı bakımından, koyu Rus milliyetçilerinden asla geri kalmıyorlardı. Rusya dışındaki Slavlar Avusturya ve Türkiye hakimiyetinden kurtulmak yolunda Rusya'dan yardım beklemekte idiler; Almanya'nın "Şarkadoğru" (Drangnach Osten) yayılmalarına da "Slav birliği" vasıtasiyle mani olabileneceği umuluyordu. Bu suretle "Neoslavizm" cereyanı, tıpkı "Panslavizm" gibi hem Almanlara hem de Türklere karşı yöneltilen bir hareket halini almakta gecikmedi. Aynen "Panslavizm" ruhunda Slav milletlerinin kongreler tertiplenmesi yoluna gidildi. Bunlardan ilki 1908’de Prag'da yapıldı. Lehliler ve Ukraynalılar’'dan başka bütün Slav mümessilleri Prag'da toplanarak, Slavların umumi durumları, kültür, siyasi ve iktisadi meseleler ve gelecek problemler hakkında görüşmelerde bulundular ve "Slavcılık" hareketinin bir programını tesbit ettiler. Aynı platform üzerinde, 1910’da Sofya’da ikinci Slav kongresi akdedildi; Sofya'nın kongre yeri olarak seçilmesi ayrıca ehemmiyeti haiz olup, "Slavcılık" hareketi esas gayelerinin hangi mıntakayı istihdaf etliğini göstermekte idi. Nitekim 1912-1913 Balkan harbinin hazırlanmasında Rusya'nın mühim bir rol oynadığı malûmdur. Harp patlak verince Rusya'dan Bulgar ve Sırp ordusuna gönüllüler gitmesi, külliyetli miktarda para ve eşya yardımı yapılması Ruslar’ın Türkiye'ye karşı aldığı düşmanca durumu, "Panslavizm" hareketi ve hislerinin tesirini açıkça göstermektedir. Hele Çekler, her bir Türk mağlûbiyeti haberi Prag'a ulaşınca, güya kendi zaferleri imiş gibi, tes'it ediyorlar ve Balkan Slavlarına çokça para, ecza ve eşya gönderiyorlardı. Lehliler hariç Avusturya'daki Slavlar arasında Türk düşmanlığı azami bir haddi bulmuştu. Rusya'da "Panslavist" hülyalar yeniden uyanmış ve bu defa artık Türklerin "Avrupa'dan Asya'ya koğulmaları" zamanının gelip çattığına hükmedilmişdi. "Ayasofyaya Haç Koymak" Rus milliyetçiliği, Panslavistlerinin ve bu cereyanın arkasında duran Rus hükümetinin siyasi parolası olmuştu. Birinci Dünya harbinin çıkmasında Rusya'nın "Panslavist" emeller peşinde koşmasının mühim, bir amil teşkil ettiği bir hakikattir. Rusya, fırsattan istifade ile "tarihi emellerine", yani "Boğazlar üzerindeki hakimiyete" kavuşacağını umuyordu; bu tahakkuk ettiği takdirde Anadolu dahil bütün Türk milletleri Rusya'nın idaresi altına alınmış ve Rusya için daima tehlike teşkil eden bir hür Türkiye ortadan kalkmış olacaktı. 1914 Ağustosunda harp patlak verdikten sonra, Talat ve Enver Paşalar "Türkiye'nin, tarafsız kalacağını, Balkanlar'da statuscuo'nun muhafazası için, icap ederse 250 bin kişilik bir ordunun Rusya lehinde hareket edebileceğini" İstanbul Rus elçisine teklifde bulunmuşlar ve bunun karşılığında Türkiye'nin, arazi bütünlüğünün Rusya tarafından garanti edilmesini istemişlerdi. Rus hükümeti bu Türk teklifine kat'i red cevabı vermiş ve "Türkiye'nin bütünlüğünü garanti değil, Türkiye topraklarını ele geçirmek niyetinde olduğunu" açığa vurmuştu. Nitekim 1915’te Rusya'nın ısrarı üzerine İngiltere, Fransa ve Rusya arasında Türkiye'nin nasıl taksim edildiği, Bolşeviklerin neşrettikleri ve malzemeyi Eski Çarlık Hariciye Nezareti Arşivinden aldıkları, "Boğazlar-Türkiye ve Büyük devletler" adlı eserle ortaya koymuşlardı.O zamandanberi bolşevik devlet adamları ve dış politikası Lenin tarafından açıkça ifade edilen "antiemperyalist" prensiplere dayanmakta olduğundan, Sovyet hükümeti Çarlık Rusya'nın emperyalist emellerini dünyaya açıklamakta hiç bir beis görmemişti.
Rusya'da bolşevik rejimi yerleşince "Panslavizm" tamamiyle sönmüş gibiydi. Lenin tarafından ilan edilen siyasi düsturlar tamamiyle emperyalizm'in aleyhinde olduğundan, Sovyet Rusya artık ne İstanbul ve ne de Boğazları ele geçirmeği asla düşünmediğini dünyaya ilan etmiş ve bu suretle Çarlık Rusya'sının "Panslavist" siyaseti ile hiç bir ilgisi olmadığını kat'i bir lisanla ifade etmiş oluyordu. Bolşevizm rejiminin ilk on-onbeş yılı nisbeten "beynelmilelcilik" ruhunda bir siyaset takib ve Rus milliyetçi cereyanlarını önleyici bir mahiyet arzetmekte idi. Fakat yıllar geçtikçe bu siyaset değişti ve Sovyet Rusyası tedricen Rus milliyetçiliği platformuna kaymağa başladı. 1935 yıllarına doğru bu kayış süratlendi ve Sovyet Rusya gerek iç ve gerek dış siyaseti bakımından Çarlık Rusyasının benimsemiş olduğu prensiplerinden kısmı azamını, yeni formüller altında, benimsemiş olduğunu belli etmiş ve dünya politikasında Sovyet Rusyanın bu yeni tip siyaseti kendi başına ehemmiyetli bir unsur teşkil etmeğe başlamıştır. Bolşevizmin ilk yıllarında "Slavcılık" Çarlık Rusyası tarafından benimsenmiş reaksiyoner bir siyaset olarak vasıflandırılmış ve dolayısiyle Sovyet hükümeti bu çeşit "Panslavist" hareketiyle hiç bir ilgisi olmadığını ispata çalışmıştı. Hitler Almanyasının Slav memleketlerini ele geçirmek yolunda bir siyaset takibe başlaması neticesinde, başta Çekler olmak üzere, diğer Slav memleketleriyle Sovyet Rusya arasında kendiliğinden bir yakınlık hasıl olmuş ve 1935 yılında Beneş'in Moskova'yı ziyareti üzerine Sovyet Rusya ile Çekoslovakya arasında muhtemel Alman tecavüzüne karşı bir anlaşma meydana gelmişti. Rusya'da aynı zamanda Rus milliyetçiliği Sovyet hükümeti tarafından resmen desteklenmeye başlamış ve büyük Rus şairi Puşkin'in ölümünün yüzüncü yıldönümü olan 1937’de Rus milliyetçiliğinin canlandırılması için bir vesile teşkil etmişti. Bir taraftan bu büyük Rus şairi tebcil edilirken, diğer yandan Rus tarihinin büyükleri Rus milletine yeniden tanıtılmaya ve sevdirilmeye başlanmıştı.
Hitler'in Çekoslovakya'yı ilhakı ve Yugoslavya üzerinde baskısı arttıkça Moskova'da bir "Slav cephesi" meydana getirmek yolunda faaliyete geçtiğini görüyoruz. Almanya'nın Rusya'ya karşı harbe başlaması üzerine Sovyet Rusya artık açıkça bu "Slav cephesi"nin önderi olarak faaliyete başlamış ve 1941 yılı Ağustosunda bütün Slavların Hitler Almanyasına karşı müdafaasında şampiyon rolünü almıştı. Bütün Slavların davasını gütmek maksadiyle bir "Slav komitesi" kurulmuştu. Bu teşkilat tarafından 1941-42 ve 1943 yıllarında Moskova'da "bütün Slav milletleri" mümessillerinden müteşekkil muhtelif kongreler akdedilmiş ve ayrıca "Slavyane" adiyle aylık bir mecmua çıkarılmaya başlanmıştı. Aynı zamanda İngiltere, Amerika ve Alman istilasının dışında kalan memleketlerdeki bütün Slav zümrelerini bir araya getirmek maksadiyle türlü teşkilat kurulmuş ve kongreler yapılmıştı. Bu münasebetle bilhassa Amerika ve Kanada'daki Ruslar ve Ukraynalılar, "Ruslar’ı tanıtmak ve sevdirmek" maksadiyle büyük propaganda faaliyetine de geçmiş bulunuyorlardı, İgiltere'de ve Amerika'da "Sovyet Rusya dostları" adiyle kurulan cemiyetler de Moskova'nın "Slavcılık" siyasetini destekler mahiyette gayret sarfediyorlardı. Bu suretle Sovyet Rusya ile Almanya arasında devam eden harbin bir neticesi olarak Rusya'nın müttefikleri olan büyük devletler Sovyet Rusya'nın bütün Slavları kurtarma davasını benimsemiş ve bu yolda Rusya'ya maddi ve manevi müzaheret göstermek yoluna girmişlerdi. Nitekim Almanya mağlûp olunca sırf Ruslar’a bir jest olmak üzere müttefikler Çekoslovakya'daki ''kurtarılış" hareketini kızıl orduya bırakmışlar ve bu suretle Sovyet Rusya'ya, Slavların Hitler'den "kurtulmasına" fiilen imkan hazırlamışlardı.
Harp bitince Sovyet Rusya, Yugoslavya hariç, bütün Slav memleketlerini fiilen işgal altına almış ve dolayısiyle bütün Slav memleketlerinin mukadderatı Moskova'nın eline geçmiştir. Tito'nun Moskova'dan ayrı düşmesine kadar Moskova'nın idaresi altında fiilen bir "Slav cephesi" meydana gelmiş ve beynelmilel siyasette mühim bir faktör teşkil etmiştir.Yugoslavya'nın Moskova peyki olmaktan çıkması üzerine bu "Slav cephesi" kısmen zaafa uğramakla beraber, gene fiilen mevcuttur. Bununla beraber 1949 yılından itibaren Moskova, "Slavcılıktan" ve "Slav davası”ndan vazgeçmiş bir tavır almakla beraber, bunun hakiki çehresini tesbit etmek için henüz zaman erkendir. Sovyet Rusya'da "Rus milliyetçiliği"nin boyuna gelişmesi, Sovyet Rus edebiyatı ve tarihinde diğer Slav memleketlerindeki milli hareketlere ve bilhassa Türklere karşı mücadelelerine geniş bir yer verilmesi, Kremlin zimamdarlarının Rus Çarlarının "Panslavizm" siyasetini hiç bir veçhile bırakmamış olduklarını gösterecek mahiyettedir.

Kaynak: Akın Tarih 

Yorum Gönder

0 Yorumlar